SÜHREVERDÎ FELSEFES İNDE EP İSTEMOLOJ...
Transcript of SÜHREVERDÎ FELSEFES İNDE EP İSTEMOLOJ...
T.C
MARMARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İLAHİYAT ANABİLİM DALI İSLÂM FELSEFESİ BİLİM DALI
SÜHREVERDÎ FELSEFESİNDE
EPİSTEMOLOJİ
Doktora Tezi
HALİDE YENEN
İstanbul, 2007
ii
T.C
MARMARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İLAHİYAT ANABİLİM DALI İSLÂM FELSEFESİ BİLİM DALI
SÜHREVERDÎ FELSEFESİNDE
EPİSTEMOLOJİ
Doktora Tezi
HALİDE YENEN
Danışman: PROF.DR. MUSTAFA ÇAĞRICI
İstanbul, 200
iii
iv
GENEL BİLGİLER
İsim ve Soyadı : Halide Yenen
Anabilim Dalı : İlahiyat
Programı : İslâm Felsefesi
Tez Danışmanı : Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı
Tez Türü ve Tarihi : Doktora – Haziran 2007
Anahtar Kelimeler : Huzûrî Bilgi, İşrâkî Huzûr
ÖZET
SÜHREVERDÎ FELSEFESİNDE EPİSTEMOLOJİ
Şihâbuddîn Sühreverdî (1153-1191) –daha ziyade ‘şeyhü’l-işrâk’ ya da ‘maktûl
şeyh’ olarak bilinir – İran’da İşrâkî ekolün kurucusudur.
Onun felsefesindeki doğu sembolizmi nurun doğusunu, ilâhi nurların
kaynaklandığı kutsal alanı, kozmik olduğu kadar ruhî işrâkın kaynağını ifade ederken
batı, içinde insanî nefsin tutsak edildiği ve gerçek evi olan doğuya dönebilmesi için
oradan özgürleşmeyi gerçekleştirmesi gereken maddî karanlıklar çukurunu ifade eder.
Nur, kendinde ve kendisi sebebiyle varlıktır ve bütün eşyayı meydana getiren
onun kendi varlığıdır. Bütün diğer her şey nura başvurarak tanımlanırken nurun kendisi
tanımlanamaz. Nur, kısaca, eşyanın ontolojik olarak bulunmasından başka bir şey
değildir ve bütün varlığın kaynağıdır. Nur, bilginin de kaynağıdır. Bilmek, işrâk
aracılığıyla bulunmaktır (huzûr). Bilmek, batıda tutsak edilmiş insanî nefsin oradan
özgürleşmeyi gerçekleştirmesi ve gerçek evi olan doğuda bulunmasıdır.
Biz bu tezde Sühreverdî’nin bilgi teorisini inceledik. İlk bölümde onun nur
ontolojisini ve insanî nefsi, onun kaynağını, düşünen nefsle hayvanî ruh arasındaki
ilişkiyi ve dış ve iç duyularının sayısını ve tabiatını açıkladık.
İkinci bölümde bilgi teorisinin temel problemler olan bilginin ne olduğunu,
kaynağını, imkânını, doğruluğunun ve kesinliğinin ölçütünü, Sühreverdî’nin
eğistemolojisine göre işledik. Ayrıca huzûrî bilgi ve formel (sûrî) bilgi teorilerini detaylı
olarak inceledik.
v
GENERAL KNOWLEDGE
Name and Surname : Halide Yenen
Field : Theology
Programme : Philosophy of İslâm
Supervisor : Prof.Dr. Mustafa Çağrıcı
Degree Awarded and Date : Doktora – Haziran 2007
Keywords : Knowledge by Presence,
illuminative presence.
ABSTRACT
EPİSTEMOLOGY IN SUHRAWARDÎ’S PHİLOSOPHY
Shihâp al-D’in al-Suhrawardî (1153-1191) is –better known as the shaykh al-
ishrâq or the shaykh al-maktûl- founder of the illuminationist school of Iran.
In his illuminationist philosophy the symbolism of Orient means the orient of
light, the sacred place in which divine light orijinates, the source of spiritual as well as
cosmic illumination; whereas the Occident is the abyss of material darkness, in which
the human soul imprisoned and from which it must set itself free so that it may go back
to its real home, the Orient. Light is that exists by and in itself, and by its own existence
brings into existence all things. Light defies definition while all other things can and
must be defined in reference to it. Light, in short, is nothing other than the ontological
presence of the things it is the ultimate source of all existence. Light is the ultimate
source of knowledge too. To know is presence through illumination. To know is the
human soul that is imprisoned in occident set itself from which it and in its real home,
the Orient is presence.
In this thesis we have investigated the Suhrawardi’s Epistemology. In first
chapter we have explained ontology of light and the human soul; the origin of the soul,
the relationship betwen the rational and animal souls, the number and nature of the
external and inner senses. In the second chapter we have investigated the fundamental
problems of theory of knowledge in aproaching Suhrawardî’s Epitemology; what is
vi
knowledge?, the possibility of knowledge, the sourc of knowledge, certainty of
knowledge. In addition, we have detailed investigated the knowledge by presence and
the knowledge by represantation.
vii
ÖNSÖZ
İslâm felsefesi tarihinde irfânî tasavvufun ve meşşâî felsefenin birleştiği
noktada duran Şihâbuddîn Sühreverdî el-Maktûl’un işrâk felsefesinde bilginin nasıl elde
edildiği konusu önemli bir yere sahip olduğu gibi işrâk felsefesinin de temelini teşkil
etmektedir. Çünkü bu felsefe, işrâkî huzûrla elde edilen bilgi üzerinden
temellendirilmektedir. Bu çalışmamda filozofun bilgi kuramını inceledim.
Bu çalışma esnasında Farsça eserlerin bir kısmını kendisiyle birlikte
okuduğum Farsça hocam Amir Ahmad Fekri’ye, konuyla ilgili Fransızca metni bana
okuyarak tercüme eden yazar Leyla İpekçi’ye, filozofun mantıkla ilgili görüşlerini nasıl
ele almam konusunda fikir veren Prof. Dr. Ali Durusoy’a, tezin konusun ve adının
belirlenmesinde fikrî katkıda bulunan Prof. Dr. Mehmet Bayraktar’a ve Prof. Dr. İlhan
Kutluer’e, çalışmam süresince ortamından ve kitaplarından faydalandığım İSAM
Kütüphanesi’nin yetkililerine ve çalışanlarına, katkılarından dolayı danışman hocam
Prof.Dr. Mustafa Çağrıcı’ya ve teşekkür ettiğimi belirtmek iserim.
20.06.2007 Halide YENEN
viii
İÇİNDEKİLER
Sayfa No.
KISALTMALAR…………………………………………………………. x
GİRİŞ………………………………………………………………………… 1
BİRİNCİ BÖLÜM
BİLGİNİN PSİKOLOJİK TEMELİ OLMASI AÇISINDAN İNSANÎ NEFS
I. NURLARIN NURU’NDAN İNSANÎ NEFSİN VARLIĞINA…………….. 23 II. İNSANÎ NEFS……………………………………………………………… 38
A. İNSANÎ NEFSİN MAHİYETİ……………………………………………….. 49 B. İNSANÎ NEFSİN BEDENDEN BAŞKALIĞI……………………………….. 42 C. İNSANÎ NEFSİN BEDENLE İLİŞKİSİ……………………………………… 47 D. İNSANÎ NEFSİN GÜÇLERİ………………………………………………..... 48
1. İnsanî Nefsin Nebatî Güçleri……………………………………….. 59 2. İnsanî Nefsin Hayvanî Güçleri………………………………….. 50
a. İdrak Güçleri……………………………………………… 50 (1) Dış İdrak Güçleri………………………………….. 50 (2) İç İdrak Güçleri……………………………………. 51
b. Hareket Güçleri…………………………………………… 53 3. İnsanî Nefsin Akıl Gücü………………………………………… 54 4. İnsanî Nefsin Güçlerine İlişkin Değerlendirme…………………. 55
E. İNSANÎ NEFSİN GÜÇLERİNİ TNIMAK…………………………………..... 61 F. İNSANÎ NEFSİN BEDENDEN AYRILDIKTAN SONRAKİ DURUMU…… 65
İKİNCİ BÖLÜM
BİLGİ KURAMININ TEMEL PROBLEMLERİ AÇISINDAN SÜHREVERDÎ EPİSTEMOLOJİSİ
I. BİLGİ KURAMININ TEMEL PROBLEMLERİ…………………………… 69
A. BİLGİ NEDİR?.................................................................................................. 69 B. BİLGİNİN İMKÂNI………………………………………………………….. 73 C. BİLGİNİN KAYNAĞI……………………………………………………….. 77 D. BİLGİDE DOĞRULUĞUN VE KESİNLİĞİN ÖLÇÜTÜ…………………... 83
II. HUZÛRÎ BİLGİ…………………………………………………………….. 88 A. HUZÛRÎ BİLGİNİN MAHİYETİ…………………………………………... 88 B. HUZÛRÎ BİLGİNİN KARAKTERİSTİK ÖZELLİĞİ OLARAK KENDİLİK BİLGİSİ……………………………………………………………….. 106
ix
C. KENDİNDEN BAŞKA OLANI BİLMEK: HUZÛRÎ BİLGİ – FORMEL BİLGİ 113 D. METAFİZİK ÂLEMDEN GELEN ETKİLER- GÖKSEL NEFSLERİN BİLGİSİ 132 E. ZORUNLU VARLIK’IN BİLGİSİ…………………………………………….. 136
III. FORMEL BİLGİ……………………………………………………………. 140 A. TANIM…………………………………………………………………………. 141 B. KANITLAMA………………………………………………………………….. 152
1. Önerme………………………………………………………….... 152 a. Doğruluk Değeri Biçimsel Önermeler……………………... 152 b. Doğruluk Değeri İçeriksel Önermeler……………………... 159
2. Biçimsel Açıdan Kanıtlama: Kıyas………………………………. 163 3. Sonuçlarının Kesinliği Açısından Kanıtlama Çeşitleri…………... 164
a. Burhan……………………………………………………… 164 b. Tümevarım ve Örnekleme…………………………………. 166
SONUÇ……………………………………………………………………….. 168 KAYNAKÇA………………………………………………………………... 177
x
KISALTMALAR
bk. Bakınız
çev. Çeviren
drl. Derleyen
Ed. Editör
EKEV. Erzurum Kültür Eğitim Vakfı
İFAV. İlahiyat Fakültesi Vakfı
Ktp. Kütüphane
mad. Madde
Nu. Numara
nşr. Neşreden
s. Sayfa
SBE. Sosyal Bilimler Enstitüsü
sdl. Sadeleştiren
TDV. Türkiye Diyanet Vakfı
thk. Tahkik
trc. Tercüme
tsh. Tashih
t.y. Tarih yok
vr. Varak
GİRİŞ
Bir filozofun ilimler tasnifi, onun bilgi anlayışına ilişkin temel ipuçlarını verir;
çünkü tasnif edilen, bilinenle ilişkisi açısından bilgi diye isimlendirilmeye layık olandır.
Ayrıca bir ilimler tasnifi yapılırken, tasnifte yer verilen ilimler arasındaki üstünlük
ilişkisi de bize hem filozofun bilme açısından öncelik verdiği konu hem de bilgiyi elde
etme metodu hakkında da ipucu verebilir. Bu nedenle çalışmamıza, bir giriş
mahiyetinde olmak üzere Sühreverdî’nin ilimler tasnifiyle başlıyoruz.
Sühreverdî’nin (ö.587/1191) ilimler tasnifine ilişkin müstakil bir eserinin
bulunmadığını öncelikle belirtmeliyiz. “Kitâbu’t-Telvihâtü’l-levhiyye ve’l-‘arşiyye: el-
İlmu’s-sâlis” ve “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-Mutârahât: el-İlmü’s-sâlis” isimli eserlerinin
girişinde, yaygın olarak bilinen ilimler tasnifini aktarır. Muhtemelen İbn Sînâ’dan
alınmış bu tasnife göre ilimler, önce insanın amellerine ilişkin olup olmaması
bakımından ikiye ayrılır. Amellere ilişkin olmayan “nazarî hikmet”, amellere ilişkin
olanın ise “amelî hikmet” diye isimlendirilir. Nazarî hikmet, metafizik (el-ilmu’l-a’lâ,
el-felsefetu’l-ûlâ), matematik (el-hikmetü’l-vüstâ, el-ilmu’r-riyâzî)) ve fizik (el-ilmu’t-
tabii) olmak üzere üçe ayrılmaktadır. Metafiziğin konusu Zorunlu Varlık (vâcibu’l-
vücûd), faal akıllar ve varlık olması açısından varlığın kısımları gibi maddî olmayan ve
gerçekleşmesinde (tahakuk) maddeye ihtiyaç duymayan gerçekliklerdir (umûr).
Metafizik kendi içinde konusu bakımından “küllî ilim” ve “teoloji” (el-ilmu’l-ilâhî)
olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Konusu nicelik (kemm) olan matematik, geometri (el-
2
hendese) ve aritmetik ( el-hisâb) olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Fiziğin konusu ise
hareket, sükûn ve değişmenin ilkesi olması açısından âlemin cismidir.1
Amelî hikmet, ahlâk (el-hikmetü’l-hulkiyye), ev idaresi (el-hikmetü’l-
menziliyye) ve siyaset (el-hikmetü’l-medeniyye) olmak üzere üçe ayrılmaktadır. Ahlâk
ilmine, erdemlerin (fezâyil) bilinip (ma’rifet) elde edilmesi ve erdem olmayan
hususlardan (rezâil) kaçınılması için, ev idaresine, evin yönetiminin sağlanması ve ev
halkıyla ilişkinin gerektiği şekilde düzenlenmesi için, siyasete ise o toplumda yaşayan
insanlarla (ehli’l-ma’mûre) ilişkinin düzenlenmesi ve türün bekâsının sağlanması için
ihtiyaç duyulmaktadır.2
Bir ilmin diğerine tercih edilmesinin çeşitli sebepleri vardır. İlki konusudur;
bilinen (malum) şerefli olduğunda ona ilişkin bilgi de daha değerli olacaktır. İkincisi
delilidir; delili daha kuvvetli olan daha üstün olacaktır. Üçüncüsü ise o ilimle
meşguliyetin önemi ve faydasıdır. İşte bu üç özelliğin kendisinde ne kadar bulunduğu o
ilmin üstünlüğünü belirleyecektir.
Sühreverdî, bu özelliklerin tamamının kendisinde bulunduğu ilmin en değerli
ilim olduğunu belirtir. Buna göre problematiği (matlûp) ve konusu (malum) Hakk olan
ilim en yüce ilimdir. Çünkü O, hiçbir şekilde diğer varlıklara kıyaslanması mümkün
olmayan ve bilinmesi zorunlu olandır. Hakk Teâlâ kullarını kendi varlığını, sıfatlarını
bilmekle (ilm) zorunlu tutmuştur. Hakk Teâlâ’yı bilmenin yolu ise akıl yürütme
(nazar/istidlal) metodu değil müşahededir. Çünkü görülen her zaman getirilen delilden
daha güçlüdür. Sühreverdî bu konuda şu örneği verir: “Bir mutasavvıfa “Yaratıcının
(Sâni‘) varlığına delil nedir?” diye sorduklarında “Sabah lambaya muhtaç değildir”
cevabını vermiştir. Ayrıca usulcülerin ileri gelenleri (muhakkıkân-ı usul) ittifakla kabul
etmişlerdir ki ahirette Hakk Teâlâ kullarına görme duyusunda bir idrak yaratır da delilin
ve burhanın aracılığı olmaksızın O’nu görürler. Buna göre O’nu dünyada aracısız ve
delilsiz (huccet) görmek için bu idrakin benzerini kalpte de yaratması (îcâd)
1 Ebü'l-Fütuh Şehabeddin Yahyâ b. Habeş b. Emircek Sühreverdî, “Kitâbu’t-Telvihâti’l-levhiyye ve’l-‘arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, Henry Corbin (Ed), Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk I içinde (1-121), Tehran: Müessese-i Mütâleât ve Tahkîkât-ı Ferhengî (Pijûhişgâh), 1993/1372, s.2-3; “el-Lemehât”, Necefkulî Habîbî ve Seyyid Hüseyin Nasr (Ed), Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk IV içinde (141-241), Tehran: Pijûhişgâh-i Ulûm-i İnsânî ve Ferhengî, 1380/2001, s.211; “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis” Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk I içinde (193-506), s.196-197. 2 Sühreverdî, “Kitâbu’t-Telvihâti’l-levhiyye ve’l-‘arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.3.
3
mümkündür. İşte bundan dolayıdır ki Ömer –radıyallahu anh- “Kalbim rabbimi gördü.”
demiştir. Hakk’ı bilmeye ulaştıran vesilelerin en büyüğü ise marifettir ve bu nedenle
marifet bütün ilimlerden daha şereflidir.3
Matematik ve fizik ilimleri arasındaki üstünlük konusuna gelince: a)
Matematik konusu itibariyle maddeden mücerret olanlara daha yakın olduğu için şerefli
olmakla birlikte fizik, konusu hareket ve sükûnun ilkesi olan zatıyla kaim (cevherî) bir
gerçeklik olması açısından daha şereflidir; çünkü matematiğin konusu nicelik olması
açısından arazdır. Cevher ise arazdan daha şereflidir. b) Fizik ilminde çoğunlukla
neticenin hem zihindeki tasdiki hem de bu yargının ilişkin olduğu dış dünyadaki
gerçekliğinin sebebi (lime) açıklanırken matematikte sadece zihnî planda (inn) açıklama
yapılmaktadır. Sebebi (limmî burhan) veren daha şereflidir. c) Fiziğin konusunun,
bilginin bilinenle uyuşması (mutabakat) açısından, dış dünyada olgusal (vâkı’iyye) bir
gerçekliği (hakîkiyye) vardır. Aritmetik ve geometri ise çoğunlukla vehmedilenlere
(tevehhümât) dayanır. Dış dünyada gerçekliği olan daha şereflidir. d) Fizik, psikoloji
(ilmu’n-nefs) konusunu da içerir. O bilinmesi geren şeylerin en önemlisidir ve bütün
sanatların (sınâ’ât) temelidir (ümm). Nazarî araştırma (bahs) açısından Zorunlu
Varlık’tan sonra en önemli olandır. Bu nedenle fizik daha şereflidir.4
Sühreverdî bu ilimler tasnifi içinde mantıktan bahsetmez. O, İbn Sînâ’da
olduğu gibi∗, “düşüncenin (fikr) doğru (salah) ve bozuk (fesad) olanını birbirinden
ayıran bir alet”5 olarak kabul ettiği için mantık ilmine yer vermemiş olmalıdır, mantığı
bir ilim olarak kabul etmediği için değil. Nitekim “Kitâbu’t-Telvihâtü’l-levhiyye ve’l-
‘arşiyye”, “el-Lemehât”, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-Mutârahât”, “Kitâbu’l-Mukâvemât”
isimli eserlerini birinci ilim (el-ilmü’l-evvel), ikinci ilim (el-ilmü’s-sânî) ve üçüncü ilim
(el-ilmü’l-evvel) sırasına göre Mantık, Fizik ve Metafiziği üç ana kitap halinde ele
almıştır.
3 Sühreverdî, “Safîr-i Simurk”, Seyyid Hüseyin Nasr ve Henry Corbin (Ed), Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde (313-332), 3.Basım, Tehran: Pijuhişgâh-i Ulûm-i İnsanî ve Mütâleât-ı Ferhengî, 2001/1380, s.316-318. 4 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.198-199. ∗ İbn Sînâ da çeşitli eserlerinde yapmış olduğu ilimler tasnifinde ykarıda olduğu gibi ilimleri nazarî ve amelî olmak üzere iki ana bölüme ayırır ve bu böümlemede mantığa yer vermez. Risale fî Aksâmi’l-hikme’de ise yine bu iki bölümün dışında mantığa hikmetin âleti olarak yer verir. bk. Halide Yenen, “İbn Sînâ’da İlimler Tasnifi” (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi SBE, İstanbul, 2001), s.26-77. 5 Sühreverdî, “el-Lemehât”, s.143-144.
4
Yukarıdaki bilgilerden anlaşılacağı üzere Sühreverdî, bilgi diye
isimlendirilmeye layık bir şeyden bahsedilecekse eğer, dış dünyada o bilginin kendisiyle
uyuşacağı bir gerçekliğinin olması gerektiğini belirtmektedir. Dış dünyada gerçekliği
olmayan, sadece zihinde bir gerçekliği olan ise ikinci derecede bilinendir. Bir bilginin
üstünlüğünü, konusunun dış dünyada gerçekliğinin bulunup bulunmaması ve bu
gerçekliğin mahiyeti belirleyecektir. Dış dünyadaki bir şey ontolojik olarak ne kadar
gerçekse, epistemolojik olarak ne kadar açık seçikse ve onu bilmek ne kadar faydalıysa,
ona ilişkin bilgi de o nispette üstün ve elde edilmeye öncelikle layık olacaktır. İşte bu
nedenledir ki Sühreverdî, ma’rifetullahı konu edinen teolojinin yer aldığı metafiziği
mutlak anlamda üstün olarak kabul eder. Ma’rifetullah, bilgide ulaşılması istenen nihaî
gayedir (maksûd). Diğer ilimler ise ma’rifetullaha ulaştırdığı nispette bu üstünlük
ilişkisinde bir yer edinir. Fizik, onun değerlilik derecelendirmesinde ikinci sırayı alır.
Fizik içinde yer alan psikoloji (ma’rifetü’n-nefs) ise önem bakımından ikinci sırayı
alırken metodik açıdan ilk sıraya oturur. Çünkü fizik âlemde insan, hem fizik hem
metafizik âleme ilişkin bilgiye sahip olacak yegâne varlıktır. O, kendi gerçekliğinde
mücerret nur olması açısından metafizik yani nurlar âlemine aitken müdebbir nur olması
sebebiyle de bedenle ve bedende tabiat olmuş güçleri aracılığıyla fizik âlemle bir tür
yönetme ilişkisine sahiptir. İnsan, bedende tabiat olmuş güçleri açısından fizik ilminin
konusu iken kendi gerçekliği açısından metafiziğin konusudur. Duyularla idrak edilen
fizik âlem bilme açısından metafizikten önce olduğu gibi, bedende tabiat olmuş
güçlerinin incelenmesi de nefsin kendi gerçekliğinin araştırılmasından öncedir. Mantık
ise nefsin düşünme gücünün doğru işlemesine yardımcı olan alet hükmündedir ve aletin
de elbette öncelikle bilinmesi gerekir. Sühreverdî eserlerini Mantık, Fizik ve Metafizik
olamak üzere bilmedeki bu öncelik sırasına göre yazmış olmalıdır. “et-Telvîhâtü’l-
levhiyye ve’l-‘arşiyye” adlı eserinin ikinci kitabı olan Fizik’te (et-tabî’î) şu ifadelere yer
veriyor:
Bu ilme teolojiden (el-ilmu’l-ilâhî önce yer verdik; çünkü fiziğin araştırma alanları (mebâhis) duyularla idrak edildiği için daha kolay, tasavvur açısından da daha açık seçiktir (evzah ve ezhar) ve
5
öğretim açısından da kolaydan başlayıp zora doğru yükselmek daha uygundur (ecved).6
İşte bu nedenle biz de onun felsefesinde bilginin psikolojik temeli olması
açısından insanî nefsin mahiyetini incelemeye, bilginin mahiyetine ve insanın bilgiyi
nasıl elde ettiğine ilişkin konudan önce yer verdik.
Daha sonra açıklayacağımız gibi var olan her şey, Sühreverdî’nin felsefesinde,
Nurların Nuru’nun işrâkından başka bir şey değildir. Buna paralel olarak onun işrâk
felsefesinde doğu ve batı sembolizmi önemli bir yere sahiptir. Doğu (Orient), hem
varoluşun hem de bilginin kaynağıdır. Batı, nurlar âlemine nispetle karanlık olan maddî
varlıklar âlemi olduğu gibi aynı zamanda bilginin yokluğunu da ifade etmektedir. Var
olan nurdur ve varoluş işrâkı doğunun en doğusundan, Nurların Nuru’ndan derece
derece yayılarak varlığın en aşağı derecesine ulaşmak suretiyle maddî/cisimler âlemin
karanlığı içine batarak kaybolur. Batının en batısı, varoluş işrâkının battığı, yokluğa
büründüğü yerdir. Nur ise en kısa ifadeyle, var olanların varoluşsal olarak bulunmasıdır
(huzûr) ve bütün varlık âlemi, nurlar hiyerarşisinden başka bir şey değildir.7
Bilme süreci, aynı zamanda, cisimler âleminin parçası olan bedenin
karanlıklarına düşmüş olan insanî nefsin vatanı olan doğuya (Orient) dönüş
yolculuğudur. Hakk Teâlâ’nın büyük kelimelerinden olan Cebrail’in saf nur olan
kanadının cisimler âlemine düşmüş bir şuası, küçük bir kelimesi olan insanî nefsin
kendi âlemine yükselişi yine Cebrail’in kanat sesi olan bilgiye (kelime) tutunmasıyla
mümkün olacaktır.8 Bu süreç, batı sürgünü olan (Occidental exile) insanî nefsin madde
dünyasının karanlıklarında olduğunun farkına varmasıyla başlayacaktır.9 Kendi
gerçekliğinde saf mücerret nur olan insanî nefs bu bilme yolculuğunu
gerçekleştirebilecek nitelikte yaratılmıştır. Ancak bedenle meşguliyeti sebebiyle asıl
vatanını unutmuş ve kendini bedenden ibaret görmeye başlamıştır. Ona, nereden
6 Sühreverdî, “et-Telvîhât: el-İlmü’s-sânî fi’t-tabî’î” Hossein Ziai ve Ahmed Alwishah (Ed), İbn Kemmûne, et-Tenkîhât fî-şerhi’t-Telvîhât: el-Fennü’s-sânî fi’t-tabî’î içinde (3-461), California: Mazda Publishers, 2003, s.3. 7 Toshihiko Izutsu, “İrâkiyah”, Encyclopedia of Religion, Vol.7, New York: The Macmillan Co., 1987, s.297-299.; Henry Corbin, “Prolégomènes”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk I içinde (I-LXXX), s.LII-LIII; R. Arnaldez, “Ishrâk”, The Encyclopedia of Islam, Vol..IV, Leiden: E. J. Brill, 1978, s.119-120, s.120; Dâyiratu’l-meârif-i teşeyyu’, “Işrâk”, Cilt.2, Tehran, 1368, s.191; Seyyid Hüseyin Nasr, “Şihâbeddîn Sühreverdî Maktul”, M. Alper Tuğsuz (çev.), M. M. Şerif (Ed), İslâm Düşüncesi Tarihi içinde (411-435), İstanbul: İnsan Yayınları, 1990, s.417. 8 Sühreverdî, “Âvâz Per-i Cebrail”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde (207-223), s.217-222. 9 Corbin, History of Islamic philosophy, Liadain Shherrad (çev.), London: Kegan Paul International, 1993, s.210.
6
geldiğini hatırlatmak için elçiyle kurtuluş reçetesi gönderilmiştir. Ona düşen kurtuluş
azminde kusur etmeksizin kendisine uzatılan ipe sıkı sıkı tutunmaktır.10 Ancak burada
insanın asıl vatanını hatırlaması Eflatun’nun bilgi hatırlamak, bilgisizlik ise unutmaktır,
anlayışıyla karıştırılmamalıdır. Sühreverdî felsefesinde insan bedenle birlikte var
olmaktadır; bedenden önce bir varlığı yoktur. Bu nedenle de doğuştan bir bilgiye sahip
değildir. Hâlbuki Eflatun’un realizmine göre bilgi, akledilir ilâhî âlemde mevcuttur.
İnsanî nefs de aslen bu âlemde mevcuttu ve bu bilgilere (meârif) muttali olmuştu.
Bedene düştüğünde bu bilgileri unutmuştur. Bu âlemde edindiği bütün bilgiler o yüce
âlemde unutmuş olduklarını hatırlamakatan ibarettir. Bu âlemdeki bütün bilme çabaları
ve bilme yöntemleri sadece hatırlamak için vesiledir.11
Sühreverdî, gerçekliğin (hakikat) tek bir güneş (şems vâhid) olduğunu,
yansıdığı yerlerin çoğalmasıyla çoğalmayacağını belirtir.12 O halde Sühreverdî, “ulûm-ı
hakikî”, “meârif-i rabbanî”, “meârif-i hakikî” ve “el-ulûmu’l-hakîkiyye”13
sözcükleriyle bilginin gerçekliğe nispetini ifede etmektedir. Gerçekliği tam olarak
gösterebildiği ölçüde bilgiler, doğru olma niteliğine sahip olacaktır. Zihindeki
kavramsal bilgilerin çokluğu, hakikatin de çok olduğunu göstermez; çünkü onlar,
Nurların Nuru’ndan varoluşsal işrâkla derece derece feyezan eden varlık âlemlerinden
cisimler âlemine ilişkin bilgilerdir. Bütün bir varlık âlemi, derece bakımından bir
üstündekine nispetle imgedir (misal) ve daima bir üst derecedeki gerçekliğe işaret eder.
Bu imgelerin arkasındaki gerçekliğe ancak yaşanarak (zevk) elde edilen bir bilgilenme
süreciyle ulaşılabilmektedir. Böyle bir bilgilenme süreci, çokluğun arkasındaki birliğe
ulaştıracaktır. Elbette buradaki ‘birlik’, zihindeki tümeller gibi fertleriyle uyuşan veya
parçaların toplamından elde edilen birlik değil, bütün bir varlık âleminin ardındaki
hakikatin ‘TEK’liğidir. Bu anlamda bilmek, imgeleri aslına irca etmekten başka bir şey
değildir. Gerçekliği bu şekilde bilmek, hakiki te’vilin de ta kendisidir. Böyle bir te’vil,
zihindeki ya da cisimler âlemindeki olsun imgelerin arkasındaki ontolojik gerçekliğin
yaşanarak bilinmesiyle mümkündür. Cisimler âlemindeki her fert, ait olduğu türün bir
10 Sühreverdî, “Kıssatu’l-Kurbetü’l-garbiyye”, İsmail Yakıt, (çev.), İslâm Felsefesinde Sembolik Hikâyeler içinde (97-106), Derya Örs ve diğerleri (drl.), 2. Basım, İstanbul: İnsan Yayınları, 2003, s.98-100. 11 İbrahim İbrahim Hilâl, Nazariyyetü'l-ma'rifeti'l-İşrâkiyye I, Kahire: Dârü'n-Nahdati'l-Arabiyye, 1977. s.12. 12 Sühreverdî, “Kelimetü’t-Tasavvuf”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk IV içinde (99-139), s.102. 13 Sühreverdî, “Elvâh-ı İmâdî”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde (109-195), s.128, 180, 188, 192; “Hikmetü’l-işrâk”, s.26, 39.
7
ferdidir ve nurlar âlemindeki kendi türünün rabbi olan mücerret kâhir nurun şahsına,14
bütün bir varlık âlemi ise Nurların Nuru’na racidir.
Böyle bir bilme, mantıkî düşünme yöntemiyle gerçekleştirilecek bir şey
değildir. Zira bir şeyi bilmek, onu olduğu hal üzere bilmek demektir ve insanî nefsin
tecerrüdü ölçüsünde gerçekliğin bulunduğu varlık derecesine yükselerek, yaşayarak
gerçekleştirilebilir. Böyle bir idrakte bilinen, zihnî bir imge değil, çeşitli varlık
derecelerinde yansıyan Nur’un kendisidir. “İşrâkî huzûrî bilgi” diye isimlendirilen bu
tür idrak, varloluşun bütün derecelerinde geçerlidir15 ve işrâkla var olanın yine işrâkla
bulunduğu hal üzere bilinmesidir. Bu öylesine bir huzûrî işrâktır ki, kendi gerçekliğinde
nur olan insanî nefs bu ışımayı bilginin konusu olan şeye yöneltmekte ve çeşitli varlık
mertebelerinde bizzat kendini hazır kılmak suretiyle bilineni de hazır kılmaktadır.16
Bununla birlikte Sühreverdî, nazarî araştırmayı (bahs) ve nazarî araştırmanın
yöntemi olan mantık ilmini reddetmez; Aristocu bilim metodolojisinin evrensel
geçerliliğini eleştirir.17 Nazarî araştırma (bahs) gereklidir ama yeterli değildir. Nazarî
araştırmanın yöntemini belirleyen Aristocu mantık gerçekliğin olduğu gibi bilinmesini
sağlayacak yeterlilikte değildir. Mantıkî düşünmenin kavramsal soyutlama metodu
gerçekliği, gerçekliğin kendisinden uzaklaşarak zihnin yapısına göre yeniden
biçimlendirmektir; çünkü gerçekliğin kendisi zihinde, dış dünyada bulunduğu şekliyle
bulunamaz. Bu durumda bilinen, gerçekliğin zihnî bir suretidir. Zihindeki tümel bir
suret, işaret ettiği gerçekliğin bütün fertlerini tam olarak gösterebildiği ölçüde bilgi
değeri taşıyacaktır.
Türe ait gerçekliğin kurucu zatî niteliklerinin tamamını içerecek tam bir tanıma
ulaşılabildiği zaman zihindeki bir suret, doğru ve tam bir bilgi olacaktır. Böyle bir
bilgiye ulaşmak ise türün fertlerinin tamamının işrâkî huzûrî bir idrakiyle mümkündür.
Ancak insan için türün bütün fertlerini idrak mümkün olmadığı gibi duyular da eşyanın
hakikatine ilişkin bilgiyi bize vermeyecektir. Bu nedenle tam bir tanıma asla
14 İlhan Kutluer, Felsefe Tasavvuru, 1. Basım, İstanbul: İz Yayıncılık, 1996, s.141-142; Giselda Webb, “An Exegesis of Suhrawardi’s The Purple Intellect (‘Akl-i surkh)”, The İslâmic Quarterlî, Vol.XXVI, No.4, (1982), s.195. 15 Corbin, “Prolégomènes”, s.XXXIV-XXXV. 16 Corbin, İslâm Felsefesi Tarihi, Hüseyin Hatemi (çev.), İstanbul: İletişim Yayınları, 1986, s.206-207. 17 Hossein Ziai, “al-Suhrawardî” The Encyclopedia of Islâm, Vol.IX, Leiden: Koninklijke Brill, 1997, s.782.
8
ulaşılamayacaktır. Ayrıca basit gerçekliklerin değil basitlerden oluşmuş bileşik
gerçekliklerin tanımı yapılabilmektedir. Bileşik gerçekliklerin tam bir tanımı, o tanımı
işitenin cins ve faslı bildiğini varsayar. Eğer tanımı işiten cins ve faslı bilmiyorsa, bu
tanım boş sözcüklerden ibarettir. Bu nedenle gerçekliğin kendisini idrak etmeyen
kimseye tanım bir bilgi vermeyecektir; idrak edenin ise tanıma ihtiyacı yoktur.18
Sadece nazarî araştırmayla, var olanların tamamına ilişkin kuşatıcı bilgiye
ulaşılamaz. Duyu organlarının gözlem verileri üzerinde düşünme ve aklî çıkarımlarla
(bahs) başlayan bilgi yolculuğu insanî nefsin, varlığın ve bilginin kaynağı olan nurlar
âlemini aracısız olarak müşahede etmesiyle tamamlanmalıdır. Bilge (hakîm) ismi de
ancak, yüce (ulvî) gerçekliklere (umûr) ilişkin müşahedesi, zevki ve teellühü∗ olan
kimseye verilmelidir.19 Teellüh, tekellüf yani zorlukla birlikte bir şeyin aşama aşama
gerçekleştiğini bildiren tefe’ul babından gelmektedir. İbn Manzûr Lisânü’l-Arab’da
teellühü, kulluk yapmak, kullukta bulunmak, itaate çağırmak anlamlarına gelen teabbüd
ve tenessük sözcükleriyle açıklar.20 O halde teellüh, kulluk, çile çekme ve ahlakî
arımada en yüksek düzeye çıkma21, bilgi elde etme basamaklarında yükselerek
ma’rifetullaha ulaşma sürecini ifade eden bir kavram olarak karşımıa çıkmakta ve bu
makama ulaşan “hakîm-i ilâhî” diye isimlendirilmektedir. Elbette burada bilgi elde etme
basamaklarıyla nazarî araştırmanın bilgi elde etme yöntemi olan maktık değil, onu elde
edip aşmak suretiyle ulaşılan müşahede metodu kastedilmektedir. Çünkü nurlar âlemine
ve ma’rifetullaha ait ayne’l-yakîn bilgi ancak müşahedeyle elde edilebilmektedir.
Nitekim Sühreverdî’nin “zahirûn” diye isimlendirdiği, yazılmış kitapları taklit etmekle
yetinenerek formel bilgi (el-ilmu’r-resmî) düzeyinede kalanlar nurlar âlemini müşahede
18 Ziai, “Translator’s Introduction”, John Walbridge – Hossein Ziai (Ed), The Philosophy of Illumination içinde (xv-xxxvii), 1. Basım, Utah: Brigham Young University Pres, 1999, s.xxiv. ∗ “Tellüh, Kâinatı yaratan ve yünetenin tek bir Zat olduğuna ve bütün mevcudatın O’nun feyzinin serpintileri (raşhât) olduğuna inanan kimselerin görüşüdür. Müteellih, Varlığın birliğine inanan, varlığı (vücûd) mevcudu n bir olduğunu söyleyen kimselerdir. Onlar, varlıkta (vücûd) Allah’tan başka müessir olmadığını, varlıkta sadece O’nun bulunduğunu söylerler ve O’dan başka hiçbir kimseyi ve şeyi görmezler. Bu açıdan Tanrı (Hüdâ) birdir derler. Her yerde O varlık bulunmaktadır (münbasit) ve gerçekliklerin (umûr) belirlenimleri (teyyün) ve mahiyetleri itibarîdir.” (bk. Seyyid Cafer Seccâdî, Ferheng: Lüğât ve Istılâhât-i Felsefî, “Teelüh”, Tehran: Çaphane-i Sa’dî, 1338.) Sühreverdî’nin teelüh ve mütellih kavramlarını tamamıyla bu anlamda kullandığı söylenemez. Filozofumuz, mahiyeti değil varlığı itibarî olarak kabul eder; Nurların Nuru ve diğer nurların yetkinlik ve eksiklik açısından birbirinden farklı olduğu ve hiçbir zaman aynileşmeyeceği üzerinde ısrarla durur. İttihad ise aklîdir. Tez içinde bu konular üzerinde ayrıntılı olarak duracağız. 19 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.199; “Kitâbu’t-Telvihâti’l-levhiyye ve’l-‘arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.74. 20 İbn Manzûr, Lisânü’l-Arap, “Teellüh”, Kahire: Dâru’l-hadîs, 2003, s.198. 21 Mahmut Kaya, “İşrâkiyye”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt.23, İstanbul 2001, s.435.
9
etme derecesine ulaşamamışlardır22. Nurlar âleminin müşahedesine ve ma’rifetullah’a
talip olan için nazarî araştırma, insanî nefsin yetkinliğine ulaşması için; nazarî
araştırmanın metodu olan mantık ilmi de düşünceyi koruyan bir alet olması ve ulaşılan
bilgiyi ifae etmek için öğrenilmesi gereklidir. Sühreverdî ma’rifet’i, “Zorunlu Varlık,
akıllar âlemi, nefsler âlemi, cisimler âlemi, me’âd vb. konulara ilişkin doğru bilgilerin
(hakâyık), onlara yükselmeye (irtikâ) gücü ölçüsünde insanî neftse yeretmesi (irtisâm)”,
olarak tanımlar. Marifet ehlini, sadece kendilerine gelen nurlarla lezzetlenen muhabbet
ehlinden üstün tutar ve marifet ve muhabbeti, birbirin tamamlayıcı “nur üzerine nur”
şeklinde ifade eder. Bu konuyla ilgili olarak Cüneyd-i Bağdâdî’in şu sözünü nakleder:
“Vecdin eksik olmasına rağmen ilmin fazlası zarar vermez; fakat ilim eksik
olduğunda vecdin fazlası zararlıdır”23.
Böylece Sühreverdî, bir taraftan kavramsal soyutlamalarla ulaşılan felsefî
sistemlerin gerçekliğin kendisini kavratamayacağını ifade ederken, diğer taraftan felsefî
bir eğitimle temellendirilmemiş mistik tecrübenin de yozlaşıp sapabileceğini
vurgulamak suretiyle nazarî araştırmayla (bahs) teosofiyi (teellüh), her ikisinde
derinleşerek üstad olan bilgenin entelektüel kişiliğinde birleştirir.24 “Hikmetü’l-işrâk”
isimli kitap da teellüh ve bahs öğrencisi (talip) yazılmıştır. Sadece nazarî araştırmayla
yetinmek isteyen için Meşşâî Felsefenin yöntemiyle yazdığı “et-Telvîhât”, “el-
Lemehât” vb. kitaplar yeterli olacaktır; çünkü onun “Hikmetü’l-işrâk” kitabından elde
edeceği bir şey yoktur. Bu kitaptaki sembolleri anlayabilmek isteyen, ilâhî
aydınlanmaya (el-bâriku’l-ilâhî) ve bu aydınlanma için bir melekeye sahip olmalıdır;
zira bu kitaptaki ilkeler nuranî doğuşlar (sevânih nuraniye) üzerine bina edilmiştir.
Duyularla idrak edilenler (mahsûsât) gözlemlenip (müşahede) onların üzerine
Astronomi vb. ilimlerin bina edilmesi gibi, ruhanî gerçeklikler müşahede edilip onun
üzerine ilahî ilimler bina edilmiştir. Bu kitaptaki bilgiler teellüh öğrencisi için herhangi
bir şüpheye yer vermemektedir. Sadece nazarî araştırmayla yetinen kimseyle de işrâkî
22 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.166; “Kitâbu’t-Telvihâti’l-levhiyye ve’l-‘arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.74. 23 Sühreverdî, “Kelimetü’t-tasavvuf”, s.134, 137-138. 24 Kutluer, s.109, 141.
10
ilkelerin tartışılması gereksizdir; çünkü onları müşahede etmeyenin şüphe içinde olması
kaçınılmazdır.25
Sühreverdî bahs ve teellüh açısından yetkinliklerine göre bilgeleri bir
sınıflandırmaya tabi tutar: 1. Teellühte derinleşmiş olmakla birlikte nazarî araştırmaya
(bahs) sahip olmayan ilâhî bilge (hakîm-i ilâhî). 2. Nazarî araştırmada yetkin (behhâs)
ancak tellühe sahip olmayan bilge (hakîm). 3.Her ikisinde de derinleşmiş olan ilâhî
bilge. 4. Teellühte derinleşmiş ama nazarî araştırmada orta seviyede olan ilâhi bilge. 5.
Nazarî araştırmada derinleşmekle birlikte teellühte orta ya da zayıf seviyede olan bilge.
Ayrıca o, bahs ve teellüh açısından öğrencileri de tasnif eder: 1. Teellüh ve bahs
öğrencisi (talip). 2. Sadece teellüh öğrencisi. 3. Sadece bahs öğrencisi.26
Görüldüğü üzere Sühreverdî, sadece nazarî araştırmada derinleşip tellühten pay
almamış olanları ‘ilâhi bilge’ olarak kabul etmemektedir. Yeryüzü ilâhî bilgelerden de
hiçbir zaman boş kalmamıştır; çünkü bilgelik (hikmet) için âlemden hiç kesilmeyen bir
“maya” (hamîra) mevcuttur. Bu “mukaddes maya”ya (el-hamîratu’l-mukaddese) muttali
olmayan bilgeler (hukemâ) içinde sayılamayacaktır. Bu maya, “küçük ölüm”e sevkeden
“tâmis nur”la aydınlanma makamıdır. Bu makamdaki müteellih bilge, bedenle ilişkisi
tamamen kesilmeksizin yani cisimler âleminde yaşarken bedenî ilişkilerden,
karanlıklardan soyularak (tecerrüt/hal’) nurlar âlemine yükselir. Bu nur, aydınlanma
yolculuğunda talibin ilkesine ‘ben’ diye işaret edecek şekilde onun dışındaki hiç bir şeyi
göremeyecek hale getiren, onun benliğini sonsuz en kâhir Nur’da eriten (istiğrâk)
nurdur.27
Bu mukaddes mayanın yeryüzündeki ilk temsilcisi bilgelerin babası Hermes
olmalıdır. Bu maya Pehlevîler arasında Gayûmars, Feridun ve Keyhüsrev’le devam
etmiştir. Yunanlılar arsındaki son temsilcisi ise Eflatun; ondan önce de Asklepios,
Pythagoras ve Empedoklestir. Kadim İran bilgelerinden (hosrevâniyyîn) Ebû Yezî el-
Bistâmî’ye ve ondan el-Huseyn b. Mansur el-Hallâc’a ve Ebu’l-Hasan el-Harrakânî’ye
geçen; Pythagoras geleneğini sürdürenlerden (Fisagoriyyîn) Zü’n-nûn el-Mısrî ve Ebû
25 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.2, 4. 26 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.3. 27 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.494, 502-503.
11
Sehl e-Tüsterî’ye geçen mukaddes maya birleşmiştir (imtizâc).28 Bu birleşimin
kendisinde tezahür ettiği şahıs elbette Sühreverdî olmalıdır. Onun nurların müşahedesi
üzerine bina ettiği “Hikmetü’l-işrâk” isimli eserindeki nurlar ilmi Mecusiler’in küfür ve
Maniler’in ilhad inancıyla karıştırılmamalıdır. Bu, Hermes ile “Hikmetin Sütunları”
(Esâtînu’l-hikme) olan Empedokles ve Pythagoras’ın sembolik dille ortaya koyduğu
öğreti de, yine aynı metotla Câmasb, Ferşâvuşter ve Buzurgmir gibi Fars bilgelerinin
nur zulmet metafiziğinde de ifade edilmiş öğretidir. Bu öğreti Allah Teâlâ’ya şirke
sevketmemektedir.29 Fülozofumuz Fars’daki (el-Fars) gerçeğe (el-hakk) kılavuzluk
eden ve onunla adaletle hükmeden ümmetin, Mecusîlere benzemeyen erdemli bilgelerin
(hukemâ fudalâ), Eflatun’un ve “Hikmetü’l-işrâk” isimli eserinde bahsettiği ondan
önceki bilgelerin tecrübe ettiği şerefli nurlu hikmeti ihya ettiğini belirtir.30 Böylece
Sühreverdî, Zerdüşt ve Eflatun arasında karşılaşma noktası olmuş; o ikisini düşüncenin
İslâmî kipinde bir araya getirmiştir. Eflatun’un idealarını Zerdüşt’ün melekbiliminin
(angeloloji) terimleriyle ifade etmiştir.31
İşte Sühreverdî’nin nur metafiziği, işrâkî olması itibariyle doğuya aittir. Eflatun
ve Zerdüşt, kaynağı Hermes olan fikrî akımın iki kaynağıdır. Filozofumuz “Hikmetü’l-
işrâk” isimli eserinde, kendisinin bu iki akımı birleştirirek yeniden ihya ettiğini
belirtir.32 İşrâkî teriminin Sühreverdî’den önce kullanımıyla ilgili araştımalar yapan
Henry Corbin, İbn Vahşiyye (Ebû Bekir Ahmed b. Ali b. Kays el Kesedânî, ö.291/914)
adlı müellife atfen şöyle bir tespitte bulunmaktadır. Buna göre İbn Vahşiyye, İşrâkîliğin
menşeini Hermes’e, ortaya çıkışını ise ondan sonra gelen takipçilerine
28 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.2; Ayrıca bk. Rıfat Okudan, “Şeyhu’l-İşrâk Sühreverdî’nin Tasavvufî Görüşleri” EKEV Akademi Dergisi, Sayı.22, (Kış 2005), s.122-123. 29 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.2. Ayrıca bk. Kutluer, s.114-108; Izutsu, “İrâkiyah”, Encyclopedia of Religion, Vol.7, s.298; R. Arnaldez, “Ishrâkiyyûn”, The Encyclopedia of Islam, Vol.IV, Leiden 1978, s.121; Ian Richard Netton, “The Neoplatonic Subsrate of Suhrawardi’s Philosophy of Illumination”, Leonard Lewisohn (Ed), The Legacy of Mediaeval Persian Sufism içinde (247-260), London: Khaniqahi-Nimetullahi Publication, 1992, s.254-255; Alâu’d-dîn Bekrî, “”el-işrâkiyye”, el-Mevsûatü’l-Arabiyye, Cilt.2, Dimeşg 2000, s.545-547; Mahmut Kaya, “İşrâkiyye”, s. 435-438; Nasr, Se Hâkîm-i Müselmân, Ahmad Ârâm (trc.), Tehran: Şirket-i İntişârât-ı ilmî ve Ferhengî, 1382, s.65; Samed Muvahhid, Ser-Çeşmehâ-yi Hikmet-i İşrâk, 1. Basım, Tehran: İntişârât-i Firârûn, 1995; İsmail Erdoğan, “İşrâkilik’in İslâm Felsefesi İçerisindeki Yeri ve Kaynakları” Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı. 8, (2003), s.159-177; İbrahim Agâh Çubukçu, “Sühreverdî ve İşrâkiyye Felsefesi”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt.XVI, (1968), s.180-181. 30 Sühreverdî, “Kelimetü’t-Tasavvuf” s.128. 31 Nasr, “Suhrawardî: The Master of Illumination, Gnostic and Martry”, Journal of The Regional Cultural Institute, Vol.2, No.1, Tehran: Regional Cultural Institute, 1969, s.219; Nasr, “Şihâbeddîn Sühreverdî Maktul”, s.413-414; Algis Užlavins, “Divine Light in Plotinus and al-Suhrawardî”, Sacred Web: a Journal of Tradition and Modernity, No.10, (January 2003), s.84; Corbin, History of Islamic philosophy, s.207. 32 Corbin, “Ma’nâ-yı Nur der Hikmet-i Ma’neviyy-i Sühreverdî”, Fâtıma Veliyyânî (trc.), Hired-i Câvidân içinde (679-683), Ali Asğar Muhammed Hânî ve Hasan Seyyid Arab (drl.), Tehran: Ferzan, 1377, s.679.
12
dayandırmaktadır. Hermesîn halefleri dört gruptur. İlk iki grup Hermes’in çocukları ve
erkek kardeşinden oluşmaktadır. Bunlar aralarına hiçbir yabancı karıştırmaksızın gizli
öğretiyi korumuşlar ve başkalarına açıklamamışlardır. Hermes’in kız kardeşinin
çocuklarından oluşan üçüncü grup, yabancılarla iletişim kurmuş ve böylece aileden
olmayan yabancılar öğretinin terimlerine vakıf olarak sembollerini (rumuz)
yorumlamışlardır. Dördüncü grup ise Hermes’in halefleriyle iletişimi başarmış
yabancılardan oluşmaktadır. İbn Vahşiyye’ye göre gizli öğretiye vakıf olup sembollerini
açıklayan üçüncü grup İşrâkiyye, dördüncü grup Meşşâiyye adını almaktadır.33
Kutbuddîn Şirâzî, Sühreverdî’nin “Hikmetü’l-işrâk” isimli eserine, insanî
nefsin tecerrüdü anında aklî nurların zuhuru olan işrâkla gerçekleşen keşf veya
müşahede üzereine tesis edildiği için, yahut kadim İran bilgelerinin bulunduğu
coğrafyayı ifade eden doğuya (meşârika) ait hikmet olduğu için bu ad vediğini belirtir.
Bununla birlikte ikincisi de son tahlilde ilk açıklama içine dâhil edimelidir; çünkü
onların hikmeti de keşfe ve zevke dayanmaktadır. Aristoteles ve ona tabi olanlar dışında
kadim Yunan bilgelerinin hikmeti de keşf ve zevk metoduna dayanmaktadır. Aristoteles
ve onun haleflerinin tabi oldukları metot ise bahs ve burhandır.34 Sühreverdî’nin
isimlerini saydığı Pers kökenli bilgelerden intikal etmiş orijinal hiçbir esere sahip
olmadığı ve o döneme ait kullandığı pehlevîce kelimelerin son derece sınırlı olduğu;
ayrıca Yunan filozoflarına da da atıfta bulunduğu göz önünde bulundurulacak olursa
işrâk sözcüğünün, coğrafî bir anlamdan ziyade metot birliğini sembolize ettiği görülür.35
Kudbuddîn Şirâzî, mükâşefe ve müşahede arasında anlam farkı olmadığını,
belirtir. Aralarında anlam bakımından genel olama özel olma ilşkisi vardır. Mükâşefe,
şübheye yer vermeyecek şekilde bir şeyin kalp için apaçık olması (zuhur),
düşünmeksizin ve araştırmaksızın (talep) bir anda gelen ilham, uyu ile uyanıklık
arasında veya perdenin kalktığı bir anda ahirete ilişkin durumların kendisine şüpheye
yer vermeyecek şekilde apaçık (‘iyân) hale gelmesidir.36 Filozofumuz ise müşahedeyi,
vehmin münakaşasına yer bırakmayacak şekilde nefs üzerine nurların işrâkı (şurûk),
33 Kutluer, s.106-107. 34 Kutbuddîn Şirâzî, Allâme Mahmûd b. Mes’ud Kâzerûnî, Şerhu Hükmeti’l-İşrâk-i Sühreverdî, Abdullah Nurânî ve Mehdî Muhakkık (nşr), Tehran: Müessese-i Mutâleât-ı İslâmî Dânişgâh-ı Mc Gill Şûbe-i Tehran, 2001/1380, s.11, 13-14; Muhammed Ali Ebû Reyyân, Usûlü’l-Felsefeti’l-İşrâkiyye, İskenderiye: 1958, s.72-73. 35 Mahmut Kaya, s.435. 36 Kutbuddîn Şirâzî, s.11, 13-14; Ebû Reyyân, s.72-73.
13
olarak tanımlar.37 Sühreverdî’’nin felsefesinde işrâk, daha ilerde ayrıntılı olarak
duracağımız üzere, şüpheye yer vermeyecek şekilde gerçekliğin bilinmesini sağlayan
metafizik âlemden gelen bir aydınlanmadır. İşrâk bilgiyi değil, bilen ve bilinen arasında
bulunan bilme ilişkisini/izafeti ifede etmektedir. İşrâk fiili, eşyanın cisimler âlemindeki
duyulur gerçekliğini misal âlemindeki misalî gerçekliğine veya nurlar âlemindeki
türlerin Rabbi olan saf mücerrer nur olan gerçekliğine bağlamaktadır38.
Sühreverdî’nin İbn Sînâ’nın meşrîkî hikmet tasavvurundan ve bu tasavvurun
temelini oluşturan Faal Akıl’la ittisal öğretisinden habersiz olduğu elbette düşünülemez.
İbn Sînâ’nın bilginin, salt düşünme/soyutlamalar yapmakla değil Faal Akl’ın işrâkıyla
mümkün olduğu öğretisi, aynı zamanda bilgilenmenin işrâkî bir süreç olduğunu ifade
etmektedir. Filozofumuza göre İbn Sînâ, aklî idrakin son aşaması ve insanî nefs için
gaye olan Faal Akıl’la ittisal seviyesine yükselememiş, bilginin/hikmetin doğulu
kaynağına ulaşamamıştır.
Sühreverdî şöyle ifade ediyor:
Onlar dünya meşguliyetinin karanlıklarındaki şaşkın (hayran) bir halde iken ne zaman gizli ilimlere (ulûmu’l-mahfî) ehil olmuşlar ve melekûta yol bulmuşlardır? Yüce nurların şurûk melekesi olmayan insan yüce mahalle ulaşamaz.39
Dolayısıyla bu kaynağa ulaşmak isteyenler, kendisin “Hikmetü’l-işrâk” adlı
eserindeki yöntemini takip etmelidirler.40 Bu yöntem, tasavvuf ehlinin ve mükâşefe
erbabının bedenî ve cismanî âlemle ilişkilerden tecerrüdü ölçüsünde gerçekleşen
müşahede yöntemidir. Sühreverdî, İbn Sînâ’nın “Hayy ibn Yekzân” isimli sembolik
hikâyesinin sadece son kısımlarındaki “İnsanlardan bir kimsenin O’na yakınlaşması
mümkündür. İnsana o denli çok iyilikte bulunur ki kişi O’nun bağışlamaları karşısında
yük altında kalır. Onları bu dünyanın aşağılık halleri konusunda uayarır. Onun
yakınından geri dönünce birçok ikramlarla gerirler. …”41 ifadelerinin mükâşefe ve
tasavvuf ashabının makamlarına işaret ettiğini belirtir. Kendisi, “Kıssatü’l-Kurbetü’l-
37 Sühreverdî, “Kelimetü’t-Tasavvuf”, s.136. 38 Ebû Reyyân, s.326-327. 39 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâr’i ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.438. 40 Kutluer, s.75-76. 41 İslâm Felsefesinde Sembolik Hikayeler içinde (23-71), “Risâle-i Hayy İbn Yekzân (İbn Sînâ) ve Şerhi”, Derya Örs (çev.), s.67.
14
garbiyye” adını verdiği hikâyeyi, insanî nefsin bu makama yükselişini anlatmak için
yazmıştır42 ve İbn Sînâ’nın işâret ettiği bu makama ulaşmıştır. Filozofumuz, İbn
Sînâ’nın öğretileri içinden işrâk talebesi için gerekli olanı almış, yanlış olanı eleştirmiş
ve onu aşmıştır. Bu nedenle İbn Sînâ ile Sühreverdî arasında bir bağımsızlık değil
süreklilik ilişkisi vardır.
Sühreverdî, eserlerinde Plotinus’a her hangi bir atıfta bulunmaz. Hatta o, uyku
ile uyanıklık arasındaki bir cezbe anında konuştuğu, bilgi konusunun zorluğuna ilişkin
problemini ilettiği ve “kendine dön” cevabını aldığı şahsın Aristoteles olduğunu belirtir.
Oysa Plotinus’un Enneadlerde’ki “eğer kendimize doğru dönebilseydik hem Tanrı’yı,
hem kendimizi hem de evrensel varlığı görecektik”43 ifadesini göz önünde
bulundurduğumuzda, filozofumuzun konuştuğu Aristoteles’in Yeni Eflatuncu
Aristoteles olduğunu söylemeliyiz.44 Enneadler’in temel konusu, ‘kendini bilen
Tanrı’yı da bilir, insanın kendisine doğru yönelmesi aynı zamanda Tanrı’ya yönelmesi’
olduğu gibi Sühreverdî’nin epistemolojisi de Peygamber’e (sav) nispet edilen “kendini
bilen Rabbini bilir” hadisi üzerinde şekillenir.
Filozofumuz, eserlerinde Gazâlî’ye de hiçbir atıfta bulunmaz. John Walbridge
Gazâlîyi, “Sühreverdî’nin ziyafetideki hayalet”45 olarak nitelendirir. Gazzâlî’nin
Mişkâtü’l-envâr isimli eserindeki nurlar metafiziği ile Sühreverdî’’nin nurlar
metafiziği neredeyse tamamen örtüşmektedir. Filozofumuz, eserlerinde Ömer b. Sehlan
es-Sâvî’ye atıf yapmakta, ondan “sâhibu’l-besâir” diye bahsetmektedir.46 es-Sâvî’nin
İbn Sînâ’nın mantıkla ilgili görüşlerinden etkilendiğini, Gazâlî’nin mantığını da
bildiğini düşünecek olursak,47 hocası es-Sâvî vasıtasıyla Gazâlî’den haberdar olmuş ve
acaba bu nedenle atıf yapmamış olabilir mi diyoruz!
42 Sühreverdî, “Kıssatü’l-Kurbetü’l-Karbiyye”, s.97-98. 43 Plotinus, Enneadler, Zeki Özcan (çev.), 1. Basım, Bursa: Asa Kitabevi, 1996, s.131; Netton, s.258. 44 Nasr, Üç Müslüman Bilge, Ali Ünal (çev.), İstanbul: İnsan Yaınları, 1985, s.74; Se Hakîm-i Müselmân, s.64; Corbin, History of Islamic philosophy, s.210; Mahmut Kaya, s.436. 45 John Walbridge, The Wisdom of The Mystic East, 1. Basım, Albany: State University of New York Press, 2001, s.54. 46 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâr’i ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.278, 352; “Kitâbu’l-Mukâvemât”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk I içinde (123-192), s.146, 167. 47 Refik el-Acem, “Gazâlî’nin Mantık Kitaplarında Tanım Konusu”, Ahmet Kayacık (çev.), İslâmî Araştırmalar Dergisi, Cilt.13, Sayı.3-4, (2000), s.329.
15
İşrâkî tecrübeyi ve felsefî ma’rifeti kendisinde birleştirmiş, başka bir deyişle
teellüh ve bahste derinleşmiş bilge Sühreverdî’nin felsefesinde elbette merkezi bir yere
sahip olacak ve eğer bir dönemde böyle bir kişi varsa Alah’ın halifesi olarak “riyaset”
makamına sahip olacaktır. Böyle bir kişi bulunmadığı takdirde teellühte derinleşmiş
ama nazarî araştırmada orta veya zayıf seviyede olan; eğer o da yoksa sadece teellühte
derileşen bilge hükümdarlığı hak edecektir. Nitekim yeryüzü hiçbir zaman teellühte
derinleşenlerden boş kalmamıştır. Sühreverdi bu “riyaset”le politik (tekallübî) gücü
kastetmediğini belirtir. Çoğunluğun “kutb” diye isimlendirdiği mütellih önder (imam)
bazen açık bazen de gizlice egemen olur ve tanınmasa bile hükümdarlık ona aittir.
Mütellih bilgenin kudretinin kaynağı onun üzerine işrâkla gelen (şârik) nurdur. Nasıl ki
demir ateşte iyice kızdırıldığında ateşe benzer, aydınlatır ve yakarsa nefs de mukaddes
cevherden (cevheru’l-kuds) olup nurdan etkilendiği ve “şurûk elbisesini” giydiği zaman
etki eder ve eylem gerçekleştiri. İnsanî nefsin üzerine nurlar işrâk edip kendisinde
göksel nurlardaki ve yeryüzündeki cismanî türlerin rabbindeki (rabbu’t-tılsımat)
hâkimiyet (kahrî) galip olduğunda Peylevîcede “Hurre” denilen makama ulaşır. Onun
sahibi çok cesur, hâkim (kâhir) ve galip olur. Eğer en yüce nurlu efendi (es-seyyidu’n-
neyyiru’l-a’zam) vasıtasıyla nurdan pay alırsa heybet, ilim, fazilet ve ikbal sahibi en
yüce hükümdar (melik) olacaktır. Bu “keyân-i hurre” denilen makamdır. Yönetim onun
elinde olduğunda çağ aydınlık olacaktır.48 Sühreverdî bu tasavvurla, Farâbî’den beri
siyasî yönetimin “aydınlanmış elitler”in elinde bulunması gerektiğine dair öne sürülen
Eflatuncu fikirlerin tasavvufî terimlerle yeniden ifade etmektedir.49
Şehrezûrî Nüzhetü’l-ervâh isimli eserinde Sühreverdî’den, “asrında tek olan,
zevkî ve bahsî hikmeti birleştiren”, diye bahseder ve şöyle devam eder: Zevkî hikmet,
Yüce olanın himmetiyle ruhanî âlemi müşahede etmeyi isteyerek karanlık (zulmânî)
âlemden uzak duran, nefsini yüce düşüncelerle ve mücahedeyle terbiye eden Allah
yolunun yolcusunun şahit olduğu hikmettir. İnsan bunu başardığı zaman kendini (nefs)
tanıyacak ve Rabbini aklıyla görecektir. Bu makama erişenler çok azdır ve onlar
râsihlerdir. Bahsî hikmet ise Sühreverdî’nin erkanını sağlamlaştırdığı, veciz ifadelerle
doğru anlamlarla ifade ettiği, özellikle “el-Meşâri’ ve’l-Mutârahât” isimli eserinde
48 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.3; “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.503-504; “Pertevnâme”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde (1-81), s.81; “Elvâh-ı İmâdî”, s.186-187. 49 Kutluer, s.110.
16
açıkladığı hikmettir. Sühreverdî adı geçen kitapta öncekilerin ve sonrakilerin
araştırmalarından faydalanmış, Meşşâiler’in görüşlerini çürütmüş ve kadîm bilgelerin
inancını sağlamlaştırmıştır. Bütün bunlar onun bahsî ve resmî bilgiye (fenn)
vukufiyetini göstermektedir. Onun sözünü anlamak ve sırlarını bilmek (ma’rifet), onun
yolunun yolcusu olmayan halkasına katılmayan için gerçekten çok zordur; çünkü o
hikmetini, keşfî metot ve zevkî ilimler üzerine bina etmiştir. Temelini (usûl) sağlam
yapmayan dallarını tanıyamaz. Dünya ve âhiretten tecerrüt etmeyen tadamaz. Onun
kitabını ve sembollerini (mermûze) anlamak nefsi tanımaya (ma’rifetü’n-nefs)
bağlıdır.50
Biz filozofumuzun düşüncesini anlamaya çalışırken Şehrezûrî’nin de
belirttiği gibi zor bir işe giriştik. Üstelik Sühreverdî’nin kendisinin de zorluğunu
belirttiği bilgi konusu üzerinde araştırmamızı sınırlandırdık. Bütünüyle anladığımızı
iddia ediyor değiliz. Henry Corbin’in, imgelerin ilk ve son açıklamasının
yapılamayacağı, işaret ettiği gerçekliğin bulunduğu manevi düzeye tekabül etmeksizin
deşifre edilemeyeceği, herkesin kendi payına düşen deşifreyi yapabileceği51 tespitinden
hareketle anladıklarımızı ifade etmeye çalıştık. Mümkün olduğu kadar onun bilgi
konusunda takip edilmesi gereken kuralları doğrultusunda konuyu işledik. Onun
özellikle Meşşâî fesefenin metoduyla kaleme aldığı eserlerinde kendi düşünceleriyle
Meşşâî görüşler iç içe olduğu için birbirinden ayırt etme hususunda epeyce
zorlandığımızı belirtmek isteriz.
Bilgi kuramı ya da epistemoloji, adından da anlaşılacağı üzere bilmenin ve
bilginin bilimidir. Bu nedenle bilgi kuramı, bilgi nedir? diye sorarken aynı zamanda
bilginin nasıl elde edildiğini, kaynağını ve bilmenin sınırlarını da kendine konu edinir.
Elbette araştırılan doğru bilginin ne olduğu ve böyle bir bilginin nasıl elde edildiğidir.
Sühreverdî’nin bu alandaki görüşlerine açıklık getirmek üzere ‘Bilgi Kuramının Temel
Problemleri’ başlığı altında bilginin ne olduğu, imkânı, kaynağı ve bilgide doğruluğun
ve kesinliğin ölçütü konularına yer verdik. Ayrıca filozofumuzun huzûrî bilgi anlayışı
50 Şemseddin Muhammed Şehrezûrî, Nüzhetü’l-ervâh ve ravdatu’l-efrâh: Tarihu’l-Hukemâ, Abdulkerim Ebû Şuveyrib (thk.), Trablus: Cemiyyetü’t-Da’vetü’l-İslâmiyyeti’l-Âlemiyye, 1988, s.375-376. 51 Corbin, “Önsöz 5”, Fevzi Topaçoğlu (çev.), İslâm Felsefesinde Sembolik Hikâyeler içinde (115-128), s.116.
17
üzerinde ayrıca durduk ve kendinden başkasını bilme bağlamından formel bilgiyle
karşılıklı olarak inceledik.
Bilmek, ruhsal yahut psikolojik bir etkinlik; bilgi ise bu etkinlik sonucu elde
edilen üründür. Bu nedenle bilgi kuramı düşüncenin bilimi olan mantığı da kendine
konu edinir. Ancak bilgi kuramının konu edindiği mantık, salt biçimsel değil, içeriksel
mantıktır ve nesnesinden bağımsız bir düşünme etkinliğini değil, duyu izlenimlerinin
doğru işlenip biçimlendirilmesi açısından düşünme etkinliğini konu edinir; çünkü bilgi
kuramının amacı doğru bilginin nasıl elde edildiğini ve niteliğini ortaya koymaktır. Bu
nedenle biz Sühreverdî’nin bilgi anlayışını incelerken, epistemolojik bir bakış açısıyla
onun mantık anlayışına da yer verdik.
Sühreverdî’nin hem Meşşâ hem de İşrâkî felsefenin terminolojisini kullanması
sebebiyle konuyu işlerken epeyce zorlandığımızı belirtmek isteriz. Onun kullandığı
terminolojiyi aynen muhafaza ettik; ancak okuyucunun zihninde bir tasavvur
oluşturabilmek için, onun kavramlara yüklediği anlamı yine kendi yazdıklarından
hareketle açıklamaya çalıştık. Zira kavramlardaki anlam yoğunluğunu tam olarak
karşılayacak bir sözcük bulamadık. Bölümlerin başlıklarını mümkün olduğu kadar onun
kullandığı ifadelerden seçtik. Bazı yerlerde ise, içeriği yansıtacak ifadeler olacak şekilde
kendimiz belirledik.
Konuyu işlerken bir ön bilgi olması, kullanılan terminolojinin daha iyi
anlaşılması ve bilgi kuramının merkezinde olan insanî nefsin mahiyetini kavrama
açısından Sühreverdî’nin varlık felsefesine de değindik.
Daha önce de belirttiğimiz gibi konuyu tamamen onun eserleri üzerinden
işledik ve Sühreverdî’nin görüşlerini yine kendi görüşleriyle açıklamaya çalıştık.
Aslında mümkün olduğu kadar kendimizi Sühreverdî’nin yerine koyup onun bakış
açısını yakalamaya çalıştık diyebiliriz. Konuyu işlerken analitik bir metot takip ettik.
Karşılaştırmalı bir araştırmanın da ancak analitik bir çalışmadan sonra yapılabileceğini
düşünüyoruz.
Sühreverdî’nin eserlerini okurken yapılmış şerhlerden de faydalandık.
Özellikle Hikmetü’l-işrâk üzerine Şehrezûrî ve Kutbüddîn Şirâzî tarafından yapılmış
18
olan şerhler kitabı anlamamıza büyük ölçüde yardımcı oldu. Şirâzî’nin şerhide
Şehrezûrî’nin şerhinde bulunan açıklamara yer verildiği ve yazılış tarzı bakımından da
Şehrezûrî’ninkine nispetle Şirâzî’nin şerhi okuma bakımından kolaylık sağladığı için
dip notlarda büyük ölçüde Şirâzî’nin şerhini gösterdik.
Elbette bizim yaptığımız Sühreverdî hakkında ilk çalışma olmadığı gibi son da
olmayacaktır. Onun genel felsefesi hakkında yapılmış iki çalışmaya ulaştık: Dr.
Muhammed Ali Ebû Reyyân’nın Usûlü’l-Felsefeti’l-İşrâkiyye ve Dr. Gulam Hüseyin
İbrahimî Dînânî’ye ait olan Felsefe-i Sühreverdî. Her iki çalışma onun felsefesini
bütün konularını ele alırken bilgi konusuna da vermektedir; ancak genel bir çalışma
olduğu için bilgi konusuna da kısa bir şeklide değinilmiştir. Sühreverdî’nin bilgi
kuramıyla ilgili müstakil bir çalışma ise Hossein Ziai’ye ait Knowledge and
İllumination: a Study Suhrawardi’s Hikmat al-Işrâk isili eserdir. İnternetten
edindiğimiz bu bilgide parantez içinde yapılan açıklamada Sühreverdî’nin mantık ve
epistemolojisi hakkında bir çalışma olduğu, özellikle tanım konusunda Meşşâilerin
eleştirisine yer verildiği, ancak yeterli olmadığı belirtilmektedir.∗ Biz bu kitaba
ulaşamadık. Kitabın yazarına mail gönderip çalışmamız hakkında bilgi verdiğimizde
yazar, Sühreverdî’nin neşredilmiş eserlerindeki ve Şehrezûrî’nin şerhindeki kendisine
ait önsözünün yeterli olacağını belirtti. Ayrıca Sühreverdî hakkında yapılan, onun bilgi
anlayışına da yer verilen makalelerde Hossein Ziai’nin bu çalışmasına atıfta
bulunulduğu için bu makaleler yoluyla onun çalışmasına ana hatlarıyla vakıf
olduğumuzu düşünüyoruz. Mehdi Ha’iri Yadî’nin The Principles of Epistemology in
Islamic Philosophy: Knowledge by Presence isimli eserinde Sühreverdî’nin Huzûrî
Bilgi anlayışına yer verilmişse de kaynak olarak sadece filozofun “Hikmetü’l-işrâk”
isimli eserinin nurlar metafiziğine dair bölümün ilk sayfalarındaki bir iki paragraf
kullanılmıştır. Çok yetersiz olduğunu söyleyebiliriz. Bizim ulaşabildiğimiz, Sühreverdî
hakkında yapılan makalelerde ise konuya çok az yer verilmektedir. Ayrıca çoğunlukla
ikincil kaynaklardan faydalanılarak yazılmıştır.
∗ bk. Ziai, H. (1990) Knowledge and Illumination: a Study of Suhrawardi's Hikmat al-ishraq, Atlanta, GA: Scholars Press. (A pioneering study of al-Suhrawardi's logic and epistemology, particularly his criticism of the peripatetic theory of definition; unfortunately this work suffers from sloppy production.) al-Suhrawardi, Shihab al-Din Yahya (1154-91), (t.y.) http://www.muslimphilosophy.com/ip/rep/H031.htm, (Mayıs 2003); Shahab al-Din Suhraward, (t.y.) http://en.wikipedia.org/wiki/Shihabuddin Yahya as-Suhrawardi, (Mayıs 2003).
19
Sühreverdî hakkında yapılan hemen hemen bütün çalışmalarda onun
felsefesinin kaynakları konusuna –az ya da çok- değinildiği ve müstakil çalışma da
yapıldığı için yukarıda verdiğimiz sınırlı bilgi dışında bu konuya ayrı bir bölüm ayırma
gereği duymadık. Nitekim Samed Muvahhid’in yapmış olduğu Ser-Çeşmehâ-yi
Hikmet-i İşrâk isimli çalışma tamamen onun felsefesinin kaynaklarıyla ilgilidir. Aynı
sebeple hayatı hakkında da ayrıca bir bölüm ayırmadık. Zira yaptığımız, yazılanları
aktarmaktan başka bir şey olmayacaktı. Ayrıca Yusuf Ziya Yörükan’na ait olan ve
Cumhuriyet döneminde Sühreverdî ile ilgili Türkiye’de ilk yapılmış çalışma olan
Şihâbeddîn Sühereverdî ve Nur Heykelleri isimli eserde de hayatına ayrıntılı bir
şekilde yer verilmektedir.
20
BİLGİNİN PSİKOLOJİK TEMELİ OLMASI AÇISINDAN
İNSANÎ NEFS
21
Sühreverdî epistemolojisinde bilgide ulaşılmak istenen nihaî amaç
ma’rifetullahtır; başka bir deyişle çokluğu ifade eden tek tek bilinenlerden “TEK” olana
yükselmek; arız nurlardan saf mücerret nurlara ve nihayet Nurların Nuru’na
yükselmektir. İşte her açıdan TEK olana, Nurların Nuruna, ma’rifetullaha
yükselebilmek için Sühreverdî’nin felsefesinde ilk adımdır nefsi tanımaktır
(ma’rifetü’n-nefs).
Nefsi ve onun sonradan vaolduğunu (hudûs) tanıdıktan (ma’rifet) sonra Zorunlu Varlık’ın varlığına burhan getirilmiştir. Bu nedenle eski sözde (kelâmu’l atîk) denilmiştir ki “Ey insan! Kendini tanı, Rabbini tanırsın”.52
Sühreverdî, geleneksel telekkiyi tekrarlayarak Hak Teâlâ’yı tanımanın
(ma’rifet) kendi nefsini tanımaya bağlı olduğunu söyler. Nitekim Peygamber (sav)
“Kendini tanıyan Rabbini tanır” buyurmuştur. Ebû Yezî el-Bistâmî de Hak Teâlâ’’nın
kendisine şöyle buyurduğunu söylemiştir: “Nefsinizden sefere çıkın, ilk adımda beni
bulursunuz.” Nefsten sefere çıkabilmek için önce nefse ulaşıp onu tanımak
gerekmektedir.
Hak Teâlâ’yı tanımak (ma’rifet) -ister âlim (hâss) olsun isterse halktan biri
olsun (âmm)- zorunlu (vacip) ve nefsi tanımaya bağlı olduğuna göre nefsi tanımak da
zorunludur. Sühreverdî bunu şu örnekle açıklar: 52 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.403.
22
Bir kimse yüksek bir çatıya çıkmak isterse ona merdiven gerekir; merdiven olmaksızın çıkamaz. Farzedelim ki o kimsenin çatıya çıkması zorunludur ve oraya çıkabilmesi ancak merdivenle mümkündür. Bu durumda merdivenin varlığı da zorunlu olur; zira zorunlu olana merdivenle ulaşılabilmektedir.
Yalnız burada Hak Teâlâ’yı tanımak, O’nun mahiyetini tam olarak kavramak
anlamına gelmemektedir. Hiçbir varlık –peygamberler, evliya, melek, felek- bilgide bu
dereceye ulaşamamıştır ve ulaşamayacaktır da. Nitekim “Onlar Allah’ı hakkıyla
bilemediler”53 ayeti ve Rasulullah’ın (sav) mirac gecesi buyurduğu “Sana senayı sayıp
tüketemem, sen kendini sena ettiğin gibisin.” hadisi bunu ifade etektedir.54 Ayrıca bütün
enbiya, evliya ve melekler zikirlerini şu iki üç kelimeyle bitirmişlerdir: “Seni her türlü
eksiklikten tenzih ederiz. Seni hakkıyla tanıyamadık”∗ Bütün bu sözler, hiç kimsenin
O’nu olduğu gibi tanıyamadığına işaret eder. Ancak kendini (nefs) tanıyan herkes kendi
istidadı, mertebesi ve bilgelik yolundaki (sulûk) çabası ölçüsünde Hakk Teâlâ’yı
tanımaktan da nasibini alır. Sühreverdî bunu şu örnekle açıklar:
Güneş her eve penceresi ölçüsünde ışığını gönderir. Büyük ve geniş padişah sarayına, ondaki geniş (farah) pencereler sebebiyle ihtiyar dervişin dar pencereli küçük evine girenden daha fazla güneş ışığı girer. Çölde ise güneş padişahın sarayından çok daha fazla parlar.55
Sühreverdî, her peygamberin diğerlerinde olmayan kendine özgü miracı ve
mertebesi olduğunu, bizim Peygamberimizin en büyük mertebe olan görmek, işitmek ve
konuşmak mertebesine yükseldiğini belirtir. Ayrıca peygamberlerin dışındaki kimseler
de kendi mertebesine göre ma’rifetullahtan nasibini almıştır. Ali’ye (ra) -“Rabbini
gördün mü?” diye sorduklarında “Görmediğim Rabbe ibadet etmem” demiştir. Ebû
Yezîd Bestâmî “Allah beni keramet tacıyla taçlandırdı, sonra bana ‘habibim’ diye
seslendi”; Mansûr el-Hallâc ise “Habibimi kalp gözüyle gördüm; -‘Sen kimsin?’ dedim
-‘Sen’, dedi” demiştir. 56
53 Kur’an, Hac Suresi, Ayet 74. 54 Sühreverdî, “Bustânu’l-kulûp”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde (333-401), s.375 ∗ Sübhaneke ma arafnâke hakka ma’rifetike 55 Sühreverdî, “Bustânu’l-kulûp”, s.377. 56 Sühreverdî, “Bustânu’l-kulûp”, s.376-377.
23
Sühreverdî, nefsi tanımaya önce nefsin bedenle bütünleşmiş (intibâ) güçlerini
tanıyarak başlanması gerektiğini belirtir; çünkü bedeni yönetmekle görevli olan nefs,
bedensel güçlerinin özelliklerinin faydalı ve zararlı olanını bilmezse onların elinde esir
olur ve kendisine nispetle şehir gibi olan beden de harap olur. Ardından insan kendini,
yani nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilmelidir.57
Sühreverdî’nin varlık felsefesinde insanî nefsin nerede bulunduğu ve mahiyeti
hakkında bir ön bilgi olması açısından Nurların Nur’u diye isimlendirdiği Hakk
Teâlâ’dan insanî nefsin varoluşuna kadar olan varlık felsefesini kısaca özetlemek
istiyoruz. Ardından insanî nefsin mahiyeti ve onun bedenden başkalığı konularını
inceledikten sonra güçlerini incelemeye geçeceğiz.
I. NURLARIN NURU’NDAN İNSANÎ NEFSİN VARLIĞINA
Sühreverdî felsefesinde ‘varlık’ insan aklının ortaya koyduğu soyut bir
kavramdır (itibarun akliyyun) ve sadece mantıki açıdan yüklem olarak kullanılır. Dış
dünyada bir ‘varlık’ diye bir gerçeklik yoktur. Varlık ya da varoluş ‘nur’ için kullanılan
rasyonal bir ‘mecaz’dan ibarettir.58 Dış dünyada kendine ait bir gerçekliği olan her şey,
ya kendi gerçekliğinde (hakikat-i nefsihi) nur ve ışıktır (dav’) ya da kendi gerçekliğinde
nur ve ışık değildir. Burada nur ve ışık, aynı anlamda kullanılmaktadır. Ayrıca nur ve
ışık, aklen açık seçik olanı ifade etmek için mecaz olarak ya da fiziksel ışık anlamında
kullanılıyor değildir; onunla dış dünyada gerçek anlamda nur diye adlandırılmaya tam
manasıyla hak kazanan gerçekliği nurdan başka bir şey olmayan kastedilmektedir.59 Dış
dünyadaki fiziksel ışık, hatta güneş ışığı bile gerçek olmayacak kadar zayıf bir şeydir.60
“Nur”, kendi gerçekliğinde apaçıktır (zahir). Tarife ve açıklamaya ihtiyaç
olmayan tek şeydir; çünkü hiçbir şey ondan daha açık (ezhar) olmadığı için apaçıklık
(zuhur) bakımından daha az açık olan tarafından idrak edilemez. Bu nedenle kanıt ve
burhanla bilinmez. O, “muzhir”dir; kendinden başkasını apaçık yapar. Kendi
gerçekliğinde nur olmayan bir şey, kendisinde nurun bulunmasıyla apaçık olur. Nur 57 Sühreverdî, “Bustânu’l-kulûp”, s.393. 58 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, John Walbridge – Hossein Ziai (Ed) The Philosophy of Illumination içinde (1-163), 1. Basım, Utah: Birigham Young University Pres, 1999, s.79, 81, 123; Izutsu, İslâm Mistik Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ramazan Ertürk (çev.), İstanbul: Anka Yayınları, 2001, s.59-60. 59 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.77. 60 Izutsu, İslâm Mistik Düşüncesi Üzerine Makaleler, s.55.
24
kendinde, apaçık olmak (zuhur) gerçekliğine (hakikat) ilave (zait) olan her şeyden daha
apaçıktır. Nur var oluyor (yahsulü), sonra apaçık oluyor (zuhur) da değildir. Böyle
olsaydı kendinde nur olmazdı. Onun apaçıklığı ve nur oluşu aynı gerçekliği ifade eder.
Örneğin, güneşin nurunu gözümüz açığa çıkarıyor değildir. Onun apaçık oluşu nurlu
oluşudur. Bütün insanlar ve bütün görme duyuları yok olsa bile bu onun nurlu oluşunu
ortadan kaldırmaz.61
Dış dünyada kendi gerçekliğinde nur olmayan, “berzah”∗∗∗∗ diye isimlendirilir ve
bu terim cisim karşılığında kullanılır. Berzah, özünde “gâsık cevher”dir. Burada gâsık
olma (gâsikıyyet), onda nurun yokluğunu, başka bir deyişle kendisinden nur geri
alındığında karanlık (muzlim) olmak için özünden başka bir şeye ihtiyacı olmadığını
ifade eder. Cevher olma (cevheriyyet) ise, aklî bir durumdur (emr); çünkü cevher olma,
varlığında (kavâm) bir mahalle veya konuya ihtiyacı olmayacak şekilde şeyin yetkin
(kemal) oluşunu belirtir. O halde “gâsık cevher” ifadesi, gâsık olması açısından nurun
yokluğunu ve cevher olması açısından akli bir durumu dile getirmektedir; yoksa zihnin
dışındaki bir gerçekliği değil. Gâsık cevherin dış dünyada birbirinden ayrı birçok
cisimler olarak gerçekleşmek için şekillere, renk, tat ve koku gibi arazlara, çeşitli
büyüklükler gibi belirleyicilere, onları birbirinden ayırıcı niteliklere ihtiyacı vardır. Bu
belirleyiciler Sühreverdî’nin felsefesinde “zulmânî heyet” diye isimlendirilmektedir.
Burada zulmet ile sadece nurun yokluğu (‘adem) kastedilmektedir; yoksa Meşşâî
felsefedeki kendisinde imkânın şart olduğu bir yokluk kastediliyor değildir. Dolayısıyla
bu belirleyicilerin zulmânî olarak nitelenişi, onların kendi gerçekliklerinde gizli (hafî)
olduklarını, apaçık (zahir) olmadıklarını kısacası nur olmadıklarını gösterir. Nur ve
nuranî olmayan şey karanlıktır (muzlim). Bir şeyin niteliği (heyet), o şey akılda
müstakil mahiyet olarak gerçekleştikten (tahakkuk) sonra, o şeyde meydana gelir. Bu
nedenle gâsık cevherin zulmânî heyete aklî bir önceliği vardır. Ayrıca zulmânî heyetler,
cismin (berzah) zatî niteliği de değildir. Eğer böyle olsaydı bütün cisimler birbirine eşit
olurdu ve birini diğerinden ayırt edecek bir nitelik (el-hey’etü’l-farika) olmadığı için de
sayıca çok olmazlardı. Zulmânî heyetle belirlenen gâsık cevhere nur verildiğinde bu nur
“arız nur” ya da “nuranî heyet” adını alır ve zulmânî heyetle belirlenen gâsık cevher
61 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.81. ∗ Berzah sözlükte, iki şey arasındaki engeli (hâil) ifade eder. Katı ve kalın olan cisim ışığın geçmesine engel olduğu için berzah diye isimlendirilmiştir. bk. Kutbuddîn Şirâzî, s. 277.
25
bu nur sayesinde birbirinden ayrı cisimler olarak ortaya çıkar. Zulmânî heyet ve nuranî
heyetin taşıyıcısı gâsık cevherdir. Gâsık cevher ise bir mahalle muhtaç değildir. Kendi
gerçekliğinde kapkaranlık (gâsık) olan cismin dış dünyada gerçekleşmesi, arız nur başka
bir deyişle nuranî heyetle olur. Bu üçünün (gâsık cevher, zulmânî heyet ve arız
nur/nuranî heyet) varlığı birine bağlıdır ve üçünün bir araya gelmesi, dış dünyada
berzah olarak diğer adıyla cisim olarak tezahür eder. Ancak onların varlıklarının
birbirine bağlı olması, birbirlerini var ediyorlar şeklinde anlaşılmamalıdır. Onların hepsi
kendi gerçekliğinde fakirdir. Fakir, “özünde (zat) ve yetkinliğinde (kemal) başkasına
muhtaç olan” demektir. Ayrıca, hiçbirinin varlığı dış dünyada bir diğerini önceliyor da
değildir. Bütün gâsık ceherlere zulmânî ve nuranî niteliklerini (heyet) veren ve onları
dış dünyada cisim olarak ortaya çıkartan (tezahür) “mücerred nur”dur. Cisim,
“kendisine ‘burada’ veya ‘şurada’ diye duyularla işaret edilendir”, diye betimlenir
(resm). Aslında burada kendisine işaret edilen arız nurdur; çünkü cisimde görünen
(zahir), nurdur. Bu nur kendisinden bir an kesilecek olsa yokluğa (zulmet) dönüşür.
Cisim, cisim olma (berzahiyyet) üzerine ilave ve cisimle kaim arız nurun kendisinde
sürekli bulunup bulunmaması açısından iki kısma ayrılır: Biri nuru sürekli olmayan
cisim, diğeri ise nuru sürekli olan cisimdir; güneş ve yıldızlar gibi.62
Dış dünyada kendi gerçekliğinde nur olan ya “saf mücerret nur”dur (en-
nuru’l-mahzu’l-mücerret) ya da “arız nur”dur.63
“Arız Nur” kendi gerçekliğinde nurdur; bu nedenle de apaçıktır. Fakat onun
“zuhur”u yani dış dünyada nur olarak belirmesi kendisi için değil başkası içindir; dış
dünyada başka bir şeyde “nuranî heyet” olarak apaçık varolur (zuhur). Buradaki
apaçıklığın (zuhur) “arız nur” üzerine ilave bir durum olduğu düşünülmemelidir. Onun
apaçık oluşu (zuhur), onun kendi gerçekliği sebebiyledir. Nur önce var oluyor (hâsıl),
sonra ona apaçık olma (zuhur) gerekiyor değildir; aksi takdirde nur olmaz ve gizli
olurdu. “Arız nur”, a) bulunduğu mahal açısından mücerret nurlarda bulunan arız nur;
b) cisimlerde bulunan arız nur, olmak üzere iki kısma ayrılır. Mücerret nurlardaki arız
nur, Nurların Nuru’nun mücerret nurları aydınlatmasıyla (işrâk) mücerret nurda oluşan
62 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.76-77, 79, 86. 63 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.77.
26
parlaklıktır; onlardaki bu arız nur “en-nuru’s-sânih” diye isimlendirilir. Diğeri
cisimlerde bulunan “nuranî heyet”tir ve bu, kendisine işaret edilen nurdur.64
Arız nurlar yetkinlik ve eksiklik (kemal ve zaaf) bakımından da birbirlerinden
ayrılırlar. Arız nurları birbirinden ayıran yetkinlik ve eksiklik, nuru verenden
kaynaklandığı gibi nuru alandan da kaynaklanmaktadır. Örneğin bir duvar; hem
güneşten hem de lambadan ışık (nur) kabul eder. Veya yeryüzüne güneş ışınları (şua)
güneşten yansıdığı gibi bir camdan da aksedebilir. Açıkça görülmektedir ki duvar
güneşten, lambadan kabul ettiğinden daha tam bir ışık (nur) kabul ederek daha
mükemmel bir aydınlığa kavuşur. Aynı şekilde yeryüzü arada cam olmaksızın güneş
ışınlarını doğrudan kabul ettiğinde aydınlığı daha mükemmel olur. Buna mukabil, nuru
veren aynı olmakla birlikte alan farklı olabilir; kristal (billur) ve toprak gibi. Kristal
güneşin ışığını topraktan daha tam kabul eder.65
“Mücerret Nur”, kendinde ve kendisi için nurdur. Bir yönde (cihet) bulunmaz,
cisim için mahal olmaz. Başkası için nur olmadığından kendisinden başkasında nuranî
heyet olarak dahi bulunmaz ve dolayısıyla kendisine işaret de edilemez. Her “mücerret
nur” kendi gerçekliğinde apaçıktır (zahir), kendinden başkasına arız nurlarını vererek
onları apaçık yapandır (muzhir). Onun apaçık oluşu (zahir, zuhur) ve nur oluşu aynı
gerçekliği ifade eder; apaçık olma gerçekliğine ilave olan her şeyden daha açıktır.
Kendisi için apaçık olduğundan dolayı kendisi kendisinden gaip değildir ve bunun tersi
de doğrudur; kendisine gaip olmayan her şey kendisine apaçıktır. Aynı zamanda kendisi
için apaçık ve kendisinden gafil olmadığı zatı olan her şey zatını idrak eder ve zatını
idrak eden her şey “mücerret nur”dur. Zatını idrak etmek ya da ‘idrak eden olma’
(müdrikiyyet) zat üzerine ilave bir durum ya da sıfat olmadığı gibi zata tabi bir şey de
değildir. ‘İdrak eden olma’ bir istidat değildir; çünkü istidat, zata ait bir arazdır. Hâlbuki
idrak eden olma mücerret nurun gerçekliğidir (hakikat). Aynı şekilde buradaki nura ait
‘gerçeklik’ (hakikat) nurun zatına ilave bir durum da değildir. ‘Şey olma’ (şey’iyyet),
‘cevher olma’ (cevheriyyet), ‘idrak eden olma’ nasıl zihnî yüklemlerse şeyin ‘gerçeklik’
(hakikat) ve ‘mahiyet’ oluşu da aynı şekilde zihnî yüklemlerdir. ‘Gaybetin yokluğu’ da
aynı şekilde selbî bir durumdur ve zata ilave bir şey değildir; idrak edenle edilen
64 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.98. 65 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.91.
27
arasında idrake engel bir şeyin olmadığına işaret eder. ‘Hayat’ da, şeyin kendisi için
apaçık olmasıdır. Hayat sahibi olan (Hayy), idrak eder (ed-derrâk) ve eylemde bulunur
(el-fa’âl). “Nur”, zatı sebebiyle taşandır (feyyaz) ve ona ait fiil de işrâktır.66 O halde
mücerret nurda ‘nur olma’ (nuriyyet), ‘apaçık olma’ (zahir), ‘apaçık olarak var olma’
(zuhur), ‘idrak eden olma’ (müdrikiyyet), ‘kendisine gaip olmama’ (‘ademu’l-gaybet)
ve ‘canlı olma’ (hayat) aynı ontolojik gerçekliği ifade eden sözcüklerdir; yoksa zat
üzerine ilave bir durum ifade ediliyor değildir.
Mücerret nurlar, gerçeklikleri (hakâik) açısından birbirinden farklı değillerdir,
hepsinin gerçekliği aynıdır: Nur. Onlar yetkinlik ve eksiklik (kemal ve noksan)
açısından birbirlerinden ayrılırlar. Ancak onların nur olarak varoluşu, yetkin ve eksik
oluşu kendi gerçekliklerinin dışında bir sebepledir. Mücerret nurları birbirinden ayıran
yetkinlik ve eksiklik onların failinin derecesine (rütbe) bağlıdır. Her “mücerret nur”,
nur olarak gerçekleşmesinde (tahakkuk) zatıyla kaim nura muhtaçtır.67
Mücerret nurlar, arız nurlar, cisimler ve onların nitelikleri (heyet) … Bu silsile
ötesinde nurdan başka bir şey olmayan bir “Nur”da son bulur. Bu nur, “Nurların
Nur”udur (Nuru’l-envâr). En yüce en büyük Nur’dur, “Kahhâr”dır; kendisinin
dışındaki her şeye hâkimiyeti (kahr) vardır, işrâkı ve nurunun parlaklığı çok güçlü ve
sonsuzdur. O, zuhurunun şiddeti ve nur oluşunun yetkinliği sebebiyle her şey üzerinde
kahhârdır. Her şey nurunu, işrâkını, parlaklığını, yetkinliğini, gücünü, kahrını O’ndan
alır. O’nun eşi ve benzeri yoktur. “Tek”tir; hem mücerret hem de gani olan iki nurun
varlığı tasavvur edilemez. “Mutlak Gani”dir; zatında ve yetkinliğinde (kemal)
kendinden başkasına ihtiyacı yoktur; çünkü O’nun ötesinde hiçbir mertebe yoktur,
“Muhît”tir. “Kayyûm”dur, bütün nurlar onunla kaimdirler, her şeye nurunu veren
O’dur ve bütün mücerret nurlar varlıklarını ve yetkinliklerini O’ndan alırlar. O ise
kendinden başka her şeyden mücerrettir. O, her şeyin zatı kendisine ait olan “Gerçek
mülk sahibi”dir (el-meliku’l-hakk). O’nun zatı ise başkasına ait değildir.
“Mukaddes”tir; bütün eksik sıfatlardan münezzehtir, yokluğu düşünülemez.
“Cömerttir” (cûd). Cömertlik, “gerekeni karşılıksız olarak vermek” demektir.
Cömertlikte O’ndan daha yetkini (eşedd) yoktur. O zatı sebebiyle bütün kabul edenlere
66 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.79-84; Kutbuddîn Şirâzî, 291. 67 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.86-87, 91.
28
tecelli eder ve taşar (mütecellin ve feyyâzun); O “Nurların Nuru”dur. O sadece kendi
zatına âşıktır; çünkü O en güzel ve en mükemmeldir (ecmel ve ekmel). Kendi zatı ve
kendi zatından başkası için de maşuktur.68
“Nurların Nuru”nun mücerret nurlara nispeti, güneşin yıldızlara olan nispeti
gibidir. Gündüz güneşin nurunun ve ışınlarının (şua) yıldızların nurunu ve ışınlarını
kuşatıp tek bir ışık kaynağı haline gelmesi gibi O’nun nuru bütün nurları kuşatır. Bütün
nurlar sanki tek bir nur gibi olurlar; çünkü hepsi saf (mahz) nurdurlar. O’nun işrâkının
ve zuhurunun şiddeti duyuları ve güçleri ondan uzaklaştırır ve gözler onu idrak edemez,
hayal orada dolaşamaz, evham oraya nüfuz edemez. O “Nurların Nuru”dur; akıl
âleminin güneşidir. Nurların Nuru’nun yetkinliği (kemal) illetinin olmamasıdır. O
kendisinde hiçbir şekilde muhtaç olma (fakr) ve eksiklik (noksan) bulunmayan “Saf
Nur”dur (en-Nuru’l-mahz). Zira ona zulmet karışmamıştır ki eksik olsun, O’nun
ötesinde bir şey yoktur ki muhtaç olsun. O, baş ve son, ilke ve gayedir. 69
O tek olduğu için O’ndan meydana gelen de tektir. O nur olduğu için O’ndan
meydana gelen de nurdur. Nurların Nuru’unu kendisinden meydana gelen ilk nurdan
ayıran, yetkinlik ve eksikliktir; çünkü kazanılmış (müstefâd) nur yetkinlikte veren
(müfîd) nur gibi değildir. Nurların Nuru’ndan nurun var olması, O’ndan bir şeyin
ayrılıyor olması şeklinde anlaşılmamalıdır; çünkü ayrılma ve birleşme (infisal ve ittisal)
cisimlere ait bir özelliktir. Hâlbuki O, böyle bir şeyden münezzehtir. Nurların Nuru’nun
işrâkı, O’ndaki bir niteliğin (heyet) başka birine geçmesi şeklinde de anlaşılmamalıdır.
Nurların Nuru’ndan nurun var olması, güneşin şuasının ancak güneşle bulunması
gibidir. Güneşle aydınlanma istidadı bulunan aydınlanmış cisimler (müstenir) arasında
perde kalktığı; başka bir deyişle ışık verenle ışık alan karşı karşıya bulunduğu
(mukabele) zaman istidadı olanın ışığı kabul etmesi gibidir.70
Nurların Nur’undan meydana gelen ilk mücerret nur “en-nuru’l-akrab/ en-
nuru’l-azîm” olan, bazı Pehlevîlerin “Behmen” diye isimlendirdikleri nurdur. O
kendinde fakir, Nurların Nur’u sebebiyle ganidir.71 O, Nurların Nur’unu arada perde
68 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.87, 96-97. 69 Kutbuddîn Şirâzî, s.298-299, 310 70 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.91-92. 71 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.92.
29
(hicâb) olmaksızın müşahede eder; çünkü perde cisimlerde (berâzih), gâsık cevherlerde
ve boyutlarda bulunur. Nurların Nuru’nda ve mücerret nurlarda hiçbir şekilde cihet ve
boyut yoktur. İlk mücerret nur, Nurların Nuru’nun celâlini müşahede ettiğinde, O’na
nispetle kendinin fakrını ve zatının gâsık olduğunu (istiğsâk) idrak ettiğinde (zuhur),
kendinden bir gölge meydana gelir. Bu gölge, kendinden daha büyüğü bulunmayan en
yüce, kuşatıcı (muhît), bilfiil ayrışma (infikâk) kabul etmeyen basit cisimdir (berzah).
Bu cisim, kendi gerçekliğinde nur olmayan ilk şeydir; çünkü ilk nurun kendi fakrını
akletmesi onun için ‘zulmânî heyet’tir. İlk nur, ilkesi olan Nurların Nuru sebebiyle
vardır. Onu ilkesinden ayıran, onun varlığında Nurların Nuru’na muhtaç olmasıdır
(fakr). Kendisine sahip olduğu bütün yetkinlikleri veren nurların Nuru’dur. Eğer ilkesi
bir an olsun feyzini kesecek olsa yokluk karanlığında kaybolacaktır. İşte onun ilkesine
olan muhtaçlığının tezahürü olarak ondan gölge meydana gelir. Nurların Nuru’nun
celâlini ve azametini müşahede ettiğinde, O’nun sebebiyle zorunlu ve gani olduğunu
idrak ettiğinde kendinden başka bir mücerret nur meydana gelir. Bu en yüce kuşatıcı
cisim (berzah) ilk nurun gölgesidir, zatıyla kaim bu ikinci mücerret nur ise bu ilk nurdan
bir ışıktır (dav‘).72
İlk nurdan aynı şekilde ikincisi, üçüncüsü, dördüncüsü meydana gelir ve
böylece insan aklını kuşatamayacağı bir sayıya ulaşır. İlke olan nur, ilkesi olduğu nura
(ma’lûl) nispetle daha yüksek mertebededir (âlî); ilkesi olduğu nur ise, kendisine
nispetle aşağı mertebededir (sâfil). Böylece bu nurlar dikey boyutta dereceli bir dizi
(müterettibe) oluştururlar. Mertebece aşağıda bulunan nurun kökeninde (sinh) âli olana
karşı aşk ve şevk, âli olanın kökeninde sâfil olana hâkimiyet (kahr) vardır; bu nedenle
sâfil olan âlî olanı kuşatamaz ve onun künhüne vakıf olamaz; ancak sâfil olan arada
perde olmadığı için âli olanı müşahede eder.73
Cisimden (berzah) ve cisimle ilişkiden tamamıyla mücerret olan bu nurlar
“kâhir nurlar”dır ve on, yirmi, yüz, ikiyüz, bin, ikibin, yüzbinden daha fazladır. Yüce
mücerret kâhir nurlarda, derece bakımından aşağıda olanla Nurların Nuru arasında
perde olmadığı için her kâhir nur, Nurların Nuru’na en uzak ve mertebece en aşağı olan
nur bile Nurların Nuru’nu müşahede eder ve her birinin üzerine O’nun şuası vasıtasız
72 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.95. 73 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.99,97.
30
olarak taşar; çünkü kabule istidadı olan her şeyi aydınlatmak (işrâk) nurun
tabiatındandır. Ayrıca kâhir nurların her biri diğerini, onların derece bakımından yüce
olanı aşağısında olanı aydınlatır (yuşriku) ve kendisinden yüce olanların nurunu
aşağısında olana yansıtır. Böylece derece bakımından aşağıda olan, hem derece
bakımından kendisinden yüce olanlardan hem vasıtasız olarak hem de bir üstündekinin
yansıtmasıyla vasıtalı olarak ışık (şua) kabul eder. Buna göre, ikinci mücerret kâhir nur,
Nurların Nuru’ndan iki kez ‘sânih nur’ kabul eder: Bir kere vasıtasız ve bir kere de ilk
nur (en-nûru’l-akrab) aracılığıyla. Üçüncüsü dört kez: İki kere illeti (sahip) olan ikinci
nur onun üzerine yansıtır. Bir kere vasıtasız olarak Nurların Nuru’ndan ve bir kere de
vasıtasız olarak ilk nurdan kabul eder. Dördüncüsü sekiz kez: Dört kere illeti (sahip)
olan üçüncü nur onun üzerine aksettirir. İki kere ikinci nurdan, bir kere ilk nurdan ve bir
kere de Nurların Nuru’ndan vasıtasız kabul eder. Böylece Nurların Nuru’ndan taşan
sânih nurlar kat kat olur. Bu şekilde kâhir nurlar birbirinden derce derece meydana
gelerek çoğalırlar. Bunlar kâhir, temel yüce nurlardır.74
Bu kâhir, temel nurların cevherlerinin, kahr, muhabbet, fakr, istiğna ve
müşahede yönlerinin, şualarının ortaklıklarının (müşârekât) ve uygunluklarının
(münâsebât) çeşitli şekillerde sayısız terkibi olur. Onların özellikle hapsindeki zayıf
şualarının fakr yönleriyle ortaklığından sabit yıldızlar ve onların küreleri meydana gelir.
Onların şualarının istiğna, kahr ve muhabbet yönleriyle ortaklıkları ve güçlü şualarının
şaşırtıcı uygunluğu sebebiyle göksel türlerin rableri (erbâbu’l-esnâmu’n-nev‘iyyetu’l-
felekiyye), basitlerin tılsımlarının (tılsımâtu’l-besâit), unsurlardan oluşan bileşiklerin
(el-mürekkebâtu’l-unsiriyye) ve sabit yıldızlar küresi altındaki her şeyin sanemlerinin
rableri (erbâbu’l-esnâm) meydana gelir.75
Unsurlardan oluşmuş cisimler âleminden ibaret olan yeryüzünde, maden, bitki
ve hayvan mizacından daha tam, mutedil bir mizac olmak üzere insanın mizacı
meydana geldiğinde Veren’den (vâhib) yetkinlik (kemal), yani nâtık nefs ister. Bunun
üzerine bazı kâhir nurlardan “nâtık türün tılsımının sahibi” (sâhib-u tılsımı’n-nev’i’n-
nâtık) olan mücerret nur meydana gelir. Sühreverdî’nin Cebrail olduğunu belirttiği bu
nur, kâhir melekût âleminin reislerinden ve büyüklerinden biridir. ‘Ruh veren’ (revân-
74 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.99-100. 75 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.101.
31
bahş), ‘mukaddes ruh’ (rûhu’l-kuds) diye de isimlendirilen bu mücerret nur, ilim ve
te’yid, hayat, fazilet ve yetkinlik (kemal) veren, insan bedeninde tasarrufta bulunması
için mücerret nur olan nâtık nefsi verendir. İnsanın beden kalesini (sîsiye) yönetmekle
görevli bu mücerret nur “esfehbedi’n-nâsût” diye isimlendirilen, kendisine “ben” diye
işaret edilen insanî nefstir.76 Beden kalesi (sısıye) müdebbir (esfehbed) nurun sanemi,
bütün bedenler de insan türünün rabbinin sanemidirler.77
Müdebbir nurlar, cisimde tabiat olmaksızın cismi yöneten nurlardır; çünkü
onlar saf mücerret nurdurlar ve başkasında nurlu heyet olarak dahi bulunmazlar. Bunlar,
Türlerin Rabbi olan her kâhir nurdan, onun cisim olan gölgesinde, yüce nurlu yönü
itibariyle meydana gelir; cisim ise onun fakr yönünden ortaya çıkar. Müdebbir nurlar,
tasarrufta bulunduğu cismin illeti değildir; çünkü tasarrufta bulunduğu cisim aracılığı ile
yetkinleşir (istikmâl). Hâlbuki hiçbir nurlu illet cisim aracılığıyla yetkinleşmez; ayrıca
cisim bir tür ilişki (alâka) aracılığıyla illetine hâkim (kâhir) de olamaz. Oysa müdebbir
nur, ilişki aracılığıyla bir çeşit hâkimiyet altındadır (makhûr). Kendi gerçekliğinde
mücerret nur olan bu müdebbir nurlar “en-nuru’l-esfehbed”∗ diye isimlendirilir.78
Nurların Nurun’dan işrâkla çoğalarak idraki mümkün olmayan sayıya ulaşan
mücerret nurlar böylece iki kısma ayrılır: Kâhir nurlar ve müdebbir nurlar. Kâhir
nurların cisimlerle (berâzih), ister onlarda tabiat olma isterse tasarrufta bulunma
şeklinde olsun, hiçbir şekilde ilişkileri yoktur. Kâhir nurlar da kendi arasında, yüce
kâhir nurlar ve türlerin rableri olan kâhir nurlar olmak üzere iki kısma ayrılır. Kâhir
nurların birbirine tekaddümü aklîdir zamânî değil; yani zat bakımından, illet ya da malul
olma durumuna göre birbirlerinden önce veya sonradırlar. Sühreverdî onları saymaya ve
aralarındaki ilişkiyi bilmeye insanın güç yetiremeyeceğini belirtir. Onlardan sadece
yüce kâhir nurlar dikey boyutta bir derecelenmeye (mürettebe tûliyye) tabidir ve onlar
Nurların Nuru’nu ve her birinin mertebece üstündeki nuru müşahede yönüyle yüce kâhir
nurlardan meydana gelen kâhir nurlardır. Yüce kâhir nurlar, cisimler âlemindeki türlerin
rableri olan kâhir nurlarla eşit düzeyde (mütekâfie) değillerdir. Türlerin rableri olan
76 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.132; “Pertevnâme”, s.26, 96-97. 77 Sühreverdî, “Hükmetü’l-İşrâk”, s.134; Kutbuddîn Şirâzî, s.441. ∗ Pehlevî dilinde bu kelime ordunun lideri, başı demektir. Nâtık nefs de bedenin ve ondaki güçlerin yöneticisi olduğu için bu isim verilmiştir. bk. Kutbuddîn Şirâzî, s.342. 78 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.102-103, 135.
32
kâhir nurlar, en yüce kâhir nurlardan, onların aydınlatan ışıkları yönüyle meydana
gelmişlerdir ve ışıklardaki derecelere ve tabakalara göre yatay boyutta (et-tabakatu’l-
araziyye) dereceli bir dizi (mütekâfie) oluştururlar. Dikey boyutta dereceli dizi oluşturan
kâhir nurlar “ümmühât” diye isimlendirilir; çünkü onlar, nurların Nûru’ndan daha az
aracı nurlarla meydana gelirler ve kendilerinin dışındaki bütün nurların ve cisimlerin
Nurların Nûru’ndan meydana gelmesinde aracılar olurlar.79
Sühreverdî cisimler âlemindeki türlerin tesadüfen meydana gelmediklerini,
aksi takdirde bir insanın dışında başka bir insanın var olmayacağını belirtir. Cismanî
türleri vareden ve onların devamını sağlayan ilkeler olmalıdır ve onlar türlerin
rableridir. Onlar, cismanî türlerden daha şerefli olduğuna göre mücerret olmalıdır.80
Türlerin rablerinin mevcudiyetine burhan, insanın kendisiyle ‘ben’ olduğu
şeydir; yani mücerret müdebbir nur olan insanî nefstir. Çünkü en şerefli imkân
kaidesine göre, şerefçe daha aşağıda olan (el-mümkinu’l-ehass) var olduğunda daha
şerefli olan (el-mümkinu’l-eşraf) öncelikle vardır. Yetkinliğe ulaşmaya (istikmâl),
maddî olandan tecerrüde muhtaç müdebbir mücerret nur olan insanî nefsin var olduğuna
göre, maddi olanla hiçbir ilişkisi bulunmayan tamamen mücerret olan kâhir nur
öncelikle var olmalıdır. Zira tamamen mücerret olan daha şereflidir.81
Nitekim türlerin rablerini, kâhir nurlar âlemini müşahede yetkinliğe ulaşmış
olanlar (mücerredûn) bedenlerinden (heyâkil) sıyrılarak (insilâh) birçok defalar
müşahede etmişler ve bedenlerinden sıyrılarak müşahede edemeyenler için kanıt
(hüccet) aradıklarında da bu anlattıklarının kabulünden (i’tirâf) başka kanıt
bulamamışlardır. Peygamberler ve hikmetin sütunları (esâtînu’l-hikme) olan filozoflar
buna işaret etmişlerdir; Eflatun, Sokrat, Agathadaimon, Hermes, Empedokles, Hint ve
Fars bilgeleri (hukemâ) de bu görüştedirler (re’y). Onların çoğu bu âlemi müşahede
ettiklerini açıklamış hatta Eflatun kendi tecrübesini aktarmıştır. Sühreverdî, “Batlamyus
gibi kimselerin astronomiye ilişkin (felekî) konularda rasadına itibar edildiği halde
hikmetin sütunlarının ve peygamberlerin ruhanî rasatla müşahede ettikleri şeyler
konusunda anlattıklarına nasıl itibar edilmez?” diye sorar. Bunu doğrulamayan ve
79 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.102, 119. 80 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”,s.102; Kutbuddîn Şirâzî, s.337. 81 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.107.
33
kanıtın (hüccet) kendisini ikna etmediği kimsenin riyazet ve müşahede ashabına hizmet
etmesi gerektiğini, belki bu suretle Hermes ve Eflatun’un müşahede ettiği melekûtî
zatları ve nurları görebileceğini belirtir. Nitekim Fars bilgeleri feleklerin, yıldızların,
basit unsurların ve onlardan meydana gelmiş bileşiklerin nur âleminde rabbi olduğunda
ittifak etmişler; suyun melekût âlemindeki rabbini (sâhib-i sanem) “hurdâd”,
ağaçlarınkini “murdâd”, ateşinkini “urdîbihişt” diye isimlendirmişlerdir.82
Sühreverdî, türlerin rablerinin varlığına, Zorunlu Varlık’ın bilgisinde çokluk
bulunmayacağı kabülünü de delil getirir. Kâhir mücerret nurlar olan türlerin rablerinde,
onların meydana getirdiği (ma’lul) maddî türlere ait suretlerin (es-suveru’n-nev’iyye),
fertlerine (tahtehâ) mutabık olacak şekilde nakışlanmış olduğu şeklindeki görüşü
reddeder.∗ Eğer böyle olsaydı illetin ma’lulünden etkilenmesi sözkonusu olurdu ki bu
imkânsızdır; çünkü illet malulden değil ma’lul illetten etkilenir. Aynı şekilde, bu
suretlerle nakışlanmış olan başka kâhir mücerret nurdan elde edilmiş de değildir; aksi
takdirde illete ait suretlerin çokluğu Allah’ın zatındaki çoklukta son bulurdu. O halde
türe ait bu suretlerin nur âleminde zatlarıyla kaim değişmeyen (sabit) türünün olması
gerekmektedir. Fertlerin (eşhâs) devamını sağlayan (hâfiza) ve onlara niteliklerini veren
(müfîz) türlerin rableridir.83
Ayrıca Eflatun’un ideaları (el-müsülü’l-eflâtuniyye) diye de isimlendirilen
türlerin rablerinin (erbâbu’l-esnâmu’n-nev’iyye, sâhibu’t-tılsım, sâhib’s-sanem, el-
envâu’n-nûriyye, rabbu’n-nev’) mantık ilminde kullanılan, “manasının tasavvuru
ortaklığa engel olmayan” anlamında zihindeki tümeller (külliyât) olmadığını da belirtir.
Onlara “küllî” denmesinin bir sebebi, türlerin rableri olan bu akılların/nurların maddi
türlerinin tamamına, itina ve feyz açısından eşit nispette olması, türlerin devamını
koruması itibariyledir. Yoksa onlar maddi türler için bir örnek (misal) ve kalıp gibi
değildir ve aralarında şeref bakımından bir nispet dahi yoktur; maddî (cismanî) türler
82 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.107-108; Kutbuddîn Şirâzî, 357-358. ∗ Bilindiği üzere İbn Sînâ akledilirlerin insan aklında depolanamayacağını, çünkü onların akılda depolanmalarının, onların bilfiil düşünüldüğü anlamına geldiğini belirtir. Ona göre bu akledilirler bedende de depolanmadıkları gibi Eflatun’un idealarına benzer bir şekilde bağımsız olarak da varolamazlar. Geriye tek bir seçenek kalmaktadır: Faal Akl’ın sürekli bir şekilde onları akletmesi anlamında Faal Akıl’da depolanmaktadır. Buradan çıkan sonuç, insan aklının bir aklediliri düşünmek istediğinde onu Faal Akıl’dan almak zorunda olduğudur. bk. Dimitri Gutas, “Sezgi ve Düşünme: İbn Sînâ Epistemolojisinin Evrilen Yapısı”, İbn Sînâ’nın Mirası içinde (97-131), M. Cüneyt Kaya, Derleyen ve çeviren (drl. ve çev.), İstanbul: Klasik, 2004, s.111. 83 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.101-102; Kutbuddîn Şirâzî, s.338.
34
onların sanemi ve gölgesidirler.84 Yüce kâhir nurlardan meydana gelen türlerin rableri
ise nurlu kaim tür (en-nev’u’l-kaimu’n-nûrî) olan yatay boyuttaki kahir nurlardır. Küllî
denmesinin bir diğer sebebi ise, onlara ait bir büyüklük (mikdar), boyut (bu’d) ve yön
(cihet) olmaması itibariyledir; akıllar ve nefsler için de söylenen “küllî” bu anlamda
kullanılmaktadır.85
Nitekim meşşailer zihindeki ‘insan’ın (insaniyet) çokluğa mutabakatını,
zihindeki soyut (mücerret) olduğu ve dış dünyadaki soyut olmadığı halde zihndeki insan
olma suretinin dış dünyadaki (a’yân) fertlerinin imgesi (misal) olduğunu kabul
etmişlerdir. Üstelik dış dünyadakinin aksine zihindeki imge bir büyüklüğe ve
cevheriyyete sahip de değildir. O halde imgenin (misal), imgelediği (mümâsele) şeye
tamamıyla benzemesi şart değildir. Türlerin rablerinin de saf nur âleminde nurlu
nitelikleri (hey’âtun nûriyye) vardır. Bu âleme onun gölgesi düştüğü zaman, bu gölge
onun sanemi olmaktadır.86 Ancak dış dünyadaki insan bedenlerinin insan türünün
rabbinin sanemi olması, insan türünün rabbinin de insan suretinde olduğu anlamına
geldiği düşünülmemelidir.87 Sühreverdî, “Küllî insan akıl âlemindedir” sözündeki ‘küllî
insan’ ifadesiyle “gölgesi dış dünyadaki insan sureti olan kâhir nurlar”ın kasdedildiğini
belirtir. 88
Kudbûddîn Şirâzî, türlerin rablerinin “müsül” diye isimlendirilmesini şöyle
açıklar: Duyularla idrak edilen âlemdeki fertlerde tezahür eden cirmî her türün akıl
âleminde bir imgesi (misal) vardır. Bu imge basit, nurlu ve zatıyla kaim bir surettir ve
mekânda (eyn) da değildir. Bu nurlu suretler “müsül” diye isimlendirilir. Böyle
isimlendirilmesi, imgenin (misal) imgelediği (mümessel) şeyden daha gizli (ehfâ)
olması itibariyledir. Ancak bize nispetle o, maddede hal olmuş (heyûlânî) suretlerden
daha gizlidir. Aslında imge, imgelediği şeyden daha zayıftır; örneğin zihindeki türe ait
imgeler (emsile) böyledir. Fertleriyle dış dünyada bulunan türler zatlarıyla kaim olduğu
halde imgeler zihinle kaimdir ve bu nedenle daha zayıftır. Aynı şekilde maddede tabiat
84 Sühreverdî, “Kîtâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.461, 463. 85 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.101, 109; Kutbuddîn Şirâzî, s.337-358. 86 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.109. 87 Kutbuddîn Şirâzî, s.360. 88 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.109.
35
olmuş türe ait suretler de nurlu suretlerin misalleridir (emsile). Zihnî suretler ise
maddede tabiat olmuş türe ait bu suretlerin imgeleridir (emsile).89
İşte bu şekilde nurlardan, onların birbirleriyle olan ilişkilerinden, ortak ve farklı
yönlerinin terkibinden meydana gelen âlem, kendisindeki zatların kendinde
gerçekliklerine göre dörde ayrılmaktadır:
Kâhir Nurlar Âlemi: “Akıl âlemi”, “âlem-i melekût” ve “melekût-ı buzurk”
diye de isimlendirilen, her açıdan cisimden mücerret zatlar olan kâhir nurların âlemidir.
Hikmet ehlinin terminolojisinde akıl, kendisine duyu (hissî) ile işaret edilemeyen ve
cisimlerde tasarrufta bulunmayan cevher için kullanılması sebebiyle akıl âlemi olarak
da isimlendirilmiştir.
Müdebbir Nurlar Âlemi: Nefs âlemi (âlem-i nefs) diye de isimlendirilen bu
âlem feleklere ve insanlara ait olan, tamamıyla mücerret fakat cisimde tasarrufta
bulunan müdebbir nurlar âlemidir.
Cisimler Âlemi: “Âlem-i mülk” diye de isimlendirilmektedir. Kâhir nurların
gölgeleri olan bu âlem, maddesi esir olan felekler âlemi ve unsurlar âlemi olmak üzere
iki kısma ayrılmaktadır.
Misal Âlemi (âlemu’l-misal).90
Orta doğu (eş-şarku’l-esvat) ve sekizinci bölge (el-iklîmu’s-sâmin) diye de
nitelenen misal âlemi, duyulur âlem ile akledilir âlem arasındaki orta sınırdır.91
Kutbuddîn Şirâzî, Sühreverdî’nin büyüklüğe sahip (miktârî) âlemi sekiz kısma
ayırdığını, yedisinde cismanî büyüklüklerin bulunduğunu, sekizincinin ise misalî
büyüklüklerin bulunduğu misal âlemi olduğunu belirtir.92 Sühreverdî, sabit yıldızlar
feleğinin ötesinde feleklerin ve yıldızların (kevâkip) bulunmasına bir engel
bulunmadığını açıklar.93 O halde bu âlem en yüce kuşatıcı feleğin altında, içindeki
89 Kutbuddîn Şirâzî, s.245 90 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, 149; Sühreverdî, “Heyâkilu’n-nur”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde (83-108), s.96; Sühreverdî, “Pertevnâme”, 65; Kutbuddîn Şirâzî 491. 91 Sühreverdî, “Kîtâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât” s.505 (eserinin dip notunda); “Risale-i Hayy İbn Yekzân (İbn Sînâ) ve Şerhi”, s.38 (eserin dip notunda). 92 Kutbuddîn Şirâzî, s.531. 93 Sühreverdî, “Hikmetü’İşrâk”, s.104.
36
felekler yıldızlar, madenler, bitkiler, hayvanlar ve insanlarla birlikte duyularla idrak
edilen âleme karşılık gelen büyük, geniş bir âlem olmalıdır.94 Kutbuddîn Şirâzî misal
âleminin, dikey boyuttaki kâhir nurlardan, onların Nurların Nuru’nu müşahedesiyle
meydana gelmiş olan yatay boyuttaki kahir nurlardan varlığa geldiğini belirtir. Duyulur
âlem (âlemu’l-hiss) ise dikey boyuttaki kahir nurlardan işrâk cihetiyle meydana gelmiş
yatay boyuttaki kahir nurlardan varlığa gelmiştir. Müşahede cihetinden hâsıl olan nurlar
işrâk cihetinden hâsıl olandan daha şerefli olduğu için –zira şerefli olan şerefli için,
ehasss olan ehass için illet olur kaidesince- bu nurlardan meydana gelen misal âlemi de
cisimler âleminden daha şereflidir. Duyulur âlemdeki felekler, yıldızlar (kevâkip),
unsurlar ve onlardan oluşan bileşiklerin tamamının benzeri misal âleminde bulunur.
Duyulur âlemdeki en yüce feleğin illeti, işrâk cihetinden meydana gelen nurların
nurluluk ve aşk yönünden en büyüğü olduğu gibi misal âlemindeki en yüce feleğin illeti
de müşahede cihetinden hâsıl olan nurların nurluluk ve aşk cihetinden en büyüğüdür.
Bununla birlikte Kutbuddîn Şirâzî her iki âlemi kuşatan en yüce feleğin bulunduğunu,
bu feleğin altındaki şeylerden ona denk hiçbir şey olmadığını, cisimlerin en mükemmeli
ve kâhiri olduğunu ve yatay boyuttaki türlerin rablerine (erbâbu’l-esnâm) nispetle onun
illetinin hükmünün aklî olduğunu belirtir.95 Yukarıda da belirttiğimiz gibi kuşatıcı
feleğin illeti Pehlevîce’de Behmen diye isimlendirilen ilk mücerret nurdur.
“Mücerret karaltılar âlemi” (âlemu’l-eşbâhu’l-mücerrede), “asılı misaller
âlemi” (âlemu’l-müsülü’l-mualleka)96 diye de isimlendirilen bu âlem, derece
bakımından akıl âleminin altında, cisimler âleminin (hiss) üstünde yer alır; zira duyum
seviyesinde idrak edilenden daha fazla, aklî seviyede idrak edilenden daha az soyuttur
(tecrid). Bu âlemde bütün şekiller, suretler, büyüklükler, cisimler ve cisme ilişkin
hareketler, hareketsizlikler (sükûn), konumlar (vaz’), nitelikler (heyet) vb vardır; ancak
mekânda ve mahalde olmaksızın asılı olarak (mualleka) zatlarıyla kaim olarak
bulunurlar.97 Örneğin orada bulunan kırmızı, kırmızı bir cisim değil kırmızının
kendisidir. Duyulur âlemde var olan her şeyin bütün çeşitlerini içeren bu âlemdeki
94 Kutbuddîn Şirâzî, s.491. 95 Kutbuddîn Şirâzî, s.340. 96 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.148, 150. 97 Kutbuddîn Şirâzî, s.450.
37
misaller ve formlar zatlarıyla kaim cevherdirler ve birbirlerinden bağımsızdırlar.
Sühreverdî’nin batı sürgününün mistik yolculuğunun geçtiği âlemdir.98
İmgeler âlemindeki feleklerin hareketlerinin eseri olarak orada, letafet ve
kesafette muhteleif tabakalara göre sonsuzca muhtelif asılı suretlerin türlerinin meydana
geldiğini belirten Kudbûddîn Şirâzî, bu âlemin tabakalarının sayılamayacak kadar çoksa
da sonlu olduğunu ekler. Fakat duyulur âlemdeki türlerden ve başka şeylerden olan her
tabakanın şahısları ve şehirleri sonsuzdur. Câbersâ ve Câbelkâ bu şehirlerdendir. Onlar,
her birinin bin kapısı olan iki büyük şehirdir.99 Cabelka ve Cabersa misal âlemindeki
unsurlar âleminin şehirleri, hurkilya ise felekler âlemidir.100
İmgeler âleminin tabakaları şerefce birbirinden farklıdır. Bu tabakalardan en
yüce olanı en şerefli nurlu tabakadır. Karanlığı en şiddetli olan en aşağı tabakadır. O
duyulur âlemin ufkunun paralelinde (musâkibe), cin ve insan mücrimlerinin meskeni
olan tabakadır. En yüce ve şerefli olan nurlu tabaka ile en aşağı olan karanlık tabaka
arasında sayılamayacak tabakalar vardır. Bazısı bulanık karanlıktır; onlar cehennem
ehlinin azap gördüğü cehennem (cahîm) tabakalarıdır. Onlar da zulmet ve vahşette
farklıdır. Her tabakada sonsuz sayıda ya melekler ya cinler ya da şeytanlar oturur.
Cesetlerin dirilişi, nübüvvet vaad ve va’îdleri de bu âlemde gerçekleşir. Cennet ehli
çeşitli lezzetlerle nimetlenir, cehennem ehli cismanî elemlerle azap görür. Çünkü
kendisinde nefsin tasarrufta bulunduğu misalî beden iç ve dış duyulara sahip duyularla
idrak edilen (hissî) beden hükmündedir. Her ikisinde de idrak eden nâtık nefstir.101
Uyku ile uyanıklık arasındaki cezbe hallerinde (hulse) gaybi durumlara ait
telakkiler, yazılı satırlardan okuma, konuşan görülmeksizin güzel veya korkunç seslerin
işitilmesi, konuşanın semavi bir surette, rabbanî karaltılar (el-eşbâhu’r-rabbaniyye) veya
yüce efendilerden bir efendi suretinde görünmesi misal âlemindeki felekler âlemi olan
Hurkilya âleminde gerçekleşmektedir.102 Kutbuddîn Şirâzî rabbanî karaltıların cisimler
âleminde de yansıma yerleri (mezahir) olabileceğini, oraya yansıdığı zaman (zahera)
98 Corbin, History of Islamic Philosophy, s.214-215. 99 Kutbuddîn Şirâzî, s.516, 493. 100 Kutbuddîn Şirâzî, s.514; Gulam Hüseyin İbrahimî Dinânî, Felsefe-i Sühreverdî, 2. Basım, Tehran: İntişârât-ı Hikmet, 1366, s372; Mansur b. Muhammed Deştegî Şirâzî, İşrâku Heyâkili’n-nur an zulumât-i şevâkili’l-gurûr, Ali Ucîbî (thk.), Tehran: Miras-ı Mektub, 2003/1382, s.256. 101 Kutbuddîn Şirâzî, s.516; Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.150. 102 Sühreverdî, “Kîtâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis” s.494; Kutbuddîn Şirâzî 514.
38
gözle idrak edilebileceğini belirtir. Örneğin Peygamber (as) ve sahabe Cebrail’i,
Dıhyetü’l-kelbî’nin suretinde yansıdığında (zahera) idrak etmişlerdir. Ayrıca misal
âleminin tamamının Nurların Nuru ve diğer müceret nurlar için yansıma yerleri
(mezahir) olabilmektedir. Onların her biri belirli bir surette, belirli bir zamanda kabul
edenin ve failin istidadına göre yansır (yezheru). Nurların Nuru, akıllar, feleklere ve
insanlara ait mufarak nefsler ve kâmil nefslerden∗ mufarak olmayanlar, kabul edenin ve
failin istidadına göre güzellik, çirkinlik, letafet ve kesafette muhtelif surette yansırlar
(zaheru). Kutbuddîn Şirâzî “el-eşbâhu’r-rabbaniyye” ifadesinin başka bir nüshada “el-
eşbahu’z-zebaniye” diye geçtiğini ve bu şekilde alındığında, cehennem zebanilerinin
karaltılarının bu âlemde gerçekleştiğinin anlaşıldığını; ancak rabbani karaltılar
ifadesinin daha genel olduğunu belirtir.103 Sühreverdî bu rabbanî karaltıların ancak
riyazet ve mücahede yoluyla tecrübe edilebileceğini; çünkü onların yansıdığı yerin
(mezahir) ortak duyu olmadığını belirtir. Nitekim kendisi kâhir nurlar, müdebbir nurlar,
iki berzah ve karanlık (zulmanî) ve aydınlık (müstenîr) asılı suretler âleminin varlığını
tecrübe etmiştir.104
Suda havada yürüme, bedenle birlikte göğe yükselme, mesafeler katetme
(tayyu’l-arz), yüce efendilerle temas kurma da misal âlemi olan orta doğunun
şehirlerinde gerçekleşir.105 Örneğin Pythagoras nefsiyle yüce âleme (el-âlemu’l-ulvî)
yükseldiğinde (‘urûc) feleklerin nağmelerini, yıldızların hareketinin seslerini işitmiştir.
Sonra bedene dönmüş ve makamları (elhân) tertip edip musiki ilmini tamamlamıştır.106
II. İNSANÎ NEFS
Bir önceki bölümde de gördüğümüz gibi insanî nefs, Nurların Nuru’nun
nurlarından bir nurdur. Kendi gerçekliğinde mücerret nur olduğu için kendinde apaçık,
zatıyla kaim ve canlıdır. Cisim olmadığı gibi cismin özellikleri ile de nitelenemeyen,
asla duyularla idrak edilemeyen, aksine kendini ve diğer şeyleri bilen insanî nefs, ∗ Kutbuddîn Şirâzî “insanlar ait mufarak nefsler”le ölümle bedenden ayrılan insanî nefsleri, “kâmil nefslerden mufarak olmayan” ifadesiyle insanî nefsin henüz bedenle birlikteyken nazarî ve amelî yetkinliğe ulaşması sebebiyle misal âleminde çeşitli suretlerde yansımasını ifade diyor olmalıdır. Sühreverdî’nin sembolik hikâyeleri de bu âlemde geçmektedir. 103 Kutbuddîn Şirâzî, s.494. 104 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.149; Kutbuddîn Şirâzî, s.491. 105 Sühreverdî, “Kîtâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis” s.505; “Hikmetü’l-işrâk”, s.160; Kutbuddîn Şirâzî, s.530-531. 106 Kutbuddîn Şirâzî, s.514.
39
bedenle ilişkisinin şiddeti sebebiyle kendini, yönetiminde olan bedeninde kaybetmiş ve
ne olduğunu unutmuştur. Kâh kendini bedene havale edip “Ben bu bedenim” demekte;
kâh kalbi aydınlandığında şüpheye düşüp “Ben bu beden miyim, değil miyim, yoksa
başka bir şey miyim?’ şaşkınlığı içinde bocalamaktadır. Oysa o, bu düşündüklerinden
hiçbiri değildir; bunların hepsinden başkadır.107
Sühreverdî bununla ilgili bir hikâye anlatır:
Yemen vilayetindeydim, San’a dedikleri yer. Hızlı hızlı yürüyen çok nurlu bir ihtiyar gördüm. Beni görünce güldü ve bana dedi: “Bu gece garip bir rüya gördüm; yaklaş da sana anlatayım.” Yanına gittim, ihtiyar bana dedi: “Dün gece rüyamda garip bir yer gördüm, nasıl bir yer olduğunu anlatamıyorum. Orada bir şahıs gördüm ki asla onun kadar güzelini görmedim ve işitmedim. Ona baktığımda son derecedeki güzelliğinden dehşete kapıldım, feryad ettim, ansızın gidip hasretinde kalmayayım diye koştum, her iki kulağına iyice yapıştım ve ona asıldım. Uyandığımda her iki kulağımı kendi elimde gördüm. Sonra dedim: “Âh! Bu kim? Bu benim perdem!” Kendi bedenine işaret ediyor, ağlıyordu.108
İşte insan kendini bedeninde kaybetmiş ve bedenine ben diye işaret etmeye
başlamıştır. Kendini bedeninden ibaret görüp cisimler âlemine hapsedenin nurlar
âlemiyle iletişim kurabilmesi asla mümkün olmayacaktır. Bu nedenle ona kendisinin bu
bedenden ibaret olmadığı hatırlatılmalıdır ki kalbinde kendinin kim olduğunu bilmek
için bir istek uyansın.
A. İNSANÎ NEFSİN MAHİYETİ
İnsanî nefs cisim olmadığına göre o ne âlemin içindedir ne de âlemin dışında.
Zira iç ve dış cismin sıfatlarındandır. Aynı şekilde ne bitişik (muttasıl) ne de ayrıdır
(munfasıl); çünkü bitişme ve ayrılma da cismin özelliklerindendir. Cisim olmayan bir
şey cismin sıfatlarıyla sıfatlanmaz. O halde, duyularla işaret (işaret-i hissî) edilemeyen
bir cevherdir.109
107 Sühreverdî, “Bustânu’l-kulûp”, s.368-369. 108 Sühreverdî, “Bustânu’l-kulûp”, s.369-370. 109 Sühreverdî, “Heyâkilü’n-nur”, s.87.
40
Sühreverdî, insanın gerçekliği (hakikat) olan, kendisine ‘ben’ diye işaret ettiği
bu “mücerret müdebbir nur”un çeşitli isimlerle ifade edildiğini belirtir: Filozoflar
(hukemâ) bu nefsi, “nefs-i nâtıka” diye isimlendirmişlerdir. Sûfîler ona “es-sırr”, “er-
rûh”, “el-kalb”, “el-kelime” demişlerdir. “Allah kişi ile kalbi arasına girer”110 yani Hakk
Tealâ insan ile kalbi arasında perde (hicab) olur anlamındaki ayette geçen “kalp” ile bu
nâtık nefs anlatılmaktadır. “Ey mutmain nefs! Razı olmuş ve razı olunmuş olarak
Rabbine dön!”111 ayetinde “nefs” diye isimlendirililen, “… O’na ancak güzel sözler
yükselir. Onları da amel-i Sâlih ulaştırır.”112 ayetinde “kelim” (sözler) diye ifade edilen,
“Meryem oğlu İsa Mesih ancak Allah’ın Rasûlü ve Kelimesidir. Meryem’e onu
(kelime) ve O’ndan bir ruh ilka etti.”113 ayetinde “ruh” olarak geçen de bu insanî
nefstir.114
Sühreverdî “Âvâz Per-i Cebrail” isimli sembolik risalesinde insanî nefsin
yaratılışını şöyle anlatır:
Hak Teâlâ’nın büyük (kübrâ) kelimeleri vardır ki o nurlu kelimeler O’nun kerim vechesinin nurlarındandır (sübühât) ve bazısı derece bakımından bazısının üstünde ve altındadır. İlk nur en yüce kelimedir ki ondan daha büyük kelime yoktur. Onun nur ve tecelli açısından diğer kelimelere nispeti güneşin diğer yıldızlara nispeti gibidir. … Bu kelimenin şuasından diğer bir kelime ve böylece birinden diğeri meydana gelerek kâmil sayıya ulaşır; işte bunlar en büyük kelimelerdir.115
Sühreverdî bu büyük kelimelerin en sonuncusun Cebrail olduğunu ve
insanların (âdemiyân) ruhları bu son kelimeden olduğunu belirtir. “İlk başta insanı
çamurdan yaratmıştır. Sonra onun zürriyetini dayanıksız bir suyun özünden üretmiştir.
Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş ona kendi ruhundan üflemiştir.”116 , “… Ona
ruhumuzu gönderdik..”117 “Meryem oğlu İsa Mesih ancak Allah’ın Rasûlü ve
110 Kur’an, Enfal Suresi, Ayet 24. 111 Kur’an, Fecr Suresi, Ayet 28. 112 Kur’an, Fâtır Suresi, Ayet 10. 113 Kur’an, Nisâ Suresi, Ayet 171. 114 Sühreverdî, “Bustânu’l-kulûp”, s.372; “Kelimetü’t-Tasavvuf”, s.110, 113. 115 Sühreverdî, “Âvâz Per-i Cebrail”, s.217-218. 116 Kur’an, Secde Suresi, Ayet 7-9. 117 Kur’an, Meryem Suresi, Ayet 17,
41
Kelimesidir. Meryem’e onu (kelime) ve O’ndan bir ruh ilka etti.”118 Mealindeki
ayetlerde “kelime” ve “ruh” sözcükleriyle gerçekliğe işaret edildiğini, her ruhun kelime
olduğunu ve insanların tek bir tür olduğunu gösterdiğini ifade eder.119
Büyük kelimelerin son kelimesi olan bu büyük kelimeden (kelime-i kübrâ)
sınırsız küçük kelimeler (kelimât-ı suğrâ) var olmaktadır (zahir). Filozof, “Allah’ın
sözleri tükenmez”120 “… Rabbini kelimeleri tükenmeden önce denizler tükenir…”121
ayetlerinin de buna işaret ettiğini, insanî nefslerin başka bir deyişle küçük kelimelerin
bu büyük kelimenin şualarından ibaret olduğunu belirtir.122 Keza gök kürelerin
nefslerinin de orta kelimeler (kelimât-ı vüstâ) olduğunu, “Yarıştıkça yarışanlara”, “İşi
düzenleyenlere andolsun”123 mealindeki ayetlerden ilkinde büyük kelimelere,
ikincisinde gök kürelerini (eflâk) hareket ettiren meleklere işaret edildiğini söyler.124
Sühreverdî anlatmaya devam eder:
Cebrail’in iki kanadı vardır; biri sağ kanattır ki o, saf nurdur ve sadece Hakk’a yöneliktir; onun varlık (buved) yönüdür. Diğeri sol kanattır ve onda ay üzerideki lekeler gibi karanlık (târikî) alameti vardır ve bu, onun yokluk (nâbûdî) yönüdür. … Cebrail’den (rûh-i kudsî) bir şua düştüğünde işte o kelimedir ve onu küçük kelime (kelime-i suğrâ) diye isimlendirirler. Peygamber (as) buyurmuştur ki: “ Allah yarattığını karanlıkta (zulmet) yarattı sonra onların üzerine nurundan serpti.” Buradaki “karanlık” Cebrail’in sol kanadına, “nur” ise sağ kanadının şuasına işarettir. “Karanlıkları ve aydınlığı vareden”125 ayetindeki “karanlıklar” dünyanın yaratılmasına işarettir; karanlıktan sonraki aydınlık (nur) ise sağ kanadın şuasındandır. … Dünya (âlem-i ğarûr) Cebrail’in sol kanadının sedası ve gölgesidir. Ruhlar onun sağ kanadının şuasıdır (rûşen). Verilen (ilkâ) bütün bilgiler (hakâyık) onun sağ kanadındandır.∗ “Onların kalbine iman yazmış ve katından bir ruh ile onarı
118 Kur’an, Nisâ Suresi, Ayet 171. 119 Sühreverdî, “Âvâz Per-i Cebrail”, s.218. 120 Kur’an, Lokman Suresi, Ayet 27. 121 Kur’an, Kehf Suresi, Ayet 109. 122 Sühreverdî, “Âvâz Per-i Cebrail”, s.219. 123 Kur’an, Nâziât Suresi, Ayet 4-5. 124 Sühreverdî, “Âvâz Per-i Cebrail”, s.219. 125 Kur’an, En’am Suresi, Ayet 1. ∗ O halde Peygamber’in vahye dayanan bilgisi de bütün bilgilerin ilkesi olmalıdır. bk. Nasr, “Şihâbeddîn Sühreverdî Maktul”, s.432.
42
desteklemiş”126 ve “Ey İbrahim! diye seslendik”127 ayetleri buna işaret etmektedir.128
Kur’an-ı Kerim’de de bu nâtık nefsin yaratılışı anlatılmıştır: “Sonra onu
tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir.”129 ayetinde mizac
tamamlanınca o mizaca uygun bir nefsin meydana geldiği ifade edilmektedir. “Ona
şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman ...”130 ayetinde ise “ruhum”
sözcüğüyle Rûhu’l-Kudüs’e işaret edilmiştir. Sühreverdî burada nefsin, yaratıcının
zatına izafe edilmesinin nefsin şerefine, cisimden ve cisimle ilişkiden mücerret oluşuna
(tecerrüd) ve ilâhî bir cevher olduğuna, “De ki: Ruh Rabbimin emrindendir.”131 ayetinin
ise nefsin cismani âleme değil ruhanî âleme ait olduğuna delalet ettiğini belirtir.
Beden ve nefsiyle birlikte insan yaratıldığında ruhanî âlem ile cismanî âlemin
kenarları (havâşî) birbirine karışmış, muhtasar numune olan insan, her iki âlemden
birlikte meydana gelmiştir. Bu sebeple ona “küçük âlem” denmiştir. İlk aklın ya da ilk
nurun ruhlar âlemin varlıklarının en şereflisi olduğu gibi, insan sureti de bu âlemin
varlıklarının en şereflisidir ve yaratılışta bütün varlıkların sonuncusudur ve nurlar
âleminin varlıklarının ilkiyle iletişime (peyveste) sahiptir.132
B. İNSANÎ NEFSİN BEDENDEN BAŞKALIĞI
Sühreverdî insanî nefsin bedenden başka olduğu üzerinde özellikle durur. Onun
bu konudaki açıklamaları, İbn Sînâ’nın insanî nefsin bedenden ayrı bir cevher olduğuna
dair delilleriyle paralellik arzetmektedir.∗
İnsanî Nefsin Kendilik Bilinci Süreklidir
Sen bütün cisim ve arazlardan habersiz olabilirsin; fakat kendinden, kendi
zatından asla gaip ve habersiz (gafil) değilsindir. Zaman zaman bedenin ve bedenine ait
126 Kur’an, Mücadele Suresi, Ayet 22. 127 Kur’an, Saffât Suresi, Ayet 104. 128 Sühreverdî, “Âvâz Per-i Cebrail”, s.220, 221, 222. 129 Kur’an, Secde Suresi, Ayet 9. 130 Kur’an, Hicr Suresi, Ayet 29. 131 Kur’an, İsrâ Suresi, Ayet 85. 132 Sühreverdî, “Yezdân-ı Şinâht”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde (403-459), s.419. ∗ İbn Siînan’ın nefsin bedenden ayrı bir cevher olduğuna dair delilleri için bk. Ali Durusoy, İbn Sînâ Felsefesinde İnsan ve Âlemdeki Yeri, 1. Basım, İstanbul: Marmara Üniversitesi İFAV Yayınları, 1993, s.50-57.
43
organların farkında olmadığında bile kendine ait bilincin süreklidir. Ayrıca bazı
organların yokluğunda bile insanın hayatının ve idrakinin eksilmediğini görülmektedir.
İnsanî Nefsin Kendini Bilmesi Bedenine Ait Parçaları Bilmesine Bağlı
Değildir
Bedene ait bilgi bedeninin parçalarını bilmeye bağlıdır; zira bütün ancak ona
ait parçalar bilindiği zaman bilinir. Eğer senin ‘sen’liğin bedeninden ya da bedeninin bir
parçasından ibaret olsaydı bedenini veya ona ait parçaların farkında olmadığında, onları
unuttuğunda kendini bilmiyor olacaktın. Oysa kendini sürekli idrak etmektesin. O halde
sen ne bu parçaların toplamısın ne de bunlardan birisin. Eğer onlardan birinin senin
‘sen’ olmaklığında bir katkısı olsaydı kendini asla onsuz düşünemezdin. Senin
‘sen’liğinin bir parçasını ‘sen’den ayırsaydın ‘sen’ diye bir şey kalmazdı. Örneğin, bir
ev, onun duvar gibi bir parçasını ondan ayırırsan ev diye bir şey kalmaz.133
Sen ne bedenin bütününden ibaretsin ne de beden senin bir parçandır. Eğer sen
bu bütün olsaydın, seni oluşturan organlarının tamamı senin karşında ve hatırında (yâd)
olmadığı için kendini hatırlamaman gerekirdi; çünkü bedeninin içindeki kalp, beyin vs.
organlar bilinmek (ma’rifet) için açılmaya (teşrih) muhtaçtırlar ve açmayınca onları
göremezsin ve ne olduklarını bilemezsin. Oysa sen idrakine konu oluyorsun ve kendini
idrak ediyorsun. O halde sen bütün bunlardan başkasın ve senin ‘sen’liğin bu beden
değildir. Senin zatın ve senin dayanağın (kavam) bazen unuttuğun bazen hatırladığın,
akletmek istediğinde parçalayıp açmaksızın akledemediğin bir şey olamaz.134
İnsanî Nefs Cisim Olmadığı Gibi Cisimde de Bulunmaz
Eğer zatının, seni sen yapan o şeyin nerede bulunduğunu bilmek istersen, zatın
hakkında, iyice düşün; farzet ki hava boşluğunda hiçbir yere temas etmeksizin
bulunmaktasın, duyulur âlem ve duyular âlemine ilişkin olan organların senin dışında;
133 Sühreverdî, “Pertevnâme” s.23; “Bustânu’l-kulûp”, s. 364; “Heyâkilü’n-nur”, s.85, “Hikmetü’l-işrâk” s.80; Sühreverdî, “Elvâh-ı İmâdî” s.129. 134 Sühreverdî, “Pertevnâme” s.23; “Bustânu’l-kulûp” s.364; “Elvâh-ı İmâdî”, s.129; Sühreverdî, “et-Telvîhât: el-İlmü’s-sânî fi’t-tabî’î”, s.342.
44
işte o zaman kendinin cisim olmadığını ve cisimde de bulunmadığını vasıtasız olarak
bilirsin. Öyleyse sen bedeninden ve bedenine ait parçalardan başkasın.135
Kendine ‘Ben’ Diye İşaret Eden, ‘O’ Diye İşaret Ettiğinden Başkadır
Sen kendinden ‘ben’ diye bahsediyorsun. Bedenine, bedenine ait parçalara ve
cisimler âlemindeki her şeye ‘o’ diye işaret ediyorsun. Kendisine ‘o’ dediğin her şeyi,
kendinden ve kendi ‘ben’liğinden ayırıyorsun. O halde kendinden ‘ben’ diye söz eden,
‘o’ diye işaret ettiği şeylerden başka olmalıdır; çünkü ‘ben’ bana ‘o’ olmaz.136
Aklî Seviyede İdrak Edilen Tümel Suretlerin Mahalli Cisim Olamaz
İnsani nefsteki aklî seviyede idrak edilmiş olan şeylerin (ma’kûlât) sureti
tümeldir (küllî); örneğin canlılık (hayvanî) gibi. Aklî seviyede idrak edilmiş suret
bölünme kabul etmez. Eğer onun bölündüğü farz edilse aklî seviyede değil değil hayalî
seviyede (muhayyel) idrak edilmiş olur. Bölünmediğine göre onun cisme taşınması
(hulul) düşünülemez; çünkü cisim bölünür. Bölünme kabul etmeyenin bölünme kabul
edene taşınması düşünülemez; çünkü bölünme kabul edende bulunan her şeyin onun
gibi bölünmesi zorunlu olur. Aklî seviyede idrak edilmiş (ma’kûl) suretler ölçülemez
(takdir) ve parçalara ayrılamaz. Öyleyse aklî seviyede idrak edilen şeylerin suretini
kabul eden insanî nefs ruhanî cevherdir ve bölünme kabul etmez. 137
Hiçbir şekilde bölünme kabul etmeyen mutlak ‘Bir’ i (vâhid) bilmektesin. Eğer
ona ait suret cisimde olsaydı, cisme tâbi olarak bölünebilir olması gerekirdi ve mutlak
‘Bir’ (vahdet) olmazdı. Öyleyse bu ‘Bir’ suretinin kendisinde bulunduğu şey cisim
değildir, cisimde de değildir ve bir yönde bulunuyor da değildir. O halde bölünmeyen
şeylerin bilgisinin (ilm) cisimde ve cismani olması düşünülemez (muhal). Öyleyse
bilginin mahalli cisim ve cismanî olmayan bir cevherdir ve o bizim nâtık nefsimizdir.138
Sen bir şeyi, o şeyin sureti senin zihninde var olduğunda (hâsıl) olduğunda ve
zihnindeki bu suret o şeyle uyuştuğunda (mutabık) onu olduğu gibi bilmiş olursun. Sen
135 Sühreverdî, “Heyâkilü’n-nur”, s.85; “Pertevnâme”, s.23; “Bustânu’l-kulûp”, s. 363; “Elvâh-ı İmâdî”, s. 129. 136 Sühreverdî, “et-Telvîhât: el-İlmü’s-sânî fi’t-tabî’î”, s.341. 137 Sühreverdî, “Yezdân-ı Şinâht”, s.424-425; “Elvâh-ı İmâdî”, s.126. 138 Sühreverdî “Pertevnâme”, s.24-25, 44.
45
“canlı”yı mutlak anlamda bilmektesin ve onu aynı anlamda file de, sivrisineğe de,
insana da uygulayabilmektesin. Öyleyse senin zihnindeki bu ‘canlı’ suretinin belirli bir
büyüklüğü ve şekli yoktur; aksi takdirde farklı büyüklük ve şekildeki varlıklara
uygulanamazdı. Belirli bir büyüklüğü ve şekli olmayan bir şey cisimde bulunmaz;
çünkü cismin belirli bir büyüklüğü ve şekli vardır. Cisimde bulunan bir şeyin zorunlu
olarak onun büyüklüğüne ve şekline tabi olması gerekir. Eğer suretlerin mahalli cisim
olsaydı, bulunduğu mahalle tabi olan suretler farklı büyüklük ve şekildeki şeylere
uygulanamazdı. Ayrıca, suret soyuttur (mücerret); büyüklüğü olmayan bir şeyin
büyüklüğe sahip bir şeyde bulunması asla düşünülemez (muhal). Öyleyse o suretin
bulunduğu mahallin büyüklüğü yoktur. O suret sende olduğuna ve sendeki bu ‘canlı’
sureti muhtelif varlıklara uygulanabildiğine göre senin kendinden ‘ben’ diye bahsettiğin
şey, cisim olmadığı gibi cisimde bulunan bir şey de değildir. Oysa bedenin cisimdir ve
‘ben’ bedenden başkadır.139
Aklî İdraki Gerçekleştiren Güç Cisim Olamaz
Göz bir şeyi idrak etmek istediğinde o şeyin onun karşısında olması gerekir ki
onu idrak edebilsin. Hayal bir şeyi idrak etmek istediğinde, onu idrak edebilmek için o
şeyin onun karşısında olmasına ihtiyaç duymaz; aksine karşısında bulunmadığı zaman
(gaybet) da görebilir; fakat mekân (eyn), nitelik (keyf) ve konum (vaz’) gibi arazlardan
o şeyi soyutlayamaz. Örneğin, bir yerde, bir elbise içinde, bir renkte ve bir büyüklükte
(miktar) görür. Akıl bir şeyi idrak etmek istediğinde, bu söylediklerimizin hepsinden
soyutlar, duyusal seviyede idrak edileni (mahsus) aklî seviyede idrak edilene (ma’kûl)
dönüştürür. Örneğin bir cismin suretini bütün cisimlerin suretlerine mutabık olacak
şekilde mutlaklaştırır ve bütün cisimler hakkında bir manada kullanır. Eğer bu mutlak
suret cisimde hâsıl olsaydı ona özgü bir büyüklüğü (miktar) olurdu ve farklı şeylere
mutabık olmazdı.140
Değişme ve Azalıp Çoğalma Kabul Etmeyen Cisim Olamaz
Bedenin sürekli değişmektedir. Yemek yiyorsun ve beslenme onda tasarrufta
bulunuyor; bedenin ihtiyacı olanlar alınıp diğerleri dışarı atılıyor. Harcadığın enerji 139 Sühreverdî, “Pertevnâme”, s.24; “Heyâkilü’n-nur”, s.86; “Elvâh-ı İmâdî”, s.125-126 140 Sühreverdî, “Bustânu’l-kulûp”, s.365-366.
46
(hararet ) sebebiyle bedeninde sürekli eksilme olmakta; yeni besinlerle bu eksiklik telafi
edilmektedir. Eğer hiç eksilme olmayıp gün be gün yeni gıdalar alınsaydı çok büyük bir
beden olurdu. Bedeninin bütün organları değişmektedir. Eğer senin ‘sen’in bu
organlardan ibaret olsaydı sürekli değişime uğrardı. Geçen yılki ‘sen’ bu yılki ‘sen’
olmazdı. Senin ‘sen’liğin ve ruhun değişmediğine, azalıp çoğalmadığına göre sen
bedenden başkasın.141
Sen aklen de zorunlu olarak bilmektesin ki bundan yirmi otuz yıl önce
mevcuttun; fakat bütün organların büyüyüp gelişerek değişime uğradı. O halde bizim
parçalarımız baki değillerdir. Ne cisimler ne de arazlar baki değillerdir. Bizim zatımız
bakidir. O halde bizim zatımızın cisimlerden ve arazlardan başka olması gerekir. Bizim
zatımız mücerret cevherdir.142
Bedenin Yaşlanmasına Bağlı Olarak Yaşlanmayan ve Bir Aletle İdrak
Etmeyen Cisim Olamaz
Nefs cisim (cirm) olmadığı gibi cisimde de değildir. Eğer cisimde olsaydı yaş
ilerleyip beden zayıfladığında onun da idraki zayıflardı; aksine kuvvetlenmektedir. Nefs
bir alet vasıtasıyla idrak ediyor da değildir. Eğer böyle olsaydı o aleti idrak etmek için
başka bir alete ihtiyaç duyardı ve alet zayıfladığında onun idraki de zayıflardı. Eğer
aletle olsaydı aleti idrak edemezdi; zira alete başka bir alet gerekirdi ki o aletle bu aleti
idrak etsin. Başka bir alet yok ve o aleti idrak edebilir. Eğer idrak aletle olsaydı kendi
zatını başka bir alet olmaksızın idrak edemezdi. Başka bir alet yok ve o kendi zatını
alete ihtiyaç duymaksızın idrak edebilir. Eğer aletle olsaydı güçlünün idrakinden sonra
zayıfı idrak edemezdi. Çünkü duyular/cismanî güçler güçlüden sonra zayıfı idrak
edemez. Örneğin göz parlayan güneşe baktıktan sonra eve girse karanlık görür,
lambanın ışığını iyi idrak edemez. Cismani güçler beden yaşlandığında zayıflamaktadır;
ama akıl gücü (âkile) böyle değildir.143
141 Sühreverdî, “Heyâkilü’n-nur”, s.86; “Bustânu’l-kulûp”, s.365; “Elvâh-ı İmâdî”, s.130; “et-Telvîhât: el-İlmü’s-sânî fi’t-tabî’î”, s.342. 142 Sühreverdî, “Pertevnâme”, s.44-45. 143 Sühreverdî, “Pertevnâme”, s.45; “Bustânu’l-kulûp”, s.368.
47
C. İNSANÎ NEFSİN BEDENLE İLİŞKİSİ
Yukarıda da görüldüğü gibi insanî nefs saf mücerret nurdur. Kendinden
başkasında nuranî heyet olarak dahi bulunmaz. O halde bu özellikte olan bir şey
karanlık kesif cisimlerde nasıl tasarrufta bulunabilir ve onları yönetebilir? Kendisiyle
herhangi bir uygunluğu (münasebet) olmayan bir şeyde doğrudan tasarrufta
bulunamayacağına göre, ancak kendisine ait olan ve bir tür uygunluk vasıtasıyla
bedende tasarrufta bulunabilir. İşte kendisine ait olan o aracı, kalbin sol boşluğundan
kaynaklanan ve bütün bedene yayılan latif cevher olan “hayvanî ruh”tur. Bu ruh, bedeni
oluşturan dört sıvının karışımının (ahlât) letafetinden ve özel bir erdeme (fazilet) uygun
olarak onların hülasasından meydana gelmiş şeffaf, sıcak, latif, mutedil ve yüce/göksel
cisimlere (berâzih) benzeyen bir cisimdir (cirm). Yarı saydam bir cisim olduğu için,
nuru kabul etmeye ve korumaya, suretleri korumaya yönelik bir kesafet (hâciziyyet)
vardır. Ondaki letafet, sıcaklık ve hareket arız nuru kabule uygundur ve bu uygunluk
sebebiyle insanî nefs bedenle ilişkiye sahiptir. Bu ruh, yarı saydam olduğu için,
yansıyan ışığı (şua) kormakta, nurlu ve aydınlanmış olanın misalinin kendisine
yansıdığı yer (mazhar) olmaktadır.144
Kalbin sol boşluğundan kaynaklanan bu ruh, latif ve hareketli olduğu için
bütün organlara, damarlara ve sinir şebekelerine eşit olarak nüfuz eder. Ruhun bazı
organlara gitmesinde engel meydana geldiği zaman o organ ölür ve canlılığını kaybeder.
Doktorların felç diye isimlendirdikleri hastalık da bu ruhun geçiş yolunun
kapanmasından meydana gelir. “Hayvanî ruh” diye isimlendirilen bu ruh bütün
canlılarda (cânuverân) bulunur ve bu ruhun ciğere giden ve beslenme vb. nebati güçleri
gerçekleştiren yönü “tabii ruh” diye isimlendirilir.145
Kalbin sol boşluğundan kaynaklanan bu ruh beyne yükselir ve onun
soğukluğuna uygun olarak mutedil olur. İşte İnsanî nefs bedende bu ruh vasıtasıyla
tasarrufta bulunur. Duyum (hiss) ve hareket bu ruhla sağlanır. İnsanî neftsen nuru kabul
144 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.135; “Yezdân-ı Şinâht”, s.421; “el-Lemehât”, s.203; Şemsüddîn Muhammed Şehrezûrî, Şerhu Hikmeti’l-işrâk, Hossein Ziai (tsh.), Tehran: Mevsûatu’l-mutâla’ât ve tahkîkât-ı ferhengî, 1372, s.496; Kutbuddîn Şirâzî, s.442. 145 Sühreverdî, “Pertevnâme”, s.31; “Bustânu’l-kulûp”, s. 355-356; “Heyâkilü’n-nur”, s.89.
48
eden bu ruh “nefsanî/insanî ruh” diye isimlendirilir.146 Kutbuddîn Şirâzî beyne yükselen
bu ruhta aynadaki gibi bir parlaklık meydana geldiğini ve bu parlaklık nedeniyle misal
âlemindeki suretlerin kendisinde yansıması için uygun olduğunu belirtir. Bu ruhun,
nurluluk ve tutuşma açısından kalbin sol boşluğuna konulmuş lamba (sirâc) gibi
olduğunu söyler. Onun fitili, sağ taraftan ona gelen buhar ve yağı ciğerden ona çekilen
kandır. Duyum ve hareket onun nurudur; hayat ışığı, şehvet sıcaklığı, öfke dumanıdır.
Unsurlarda ve unsurlara ait şeylerde nura ondan daha uygunu yoktur. Nur, doğal olarak
nura meyleder ve onunla ilişkisi sebebiyle sevinir, karanlıktan nefret eder. Yağ ve fitil
bulunduğu sürece lambanın ışığı olan hayat sebebiyle insanî nefsin bu ruhla ilişkisi
devam eder. Yağın ve fitilin yok olması ve (intifa) lambanın ışığının sönmesiyle beden
ölür ve ilişki kesilir. Bu ruh bütün bedende dolaşır; çünkü lamba kalpte olsa bile onun
ışığı bütün bedene ulaşır. Bu ruhun her parçası, hangi uzuvda olursa olsun lamba gibi
bizatihi ışık (şu’le) sahibidir. Fakat nurların birbirleriyle olan iletişimi (ittisal) sebebiyle
insan, bu lambaların ve şulelerin bir lamba ve bir şule olduğunu tahayyül eder.147
D. İNSANÎ NEFSİN GÜÇLERİ
İnsan büyük âlemin özet bir örneği (nüsha muhtasara) olduğu için büyük
âlemdeki her şeyin bir örneği onda vardır. Bu nedenle o, hayvanî ve nebatî güçlerin
tamamına sahip olma yanında aklî yetkinlikleri elde etme gücüyle de donanmıştır. İşte
bu nedenledir ki kendini (nefs) ve bedenini nasılsa öyle olduğu gibi tanıyan var olan her
şeyi (mevcûdât) ilmî olarak kuşatabilecektir.148
Bitkiler (nebat) nefs sahibi varlıkların en aşağısıdır ve baş aşağı
yaratılmışlardır. O nedenle kökleri (asl) yerdedir. Onlar köklerinden kesildiğinde bütün
güçleri yok olur (bâtıl). Hayvanlar nâtık değillerdir; fakat bitkilerden daha şerefli
olduklarına göre baş aşağı da değillerdir. Bütün insanlarda nebatî ve hayvanî nefse ek
olarak natık nefs bulunduğu için onun başı göğe doğrudur. Onun endamı tamdır (kâmil).
“Biz insanı en güzel biçimde yarattık.”149 ve “Size şekil verip şeklinizi güzel yapan”150
146Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.135; “Bustânu’l-kulûp”, s.355; “Heyâkilü’n-nur”, s.89; “Pertevnâme”, s.31; “Kelimetü’t-Tasavvuf”, s.113. 147 Kutbuddîn Şirâzî, s.442, 443-444. 148 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.134; Kutbuddîn Şirâzî, s.441. 149 Kur’an, Tîn Suresi, Ayet 4. 150 Kur’an, Mü’min Suresi, Ayet 64.
49
ayetleri onun nefsinin şerefini, bedeninin itidalini ve suretlerinin uygunluğunu ifade
etmektedir.
Sühreverdî İsrâ suresinin yetmişinci ayetini insanî nefsin güçleri açısından
şöyle tahlil eder:
“Biz hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık...” yani ona cevheri baki olup bozulmayacak, bilgileri ve erdemleri (ulûm ve fezâyil) elde etmeye kabiliyetli olan (müste’id) nâtık nefsi verdik; “Onları karada ve denizde taşıdık”, “kara” yani onlara hissi idrak organları (medârik-i hissî) ve “deniz” yani akli idrak organları (medârik-i aklî) ile donattık; “Kendilerine güzel rızıklar verdik”, yani kesin bilgilerden (ulûm-i yakînî) ve gerçek bilgilerden (maârif-i hakîkî) verdik; “Onları yaratıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.” yani onlara artı olarak verdiğimiz şey onların suretlerinin dış görünüşleriyle (zahir) uygunluğu (münâsebet) ve mizacının itidaline göre iç yapısının (bâtın) süslenmesi, bâtının bâtını olan hareket (muharrike) ve idrak (müdrike) güçlerine arzu (şehvet), öfke (gazab), tehayyül ve tefekkür halleri ilave edilmesi ve bâtının bâtınının bâtını olan onların nâtık nefsi ve nazarî ve amelî aklıdır.
Ayrıca “Nimetlerini açık (zahir) ve gizli (bâtın) olarak size bolca ihsan ettiğini
görmediniz mi?”151 ayetinde de ‘zahir’ ile hissî idrak güçleri (medârik-i hissî), ‘bâtın’
ile aklî idrak güçlerinin (medârik-i aklî) kastedildiğini belirtir.152
1. İnsanî Nefsin Nebatî Güçleri
Beslenme (ğâziye) Gücü: Beslenme, doğumdan ölüme kadar işlevini devam
ettiren güçtür. İnsanî nefs nasıl cisimlerdeki suretleri müşahede ediyor, aklediyor ve
onları kendi cevherine uygun nurlu tümel (âmme) suretlere dönüştürüyorsa, onun beden
olan kalesindeki (sîsiye) beslenme gücü de besinler üzerinde tasarrufta bulunarak onları
organların kullanacağı hale dönüştürür sonrada ihtiyacı olan organlara ulaştırır. Böylece
beslenme, bedenin büyüyüp gelişmesine yardımcı olur. Bedene alınan ham besinleri
organların kullanacağı hale dönüştürmek için beslenme gücüne dört güç hizmet eder:
Câzibe, mâsike, hâzime ve dâfia. Câzibe, besini alır; mâsike, organların kullanacağı
151 Kur’an, Lokman Suresi, Ayet 20. 152 Sühreverdî, “Elvâh-ı İmâdî”, s.159.
50
şekilde işlenmesi için besini tutar; hâzime, besini sindirir ve organların kullanımına
hazır hale getirir; dâfia, işe yaramayan kısımları dışarı atar.153
Büyüme (nâmiye) Gücü: Nasıl ki insanî nefsin kökeninde Nurların Nurundan
ve mücerret nurlardan taşan sânih nurlarla, nuranî heyetlerle yetkinleşme ve kuvveden
fiile çıkma vardır; aynı şekilde insanî neftsen beden kalesinde orantılı olarak üç boyutta
(aktâr) artmayı gerektiren bir güç meydana gelir. Bu büyüme gücüdür.154
Üreme (müvellide) Gücü: Tam mücerret nurun kökeninde (sinh) başka bir nur
için ilke olma vardır. O nedenle, İnsanî neftsen, onun beden kalesinde nur sahibi başka
bir kaleyi gerektiren bir güç meydana gelir. Bu, türün devamını sağlayan üreme gücüdür
ve büyüme gücünden sonra gelir.155
2. İnsanî Nefsin Hayvanî Güçleri
İnsanî nefsin hayvanî güçlerinin iki grupta incelenir: Hareket (muharrike) ve
idrak (müdrike) güçleri.156
a. İdrak Güçleri
(1) Dış (zahir) idrak güçleri:
Dokunma (lems) Duyusu: Bedenin dış yüzeyinin bütününe yayılmış güçtür.
Hafiflik, ağırlık, yumuşaklık sertlik bu duyuyla idrak edilir.
Tatma (zevk) Duyusu: Dilin dış yüzeyine yayılmış sinirler üzerinde bulunan
güçtür. Tatlıyı, ekşiyi, acıyı, tuzluyu idrak eden odur.
Koku Alma (şemm) Duyusu: Kokuların kendisiyle idrak edildiği, güzel ve
kötü kokunun arasını ayırt eden güçtür.
153 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.134; “Bustânu’l-kulûp”, s.351; “Elvâh-ı İmâdî”, s.132; “Pertevnâme”, s.26-27; “et-Telvîhât: el-İlmü’s-sânî fi’t-tabî’î”, s.281 “el-Lemehât”, s.200-201. 154 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk, s.134; “Pertevnâme”, s.27; “el-Lemehât”, s.201; “et-Telvîhât: el-İlmü’s-sânî fi’t-tabî’î”, s.281; Kutbuddîn Şirâzî, s.440. 155 Sühreverdî, Hikmetü’l-işrâk”, s.134; “Pertevnâme”, s.27; “el-Lemehât”, 201. 156 Sühreverdî, “el-Lemehât”, s.201.
51
İşitme (sem‘) Duyusu: Kulağın içindeki sinirler üzerinde bulunan, kendisiyle
seslerin hava dalgası aracılığıyla idrak edildiği güçtür.157
Görme (basar) Duyusu: Göz içindeki sinirde bulunan ve suretleri idrak eden
güçtür. Sühreverdî gözün bir şeyi görmesinin, ondan bir cisim olan bir ışının (şua) çıkıp
o şeye ulaşması aracılığıyla olmadığını belirtir. Bu aklen imkânsızdır (muhal); zira eğer
bu ışın (şua) araz ise yer değiştirmez, latif bir cisimse göz açıldığı anda bütün âleme
yayılırdı. Ayrıca böyle olduğu düşünüldüğü takdirde güneşi, sabit yıldızları vb. görmesi
için gökleri (eflâk) parçalaması gerekirdi. Aksi takdirde birinden geçip diğerine
ulaşamazdı. Yine, eğer görme, gözden latif bir cismin çıkmasıyla olsaydı sıvının
altındaki bir şeyin cam içindeki bir şeyden daha çabuk görülmesi gerekirdi. Hâlbuki
cam içindeki bir şey, su içindeki bir şeyden daha çabuk görülebilir.158 Göz, sağlam
gözün aydınlanmış nesneyle (müstenîr) karşı karşıya gelmesi suretiyle idrak eder.
Sağlam gözede nemli, saf, şeffaf, parlak ayna gibi bir şey vardır. Bu şekilde insanî nefs
için gözün karşısındaki nesneyi müşahede ederek idrak ettiği huzûrî işrâkî bir bilgi (ilm)
meydana gelir (vâki).159
(2) İç (bâtın) İdrak Güçleri:
Ortak Duyu (Hiss-i müşterek): Yunan terminolojisinde “fantasia” denen,
beynin ilk ön boşluğunda bulunan güçtür. Beş duyuya nispetle beş nehrin sularının
kendisinde toplandığı havuza benzer. Dış idrak güçleriyle idrak edilen bütün suretler
(suver-i mahsûsât) onda toplanır ve onun gözetiminde birleştirilir ve bu güçle suret açık
seçik görülür.160 Duyularla idrak edilenlerin (mahsûsât) tamamının sureti ortak duyu ile
müşahede edilerek idrak edilir. Eğer müşahede hayalle olsaydı tehayyül edilen her şeyin
müşahede edilmesi gerekirdi. Ortak duyu olmasaydı “bu beyaz ve tatlıdır” veya “o siyah
ve ekşidir” şeklinde hüküm veremezdik; zira dış duyuların hiç birinde birden fazla suret
yoktur. Hâlbuki hüküm veren için her iki suretin de kendisinde bulunması (hazır)
gerekir ki hüküm verebilsin. Örneğin dönmekte olan noktanın daire gibi görünmesi,
157 Sühreverdî, “Pertevnâme”, s.27; “Bustânu’l-kulûp”, s.352; “et-Telvîhât: el-İlmü’s-sânî fi’t-tabî’î”, s.296-302; “el-Lemehât”, s.201-202; “Kelimetü’t-Tasavvuf”, s.111. 158 Sühreverdî, “Pertevnâme”, s.28-29; “Bustânu’l-kulûp”, s.353; “el-Lemehât”, s.202; “et-Telvîhât: el-İlmü’s-sânî fi’t-tabî’î”, s.307-308. 159 Kutbuddîn Şirâzî, s.434-435. 160 Sühreverdî, “Heyâkilü’n-nur”, s.87.
52
ortak duyunun peşpeşe kendisine gelen görüntüleri birleştirmesi sebebiyledir. Bir kimse
odun parçasını kızarıncaya kadar ateşte tutar sonra da onu dönderirse bir daire olarak
idrak edilir; çünkü göz önce onu nokta olarak görür ve onu ortak duyuya gönderir; ortak
duyu ilk gelen bu sureti saklar. Göz, idrak alanı içinde bulunan (hazır) cisme ait ikinci
pozisyondaki gördüğü sureti ortak duyuya gönderir; ortak duyu bunu da saklar. Ve bu
işlem üçüncü, dördüncü olarak arka arkaya devam eder. Nihayet bu idrakten bir daire
oluşur.161
Hayal Gücü: O ortak duyunun deposudur (hizâne, hazine). Ortak duyu
suretleri çabuk kabul eder fakat uzun süre saklayamaz. Ortak duyunun hakkında hüküm
verdiği her şey hayal gücüne gönderilir ve hayal onu saklar. Böylece dış idrak
güçlerinin idrak ettiği suret duyu organlarından kaybolduğunda (gaybet) dahi onda saklı
kalır. Bu güç beynin ön boşluğunun arka kısmında bulunur.162
Vehim Gücü: Beynin orta boşluğunda bulunur. Hayvanlarda tikeller (cüz’î)
hakkında hüküm veren odur. Duyularla idrak edilenlerde (mahsûsât) bulunan fakat
duyularla idrak edilmeyen manaları idrak eder ve cüz’î hükümler verir. Koyun, onunla
idrak ettiği mana sebebiyle kurdun kendisinin düşmanı olduğuna ve ondan kaçmak
gerektiğine karar verir. Bu güç, duyulardan başkasına tabi olmaz. Akli bilgiye konu olan
şeylerde (ma’kûlât) akılla münazaa eder. Burhanları kabul eder fakat çoğu kez aklın
ulaştığı neticeyi inkâr eder; zira cisimde tabiat olmuş (cirmanî) bir güçtür. Örneğin bir
kimse geceleyin bir ölünün bulunduğu eve gidecek olsa, akıl ona ölünün hareket
etmeyeceğine ve ondan korkmanın gereksiz olduğuna dair güven verse bile vehim gücü
onu korkutur ve oradan kaçmak gerektiğini söyler. Sonunda galip gelir ve o kimse
oradan kaçar. Bu güç beynin orta boşluğunda bulunur.163
Mütehayyile Gücü: Suretleri ve hükümleri birleştirip ve ayırarak yeni suretler
üreten güçtür. O uzuvları birbirinden ayrılmış bir canlı tasvir eder ve muhtelif canlı
uzuvlarından bir canlı oluşturur (terkip). Örneğin başını bir insandan, boynunu bir
161 Sühreverdî, “Bustânu’l-kulûp”, s.354; Pertevnâme”, s.29-30; “Elvâh-ı İmâdî”, s.130-131; “el-Lemehât” s.203; “Kelimetü’t-Tasavvuf”, s.112; “et-Telvîhât: el-İlmü’s-sânî fi’t-tabî’î”, s.316. 162 Sühreverdî, “Bustânu’l-kulûp”, s.354; Pertevnâme”, s.30; “Elvâh-ı İmâdî”, s.130-131; “el-Lemehât” s.203; “Kelimetü’t-Tasavvuf”, 112; “et-Telvîhât: el-İlmü’s-sânî fi’t-tabî’î,” s.320. 163 Sühreverdî, “Bustânu’l-kulûp”, s.355; “Pertevnâme”, s.30; “Elvâh-ı İmâdî”, s.130-131; “el-Lemehât” s.203; “Heyâkilü’n-nur”, s.87-88; “Kelimetü’t-Tasavvuf”, 112; “et-Telvîhât: el-İlmü’s-sânî fi’t-tabî’î”, s.321.
53
deveden ve sırtını bir kaplandan alarak muhtelif organların birleşiminden oluşan bir
canlı tasavvur eder. Sürekli hareket halindedir, ne uykuda ne de uyanıkken sakindir.
Eğer bu güç olmasaydı biz düşünemezdik. Beynin orta boşluğunun sonunda bulunan bu
güç vasıtasıyla bilgiler üretilir ve sanatlar oluşturulur. Çıkarımlarda (istinbat) bulunmak
için önermeler oluşturmak (terkip ve tafsil) onun hükmüyle gerçekleşir. Akıl onu
hâkimiyeti altına alıp (istila) kullandığında ona “müfekkire”, vehim ona galip
olduğunda “mütehayyile” diye isimlendirilmektedir. İç idrak güçleri arasında ondan
daha yücesi yoktur.164
Hafıza ve Zâkire Gücü: Beynin arka boşluğunda bulunan güçtür. Hayal
gücünün ortak duyunun idrak ettiği suretlerin deposu olduğu gibi hafıza da vehim
gücünün deposudur (hazine); vehim gücü tarafından idrak edilen her suret ve
mütehayyilenin verdiği hükümler bu güçte saklanır ve bu güç vasıtasıyla hatırlanır.165
Bu iç idrak güçlerinin her birinin beyinde özel bir yeri vardır. Bu yerlerden biri
bozulduğunda ya da hastalandığında orada bulunan güç bozulur (halel). Bu güçlerin
birbirinden farklı olduğu bu şekilde bilinir. Yani bir güç bozulduğunda diğeri sağlam
kalmaktadır.166
a. Hareket Güçleri
Sühreverdî, insanî nefsin güçlerinin onun bedendeki (sîsiye) dalları olduğunu,
nefsi ve onun fiillerini kabule istidadı olan mizaca kâhir nurlardan insanî nefsin feyezan
etmesi gibi insanî nefsle beden arasındaki şevkî ilişki sebebiyle güçleri kabule istidadı
olan bedene insanî nefsten bu güçlerin feyezan ettiğini belirtir. Her mücerret nurun
kendi altındakine kahrı olması sebebiyle bedene nefsten öfke gücü (kuvve gadabiyye)
feyezan eder. Öfke gücü, nefsin uygun görülmeyenden uzaklaşmasını sağlar. İlkesine
(sinh) muhabbeti sebebiyle şehvanî gücü (kuvve şehvâniyye) feyezan eder. Bu, nefsi
164 Sühreverdî, “Bustânu’l-kulûp”, s.355; “Pertevnâme”, s.30; “Elvâh-ı İmâdî”, s.131; “el-Lemehât” s.203; “Kelimetü’t-Tasavvuf”, 112; “et-Telvîhât: el-Fennü’s-sânî fi’t-tabî’î”, s.324. 165 Sühreverdî, “Bustânu’l-kulûp”, s.355; “Pertevnâme”, s.30-31; “Elvâh-ı İmâdî”, s.132; “el-Lemehât” s.203; “Heyâkilü’n-nur”, s.88; “Kelimetü’t-Tasavvuf”, 112; “et-Telvîhât: el-İlmü’s-sânî fi’t-tabî’î”, s.322-323. 166 Sühreverdî, “Heyâkilü’n-nur”, s.88; “Pertevnâme”, s.31, “Elvâh-ı İmâdî”, s.132; “Kelimetü’t-Tasavvuf”, 112; Seccâdî, “Havâss-ı Penç-gâne ez-Nazar-ı Felsefe-i İşrâk”, Mecelle-i Dânişkede-i Edebiyyât ve Ulûm-i İnsânî, Cilt.23, Sayı.1-2 (Behâr ve Tâbistân 1976), s.279-287.
54
uygun görülene çeken güçtür. Canlılarda harekete sebep olan bu gücün her ikisine
birlikte “arzu” (şevk) gücü denir.167
3. İnsanî Nefsin Akıl Gücü
Sühreverdî insanî nefsin nazarî ve amelî olmak üzere iki gücü olduğunu ve
bunların her birinin akıl diye isimlendirildiğini belirtir. Ayrıca buradan hareketle onda
nazarî ve amelî olmak üzere iki suretin tabiat olduğu düşünülmemesi gerektiğini ekler.
O, maddî ve sûrî iki cevherin bileşimi (mürekkep) değildir. Bu iki güç, nefsin metafizik
âlem (kuds) ve cisimler âlemiyle olan ilişkisini ifade etmek için kullanılmış insan
aklının koyduğu soyut kavramlardır (itibaratun izâfiyyetün); yoksa dış dünyadaki bir
gerçekliğe işaret ediyor değildir.168
Nazarî Akıl Gücü: İnsanî nefsin sadece bilmeye (ilm) hasredilmiş yüce (ulvî)
âleme âleme yönelik olan, gök nefislerine benzemek ve oradan kemal yardımı almak
için o âleme özgü cephesidir nazarî akıl gücü. Metafizik (ruhanî) âlemden ilimler ve
faydalar (ulûm ve fevâid) elde eder (iktibas). Tümel suretler ve bilgiler (ulûm) nefsin
metafizik âlemle ilişkisinden, oradan etki almasından (infial) meydana geldiği için bu
güce “ilmî ve nazarî güç” adı verilmiştir. “Nefsin bilgiyi (ârâ) kazanmaya hazır oluş
gücü” olarak tanımlanan “zihin” de bu bilme gücü olmalıdır. Anlama (fehm) ise, bu
gücün kendisine geleni tasavvur için hazır oluş güzelliğidir.169
Amelî Akıl Gücü: Nefsin amelî gücü, bedeni yönetmek için cisimler âlemine
yöneliktir. İnsanın bilginin (ârâ) gerektirdiği şekilde bedenle ilişkisini düzenleyerek
onun üzerinde hâkimiyetini (tasallut) gerçekleştiren bu güç, bedende tabiat olmuş idrak
güçlerini kullanarak faydalı olana (maslahiyyet), sanatlara (sınâ’ât) vb. ilişkin durumları
(umûr) elde etmektedir (istihrâc). Ayrıca bu güç, nazarî gücün yardımıyla yaygın olarak
kabul edilen öncülleri (el-mukaddimâtu’l-meşhura) meydana getirmektedir. Bu güce
167 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.133-13 “Pertevnâme”, s.27; “Elvâh-ı İmâdî”, s.132; “Bustânu’l-kulûp”, s.351, “Heyâkilü’n-nur”, “Kelimetü’t-Tasavvuf”, s.112; s.88; Kutbuddîn Şirâzî, s.438. 168 Sühreverdî, “et-Telvîhât: el-İlmü’s-sânî fi’t-tabî’î”, s.349. 169 Sühreverdî, “Bustânu’l-kulûp”, s.373; “Yezdân-ı Şinâht”, s.422-424, 436, “el-Lemehât” s.207; “et-Telvîhât: el-İlmü’s-sânî fi’t-tabî’î”, s.349, 354, 456.
55
idrak eden olması açısından değil idrak edenden dolayı muharrik olması açısından
“amelî akıl” denilmektedir.170
Bu iki gücüne nispetle nefsin iki tür yetkinliği (kemal) vardır: a) İlmi yetkinlik:
Onun, gücü ölçüsünde var olan -ruhanî ve cismanî- her şeyin bilgisiyle, varlıkta
oldukları şekliyle nasılsalar öyle, bilgilenmesidir (müntegaş). Bütün mevcudat hakkında
kesin bir bilgiye (ilm-i yakîn, yakînî burhan) sahip aklî olarak bilen olmasıdır. b) Amelî
yetkinlik: Beden üzerinde hâkim olma (isti’lâ) niteliğinin (hey’et) var olması, bedende
tabiat olmuş güçlerden etkilenmemesi, onun yetkinliğini elde etmesini engelleyecek
bedeni izlerden hiçbir iz (eser) kalmayıncaya dek bedenî ilişkilerden mücerret olması,
lezzet ve elemin onu halden hale dönüştürmemesi, dünya metaı ve güzelliklerinin onu
mağrur etmemesidir.171
4. İnsanî Nefsin Güçlerine İlişkin Değerlendirme
Sühreverdî adı geçen eserlerinde insanî nefsin iç idrak güçlerinin beş tane
olduğunu belirtmekle birlikte, bilgi konusundaki inancını (itikad) açıkladığı “Hikmetü’l-
işrâk” isimli eserinde iç idrak güçlerinin beşle sınırlandırılamayacağını ifade eder. Ona
göre hatırlama gücü (zâkire), nefse ait bir tür yetenektir (istidat). Mütehayyile, vehim ve
hayal ise, çeşitli açılardan (itibârât) bir güce verilmiş farklı isimlerdir. İster cüz’î imge
isterse tümel suret seviyesinde olsun, beyinde tabiat olmuş, kazanılmış bilgilerin
depolandığı hayal ve hafıza gibi güçler yoktur.
Şöyle ifade ediyor:
“İnsan bir şeyi unuttuğu zaman, onu hatırlamak (zikr) çoğunlukla zor oluyor. Bazen çok fazla çaba sarfetmesine rağmen onu hatırlayamıyor; bazen de aynıyla hatırlıyor. Hatırladığı şey bedeninin bir gücünde değildir. Aksi takdirde, onu elde etmek (talep) için çok çabalamasına rağmen müdebbir nurdan gaip olmazdı. Bedeninin bir gücünde saklı (mahfuz) olduğu halde bir engel (mâni’) ona mani oluyor da değildir; çünkü talip, mutasarrıf nurdur; cismanî (berzahî) değildir ki, kalesinin (sısıye) güçlerinden birinde saklı olan bilgiye
170 Sühreverdî, “Bustânu’l-kulûp”, s.373; “Yezdân-ı Şinâht”, s.422-424, “el-Lemehât” s.207; “et-Telvîhât: el-İlmü’s-sânî fi’t-tabî’î”, s.349, 354. 171 Sühreverdî, “Yezdân-ı Şinâht”, s.436-437.
56
(emr) ulaşmasına bir engel (mâni’) mani olsun. İnsan, gaflet halindeyken, zatında ve kalesindeki idrak edilen bir şeyin bilincinde değildir (lâ yeş’uru). O halde hatırlama (tezekkür), zikr âlemindendir. O, feleklere ait müdebbir nurların (el-envâru’l-esfehbediyye el- felekiyye) mevkiidir (mevâki’). Onlar hiç bir şeyi unutmaz. Bunun gibi, hayalî suretlerin hayalde depolanıyor (mehzûne) olmasının da aslı yoktur (batıl). Çünkü onlar orada olsaydı (müdebbir nur) için hazır olurdu ve o, onları idrak ederdi. Örneğin insan, Zeyd’in imgesini (tehayyül) kaybettiği zaman kendisinde ona ait idrak edilecek bir şey bulamaz. Bilakis, ona ilişkin herhangi bir şeyi duyumladığı (ehasse) veya ona ilişkin herhangi bir şeyi düşündüğü zaman, düşüncesi Zeyd’e geçer (intikal) ve onun için Zeyd’in suretini “zikir âlemi”nden geri getirme istidadı hâsıl olur. Zeyd’in suretini zikir âleminden geri getiren insanî nefstir.
Bazı insanlar cüziler hakkında hüküm veren (hâkime) vehim gücü (kuvve vehmiyye) ve birleştirme ve ayırma (terkip ve tafsil) eylemini yapan mütehayyile gücü olmak üzere insanda iki ayrı gücün olduğunu ispat ettiler. İkisinin mahallinin de beynin orta boşluğu olmasını zorunlu gördüler (evcebe). Biri onlara derse ki, vehim aynıyla mütehayyiledir. Hüküm veren, ayıran ve birleştiren odur. Onların farklı olduğuna delilin, ya biri bozulurken diğerinin sağlıklı olmasıdır. Oysa müteheyyilenin sağlıklı olduğunu iddia etmek mümkün değildir; çünkü her ikisinin yeri de aynıdır. Ya da fiillerinin çokluğu sebebiyledir. Fiiller çok olduğu için güçler de çoktur hükmünü vermek mümkün değildir. Bir gücün iki fiili gerektirmesi niçin caiz olmasın. Ortak duyu (el-hissü’l-müşterek) tek bir güç olmasına rağmen, idraki ancak beş duyuyla gerçekleşen duyulurları (mahsûsât) idrak etmiyor mu? O duyulurların tamamının imgelerini (müsül) kendisinde (inde) topluyor ve onları müşahede ederek idrak ediyor. Eğer böyle olmasaydı biz, şu beyaz tatlıdır, şeklinde hüküm veremezdik. Çünkü hâkimin hüküm verebilmesi için her iki suretin de bulunması (huzur) gerekmektedir. Bir gücün birçok idraki gerçekleştirmesi caiz olduğuna göre, vehmî hükmün mütehayyilenin fillerine muhalefet etmeyecek şekilde, bir gücün birçok fiilinin olması caizdir. Şaşırtıcıdır ki onlardan biri, “mütehayyile eylemde bulunur (tef’alu) fakat idrak etmez” dedi. Bunu söyleyen kimseye göre idrak suretledir. Mütehayyilede suret olmadığına göre idrak etmez. O halde hangi şeyi birleştirir ve ayrıştırır. Başka bir güçte olan sureti nasıl birleştirir ve ayrıştırır? Suret olmaksızın mütehayyilenin sağlıklı (selâme) olması mümkün olmadığına göre, hayal veya onun yeri
57
bozuldu fakat mütehayyile sağlıklıdır (selîme) denilemez. Zira onun fiilleri surete bağlıdır. Gerçek (hakk) şu ki, bu üçü bir güçtür. İtibarlar sebebiyle farklı deyimler kullanılır.172
Kudbuddîn Şirâzî ve Şehrezûrî, şerhlerinde bu üç gücün hayal, vehim ve
mütehayyile olduğunu belirtirler. O güce, kendisinde imgelerin (hayalî suret) bulunması
(huzûr) itibariyle ‘hayal’, duyulurlara ilişkin cüzi manaları idraki itibariyle ‘vehm’,
terkip ve tafsil yapması itibariyle ‘mütehayyile’ denmiştir. Bu üç gücün mahalli beynin
orta boşluğudur.173
O halde o, her ne kadar Meşşâî geleneğe tabi olarak yazdığı çeşitli eserlerinde
iç idrak güçlerini beş tane olarak açıklamış ve yine aynı geleneğe tabi olarak bu güçlerin
idrakin gerçekleşmesindeki rollerini açıklamış olsa da, aslında onlarla aynı fikirde
değildir. İbn Kemmûne onun bu güçlerden Meşşâî geleneğe tabi olarak bahsetmesini,
yaygın olarak bilinene dayanarak bir anlatım kolaylığı sağlamak şeklinde düşünmek
gerektiğini ifade eder.174 Fakat o idrakin gerçekleşmesini anlatırken, sadece Meşşaî
geleneğe bağlı olarak yazdığı eserlerde beş ayrı güçten bahsetmekte, bilgiye ait kendi
görüşlerini açıkladığı “Hikmetü’l-işrâk” isimli eserinde ise bedende tabiat olmuş tek bir
güçten bahsetmektedir. Bu güç, tehayyül esnasında misallerin kendisine yansıdığı ayna
gibi bir işlev görmektedir. Bu nedenle biz, onun işrâkî huzûrî bir idraki anlatırken bu
güçleri kullanmadığı kanaatindeyiz. Ayrıca o, yukarıda açıkladığımız gibi, insanî nefsin
kendisi aracılığıyla bedenle ilişkisini gerçekleştirdiği ‘insanî ruh’tan bahseder. Bu ruh,
kendinde nur olmadığı için onun nuru arız nurdur ve bu nedenle idrak gücüne sahip
değildir. Sadece bir ayna gibi misallerin kendisine yansıdığı bir yer olur.
Şöyle ifade ediyor:
Arız nur, kendinde nur olsa bile kendisi için nur değildir. O başkası için nurdur. Gâsık cevher ise, kendinde zahir olmadığı gibi kendisi için de zahir değildir. Gâsık zatını idrak etseydi zatı için nur olurdu; bu durumda da gâsık olmazdı. Ne berzah ne de heyet kendisi için zahir olmadığına göre berzah heyet için, heyet de berzah için
172 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.136-138. 173 Şehrezûrî, Şerhu Hikmeti’l-işrâk, s.508: Kutbuddîn Şirâzî, s.448. 174 İbn Kemmûne, et-Tankîhât fî şerhi’t-Telvîhât: el-Fennü’s-sânî fi’t-tabî’î, Hossein Ziai ve Ahmed Alwishah (Ed),California: Mazda Publishers, 2003, s.322, 333.
58
zahir olmaz. Ve o ikisinden kendisi için zahir olan da hâsıl olmaz. Ayrıca berzah ve heyet iki ayrı şeydir, bir şey değil.175
Bu paragrafta şu ifade ediliyor: İnsanî nefsin bedendeki güçlerinden hiç biri,
her ne kadar nurlu güçler olsalar da, mücerret nur değildir. Onlar cisimde (berzah) tabiat
(muntabi’) olmuş güçlerdir; başka bir deyişle arız nurlardır. Cisim ise kendi
gerçekliğinde gâsık cevherdir. Arız nur, her ne kadar apaçık (zahir) olsa da, onun bu
apaçık oluşu (zuhur) kendisi için değil başkası içindir. Yani, arız nur başkası tarafından
idrak edilse de kendisi kendini idrak edemediği gibi kendinden başkasını da idrak
edemez. Gâsık cevher ise, hiçbir şekilde idrakin konusu değildir; yoluktur, karanlıktır.
Kendi gerçekliğinde gâsık cevher olan cisimde tabiat olmuş cismanî güçlerin ne
kendilerini ne de kendinden başkasını bilmesi sözkonusu olamaz. ‘Ben A’yı biliyorum’
dediğimde, idrakin her seviyesinde ‘ben’in nesnel referansı insanî nefsin bedende tabiat
olmuş cismanî güçleri değil, insanî nefsin kendisidir.
Sühreverdî, “Kitâbu’l-Mukâvemât” isimli eserinde de “kudsî ağaç”tan (eş-
şeceratu’l-kudsiyye) nefsin cisme ait (cirmî) olmayan gerçekte düşünme gücünden (el-
müfekkire) ibaret olan ve ölümden sonra nefsle birlikte bedenden ayrılacak “hâkime
gücü” olarak bahseder. Bedende ise sadece edilgen (infial) güçler vardır. Onlar
suretlerin kendisinde yansıdığı parlak yansıma yerleridir (mezâhirun saykaliyyetun).176
Mütehayyile gücü, insanî nefsin bu hâkime gücünün sanemidir.
Şöyle ifade ediyor:
Bedendeki güçlerin tamamı, insanî nefsteki (en-nuru’l-esfehbed) şeyin gölgesidir (zıll). Beden (heykel), onun tılsımıdır. Mütehayyile de onun hâkime gücünün sanemidir. İnsanî nefsin zatına ilişkin hükümleri olmasaydı, kendisinin cüz’î bedeninin veya tehayyülünün veya cüz’î mütehayyile gücünün olduğuna dair hüküm veremezdi. Beden ve onun cüz’î güçleri ondan gaip değildir. Aksine ona bir tür zuhurla zahirdir. Tehayyül kendinin suretini almaz; o, mahsûsât ve ona tabi olan şeyler üzerinde hâkimdir. O(insanî nefs) bedenini ve güçlerini kuşatır (muhit), kendisinin cüz’î güçleri olduğuna dair hüküm verir. Onun zatı hakkında da hükmü vardır. O,
175 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.83-84. 176 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Mukâvemât”, s.191-192.
59
bütün duyuların duyusudur (hiss). Bütün bedende birbirinden ayrı olan şeyler müdebbir nurdaki tek bir şeye/güce indirgenir. Onun hayaldeki vb. imgeler (müsül) ve görme (ibsâr) üzerinde surete ihtiyaç duymayan işrâkı vardır.
Ve bütün duyular (havâss), tek bir duyuya (hâsse) indirgenir ki o, ortak duyudur (el-hissu’l-müşterek). Ve bütün bunların tamamı da müdebbir nurdaki tek bir güce indirgenir ki; o, zatı sebebiyle nurlu feyyaz zatıdır. 177
Yukarıdaki paragrafta görüldüğü gibi Sühreverdî, mütehayyile gücünden, hem
insanî nefsin düşünme (müfekkire) gücünün sanemi olarak hem de duyularla idrak
edilenler (mahsusât) ve ona tabi olan hayaldeki imgeler üzerinde yargıda bulunan
(hâkime) bir güç olarak bahsetmektedir. “Kitâbu’l-Mukâvemât” isimli eserinde ise
düşünme gücünün yargıda bulunan güç olduğunu söylemektedir. O halde mütehayyile
gücünün hayaldeki imgeler üzerinde yargıda bulunan güç olarak bahsedilmesi, idrak
eden anlamında değil, insanî nefsin tehayyül seviyesinde idrakini gerçekleştirdiği aleti
şeklinde anlaşılmalıdır. Çünkü kendini idrak edemeyen bir gücün başkasını idrak etmesi
mümkün değildiri Başkasını idrak etme, kendini idrak etmenin bir dalıdır. Bir ayna gibi
olan mütehayyile kendinin suretini nasıl yansıtabilir? O idrak gücü değil, insanî nefsin
kendisi vasıtasıyla duyularla idrak edilenler üzerinde yargıda bulunduğu cisimde tabiat
olmuş aletidir (sanem).
Sühreverdî şöyle devam ediyor:
Bu gücün müdebbir nurdan başka olduğuna delalet eden şey, biz bir şey hakkında isbata çalıştığımız zaman, kendimizden bir şeyi ondan ayrılıyor olarak buluruz. Biliriz ki, ispata çalışan ondan ayrılandan farklıdır. Bazı şeyleri ispat eden onu inkâr edenden farklıdır. Bedenlerimizde bize muhalefet eden şey bulduğumuza göre o, kendisiyle ‘ben’ olduğumuzu ispatladığımız şeyden farklıdır. O halde müdebbir (esfehbed) nurdan, kalede bir güç gerekir. O cirmî (zulmânî) ve beyinde (berzah) tabiat olduğu için mücerret nurları inkâr eder ve duyularla idrak edilenden (mahsûsât) başkasını kabul
177 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.139.
60
etmez. Çoğu kere kendini de inkâr eder. Öncüllere ulaşmada yardımcı olur fakat sonuca ulaştığı zaman inkâr ederek döner.178
Burada ‘inkâr etme’ bir yargı şeklinde de anlaşılmamalıdır. Zira mütehayyile
sadece misalleri yansıtan bir ayna gibidir; aklî suretlerin tamamıyla maddeden mücerret
olarak onda yansıması mümkün değildir. O, tehayyül esnasında aklî suretleri belirli bir
büyüklük ve nitelikte canlandırır. İnkârın, mütehayyilenin aklî sureti imge haline
dönüştürmesi olarak anlaşılması gerektiğini düşünüyoruz. O halde bedende, insanî
nefsten başka olan, tehayyül seviyesindeki idrakin kendisiyle gerçekleştiği bir idrak
gücü bulunmamaktadır. Sadece tehayyül esnasında misallerin kendisine yansıyabileceği
yeteneğe sahip bedende tabiat olmuş bir güç vardır. Bu güç ise, idrak eden değil sadece
kendisine yansıyan misalleri kabul eden güçtür. Nefsanî ruh da insanî nefsin düşünme
gücünün sanemi olan bu mütehayyile gücü olmalıdır. İdrak eden ise, ister dış dünyanın
duyum düzeyindeki idrakinde isterse tehayyül anındaki imgeler düzeyindeki idrakinde
olsun, bizzat insanî nefsin kendisidir.
Ayrıca Sühreverdî, hatırlamanın (tezekkür) felekler âleminden olduğunu
belirtir. Yani insanî nefsin idrak ettiği bütün suretler ve anlamlar beyinde tabiat olmuş
bir hafıza gücünde korunuyor değildir; aksi takdirde unutmazdı veya hatırlamak için
zorlanmazdı. Ancak kendisine hatırlama (tezekkür ) için bir tür istidat ilişen bir gücün
olması caiz olduğunu belirtir.179 Kudbûddîn Şirâzî onun böylece vehmin idrak ettiği
manaların deposu kabul edilen hafıza gücünü iptal ettiğini, beynin son boşluğuna ilişkin
hatırlama (zâkire) gücünün bulunduğunu; fakat bu gücün kendisinde anlamların
bulunduğu bir güç olarak anlaşılmaması gerektiğini belirtir.180
Böylece Sühreverdî iç idrak güçlerini üçe indirmiş olmaktadır: Beynin ön
boşluğunda bulunan ortak duyu, orta boşluğunda bulunan mütehayyile ve son
boşluğunda bulunan hatırlama (zâkire) gücü. “Hikmetü’l-işrâk” isimli eserinin mantık
kısmında işrâk talibi için ayrıntılara girmeyip yeterli açıklamada bulunduğunu belirttiği
gibi insanî nefsin cisimler âlemine ilişkin bilgilerini elde etmek için kullandığı cisimde
tabiat olmuş güçlerini bu şekilde sınırlandırmak suretiyle aynı metodu izliyor olmalıdır.
178 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.138. 179 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.138. 180 Kutbuddîn Şirâzî, s.449.
61
Onun bütün amacı insanî nefsin bedenle ilişkisini en alt düzeye indirerek kendi âlemi
olan nurlar âlemine yönelmesini sağlamaktır. Bu nedenle bu konularda fazla ayrıntıya
girmeksizin bu kadarının işrâk öğrencisi için yeterli olduğunu düşünüyor olmalıdır.
Nitekim o, sembolik hikâyelerinde de bir şehir gibi nitelediği bedende insanî nefsin
kendine, kendi âlemine ulaşma yolculuğunu anlatır. İnsanî nefsin nurlar âlemine
ulaşabilmek için yapması gereken, kendisiyle âlemi arasında engel olan bu cismanî
güçlerin bağlarından kurtulup özgürleşmesidir. Şimdi bu açıdan nefsin güçlerini tekrar
konu ediniyoruz.
E. İNSANÎ NEFSİN GÜÇLERİNİ TANIMAK
Sühreverdî “Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar”181 ayetindeki
şehrin beden olduğunu belirtir; organları dağlar ve mahalleler, damarları ırmaklar olan
bu beden şehrinin şekli kale, iç ve dış idrak güçleri ise burçlarıdır.182 Farsça yazdığı
sembolik hikâyelerde geçen ve nefsin geldiği yere yani nurlar âlemine ulaşması için
aşılması gereken onbir dağdan ibaret olan “Kaf Dağı” sembolü beden ve bedende tabiat
olmuş bu güçler olmalıdır.183
“Fî Hakîkati’l-aşk” isimli risalede dokuz kat tavanı bulunan bir saray (kûşek)
ve bu binanın üzerinde bulunan “can şehri”nden (şehristân-i cân) bahseder. Bu şehre
ulaştıran yol ise küçük âlemin yoludur; küçük dünyanın yolu ise aşk, şevk, bilgi ve
açlıkla döşenmelidir. Can şehrine ditmek isteyen şehrin kapısına ulaştığında gördüğü ilk
şey üç katlı bir saraydır. Bu üç katlı saray beyin olmalıdır.
Bu sarayın birinci katında iki oda (hücre) vardır. İlk odada suyun üzerine
konulmuş bir taht vardır. Bu taht üzerinde tabiatı nemliliğe eğilimli, çok zeki fakat aynı
zamanda unutkan biri oturmuştur. O, kendisine iletilen her problemi anında çözmekte;
fakat hafızasında kalmamaktadır. (Ortak duyu)
181 Kur’an, Nisâ Suresi, Ayet 75. 182 Sühreverdî, “Risâletü’l-İbrâc”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde (461-471), s.466-469; Sühreverdî, “Fî Hakîkati’l-aşk”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde (267-291), s.290; “Âvâz Per-i Cebrail”, s.223; “Bustânu’l-kulûp”, s.393 183 Sühreverdî, “Akl-i Surh”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde (225-239), s.229; İbn Sînâ, “Risâletü’t-Tayr”, Sühreverdî (trc.), Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde (197-205), s.202.
62
Onun komşusu olan ikinci odada ateş üzerine kurulmuş bir taht vardır. Bu taht
üzerinde tabiatı kuruluğa eğilimli, çok çevik fakat pis (pelîd) biri oturmuştur. O
sembolleri (rumuz) geç elde eder; anladığı zaman da asla unutmaz. Birini gördüğünde
dalkavukluğa başlar, onu renkli şeylerle aldatır ve her an kendini ona bir şekilde
gösterir. (Hayal gücü)
Onlara hiç iltifat etmemeli, onlardan yüz çevirmeli ve ikinci kata geçmelidir.
İkinci katta da iki oda vardır. İlk odada rüzgârdan bir taht vardır. O taht
üzerinde tabiatı soğuğa eğilimli, yalan söylemeyi, iftira etmeyi, gevezelikte bulunmayı,
öldürmeyi ve yoldan saptırmayı seven biri oturmakta, bilmediği hakkında sürekli
hüküm vermektedir. (Vehim gücü)
Onun komşusu olan ikinci odada buhardan bir taht vardır. O taht üzerinde
tabiatı sıcaklığa eğilimli, iyiyi ve kötüyü çok görmüş, kâh melek sıfatına kâh şeytan
sıfatına bürünen biri vardır ki bunun yanında şaşırtıcı şeyler bulunur. Kurtuluş
aydınlığını (neyyir-i necat) iyi bilir ve büyücülüğü de ondan öğrenmişlerdir. O da birini
gördüğünde dalkavukluğa başlar, boğazına yapışır ve onu helak etmeye çabalar.
(Mütehayyile gücü)
Buraya gelenin elinde kılıç olmalıdır ki -zira o kılıçtan korkar- onun yanından
geçebilsin.
Üçüncü kata ulaştığında gönle ferahlık veren bir oda görür. O odada temiz
topraktan yapılmış bir taht vardır. O tahtın üzerinde tabiatı itidale yakın, üzerinde
düşünce egemen (gâlip) olan biri oturur ki birçok emanet onun yanında toplanmıştır.
Ona bırakılan emanete hiyanet etmez. Bu topluluktan elde edilmiş her ganimet zamanı
gelince kullanılsın diye ona emanet edilir. (Hâfıza)
Oradan ayrılıp yola koyulduğunda önüne beş büyük kapı çıkar.
İlk kapıda iki kapı vardır. Her kapıda badem şeklinde uzun boylu bir taht ve
biri siyah diğeri beyaz olan iki perde vardır ve bu perdeler büyük kapıya birçok bağla
bağlanmıştır. Her iki taht üzerinde oturmuş biri vardır ki onun bekçisi bir vardır. O
birkaç yıllık mesafeyi görebilir ve sürekli yolculuk yapar. Yerinden ayrılır ve gitmek
63
istediği mesafeye bir anda ulaşır. Ona ulaştığında emretsin de herkesi kapıdan içeri
geçirmesinler. Eğer bir açıklık varsa çabucak haber versinler. (Görme duyusu)
İkinci büyük kapının da iki kapısı vardır. Her iki kapının boğum boğum tılsımlı
uzun bir dehlizi vardır. Her kapının sonunda yuvarlak iki taht bulunur. Her iki taht
üzerinde oturmuş biri vardır. O haber sahibidir. Onun bir ulağı vardır ve sürekli
yolculuk halindedir. O ulak her sesi alıp ona getirir; o da idrak eder. Ona emretsin ki her
işittiğini söylemesin ve her sese geçit vermesin. (İşitme duyusu)
Üçüncü büyük kapının da iki kapısı vardır. Her kapıdan uzun bir dehlize girsin.
Her iki dehlizin başında bir oda vardır ve o odada iki taht vardır ve her ikisi üzerinde
biri oturmuştur ve onun rüzgâr (bâd) isimli bir hizmetkârı vardır. O her gün dünyayı
dolaşır ve gördüğü güzel ve güzel olmayan her şeyden ona bir pay getirir. O da onu
alarak tasarrufta bulunur. Çok alışveriş yapmaması ve gereksiz yere dolaşmaması için
ona uyarıda bulunsun. (Koku alma duyusu)
Dördüncü büyük kapı bu üç kapıdan daha faza açıktır. Orada suyu tatlı ve etrafı
inciden yapılmış duvarla çevrili bir çeşme vardır. Çeşmenin ortasında bir taht ve
üzerinde çaşnigîr isimli biri oturur. O, dört zıttı birbirinden ayırır, her birini böler ve
düzenler. Gece gündüz bu işle meşgul olur. Ona ihtiyacı kadar bu işle meşgul olmasını
emretsin. (Tat alma duyusu)
Beşinci büyük kapı şehri çepeçevre kuşatan bir sofra gibidir. Şehrin içindeki
her şey bu büyük kapının ortasındadır. Şehri çepeçevre kuşatan bu sofrada biri oturur;
öyle ki her yer onunla doludur. Sekiz zıt üzerinde hüküm verir ve hiçbir zaman gafil
olmaz. Ona sofrayı toplamasını ve kapıyı kapatmasını emretsin. (Dokunma duyusu)
Beşinci kapıdan ayrılınca şehrin ortasına gelir ve şehrin ormanlığına yönelir.
Oraya ulaştığında yanmakta olan bir ateş görür. Biri oturmuş o ateş üzerinde bir şey
pişirmektedir, diğeri ateşi alevlendirmektedir, bir başkasının daha latif olanını kesif
olanından ayırdığını ve bir diğerinin de şehre dağıttığını görür. Bu arada uzun boylu biri
de oturmuş, yemeği bitenin kulağını tutup yukarı çekmektedir. Bu ormanda bir aslan ve
bir de yaban domuzu vardır. Biri gece gündüz öldürme ve parçalama ile meşgulken
diğeri hırsızlık, yemek ve içmekle meşguldür. (Beslenme gücü)
64
Buraya ulaşan bineğinin kemendini açıp onların boynuna geçirmeli ve sımsıkı
bir şekilde bağlayıp onları oldukları yere atmalıdır. Eğer bu kişi bineğinin yularını tutup
kırbaçlar ve bir anda dokuz kapıdan geçerse kendini can şehrinin kapısının karşısında
bulur. (Bu dokuz kapı, göksel küreler olmalıdır.) Can şehrinde kendini selamlayan ve
kendine çağıran bir “Pir” bulur. (İnsanî nefsin türünün rabbi olan Cebrail olmalıdır)
Orada “yaşam suyu” (âb-ı zindegânî) isminde bir çeşme vardır. Ebedi yaşamı bulması
için o çeşmede yıkanmasını emreder ve İlâhî Kitabı’nı öğretir. Bu şehirlerin üzerinde
başka şehirler de vardır. Pir onlara giden yolu gösterir.184
Sühreverdî insanî nefsi “kalp tanesi”ne (habbetü’l-kalp) benzetir. Bu kalp
tanesi, ezel ve ebed bahçıvanının melekût bağında yetişip büyümektedir.185 “Kelime-i
tayyibe” diye de isimlendirilen bu kalp tanesi ruhanî durumlarla ve hakikî bilgilerle
(meârif) meşgul olmak suretiyle yetkinliğini elde ederek “şecere-i tayyibe”, “şecere-i
mübâreke”, “mukaddes ağaç” (eş-şeceratu’l-kudsiyye) olacaktır: “Görmedin mi Allah
nasıl bir misal getirdi. Güzel bir sözü, kökü sabit dalları gökte olan güzel bir ağaca
(benzetti).” 186
Sühreverdî bu ağaçtan oluş ve bozuluş âleminde bir yansımasının (aks)
olduğunu ve onun gölge (zıll), beden ve emre amade ağaç (diraht-i muntasıbu’l-kâme)
diye isimlendirildiğini belirtir.187 Bu emre amade ağaç insanî ruh/mütehayyile ya da
beden olmalıdır. Zira bütün insanların bedeni insan türünün rabbinin sanemi olduğu gibi
her bir insanın bedeni de kendi insanî nefsinin sanemidir.
Filozofumuz bu kalp tanesinin büyüyüp güzel bir ağaç olarak yetkinliğe
yaklaşınca, bu ağacın özünde bulunan aşkın onu her tarafından sıkıca sarmalaacağını ve
nihayet onda beşeriyet izi kalmadığında emre amade ağacın iyice zayıflayarak sararıp
solacağını ve bir kerede ilişkinin kesileceğini belirtir.188 Böylece göklerin mesafesini
biranda katederek “can şehri”ne yani nurlar âlemine ulaşacaktır.
184 Sühreverdî, “Fî Hakîkati’l-aşk”, s.275-281; Abdulmecîd, “Şerh-i Muennisü’l-Uşşâk-i Sühreverdî”, Mes’ud Kasımî (tsh.), Ma’ârif, Cilt.4, Sayı.1 (Ferverdîn-Tîr 1366), s.149-164. 185 Sühreverdî, “Fî Hakîkati’l-aşk”, s.287. 186 Kur’an, İbrahim Suresi, Ayet 24; Sühreverdî, “Fî Hakîkati’l-aşk”, s.288; “Elvâh-ı İmâdî”, s.188; “Kitabu’l-Mukâvemât”, s.191. 187 Sühreverdî, “Fî Hakîkatî’l-aşk”, s.288. 188 Sühreverdî, “Fî Hakîkati’l-aşk”, s.289.
65
Ayrıca yukarıda mütehayyilenin insanî nefsin düşünme gücü olan
müfekkirenin sanemi olduğunu belirtmiştik. Böyle bir durumda mütehayyile de olabilir.
Sühreverdî, “Hani sana: Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır, demiştik. Sana
gösterdiğimiz o görüntüleri ve Kur’anda lanetlenen ağacı, ancak insanları sınamak için
meydana getirdik...”189 ayetindeki “lânetlenen ağaç” ile “Kötü bir sözün misali, gövdesi
yerden koparılmış o yüzden ayakta durma imkânı olmayan kötü bir ağaca benzer.”190
ayetindeki “kötü âğaç” (şecera habîse) ile mütehayyileye işaret edildiğini belirtir. Zira
mütehayyile sürekli hareket halinde olup hiçbir şekilde sabit olmayan, daima insanî
nefsi bir şeyden başka bir şeye geçirerek ma’kulatı idrakinden alıkoyan, karışık
(müşevveş) rüyalara sebep olandır. “Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr’a) gelip de Rabbi
onunla konuşunca “Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim! Dedi. (Rabbi): ‘Sen
beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni
göreceksin!’ buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Musa da baygın
düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben
inananların ilkiyim.”191 ayetinde işaret edilen “dağ”ın mütehayyile olduğunu belirtir;
çünkü dağ sürekli hareket halindedir ve nefsi meşgul etmektedir. Bu dağdan
kurtulmanın yegâne yolu ise nurlar âleminden işrâk eden nurlardır (kudsî sânih). Onlar
mütehayyileye ulaştığında onu paramparça edecektir (kahr). Böylece insanın bedeninin
(saltanat-ı beşeriyet) mahiyeti ortaya çıkıp nefs ruhanî ateşle yanıp ve aydınlanacaktır.
Çokluk (kesret) âlemini müşahededen fani olan nefs kayyûmî nura gark olacaktır.192
F. İNSANÎ NEFSİN BEDENDEN AYRILDIKTAN SONRAKİ DURUMU
Beden insanî nefsin mahalli olmadığı için bedenin bozulmasıyla insanî nefs
bozulup yok olmaz. O, ilkesi sebebiyle bakidir; çünkü ilkesi sürekli olan, ilkesinin
sürekliliği sebebiyle kendisi de sürekli (daim) olur. Ayrıca insanî nefs, iç ve dış duyular
gibi bedende tabiat olmuş (muntaba‘) bir şey değildir ki bedenle olan ilişkisinin
kesilmesiyle yok olsun. Bedenin ölümü, insanî nefsin kendisinde tasarrufta bulunduğu
mizacın bozulmasıdır (butlân). İnsanî nefs bedende âlet değil; aksine beden onun
âletidir. Aynanın güneşin nurunu kabul edip aksettirmekten çıktığında bu güneşin zatına
189 Kur’an, İsrâ Suresi, Ayet 60. 190 Kur’an, İbrahim Suresi, Ayet 26. 191 Kur’an, A’raf Suresi, Ayet 143. 192 Sühreverdî, “Elvâh-ı İmâdî”, s.190-191.
66
zarar vermediği gibi ölümle beden kendinse alet olmaktan çıktığında bu insanî nefsin
cevherine zarar vermeyecektir.193 Ölüm ve yaşamın arasını ayırt eden nefs ile beden
arasındaki ilişkinin kesilmesidir. İlişki bir izafettir ve izafetin ortadan kalmasıyla
(butlan) ontolojik açıdan farklı (mübâyin) cevherin de yok olması gerekmemektedir.194
İnsanî nefsin bedenden ayrıldıktan sonra gideceği yeri ve mutluluğunu,
bedenle birlikteyken elde edeceği yetkinlik belirleyecektir. Sühreverdî insanî nefsi
mutluluk açısından üç kısma ayırır:
İlki en yüksek derecede mutluluğa ulaşmış olan nefslerdir. Bunlar dünyadaki
yaşamlarında bedeni hâkimiyetleri (kahr) altına alıp aşk ve şevklerini nurlar âlemine ve
Nurların Nuru’yla aydınlanmaya güçlü bir şekilde yönlendiren ve nurlar âlemiyle ittisal
melekesine sahip olan nefslerdir. Beden bozulduğu zaman nurun kaynağına, saf nurlar
âlemine ulaşırlar.
İkincisi orta derecede mutluluğa ulaşmış nefslerdir. Bunlar ya amelî ve nazarî
hikmette orta derecede yetkinliğe ulaşmış veya sadece amelî hikmette yetkinliğe
ulaşmış ya da sadece nazarî hikmette yetkinliğe ulaşmış olanlardır. Bunlar bedenden
ayrıldıktan sonra yetkinliklerinin derecesine göre misal âlemindeki felekler âlemine
ulaşırlar.
Üçüncüsü ise mutluluğa ulaşamayan nefslerdir. Bunlar hem nazarî hem de
amelî hikmette eksik olan nefslerdir. Onlar bedenden ayrıldıktan sonra eksikliklerinin
derecesine göre misal âlemindeki karanlık tabakalara ulaşırlar.195
193 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.144-145; Kutbuddîn Şirâzî, s.474-475. 194 Sühreverdî, “Pertevnâme”, s.65-66; “Heyâkilü’n-nur”, s.105. 195 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.145-149; Kutbuddîn Şirâzî, s.487-489.
67
BİLGİ KURAMININ TEMEL PROBLEMLERİ AÇISINDAN
SÜHREVERDÎ EPİSTEMOLOJİSİ
68
Bilginin tarihi insanın tarihi kadar eskidir; zira bilgi edinme insanın en temel
özelliklerinden biridir. İster varlığını sürdürmek için çevresini tanımak, ister kainatta
egemen olmak, isterse sırf meraktan kaynaklanan bir bilme eğilimi olsun, ilk insanla
birlikte bilgiyle ilgili bir etkinlik devam edegelmiştir.196
Hem bilgi kuramının hem de mantığın amacı doğru bilgiye ulaşmaktır. O halde
her ikisinin de ilk sorusu “Bilgi nedir?” ya da “Bilgi nasıl elde edilir?” olacaktır. Elbette
bu soru içinde araştırılan da “doğru bilgi”dir.197
Biz bu bölümde bilgi kuramının temel problemleri olan bilginin neliği, imkânı,
kaynağı, doğruluğunun ve kesinliğinin ölçütü konularını Sühreverdî’nin görüşleri
çerçevesinde işleyeceğiz. Onun temel tezi olan Huzûrî Bilgi anlayışı üzerinde ayrıca
durduktan sonra Meşşâî felsefenin temel metodolojisini oluşturan Formel (Sûrî) Bilgi
konusundaki görüşlerini vereceğiz.
196 Ahmet Arslan, Felsefeye Giriş, 7. Basım, Ankara: Vadi Yayınları, 2002, s.27. 197 Ahmet Cevdet Paşa, Mi’yâr-ı Sedât, Hasan Tahsin Feyizli (sdl.), Ankara: Fecr Yayınevi, 1998, s.17.
69
I. BİLGİ KURAMININ TEMEL PROBLEMLERİ
A. BİLGİ NEDİR?
Her bilgi kuramı, aslında, ‘Bilgi nedir?’ sorusuna verilmiş bir cevaptır.198
Çünkü bilginin ne olduğu, bilenin ve bilinenin ne olduğu ön bilgisini gerektirir. Bilenin
mahiyeti, bilinen nesne ile bilen özne arasındaki ilişkinin niteliği bilginin neliğini de
belirleyecektir; zira her bilgi, bir şeyin bilgisidir ve “gerçekliğe ilişkin bilgi (el-ilmu’l-
hakîkî), var olanı olduğu hal üzere bilmektir.”199 Öncesinde bilinen olması açısından bir
bilginin gerekli olduğu yani maluma tabi olan bir bilgiyle, öncesinde bir bilinen
bulunmaksızın bir şeyi bulunduğu hal üzere bilmeye aynı tanımla işaret etmek, bize
bilginin ne olduğuna dair kapsamlı bir kavrayış vermeyecektir. Belki de bu nedenle olsa
gerek, Sühreverdî tek tek nesneleri zihindeki tümel kavramlar aracılığıyla bilmeyi ve
doğruluğunun ölçütü zihindeki bu tümel kavramların nesnesiyle uyuşması olan formel
(sûrî) bilgiyi, bilenle bilinen arasında aracı kavramlar olmaksızın bilinenin bulunduğu
hal üzere bilmek olan ve kesinliğinin ölçütü apaçık bir kavrayış/sezgi olan bilgiden
ayırır. Formel bilgi, zihindeki formların yani tümel suretlerin bilgisidir. Zihindeki
suretler ise dış dünyadaki gerçekliğin kendisi (ayn) değil onların hayaldeki imgeleri
aracılığıyla gerçeklik hakkındaki genellemelerdir ve böyle genel yargılar, gerçekliğin
kendisini bizzat bilmeyene gerçeklik hakkında genel bir bilgiden başka bir şey ifade
etmeyecektir. Gerçekliğin kendisini olduğu gibi bilmek ise ancak vasıtasız bir idrakle,
bilenin ve bilinenin aydınlık bir ortamda karşı karşıya bulunmasıyla gerçekleşen
müşahedeyle mümkün olabilmektedir. İşte Sühreverdî’nin bilgi kuramı bu iki çeşit
bilginin mahiyeti üzerinde şekillenir: a) Gerçekliğin kendisinin vasıtasız idrakiyle elde
edilen huzûrî bilgi. b) Gerçekliğin hayaldeki imgeler aracılığıyla idrak edildiği formel
bilgi.
Sühreverdî bu iki bilgiyi şöyle tanımlıyor:
Formel bilgi (el-ilmü’s-sûriyyü), gerçekliği (şey) idrak edende o gerçekliğe ilişkin bir suretin meydana gelmesi (hâsıl) ve o suretin işaret ettiği gerçeklikle uyuşmasıdır (mutabaka). İşrâkî huzûrî
198 David Pears, Bilgi Nedir?, Abdulbaki Güçlü (çev.), Ankara: Bilim ve Sanat Yaınları, 2004, s.13 199 İbn Rüşd, Faslu’l-makâl, H. Bekir Karlığa (çev.), İstanbul: İşaret Yayınları, 1992, s.121.
70
bilgi (el-ilmü’l-işrâkiyyü’l-huzûriyyü) ise, idrak edende hiçbir bilgi yokken bir şeyin meydana gelmesidir (hâsıl) ve bu meydana gelen şey ise işrâkî izafetten (el-izafetü’l-işrâkiyye) başka bir şey değildir. Bu nedenle de kendisiyle uyuşacağı (mutâbaka) bir bilgiye de ihtiyaç yoktur.200
Bu paragrafta da görüldüğü üzere bilgiyi ‘formel bilgi’ ve ‘işrâkî huzûrî bilgi’
olmak üzere ikiye ayırır. Formel bilgi, bir gerçekliği bilmeden önce bir bilgiyi gerektirir
ki düşünme, (tefekkür), tümevarım (istikrâ) ve burhan yoluyla onun ne olduğuna dair
hüküm verilebilsin. İşrâkî huzûrî bilgi ise, idrak edilenin işrâkî müşahedesi üzerine bina
edilen, işrâk anında gerçekleşen vasıtasız ve zamansız201 bir ilk bilgidir. Bu ilk bilgi,
bilen ile bilinen arasında özel bir izafeti gerektirmektedir; zira bilenin kesinlikle biliyor
olduğunu bu ilişki belirleyecektir, zihindeki önceden bulunan bir suret değil. O, bu
izafeti şöyle tanımlıyor: “İşrâkî bilgi, suretle ve eserle değil bilakis sadece (mücerret)
o şeyin işrâkî bir huzûrla huzûru olan özel bir izafetledir (izâfe hâssa).”202
Tasavvur ve tasdik olarak tanımlanan formel bilgi ise, bilinenin dış dünyadaki
gerçekliğine ilişkin işrâkî huzûrî izafetin sağlanamadığı bilgiye ilişkindir; çünkü bilme
eyleminin gerçekleşebilmesi için bilen ile bilinen arasında bulunması gereken izafet
sürekli temin edilmelidir. Bu izafet ise, bilen ve bilinenin suretinin değil bizzat
kendisinin, bilme eyleminin gerçekleşebileceği aydınlık bir ortamda karşı karşıya
bulunmasıdır. Oysa dış dünyanın, oradaki nesnelerin tamamının aynı anda bizim algı
alanımız içinde bulunması imkânsız olduğu gibi onların tek tek suretlerini de
zihnimizde bulundurmamız mümkün değildir. Bu nedenle ister istemez dış dünyaya
ilişkin bilgimizin sürekliliğini, nesnelerin ne olduğuna ilişkin kavramlaştırma (tasavvur)
ve bu kavramlar arasındaki yargılarla (tasdik) temin ederiz.
Sühreverdî bunu şöyle ifade ediyor:
Tasavvur ve tasdik, zatımıza ve kendisinde mücerret işrâkî huzûrun yeterli olduğu gerçekliklere (umûr) ilişkin bilgimizin dışındaki bilgilerimize ilişkin bilgilerle (el-ulûm bi ulûminâ) kayıtlıdır.
200 Sühreverdî, “Kîtâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.489. 201 Ziai, “Mukaddime-i Musahhih”, Şehrezûrî, Şerhu Hikmeti’l-işrâk içinde (23-75), s.30. 202 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.487
71
Evvelin bilgisi (ilmü’l-evvel), idrak edenlerin kendi zatlarına ilişkin bilgileri gerçekte tasavvur ve tasdik değildir.203
Bizim –gök ve yıldızlar gibi- bazı şeylerde surete ihtiyacımız vardır; çünkü onların zatı bizden gaiptir. Hazır olmaları için onların suretini hazır etmek isteriz.204
Onun (nefs), kendisinden gaib olan yer, gök vb. gibi şeylerin aynını hazır bulundurması mümkün olmadığında onların suretini hazır bulundurur.205
Bu paragraflardan çıkaracağımız sonuçlar şunlardır:
Tasavvur ve tasdik ‘bilgilere ilişkin bilgiler’le sınırlandırılmaktadır. Başka bir
deyişle bilinen aracılığıyla elde edilen bilgidir. Kendisi aracılığıyla başka bilgilere
ulaşılan ilk bilgi ise tasavvur ve tasdikle tanımlanamaz.
Son tahlilde tasavvur ve tasdik olarak tanımlanan bilgi de huzûrî bilgiye
indirgenmektedir; zira bir şeyi biliyor olmak demek aynı zamanda idrak ediyor olmak
demektir. İdrak etmek ise, bilinenin –ister zatıyla ister suretiyle olsun- idrak alanı içinde
olmasını gerektirir.
Sühreverdî bunu şöyle ifade ediyor:
Nefsin kendilerini idrak ettiği şeyin tamamı iki kısma ayrılır. Tümeller (külliyyât); zatında intibaı sebebiyle suretin huzûruyla. Tekiller (cüz’iyyât); ya zatlarının huzûru ve nefs için işrâkla ya da onun üzerine işrâkı olacak şekilde nefs için hazır olan bir şeyde onların suretinin meydana gelmesiyle (husûl). Böylece nefs tekilleri (cüz’iyyât) ya onların huzûruyla idrak eder ya da kendisi için hazır olan bir durumda (umûr) onların huzûruyla; hayalî suretler gibi. Böylece tamamı ondan gaip olmaz.206
Böylece o, ister huzûrî isterse formel (sûrî) diye nitelensin bilgiyi, bilinenin
bilenden gaip olmamasına indirgemektedir; zira bilgi üzerinde gerçekleşecek bir bilme
eylemi ve bu bilgiyi biliyor olduğunun kesinliği yine işrâkî huzûrî bir izafetle mümkün
203 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.489. 204 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.487. 205 Sühreverdî, “et-Telvîhâtü’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.72. 206 Sühreverdî, “Kîtâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.487.
72
olacaktır. Bu iki bilgi çeşidini ayrıntılarıyla inceleyeceğimiz için bu kadarıyla
yetiniyoruz ve nesnesinden sarfı nazar ederek mutlak anlamda bilginin ne olduğunu
soruyoruz; bilgi nedir?
Sühreverdî bu soruya şöyle cevap veriyor:
Bilgi (el-ilm), mefhumu açısından varlığa (vücud) ait yetkinliktir (kemal) ve çokluğu gerektirmez.207 Bilgi (el-ilm), mevcut olması açısından mevcuda ait yetkinliktir (kemal) ve çokluğu gerektirmez.208
Görüldüğü üzere Sühreverdî mutlak anlamda bilgiyi, mutlak anlamda yetkinlik
olarak tanımlıyor ve varlığın yetkinliğinin çokluğu gerektirmeyeceğini belirtiyor.
Mutlak yetkinlik, bir açıdan yetkinlik bir başka açıdan eksiklik (naks) değildir ve
‘yetkin olma’ (kemaliyyet), dış dünyadaki (âyan) gerçeklik (şey) üzerinde ilave (zait)
bir duruma değil gerçekliğin kendisine işaret etmektedir. Zorunlu Varlık (vâcibu’l-
vücûd), Yetkin Varlık (kemaliyyetü’l-vücûd) demektir. ‘Zorunlu olma’ O’nun için ilave
bir durumu bildirmediği gibi ‘yetkin olma’ da aynı şekilde O’nun zatına işaret eder. O,
mutlak kemal sahibidir ve mevcut olması açısından mevcuda ait her yetkinlik (kamâl)
O’nun için imkânsız değil; aksine zorunludur. O’nun dışındaki her şey yetkinliğini
O’ndan alır.209 Bu nedenle bilgi, Zorunlu Varlık’a izafe edildiğinde mutlak anlamda bir
yetkinliği bildirir ve çokluğu gerektirmez.
Bilgi insana izafe edildiğinde, araz olarak nitelenir; çünkü insan başlangıçta
bilme melekesine (melektü’l-ilm) bir yetenek (istidat) olarak sahiptir ve meleke haline
gelmiş bilgi, bu yeteneğin kendisine yöneldiği nihaî gayedir. Bir yetenek olmaktan çıkıp
yetkinliği ifade eden bilme melekesiyle bilfiil suretin varlığı değil, istenildiği zaman
düşünmeye ihtiyaç duymaksızın bilineni hazır etme gücü kastedilmektedir. Zira idrak
eden cevherin yetkinliği (kemal), varlığın tamamıyla nakışlanarak aklî olarak bilen
(âlimen akliyen) olmaktır. Bilenin (âlim) bu âlemde bilgi elde etmeden (tahsîl) amacı,
suretin varlığına değil bilme melekesine sahip olmaktır. Eğer bilme melekesinin amacı,
gerçekliğin (şey) suretinin bilfiil varlığı olduğu düşünülecek olursa, ilmi sîretlerin
207 Sühreverdî, “et-Telvîhâtü’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.72. 208 Sühreverdî, “el-Lemehât”, s.222. 209 Sühreverdî, “Kîtâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.486-487, 397, 399.
73
tamamının bir araya getirilmesi (ictimâ’) ve sürekliliği (beka) tasavvur edilemeyecektir.
Zihindeki suret anlamında bilgi (ilm) ise ancak ‘hâl’ olarak varolur (hâsıl). Nitekim bu
âlemde bilfiil olgulara (vâki’) ilişkin bilgilerin tamamı da hâldir. Bilme melekesi, bu
âlemdeki bilfiil bilgiye nispetle sebatı açısından daha değerlidir (efdal). İster hal ister
meleke olarak nitelensin yetkinlik (kemaliyyet), mefhumu açısından insan için bir
sıfattır (keyfiyet) ve araz kategorisine girmektedir; çünkü nitelik (keyfiyet) kategorisine
giren yetkinliğin yavaş yavaş zail olanına meleke, çabucak zail olanına hâl
denmektedir.210
Zihinde bilfiil var olan bilinen anlamındaki bilgi, hâl olarak nitelendiğine göre
hâl olanın bir mahalle ihtiyacı vardır. Bu nedenle dış dünyadaki gerçekliğe ilişkin
zihindeki suret, zihinde belirlenmiş (teayyün) olması açısından bir kimliğe (hüviyet)
sahip olsa da cevher değil arazdır.211 Ayrıca bir şeyin araz olmasının (araziyyet) ölçütü
değişmedir.212 Bu nedenle sürekli değişen cisimler âlemine ilişkin olarak değişen formel
bilginin de araz olması kaçınılmazdır.
B. BİLGİNİN İMKÂNI
Bilgi kuramının bir diğer sorusu, insanın eşyayı bilmesinin mümkün olup
olmadığı sorusudur. Sühreverdî’nin bu soruya verdiği cevap çok açık ve kesin olacaktır:
Elbette mümkündür. Zira ‘bilen olma’ ve ‘insan olma’ sözcüklerinin işaret ettiği
gerçeklik (hakikat) aynıdır: Saf mücerret nur. Burada ‘nur’ sözcüğüyle aklen açık seçik
olan kastedilmediği gibi cisim olan bir ışıktan da bahsediliyor değildir. O, ontolojik
anlamda cisimden faklı olandır. İşte ‘mücerret’ sözcüğüyle de tam bu dile getirilmek
istenmektedir; o cisim olmadığı gibi onda, cisme ilişkin herhangi bir özellik de
bulunmamaktadır. O kendi gerçekliğinde ve kendisi için saf nurdur. Bu nedenle de
kendisine apaçık (zahir) olduğu gibi kendinden başkasını da kendisine apaçık yapandır
(muzhir); zira aydınlatma (işrâk) nurun aslında (sinh) vardır. Burada ‘kendine apaçık
olma’ ile ‘kendini idrak eden olma’ (derrâk) aynı anlamda kullanılmaktadır.213
Kendinden başkasını kendine apaçık yapma” da kendinden başkasını idrak eden
210 Sühreverdî, “Kîtâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-ssâlis”, s.251-252; “et-Telvîhâtü’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis” 10,17, 87. 211 Sühreverdî, “Kîtâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.257, 331; “Kitâbu’l-Mukâvemât”, s.133. 212 Sühreverdî, “Kîtâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye; el-İlmü’s-sâlis”, s.15. 213 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.79, 81-83
74
anlamına gelmektedir. O halde apaçık olan, nur; apaçık olan, bilinen; bilinmeyeni
bilmek, onu apaçık yapmak olduğuna göre bilgi nurdur ve bilmek, eşyayı nura
indirgemektir. Karanlıkta (zulmet) olanı aydınlığa (nur) çıkarmaktır.
Bilinmeyen (mechûl), bilinmeye yani apaçık olmaya, nura ihtiyaç duyan ise
karanlıkta (zulmet) olandır. Burada ‘karanlık’ (zulmet) ‘apaçık olma’nın karşıtı olarak
kullanılıyor değildir; apaçık olma gizli olmanın (hafâ’), karanlık ise nurun karşıtıdır.214
Bilinmeye muhtaç olan ise karanlık değil karalığa düşmüş olandır. Karanlığa düşmüş
olanı yani gizli olanı bilmeye engel olan ise karanlığın kendisidir. Saf mücerret nurun
özünde karanlıkta olanı aydınlığa çıkarma gücü vardır; başka bir deyişle bilme gücü.
Kendi özünde karanlık olan ise cisimdir ve bilmeye engel olan (hâil) da onun
özündeki bu karanlıktır. Bu nedenle cisim, onun felsefesinde ‘berzah’ diye
isimlendirilir. Zira cisim (berzah), kendi gerçekliğinde koyu karanlık bir cevherdir (el-
cevheru’l-gâsık). Burada ‘koyu karanlık’ (gâsık) sözcüğüyle cismin, kendi özünde nur
olmadığı, karanlık (zulmet) olduğu; başka bir deyişle kendisinden nur geri alındığında
aslı olan karanlığa dönüşmek (muzlim) için özünden başka bir şeye ihtiyacı olmadığını
ifade edilir. ‘Cevher’ sözcüğü onun dış dünyada bir mahalle ihtiyaç duymaksızın var
olduğuna işaret eder. Cismin dış dünyada birbirinden ayrı birçok nesneler halinde var
olmak için belirleyicilere ihtiyacı vardır. Bu belirleyiciler ise ‘karanlığa ilişmiş araz’
(el-hey’etu’z-zulmâniyye) diye isimlendirilir. İşte burada arazın (hey’et) karanlığa
ilişmiş (zulmânî) sözcüğüyle nitelenmesi onun kendi gerçekliğinde apaçık değil gizli
(hafî) olduğunu, başka bir deyişle cisimde tabiat olduğunu gösterir. Dış dünyada bir
gerçeklik olarak var olan ise birbirinden çeşitli arazlarla ayrılan cisimlerdir. Cismi
(berzah) dış dünyada birbirinden ayıran ve duyularla idrak edilen bu arazlar ‘arız nur’
diye isimlendirilir.215 Burada ‘arız’ sözcüğü, cisimleri birbirinden ayıran arazların
(hey’et) cisme ait olmadığını belirtir. ‘Nur’ sözcü ise bu arazların ontolojik anlamda
kendi özünde karanlık cevher olan cisimden farklı olduğunu belirtmektedir. Varlığı
karanlıkla kaim olan arız nurun kendini varlığa çıkarması ise mümkün değildir. Kendi
gerçekliğinde karanlık olanın da nur veremeyeceği imkânsız olduğuna göre, bütün gâsık
cevherlere nurunu vererek varlığa çıkaran, onların karanlık mahiyetlerini parçalayarak
214 Kutbuddîn Şirâzî, s.275. 215 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.77-78; Kutbuddîn Şirâzî, s.277.
75
aydınlığa çıkaran, karanlığa ilişen arazlarından başka olandır. İşte cisimler âlemini
bilmek, özünde karanlık olanı parçalayarak aydınlığa çıkaran bu arız nurların ilkesini
bilmektir. Bu arız nurları ilkelerine irca etmektir.
Csim çeşitli arazlarla birbirinden ayrılır. Örneğin cisimler, cisim olma ve
cevher olmada ortak iken, siyah, beyaz gibi arazlarla birbirinden ayrılırlar ve bu arazlar,
onlar üzerine ilavedir. Araz (hey’et) ise ondan ontolojik olarak farlıdır (mütebâyin) ve
onda, cisimdeki bu üç boyut yoktur. Zira onlar arız nurdur ve ‘cisimde yayılarak (şuyû’)
hal’ olmuştur.216 Cisimde yayılarak hal olduğu için sanki onun cisimden ibaret olduğu
zannedilmektedir. Oysa eşyanın mahiyetini oluşturan nurdur.
Cisimlerde araz (hey’et) olan bu arız nur, kendi özünde (hakikat) nur olduğu
için apaçıktır (zahir); ancak onun bu apaçık oluşu kendisi için değil başkası içindir.
Başka bir deyişle cisimler âleminde idrak edilen bu arız nurdur; çünkü o idrak edenin
idraki için apaçıktır. Kendisine duyularla işaret edilen (işâraten hissiyyeten) de bu arız
nurdur.217 Duyularla işaret edilen olma ve apaçık olma aynı zamanda bilinen olmaktır.
O halde dış dünya, duyuların idrakine konu olan bu dünyanın bilinmesi mümkündür.
Peki ya metafizik âlemi, Sühreverdî’nin işrâkî terminolojisiyle ifade edecek
olursak, insanın nurlar âlemini bilmesi mümkün müdür? Bu soruya alacağımız cevap
yine mümkün olacaktır. Aslında onun bilgi kuramı asıl bilinecek olanın nurlar âlemi
olduğuna işaretten başka bir şey değildir. Bu âlem nurlar âleminin gölgesi (zilâl)218 ise
ve gölge olan bilinebiliyorsa, gölgenin kendisine ait olduğu varlık bilinmeye çok daha
layık değil midir? Gölge, gölgesi olduğu bir âleme işaret ediyor değil midir? O âlem ise
kendi gerçekliğinde mücerret nurlar âlemidir. Gölge olandan çok daha gerçektir. Asıl
bilinmesi gereken de o âlemdir. İnsanın kendisiyle “ben” olduğu özü (haikat) de
mücerret nur olduğuna göre nurlar âleminin idraki insan için mümkündür; çünkü
mücerret nurlar birbirini bilir.
Sühreverdî “Akl-i Surh” isimli eserine şöyle başlıyor:
216 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.42 43. 217 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.79,84; Kutbuddîn Şirâzî, s.281. 218 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.107,116; Kutbuddîn Şirâzî, s.378, 383
76
-Aziz dostlardan bir dost bana sordu:
-Kuşlar birbirinin dilini bilirler mi?
-Evet bilirler, dedim.
Sana nereden malım oldu? dedi.
Başlangıçta hakikati tasvir eden benim fıtratımı ortaya çıkarmak istediğinde beni Doğan (bâzî) suretinde yarattı. Benim olduğum şehirde başka doğanlarda vardı. Biz birbirimizle konuşurduk, birbirimizi işitirdik ve birbirimizin sözünü anlardık.
-Şimdi bu makam nasıl ulaştın?
-Bir gün kaza ve kader avcıları takdir tuzağını yaydılar ve orada irâdet (meyl istek) tânesini güzelce yerleştirdiler ve beni bu yolla esir ettiler. Sonra bizim yuvamızın bulunduğu o şehirden başka bir şehre götürdüler. Ondan sonra her iki gözümü kapattılar ve dört çeşit bağ koydular ve on kişiyi benim üzerime müvekkel tayin ettiler. Beşinin yüzü bana doğru arkası dışarı ve beşinin arkası bana doğru ve yüzü dışarı (dönük idi). Yüzü bana doğru ve arkası dışarı dönük olan bu beş kişi beni tahayyür âlemine soktular öyle ki kendi yuvamı, o şehri ve malum olan her şeyi unuttum; sanıyordum ki ben sürekli böyleymişim.219
Görüldüğü üzere insanî nefsin bedeninin dört unsurdan oluşan mizacına ve iç
ve dış idrak güçlerine işaret edilmektedir. İnsanî nefsin nurlar âlemini bilmesine engel
olan, kendi özü değil, özü itibariyle karanlık olan bedenle birlikte bulunmasıdır; zira
beden cisimdir. Cisimlerdeki boyutlar (eb’âd) ve kesafetler sebebiyle bedenle ve
cismanî âlemle ilişki insanî nefsle kendi âlemi arasında perdeler (hucub)
oluşturmaktadır.220 Bununla birlikte insanî nefsin bedenle birlikte bulunması ise, arazın
cevherde bulunması gibi anlaşılmamaılıdır. Onun bedenle ilişkisi demirin mıknatısa
doğru hareket etmesi gibi şevkî bir ilişkidir.221 İnsanî nefs, bu anlamda karanlığa
düşmüş mücerret nurdur ve bedenle meşguliyeti nurlar âlemiyle kendisi arasındaki
perde hükmünde olmaktadır. Bu nedenle nurlar âlemini idrak etmek için bedendeki
tabiat omlaş idrak vasıtalarına ihtiyacı olmadığı gibi onlara aşırı derecede meşguliyeti
219 Sühreverdî, “Akl-i Surh”, s.226. 220 Sühreverdî, “Kîtâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.493; “Hikmetü’l-işrâk”, s.117. 221 Sühreverdî, “el-Lemehât”, s.208; Kutbuddîn Şirâzî, s.445.
77
ait olduğu âlemi müşahedesine engel olmaktadır. Çünkü onun bedene ait nurlu güçleri
kendisine âşık olduğu için onu sırf nur âleminden cisimler âlemine çekerler.222 Böylece
onun şevki sırf nur âleminden kesilerek cisim âlemine yönelir.223
Bu perdenin kaldırılması ölümden önce tam anlamıyla mümkün olmasa da
imkânsız değildir. Yönetimi altında bulunan bedene ait güçlerini tamamıyla hâkimiyeti
(kahr) altına alıp asıl vatanıyla iletişime geçmesi mümkündür. İnsanî nefs nazarî ve
amelî güçlerini yetkinleştirmek; bunu yaparken de bedeni güçlerinin kendisine engel
olmasını önlemek için onları riyazetle terbiye etmek ve nurlar âleminin tefekkürüyle
meşgul olmak suretiyle bedenî ilişkilerinden arındığı ölçüde nurlar âlemini müşahede
edebilir.
“Âvâz Per-i Cebrail” isimli sembolik hikâyede geçen “küçük kelime”yi ve
onunla insanî nefsin kasdedildiğini,224 “Fî Hakîkati’l-aşk” isimli sembolik hikâyedeki
nurlan âlemi olan “can şahri”ne ulaştıran “küçük âlem”in yolarından bahsettiğini225
hatırlayacak olursak Sühreverdî’nin, “küçük doğu” sembolüyle işaret ettiği gerçeklik
insanî nefs olmalıdır. İnsanî nefsin büyük kelimelerin buluduğu büyük doğu olan nurlar
âlemine olan yolculuğunda ulaşacağı ilk durak, küçük doğu olan kendisidir. Sühreverdî
bunu şöyle ifade ediyor: “İnsanoğlunun dağlarının mağaralarından geçerek küçük
doğuya ve büyük doğuya ulaşır.”226 İşte insanî nefsin nurlar âleminin müşahedesinde ilk
durağı karanlığa düşmüş olan ve bu nedenle de kendisinin bedenden ibaret olduğunu
zanneden kendi “ben”idir. İlk bilinmesi gereken bu “ben”dir. Nitekim kelâm-ı atîkte de
“Ey insan! Kendini tanı, Rabini tanırsın” denilmiştir.227
C. BİLGİNİN KAYNAĞI
Zihin boş bir levha mıdır? Yoksa insan zihninde doğuştan bazı bilgiler var da
bilmek, bu bilgileri hatırlamak mıdır? Sühreverdî’ye göre insan bazı bilgilere sahip
olarak doğuyor ve sonradan onu hatırlıyor değildir; tamamıyla sonradan kazanmaktadır.
Doğru bilgi mantık bilgisiyle terbiye edilmiş düşünme ve aklî sezgiyle (intellectual 222 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.216 223 Kutbuddîn Şirâzî, s.458. 224 Sühreverdî, “Âvâz Per-i Cebrail”, s.217-219. 225Sühreverdî, “Fî Hakîkati’l-aşk”, s.275-281 226 Sühreverdî, “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.109-110. 227 Sühreverdî, “Kîtâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s. 403.
78
intuition) elde edilmektedir.228 İster düşünme ister aklî sezgiyle elde edilmiş olsun
bilginin kaynağı Faal Akl’ın işrâkıdır; çünkü bütün bilgiler onun kanadının sesidir.229
Sühreverdî, tasavvur ve tasdikle sınırlandırılmış olan insanın bilgilerini
(meârif) fıtrî ve fıtrî olmayan bilgi olmak üzere ikiye ayırır. Burada ‘fıtrî’ sözcüğü,
insan onu bilerek doğar, anlamında değildir; ister tasavvurî ister tasdikî bilgide olsun,
bilinene ait tanımın tasavvuru meydana geldiği zaman orta terime ihtiyaç duymaksızın
kesinliğin meydana gelmesidir.230
Fıtrî olan bilgiyi akıl yürüterek (fikr) elde etmeye (kesb) ihtiyaç yoktur; çünkü
o apaçıktır (bedîhî). Fıtrî bilginin bir kısmı tasavvur bir kısmı da tasdiktir. Tasavvur
olan bilginin akılda meydana gelmesi isteğe ve elde etmeye (talep ve kesp) bağlı
değildir; ‘nur’ ve ‘zulmet’, ‘şey’ ve ‘varlık’ (vücûd) tasavvuru böyledir. Tasdik olan
fıtrî bilgi ise, iki tarafın tasavvurundan sonra orta terim gibi herhangi bir şeye ihtiyaç
kalmaksızın iki tasavvur arasındaki ilişkiye dair zihnin kesin hükmüdür. ‘Bütün
parçadan büyüktür’ sözü fıtrî tasdikî bir bilgidir. Tasdik olan fıtrî bilgide, tasdikin
konusu olan tasavvurların fıtrî olarak elde edilmesi şart değildir; kesbi yani akıl yürütme
(fikr) ile de elde edilmiş olabilir.
Fıtrî bilginin kaynağı ise, bilinen cisimler âlemi ise insanî nefsin idrak güçleri
üzerindeki işrâkıyla nesnelerin doğrudan müşahedesidir. Sühreverdî duyularla idrak
edilenlerin (mahsûsât) ve bütünüyle (esr) müşahede edilenlerin basitlerinin idrak edilen
gerçekliklerinden ayrı parçası (cüz’) olmadığı gibi onlardan daha açık (ezher) bir şey de
olmadığını; onlara ilişkin bilgilerin, bütün bilgilerin (ulûm) kendilerinden elde edildiği
(intizâ’) fıtrî bilgiler olduğunu belirtir. Ses, koku, ışık, siyah, beyaz gibi basit
gerçeklikleri olduğu gibi müşahede edemeyen kimseye tanımlanamazlar; çünkü onlar
biri cins, diğeri de fasıl olarak kabul edilecek bileşik bir mahiyete sahip değillerdir.
Örneğin zihinde bir gerçekliğe sahip olan siyah (sevâd) dış dünyada iki parçadan
oluşmuş değildir. Siyah ve beyazın renk olması, onların zihindeki gerçekliklerine
nispetle söylenmiş tamamen zihnî bir kavramdır. Renk olmakla nitelenen siyah ve
228 Webb, s.195. 229 Sühreverdî, “Âvâz Per-i Cebrail”, s.220, 221, 222. 230 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.8; “el-Lemehât”, s.143, 180; Sühreverdî, Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye; el-İlmü’l-evvel fi’l-mantık, Süleymaniye Ktp., Hekimoğlu Ali Paşa, Nu.854, vr.1b.
79
beyaz birbirinden zatıyla ayrılır. Dış dünyada biri siyah diğeri de renk olan iki ayrı
gerçeklik yoktur; kendisine renk denen aynıyla siyah denendir. Onların zihindeki (akl)
sureti duyudaki (hiss) sureti gibidir. Bu nedenle görme duyusu olmayan kimseye ışığın,
işitme duyusu olmayan kimseye sesin, koklama duyusu olmayana kokunun tanımı
(ta’rîf) yapılamayacaktır. İşitme ve görme duyusu olan kimsenin de tanıma (ta’rîf)
ihtiyacı yoktur. İşte tamamıyla zihnî gerçeklikler (i’tibâru’n-zihniyyetun) olan ikinci
akledilirlerin (el-ma’kûlâti’a-sevânî) kendilerinden elde edildiği ilkler (mebâdî) olan
basit gerçekliklerin tasavvuru fıtrî bilgidir ve onlar nefsin duyular üzerindeki işrâkıyla
dış dünyaya ait gerçekliğin müşahedesiyle elde edilir.231 Böyle bir bilmeden sonra akıl
yürütmeden faydalanılmalı ve burhan bu bilginin üzerine bina edilmelidir. Delilin ilk
basamağını oluşturan işrâkî tanıma ise yüklemli değildir. Yani A C’dir; ve her C B’dir;
o halde A B’dir gibi. Aksine A, kendisine eşittir; ona izafe edilen bir şey değildir.232
Fıtrî olmayan bilgiyi, fıtrî olarak elde edilen bilgi üzerinde akıl yürüterek elde
etmeye (kesb) ihtiyaç vardır. Bunlar da tasavvur ve tasdik olmak üzere ikiye ayrılır.
Tasavvur olanın akılda meydana gelmesi isteğe ve elde etmeye bağlıdır; melek ve nefs
tasavvuru böyledir. Tasdik olanın meydana gelmesi için, iki tasavvur arasındaki ilişki
hakkında aklın hüküm vermesi için delile ihtiyaç vardır; ‘âlem hâdistir’ sözü fıtrî
olmayan, delille elde edilen tasdiki bir bilgidir.233 Fıtrî olarak bilinmeyen bir şey
(mechûl), onu bilmede zihne bir hatırlatma ve uyarı (tenbih) yeterli olmadığında; yani
bilinmeyen bilgisi akılda apaçık olarak meydana gelmediğinde ve o büyük bilgeleri
gerçek müşahedesi ile ulaşılan bir şey olmadığında, bu bilinmeyene fıtrî bilgide son
bulacak bilgilerden oluşacak bir tertiple ulaşılır. Çünkü her bilinmeyenin bilgisi,
kendinden önce binen bir bilgiyi gerektirir. Eğer böyle apaçık bir ilk bilgi olmazsa,
bilinmeyene asla ulaşılamaz. O halde kesbi bilginin meydana gelmesi için bilinenlerden
oluşan bir ‘tertip’ gereklidir. Böyle bir tertipte, bilgiler madde, tertip ise suret
mesabesindedir. Düşüncenin (fikr) doğruluğu (salah) ve bozukluğu (fesad), bu tertibin
maddesi ve suretinin tam, eksik veya bozuk olup olmadığına bağlıdır. Ancak insan
fıtratı ilâhî destek (te’yîd) ve bir âletin yardımı olmaksızın bu durumları birbirinden
231Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.52, 74; “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.361-369. 232 Ziai, “Mukaddime-i Musahhih”, s.37. 233 Sühreverdî, “el-Lemehât”, s.143, 180; Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye; el-İlmü’l-evvel fi’l-mantık, vr.1b; Kutbuddîn Şirâzî, s.50.
80
ayıramaz. Eğer ilâhî bir destek ve bir âlet yardımı olmaksızın doğru bilgiye ulaşmak
mümkün olsaydı, bir insan farklı zamanlarda aynı konu hakkında farklı görüşlere sahip
olmayacağı gibi âlimler arasında da ihtilaf olmazdı.234
Bilinen nurlar âlemiyse, bilginin kaynağı insanî nefsin, duyuların aracılığı
olmaksızın, doğrudan müşahedesidir; çünkü mücerret nurlardan bir nur olan insanî nefs
bu güce sahiptir.
Ancak ister cisimler âleminin bilinmesinde isterse nurlar âleminin bilinmesinde
olsun bilginin kaynağı son tahlilde Faal Akıl’dır. Sühreverdî, bilginin elde edilmesinde
insanî nefsi tek başına yeterli görmeyip Faal Akl’ın varlığını kabul etmeye götüren
sebebini, Meşşâî Felsefenin terminolojisiyle yazdığı eserlerde İbn Sînâ’da olduğu gibi∗,
insanî nefsin yapısıyla açıklar. İnsanî nefsin bilme gücü, bilfiil bir yetkinlik değil
bilkuvve bir yetenektir. Kuvve halinde bilen olanın kendisini bilgi açısından (ulûm) fiil
haline çıkarması mümkün değildir.235 Zira kendisinden daha yetkin olmayan ona
yetkinlik veremez. Kuvve halindekini fiil haline çıkaran bilfiil olmalıdır. Onu yetkinliğe
(kemal) ulaştıran (mükmil) bilfiil akli cevherdir. Ayrıca duyum ve tehayyül seviyesinde
idrak edilenlerin depolandığı bir yer vardır; misal âlemi. İdrak edilen nesne duyuların
idrak alanından veya iç idrak güçlerinden kaybolduğunda (gaip) orada korunur
(mahfuz) ve hatırlanmak istendiğinde nefs, yeniden idrake (kesb) ihtiyaç kalmaksızın
onu geri dönderir (rucû’). Eğer oradan da kaybolmuşsa tekrar idrak etmesi (kesb)
gerekir. İnsan aklî seviyede idrak ettiği suretleri de unutmaktadır. Onları unutmasının
sebebi ise gaflettir; bu gaflet kalktığında ise suretler kendisine geri dönmektedir. O
halde bu suretlerin saklandığı bir yer olmalıdır. Bu yer insanî nefsin kendisi olamaz;
zira onun biri tasarrufta bulunan (mutasarrıf) diğeri de depolayan (hizâne) olmak üzere
iki parçası yoktur. Cisimde tabiat olmuş (cirmî) bir deposu da yoktur; çünkü aklî
seviyede idrak edilenler (ma’kûlât) cisimde hal olmaz. İmgeler âleminde de değillerdir;
zira orada bulunan misaller belli bir büyüklükte, şekilde vb bulunurlar. Öyleyse bu
gaflet kalktığında suretin geri dönmesini (istirca) sağlayan aklî bilgilere sahip olan
bilfiil akıl olan mufarak bir cevher olmalıdır. Sühreverdî, bizim metafizik âlemden
234 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.18; “el-Lemehât”, s.143-144; “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.199; Kutbuddîn Şirâzî s.50-52. ∗ Bu konu için bk. Durusoy, s.136. 235 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.494.
81
(kuds) öğretmenimiz (muallim) olan bu bilfiil aklın filozoflar tarafından, akledilirlerin
(ma’kûlât) suretini vererek insanî nefsi yetkinliğe (kemal) ulaştırdığı için Faal Akıl
(aklen fa’âlen) diye isimlendirildiğini, dini terminolojideki adının ise “ruhu’l-kuds”
olduğunu belirtir. İnsanî nefsle Faal Akıl arasındaki münasebet, görme duyusu (ibsâr)
ile güneş ışınları arasındaki ilişki gibidir; nasıl güneş cisimler âlemini aydınlattığında
bilkuvve görülen nesneleri bilfiil görülen ve bilkuvve gören gözü bilfiil gören haline
getirirse, aynı şekilde, Faal Akl’ın nuru da insanî nefsi aydınlatır ve onun vasıtasıyla
bilkuvve bilme gücüne sahip (âkil) nefsi bilfiil bilen haline getirir.236 Böylece o, Faal
Akl’ın Cebrail veya mukaddes ruh (rûhu’l-kuds) ile aynileşmesinde Fârâbî ve İbn Sînâ
tarafından kabul edilen felsefi modeli benimser.237
Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk” isimli eserinde Faal Akıl’dan İnsan Türünün
Rabbi olarak bahseder.238 Sühreverdî’nin sembolik hikâyelerindeki “şeyh”, “mürşid”
“pir” imgelerinin işaret ettiği gerçeklik de bu Faal Akıl olmalıdır.239
“Zihnin, sorunları (metâlib) kendilerinden kalkarak çözmek için ilk bilinenlere
(mebâdî) doğru hareketi” olarak tanımlanan düşünme (el-fikr), bilgiye ulaşmayı değil
bilgiyi kabul etmek için Faal Akl’a yönelmeyi ifade etmektedir. İnsanî nefsi Faal
Akıl’la iletişime ve ondan bilgiyi kabule yetenekli hale getiren bu düşünmelerdir
(efkâr). Aynı şekilde “orta terimi (el-haddü’l-evsat) çok fazla düşünmeksizin (taleb)
elde etmeye (iktinâs) yönelik bu hareketin güzelliği (cevde)” olarak tanımlana sezgi
(hads) ve sezginin daha güçlü derecesini ifade eden “zekâ” da bilgi elde etmek için Faal
Akıl’la bir tür iletişim kurma yeteneğidir. Sühreverdî bu iletişimde insanî nefsin ayna
gibi olduğunu, Faal Akl’a yöneldiğinde bilgiyi kabul ettiğini, yüz çevirdiğinde ise
bilginin silindiğini belirtir. Nefs düşünmeleri vasıtasıyla veya düşünmeksizin sezgi
yeteneğiyle Faal Akıl’la iletişim kurma ve ondan bilgiyi almaya hazır hale geldiğinde,
Faal Akıl bilgiyi onun kalbine yazar240 ve onu faziletlerle donatmaktadır (mütenekkaş).
236 Sühreverdî, “et-Telvîhât: el-İlmü’s-sânî fi’t-tabî’î”, s.364; “el-Lemehât”, s207; “Elvâh-ı İmâdî”, s181; “Yezdân-ı Şinâht”, s.430-431. 237 Herman Landolt, “Suhrawardi’s “Tales of Initiation”, Journal of the American Oriantal Sociaty, c.107/3, (1987), s.477. 238 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.101-102; Kutbuddîn Şirâzî, s.338. 239 Užlavins, “Divine Light in Plotinus and al-Suhrawardî”, s.84. 240 Sühreverdî, “et-Telvîhât: el-İlmü’s-sânî fi’t-tabî’î”, s.364, 456-457; “el-Lemehât”, s207.
82
“Oku! Kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin en büyük kerem sahibidir.”241 ayetindeki
Hakk Teâlâ’nın “kalem”i ağaç parçası veya kamış değil, bilfiil akıl olan Faal Akıl
olduğunu belirten Sühreverdî, insanî nefsleri de mücerret kağıtlara (elvâh) benzetir. Faal
Akl’ın nefslere nispeti kalemin kağıda nispeti gibidir; o, nefsleri gerçek ilimlerle (ulûm-
ı hakikî) ve rabbanî bilgilerle (meârif-i rabbanî) nakışlayan kalemdir. “… Onların
kalbine Allah iman yazmıştır ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir....”242 ayeti de
öğretimin (ta‘lîm) metafizik âlemden (kuds) olduğuna işaret etmektedir. “Onu güçlü
kuvvetli biri öğretti.” “Üstün yaradılışlı...”243 “Onu senin kalbine Ruhu’l-emin
indirdi.”244 “Güçlü ve arşın sahibi katında itibarlı ...” “Emin”245 “De ki: Onu Ruhu’l-
kudüs Rabbin katından hak olarak indirdi ....”246 ayetlerinde hep Faal Akl’a işaret
edilmektedir. “Şüphesiz bu Kur’an hikmet sahibi ve her şeyi bilen tarafından sana
verilmektedir.”247 “İnsana bilmediğini öğretti.” “İnsanı yarattı. Ona açıklamayı (beyan)
öğretti.”248 ayetlerinde insanî nefsi kuvveden fiile çıkaranın Faal Akıl olduğuna işaret
etmektedir.249
Sühreverdî, kıyasta sonucu verenin öncülerin kendisi olmadığını belirtir; çünkü
bilgi bir arazdır ve araz arazı var edemez. Ayrıca birçok insan vardır ki bir durum (emr)
kendisine arz edildiğinde ona bilgi (ilm) kazandırır (efade), bir başkasına kesin bilgi
(ilmen yakinen) ve ruhanî tatmin kazandırır. O halde veren başkası olmalıdır.250 İbn
Kemmûne onun bu sözüyle amacının mutezilenin ‘bilgi (ilm) mufarak akıldan neftse
hâsıl olmaz, nazar bilgiyi doğurur. İki öncülü bilmek neftse neticeye ilişkin bilgiyi (ilm)
var eder (mûcid)’ görüşünü iptal etmek olduğunu belirtir. Ona göre bilgi (ilm) arazdır.
İki öncülü bilmek neticeyi bilmenin mucidi olsaydı araz arazı varederdi. Bu imkânsızdır
(muhaldir). Eğer nazar ilmi doğursaydı, nerede nazar olursa orada bilgi (ilm) olurdu.
241 Kur’an, Alak Suresi, Ayet 4,5. 242 Kur’an, Mücâdele Suresi, Ayet 22. 243 Kur’an, Necm Suresi, Ayet 5-6. 244 Kur’an, Şuarâ Suresi, Ayet 193. 245 Kur’an, Tekvir Suresi, Ayet 20-21 246 Kur’an, Nahl Suresi, Ayet 102. 247Kur’an, Neml Suresi, Ayet 6. 248 Kur’an, Rahman Suresi, Ayet 3,4. 249 Sühreverdî, “Elvâh-ı İmâdî”, s.180-181. 250 Sühreverdî, “et-Telvîhât: el-İlmü’s-sânî fi’t-tabî’î”, s.364.
83
Hâlbuki bir kimseye deliller sunulduğu halde onun için zorunlu bilgi ifade etmez, bir
başkasına kesin bilgi kazandırır ve hiçbir şüphesi kalmaz.251
D. BİLGİDE DOĞRULUĞUN VE KESİNLİĞİN ÖLÇÜTÜ
Bilgi teorisin temel problemlerinden biri de doğru bilginin ölçütünün ne
olduğudur. Başka bir deyişle bilginin, doğru bilgi olduğunu nasıl anlıyoruz? Bilgide
doğruluğun ölçütü nedir?
Doğruluk ve yanlışlık, zihindeki bir gerçeklikle bu gerçekliğin işaret ettiği
nesne arasındaki ilişkinin niteliğini gösteren kavram çiftidir. Zihindeki bir gerçekliğin,
kendisine işaret ettiği dış dünyadaki nesnesini çarpıtmadan tam bir şekilde yansıtıyor
olması, nesnesiyle uyuşması, o nesne hakkında verilen bilginin doğru olduğunu
göstermektedir. Nesnesini çarpıtan, ona bir şey ekleyen veya onda bulunan bir niteliği
göstermeyen bir bilgi ise yanlış olarak nitelenmektedir. İşte zihindeki gerçekliğin dış
dünyada bulunan nesneye veya olguya uyması ‘uyuşma (mutabakat/correspondence)
kuramı’ diye isimlendirilmektedir.
Ancak bu kuram, bilgi konusunda başka güçlükler ortaya çıkarmaktadır; çünkü
biz sadece zihindeki bir gerçeklikle, o gerçekliğin işaret ettiği dış dünyadaki nesne
arasında bir ilişki kurmuyoruz, bilakis zihindeki gerçeklikler arasında da bağlantılar
kurarak düşünüyoruz. Burada ise bilgi ile nesnesi arasında bir uyuşma değil, zihindeki
bir gerçeklik/kavram/tasarım ile başka bir gerçeklik arasındaki yani bilgi ile başka bir
bilgi arasındaki tutarlılık sözkonusudur. Bir bilgi, sahip olduğumuz diğer bir bilgi veya
bilgi yığını ile tutarlı olduğu için doğrudur ve bu tutarlılık kavramların birbirleriyle
ilişkilerini ilgilendiren mantıksal bir özelliktir. Bu kurama ‘tutarlılık (coherence)
kuramı’ adı verilmektedir. 252
Sühreverdî, dış dünyadaki fertlerinden soyutlanarak elde edilmiş tümel
bilgilerde (el-ulûmu’l-külliyye) başka bir deyişle ilk tasavvurlarda doğruluğun
ölçütünün ‘uyuşma’ (mutabakat) olduğunu belirtir. Dış dünyadaki her hangi bir nesneye
251 İbn Kemmûne, et-Tankîhât fî şerhi’t-Telvîhât: el-Fennü’s-sânî fi’t-tabî’î , s.373-374. 252 John Herman Randall, Jr. ve Buchler Justus, Felsefeye Giriş, Ahmet Arslan (çev.), İzmir: Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Yayınları, 1982, s.99-100; Ahmet Arslan, Felsefeye Giriş, s.31-32; A Kadir Çüçen, Bilgi Felsefesi, 1. Basım, Bursa: Asa Kitabevi, 2001, s.36-37, 40-41.
84
ilişkin tasavvurun doğru bilgi olarak nitelenebilmesi için nesnesiyle uyuşması
(mutabakat) gerekir; çünkü o dış dünyadaki bir gerçekliğin (emr) idrak edilmiş
imgesidir (misal-i idrakî). Aksi takdirde o nesne olduğu gibi bilinmemiş olacaktır.253
Burada uyuşma (mutabakat) sözcüğüyle ifade edilmek istenen şudur: Bir kimse Zeyd’i
gördüğü zaman zihninde, ilintilerden (a’râz) soyutlanmış ‘insan olma’ (insanîyyet)
sureti meydana gelir (hâsıl). Sonra Amr’ı gördüğünde ondan başka bir “insan olma”
suretinin meydana gelmesine ihtiyaç kalmaz. Bu sözün anlamı, Zeyd’den elde edilen ilk
suretin kaybolması durumunda Amr’dan yeniden ‘insan olma’ suretinin elde edilmesine
ihtiyaç kalmaz, demek değildir; zira uyuşmanın mümkün olabilmesi için bir ilk suretin
bulunması gerekmektedir. Uyuşma, bu ilk suretin, meydana gelmekte olan ikinci surete
muhalif olmamasıdır. Örneğin, birbirine benzeyen (mütemâsile) cisimsel tabiatlardan
(tâvâbia cismaniyye) birinden bir ilk resmi kabul edende, benzerlerinin resminin
meydana gelmesiyle (vürûd) ilk resimde bir çeşitlenme (ihtilaf) olmaz.254
Ayrıca, soyutlama yoluyla elde edilen tümel bir surette o türün bütün fertleri
bir ortaklığa sahiptir. Başka bir deyişle zihindeki türe ait bir resim, o türün bütün
fertlerinin ortak özelliklerini yansıtan bir resimdir. Yoksa o resim aynıyla dış dünyadaki
fertlerinde bulunuyor değildir. Eğer böyle olsaydı, dış dünyadaki gerçekliğe ait idrak
edilmiş bir imge olmadığı gibi fertlerinin kendisinde ortaklığı da mümkün olmazdı. İşte
dış dünyadaki ferlerinin tümel bir suretteki anlam bakımından ortaklığı, uyuşmadan
(mutabakat) başka bir şey değildir ve zihindeki suretin tümel (küllî) olması da bu
uyuşma itibariyledir.255
Bir türün ferdine ait ilk suret elde edildiğinde, diğer fertlerinden elde edilecek
suretin ilk suretle tamamıyla örtüşmesi, aynileşmesidir uyuşma. Eğer diğer ferdinden
elde edilen suret ilkinden farklı olursa, ya önceki ya da sonraki yanlış olacaktır. İşte tam
da burada, bizdeki ilk suretin dış dünyadaki gerçekliğe ait olduğunun kesinliğinin
ölçütünün neliği problemi karşımıza çıkmaktadır; çünkü bizdeki bu sureti kendisiyle
karşılaştıracağımız bir suret yoktur karşımızda duran gerçekliğin kendisinden başka.
253 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.6, 50; “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.332, 362; “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.18; “el-Lemehât”, s.117-118; İbn Kemmûne, et-Tenkîhât fî şerhi’t-Telvîhât: el-Fennü’l-evvel fi’l-mantık, Süleymâniye Ktp., Hekimoğlu Ali Paşa, Nu.854, vr.48a. 254 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.332-333. 255 Sühreverdî, Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât”, s.331; “Kitâbu’l-Mukâvemât”, s.160.
85
İdrak alanımızın içinde bulunan bu nesneyi ne ise öyle olduğu gibi bildiğimize dair
kesinliği bize verecek olan nedir? Bir şeyi kesinlikle biliyor olduğumuza dair apaçık
düşünce olmaksızın bizdeki suretin o nesneye ilişkin olduğunu bilemeyiz. Gerçekten
biliyor olmakla biliyor görünmek arasındaki ayırımın altı çizilmelidir.
Bütün bilgilerin temeline konulacak ilk bilginin tersi düşünülemeyen,
çürütülemeyen, kendi kendine kanıt olan apaçık kesinliğini bize verecek olan nedir?
Sühreverdî kesinliği şöyle tanımlıyor: “Kesinlik (yakîn), şeyin öyle olduğuna, aksinin
tasavvur edilemeyeceğine dair inançtır (itikad) ve böyle bir bilgi, nesnesine
uyuşur.”256 Şeyin öyle olduğuna dair kesinliğe ulaştıran, o şeyin müşahede edilmesi
sebebiyle meydana gelen sezgidir (hads). Aristotelesin eserlerindeki felsefî sezgi, bir
anda oluşan bir bilgi çeşidi veya sezgisel bilginin oluşumundan sorumlu bir meleke
iken, Sühreverdî’nin sezgi anlayışının temelinde müşahede vardır ve burhanî kıyasta
temel rol oynar257. Böyle bir sezgi, idrak eden özneyle idrak edilen nesne arasında
huzûrî işrâkî izafetin bulunduğu yerde, bir zaman süreci içinde olmaksızın elde edilen
bütün bilgileri kapsar.258
Sühreverdî, “delil bulma ve burhanın kesinliği açısından açıktır ki müşahede
istidlalden daha kuvvetlidir”259 demek suretiyle görülenin her zaman getirilen delilden
güçlü olduğunu belirtiyor. Burada müşahede ile sadece görme kastediliyor olmamalıdır.
“Müşahede”, Arapçada bir işin karşılıklı yapıldığını bazen de tek taraflı yapıldığını
bildiren geçişli bir fiil kalıbıdır. İster karşılıklı ister tek taraflı yapılsın, iki varlığın
bulunmasını (huzûr) gerektirir; şahit olan ve şahit olunan. İbn Manzur Lisânü’l-Arap’ta
müşahedeyi “el-mu’âyene” sözcüğüyle açıklar.260 Mu’âyene ise “ayn”dan gelmektedir.
“Ayn”, hem görme organı olan göz hem de suyun kaynadığı yer, pınar, güneş, güneşin
şuası, anlamlarına gelmektedir. “Mu’âyene” fiilinin bir diğer kökü olan “’iyân” sözcüğü
“onu ‘iyânen gördü” cümlesinde “gördüğünde şüphe etmedi” anlamına gelmektedir.261
256 Sühreverdî, “el-Lemehât”, s.180; Kutbuddîn Şirâzî, s.116. 257 Roxanne Marcotte, “Philosophical Reason versus Mystical Intuition: Shihâb al-Dîn Suhrawardî”, Anaquel de Estudios Árabes VII içinde (109-125), Madrid: Universidad Complutense de Madrid Facultad de Filologia, 1990, s.110-112. 258 Hossein Ziai ve Ahmed Alwishah, “Introduction”, İbn Kemmûne, et-Tenkîhât fî Şerhi’t-Telvîhât: el-Fennü’s-sânî fi’t-tabî’î içinde (1-47), s.46. 259 Sühreverdî, “Safîr-i Simurk” , s.316. 260 İbn Manzûr,, “ş-h-d” mad., s.215. 261 İbn Manzûr, “a-y-n” mad., s. 552-554.
86
Bütün bu anlamları birlikte düşünerek diyebiliriz ki müşahede, şahit olanın bizzat
kendisiyle şahit olunanın bizzat kendisinin yani aynlarının aydınlık bir ortamda arada
engel olmaksızın bulunmasıdır. Kesin olarak biliyorum; çünkü müşahede ediyorum,
şeklindeki bir bilme ilişkisi bize kendisinden şüphe edilmeyen kesinliği verecektir.
İlerde ayrıntılı olarak açıklanacağı üzere müşahede, onun huzûrî bilgi kuramının üzerine
bina edildiği temel kavramlarından biridir.
Sühreverdî gerçekliğin kendisini müşahede etmeyene müşahede edilen bir şey
hakkında delil (hüccet) getirmek de mümkün olmadığını, bu nedenle onun sadece
verilen haberi kabul etmesi gerektiğini belirtir.262 Örneğin bir gerçekliğin (şey) sadece
ismini işiten ve onun mefhumunu bilmek isteyen kimseye ‘o şöyle bir anlam (mana)
için konulmuştur’ denilirse öğrenmek istediğinin (matlûb) o olduğuna dair sadece
(mücerret) işitmekle onun için bilgi elde edilmiş (hâsıl) olmaz. Gerçekliği (şey)
müşahede etmediği halde bir gereklilikle (lâzım) tasavvur eden kimse de böyledir. Onu
biri açıklasa bile bazı sıfatlarda şüpheye düşer. İnsan Kaknus denilen bir kuşun varlığı
hakkında, onu müşahede etmediği halde, kesinliğe ulaşır ve ona özgü niteliği öğrenmek
ister. O sadece onu kuş olması açısından bilmektedir. Onun ne olduğunu açıklayanın
(şârih) zikrettiği sıfatların işitenin bilmek istediği (matlûb) olduğunu hiç kimse bilgi
olacak şekilde (bihaysü ya’lemu) ona tanımlayamaz (yuarrif). Onun için sadece
Kaknusun şöyle şöyle sıfatları olduğuna dair tevatür elde edilmiş (hâsıl) olur.263
İşte Sühreverdî bilinmesi (ma’rifet) ışık, ses, koku, renk gibi doğrudan duyu
idrakine konu olan basit gerçekliklerle, insanî nefsin duyu organları gibi aracılar
olmaksızın bizzat kendisinin idrakine konu olan nurlar âlemini bilmedeki kesinliği
müşahede sebebiyle oluşan sezgiye (hads) indirger; zira insanî nefsin huzûrî işrâkî bir
izafet sebebiyle gerçekleşen müşahedesi vardır. Bilgide kesinliği sağlayan ise “aynu’l-
yakîn” olan gerçekliğin aynını müşahededir. Müşahedesi olmayan için ise kesinliğin
ölçüsü “ilmu’l-yakîn”dir.264
262 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.107. 263 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.54-55. 264 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.139; Kutbuddîn Şirâzî, s.452-453.
87
“İlmu’l-yakîn” ise burhanî kıyasla elde edilen bilgilere ilişkin kesinliği
ölçüsüdür.265 İlerde açıklanacağı üzere burhan, kabulü zorunlu (vacip) ve kesin
öncüllerden (mukaddimât yakîniyye) oluşturulan bir kıyas çeşididir ve zorunlu (zarurî)
sonuç verir.266 Burhanî kıyasta kullanılan kabulü zorunlu önermeler ise evveliyât,
müşâhedât, mücerrebât, hadsiyyât ve mütevâtirat ile elde edilmişlerdir. Aslında son
tahlilde burhanî kıyasla elde edilen bilgide de kesinliğin ölçüsü müşahadeden
kaynaklanan sezgiye indirgenmektedir. Zira evveliyat olan tasdikî bilgiler, yukarda
açıklandığı üzere, fıtrî bilgilerdir. Müşahedât, mücerrebât ve hadsiyyât ise, açıklanacağı
üzere, müşahede ile elde edilen tasdiklerdir. Sadece mütevâtirât olan önermeler
başkasının müşahedesine dayanır ve o haberi işiten için kesinliğin ölçüsü haberi verende
aranacak şartların bulunduğuna dair sezgisidir.
Zihnin dışında kendisiyle uyuşacağı nesnesi olmayan, sadece zihinde bir
gerçekliğe sahip olan, ilk tasavvurlardan elde edilen ikinci tasavvurlar (el-ma’kûlâti’s-
sevânî) ilk tasavvurlara yüklem yapıldıklarında doğruluğun ölçütü, yüklemin, kendisine
yüklenildiği (ilhâk) mahiyete özgü bir uygunluğunun (salâh) olmasıdır; çünkü sadece
zihinde bir gerçekliğe sahip olan ikinci tasavvurlar (el-umûru’z-zihniyye / el-i’tibâru’l-
akliyye), dış dünyada bir gerçekliği bulanan mahiyetin bir parçası değillerdir ve dış
dünyadaki müstakil fertler gibi alınıp mahiyete yüklem yapılması yanlışa (galat) sebep
olacaktır. Yüklem olma niteliğine sahip ‘cins’ gibi bir kavramın rasgele herhangi bir
mahiyete yüklem yapılır ve bu da doğru olur (sıdk) değildir. Örneğin zihindeki bir
gerçeklik olan ‘canlı’ya (hayvan) ‘cins’ kavramının yüklem yapılarak ‘canlı’nın ‘cins’
olduğunu söylemek yanlıştır; çünkü canlı tek başına cins değildir. O, insanın mahiyetine
nispetle, onun zihindeki gerçekliğinin genel parçası olması açısından cinstir; ‘insan’a
‘tür’, ‘canlı’ya da ‘cins’ yüklem yapıldığında ikisi birlikte doğru (sıdk) olacaktır.267 Bu
nedenle sadece zihinde bir gerçekliği bulunan ikinci tasavvurlar, gerçekliğe itibarî
olarak yüklem yapılır; çünkü onların bütün mahiyetlere nispeti eşit değildir. Kaldı ki sırf
aklî olanın gerçekliğe her açıdan uyuşması şart da değildir.268 Kendisine yüklem
265 Kutbuddîn Şirâzî, s.452. 266 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.26-36; “el-Lemehât”, 179; Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye; el-İlmü’l-evvel fi’l-mantık, vr.14b. 267 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.50; “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.347, 364; Kutbuddîn Şirâzî, s.198. 268 Sühreverdî, “Kitabu’t-Telvihâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis ”, s.25.
88
yapıldığı mahiyete özgü bir özellik sebebiyle uygun olana yüklem yapılır (ilhak).
Onların dış dünyada müstakil bir gerçekliği olmadığı için dış dünyada gerçekliği
bulunan mahiyete yüklem yapıldıklarında, dış dünyadaki gerçekliğe ilave bir durumu
bildirmezler. Örneğin, renk olma (levniyyet) siyaha yüklem yapılıp ‘siyah renktir’
denildiğinde ‘renk’ sözcüğü dış dünyada bir gerçeklik olan siyah üzerine ilave bir
durumu gösteriyor değildir. Dış dünyadaki bir gerçekliği gösterdiklerinde siyah olma ve
renk olma aynı gerçekliği ifade ederler. Dış dünyada renk, siyahın kendisidir. Renk
olma sadece zihindeki siyah kavramı üzerine ilave bir durumu bildirir. Aynı şekilde
‘cevher olma’nın ‘cisim olma’ üzerine yüklem yapılarak ‘cisim cevherdir’ denildiğinde,
dış dünyada cisim üzerine ilave bir duruma işaret ediliyor değildir; cismin aynıyla
cevher olduğu ifade edilmektedir. Cisme cevherin yüklem yapılması, cismin dış
dünyada bir mahalden müsteğni olarak var olması açısındandır ve onun yetkinliğini
(kemal) gösterir.269
II. HUZÛRÎ BİLGİ
A. HUZÛRÎ BİLGİNİN MAHİYETİ
Sühreverdî “Kitâbu’t-Telvîhâtü’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis” isimli
eserinde, düşünme ve riyazetle yoğun bir şekilde meşgul olduğu bir gece, uyku ile
uyanıklık arasında bir cezbe (hulse) anında bilgi konusunda Aristoteles ile aralarında
geçen konuşmaya yer verir. Bu konuşmanın sonucunda Aristoteles bilgi konusunda
konuşulanların tamamını şu tanımda toplar “Bilgi/bilmek (el-ilm, teakkul), maddeden
mücerret zattan şeyin gaybetinin yokluğudur” ve böyle bir tanımın bilmenin konusu
olabilecek bütün nesneleri kapsadığını belirtir.270 Zira bu tanımda idrak nesnesi olarak
ifade edilen “şey”, hem bilen öznenin kendi zatına, hem de kendisinden başka olana –bu
başkası ister dış dünyada isterse zihinde bir gerçekliğe sahip olsun- işaret etmektedir.
İdraki gerçekleştiren özne ise maddeden mücerret zat olarak ifade edilmektedir. Burada
maddeden mücerret oluşla, zihinde gerçekliği bulunan soyut bir varlığın dile getirildiği
düşünülmemelidir. Sühreverdî bu ifadeyle, bilen öznenin gerçekliğine işaret etmekte ve
269 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.49; “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.347; Kutbuddîn Şirâzî, s.194. 270 Sühreverdî, “et-Telvihâtü’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.72, 73; “Kîtâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.487.
89
bilme eylemini gerçekleştiren öznede hiçbir şekilde cisme ait niteliklerin
bulunmayacağını dile getirmektedir. Zira bilen özne, ontolojik açıdan tamamıyla
cisimden farklıdır; o mücerret nurdur.271
Sühreverdî gaybeti, duyulardan gaip olacak şekilde nefsin kendi âlemine
çekilmesi (hulse), olarak açıklar. Duyulardan gaybet, nefsin gaybda huzûru, metafizik
âlemden gaybet ise duyularda huzûrudur.272 O halde idrakin nesnesinden gaybetin
yokluğu deyimiyle, insanî nefsin idrakin nesnesinin varlık düzeyinde bulunması (huzûr)
kastedilmektedir. Ancak Sühreverdî, Meşşâilerin Zorunlu Varlık’ın bilgisini, maddeden
mücerret zattından gaybetinin yokluğu, şeklindeki tanımlarını eleştirirken, gaybetin
yokluğu ifadesinin sadece huzûr sözcüğüyle açıklanamayacağını belirtir. Zira huzûr, iki
ayrı şeyin varlığını gerektirmektedir; hazır olan ve katında hazır bulunulan. Bu nedenle
zatın kendinden gaybetinin yokluğunun huzûr kavramıyla açıklanamayacağını belirtir.
Ayrıca gaybetin yokluğu deyiminin daha genel olduğunu; hem zatın kendini bilmesi
hem de kendinden başka olanı bilmesini ifade ettiğini ekler. Zatın başkasından
gaybetinin yokluğu huzûr kavramıyla açıklanabilmektedir.273 Gaybetin yokluğu deyimi,
bilinen, bilen öznenin kendisi olduğunda, selbi bir durumu ifade etmektedir; öznede
bilmeyi ya da kendini bildiğinin bilincinde olmayı engelleyecek cisme ilişkin herhangi
bir niteliğin bulunmadığını başka bir deyişle öznenin kendisi için apaçık (zahir)
olduğunu belirtmektedir. Öznenin cisim ve cisme ilişkin olanla meşguliyeti de bu engel
içine dâhil edilmelidir. Zira o, cisim ve cisme ilişkin olanla meşguliyetten tecerrüdü
ölçüsünde zatını idrak edecek ve zatını idrak ettiğinin de bilincinde olacaktır. Bilinen,
bilen özneden başka olduğunda gaybetin yokluğu, özne ile nesne arasında huzûrî işrâkî
bir ilişkinin bulunması gerektiğini ifade etmektedir; ancak bu ilişki, biri diğerinin
özelliklerini alıyor veya biri diğerinde bulunuyor şeklinde anlaşılmamalıdır. Bulunması
gereken ilişkinin olumsuz (selbî) bir ifadeyle dile getirilmesi, özne ile nesne arasında
bilmeyi engelleyecek herhangi bir perdenin (hicâb) olmadığını ya da olmaması
gerektiğini gösterir. İşte bu tanımda “şey” yerine ‘kendinden başka olanı’
koyduğumuzda, gaybetin yokluğu ifadesi, bilmeyi engelleyecek perdenin yokluğuyla
birlikte bilinen nesnenin bilen öznenin idraki için hazır bulunduğuna (huzûr) işaret
271 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.79. 272 Sühreverdî, “Kelimetü’t-Tasavvuf”, s.135. 273 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.105; Kutbuddîn Şirâzî, s.348.
90
edecektir. Özne ile nesne arasındaki bilme ilişkisinin sağlıklı bir şekilde varlığını ifade
eden kavram çifti ise ‘huzûr’ ve ‘işrâk’ olacaktır. Daha önce de belirttiğimiz gibi
Sühreverdî işrâkî bilgiyi “Suretle ve eserle değil bilakis sadece (mücerret) o şeyin
işrâkî bir huzûrla huzûru olan özel bir izafetle (izâfe hâssa)”274 gerçekleşen bir bilgi
olarak tanımlar.
Huzûr sözcüğü, bilme konusu olan nesnenin bizzat kendisinin, bilen öznenin
idrak alanı içinde; bilen öznenin ve bilinen nesnenin aynı âlemin bulunduğunu ifade
etmektedir. Ancak insanî nefsin nurlar âlemine, misal âlemine veya cisimler âlemine
ilişkin huzûrî idrakinde insanî nefsin bir mekândan ayrılıp başka bir mekanda bulunması
şeklinde anlaşılmamalıdır. O zaten mücerret nurdur ve bedende değildir. Kendi
âlemindedir. Ancak bedenle ilişkisinin şiddeti sebebiyle eylemleriyle bu âlemde tezahür
etmektedir. O halde insanî nefs için huzûr, gerçekliğin farklı boyutlarında tezahür
etmesi olmalıdır. Üç boyutlu resimler vardır; o resimlerde bir noktaya
yoğunlaşıldığında, bir anda görünen perde aralanarak resmin içindeki resim açılır ve
bakanı içine çeker. Bu huzûrun da böyle bir şey olduğunu düşünüyoruz; gerçekliğin
üzerinden perdenin kalkmasıyla zahir olanın gizlenip bâtının açılması. Bâtının
üzerinden perdenin kalkmasıyla elbette cisimler âlemi karanlığa bürünecektir. İşrâk
sözcüğü ise, bilme ilişkisinin gerçekleşmesi için bilenin ve bilinenin bilfiil olduğu bir
aydınlanmaya; başka bir deyişle bilen ile bilinen arasındaki bilfiil bilme ilişkisine işaret
etmektedir. Bu ilişki ise bir izafetten başka bir şey değildir. Özne ile nesne arasındaki
perdenin yokluğuyla birlikte huzûrî işrâkî bir ortamda gerçekleştirilen bilme eyleminin
sonucu ise “huzûrî işrâkî bilgi” diye isimlendirilmektedir. İşrâk sözcüğünün Arapçada
if’âl kalıbından geldiğini ve çoğunlukla geçişli fiil olarak kullanıldığını
düşündüğümüzde, bu anlamıyla işrâk, öznenin bilfiil bilen ve nesnenin bilfiil bilinen
olmasını sağlayan aydınlanmanın dışardan geldiğini; geçişsiz olarak kullanıldığını
düşündüğümüzde öznenin bilfiil bilen olduğunu ifade eder. Zira aydınlatan ya bizatihi
nur olmalı ya da bizatihi nur olan tarafından aydınlanmış olmalıdır.
Huzûrî işrâkî bilgiyi açıklayan temel kavramlardan biri müşahededir.
274 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.487
91
Müşahede, dış duyu vasıtasıyla gerçekleştiğinde ise görme (ibsâr) diye
isimlendirilmektedir. Mücerret nur olan insanî nefsin ve diğer bütün mücerret nurların
mertebece üzerlerinde bulunan mücerret nurların işrâkıyla gerçekleşen zamansız ve
vasıtasız idrakidir.275 Müşahedenin sırf içsel, psikolojik bir olay olduğu
düşünülmemelidir. Ortak duyuda yer eden gayba ait suretlerin dış duyularla idrak
ediliyormuş gibi apaçık görülmesi de değildir. Bazı kimselerin,∗ kendileriyle eğlendiği
zaman mütehayyilenin oyunlarını müşahede zannetmesi gibi hayal ürünü de değildir.276
Müşahede edilen misal ve nurlar âlemine ilişkin nesnel gerçekliklerdir.
Sühreverdî müşahedeyi “görme (ibsâr, rü’yet)” örneğiyle açıklar. Görme
(ibsâr), aydınlanmış nesne (müstenîr) ile sağlıklı gözün karşı karşıya bulunmasından
başka bir şey değildir. Elbette buna gören ile görülen arasında engelin olmadığını da
eklemeliyiz. Onun ifadesiyle görme, son tahlilde, gören ile görülen arasında perdenin
(hicâb) yokluğuna indirgenir. Ancak görme için gerekli olan bu karşı karşıya bulunma
(mukâbele), mutlak anlamda müşahede için şart değildir. Karşı karşıya bulunma
müşahede için sözkonusu olduğunda perdelerin (hucub) kaldırılmasını (irtifâ’) ifade
eder.277
Aydınlanmış olmak (nuriyye) görmenin gerçekleşmesinin şartıdır. Hem
görenin hem de görülenin ışığı (nur) olmalıdır. Eğer gören ışığını başkasından alıyorsa,
ışığı veren ile arasındaki aşırı yakınlık, onun ışık kaynağını görmesi için perde
hükmünde olacaktır; bizim gözlerimizin güneşi ancak belli bir uzaklıktan görebilmesi
gibi. Aynı şekilde aşırı uzaklık da karşılıklı bulunmanın (mukabele) azlığı sebebiyle
perde hükmünde olacaktır. Zira biz gözlerimizi kapattığımızda gözümüzün dışardan
gelen ışıkla aydınlanmasını tasavvur edemiyoruz. Aydınlanma olmadığı için de
göremiyoruz. Eğer göz kapakları nurlu olsaydı veya güneş göz kapağı kadar yakın
olsaydı, güneşin aydınlatması (şurûku’ş-şuâ’) artacak ve görme de daha mükemmel
275 Ziai, “Mukaddime-i Musahhih”, s.30-32. ∗ Sühreverdî burada genelde Meşşâî felsefedeki, özelde İbn Sîna felsefesindeki müşâhedenin ortak duyuda gerçekleştiği görüşünü eleştirmektedir. Bilindiği üzere İbn Sînâ felsefesinde metafizik âlemden gelerek insanî nefste yer eden bilgiler oradan mütehayyile gücüne ve buradan da ortak gücüne geçmektedir. İnsanî nefs ortak duyudaki bu görüntüyü müşahede etmektedir. bk. Durusoy, s.100, 107. 276 Sühreverdî, “Safîr-i Simurk”, s.323; “Kelimetü’t-Tasavvuf”, s.136; Yusuf Ziya Yörükan, Şihâbeddîn Sühreverdî ve Nur Heykelleri, A. Kamil Cihan (sdl.), İstanbıl: İnsan Yayınları, 1998, s.69. 277 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.96, 150.
92
olacaktı.278 Görmenin gerçekleşebilmesi için, gören ile görülen arasında perdenin
olmaması yeterli olduğuna göre, gören göz aydınlanmış nesneyle (müstenîr) karşı
karşıya bulunduğunda (mukabele), insan için görülen nesne hakkında huzûrî bir işrâkla
gerçekleşen işrâkî huzûrî bir bilginin (el-ilmu’l-işrâkî huzûrî) gerekliliği (iltizam)
zorunlu olacaktır (yecibu).279
Böyle bir bilme, idrak edilenin suretinin idrak edende yeretmesiyle
gerçekleşiyor değildir. Bizzat idrak edenle idrak edilen arasında perdenin kalkmasıyla
meydana gelen huzûrî işrâkî bir izafettir; görme örneğinde olduğu gibi. Görmede
(ibsâr), aydınlanmış nesne (müstenîr) ile sağlıklı göz karşı karşıya bulunduğunda,
nesnenin suretinin gözdeki camsı tabakada (er-rutûbetü’l-celîdiyye) yer ettiği (intibâ’)
düşünülmemelidir. Dağ gibi kocaman nesnelerin suretinin küçücük gözbebeğinde
meydana gelmesi (hâsıl) nasıl mümkün olabilir?280 Her ne kadar görme, gözle
gerçekleştiriliyorsa da gören insanî nefstir. O, müceret müdebbir nurdur ve onun görme
gücü üzerinde işrâkı vardır; insanî ruh aracılığıyla bütün güçlere işrâkını
ulaştırmaktadır. O, görme gücü üzerindeki işrâkı aracılığıyla huzûrî işrâkî bir bilmeyle
(ilm), gözdeki görülen nesnelerin imgelerini (müsül) değil, gören gözün karşısındaki
görüleni idrak eder. Göz, insanî nefsin işrâkıyla nurlu bir duyu (hâsse nuriyye) olması
ve kendisiyle aydınlanmış nesne (müstenîr) arasında perdenin (hicâb) olmaması
sebebiyle idrak etmektedir.281∗
278 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.96. 279 Sühreverdî, “Kîtâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.486; Kutbuddîn Şirâzî, s.346. 280 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.70-72; “Kîtâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.486-487. 281 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.139-140; Kutbuddîn Şirâzî, s.454. ∗ Sühreverdî burada orta çağda geçerli iki görme kuramını eleştirmektedir. Biri Aristocuların takip ettiği nesneden gelen ışığın gözbebeğini etkileyerek oradan ortak duyuya geçmek suretiyle nesnenin suretinin gözdeki camsı tabakada ve oradan ortak duyuya geçerek yerettiği (intibâ’) ve böylece nesnenin görüldüğüdür. Diğeri ise Eflatun ve matematikçilerin takip ettiği görme eyleminde gözden çıkan ışının görülenle karşılaşması; matematik diliyle anlatacak olursak bir uç yanı gözde, tabanı ise görülen nesnede bulunacak şekilde koni şeklindeki bir ışık dalgasının gözden çıkarak nesneye ulaşan alt kısmıyla görmenin gerçekleşmesidir. Sühreverdî her iki görüşü de reddederek görme eylemini işrâka bağlar. Böylece o görmeyi, sadece fizik açısından değil metafizik açısından görme olan müşahedeyi kapsayacak şekilde açıklar. bk. Ziai, “Mukaddime-i Musahhih”, s.31-32, Fârâbî, Kitâbu’l-Cem’ beyne ra’yi’l-hakîmeyn, Albert Nasrî Nâdir (thk.), 4. Basım, Beyrut: Dâru’l-Maşrık, 1985, s.92-93; Nasr, Üç Müslüman Bilge, s.81; Se Hakîm-i Müselmân, s.72; “Şihâbeddîn Sühreverdî Maktul”, s.424.
93
İnsanî nefsin müşahedesinin tümel bir surete ilişkin olduğu da
düşünülmemelidir.∗ Müşahede edilen tümel bir suret (sûre külliye) değil, tekil bir
surettir (sûre cüz’iyye).282 Sühreverdî, görülenin suretinin gözdeki camsı tabakada ve
oradan ortak duyuya geçerek orada yerettiği ve böylece görmenin gerçekleştiğini
açıklayan kimsenin nesnelerin büyüklüklerinin idraki konusunda daha sonrakilerin‘nefs
bir şeyin büyüklüğünü tamamıyla istidlalî olarak idrak eder’ görüşlerine dayandıklarını
ve böylece onun∗∗ insanî nefsin işrâkî bir müşahedeyle tümel (küllî) bir şeyi (emr) değil,
neftse tabiat olması (intibâ) mümkün (câiz) olmayan belli bir büyüklüğe sahip tekil
(cüz’î miktari) bir şeyi (emr) idrak ettiğini itiraf ettiğini belirtir.283 Ayrıca Meşşâiler
görmenin, görülen nesnenin gözdeki camsı tabakada yeretmesiyle gerçekleşmediğini,
oradan ortak duyuya geçtiğini ve insanî nefsin ortak duyudaki sureti, ona yöneldiğinde
müşahede ederek idrak ettiğini kabul etmekle müşahedenin tekil bir surete ait olduğunu
kabul etmişledir.284
Müşahede ve işrâk’ın aynı anlamda kullanıldığı da düşünülmemelidir; zira
nuru müşahede etmenin ve bu nurun ışınının (şua) onu müşahede eden üzerideki işrâkı
birbirinden farklıdır. Sühreverdî bunu yine güneş ve göz örneğiyle açıklar; bu aynen
güneşin gözü aydınlatmasının (işrâk), gözün onu görmesinden başka bir şey olması
gibidir. Güneşten göz üzerinde güneş ışınlarının (şua) aydınlatması (şurûk) meydana
geldiğinde göz güneşi görür (müşahede). Bununla birlikte müşahedenin kuşatıcı (ihata)
∗ Sühreverdî burada İbn Sînâ’nın akıl için söz konusu idraki sadece aklî idrake konu olan şeylerin (ma’kûlât) suretini almasına hasretmesini eleştirir. İbn Sînâ’ya göre aklî idrak, şeyin ‘suret’ veya ‘mâhiyet’ kavramlarıyla ifade edilen ‘hakikat’inin nefsin yanında bulunmasıyla (temessül) birlikte nefsin onu ‘müşahede’ etmesidir. Bu durumda nazarî akıl gücü, şeyin madde ve maddeye ilişkin özelliklerinden mücerret mâhiyeti demek olan hakikatini müşahede eden güçtür. bk. Durusoy, s.127. 282 Sühreverdî, “Kîtâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.485. ∗∗ Sühreverdî’nin daha sonrakilere uyan kimseyle kastettiği İbn Sîna olmalıdır. İstidlalle idrak edilen büyüklük konusu ise, aynı büyüklükteki iki cisimden uzakta olanın yakında olana nispetle daha küçük görüldüğü halde insanın aklî çıkarımla bunun mesafe farkından kaynaklandığını bilmesidir. İbn Sinâ yakındaki cismin uzaktakine nispetle daha büyük görülmesini şöyle açıklar: Görüntünün üzerine yansıdığı gözdeki camsı tabaka bir çukur ayna biçimindedir; buradaki görüntü, görme sinirlerinin bulunduğu görme tabakasına iletilir. Camsı tabakanın karşısında olmak, onun merkezinin karşısında bulunmak demektir. Dolayısıyla gözün karşısında olan cisimden görüntüyü ileten ışınlar bu merkezde bir açı yaparak toplanır. Bu açı cismin yakınlığına göre büyür, uzaklığına göre küçülür. Böylece yakındaki cismin görüntüsünü ileten ışınlar uzaktakine nazaran daha büyük bir açı meydana getirdikleri için yakındaki cisim uzaktakine oranla daha büyük olarak görülür. bk. Durusoy, s.96. 283 Sühreverdî, “Kîtâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.485-486. 284 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.485.
94
bir bilme olduğu düşünülmemelidir. Her ne kadar göz güneşi görse de ışığını güneşten
alır ve güneşe nispetle daha zayıftır; bu nedenle güneşi tam anlamıyla göremez.285
Sühreverdî, mücerret nurların tamamının böyle bir müşahedeyle gören (bâsıra)
olduğunu ve bu nedenle onların bilgisinin (ilm) görmelerine (basar) indirgendiğini
belirtir.286 Çünkü onların bilgileri (ulûm) gerçek görme (rü’yet) olan bilinenin huzûrî
işrâkî bir müşahedesidir; aynu’l-yakîn.287 Güneşle göz örneğinde olduğu gibi mücerret
nurların mertebece üzerinde olanı ve son tahlilde Nurların Nuru’nu müşahedesi,
Nurların Nuru’nun onlar üzerine işrâkından başka bir şeydir. Mücerret nurların ilahi
güneşin ışınlarını (şua) kabulde akıl âleminin güneşi olan Nurların Nuru’na nispeti,
yeryüzünün (arz) cisim olan (cirmî) güneşin ışınlarını (şua) kabulde güneşe olan nispeti
gibidir. Güneşle yeryüzü (arz) arasında perde kalktığında yeryüzü aydınlandığı gibi
mücerret nurlarla Nurların Nuru arasında perde kalktığı zaman onlar Nurların Nuru’yla
aydınlanır ve Nurların Nuru’nu müşahede ederler. 288
Yine gözün güneşi görmesi örneğinde olduğu gibi derece bakımından aşağıda
bulunan nur (en-nuru’s-sâfil), yukarıda olanı (en-nuru’l-âlî) müşahede eder; kuşatamaz.
Zira aşağıda bulunan yukarıda bulunanın hâkimiyeti (kahr) altındadır ve onu tam
anlamıyla ihata edemez. Bu nedenle mücerret nurların, Nurların Nuru’nu müşahede
ediyor olması O’nu kuşatıcı bir idrakle biliyor anlamına gelmez.289
Nurların Nuru’nun işrâkı deyiminin, ondan bir parçanın ondan ayrılarak
aydınlattığı şeye ulaşıyor anlamına geldiği de düşünülmemelidir. Nasıl ki güneşin
yeryüzünü aydınlatması ondan bir şeyin ayrılması anlamına gelmiyorsa, nurun işrâkı da
aynı şekildedir. Işın (şua) güneşle birlikte mevcuttur ve onunla aydınlanma yeteneğine
(istidat) sahip aydınlanmış nesne (müstenir) arasında perdenin olmaması yeterlidir.
Aynı şekilde Nurların nurundan veya kahîr nurlardan taşan (şârik) nurun, ister arız olsun
ister mücerret, ilkesinden ayrıldığı düşünülemez.290
285 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.97; Kutbuddîn Şirâzî, s.326-327. 286 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.139. 287 Kutbuddîn Şirâzî, s.452-453. 288 Kutbuddîn Şirâzî, s.331. 289 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.97; Kutbuddîn Şirâzî, s.327. 290 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.92, 98.
95
Mücerret nurların birbirini ve Nurların Nuru’nu müşahedesinin aynîleşme
(ittihâd) anlamına geldiği düşünülmemelidir. Nasıl ki cisimler âleminin idraki, cisimlere
ilişkin suretin gözdeki camsı tabakada yeretmesiyle (intibâ’) değil arada engel
olmaksızın aydınlık bir ortamda karşı karşıya bulunmasıyla gerçekleşiyor ve böyle bir
idrakte gözle görülen aynileşmiyorsa aynı şekilde, mücerret nurların birbirlerini
müşahedesinde de biri diğeriyle aynileşmemektedir. İttihad, güneşin nurunun yıldızları
görünmez yaptığı ve böylece yıldızların yok sanılması gibi derece bakımında aşağıda
olan nur yukarıda olanı müşahede ettiğinde, ona kıyasla kendisinin yokluğa
bürünmesidir (istiğsâk).291 Bu, aklî bir aynileşmedir (ittihâd). İnsanî nefsin bedende
olmadığı halde, bedenle arasındaki ilişkinin şiddeti sebebiyle kendisinin bedenden
ibaret olduğunu sanması ve bedeninden ‘ben’ diye sözetmesi gibidir.292 Bu onun
bedenden ibaret olduğu anlamına gelmez.
Sühreverdî bununla ilgili şu hikâyeyi anlatır:
Bütün yıldızlar İdris’le (as) konuşurlardı. Aya sordu:
-Niçin senin nurun bazen az bazen fazla olur? Dedi:
-Benim cismim (cirm) siyah, parlak (saykal) ve safidir. Benim hiç nurum yoktur; fakat güneşin karşısında onun nuruyla karşılaşacak kadar olduğum zaman benim cismimin aynasında diğer cisimlerin aynadaki suretleri gibi bir imge (misal) ortaya çıkar (zahir). Karşılaşmanın zirvesine ulaştığım zaman hilallikten dolunaylığa yükselirim.
İdris ona sordu:
-Onun seninle muhabbeti hangi sınırdadır? Dedi:
-O sınırda ki karşılaşma zamanında kendime her baktığımda güneşi görürüm; zira güneşin nurunun imgesi (misal) bana yansır (zahir). Öyle ki benim yüzümüm bütün pürüsüzlüğü, düzlüğü ve parlaklığı onun nurunun kabulüyle yerleşmiştir, kendime her baktığımda bütünüyle güneşi görürüm.
291 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.95. 292 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.147; “Kîtâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.502.
96
Görmez misin ki eğer aynayı güneşin karşısına koyarsan güneşin sureti ona yansır (zahir). Eğer aynanın gözünün olduğu farzedilseydi ve güneşin karşısında bulunduğu zaman kendine baksaydı bütünüyle güneşi görürdü. Eğer demir de olsa “ben güneşim” derdi; zira kendisinde güneşten başkasını görmezdi. Eğer “Ben Hakkım” veya “kendimi tenzih/tesbih erdim mertebem ne büyük!” derse onun özrünün kabulü vacip olur.293
İşrâk, Sühreverdî’nin müşahede ve işrâk karşılaştırmasında görüldüğü gibi,
mertebece yüce olan nurdan aşağıda olana gelen bir aydınlanmadır. Müşahedenin yönü
yüce olana dönükken işrâk, aşağıda olana yöneliktir. Bu nedenle mertebece yüce olanı
idrak etmeyi ifade eden bir kavramdır müşahede. O mertebece aşağıda olanı bilmeyi
huzûrî işrâkî bilgi (el-ilmü’l-huzûriyyü’l-işrâkiyyü)294 kavramıyla ifade ederken
mertebece yüce olanı bilmeyi huzûrî ittisalî şuhûdî bilgi (el-ilmü’l-huzûriyyü’l-
ittisaliyyü’l-şuhûdyyü), tecerrüdî ittisalî şuhûdî bilgi (el-ilmü’t-tecerrüdiyyü’l-
ittisaliyyü’l-şuhûdiyyü) deyimleriyle açıklamaktadır.295 O halde işrâk, epistemolojik
açıdan, mertebece aşağıda olanı kuşatıcı bir şekilde bilmeyi ifade eden kavram olarak
karşımıza çıkmaktadır; zira herhangi bir engel olmadığında güneşin ışınlarının
ulaşamadığı bir noktanın kalması imkânsız olacaktır. Var olan her şey Nurların
Nuru’nun şualarından bir şua, bir işrâktır. İşte bu nedenledir ki o, Zorunlu Varlık’ın
eşyayı bilmesini de huzûrî işrâkî bilgi deyimiyle açıklar.
O halde müşahede, mertebece aşağıda bulunan mücerret nurların, mertebece
yukarıda olan mücerret nurları bilmesini açıklamak için kullanılan bir kavramken işrâk,
bunun tam tersidir; mertebece yukarıda olan mücerret nurun mertebece aşağıda olanı
bilmesini ve mertebece yukarıda olanın mertebece aşağıda olan mücerret nuru bilfiil
bilen hale getirmesini açıklamak için kullanılmaktadır.296
Yalnız burada işrâk, bilgiyle eşanlamlı kullanılıyor değildir; zira işrâk bilgi
değil bilme melekesi olmalıdır. Daha önce de açıkladığımız gibi o, bilgiyi (el-ilm)
mefhumu açısından yetkinlik (kemaliyyet) olarak kabul etmektedir. Meleke halinde 293 Sühreverdî, “Lügat-i Mûrân”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde (333-401), s.308-309. 294 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.140; “Kîtâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.487; Kutbuddîn Şirâzî, s.454. 295 Sühreverdî, “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.74, 121. 296 Mesud Omîd, “Ma’rifet-i Şinâsi-yi Şeyh-i İşrâk”, Mecmua-i Makâlât-i Mutâleât-i Îrânî, Vol.1, No.1, (1378/1999), s.114.
97
bilme ise, bilmenin yetenek (istidat) olmaktan çıkıp bir yetkinlik (kemaliyyet) haline
geldiğini ifade etmektedir. Bir yetenek olmaktan çıkıp yetkinliği ifade eden bilme
melekesiyle (melektü’l-ilm) bilfiil suretin varlığı değil, istenildiği zaman düşünmeye
ihtiyaç duymaksızın bilineni hazır etme gücü kastedilmektedir. İşte huzûrî işrâkî bilgi
deyimi, öznenin bilineni bilfiil bilinen haline getirerek onu meleke halinde bilmesini
ifade eden bir terim olarak karşımıza çıkmaktadır. Onun şurûk melekesi adını verdiği
meleke de bilme melekesi olmalıdır.
Şöyle ifade ediyor:
Onlar dünya meşguliyetinin karanlıklarındaki şaşkın (hayran) bir halde iken ne zaman gizli ilimlere (ulûmu’l-mahfî) ehil olmuşlar ve melekûta yol bulmuşlardır? Yüce nurların şurûk melekesine sahip olmayan insan yüce mahalle ulaşamaz.297
Şurûk sözcüğünün anlamının doğma olduğunu düşünecek olursak burada
kastedilen batı sürgünü olan insanî nefsin bedenî ilişkilerinden soyutlanarak batının
karanlıklarından nurlar âlemine yükselmesi olmalıdır. Bir başka değişle batı olan
bedenin ufkundan -batıya ait her şey onun için yer, nurlar âlemi de gök mesabesinde
olacak şekilde- doğma melekesi olmalıdır. İnsanî nefs bu yükselişi gerçekleştirdiğinde
cisimler âleminin aıl gerçekliği ortaya çıkacaktır.∗
Urûc gücü (kuvve ‘urûc)298 irtikâ gücü (kuvvetü’l-irtikâ) irtikâ merdiveni
(süllemü’l-irtikâ) nurlu meleke (meleke nuriyye)299 ittisal melekesi300 şurûk elbisesi 301
şeklinde ifade edilen melekeler de şurûk melekesi olmalıdır. O halde şurûk melekesi,
nurlar âlemiyle iletişim (ittisal) için insanî nefsin elde etmesi gereken yetkinliği de ifade
etmektedir. Kendi gerçekliğinde mücerret nur olan insanî nefs bu şurûk melekesine
297 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâr’i ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.438. ∗ Burada Sühreverdî’nin bahsettiği şurûk melekesi hakında belki bir açıklma olabilir amacıyla Gazâl’i’nin şu ifadelerine yer veriyoruz: “Melekût âlemine nispetle şehâdet âlemi nura nispetle zulmet gibidir. Bu sebeple melekût âlemi nârânî âlem diye isimlendirilmişitir. Melekût ya da ulvi âlemle kastedilen gökler değildir. Salikin nazarında yer başka bir yerle gök de başka göklerle değişmedikçe ve göklerde dâhil olmak üzere his ve hayal alanına giren bütün şeyler yer mesabesine gelip hissin üstünde bulunan şeyler de kendisinin seması olmadıkça kula melekût kapısı açılmaz. Bu salikin ilk miracıdır. İnsan esfel-i sâfilîne atılmıştır. Buradan yüce âleme melekût âlemine çıkabilir.” Gazâlî, Nur Metafiziği: Mişkâtü’l-envâr, A. Cüneyd Köksal (çev.), İstanbul: Gelenek Yayıncılık, 2004, s.27-28. 298 Sühreverdî, “Kitâbu’t-Telvîhâtü’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.114. 299 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâr’i ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.452-453. 300 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.145. 301 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâr’i ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.503.
98
kuvve halinde sahiptir. Onu kuvveden fiile çıkaran, yetkinleştiren metafizik âlemden
gelen işrâklardır.302
Sühreverdî, “Pertevnâme” isimli eserinde zikir, riyazet ve tecerrütle melekût
âlemine yöneldiğinde bilgelik talibine şimşek çakması gibi nurların geldiğini ve insanî
nefsi büyük bir hızla kendi âlemine çektiğini, ortak duyuda, lezzetle birlikte güneşin
aydınlığından daha fazla bir aydınlığın meydana geldiğini belirtir. Bu nur, ruhları
aydınlık olanlarda (rûşen revânân) istdikleri her zaman nur âlemine yükselecekleri bir
meleke olmaktadır. Bu şimşekler (burûk) ve nurlar bilgi (ilm) ve aklî suret değildir;
aksine metafizik âlemden (âlem-i kuds) gelen mücerret kudsî şualardır. Kendisi de
nurlar âlemine ait olan insanî nefsin üzerine gelen ilâhî şimşekler (bârikî ilâhî) ona baha
ve heybet kisvesi, şurûk elbisesi giydirmektedir. Bu işrâklarla “Hurre-i kiyânî” denilen
makama ulaşan bilgelik talibinin duası yüce âlemde işitilmakte ve oradan gelen
yardımla unsurlar üzerinde etki sahibi olmaktadır.303 İşrâk sözcüğünü ontolojik
anlamıyla düşündüğümüzde şurûk melekesi, cisimler âlemindeki türlerin rabbi olan
kâhir nurların meydan getirme melekesini de içeriyor olmalıdır.
İşte işrâk, onun felsefesinde insanî nefsi bilgisizlikten ve maddî ilişkilerden
arındıran ilahî nurlar olarak da karşımıza çıkar. Bunlar metafizik âlemden gelen, bedeni
ilişkilerden uzaklaşma çabası içinde bulunan insanî nefsi kendi âlemine çeken, kendi
âleminin boyasıyla boyayarak bedenî ilişkilerden soyan mücerret nurlardır.304 Zira
insanî nefsin nurlar âleminin müşahedesine engel olan bedenî ilişkilerden tamamıyla
arınması gerekmektedir. Bilge olmak isteyenin nazarî ve amelî yetkinlikle birlikte nurlar
âleminin tefekkürü ile meşgul olarak kendini maddi âleme çeken her türlü bağdan
kurtulması gerekmektedir. Bu ise öyle kolayca, sıkıntı çekmeksizin ele geçirilecek bir
netice değildir.
Sühreverdî şöyle ifade ediyor:
Eğer yorulmaksızın ve mukaddes olana (kuds) yaklaştırıcı durumlara (umûr) devam etmeksizin bilge (hâkimen ilâhiyyen) olmak
302 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.100, 134. 303 Sühreverdî, “Pertevnâme”, s.81; “Elvâh-ı İmâdî”, s.186-187. 304 Sühreverdî, “Pertevnâme”, s.81; “Heyâkilü’n-nur”, s.99; “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.109.
99
istersen kendine imkânsızı veya imkânsıza benzeyeni söylemiş olursun. İnsanlar batıl olana elde etmek için o kadar çaba sarfediyor. … Bilgeliğe talip olanın çalışmaması ve ona ulaştıracak yollara koyulmaması çirkindir.305
Böylece o, bilgeliğe talip olanın (sâlik), yani “şurûk melekesi”ni elde etmek
isteyenlerin hazırlık yapmaları gerektiğini belirtir ve şu tavsiyelerde bulunur:
Her şeyin hazırlığı kendisine uygun olur. Çok dua et. Duanın istenileni
(metâlip) elde etmeye nispeti düşüncenin ilmi meseleyi (matlup) elde etmeye nispeti
gibidir. Eflatıunun dediği gibi dua, ez-zikrü’l-hakîmi harekete geçirir. Allah Teâlâ,
karanlıklar tarafından mağlup edilmiş herkesin ve Allah rızası için başkasının da
karanlıktan kurtulmasını isteyen her temiz kimsenin duasını kabul edeceğini yüce
kitapta (sifr) belirtmiştir.306 Sabırlı ol ve tevekkül et. Şükret ve kazaya razı ol. Sabah
akşam kendini hesaba çek ki bugünün dününden hayırlı olsun. Ölümü hatırla. İffetini
koru. Bugünün işini yarına erteleme; çünkü her gün kendi meşguliyetiyle gelir. Gücün
ölçüsünden rabbinden başka her şeyden muhabbeti kes. Nefsin için tam anlamıyla
erdemli bir meleke elde et. Doğru ol ve yalanla nefsini kirletme; aksi takdirde rüyan ve
ilhamın bozulur.307 Bilgeliğe talip olanlar (mürîd) zikirle meşgul olurlar, duyumları terk
ederler ve bu âleme çeken her türlü vesveseden (hâtır) uzaklaşırlar. İlahi vahyi okuyarak
sürekli ibadete ve insanlar uyurken gece namazına devam ederlar. Oruç tutar ve
metafizik âlemi (el-emru’l-kudsî) tefekkür ederlar.308
Sühreverdî, bedenle ilişkilerin kendilerini Allah rızası uğrunda çabalamaktan
alıkoymadığı bilgelik taliplerinin bu hazırlıklarını ve dualarını, nur odalarının kapılarını
çalmak olarak niteler. Nur odalarının kapılarını çalanları ise melekler karşılayacaktır.
Bu kısmı Kudbûddîn Şirâzî’nın açıklamasıyla birlikte veriyoruz:
“Nur odalarının kapılarını ihlâsla ve sabırla çalan kimseler Allahın melekleri
onları doğuya yönlendirerek (müşerrikîn) karşılar.” Yani onları nurlar âlemine çekerler.
“Meleklerin selamıyla selamlarlar.” Yani onların üzerine akli işrâkla işrâk ederler.
“Onları tertemiz yapmak için üzerlerine bahâ’ pınarından kaynaklanan su dökerler.” 305 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâr’i ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.443. 306 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.158; Kutbuddîn Şirâzî, s.523. 307 Sühreverdî, “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.119. 308 Sühreverdî, “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.113.
100
Yani onlara bahâ’, cemâl, kemal ve celâl kaynağı olan nur âleminden taşan akli bilgileri
(mearif) feyezân ettirirler. Zira güç ve bağış (‘atâ’) sahibi kendisine gelenlerin hakiki
ilimlerle ve razı olunmuş ahlakla temiz olmasını ister.309
Bilen ile bilinen arasındaki perdenin (hicâb) bulunmadığını ifade eden kavram
ise tecerrüttür.
Tecerrüt, bilinen nesnenin zihnî bir soyutlaması değil, bilen öznenin kendisini
bedenden soymasıdır (hal’u’l-beden).310 İlimden daha büyük nasip almak,
Sühreverdî’nin “soyulma ve tecrîd yolları” (tarâik-u hal’ ve tecrîd)311 diye de
isimlendirdiği nefsin maddeden tecerrüddüyle mümkündür. Gerçek (hakkiyye) ruhanî
durumların müşahedesi için tecrîd yolarına yapışmaktan başka metot da yoktur.312
Nitekim “İlişkileri (alâ‘ik) terk et ve alıkoyucu meşgaleleri (avâ’ik) bırak (cerrid) ki
yaratılmışların Rabbini müşahede edesin.” denilmiştir.313
İnsanî nefsin özünde aslına (sinh), illetine, yüce olana karşı arzu (şevk ve
muhabbet), aşağı olan üzerinde hâkimiyet kurma (kahr) vardır. İnsanı nefsin
yetkinleşmesi ise özündeki bu iki yönelişin hakkını vermesindedir. Onun özündeki
arzunun bedendeki tezahürü şehvet, kahrın tezhürü ise öfke (gadap) gücüdür. Öfke
gücünü kendisini nurlar âleminden uzaklaştıran bedeni güçlerine (zulumât) karşı
kullanmalıdır. Şehvet gücünü ise cismanî lezzetlere değil aklî lezzetlere ulaşmak için
nurlar âlemine yönlendirmelidir. Zira insanî nefs için asıl lezzet, kendi özüne uygun
olana ulaşması (vusûl) ve bu ulaşmayı idrak etmesidir. Kaldı ki bedenî güçlerine ait
lezzetler dahi nurlar âlemindeki lezzetlerden serpintilerdir. Aslolan insanî nefsin
arzusunu nurlar âleminde bulunan lezzetlere yöneltmesidir. Gerçek lezzetlerin misali
niteliğinde olan duyularla idrak edilen lezzetlerle meşguliyet, onu nurlar âlemini
müşahededen engelleyen perdelerdir (hucub).314
309 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.156; Kutbuddîn Şirâzî, s.518-519. 310 Sühreverdî, “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.113. 311 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.401. 312 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.426. 313 Sühreverdî, “Lügat-i Mûrân”, s.301. 314 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.97,133-134, 145-146.
101
İnsanî nefsi kendi âlemine çeken ondaki bu yüce olana ulaşma, ona benzeme
arzusu ve muhabbetidir. Kendisine arzu duyulan ise yücedir, yetkindir (kemal). Yetkin
olan ise tamamıyla kuşatılamaz; zira kuşatmak bir anlamda onu aşmak, onu hakimiyeti
altına almak demektir. Hâkimiyet altına alındığında ise muhabbet kalmaz. Bu nedenle
bir yönüyle bilinirken bir yönüyle daima bilinmez olarak kalacaktır. Hâlbuki insanın
özündeki bu arzu süreklidir ve onu daima yüce olana ulaşmaya sevkeder. Yüce olana
duyulan muhabbeti arttıracak olan O’nun hakkında elde edilen bilgidir (ma’rifet).
Bilgisi ve idrakinin tamlığı ve doğruluğu, idrak edilenin yetkinliği nispetinde ulaşmak
istediği yetkinliğe duyulan arzu da güçlenerek ‘aşk’a dönüşecektir. Aşk ise muhabbetin
aşırı derecesidir.315
Ma’rifet, insanî nefsin yetkinliğinin sınırı olan Hakk Teala’ya benzemek
yolculuğunda kalbi uyararak sürekli daha fazla bilme arzusunu doğuran ilk adımdır
(paye). İkinci adım ise muhabbettir; çünkü her marifet –az bile olsa- muhabbeti
gerektirir. Aslında bu ikisi, biri diğerini gerektiren merdivenin birbirine paralel iki ayağı
gibidir. Sühreverdî, bu iki payede yetkinliğe ulaşan nefsi nur üzerine nur olarak
nitelemektedir. Aşk, bu ma’rifet ve muhabbet (pâye) ayağı üzerinde yükselen üçüncü
adımdır ve her şeyin üzerinde olan aşk âlemine, merdivenin ma’rifet ve muhabbet olan
iki ayağını (pâye) yapmayan ulaşamayacaktır.316
Riyazet, insanî nefsin ahlâkî erdemlerle bedenî güçlerini terbiye ederek
kendisinin nurlar âlemini müşahedeye engel olamayacak hale getirmesi anlamında
kullanıldığı gibi bilgeliğe talip olanın (sâlik) marifette ulaştığı seviyenin makam haline
gelmesini sağlayan etkinlik olarak da kullanılmaktadır. Muhabbetle marifet arasındaki
doğru orantı riyazet ve marifet için de geçerlidir. İnsan, ne kadar çok riyazette bulunur
ve yetkinleşmeye (istikmâle) yaklaşırsa marifeti da o derece fazla olacaktır.
Sühreverdî bunu şu örnekle açıklıyor:
Güneş her eve penceresi ölçüsünde ışığını gönderir. Büyük ve geniş padişah sarayına, ondaki geniş (ferah) pencereler sebebiyle
315 Kutbuddîn Şirâzî, s.327-328. 316 Sühreverdî, “Fî Hakîkati’l-aşk”, s.286-287; “Safîr-i Simurk”, s.327; “Kelimetü’t-Tasavvuf”, s.138.
102
ihtiyar dervişin dar pencereli küçük evine girenden daha fazla güneş ışığı girer. Çölde ise padişahın sarayından çok daha fazla parlar.317
Riyazet, açlık üzerine bina edilmelidir. Nasıl ki ev yapmak isteyen bir
kimsenin önce evin temelini atması gerekirse, bilgelik yolunda çaba sarfetmek
(mücahede) isteyen kimsenin de açlık çekmesi gerekmektedir; aksi takdirde istediği
şeye ulaşamayacaktır. Ortaya çıkan her afet tokluktan ve çok yemekten
kaynaklanmaktadır. Bu nedenledir ki Rasulullah (sav) Aişe (ra)’ya: “Şeytanın geçiş
yolunu açlıkla daralt.” buyurmuşlardır.318 Ayrıca bilgelik talibinin ulaşmak istediği
nihai gayesi olan Hakk Teâlâ’nın sıfatlarından biri, Kur’an’ın haber verdiği gibi: “…,
yedirdiği halde yedirilmeyen …”319 dir. Nitekim Cüneyd-i Bağdadî “Açlık Allah’ın
yeryüzünde yemeğidir” demiştir. Bu nedenle ne kadar az yerse Hakk Teâlâ’nın sıfatıyla
o kadar çok sıfatlanan bilgelik talibi o derece de az uyuyacaktır. Zira Hakk Teâlâ’nın
sıfatlarından biri de “… Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. …”320 ayetinde
belirtildiği gibi uyumamaktır. Az yeme ve az uykuyla terbiye edilen dış ve iç (zahir ve
bâtın) güçler uykuda olduğu gibi bilgelik yolcusunu meşgul edemez hale geleceklerdir.
Bu şekilde bedenî güçlerine ait ihtiyarî ölümü gerçekleştiren insanî nefs, kendi âlemine
yönelecektir. Rasulullah (sav), “Göz uyur kalp uyumaz” sözüyle bunu anlatmak
istemiştir. Nitekim Hace Hakîm Senâî şu beyti söylemiştir:
Ey dost! Eğer yaşamak istiyorsan ölmeden önce öl
Ki, İdris böyle öldüğü için bizden önce cennetlik oldu
Açlıktan sonra bilgelik yolcusunun yapması gerekenlerden biri de Hakk
Teâlâ’yı zikretmek, unsurlar ve melekût âlemindeki nimetleri hakkında düşünmektir.
Zikrin düşünmeye (fikr) önceliği vardır ve zorunludur (vâcip). “Allah’ı çok zikredin.”321
“Rabbinin adını an. Bütün varlığınla O’na yönel.”322 “Temizlenen ve Rabbinin adını
317 Sühreverdî, “Bustânu’l-kulûp”, s.377. 318 Sühreverdî, “Bustânu’l-kulûp”, s.396. 319 Kur’an, En’am Suresi, Ayet 14. 320 Kur’an, Bakara Suresi, Ayet 255. 321 Kur’an, Ahzap Suresi, Ayet 41. 322 Kur’an, Müzzemmil Suresi, Ayet 8
103
anıp O’na kulluk eden kimse kuşkusuz kurtuluşa ermiştir.”323 ayetleri buna işaret
etmektedir.324
Sühreverdî, bu şekilde nur odalarının kapısına gelen bilgelik talibine
başlangıçta tavâli‘ ve levâyıh diye isimlendirilen leziz, göz kamaştırıcı (hâtıfe) nurlar
geldiğini, bu nurların çabucak dürülen şimşek çakması gibi olduğunu belirtir. Nitekim
“O size korku ve ümit içinde şimşeği gösteren…”325 ayetindeki şimşekle kastedilen de
bu nurlardır.326 Bilgelik talibi ya da mürid riyazet ve zikre devam ederek bu haletin geri
dönmesi için yardım ister ve bu hal onda burûk melekesi diye isimlendirilen yerleşik bir
meleke olur (meleke mütemekkine) ve bu onun ulaştığı ilk makamdır.327
Riyazete ve zikre devam etmesiyle müridin üzerine gelmeye devam eden göz
kamaştırıcı bu nurlar (hâtıfe) sabitleşir ve sekîne diye isimlendirilir. Sühreverdî bu
makamın muhabbet ehlinin ulaştığı orta bir makam olduğunu belirtir. “Allah sekînesini
indirdi.”328 “İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye müminlerin kalbine sekînet (güven)
indiren O’dur.”329 ayetlerinde bu sekîneye işaret edilmektedir. Sekîne makamında
bilgelik talibinin feraseti tamamlanmakta ve gaybî durumlara muttali olmaktadır.
Peygamber (sav) de “Müminin ferasetinden sakının; çünkü o Allah’ın nuruyla bakar”
sözüyle buna işaret etmektedir. Sekîne sahibi yüce cennetten son derece latîf bir ses
(nida) işitmekte, son derece taze ve latif suretler müşahede etmektedir. Uyku ve
uyanıklık arası bir cezbe halinde (hulse) ürkütücü (hayil) ve şaşkınlık verici (acîb) sesler
de işitebilmektedir. Yine sekînenin kapladığı bir vakitte büyük nurlar görüp lezzetin
fazlalığından aciz olmaktadır. Sühreverdî, bu makamın muhakkıkların yolu üzerinde
bulunduğunu; yoksa halvette gözlerini kapatıp hayal kuran topluluğun yolu üzerinde
bulunmadığını330 belirtmek suretiyle bu makamda görülenlerin hayal ürünü
olmadığınıvurgulamaktadır.
323 Kur’an, A’lâ Suresi, Ayet 14-15. 324 Sühreverdî, “Bustânu’l-kulûp”, s.397, 395, 399. 325 Kur’an, Ra’d Suresi, Ayet 12. 326 Sühreverdî, “Sâfir-i Simurk”, s.319. 327 Sühreverdî, “Safîr-i Simurk”, s.321; “Pertevnâme”, s.81. 328 Kur’an, Tevbe Suresi, Ayet 40. 329 Kur’an, Fetih Suresi, Ayet 4. 330 Sühreverdî, “Safîr-i Simurk”, s.321-323.
104
Bir anda çok büyük bir şekilde parlayan ve boğucu bir lezzet içinde çıkan bu
nur, müşahede ve görme bakımından güneşin aydınlatmasından daha açıktır. İnsanî
nefsin üzerine gelen bu işrâklar, oradan bedene yansır ve bu nur sanki beyinde
yerleşmiş ve bedende zırhlanmış gibi ortaya çıkar ve neredeyse bedenin tamamı nurlu
bir sureti kabul eder. Bu nur başladığında insan sanki bir şeyin göçtüğünü tahayyül
etmektedir. Bu sânih nur insanî nefsi soymakta (yeslubu) ve sırf asılı bir halde onun
cihetlerden tecerrüdü müşahede edilmektedir. Bu nurlar muhabbet ehlinin orta
makamda olanlarını (mütevassitini) taşıyan nurlardır ve suda, havada yürüme, bedenle
birlikte göğe yükselme, yüce efendilerle iletişim kurma bu makamın özellikleridir.331
Bilgelik talibi riyazetle sekîne makamında daha da derinleşir ve bu hal onda
tâmis melekesi diye isimlendirilen yerleşik bir meleke haline gelir. Bu makamda
istediği her an bedeninden kurtulur ve yüce âleme (âlem-i kibriyâ) yönelir, en yüce ufka
(ufuk-i a’lâ, el-cenâbu’l-a’lâ) yükselme (‘urûc) gücü meydana gelmektedir. Kendi
zatına baktığı her an, kendi üzerinde Hakk’ın nurlarının yayıldığını görerek şad
olmaktadır (mübtehic). Bu makamda riyazetle derinleşerek nihayet zatına ve lezzetlere
ilişkin şuurunu kaybetmektedir. Bu makam fenâ-yı ekber diye isimlendirilmektedir.
Kendine ait şuurunu kaybettiğinin şuurunu da kaybedip (fâni) Hakk Teâlâ’nın bekâsıyla
bâkî olduğunda fenâ der fenâ diye isimlendirilen makama yükselmektedir. Ancak hala
eksiktir; çünkü marifet bilinciyle şad olma durumu vardır. Marifetle ve marufla şad olan
her talip maksadı iki yapmıştır ve bu gizli şirk (şirk-i hafî) kabul edilmektedir. Marifet
bilinci de marufta kaybolup bilinende marifet sınırı kaldırıldığında tecerrüt tamamlanır
ve beşeriyet düzeyi kalmaz. Tams makamındaki cezbe (hulse) halindeki fenâ hallerinin
ölüme en yakın olan bu makam “Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak ve ancak
celal ve ikram sahibi Rabbinin zatı baki kalacak.”332 ayetinin işaret ettiği makamdır.333
Allah’a giden yolda (sulûk) ve akli nurların müşahedesinde melekelerin en
yücesi olan bu ölüm melekesi (meleket-ü mevt), mücerret müdebbir nur olan insanî
nefsin cismanî ilişkilerden (zulumât) sıyrıldığı (insilâh) melekedir. Henüz bedenin
ölümü gerçekleşmediği için bedenle ilişki kalıntısından tamamıyla kurtulmamışsa da
331 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.160; Kutbuddîn Şirâzî, s.530-531. 332 Kur’an, Rahman Suresi, Ayet 26,27. 333 Sühreverdî, “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.114; “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.443, 502; “Hikmetü’l-işrâk”, s.159-161; “Safîr-i Simurk”, s.323-324.
105
kendini aydınlatan sânih nurların ve yüce âleme olan akli şevk ve arzunun şiddetiyle
peşpeşe gelen feyz sebebiyle nurlar âlemi belirir (yebrazü) ve kâhir nurlara
bağlanır/asılır. Nurlu perdelerin tamamı kendilerinde nur olsa bile, Nurların Nuru’nun
muhît kayyûm nurunun celâline nispetle, güneş doğduğunda yıldızların ışıklarının
sönmesi gibi, yok gibi olur. Bütün nurlar Nurların Nuru’nun her şeyi kuşatan (muhît)
nurunda mevzu olmuş gibi olur.334 İşte böylece bütün nurların TEK bir NUR’da
yokluğa büründüğü tevhit mertebesine ulaşılmaktadır.
Sühreverdî bilgelik taliplerinin ulaştığı tevhit mertebelerinin beş çeşit
olduğunu belirtir. İlki Allah’tan başkasından ulûhiyetin nefyedildiği avamın tevhidi olan
lâ ilâhe illallah tevhididir. İkine nispetle havas olan ikinci grubun tevhidi, lâ huve illâ
huve tevhididir. Onlar ulûhiyyeti Allah’tan başkasından nefyetmekle kalmayıp Allah’ın
varlığında (hüviyet) bütün varlıkları nefyetmişler ve demişlerdir ki: O diye sadece O’na
denir; O’ndan başka kimseye o denmez. Mutlak anlamda ‘o’ olan sadece O’dur.
Kendilerine ‘o’ diye işaret edilenlerin tamamı ‘o olma’ niteliğini O’ndan almışlardır.
İkincilere nispetle havas olan üçüncü grubun tevhidi lâ ente illâ ente tevhididir ve daha
yüksektir; çünkü gaip olana o derler. Bunların işaretleri ise kendilerinin şahit oldukları
bulunanadır (huzûr) ve kendilerine ‘sen’ diye işaret edilenlerin tamamını şahit oldukları
SEN’de nefyetmişlerdir. Üçüncülere nispetle havas olan bir grup daha vardır ki bunların
tevhidi lâ ene illâ ene tevhididir ve mertebece daha yüksektir; çünkü bunlar ‘ben olma’
ve ‘sen olma’ arasındaki ikiliği kaldırarak bütün ‘ben olma’ları Hakk’ın BEN olmasında
nefyetmişlerdir. Zira ‘sen’ hitabında bulunan kimse onun kendisinden ayırmış olur.
Bunların da üzerinde bir grup vardır ki onlar, bu üç tevhidin -O, SEN ve BEN-
tamamını tams denizinde boğarak bütün işaretlerin, sözcüklerin helak ve gaip olduğu
“O’nun zatından başka her şey yok olacaktır”335 mertebesine ulaşmışlardır. Onun
üstünde başka makam yoktur ve onun nihayeti de yoktur. Nitekim bir büyüğe
“Tasavvuf nedir? diye sorduklarında, Başı Allah ve onun sonu yoktur” demiştir.336
İşte bu yükseliş merdivenini çıkarak gerçek nurları (el-envaru’l-hakikiye)
müşahede etmeyen kimse bilgelerden (fudalâ/hukemâ) kabul edilmemekte, bilgelik
334 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.160-161; Kutbuddîn Şirâzî, s.532. 335 Kur’an, Kasas Suresi, Ayet 88. 336 Sühreverdî, “Safîr-i Simurk”, s.325.
106
(hikmet) konusunda yeryüzünde kör olarak dolaşan olarak nitelenmektedir. Kör olarak
dolaşanların ise “Hikmetü’l-işrâk” isimli eserde yazılanlara olana inanması (i’tikat)
gerekmektedir. Çünkü o kitapta nurlar âlemine ilişkin anlatılanların tamamı
müşahedeye dayanmaktadır. Onları Hermes, Agathadaimon ve Eflatun da müşahede
etmiştir. Müşahede ile elde edilen bilgilerde ise münazaraya girilmez. Nitekim
Meşşâiler Astronomi ilminde Batlamyus ve diğerleriyle münazara etmmeişlerdir. Hatta
Aristoteles Babil rasatlarına güvenmiştir. Babil, Yunan ve diğerlerinin bilgeleri (fudâla)
de bu konulardaki bilgilerini gözlemle (müşahede) elde ettiklerini iddia etmişlerdir. O
halde rasat rasat gibi, haber de haber gibidir. Cismanî rasadı vesile yapmakla (tevessül)
ruhanî rasadı vesile yapmak arasında fark yoktur.337
Sühreverdî bu makama büyük bilgeler ve hikmetin sütunları olarak nitelediği
Eflatun, Hermes, Empedokles, Pythagoras; mücerredûn diye bahsettiği bedenlerinden
sıyrılmış bir topluluk olan evliyanın büyükleri olan Ebû Yezî el-Bistâmî’, Ebu’l-Hasen
el-Harrakânî, el-Huseyn b. Mansûr el-Hallâc, Zü’n-nûn el-Mısrî ve Ebu Sehl e-Tüsterî
vb. ulaştığını belirtir. Nitekim Muhammed’in (as) “Hiçbir mukarrep melek ve
gönderilmiş peygamberin olmadığı vakitte Allahla birlikteydim” sözü ve “Sonra daha
da yaklaştı”338 ayeti de bu makama işaret etmektedir.339
B. HUZÛRÎ BİLGİNİN KARAKTERİSTİK ÖZELLİĞİ OLARAK
KENDİLİK BİLGİSİ
Sühreverdî “Kîtâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis” isimli eserinde
bilgi konusunu araştıran kimseye referans gösteriyor. Her ne kadar kendisinin bu
konundaki inancını (itikat) “Hikmetü’l-işrâk” diye isimlendirilen kitapta açıklamışsa da
araştırıcının (bâhis) hareket noktası “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-
İlmü’s-sâlis” isimli eserinde anlatmış olduğu Aristoteles, onun karaltısı (şebah) ile
kendisi arasında misal âlemindeki “Câbersa” şehrinde aralarında geçen konuşmadaki
“Kendine dön” ifadesiyle dile getirilen kendilik bilgisi olmalıdır. İnsan önce kendini
337 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.445, 452-453, 460; “Kitâbu’l-Mukâvemât”, s.190. 338 Kur’an, Necm Suresi, Ayet 8. 339 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.160-161; Kutbuddîn Şirâzî, s.532.
107
nasıl bildiğini araştırmalı, sonra daha yüce olana yükselmelidir.340 Nasıl ki insan kendini
bildiği zaman Rabbini de bilmektedir, kendisinin kendine ve kendinden başka olana
ilişkin bilgisinin ne tür bir bilgi olduğunu bildiği zaman Zorunlu Varlık’ın kendi zatına
ve eşyaya ilişkin bilgisinin mahiyetini de bilecektir. O halde ilk araştırılması gereken bu
kendilik bilgisinin mahiyetidir.
Aristoteles ile aralarında geçen konuşmada Sühreverdî’nin dile getirdiği
problem, uzun süredir kendisini düşündüren bilgi konusunun büyük zorluğuydu. Bu
mistik vecd halinde Aristoteles’in ona “Kendine dön, senin için çözülecek” cevabıyla
dile getirdiği yegâne çözüm, insanın kendine ait idrakinin nasıl gerçekleştiğini
bilmekten geçiyordu. Sühreverdî Aristoteles’e bunun nasıl olduğunu sorduğunda ona
şöyle cevap veriyordu:
Sen kendini idrak etmektesin. Sen zatını ya zatınla ya da zatından başka bir şeyle idrak etmektesin. Eğer zatından başka bir şeyle idrak ediyorsan, bu durumda sana ait başka bir kuvvet olur veya (başka bir) zat senin zatını idrak eder ki onun imkânsızlığı (istihale) açıktır. Zatını zatınla idrak ettiğin zaman zatında zatına ait bir eser itibariyle mi (gerçekleşiyor)?341
O halde sorulması gereken en önemli soru, ‘ben kendimi idrak ediyorum’
dediğim zaman ‘ben’ ve ‘kendim’ sözcüklerinin nesnel referansı nedir? sorusu
olmalıdır. Zira bilen ‘ben’in bilinmeyen olarak kalması ‘biliyorum’ önermesinin
anlamsızlığı demek olacaktır. Bu nedenle bilme ilişkisinin üzerinde temellendiği
ayrılmaz parçası olan ‘bilen ben’ bilinmeyen olarak kalamaz.342
Sühreverdî, ‘duyumladım’, ‘idrak ettim’, ‘hareket ettim’, ‘öfkelendim’ dediğim
zaman idrak etmenin, hareket etmenin, öfkelenmenin ilkesinin kendisine ‘ben’ diye
işaret edilen düşünen nefs (nefs şâira) olduğunu ve insanın bu nefsten ibaret olduğunu
belirtir.343 O halde ‘ben’ sözcüğünün nesnel referansı, insanın mahiyetinin kendisinden
ibaret olduğu insanî nefsin kendisidir.
340 “Kîtâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.483-484. 341 “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.70. 342 Mehdi Ha’iri Yazdi, The Principles of Epistemology in Islamic Philosophy, 1. Basım, Albeny: State University of New York Press, 1992, s.53. 343 Sühreverdî, “et-Telvîhât: el-İlmü’s-sânî fi’t-tabî’î”, s.436.
108
‘Ben kendimi idrak ediyorum’, başka bir deyişle ‘ben kendimi biliyorum’
dediğimizde, bu ifadedeki ‘kendim’ sözcüğü ile ‘ben’ sözcüğü aynı ontolojik gerçekliğe
işaret etmektedir. Bu deyim, ‘Ben, beni biliyorum’ şeklinde dile getirildiğinde, ‘ben’ ile
‘ben’ arasındaki bilişsel ilişki, bilen özne olan ‘ben’in kendine kendini yani ‘ben’i
bilinen nesne yaptığı daha açık bir şekilde görülecektir. Yoksa burada ‘kendim’
sözcüğünün nesnel referansı kalp, ciğer, beyin gibi insanın kendisine nispetle ‘o’ olan
(gaip) organlar değildir. Aksi takdirde sürekli onların bilincinde (şuur) olurdu. Hâlbuki
insan bedenine ait organların sürekli bilincinde olmadığı halde kendisine ilişkin bilinci
süreklidir. O halde burada bilen ve bilinenin aynı olduğu durum sözkonusudur.
Sühreverdî’nin diliyle ifade edecek olursak ‘mücerret nur’un zatını bilmesi durumu.
Zira ‘ben’in kendisiyle ‘ben’ olduğu şey, zatını idrak eden şeyden başkası değildir.
Zatını idrak eden ise kendinde mücerret nurdur ve mücerret nur kendini idrak eder.344
‘Mücerret nur’ terimi ise bilgi konusunda en temel kavramlardan biridir; çünkü
‘idrak eden olmaklık’ (müdrikiyyet) onun gerçekliğidir. İşte tamda bu nedenledir ki
onun felsefesinde ‘bilginin imkânı’ gibi bir problem sözkonusu değildir. Kendinden
başkasını aklî idrak seviyesinde idrak edenin kendini idrak etmiyor olması düşünülemez
bile; zira mücerret olan aklî seviyede idrak edilmeye öncelikle layıktır.
Bu noktayı tespit ettikten sonra bu kavramın açılımı üzerinde durabiliriz.
“Hikmetü’l-işrâk” isimli eserde şöyle ifade edilmektedir:
Mücerret Nur (en-nûr el-mahz el-mücerred), kendinde kendisi için nurdur. Kendinde ve kendisi için zahirdir. Kendi gerçekliğinde zahir olan, zatı sebebiyle (bizatihi) başkası için muzhirdir ve zuhuru gerçekliğine (hakikat) zait olan her şeyden kendinde daha açıktır. Hayat da şeyin kendisi için zahir olmasıdır. Hayy olan, derrâk ve fa’âldir. Fiil de nur için zahirdir ve o zatı sebebiyle feyyazdır. Mücerret nur diridir (hayy), zatını idrak edendir; çünkü o kendi için nurdur. Şeyin kendini bilmesi (ilm), zatının zatı için zahir olmasıdır.345
Burada nur, zahir, zuhur, hayy, derrâk, fa’âl ve feyyâz kavramlarıyla aynı
ontolojik gerçeklik ifade edilmektedir; yoksa zat üzerine ilave bir durum dile getiriliyor
344Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.80, 85, 86. 345 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.79, 81, 83, 86, 89.
109
değildir. Daha öncede belirttiğimiz gibi nur kavramıyla tarife, açıklamaya ihtiyaç
duyulmayacak şekildeki apaçık (zahir) bir varlık ifade edilmektedir; ancak bu apaçıklık
sadece aklen açık seçik (vâzıh) olanı ifade etmek için mecaz olarak kullanılıyor değildir;
nur onun gerçekliğidir (hakikat). Mücerret kavramıyla ise, cisimde veya mücerret
nurlarda suret (heyet) olan arız nurlardan ayrılarak onun zatıyla kaim olduğu
belirtilmektedir. Kendisi için nur olma, aynı zamanda kendi için apaçık olma (zahir) ve
kendini idrak eden olma demektir. Hayat sahibi olma, kendisi için nur olma, idrak eden
olma ve eylemde bulunan olma demektir. En kısa ifadeyle zatını idrak eden, kendisi için
saf (mahz) nurdur. Bunun tersi de doğrudur: Her saf nur, zatı için zahirdir ve zatını
idrak edendir.346 Burada idrak eden, idrak edilen ve idrak aynı gerçekliği ifade
etmektedir. Zira idrak, şeyin zatının zatı için zuhurudur347 ve kendisi kendi için zahir
olanın zuhuru, bir tür heyet değildir.348 O halde, kendilik bilgisi, bilinenin suretinin
alınmasıyla gerçekleşen bir bilgi olmadığı için bilen öznede ilave bir sıfat da değildir.
Bu nedenle kendilik bilgisinde bilen, bilinen ve bilgi aynı gerçekliği gösterir; ‘âkil, akıl
ve ma’kûl’ olan aynı ontolojik gerçekliktir.349
Câbersa makamında Sühreverdî ile Aristoteles arasında geçen konuşmaya
dönecek olursak, Aristoteles ona şöyle diyordu:
Sen zatını ya zatınla ya da zatından başka bir şeyle idrak etmektesin. Eğer zatından başka bir şeyle idrak ediyorsan, bu durumda sana ait başka bir güç olur veya (başka bir) zat senin zatını idrak eder ki onun imkânsızlığı (istihale) açıktır.350
O halde kendi için nur olanın, kendi gerçekliğinde nur olan ve apaçık olan
zatını, zatındaki kendinden daha az açık bir güçle idrak etmesi imkânsızdır; çünkü
bedenindeki her güç cisme aittir (cirmî). Cisme ait olanın nuru ise arız nurdur. Yani o
güç kendinde gizli (hafi), arız nur sebebiyle açıktır. Arız nur ise başkası için nurdur,
346 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”,s.82, 83. 347 Kutbuddîn Şirâzî, s.291. 348 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.85. 349 Sühreverdî, “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.70. 350 Sühreverdî, “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.70.
110
kendisi için değil. O halde kendini idrak edemeyen bir gücün kendinden daha açık olanı
idrak etmesi mümkün değildir.351
Şu halde ‘ben, kendimi biliyorum’ dediğimde ‘ben’ ve ‘kendim’ sözcüklerinin
nesnel referansı olan insanî nefs zatıyla kaim, zatı için apaçık ve zatı sebebiyle idrak
edendir. Onun benlik bilinci süreklidir (derrâk); hiçbir zaman zatından gafil değildir352.
Konuşmanın devamında Aristo ile aralarında şu konuşma geçer:
-Zatını zatınla idrak ettiğin zaman zatında zatına ait bir eser itibariyle mi (gerçekleşiyor)?
-Evet
-Eğer eser zatına uymuyorsa (mutabık) onu idrak etmemiş olursun.
-Eser zatımın suretidir.
-Senin suretin mutlak nefse mi aittir yoksa başka bir sıfata mı özgüdür?
-İkinciyi seçtim.
-Nefsteki her suret küllidir ve (suret) de birçok külliden oluşmuş (mürekkep) ise o (suret) kendisine ait ortaklığa engel olmaz. Engel olduğu farz edilse bile başka bir engel sebebiyledir. Sen zatını ortaklığa engel olacak şekilde idrak edersin ve bu idrak suretle değildir.
-‘Be’ mefhumunu idrak ediyorum.
-‘Ben’ mefhumunu ‘Ben’ mefhumu olması açısından kendisinde ortaklığın vukuuna engel değildir.
-O halde nasıl?
-Senin zatına ait bilgin zatından başka bir kuvvetle olmadığına göre sen biliyorsun ki ne başkasını ne zatınla uyuşan
351 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”,s.81; Kutbuddîn Şirâzî, s.287. 352 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.79.
111
(mutabık) bir eseri ne de zatınla uyuşmayan bir eseri, sen zatını idrak ediyorsun. Senin zatın akıl, âkil ve ma‘kûldür.353
Görüldüğü üzere kendilik bilgisinin imge veya suretle gerçekleşen bir bilgi
olmadığına dikkat çekilmektedir. İnsan kendini (zat), kendindeki kendine ait bir imge
(misal) veya suretle idrak etmez; çünkü imge, idrak edilen imge olması açısından, dış
dünyadaki bir gerçekliğin (emr haricî) imgesidir, gerçekliğin kendisi değil. Zihindeki
suret ise birçok nesne için ortak anlamda (mutabakat) kullanılması doğru olan (yesuhhu)
genel bir anlamdır ve tümel (küllî) diye isimlendirilir.354 Bu nedenle hem imge ve suret
hem de imgenin ve suretin kendisine ait olduğu nesne, insanın kendisine nispetle ‘o’dur.
Kendisi ise, kendine ‘ben’ diye işaret ettiğidir. Hâlbuki zihindeki ‘ben olma’ (enâiyyet)
sureti, ‘ben’in kendisi değildir; çünkü kendisine nispetle ‘ben’ olan aynı zamanda ‘o’
olmaz. ‘Ben’ ve ‘o’ başka şeyler olduğuna göre, ‘ben olma’ sureti ‘ben’in kendisi
değildir. Ayrıca ‘ben olma’, zatını idrak eden her şey için ortak anlamda kullanıldığına
göre insan bireysel (cüz’î) zatını idrak etmemiş olur. Hâlbuki o, kendisiyle ‘ben’ olduğu
şeyin aynını idrak eder; imgesini veya suretini değil.355 İnsan zatının bilincinde
olduğunda ve zatına aklî olarak işaret ettiğinde, zatında zatını idrak edenden başka bir
gerçeklik (emr) bulamaz. Bir konuda, mahalde veya bedende bulunmadığı ifade
edilerek (selb) onun ne olmadığını açıklamak, onun hakkında bilgi vermeyeceği gibi
bunların tamamı onun gerçekliğinin dışında (harici) nitelikledir (araz). Onun bilinmeyen
faslının olması da imkânsızdır; çünkü o zatını suretle olmayan bir şekilde ve zatını
nasılsa öyle, kendinden gaip olmadığı bir şekilde idrak eder. O halde kendini bilmesinde
(şuur) bilinmeyen (mechul) bir durum (emr) kalmaz.356
Böyle bir bilgide imge veya suretin idrak edilenle uyuşup uyuşmaması gibi bir
problem sözkonusu değildir; çünkü idrak edilen ‘ben’dir. ‘Ben’in kendisi idrak
edilmeksizin imgenin veya suretin ona ait olup olmadığı bilinemez; zira suret veya imge
kendine nispetle kendinin sıfatı olur. Zata ilave (zait) olan her sıfat, ister bilgi (ilm) ister
başka bir sıfat olsun, zata ait olduğuna hükmedildiğine göre, zat tüm bu sıfatlardan önce
bilinmiş olmalıdır. O halde, zatın bilgisi zata ilave sıfatlarla gerçekleşmez. Eğer nefs
353 Sühreverdî, “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.70-71. 354 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.331-332. 355 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.80; “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.403; “el-Lemehât”, s.222. 356 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.404.
112
imgenin ‘ben’e ait olduğunu biliyorsa, bu durumda kendini imge veya suretle olmayan
bir şekilde bilmiş olmalıdır ki imgenin kendine ait olduğunu bilsin.357 Zatını idrak eden
olma, zata tabi başka bir şey de değildir; çünkü idrakten önce bulunan her şey
bilinmeyendir (mechûl). Bilen ile bilinenin aynileştiği bir bilgide bilinenin bilme
eyleminden önce bulunması aklen imkânsızdır (muhal).358
İnsan, kendine nispetle ‘o’ olmadığına göre ‘ben’ine ait idrakinin suretle veya
zata zait bir durumla olması mümkün değildir; çünkü kendini idraki, kendisine nispetle
‘o’ olanı idrak değildir. Zira insanın kendini idrakinde, kendine apaçık veya kendinden
gaip olmadığı zatından başka bir şeye ihtiyacı yoktur ve kendini nasılsa öyle olduğu gibi
idrak eder. Nasıl insan bir organının kesilmesiyle acı duyar ve onun bilincinde olur
(yeş’uru) ve bu kesilmeyle o organda veya başkasında diğer bir suretin meydana
gelmesini değil de bu ayrılmanın kendisini idrak ederse, kendine ait idrak de aynı
şekildedir. Duyumlanan elemin kendisidir, ondan meydana gelen suret değildir. Böyle
bir bilmede, bilinenin zatının varlığıyla birlikte nefse özgü huzûrî bir ilişki yeterli
olmaktadır; bu şekilde zat, zatını olduğu gibi idrak eder, kendinden gaip değildir ve
daima zatının bilincindedir.359
Görüldüğü üzere huzûrî bilgide bilgi (ilmî suret) aynıyla bilinenin kendisidir
(aynî suret);360 hayaldeki imgesi veya zihindeki tümel bir suret değildir. Zira böyle bir
bilgide dış dünyada gerçekliği olan nesne nasılsa öyle olduğu gibi bilinmektedir.
Bilinen dış dünyada bulunduğu gerçekliğiyle öznenin idrak alanı içindedir. Kendisinden
gaip değildir ki onu bilmek için imgesine veya suretine ihtiyaç duysun. O kendisi için
daima hazırdır. O halde insanî nefs tekil (cüz’î) nesneleri zatlarıyla idrak ettiğine göre,
türün mahiyetini bilmek için fertlerin hazfinden başka bir şeye ihtiyacı yoktur361.
Fertlerin hazfi ise kavramsal soyutlama yoluyla değil, fertlerin belirlenimlerinin, insan
türünün Rabbi olan kâhir nurda yokluğa bürünmesiyle (fenâ) mümkün olacaktır. Bu
seviyede bilinen ise dış dünyada bulunduğu gerçekliğiyle yine ferttir; yoksa tümel bir
suret değil.
357 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.80; “Pertevnâme”, s.37; “Elvâh-ı İmâdî”, s.139; “Kîtâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.484. 358 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.81. 359 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.80; “Kîtâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.485. 360 Deştegî Şirâzî, s.94. 361 Deştegî Şirâzî, s.94.
113
Sühreverdî bilgi konusunda kendilik bilgisini temele alıp onun ne imgeyle ne
de suretle olan bir bilgi olmadığını açıklaması, aynı zamanda eşyaya dair bir ilk bilginin
olması gerektiği ve onun da kendilik bilgisiyle aynı karakterde olduğuna dair bir giriş
niteliğindedir. Böyle bir bilginin varlığı konusunda başka delillerde vardır. Aristo ile
olan konuşmasında dikkat çekilen bir nokta da insanın kendi bireysel bedenine ve
bireysel idrak güçlerine dair idrakidir.
İnsan, bireysel bedenini ve mütehayyile gücünün var olduğunu bilmektedir.
Eğer bunları zatındaki bir suretle idrak ederse –ki zattaki her suret küllidir- o halde nefs
külli bir bedeni hareket ettiriyor, külli bir gücü kullanıyor olacaktır ve onun kendi
bedenine ve bedeninin güçlerine ait idraki olmayacaktır. Hâlbuki durum böyle değildir.
Kendisi için hazır olan bireysel (cüz’î) bedenini, bireysel (cüz’î) güçlerini idrak
etmeyen ve bireysel (cüz’î) güçlerini kullanmayan hiçbir insan yoktur. İnsan kendini,
suretle olmayan bir şekilde idrak eder. Güçlerini ve bedenini de suretle olmayan bir
şekilde bir tür birlik (cümleten mâ) olarak idrak eder. 362
İşte kendilik bilgisi, zihinde önceden bilinmiş bir imge gibi herhangi bir aracı
olmaksızın bilenin, bilineni aracısız idrakiyle gerçekleşmesi açısından huzûrî bilginin
birinci derecede bir örneğini teşkil etmektedir. Çünkü hiçbir şey müceret nur olan insanî
nefse kendisinden daha açık değildir.363
C. KENDİNDEN BAŞKA OLANI BİLMEK: HUZÛRÎ BİLGİ –
FORMEL BİLGİ
Tümel bir kavram olan ‘insan’, kendisinin ne olduğunu tecrübî ‘ben’ üzerinden
idrak etmeyen kimse için ‘o’ olandır yani bilinmeyen, gaip olan, başkası olanlandır. ‘O’
olanla, ‘o’ olan ancak ‘sen’ düzeyine yükseldğinde bilme ilişkisine girilecek ve bu ilişki
‘ben’ düzeyine yükseldiğinde bilgide kesinliğe ulaşılacaktır. Bu bölümde biz
Sühreverdî’nin bilgi kuramında ‘insan’ın ne olduğuna ilişkin tümel bir bilginin elde
edilmesi açısıdan kendinde başka olanı formel bilgi ve huzûrî bilgi bağlamında
362 Sühreverdî, “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.70-71; “Kîtâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.484-485. 363 Yazdi, s.74.
114
işleyeceğiz. Çünkü tümel bir bilgi tek bir ferdi değil, o türün bütün fertlerine izafe
edilebilecek bir bilgidir ve kendinden başka olanı bilmeyi de gerektirir.
Kendinden başkasını bilmek, ‘ben’e nispetle ‘sen’ olanı bilmektir; yani gaip
olmayanı, zatıyla burada, idrak alanı içinde bulunanı bilmektir. ‘Ben’e nispetle ‘o’ olan
yani ‘gaip’ olan, zatıyla burada ve idrak alanı içinde bulunmayan ise asla bilinemeyen
olandır; çünkü bilmek, bilinenin bilenden gaip olmaması demektir. Kendinden başkasını
bilme ilişkisi, karşılıklı hazır bulunan ‘ben’ ile ‘sen’ arasındaki bilme ilişkisi olmalıdır.
‘O’ olan, ‘o’ olana işaret eden bir ‘sen’ aracılığıyla bilinebilir. İşte Sühreverdî,
kendinden başka olanın bilinmesi sözkonusu olduğunda bu başkasını ‘zatıyla sen’
seviyesinde bilmekle, ‘zata işaret eden sen’ seviyesinde bilmeyi birbirinden ayırır. Zira
işaret eden aracılığıyla zatı bilmek asla zatın bizzat kendisini bilmekteki kesinliği
vermeyecektir. Tam da bu nedenledir ki bilgide kesinliğin ölçüsü, bilinenin bizzat
müşahedesiyle gerçekleşen sezgidir. Bilineni ‘zatıyla sen’ seviyesinde değil de ‘zata
işaret eden sen’ seviyesinde bilmek de işaret etmenin mükemmelliği ölçüsünde bilgi
derecesine yükselecektir.
İşte ‘zata işaret eden sen’ Sühreverdî’nin felsefesinde ‘imge’ (misal), bu
imgenin işaret ettiği tek bir ferdi gösteren ilintilerinden soyutlanarak türdeki fertlerini
tamamını mümkün olduğu ölçüde kuşatacak şekilde genellik kazanması ise tümel/genel
(küllî) diye isimlendirilmektedir. Tümel olan, tek bir ferdi gösteren imgeye nispetle
daha mükemmeldir; çünkü o zihinde bir kimliği (hüviyet) olması açısından tekil (cüz’î)
olmakla birlikte, kapsadığı fertlerin tamamı hakkında bilgi vermektedir. Tümel olan
tekil bilindiğinde, fertler de kendiliğinden bilinecektir; zira tekil olanda çokluğun bilgisi
bulunmaktadır. Bilinenden bilinmeyene yükselmek ise, duyularla idrak edilenlerden
imgeler düzeyine oradan tümeller düzeyine yükselmektir. Kendisine ulaşılmak istenen
bilinmeyen yani ‘gaip’ olan, imgeler üzerinde düşünmeler aracılığıyla elde edilecek
olan tümeldir.
Aslında Sühreverdî bu kavramsal düzeydeki yükselişin paraleline gerçek olanın
kendisini, zatını koyar; çünkü zihindeki tekil olan, tümel bile olsa, gerçekliğin kendisi
değil imgesidir. Gerçek olan zihnin dışındaki dış dünyadır, dış dünyadaki fertlerdir.
‘Kendinden başka’ olan gerçekliğin kendisi, ‘ben’inim gerçekliği kadar gerçekliğe sahip
115
benden başka olan ‘ben’dir. Kendinden başka olanın bilgisi de kendilik bilgisinin
kesinliğine ulaştığı ölçüde daha mükemmel bir şekilde bilinebilecektir. Bu seviye ise
kendinden başkasını ‘ben’ seviyesinde idrak etmekle ulaşılacak bir seviyedir.
Kavramsal soyutlamayla elde edilen formel bilgide kendinden başka olanı
bilmek, aslında dış dünyadaki gerçekliği ‘zatıyla sen’ seviyesinde değil ‘zata işaret eden
sen’ seviyesinde bilmektir. Böyle bir bilme, dış dünyadaki zatıyla apaçık bilineni ‘o’
olana indirgemekten başka bir şey değildir. Zira zihindeki her kavram ‘ben’e nispetle
‘sen’ olurken, ‘zihindeki sen’in işaret ettiği dış dünyadaki her gerçeklik ‘ben’e nispetle
‘o’ olmaktadır; başak bir deyişle gaip. Hâlbuki gaip, zatıyla bilinmediği, gaip olana
ilişkin ilk bilgi ‘ben – sen’ hatta ‘ben - ben’ ilişkisi seviyesinde gerçekleşmediği sürece
ayne’l-yakîn derecesinde bilinemeyacaktir. O halde kavramsal soyutlama düzeyinde dış
dünyadaki nesnelere ilişkin ilk bilgi huzûrî işrâkî bir bilmeyle elde edilmelidir.
Kendinden başka olanı bilme ilişkisinin ‘ben – sen’ ilişkisi olduğunu
belirtmiştik. Bu ilişki ‘ben seni biliyorum’ cümlesiyle ifade edilmektedir. Bu nedenle,
bilen ‘ben’ bilme eyleminde ilk bilinmesi gereken olarak sürekli karşımıza çıkar. Bir
önceki bölümde ‘ben’in kendisini bilmesi üzerinde durduğumuz için o konuya tekrar
dönmüyoruz. Ancak burada bilen ‘ben’i başkasını bilen olması açısından incelemek
istiyoruz; çünkü onun kendisinden hiçbir zaman gaip olmadığı ‘ben’ine ait idrakiyle,
sadece algı alanına girdiğinde idrak edebildiği dış dünyaya ilişkin idraki aynı seviyede
gerçekleşmeyecektir. O halde tekrar soruyoruz: Başkasını bilen olması açısından
‘ben’in nesnel referansı kimdir? Başkasını nasıl bilir?
İnsanî nefsin güçlerinin bir değerlendirmesini yaparken açıkladığımız gibi
Sühreverdî, insanda tek bir idrak eden bulunduğunu ve bunun da insanın kendisiyle
‘ben’ olduğu şey yani insanî nefs olduğunu belirtir. O halde bilmenin her düzeyinde
bilen öznenin nesnel referansı insanî nefstir. İster duyum ister tehayyül seviyesindeki
bir idrakte olsun, idrak eden nefstir; cisimde tabiat olmuş güçler değil. Zira zatı
116
sebebiyle kendisinin bilincinde (şuur) olmayan, başkasının da bilincinde olmaz.364
Başkasının bilincinde olmak (şuur), kendinin bilincinde olmanın dalıdır.365
Câbersa şehrinde Aristoteles ile aralarında geçen konuşmaya devam edecek
olursak, Aristoteles ona şöyle diyor:
Kitabımızda okumadın mı ki nefs müfekkireyi kullanarak düşünür; tikel önermeler kuran ve orta terimler oluşturur? Mütehayyile tümellere ulaşamaz çünkü o cisimde tabiattır (cirmî). Nefs tekillere muttali olmasaydı önermelerini nasıl oluştururdu? Tümelleri tekillerden nasıl soyutlardı. Müfekkireyi hangi şeyde kullanırdı? Sonucu bilmek için düşünmeye nasıl hazır olurdu?366
Sühreverdî “Hikmetü’l-işrâk” isimli eserinde bunu şöyle ifade ediyor:
İnsanî nefs (en-nuru’l-esfehbed), cisimlere ait suretleri (suveran berzahiyyeten) müşahede eder, akleder ve kendi cevherine uygun genel suretler (suveran âmmeten) haline getirir. Zeyd’i ve Amr’ı müşahede eder, o ikisinden ‘insan olmaklık’a (insaniyet) ilişkin genel bir suret elde eder; onu, o ikisine ve onun dışındaki diğer insan fertlerine yüklem yapar.367
Görüldüğü gibi Sühreverdî dış dünyadaki tek tek nesneleri idrak edenin bizzat
insanî nefs olduğunu vurgulamaktadır. Zira müşahede, tekillerin idraki için kullanılan
bir deyimdir. Ayrıca cisimlere ait tümel suretler tek tek nesnelerden soyutlama yoluyla
elde edildiğine ve tümel suretlere ait idraki ancak insanî nefs gerçekleştirebildiğine göre
onun tekilleri idrak etmediği düşünülemez bile. Duyu organlarının aracı olması, idrak
edenin nefs olmasına engel değildir; çünkü duyu organlarını, onlar üzerindeki işrâkıyla
aracı olarak kullanan kendisidir. Her ne kadar görme için göz ve görülenin arada
engel olmaksızın karşılıklı bulunmaları (mukabele) şart olsa da, gören insanî nefstir
(en-nuru’l-esfehbed)368. Bir nur olarak insanî nefs nesnesini aydınlatma, kendisine
apaçık yapma gücüne sahiptir.
364 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.84. 365 Kutbuddîn Şirâzî, s.291. 366 Sühreverdî, “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.71. 367 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.134. 368 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.139.
117
Daha önce de açıkladığımız gibi bilme, bilinenin gaip olmaması, apaçık
olmasıdır (zahir). İnsanî nefs ise kendinin bedende tabiat olmuş güçlerini bilmektedir;
çünkü bedendeki güçlerin tamamı insanî nefsin idrak gücünün gölgesidir, sanemidir.
Eğer o bu güçlerini bilmeseydi onların varlığına dair nasıl hüküm verecekti? Bedende
tabiat olmuş güçleri onun için gaip olmadığına göre bu güçlerde bulunan imgeler ve
suretler de gaip olmaz.369 Görme gözle gerçekleştiriliyorsa da gören, nefsanî ruh
aracılığıyla bütün güçlere işrâkını ulaştıran insanî nefstir. O, görme gücü üzerindeki
işrâkıyla, huzûrî işrâki bir bilmeyle (ilm) gözdeki görülen nesnelerin imgelerini (müsül)
değil, gören gözün karşısındaki görüleni idrak eder. Görme anımda olduğu gibi tehayyül
anında da onun mütehayyileye yansıyan imgeler (müsülü’l-hayâl) üzerinde de işrâkı
vardır.370 Mütehayyile gücü üzerine işrâkıyla, huzûrî işrâki bir bilmeyle dış dünyaya ait
suretlerin tehayyül edilmiş imgelerini (es-suveru’l-mütehayyele el-hâriciyye) idrak
eder.371
Duyum seviyesinde gerçekleşen idrak: Bu seviyede idrak edilen cisimler
âlemindeki tek tek nesnelerdir. İdrakin gerçekleşebilmesi için nesnenin dış duyuların
idrak alanın içinde bulunması ve nesne ile onu idrak eden duyular arasında herhangi bir
engelin bulunmaması gerekir. Nesne duyu organının idrak alanından çıktığında, ortak
duyuda veya hayalde o nesneye ilişkin herhangi bir suret bulunmaz; çünkü duyular
nesnenin suretini konum, biçim, renk, nicelik ve nitelik gibi ilintilerle birlikte idrak
edebilir. Cisimde tabiat olmuş (cirmanî) güçler oldukları için varlık alanı açısından
ancak kendilerine uygun olanı idrak edebilirler. O nedenle tümel sureti cisme ait
niteliklerden tamamen soyutlayamazlar; ancak o sureti taşıyanla vaz’î bir ilişki içinde
idrak ederler ve ilişki kesildiğinde de suret yok olur.372
Duyum seviyesindeki idrak, her ne kadar duyu organları vasıtasıyla
gerçekleşiyorsa da insanî nefs için huzûrî işrâkî bir ilişkiyle gerçekleşmektedir. Daha
önce de açıklandığı gibi, idrak edilen dış dünyadaki nesneyle idrak edenin arada engel
olmaksızın karşılıklı bulunması sözkonusudur. Her ne kadar huzûrî işrâki bilginin bir
369 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.139. 370 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.140. 371 Kutbuddîn Şirâzî, s.454. 372 Sühreverdî, “Elvâh-ı İmâdî”, s.125; “Bustânu’l-kulûp”, s.365; “Yezdân-ı Şinâht”, s.409; “et-Telvîhât: el-İlmü’s-sânî fi’t-tabî’î", s.393.
118
örneğini teşkil etse de, duyular aracılığıyla gerçekleştirilen bu idrak, gerçekliğin ne
olduğuna dair tam bir bilgi veremeyecektir. Duyular gerçekliğin kendisini, ona ilişen
yabancı ilintilerden soyutlayarak idrak edemediği için idraki karışıktır (meşûb);
gerçekliğin içyüzünü (bâtın) idrak edememektedir. Ayrıca sonludur ve bozulur.373
İnsanın kendini ve diğer insanları bedenden ibaret zannettiği idrak de bu
seviyede gerçekleşmektedir.
Tehayyül Seviyesinde Gerçekleşen İdrak: Tehayyül anındaki gerçekleşen
idrak de görme anındaki idrak gibidir.374 Nasıl ki görme organıyla gerçekleşen duyu
idrakine konu olan nesne tümel bir suret değil, her birini diğerinden ayıran çeşitli
ilintileriyle birlikte tekil varlıklardır; aynı şekilde tehayyül anında müşahede edilen de
tümel bir suret değil, neftse yeretmesi (intibâ’) mümkün olmayan tekil bir surettir. Zira
cisimlere ait duyum seviyesinde idrak edilen suretler, o sureti taşıyan nesne dış
duyuların idrak alanından çıktığında (gaybet) tehayyül seviyesinde idrak edilir; fakat
yer, nitelik, konum gibi arazlardan tamamen soyutlanmamıştır. Örneğin bir yerde, bir
elbise içinde, bir renkte ve bir büyüklükte (miktar) idrak edilir.375 Dış dünyadaki cisim
(hâric), tehayyül anında yok (gaip) olduğuna göre376 insanî nefs, zorunlu olarak onun
imgesini idrak etmektedir. Çünkü yok olanın aynı değil, imgesi idrak edilir.377
İşte Sühreverdî için problem olan konu, belli bir niteliği ve niceliği olan,
tehayyül anında da dış dünyada bulunmayan bu imgelerin nerede bulunduğudur. Zira
bunların küçücük beyinin herhangi bir yerinde bulunması (intibâ’) mümkün değildir.378
Ayrıca, beyinde olduğu ileri sürüldüğü takdirde, insanî nefsin onu idrak etmiyor olması
da imkânsızdır. Hâlbuki insan, daha önce duyumladığı veya tehayyül ettiği bir şeyi
hatırlamakta zorlanmakta ve bazen hiç hatırlayamamaktadır. Bu imgeler dış dünyada
(a’yân) da değillerdir; çünkü bu imgeler cisimde tabiat olmuş (intibâ’) niteliklere
nispetle daha soyuttur. Bu halleriyle dış dünyada bulunmuş olsalardı duyular vasıtasıyla
idrak edilirlerdi. Bu durumda da tehayyül seviyesinde değil duyum seviyesinde
373 Sühreverdî, “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.88. 374 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.140. 375 Sühreverdî, “Bustânu’l-kulûp”, s.365, 366; “Elvâh-ı İmâdî”, s.125; “el-Lemehât”, 204-205; “Yezdân-ı Şinâht”, s.409; “et-Telvîhât: el-İlmü’s-sânî fi’t-tabî’î”, s.393. 376 Sühreverdî, “Hiketü’l-işrâk”, s.140. 377 Kutbuddîn Şirâzî, s.454. 378 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.138.
119
gerçekleşen bir idrak olurdu. Onlar akıllar âleminde de bulunmamaktadırlar; çünkü
onlar aklî değil cismî suretlerdir; cisimlere ait niteliklerden tamamen
soyutlanmamışlardır. Sırf yokluk da değillerdir; aksi takdirde tasavvur edilemezlerdi.
Birbirlerinden ayırtedilerek idrak edilip haklarında çeşitli hükümler verildiğine göre bu
imgeler, bir gerçekliğe sahiptir (mevcut). Fakat onların bu gerçekliği zihne, dış dünyaya
veya akıllar âlemine ait bir gerçeklik değildir. O halde onların bir gerçekliğe sahip
olduğu (mevcut) başka bir âlem olmalıdır. İşte Sühreverdî bu âlemi “asılı misaller
âlemi” (âlemu’l-müsülü’l-mualleka) diye isimlendirir;379 çünkü misal âleminde bütün
şekiller, suretler, büyüklükler, cisimler ve cisme ilişkin hareketler, hareketsizlikler
(sükûn), konumlar (vaz’), nitelikler (heyet) vb ancak mekânda ve mahalde olmaksızın
asılı olarak (mualleka) zatlarıyla kaim olarak vardırlar. Bu âlem, derece bakımından akıl
âleminin altında, cisimler âleminin (hiss) üstünde yer alır. O âlemde bulunan nesneler
duyum seviyesinde idrak edilenden daha fazla soyut, aklî seviyede idrak edilenden daha
az soyuttur (tecrid). 380
Aynı şekilde rüyada (menâm) veya hayal kurma anında görülen dağlar,
denizler, yerler, sesler, şahıslar, kokular, tatlar vs. tamamı zatlarıyla kaim misallerdir
(müsül), sırf karaltılardır (eşbâh). Yalnız uykuda iken veya hayal kurarken lezzet
aldığımız yiyeceklerdeki ve içeceklerdeki tatlar, güzel kokular gibi arazların bu
karaltılarda (eşbâh) tabiat olmuş (intibâ’) nitelikler olduğu düşünülmemelidir. Onlar
tehayyül yoluyla birleştirilmişlerdir. Misal âlemindeki her şey, zatlarıyla kaim asılı
misallerdir; maddeden mücerret olmaları sebebiyle de basit cevherlerdir. Bir mahal veya
mekânda bulunmadıkları için de birbirlerini sıkıştırmazlar (müzâhim). Rüyada (menâm)
açıkça görülen dağ ve denizi beyinin içine alması veya onların beynin bazı
boşluklarında bulunması mümkün değildir. Nitekim uyuyan, tehayyül eden veya uyku
ile uyanıklık arasında çeşitli suretleri, sesleri, şekilleri, yerleri müşaheden eden kimse,
bu halin kendilerinden kalkmasıyla hareket etmeksizin misaller âleminden ayrılır; çünkü
o âlemde yön (cihet) de yoktur. 381
379 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.150. 380 Kutbuddîn Şirâzî, s.450; Deştegî Şirazî, s.254. 381 Kutbuddîn Şirâzî, s.511-512; Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.154; Şehrezûrî, Şerhu Hikmeti’l-işrâk, s.571; Deştegî Şirazî; s.255.
120
Hayal –ya da mütehayyile; daha önce belirttiğimiz gibi Sühreverdî o ikisinin
aynı güç olduğunu kabul eder- ise tehayyül ya da rüya anında imgelerin (suveru’l-hayâl)
kendisinde yansıdığı yerdir; yoksa bu imgeler orada bulunuyor değildir. Sühreverdî
bunu ayna örneğiyle açıklar. Ayna, kendisinde cisimler âlemindeki zatlarıyla kaim
nesnelerin suretlerinin yansıma yeridir (mazhar); yoksa o nesneler aynada bulunuyor
değildir. Aynaya yansıyan görüntüler (suver) ise, cisimler âlemindeki nesnelere ait
arazlardır. Örneğin Zeyd’in aynadaki görüntüsü, Zeyd’in maddede hal olmuş arazî
suretidir. Aynı şekilde hayal de kendisindeki suretlerin mahalli değildir. Onlar misaller
âleminde, zamandan, mekândan ve mahalden müsteğni, zatlarıyla kaim asılı kalelerdir
(sayâsî mualleka). İşte bu anlamda cisimler âlemindeki nesnelere ait suretlerin cevherî
mahiyetinin olması doğru olmaktadır (sahha). Hayal, bu cevherî suretlerin kendisinde
yansıyacağı (zuhur) yeteneğe (istidat) sahip ayna gibi parlak yansıma yeridir (mezahir);
nefsin, misallere ait suretleri (es-suveru’l-misaliyye) kendisiyle idrak ettiği aynasıdır.382
Eğer insanî nefs, hayale yansıyan değil de mücerret hayaldeki imgeyi (misal) idrak
etmiş olsaydı, o anda kendisinin idrak alanı içinde olmayan (gaip) dış dünyayı imgesiz
olarak idrak etmiş olurdu.383 Hâlbuki imge, bir şeyin imgesidir. Zatı hazır bulunmayan
şeyler ancak imgelerinin hazır bulunmasıyla idrak edilir.
Sühreverdî Meşşâilerin, ister tehayyül seviyesindeki idrakte olsun isterse
rüyada ya da uyanıkken metafizik âlemden gelen etkilerin önce nefse, oradan
mütehayyile gücüne, oradan ortak duyuya geçerek yer etmesiyle idrak edilen suretlerde
olsun, gerçekliğin kendisini değil hayal gücüne ve ortak duyuya yansıyan imgesel
suretini müşahede ettiklerini belirtir.384 Gerçekliğin misalî suretinin bilinmesi ise ‘o’
olanı yani gaip olanı bilmedir. Tehayyül anında idrak edilen bu suret cisimler
âlemimdeki bir gerçekliğe aitse bu, ‘sen’ seviyesinde bilineni ‘o’ seviyesinde bilinene
yani bilinemeyene indirgemekten başka bir şey değildir; çünkü bilinen artık gerçekliğin
kendisi değil, mütehayyileye yansıyan suretidir. Mütehayyilede yansıyan suret,
metafizik âlemden gelen bir etki ise, bu takdirde müşahede edilen suretin işaret ettiği
382 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.138; Kutbuddîn Şirâzî, s.450, 454. 383 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.140. 384 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.495; “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.101.
121
gerçekliği bilmek asla mümkün olmayacaktır. Zira müşahede edilen suretin o gerçekliğe
ait olduğunu bilmek için önce o gerçekliğin kendisi bilinmelidir.
Hâlbuki müşahede erbabının gördüğü gerçeklikler hayal gücüne veya orta
duyuya yansıyan suret değil, eşyanın misalî gerçekliğinin kendisidir.385 İmsan,
kendisinin ve diğer insanların misalî gerçekliğini misal âleminde idrak etmektedir.
Sühreverdî’nin sembolik hikâyeleri de misal âleminin gök tabakalarında (eflâk)
geçmektedir. Bilgelik talibinin Nurların Nuru’na ulaşmak için çıktığı doğu
yolculuğunda nurlar âlemi olan “büyük doğu”ya (şark ekber)386 ulaşmadan önceki
durağı olan orta doğunun şehirlerinde yaşanmaktadır. Öykülerde geçen “ihtiyar”, “şeyh”
ve “pir” imgeleriyle işaret edilen, Faal Akıl ya da insan türünün rabbi olan kâhir
mücerret nur olmalıdır. Şeyhin müridine sunduğu öğretiler ise imgeler düzeyindedir ve
yeryüzü lisanının hiç biri imgeler düzeyine yükselmedikçe göklerde geçen olayları
anlatmak için uygun olmayacaktır387. İşte bu anlamda misal âlemi, nurlar âlemi ve
cisimler âlemi arasındaki ilişkinin misalî seviyede birbirine geçtiği bir varlık düzeyidir.
Bu düzey eşyanın, fizik âleme nispetle cismanî gerçekliğinin daha tam olarak, nurlar
âlemine nispetle saf mücerret nur olan gerçekliğinin çeşitli belirlenimlerle eksik olarak
idrak edildiği misaller düzeyinde gerçekleşen idraktir. Çünkü nurlar âleminde müşahede
edilen gerçekliğin kendisinin, o gerçekliği müşahede etmeyene sözcük kalıpları içine
sokarak anlatmak onları ancak misalî gerçeklik düzeyine indirgemekle mümkün
olacaktır. Gerçeklik, misal düzeyine indiğinde, kendi orijinalliğinden çıkarak çeşitli
belirlenimler, sınırlamalarla tezahür edecek ve gerçekliğin kendisini müşahede
etmeyene hiçbir zaman kesin bir bilgi vermeyeceği gibi misaller, kendilerinin işaret
ettiği gerçeklik kesin olarak bilinecek şekilde, nihaî anlamda açıklanamayacaktır. İşte
bu nedenledir ki Sühreverdî bilgelik talibine şu uyarıda bulunur: Beni ve bir başkasını
taklit etme, tanı! Ölçü burhandır388.
İmgesel gerçekliğin işaret ettiği mücerret nurlar âleminin bilgisine ise akıl
yürütme metoduyla değil, ancak misal âleminin göksel tabakalarında gerçekleştirilecek
385 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.496. 386 Sühreverdî, “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.110. 387 Corbin, “Önsöz 5”, s.116. 388 Sühreverdî, “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.121.
122
yükselişle ulaşılabilecektir. Bilgelik talibinin bu âlemin gök tabakalarında yükselişi
oranında müşahedesi de daha keskin olacaktır.
Sühreverdî şöyle ifade ediyor:
Görüşü ve fikri sağlaşmış herkes ilâhî bir uyku ile uyanıklık arasında yükseldiği zaman dönmedi, hatta güzel (melîha) suretlerin bulunduğu bir tabakadan diğerine yükseldi. Ne zaman ki onun yükselişi daha tam oldu onun suretleri müşahedesi daha safi ve tatlı (elezz) oldu.389
Sühreverdî, Eflâtun’un kendi tecrübesinden anlattığı “Tecerrüt anında nurlu
gökler (eflâk) gördüm” sözünde ve “Yer başka bir yer, gökler de (başka gökler) haline
getirildiği, (insanlar) bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah’ın huzuruna çıktıkları
gün”390 ayetinde geçen göklerin, bazı insanların kıyametlerinde müşahede ettiği en yüce
gökler (es-semâvâti’l-ulâ) olduğunu belirtir.391 Nübüvvetin vaat ve va’îdlerinin misal
âleminde gerçekleşecek olduğunu hatırlayacak olursak, bu başka yer ve gökler misal
âlemindeki yer ve gökler olmalıdır.
Bu yükselişte, misal âleminin tabakaların en yüce en şerefli olanına,
benzerlikte mücerret nurlara yakın olanına ulaşıldıktan sonra nurlar âlemi ve nihayet
Nurların Nuru belirecektir (yebruzu). 392
Aklî Seviyede Gerçekleşen İdrak: İnsanî Nefsin aklî idrak seviyesinde
kullandığı gücü, nazarî akıl gücüdür. İnsanî nefs nazarî akıl gücüyle duyum ve tehayyül
seviyesinde idrak edilenleri, cisme ilişkin bütün ilintilerden (levâhık), o şeyin
gerçekliğine yabancı (garip) arazlardan soyutlayarak tümel suretleri (suver-i ma’kûlât)
elde eder. Canlı varlıklarda, canlı olması açısından küçük büyük bütün canlılarda
anlamca ortak bir sureti görüp hepsiyle anlam bakımından uyuşabilecek şekilde tümel
bir anlama dönüştürür. Zeyd’den, onun gerçekliğine (hakikat) yabancı arazları
389 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.155. 390 Kur’an, İbrahim Suresi, Ayet 48. 391 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.110. 392 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.155; Kutbuddîn Şirâzî, s.516.
123
hazfederek Halit ve Amr içinde aynı anlamda kullanılacak şekilde insan suretini çekip
alan bu nazarî akıl gücüdür.393
Ancak insanî nefs, başlangıçta bilkuvve bilendir yani bilme yeteneğine sahiptir.
Başlangıçta bilme yetkinliğine yetenek olarak sahip olduğu için mahiyetine özgü bu
yetkinliğe ulaşmasını sağlayacak bilfiil yetkin olana muhtaçtır. Onu kuvveden fiile
çıkararak bilfiil bilen haline getiren Faal Akıldır. Nefsin duyularla idrak edileni
(mahsûs) bütün arazlarından soyutlayarak tümel (ma’kûl) bir bilgiye dönüştürmesi, Faal
Akl’ın işrâkıyla gerçekleşmektedir. Nefsin Faal Akl’ın işrâkıyla bilkuvve bilen
durumundan bilfiil bilen durumuna geçerek yetkinleşmesi çeşitli derecelerde (merâtib)
gerçekleşir.394
Aklî İdrakin Dereceleri:
Aklî idrakin ilk derecesi nefsin bilme yeteneğine sahip olmasıdır. Heyûlânî
akıl diye isimlendirilen bu derece, çocuğa (et-tıflu’s-sâzic)ait ilk yetenek (istidat)
gibidir. Faal Akıl’la iletişim kurma yeteneğine (istidat) sahip olmanın uzak sebebi olan
heyûlânî akıl, bu anlamda nefsin ilk yetkinliğidir ve henüz üzerine hiçbir bilginin
yazılmadığı (bî-nakş) boş bir levha gibidir.
Aklî idrakin ikinci derecesi, ilk akledilirlerin (el-ma’kûlâtu’l-evvel) elde
edilmesiyle meydana gelen yetenek (istidâd) olan bilmeleke akıl diye
isimlendirilmektedir. Aklî idrakin bu derecesinde elde edilen ilkeler, nefsi düşünme ve
sezgiyle (fikr ve hads) ikinci akledilenleri idrake hazırlar.
Aklî idrakin üçüncü derecesi, dilediği zaman araştırma işlemine girmeksizin
(gayr-ı taleb), yeniden kazanmaya ihtiyaç duymaksızın akledinlenlerin meleke halinde
elde edilmesi (tahsil) olan bilfiil akıl diye isimlendirilmektedir. Aklî idrakin bu derecesi,
insanî nefsin Faal Akıl’la iletişim kurmasının yakın sebebi olan yeteneğidir (istidâd).
Faal Akl’ın işrâkıyla akledilirlerin bilfiil müşahedesi, insanî nefsin yetkinliğidir
(kemal) ve müstefâd akıl diye isimlendirilmektedir. İnsanî nefsin yetkinliğinin son
393 Sühreverdî, “Yezdân-ı Şinâht”, s.409, 425; “Elvâh-ı İmâdî”, s.125; “Bustânu’l-kulûp”, s.366; “el-Lemehât, 205; “et-Telvîhât: el-İlmü’s-sânî fi’t-tabî’î”, s.393. 394 Sühreverdî, “el-Lemehât, 207; “et-Telvîhât: el-İlmü’s-sânî fi’t-tabî’î”, s.359, 364.
124
sınırı olan müstefâd akıl derecesi, insanî nefsin ilkelere (mebâdî) benzeyerek (teşebbüh)
aklî olarak bilen (âlimen akliyyen) olduğu insan-ı kâmil derecesidir. Bu derece,
akledilirlerin (ma’kûlât) ilme’l-yakîn (burhan-ı yakînî) olarak bilindiği derecedir.395
Meşşâî felsefede bu şekilde gerçekleşen idrak seviyesinde, gerçekliğin
kendisinin değil, gerçekliğin zihindeki tümel suretleri idrak edilmektedir. Bu idrak
seviyesinde bilinenler, hayal gücündeki imgelerden ilk soyutlanan tümeller ve aklî
seviyedeki bu ilk bilinenlerden elde edilen ikinci bilinenlerdir. Başka bir deyişle dış
dünyadaki gerçekliğin ‘sen’ seviyesindeki idrakinden sürekli bir uzaklaşma, ‘sen’ ile
‘ben’ arasına sürekli ‘o’ olanı koyma sözkonusudur. Artık bilinen, imgesel suretlerden
elde edilen tümel suretlerdir ve artık imgesel suretler ‘o’ düzeyine indirgenmiştir. Bu
idrak seviyesinde dış dünyadaki gerçekliği hatta insanın kendi ‘ben’ini bile ‘o’ düzeyine
indirgenmiştir. Böylece gerçekliğin kendisinden o kadar uzaklaşılmıştır ki insan kendi
‘ben’ini bu tümeller üzerinden tanımaya başlamıştır. Hatta bu ilk tümellerden soyutlama
yoluyla ikinci tümeller elde edilerek gerçekliğe onlarla işaret edilmeye başlanmıştır.
İnsan aklının üretip ortaya koyduğu soyut kavramlar gerçek zannedilip insanın kendi
gerçekliğine yüklem yapılmış ve kendini şurûk melekesiyle tanıma yetkinliğine sahip
olmayan insan ‘ben’ini bu kavramlar aracılığıyla bilir hale gelmiştir. Bu ise gerçekliği
örtmekten, bilinemez hale getirmekten başka bir şey değildir. Böyle bir kavramsal
soyutlama yoluyla elde edilen bilgiyle gerçeklik, onu bilmeyene tanımlandığında asla
gerçekliğin kendisine dair tam bir bilgi vermeyecektir. İşte Meşşâîler bilgi konusunda
resmî bilgi (el-ilmu’r-resmyyü) de denilen ve kavramsal soyutlama ile elde edilen
formel bilgi (el-ilmü’s-sûriyyü) düzeyinde kalmışlar, gerçekliğin imgesel ve tümel
suretlerinin değil, kendisinin bilfiil müşahede edildiği huzûrî ittisâlî şuhûdî bilgi
seviyesine yükselememişlerdir.396 Müşahede erbabının Faal Akıl’la ittisal seviyesinde
idrak ettiği, zihindeki tümel suretler değil kânir nurlar âlemindeki saf mücerret nur olan
kâhir nurlardır. Bilgelik talibinin aklî idrak seviyesindeki yükselişi, nurlar âleminde
gerçekleşmektedir.
395 Sühreverdî, “Yezdân-ı Şinâht”, s.429, 445; “el-Lemehât”, s.207; “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, 87; “Elvâh-ı İmâdî”, s.181; “et-Telvîhât: el-İlmü’s-sânî fi’t-tabî’î”, s.359-360. 396 Sühreverdî, “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.74.
125
Sühreverdî, madde aklî idrake (teakkule) engeldir; zira şeyler maddeden ve
maddede bulunan şeylerden soyutlamadığında (mücerret) ma’kûl olmaz397 sözündeki
“maddede bulunan şeylerden soyutlama” ifadesini, bilmenin konusu saf mücerret nurar
âlemi olduğunda, mecaz olarak kullanıyor olmalıdır. Çünkü insanî nefsin kendini aklî
olarak bilmesi ancak bedenî ilişkilerden soyutlanma ile mümkün olmakta, tecerrüdü
ölçüsünde de gerçekliğe ilişkin müşahedesi de daha saf olmaktadır. Ayrıca gerçekliğin
kendisi çeşitli soyutluk derecelerinde zaten mevcuttur. Aslolan onları içinde
bulundukları soyutluk derecelerinde idrak edebilir hale gelmektir. Bu ise ancak şurûk
melekesine sahip olmakla mümkün olabilecektir. İzlenecek yol ise bellidir; nuru takip
etmek; zira nakıs nur tam nurun misali gibidir398.
Cisimler âlemindeki nesneleri birbirinden ayıran arazlar kendilerine duyularla
işaret edilen arız nurlardır ve mücerret nurlara nispetle onların nurluluğu eksiktir.
Duyuların idrakine konu olan yani ilk bilinen ise bu arız nurlardır. İşte insanî nefsin
nurlar âlemine ilişkin ilk bilgisi cisimde hal olmuş bu arız nurlardır. Nasıl ki dış
dünyaya ait bir gerçekliğin tehayyülü anındaki imge, o gerçekliğe işaret ediyorsa,
burada da gerçek olana işaret eden nurluluk bakımından eksik olan cisimlere ait
duyularla idrak edilen niteliklerdir. Bunların işaret ettiği cevher olan mahiyet ise
hayalde değil misal âlemindedir. Örneğin maddede hal olmuş Zeyd’in sureti, onun
cevher olan mahiyetine ilişkin arazî misaldir399. Bu nedenle olmalıdır ki Sühreverdî,
duyularla idrak edilenin dışında cisimler âleminde bilinmeyen bir şeyin bulunmadığını
belirtir. Duyularla idrak edilen ise cisimde tabiat olmuş arız nurlardır ve tam nura işaret
etmesi sebebiyle epistemolojik açıdan bir değere sahiptirler. Aynı şekilde değişmenin
ilkesi olması bakımından cismi konu alan fizik ilmi, fizik âlemin ardındaki gerçekliğe
ilişkin bir tenbih olması açısından hakiki ilimler içinde yerini alır.
Kudbuddîn Şirâzî “nakıs nur”la kasdedilenin cisimler âlemindeki güneş, “tam
nur”la kasdedilenin de akıl âleminin güneşi olan Nurların Nuru olduğunu belirtir. Bu
397 Sühreverdî, “Elvâh-ı İmâdî”, s.139. 398 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.138. 399 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.138; Kutbuddîn Şirâzî, s.451.
126
durumda yıldızlar, nurlar âlemindeki mücerret nurların misali olacaktır.400 Burada
Gazâlî’nin Mişkâtu’l-envâr’daki şu ifadelerine yer vermek istiyoruz.
Melekût âleminde melekler diye isimlendirilen, beşeri ruhlara onlar vasıtasıyla
nurlar akıp geldiği için kimi zaman kendilerine “rabler” de denilen - Allah bundan
dolayı Rablerin Rabbidir- nuranî şerefli yüce cevherler vardır. Bunlar nuraniyyet
bakımından farklı mertebededirler. Aynı şekilde şahadet âleminde de güneş, ay ve
yıldızlar olmak üzere bunlara ait misaller bulunmaktadır. Salik önce yıldızların
derecesine ulaşır ve onun nuru kendisi için aşikâr hale gelir. Bütün süflî âlem onun
nurunun aydınlatması altında olduğu için apaçık hale gelir ve onun cemali ve yüceliği
karşısında “bu benim rabbimdir”401 der. Sonra yükselip rütbesi ay rütbesi olana varınca
ve ilkinin kaybolduğnu görünce “ben batanları sevmem” der. Böylelikle yükselmeye
devam eder. Ta ki misali güneş olana varır. Onun en yüce olduğunu görür. 402
Kudbuddîn Şîrazî ve Gazâlî’nin bu açıklamalarını dikkate alarak
Sühreverdî’nin “Fî Hâleti’t-tufûliyye” isimli risalesinde anlattığı, bilginin doğusuna
yolculukta üç sembolik hikâyeden oluşan üç makamı yorumlamak istiyoruz.
Filozofumuz, kalbi (dil) hasta olana doktorun ilk tavsiye edeceği ilacın sahraya
çıkmak olduğunu belirtir. (Sahra imgesiyle, insanî nefsin kendi âleminde bulunması
kastediliyor olmalıdır.) Sahrada bir ejderha/solucan (kirm) vardır ki ağzından saçtığı
nefesi ateş gibi etrafı aydınlattığı için geceleyin çıkmaktadır. O ejderhaya niçin gündüz
çıkmadığı sorulduğunda “kendi nefesim kendimi aydınlatmak için yeterlidir; niçin
güneşe minnet edip onun nuruyla dünyayı göreyim” diye cevap verecektir. Halbu ki o
kendi nefesinin aydınlığının da güneşten olduğunu bilmemektedir. Kalbi hasta olanın bu
ejderhayı ele geçirmesi gerek ki, onun aydınlığında onun gıdasının hangi bitkiden
olduğunu görsün ve kendisi de o bitkiden yesin. Böylece bir müddet sonra kendisinde
de bu özellik ortaya çıkacak ve nefsinde aydınlık meydana gelecektir. Sühreerdî bunun
ilk makam olduğunu belirtir. Bu makam insanî nefin yıldızlar derecesine ulaştığı ve
kendi ‘ben’inin mücerret nur olduğunun kendisi için apaçık hale geldiği ve kendi
nuruyla misaller ve cisimler âlemini idrak ettiği seviye olmalıdır. 400 Kutbuddîn Şirâzî, s.451. 401 Kur’an, En’am Suresi, Ayet 76. 402 Gazâlî, Nur Metafiziği: Mişkâtü’l-envâr, s.56.
127
Filozofumuz, bu tedavinin ardından hastanın büyük bir deryaya gitmesi
gerektiğini belirtir; çünkü o deryanın kenarında bekleyen bir inek vardır ki gece olsun
da sahile çıksın ve geceyi aydınlatan incinin (gevher-i şeb-efrûz) nuruyla aydınlansın
ister. O ineğin, geceyi aydınlatan inci üzerinde güneşle kavgası (husumet) vardır. Yani
güneş gündüzleri, o geceyi aydınlatan incinin nurunu yok ederek onun aydınlanmasına
engel olmaktadır. Biçare bilmemektedir ki, her aydınlık güneştendir. O halde hastanın
geceyi aydınlatan inciyi bularak onun aydınlığında ineği yakalayıp yemesi gerekir. Onu
yesin ki ineğin geceyi aydınlatan inci duyduğu aşka o da tutulsun. Bu ikinci makam,
insanî nefsin kendisi üzerinde, insan türünün ilkesi olan kâhir nurun işrakını müşahede
ettiği ve kendi nurunun ilkesi olan kâhir nurun nurunda fani olduğu idrak seviyesi
olmalıdır.
Sühreverdî hastanın bundan sonra sonra kaf dağına gitmesinin gerektiğini
belirtir. Orada bir ağaç vardır ki Simurk’un yuvası o ağaç üzerindedir. O ağacı eline
geçirsin ve o ağacın meyvesini yesin. Bundan sonra hasta doktora ihtiyaç duymayacak
ve kendisi tabip olacaktır. Bu makam da, insanî nefsin kendisini Nurların Nuru’nun
işrakıyla idrak ettiği ve kendisinin ve bütün nurların Nurların Nuru’nun kahhâr nurunda
yokluğa büründüğü idrak seviyesi olmalıdır 403
Bu makamı Eflatun tecrübe etmiştir: “Sonra zihnimle o âlemden yüce ilâhî
âleme ve hazret-i rububiyyete yükseldim ve sanki ondan bir mevzu gibi ona asılı
oldum.”404 Sühreverdî’nin “Onların ruhları yüce mahalde asılı (mualleka) olduğu halde
yeryüzünde seyahat edenler (sâirûn), bunların hepsi kurtuluşa (halâs) dair Allahtan bir
müjde bulacaklar.”405 şeklinde ifade ettiği, “Kurbetü’l-garbiyye” isimli risalesinde
kendisinin yolculuğunda ulşatığı makam da bu makam olmalıdır.
Dağa çıktım. Nurun tecellisinden neredeyse yerin ve göklerin yarılacağı büyük yaşlı (şeyh) babamızı gördüm. Dehşet ve hayranlık içinde kalakaldım. Ona (doğru) yürüdüm. Bana selam verdi, hemen ona secde ettim. Parlak nurunun içinde (adeta) yok olayazdım.
403 Sühreverdî, “Fî Hâleti’t-tufûliyye”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde (251-266), s.256-257. 404 Kutbuddîn Şirâzî, s.364. 405 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.158.
128
Onun huzurunda bir zaman ağladım ve Kayrevan şehrinden şikâyette bulundum. Bana dedi ki; “Aferin! Kurtuldun. Senin batı (beden) hapsine dönen gerekir. Bağlılık tamamen kurtulduktan sonradır.406
Bedenî ilişkilerden kurtulup şua ipliğine yapışarak nurun kaynağına ulaşan,
kalpleri yüce mahalde asılı olarak, yeryüzünü vatan ve mesken edinmeyerek
bedenleriyle yeryüzünde dolaşan büyük sekîne ashabı olan topluluğu Sühreverdî
“mücerredûn”, “ihvânu’t-tecrîd” diye isimlendirmektedir.407 Gerçek anlamda bilge
(hakîm-i lâhî)∗ olanlar da nazarî ve amelî hikmette yetkinliğe ulaşan ve bedenî
ilişkilerini de riyazetle terbiye eden, “müteellihler’den mütekaddisin” diye de
isimlendirilen bu topluluktur. 408
Sühreverdî, “tecrit kardeşleri” diye isimlendirdiği bu topluluğun özel bir
makama sahip olduğunu belirtir. Bu “ol” (kün) makamıdır. Bu kamama yükselmiş
olanlar istedikleri herhangi bir surette zatlarıyla kaim misalleri varlığa getirmeye (icâd)
kadir olabileceklerdir. Bu makama ulaşan kimse cisimler âleminin dışında asılı
misallerin bulunduğu âlemin varlığını kesin olarak bileceklerdir.409 Bilinenin, bilginin
ve bilmenin eş zamanlı olduğu huzûrî işrâkî bir şekilde bilme yetkinliğinin tam
anlamıyla gerçekleştiği, şurûk melekesinin kazanıldığı makam bu olsa gerek.
Sühreverdî Eflâtun’un bedeninden soyulup kendini müşahede tecrübesini
nakleder.
406 Sühreverdî, “Kıssatu’l-Kurbetü’l-garbiyye”, s.105. 407 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.158-159; Kutbuddîn Şirâzî, s.523; “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.113. ∗ Plotinus, tanrısallığa erişmiş insan topluluğundan bahseder. Bunlar, bulutların veya dünyanın karanlığının üstüne yükselirler; bütün dünya nesnelerine yukarıdan bakarak orada ikamet ederler. Bunlar kendilerinin bedende lkalmayan bir parçasıyla bedenin ütüne yükselerek Bir’e bağlanmak suretiyle tanrı olmaktadırlar. Bir’den çok uzaklaşanlar ise sıradan insanlar ve hayvanlarıdır. bk. Plotinus, s.26, 92. Burada tanrı olmakla, gerçek anlamda Tanrı olmak olmak değil Tanrısal güçlere sahip olmak kastediliyor olmalıdır. Empedokles, öğrencisi Pausanias’a verdiği bilgiler sayesinde onu birçok şeye muktedir kıldığını belirtmektedir: Hortum haline geçerek toprağın üzerinde sürülmüş tarlaları mahveden güçlü, yorulmak bilmez rüzgârlara hükmetmeyi öğreneceksin. Yine istediğin zaman yararlı rüzgârlar estireceksin. Karanlık yağmurlardan sonra insanlara yararlı oln kuraklığı, kurak yazdan sonra ağaçları besleyen bereketli yağmurları getirteceksin. bk. Ahmet Arslan, İlkçağ Felsefe Tarihi, 1. Basım, İzmir, 1995, s.142. Filozofumuz da “ilâhî bilge” deyimiyle Plotinus ve Empedokles’te olduğu gibi Bir’e yükselerek ilâhî güçlere, ‘ol’ makamına sahip olmayı da kastediyor olmalıdır. 408 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.3, 150; Kutbuddîn Şirâzî, s.494. 409 Sührverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.155.
129
Eflatun şöyle anlatmaktadır:
Riyazetle ve maddeden mücerret varlıkların hallerini düşünerek geçirdiğim yalnız kaldığım zamanlarda, bedenimden soyuluyor, tabii elbiselerden çıplak bir vaziyette sanki bedensiz gibi oluyordum. Zatıma giriyor ve zatımı şaşırtıcı ve göz alıcı bir güzellik, zerafet (behâ’), parlaklık içinde görüyor ve işte o an biliyordum ki ben yüce şerefli âlemin parçasından bir parçayım.410 Ben hayat sahibiyim ve fa’âlim. Sonra zihnimle o âlemden yüce ilâhî âleme ve hazret-i rububiyyete yükseldim ve sanki ondan bir mevzu gibi ona asılı oldum. Nurlu aklî âlemlerin üstündeyim. Orada lisanın vasfına, kulakların (esmâ’) onun dilini kabule güç yetiremeyeceği bahâ’ nur görüyorum. Bu durum beni baştanbaşa kapladığı ve bu nur baha bana galip olduğu zaman onu taşımaya gücüm kalmadı ve oradan düşünce (fikr) âlemine düştüm. O zaman düşünce beni o nurdan perdeledi. O âlemden nasıl düştüğüme şaşa kaldım. Kendimi, bedenle birlikteyken nurla dolu olarak nasıl gördüğüme şaşırdım.411
Sühreverdî bedenle ilişkisi sebebiyle bedenin insanî nefs (müdebbir nur) için
yansıma yeri (mazhar) olduğunu ve bu nedenle onun, maddeden mücerret olduğu halde,
bedende olduğu düşünüldüğü gibi insanî nefsin, bedenî ilişkilerden soyulularak cisimler
âleminden kurtulup kendi âlemi olan nurlar âlemine ulaştığında, yüce kâhir nurlara ve
Nurların Nuru’na olan yakınlığı (kurb) ve aşkî ilişkisinin şiddeti sebebiyle kâhir nur
olduğunun zannedildiğini (tevehhüm); hâlbuki kâhir nurların, onlara muhabbetinin
şiddeti ölçüsünde insanî nefs için mazhar olduğunu belirtir.412 O halde insanî nefsin
kendisini, ilkesi olan kâhir nurun işrâkıyla ve bu makamın üzerine de yükselerek
Nurların Nuru’nun işrâkıyla kendini ve ilkesini bilmesi, tecerrüdî huzûrî ittisâlî şuhûdî
bilgi olmalıdır. Ve böylece kendini tanıyan Rabbini tanımıştır sözünün anlamı
gerçekleşecektir.
Sühreverdî şöyle ifade ediyor:
Senden ayrılarak karanlıkları kaplayan bir nur senin için parlamadıkça ve aslından kesilmiş sana seni büyük doğu mahallindeki ezelî zatın nurlarının (sübûhât) şuaları göstermedikçe hikmetten nasip
410 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.110; “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.112. 411 Kutbuddîn Şirâzî, s.363-364. 412 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.146-148.
130
(hazz) sahibi değilsin. Nefsteki bu karanlık dağın (kûhu’l-gâsık) muhabbeti ve hikmet ışığı bir araya gelmez.413
Sühreverdî kendini işte böyle bir tecrübe ile bildiğini anlatıyor:
Zatımla tecerrüt ettiğim ve onu incelediğim zaman (nazar) onu bir varlık (enniyyet ve vücûd) olarak buldum. Ona mevzuda olmayanı ve cisme (cirm) izafetleri ekledim. İzafi olanları onun dışında, mevzuda olmayanın ise selbi bir durum olduğunu gördüm. Ben zatımdan gaip değilim ve onun faslı yok. Ben onu kendimle (nefs) ondan gaybetimin yokluğuyla biliyorum (a’rifu). Eğer varlığın ötesinde ona ait fasl veya hususiyet olsaydı zatımı idrak ettiğimde onu da idrak ederdim. Çünkü bana benden daha yakını yok. Tafsil anında zatımda, başkasından arazlarla ayrılan varlıktan ve idrakten başka bir şey görmedim. Ben mefhumu üzerinden zatını idrak eden herkes onu inceleyip tafsil ettiğinde, kendini idrak eden varlıktan başka bir şey bulamaz. Ben mefhumu, ben mefhumu olması açısından beni, Zorunlu Varlık’ı ve başkasını kapsar ve ben, zatını idrak eden şeydir. Benim için bundan başka bir hakikat olsaydı, ben mefhumu bu hakikat için arazî olurdu. Arazî olanı ondan gaybetimin yokluğu sebebiyle idrak ediyor olurdum ve zatımdan gaip olurdum. Bu ise aklen imkânsızdır (muhal). Ben hükmettim ki benim mahiyetim varlığın kendisidir (nefsül vücud) ve selbi durumlar ve izafet hariç, mahiyetim için akılda iki duruma ayıran bir şey yok.414
Sühreverdî, insanın, kendisine ‘ben’ diye işaret edilen özden ibaret olduğunu
belirtmekte ve bu ‘ben’i ‘kendini idrak eden varlık’ olarak tanımlamaktadır; insanın ne
olduğuna ilişkin tümel bir bilgiye de Meşşâî felsefedeki kavramsal soyutlama yoluyla
değil, böyle bir bilme süreciyle yaşanarak elde edilebileceğini belirtmektedir. Böyle bir
tecrübî ‘ben’ üzerinden elde edilen insan tanımı, bu tecrübeye yaşamayan kimseye asla
ayne’l-yakîn kesinlik derecesinde bir bilgi ifade etmeyecektir.
Görüldüğü üzere filozofumuz, kavramsal soyutlatlama yoluyla
tümelleştirilerek elde edilen insanın, ‘düşünen canlı’ şeklinde tanımlanarak
nesnelleştirilmesi yerine, yaşanarak ulaşılan ‘ben’i, aynı tecrübeyi yaşayan her kesin
hemfikir olacağı ‘kendini idrak eden varlık’ şeklinde tanımlayarak nesnelleştirmektedir.
413 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Mukâvemât”, s.192. 414 Sühreverdî, “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.115-116.
131
Böyle bir nesnelleştirme, bir şeyin tekil olan öznel tecrübesinin başkalarına dille
anlatılması ve aynı tecrübeyi yaşayan bu başkalarının ne söylendiğini anlamasıyla tümel
hale gelmektedir. Böyle bir tecrübî ‘ben’ üzerinden kendini idrak eden herkes, ‘ben’
mefhumunun, ben mefhumu olması açısından, kendisine ‘ben’ diye işaret edilen
Zorunlu Varlık da dâhil her varlığı kapsadığını ve ‘ben’in, ‘kendini idrak eden varlık’
olduğunu bilecektir.
Sühreverdî gerçekliğe ait bilgiye, kavramsal soyutlama yoluyla elde edilen
tümellerle değil, gerçekliğin kendisinin müşahedesiyle ulaşılabileceğini ortaya
koymaktadır; zira bilme eyleminin bütün süreçlerinde bilinen tümel değil tekildir.
İsterse kavramsal soyutlamayla elde edilen zihindeki tümel kavramların bilinmesi
düzeyinde olsun bilinen yine tekildir (cüz’î); zira onlar da zihinde tümel bir kavram
olarak bulunmaları açısından kendisini diğer kavramlardan ayıran bir kimliğe (hüviyet)
sahiptir. Bu haliyle de zihinde gerçekliği bulunan bir cüz’îdir.415 Zihindeki tümeller
aracılığıyla gerçekliğin ayne’l-yakîn seviyede bilinmesi ise imkânsız olacaktır; zira
gerçekliğin kendisini müşahede etmeyene zihindeki tümeller kesin bilgi vermeyecektir.
Eşyanın tamamı kendisinin bilgisi dâhilinde olan Zorunlu Varlık’ın eşyayı tümel bir
şekilde bildiğini söylemek ise bilmediğini söylemekle eşanlamlı olacaktır. Aslında o, bir
şeyi nasılsa öyle olduğu gibi bilmenin huzûrî bilgiyle mümkün olacağını, böyle bir
bilginin karakterinin ise tekil olanı bilmek olduğunu ispatlamak suretiyle konuyu
Zorunlu Varlık’ın tekilleri bilmesi problemine getirmektedir.
Filozofumuz bilgi konusuna geniş yer verdiği “Kitâbu’t-Telvîhâtü’l-levhiyye
ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis” ve “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-Mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”
isimli eserlerinde insanın kendini ve kendinden başka olanı bilmesiyle Zorunlu
Varlık’ın zatını ve zatından başka olanı bilmesini iç içe işler. Hatta rüya, ilham şeklinde
cüz’îlere ilişkin metafizik âlemden gelen etkileri de insanın dışında cüz’îleri bilenin
olduğuna delil olarak gösterir. Zira rüya yoluyla veya uyanıkken vahiy ve ilham yoluyla
gelen geçmişe, geleceğe ve şimdiye ait bilgiler insanî nefsin bilinçli bir bilme
eyleminden kaynaklanmadığına göre ona dışardan gelmelidir. Biz de bu nedenle önce
415 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.131.
132
metafizik âlemden gelen rüya ve ilham gibi cüz’îlere ilişkin bilgiyi ve ardından Zorunlu
Varluk’ın bilgisini inceleyeceğiz.
D. METAFİZİK ÂLEMDEN GELEN ETKİLER - GÖKSEL
NEFSLERİN BİLGİSİ
Sühreverdî insanların geçmişe, şimdiye ve geleceğe dair konularda bilgi sahibi
olduklarını ve bunun doğruluğunu (sıhhat) bir mürşidin irşadıyla yola giren (sâlik)
kimse uykuda veya uyanıkken, halk (kâffe) ise uykudayken sâdık rüyasında (menâm)
tecrübe yoluyla veya başkalarının tecrübelerinden öğrendikleriyle kabul ettiklerini
belirtir.416
Geçmiş, şimdiye ve geleceğe ilişkin nübüvvet, kehanet ve sadık rüya sebebiyle
metafizik uyarılara sahip olanın, meydana gelen ve gelecek şeylere uygun (muvâfık)
olan bilgisi onun zatında olmadığı gibi zatı sebebiyle, başka bir deyişle düşünme
yoluyla da meydana gelmemiştir. Zira eğer bu bilgiye rüyadayken vakıf olmuşsa,
uyuyan kimse düşünme gücünü kullanacak durumda değildir; aksi takdirde uyanıkken
onu düşünerek meydana getirmeye (ibdâ’) daha fazla kâdir olurdu. Bu bilginin kendi
zatında olduğu farzedildiği takdirde bu bilgilerin onun için gayb olması mümkün
olmazdı; zira zatı kendisine apaçıktır. Eğer o bilgiler, bedendeki güçlerinden birinde
bulunuyor olsaydı yine bilirdi; çünkü onun bedendeki güçlerine dair işrâkî huzûrî
nitelikte kuşatıcı bir bilgisi vardır. Mademki insanın geçmişe, şimdiye ve geleceğe dair
bilgilere vakıf olmakta ve bu bilgiler tamamıyla nefsinin ve nefsinin güçlerinin dışından
ona bildirilmektedir; o halde bu cüz’î gerçeklikleri idrak eden bir varlık olmalıdır. Zira
idrak etmeyen başkasına idrak kazandıramaz. Bu gabya ait bilgiler mücerret nurlarda
olamaz; çünkü onlar cüz’î gerçekliklere aittir. Unsurlardan oluşan cisimler âlemindeki
varlıklar göksel kürelerin hareketlerinin sonucu olduğuna göre bu uyarılar göksel
nefslerden gelmektedir; çünkü onlar olmakta olanı (vâki), geçmişi ve geleceği
kuşatırlar.417
416Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.490; “Hikmetü’l-işrâk”, s.151. 417 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.151-152; “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.99; “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.490; Kutbuddîn Şirâzî, s.502.
133
Göksel küreler de insanî nefsler gibi cüz’î iradeye sahip nâtık nefslere sahiptir.
Onlar göksel küreler olan cisimlerinin (berâzih) yetkinliği sebebiyle en büyük rablerden
(el-erbâbi’l-azîme) meydana gelmiş mücerret müdebbir nurlardır ve insanî nefsin nazarî
ve amelî güçlerine benzer yönleri vardır. Onların nazarî gücü ilkeler olan nurlar
âlemine, amelî yönü olan hareketleri oluş ve bozuluş âlemi olan cisimler âleminde
yöneliktir. Onların hareketlerinin sebebi (illet) nurlar âleminden gelen nurlardan gelen
sânih nurlar ve kudsî şualardır; nurlar âleminden gelen bu nurların sürekli olarak
yenilenmesi (müteceddid) onların hareketlerinin de sürekliliğinin sebebidir. Onlara
gelen bu nurlar, insanî nefse gelen işrâkta açıklandığı gibi, ilmî suretler değildir; çünkü
onlar ileti oldukları hareketin eserini bilfiil bildikleri gibi nurlar âlemini de aynı şekilde
bilfiil bilirler. Zira onların şehvanî ve gadabî ilişkileri (alâik) olmadığı gibi onları nur
âleminden onları engelleyecek bir şey de yoktur.418
Sühreverdî cisimler âlemindeki (el-âlemü’l-unsuriyyü) her şeyin bilgisi -
basitler ve bileşikler olan madenler bitkiler hayvanlar ve türlerin her birinin küçük
büyük her ferdi –burada varolacağı şekilde bütün nitelikleriyle (hey’et) gök kürelerinde
şekillendiğini (musavver) belirtir. Bütün insanlar, her birinin nitelikleri (ahval) ve
onların her birinden meydana gelecek şeylerin tamamının bilgisi gök kürelerine onların
yapısına uygun şekilde mevcuttur (menkûş). “Küçük büyük her şey satır satır
yazılmıştır”419 Fakat bu nakışlar gözle görülmemektedir.420 Kutbuddîn Şirâzî şerhinde
bu nakışların onların dışa ve üçe bükümlü yüzeylerinde olduğunu fakat şeffaflığı
sebebiyle gözle görülecek nitelikte olmadığını belirtir.421 Ezelden ebede kadar olmuş,
olacak ve olmakta olan her şeyin bilgisi (nukûşu’l-kâinat) tekrarı zorunlu olacak şekilde
şekillenmiştir (musavvera). Cisimler âlemindeki unsurlardan meydana gelen bileşikler
sürekli olarak oluş ve bozuluşa tabi olduğuna ve bütün cisimlerin birlikte sonsuz olarak
mevcut olacağı aklen imkânsız olduğuna göre var olan her şey bir örneğine göre
tekrarlanarak meydana gelmelidir.422
418 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.121-122. 419 Kur’an, Kamer Suresi, Ayet 53. 420 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.155; Şehrezûrî, Şerhu Hikmeti’l-işrâk, s.576. 421 Kutbuddîn Şirâzî, s.517 422 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.152-153; Kutbuddîn Şirâzî, s.502, 509-510.
134
Sühreverdî aşağıdaki ayetlerin de buna işaret ettiğini, Hüdâ’nın kitabının
kâğıttan ve inek derisinden değil, Onun “melekût”una uygun olan bir şey olduğunu
belirtir: “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki,
biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın. ...”423 “... Bütün kitapların aslı
onun yanındadır.”424 Yani oluş ve bozuluş âleminde gerçekleşen her şey bu âlemde
ortaya çıkmadan önce göksel neftse bulunmaktadır (munakkaş). “Yaptıkları her şey
kitaplarda mevcuttur. Küçük büyük her şey satır satır yazılmıştır.”425 “Değerli ve
güvenilir kâtiplerin elleriyle”426 Yani göksel türlerin rableri olan kahir nurlar tarafından
yazılmıştır. “Allah yerde ve gökte ne varsa bilir. Bu bir kitapta mevcuttur. Bu Allah için
çok kolaydır.”427 “Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak kalmaz.
Bundan daha büyüğü ve daha küçüğü yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın.”428 “...
gaybı bilen. Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey bile O’ndan gizli kalmaz. Bundan
daha küçük ve daha büyüğü de şüphesiz apaçık bir kitaptadır.” 429
İşte insanî nefs göksel nefsler gibi mücerret müdebbir nur olduğu için onlarla
iletişim kurabilir ve onlardaki geçmişe, şimdiye ve geleceğe ait bilgiye (mugayyibât)
vakıf olabilir (muttali). Ancak onun bedenle birlikte bulunması, iç ve dış idrak
güçleriyle meşguliyeti göksel nefslerin bilgileriyle (ulûm) bilgilenmesine (intigâş) engel
olmaktadır. İnsanî nefsin dış duyularla meşguliyeti kalmadığı ve iç duyuları zayıfladığı
zaman onlardan gelecek bilgiye vakıf olur.430
İnsanın bedenle meşguliyetinden dolayı metafizik âlemle arasındaki engel şu
üç durumda kalkabilir:
1. İnsan uykudayken dış duyularla meşguliyeti kalmaz ve metafizik etkilere
açık olur; 2. metafizik âlemle -fıtrî ya da kazanılmış (müktesep)- iletişim kurma gücü
sebebiyle uyanıkken vakıf (muttali) olabilir. Örneğin peygamberler (enbiya) nefsleri
fıtraten güçlü olduğu için, mütellihler (müteellihân) ve faziletli kimseler (fudalâ),
423 Kur’an, Hadîd Suresi, Ayet 22. 424 Kur’an, Ra’d Suresi, Ayet 39. 425 Kur’an, Kamer Suresi, Ayet 52,53. 426 Kur’an, Abese Suresi, Ayet 15,16. 427 Kur’an, Hac Suresi, Ayet 70. 428 Kur’an, Yunus Suresi, Ayet 61. 429 Kur’an, Sebe’ Suresi, Ayet 3; Sühreverdî, “Elvâh-ı İmâdî”, s.176-177. 430 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.151; Kutbuddîn Şirâzî, s.500.
135
nefslerini riyazet ve gerçek ilimlerle güçlendirdikleri için uyanıkken bu bilgilere vakıf
olmuşlardır. Onların nefsleri ayna gibi temiz ve parlak olduğu için metafizik âleme
ilişkin bilgilerle (nukûş-i melekût) nakışlanmıştır.431 Meşguliyet perdesi kalktığı zaman
felek nefslerindeki suretler ittisal anında karşılıklı iki ayna arasında olduğu gibi, insanî
nefse yansımaktadır.432 3. Bazı kimseler iç ve dış duyularla meşguliyeti tabii olarak
zayıf olması sebebiyle metafizik etkilere açık hale gelebilir. Örneğin saralılar (masrû‘în)
ve safra dengesi bozuk insanlar (memrûrîn) uyanıkken gaybî bilgilere vakıf olabilirler.
Veya küçük çocuklar (sıbyân) parıltılı, dehşet ve şaşkınlık verici durumlarla meşgul
edilerek onlarla konuşma suretiyle gabya dair bilgi elde edilebilir.433
Eğer göksel nefslerden gelen bilgi (eser) hatırda, yüce sayfalarda (el-elvâhu’l-
âliye) apaçık müşahede edildiği gibi kalırsa, eğer uyanıkken müşahede edilmişse te’vile
ihtiyaç olmayan sarih vahiydir; uykuda iken müşahede edilmişse yoruma (ta’bîr) ihtiyaç
olmayan sadık rüyadır. Eğer olduğu gibi kalmaz, mütehayyile ondan başka bir şeye
geçerek ona benzer, karşıt veya uygun başka bir şey elde ederse, vahiyse
mütehayyilenin hangi şeyden oraya geçtiğini bulmak (istinbât) için tefsire ve te’vile
ihtiyaç olur; rüya ise yoruma. Örneğin rüyada nefs düşman görmüş olsa mütehayyile
onu yılan ve kurt biçimine, padişah görmüş olsa deniz ve dağ biçimine sokar (muhâkât).
Nefs gördüğü şeyi unuttuğunda sezgi (hads) mütehayyilenin onu hangi şeyden o
biçimime dönüştürdüğünü ortaya çıkarır (tabir).434
Göksel nefslerin kürelerine (ecrâm) nispeti insanî nefslerin bedenlerine nispeti
gibidir. Nasıl göksel nefslerin insanî nefs gibi bedenî meşguliyetinin olmaması
sebebiyle güçlü oldukları için unsurlardan oluşan cisimler âlemi onlara boyun eğiyorsa
insanî nefs de bedeni ilşkilerden soyutlanıp göksel nefsler ve nurlar âlemiyle iletişim
kurduğunda güçlü hale gelir ve cisimler âleminde tasarrufta bulunur; garip olayların
meydana gelmesine sebep olur. Onun tasavvurları sebebiyle harikulade haller meydana
gelir, hastaya şifa ölüye can vermek istediğinde duası kabul edilir. Tufan, zelzele ay ve
431 Sühreverdî, “Elvâh-ı İmâdî”, s.179; “Yezdân-ı Şinâht”, s.452. 432 Kutbuddîn Şirâzî, s.501; Deştegî Şirazî, s.374. 433 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.493-494; “Elvâh-ı İmâdî”, s.179. 434 Sühreverdî, “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.104; “Hikmetü’l-işrâk”, s.151; “Elvâh-ı İmâdî”, s.178; “Yezdân-ı Şinâht”, s.452.
136
güneş tutulması meydana gelir. Bu Peygamberin duasıyla olduğunda mucize, değilse
keramet diye isimlendirilir.435
E. ZORUNLU VARLIK’IN BİLGİSİ
Sühreverdî Zorunlu Varlık’ın kendini ve eşyayı bilmesini, insanî nefsin kendini
ve eşyayı bilmesi üzerine temellendirir. Onun Aristoteles ile Cabersa şehrindeki
konuşmasını hatırlayacak olursak o, bilgi konusunun zorluğundan şikâyet etmekteydi.
Buradaki şikâyet insanın nasıl bildiğinden öte bilhassa Zorunlu Varlık’ın eşyayı nasıl
bildiğine de ilişkin olmalıdır. Bilindiği üzere Zorunlu Varlık’ın cüz’îleri bilmesi konusu
İslam Felsefesinde başlı başına bir problemdir. İşte Sühreverdî bu problemin ancak
huzûrî bilgi kuramıyla aşılabileceğini söylemektedir. İnsanî nefsin kendini ve kendinden
başka olanı bilmesinde açıkladığı gibi huzûrî işrâkî bilginin en temel karakteri imge
veya suret aracılığıyla olmamasıdır; zira bilinen ‘o’ değildir; şu anda burada bulunandır,
bilinmekte olan hiçbir zaman idrak alanının dışında değildir. Bilen ve bilinen arasındaki
ilişki ise işrâkî izafetten başka bir şey değildir. İzafet, eşyanın zatında yerleşik bir nitelik
olmadığı436 için bilende çokluğu ve değişmeyi gerektirmez. İşte o, böyle bir bilgi insan
için –eksik de olsa- mümkün oluyorsa –zira insan duyularının idrakinden çıktıktan sonra
eşyayı ancak imgeleriyle bilebilmektedir- Zorunlu Varlık için en mükemmel şekilde var
olmalıdır demektedir.
Aristoteles Sühreverdî’ye konuşmanın sonuna doğru şu açıklamada bulunur:
Bil ki bilgi (ilm) mefhumu açısından varlığa ait yetkinliktir (kemal) ve çokluğu gerektirmez ve Zorunlu Varlık için zorunludur. Zorunlu Varlık’ın (vacibu’l-vücûd) zatı maddeden mücerrettir ve o sırf varlıktır. Eşya onun için, ilke oluş ve hâkim oluş (tasallûtî) izafetiyle hazırdır; çünkü her şey (küll) O’nun zatının gereğidir (lazım). Zatı ve zatının gereği kendisinden gaip değildir. O’nun maddeden tecerrüdüyle birlikte zatından ve zatının gereklerinden (levâzım) gaybetinin yokluğu -nefs hakkında açıkladığımız gibi- O’nun idrakidir. Bilgi konusunda elde edilenin tamamı şudur: Suret veya başka bir şey olsun bilgi, şeyin maddeden mücerret olandan gaybetinin yokluğudur. O’nun hakkında izafet ve selb caizdir; O’nun
435 Sühreverdî, “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.96-97; Deştegî Şirazî, s.376-377. 436 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.401.
137
tekliğine (vahdâniyyet) halel getirmez. O’nun isimlerinin çokluğu bu selbler ve izafetler sebebiyledir, öyleyse O’nun ilminden “Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey bile O’ndan gizli kalmaz.”437 Eğer bizim, kendi bedenimizde olduğu gibi bedenimizden başkası üzerinde de hâkimiyetimiz (saltanat) olsaydı bedenimizi surete ihtiyaç duymaksızın idrak ettiğimiz gibi onu idrak ederdik. Bundan dolayı açıktır ki O her şeyi kuşatandır ve varlığın sayılarını idrak edendir. Bu O’nun için suret ve imge (misal) olmaksızın huzûrun ve tasallutun kendisidir.438
Sühreverdî insanın kendini bilmesini kendinden başka olanı bilmesinden
ayırdığı gibi Allah’ın zatını bilmesini de zatından başka olanı bilmesinden ayırır; zira
zat ile zatın dışındaki şeyler ontolojik olarak birbirinden başkadır. Bu nedenle meşşâî
felsefede “bilmek, maddeden mücerret zattan şeyin gaybetinin yokluğu” şeklinde
yapılan tanım, kendini bilmek ve kendinden başka olanı bilmek açısından ayrı ayrı dile
getirilmelidir. Tanımı “maddeden mücerret zattan gaybetin yokluğu” ya da “maddeden
mücerret zatın zatından gaybetinin yokluğu”na indirgeyerek aynı tanım içinde Zorunlu
Varlık’ın zatını ve zatının dışındaki eşyayı bilmesini açıklamak yetersiz olacağı gibi
yanlışa da sebep olacaktır. Maddeden mücerret olmak ve zatından gaip olmamak,
zatından başka olan bir çok şeyi bilen olmak anlamına gelmemektedir; çünkü hem
gaybetin yokluğu hem de tecerrüt selbîdir ve Allah’ın eşyayı bilmesi bu iki selbî
ifadeyle açıklanamaz. O’nun eşyayı bilmesi zorunlu olarak eşyaya izafete ihtiyaç duyar.
Ayrıca “O’nun eşyayı bilmesi zatını bilmesinde içerilmiştir (muntavî); zira eşya onun
zatının lazımıdır” şeklinde bir açıklama da, zatı ve zatın gereği (lâzım) ontolojik olarak
birbirinden ayrı (mübâyin) olduğu için, yeterli olmayacaktır. Böyle bir açıklama
Allah’ın zatında çokluğu gerektireceği gibi zatının lazımını bilmesi zatının gereğinin
lüzumuna tabi olacağı için O’nun bilgisi eşyanın varlığının (husûl) sebebi de
olmayacaktır.439
O’nun zatını bilmesi (ilm), zatından gaybetinin yokluğudur;440 zatı için nur,
zatı için apaçık (zahir) olmasıdır.441 O, nurların nurudur; en büyük en yüce, en
mükemmel saf nurdur. O, ötesinde nur bulunmayan nurdur. Bütün nurlara nurlarını 437 Kur’an, Sebe’ Suresi, Ayet 3. 438 Sühreverdî, “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.72-73. 439 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.476-487; “Hikmetü’l-işrâk”, s.105. 440 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.487; “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s72; “el-Lemehât”, s.222. 441 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.106.
138
veren odur. O, kendinin dışındaki her şeyden mücerrettir. İster madde, ister cisim, ister
heyet, ister sıfat olsun, hiçbir şeyin ona ilave edilmesi düşünülemez. Hiçbir şeyin ondan
daha güzel (ebhâ) olması tasavvur edilemez. O, en güzel ve en mükemmel olandır.442
O’nun zatından başka olanı (eşya) bilmesi, eşyadan gaybetinin yokluğudur;
çünkü eşya O’nun için hazırdır.443 O, kendi için apaçık olduğu gibi başkası da O’nun
için apaçıktır.444 Bu apaçık oluş, O’nunla eşya arasında perdenin (ademu’l-hicâb)
yokluğuyla birlikte işrâkî bir izafettir. Burada perdenin yokluğu selbidir.445 “Perdenin
yokluğunun selbi olması”, O’nun idrakinde perdenin yokluğuna ihtiyacı olduğunu değil,
aksine böyle bir ihtiyacın düşünülemeyeceğini ifade eder. Hiçbir şey O’nu hiçbir şeyden
engellemez ki O’nun bilmesi “perdenin yoluğu”yla şartlansın.446 Nasıl ki görme, şeyin
apaçık oluşunun (zuhur) perdenin yokluğuyla birlikte göz için izafetinden ibarettir; aynı
şekilde O’nun kendisi için apaçık olan her şeye izafeti, O’nun görmesi ve idrak
etmesidir. 447 İnsanî neftse olduğu gibi, eşyayı işrâkî huzûrî bilgiyle bilir.448
O’nunla eşya arasındaki selbi gerektirmeyen böyle bir izafet, ilke olana ait
tasallûtî bir izafettir ve başkasının bulunmasını (huzûr) gerektirir. Başka bir deyişle
eşyanın O’nun için hazır olması (huzûr), O’nun eşya için ilke olması ve eşya üzerindeki
sonsuz gücü, tasallutu ve işrâkı sebebiyledir. Zira O, gerçek anlamda “Melik”tir (el-
meliku’l-hakk); her şeyin zatı ona ait olan, kendi zatı hiçbir şeye ait olmayandır.449 O’na
ait bu ilke olma (mebdeiyyet) izafeti O’nun birliğine zarar vermez. Zira böyle bir
şekilde gerçekleşen bilme eşyanın suretini almak değil, ilkesi olduğu eşyanın O’nun için
işrâkî bir huzûrla hazır olmasıdır. Böyle bir bilme ilişkisinde izafetin yok olması (batıl)
veya değişmesi, bilende değişmeyi, çoğalmayı ve temessülü gerektirmez; çünkü izafet
aklın üretip ortaya koyduğu soyut bir kavramdır; dış dünyada izafet diye bir şey yoktur.
Örneğin Zeyd var olduğunda (mevcûd) O, Zeyd’in ilkesidir. Zeyd’in mevcudiyeti
442 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.887-89; Kutbuddîn Şirâzî, s.298-303. 443 Sühreverdî, “Kitâbu’t-Tevîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.72; “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.487; Kutbuddîn Şirâzî, s.348; “el-Lemehât”, s.222. 444 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.104-106. 445 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.106. 446 Kutbuddîn Şirâzî, s.350. 447Sühreverdî, “ Hikmetü’l-işrâk”, s.106. 448 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.487. 449 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.96; “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.72-75; “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.487; İbn Kemmûne, et-Tenkîhât fî şerhi’t-Telvîhât: el-Fennü’s-sâlis fi’l-ilâhî, Süleymâniye Ktp., Hekimoğlu Ali Paşa, Nu.854, vr.244b.
139
kalmadığında Zeyd’e ilişkin ilke olma izafetinin kalmaması O’nun zatında değişmeyi
gerektirmez. O Zeyd’i, var olduğunda var oldu diye, yokluğunda da yokolduğu haliyle
bilir. Aynen insanın sağındaki bir şeyin soluna geçmesiyle insanın kendisinde bir
değişmeyi gerektirmediği gibi. Böyle bir bilme ilişkisinde zamanın değişmesiyle bilgide
değişiklik meydana gelmez. Çünkü O, eşyayı nasılsa öyle olduğu gibi kuşatmıştır
(ihâta). Var olan her şeyin zatı O’na ait olduğu için eşyanın tamamı üzerinde ihatası ve
işrâkı vardır. Kâhir nurlar olan aklî ilkeler, müdebbir nurlar olan göksel nefsler ve insanî
nefsler, göksel nefslerdeki geçmiş, gelecek ve şimdiye ilişkin bilgiler O’nun için nasılsa
öyle, olduğu gibi suretleriyle ve değişiklikleriyle hazırdır. Nasıl ki insanî nefs hayal
gücünde hazır olan imgeleri, onların üzerindeki işrâkıyla bilmektedir. Aynı şekilde
Zorunlu Varlık’ın var olan bütün eşya üzerinde işrâkı vardır. “O, onların geleceklerini
de geçmişlerini de bilir. Onlar ise O’nu, bilgi açısından (ilm) kuşatamaz. Bütün yüzler
diri (hayy) ve kayyûm olan için eğilip boyun bükmüştür.450”451
Nurların Nuru, bütün idrak eden sonsuz nurların ilkesidir. Nuruyla bütün
nurlara kâhirdir. Onun nurunun şiddeti nuru için perdedir. Zuhurunun şiddeti ile bizden
gizlidir. Güneş cisim (cirm) olduğu halde zuhuruyla görmemizden (ibsar)
perdelenmiştir. Varlık onun kahrında, cisimler nefslerin kahrında ve nefslerde akılların
kahrında dürülmüştür. Akıllar ise ilk malul olanın nurluluğunun kahrında dürülmüştür.
O da Nurların Nuru’nun kayyûm nurluluğunun kahrında dürülmüştür. Akılların
nurluluğunda, onlarda mertebece yüce olanın aşağıda (sâfil) olana tecellisi sebebiyle
zait başka nurlar bulunsa bile, onların zatına zait değildir.452
Ayrıca o, türlerin rablerinin varlığını Zorunlu Varlık’ta tümel bir suret şeklinde
bir bilginin bulunamayacağına delil gösterir; çünkü onlar, zihinde gerçekliği bulunan
tümel suretler değil kâhir nurlardır ve hiçbir kâhir mücerret nurda altındakine mutabık
olacak şekilde yeretmiş (müntekaş) türe ait suretlerin (es-sûveru’n-nûriyye)
bulunamayacağını söyler; çünkü ilkeler altındakinden etkilenmez. Aksine mertebece
aşağıda olan üsttekinden etkilenir. Eğer kâhir nurlarda türe ait suretlerin varlığı
düşünülecek olursa, bu suretlerin mertebece yüce olandan alınması gerekecek ve bu
450 Kur’an, Tâ Hâ Suresi, Ayet 109-110. 451 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.487-488; “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.75-76. 452 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.465-466.
140
durum, Zorunlu Varlık’ın bilgisinde çokluğu gerektirecektir. Böylece o, Meşşâîlerin
“inayet” diye isimlendirdikleri ve Zorunlu Varlık’ın varlığı olduğu gibi akletmesinin
mevcudatın varlığının illeti olduğu şeklindeki delillerinin türlerin rablerinin varlığının
ispatlanmasıyla çürütüldüğünü belirtir.453
Molla Sadrâ, Sühreverdî’nin bilgiyi elde etme biçimini “izâfet” olarak
açıklamasını eleştirir. Ona göre bilgi, sırf izafet olarak –bu izafet ister işrâk olsun isterse
başka bir şey- açıklanamaz; çünkü izafet, bilen ve blinenin varlığından sonradır. O,
Sühreverdî’nin bilgi, bilen özne ve bilinen nesne arasındaki aracısız ilişkiyle meydana
geldiği anlayışına da karşı çıkar. Sadrâ’ya göre, maddî şeyler Tanrı’nın bilgisinin
konusu olma şöyle dursun insan idrakinin bile nesnesi olamazlar. Ayrıca ona göre
Sühreverdî, Tanrı’da zihnîformların bulunmasını inkâr etmek suretiyle ilâhî inayetin
kutsallağını çiğnemiş, evrenin harika yapısını gelişigüzel bir sisteme bağlamıştır.
Kısacası Sadrâ’ya göre işrak teorisi, Tanrı’nın bilgisinin gerçek mahiyetinin
açıklayamamaktadır; çünkü Tanrı’nın ilk bilgisinin varlığını dışarıda bırakmaktadır.
Dahası, bütün bir bilgiyi basit bir görmeye (vision) indirgeme hatasına düşmüştür.454
III. FORMEL (SÛRÎ) BİLGİ
Formel (sûrî) bilgi deyimiyle düşünme etkinliğiyle elde edilmiş bilgiyi, başka
bir deyişle zihnin duyu verilerini işleyip biçimlendirmesi sonucunda meydana gelen,
zihinde tümel bir suret olarak bulunan bilgiyi kastediyoruz. Zihindeki bir bilgi,
düşünülmüş olması açısından bir gerçekliğe sahiptir ve bu bilgi, dış dünyadaki
gerçekliğin zihin tarafından biçimlendirilmiş halidir. Zira düşünme, tek tek nesnelerin
bilgisinden, bütün fertlerine ortak anlamda uygulanabilecek tümel bir sureti
soyutlayarak kavrama (tasavvur) ulaşma, kavramlar üzerinde ispat ya da inkâr (nefy)
şeklinde yargılara (tasdik) geçme işlemidir. Düşünme (fikr) bilinen duyumlardan
duyularla idrak edilemeyen bilinmeyene geçiştir (intikal)455. İşte bu anlamda bilgi (ilm),
ya kavram/tanım (tasavvur) ya da yargı (tasdik) şeklinde biçimlenmektedir.
453Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.101-102; Kutbuddîn Şirâzî, s.337-338. 454 Bilal Kuşpınar, “Mulla Sadra’s Criticism of İbn Sînâ and al-Suhrawardî on The Problem of God’s Knowledge”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, Cilt.5, Sayı.1, (Ocak 1991), s.53. 455 Sühreverdî, Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye; el-İlmü’l-evvel fi’l-mantık, Süleymaniye Ktp., Hekimoğlu Ali Paşa, Nu.854, vr.2b.
141
Düşünmenin bilinenden bilinmeyene doğru hareketi (sulûk), ya kavramı ya da
yargıyı elde etmeye yönelik olduğuna göre, bu hareket belirli kanunlar çerçevesinde
olmalıdır. Rasgele bir düşünmeyle bilgiye ulaşılıyor değildir; çünkü her bilinen
(ma’lûm), kendisine uygun bir bilinmeyene (mechûl) karşılıktır. Bu nedenle düşünme,
bilinenden bilinmeyene ulaşmaya çalışırken elde etmek istediği bilgiye uygun bir dizi
işleme (tertip) göre hareket etmelidir. Eğer düşünmenin hareketi bir gerçekliğin
mahiyetini kavramaya (tasavvur) yönelikse, bu bilgiye götürecek şekilde bilinenlerin
(ma’lûmât) düzenlenmesi (tertip) “açıklayıcı söz” (kavl-i şârih) ya da tanım; eğer bir
gerçeklik hakkında yargıyı elde etmekse, bu bilgiye ulaşacak şekilde bilinenlerin
(ma’lûmât) düzenlenmesi kanıt (hüccet) diye isimlendirilmektedir.456
Biz bu bölümü tanım ve kanıtlama başlıkları altında inceleyeceğiz. Bilindiği
üzere Aristoteles kavramı, bir nesne hakkındaki bilgileri tek bir sözcükle çağrıştıran bir
tanım kabul etmektedir. Kavramın dilsel anlatımla ifade edilmiş biçimi/formu ise
“terim” olarak isimlendirilmektedir. İşte tanım, bir kavramın/terimin anlamını belirleme
işlemi olarak karşımıza çıkmaktadır.457
A. TANIM
Aristoteles’te olduğu gibi Sühreverdî’de de kavram, bir şeyin tekil izlenimi
değil, o şeyin (nesne) zihindeki tasarımıdır; gerçekliğin zihindeki tasavvurudur. Biz bir
şeyin tekliğini, biricikliğini tasarlayabildiğimiz gibi tek ve biricik olanlar arasındaki
ortak özellikler yardımıyla, bu teklerin tümü için geçerli olan bir genellik de
tasarlayabiliriz.458 İşte Sühreverdî bu açıdan kavramları genel (el-ma’ne’l-âmm) ve tekil
(el-ma’ne’ş-şâhıs) olmak üzere ikiye ayırır. Örneğin ‘insan’ sözcüğü, bir kavram
(tasavvur) olarak tek bir ferde değil, bu kavramın işaret ettiği bütün tekillerine tek tek
uygulanabilmesi açısından genel kavramdır. ‘Zeyd’ sözcüğü ise bir kavram (tasavvur)
olarak tek bir ferde, Zeyd diye isimlendirilen kimsenin zatına işaret eder ve tekil (cüz’î)
kavramdır. Ve her kavram, kendisini içine alan (şamil) diğer kavramlara nispetle
“kaplam” (el-ma’ne’l-munhat) diye isimlendirilir.459 Görüldüğü üzere Sühreverdî, bir
456 Sühreverdî, Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye; el-İlmü’l-evvel fi’l-mantık, vr.2b; “el-Lemehât”, s.144. 457 Doğan Özlem, Mantık, 6. Basım, İstanbul: İnkılâp Yayınları, 1999, s.104. 458 Özlem, s.67. 459 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.6; “el-Lemehât”, s.145.
142
kavram çözümlemesi yapmadan önce kavramlar arası ilişkiden sözeder. Tekil ve genel
kavramlarla genel ve daha genel olan kavramlar arasında birini diğerine bağlayan içlem-
kaplam ilişkisi bulunmaktadır; ancak bu ilişki, zihinde tasavvur edilmiş olmaları
açısından kavramların özelliği değil, kavramlar arasındaki bağıntısallığın özellikleridir.
Bu nedenle de göreli bir ilişkidir.460 Zira kavramlar birbirine nispetle daha genel (âmm)
ve daha özel (hâss) olur. Bu nedenle tümel bir kavram, gerçekliğe itibarî olarak yüklem
yapılır. Örneğin ‘insan’a ‘genel/tümel olma’ yüklem yapılarak ‘imsan tümeldir’
denilmesi, zihindeki insan suretinin dış dünyadaki birçok nesnesine yüklem
yapılabilmesi açısındandır; yoksa dış dünyada tümel bir insanın bulunduğunu gösteriyor
değildir.
Bir gerçekliğe yüklem olabilecek en genel kavramlar olan kategorileri
(mekûlât) Sühreverdî, mantıkta değil metafizikte inceler. Onlar bir gerçeklik için
söylenmiş en genel kavramlar/yüklemler olmaları açısından sadece zihinde bir
gerçekliğe sahiptirler (i’tibârun akliyyun) ve bir gerçekliğe itibarî olarak yüklem yapılır.
Örneğin koku ve siyaha, onlar kendilerinde dış dünyada gerçekleşmiş (tahakkuk) iki
sıfat olmakla birlikte, “nitelik” (keyfiyet) denilmesi sırf aklî bir hükümdür (emrun
akliyyün) ve dış dünyadaki gerçekliğin bir parçası değildir. Kategorilerin ilimlerde
(ulûm) faydası az olduğu için onların sayısını azaltmanın da bir sakıncası yoktur. Ayrıca
onlar, Aristoteles’ten (muallim) değil Pythagoras’dan alınmıştır ve on tane olduğuna
dair de kesin bir delil (burhan) yoktur. Mahiyetin cevher ve araz/heyet olarak ikiye
bölmek yeterlidir. Zira varlığın kendisine yüklem yapıldığı şey dış dünyada ya bir
mevzuda olmayarak mevcuttur ve “cevher” diye isimlendirilir ya da cevherde/mevzuda
mevcuttur ve “araz” diye isimlendirilir. Arazlar da hareket, izafet, kemiyet ve
keyfiyetten ibarettir ve ana kategoriler bunlardır. Zaman (meta), mekân (eyn), sahiplik
(milk) ve konum (vaz’) izafetin kaplamındadır; çünkü onlar ancak izafetle
akledilmektedir. Etki ve edilgi (fiil ve infial) ise bazen etki edene (fail) bazen de kabul
edene izafe edilen harekettir. İzafetin kendisi kategori olmaya daha hak sahibidir.461
460 Özlem, s.91 461 Sühreverdî, “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.11-12; “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.278, 284; “Hikmetü’l-işrâk”, s.42-43, 52; “Kitâbu’l-Mukâvemât”, s.146; “el-Lemehât”, s.212-215.
143
Sühreverdî, tanımın öğelerinin niteliğini belirlemek ve Meşşâilerin iddia
ettikleri gibi tam bir tanımın yapılamayacağını göstermek açısından kavram tahlili
yapar. Şöyle ki:
Her gerçeklik (hakikat/mahiyet), tasavvur edilmiş olmaları açısından ya basit
ya da bileşiktir (mürekkep). Basit, neliği (mahiyet) düşünüldüğünde zihinde (akl)
herhangi bir parçaya (cüz) sahip olmayandır. Basit olmayan ise, zihinde parçaya sahip
olandır. Başka bir deyişle basit mahiyetlerden oluşmuş (mürekkep) olandır. Örneğin
‘hayvan’ kavramı bileşik bir mahiyete sahiptir; çünkü onun neliği düşünüldüğünde,
cisim ve canlılığı (hayat) gerektiren bir şeyin terkibi (mürekkep) olduğu görülür. Cisim,
hayvan kavramının genel parçasıdır (cüz âmm); çünkü cisim ve hayvan, zihinde birlikte
düşünüldüklerinde, cisim hayvandan daha geneldir ve hayvan, ona nispetle kaplam
durumundadır. Canlılığı gerektiren şey ise, sadece hayvana özgü olan, hayvan olmanın
onsuz mümkün olamayacağı özel (hâss) parçasıdır. Böyle bileşik mahiyetin kendisine
özgü olan özel parçasını ifade eden kavram (el-ma’ne’l-hâss) kendisine eşit olabileceği
gibi kendisinden daha özel de olabilir; örneğin insana ait “düşünme (nutk)” yeteneği
(istidat), ve “erkek olma” böyledir. İlki insanın mahiyetini eşit olarak ifade ederken
ikincisi onun mahiyetine özgü daha özel bir durumu göstermektedir.462
İster basit isterse bileşik olsun bir gerçekliğin neliği düşünüldüğünde,
mahiyetinden ayrılabilen ve ayrılamayan ilintileri olabilir. Ayrılabilen ilintiler (avarızun
mufâraka), gerçekliğin kendisiyle nitelenmesi zorunlu olmayan her niteliktir (sıfat).
Bunların bazısı -insanın bilfiil gülmesi gibi- hızlı bir şekilde yok olur, bazısı da –insanın
gençliği gibi- yavaş yavaş yok olur. Ayrılamayan ilintiler (avarızun lâzime), gerçekliğin
kendisiyle nitelenmesi zorunlu olan niteliklerdir. Gerçekliğin kendisiyle nitelenmesi
zorunlu olan bu ilintiler, tam olarak sürekli gereken (el-lâzimu’t-tâm) ve eksik olarak
sürekli gereken (el-lâzımu’n-nâkıs) olmak üzere ikiye ayrılır. İlki, hem zihinde hem de
dış dünyada gerçeklikten kaldırılması imkânsız ve zatı sebebiyle gerçekliğe nispeti
zorunlu ilintilerdir; çünkü onun gerçeklikte bulunmasının sebebi (illet), gerçekliğin
kendisidir, başk bir fail onu öyle yapıyor değildir. Örneğin, üçgenin üç kenarla
nitelenmesi böyledir; çünkü onu hem düşüncede hem de dış dünyada kaldırmak
462 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.6-7.
144
imkânsızdır ve üçgeni başka bir fail üç kenarlı yapıyor da değildir. Onun üç kenarlı
olmasının sebebi üçgenin gerçekliğinin kendisidir. Eğer başka bir fail onu üç kenarlı
yapıyor olsaydı üçgene ilişmesi veya ilişmemesi eşit olurdu ve böylece üç kenarlı
olmayan bir üçgen gerçekleşebelirdi (tahakkuk) ki bu, aklen imkânsızdır (muhal). İşte
gerçekliğin kendileriyle nitelenmesi zorunlu olan bu ilintileri “özsel ilintiler” (el-
a’râzu’z-zatiyye) diye isimlendirmektedir. İkincisi, zihinde değil de dış dünyada
kaldırılması imkânsız olan ilintilerdir; doğuştan körlük gibi.463
O halde bir kimse bir gerçekliğin tanımını elde edebilmek için önce,
gerçekliğin basit mi bileşik mi olduğunu belirlemelidir. Zira duyularla idrak edilenlerin
basitlerinin tanımı asla yapılamamaktadır; çünkü tanım, bir şeyin ne olduğunu bilmeyen
kimseye, o şey hakkında bir kavrayış (tasavvur) kazandırmak için yapılır. Böyle bir
tanım ise, tanımı yapılan gerçekliğe özgü niteliklerle (umûr) yapılmalıdır.464
Duyularla idrak edilenlerin (mahsûsât) ve bütünüyle (esr) müşahede edilenlerin
basitlerinin idrak edilen gerçekliklerinden ayrı parçası (cüz’) olmadığı gibi onlardan
daha açık (ezher) bir şey de yoktur. Onlara ilişkin bilgiler, bütün bilgilerin (ulûm)
kendilerinden elde edildiği (intizâ’) fıtrî bilgilerdir. Onlarla, parçası oldukları bileşik
mahiyet tanımlanır. Örneğin ses, koku, ışık, siyah vb. basit gerçeklikleri olduğu gibi
müşahede edemeyen kimseye tanımlanamazlar; çünkü onların zihindeki (akl) sureti
duyudaki (hiss) sureti gibidir. Bu nedenle görme duyusu olmayan kimseye ışık, işitme
duyusu olmayan kimseye ses, koklama duyusu olmayan kokunun tanımı (ta’rîf)
yapılamaz. İşitme ve görme duyusu olan kimsenin de tanıma ihtiyacı yoktur.465
Tanımın, tanıma ihtiyaç duymayan bilinenlerde son bulması gerekmektedir. Bilme
(ma’rifet) ve bilmeme (cehalet) açısından eşit veya tanımı yapılandan daha gizili bir
şeyle bilinmeyen açıklanamayacaktır.466 Aksi takdirde her tanım başka bir tanıma
ihtiyaç duyarak bu sonsuza kadar devam edecek ve asla bilgiye ulaşılamayacaktır. Basit
değil ancak basitlerden bileşik (mürekkep) gerçekliğin tanımı yapılabilmektedir. Basit
463 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.6-7; Kutbuddîn Şirâzî, s.46. 464 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.8. 465 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.52, 74. 466 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.199
145
gerçeklikleri ayrı ayrı tasavvur eden kimse, onların bir konuda bir araya gelmesiyle
(ictimâ’) oluşan bütünü (mecmû’) bilecek (ya’rifu) ve onu tanımlayabilecektir.467
Bileşik gerçekliklerin tanımı yapılabildiğine göre, yukarıdaki açıklamalar
doğrultusunda Sühreverdî’ye göre tanımda yer alması açısından gerçekliğin özellikleri
şu şekilde sınıflandırabiliriz: Çeşitli gerçeklikler arasında ortak olan parça “genel
parça”, sadece tanımı yapılan gerçekliğe ait olan parça “özel parça”, bu özel parçanın
ne zihinde ne de dış dünyada ayrılamayan, gerçekliğe nispeti zorunlu ilintisi “özsel
ilinti”, gerçekliğe nispeti zorunlu olmayan, hem dış dünyada hem de zihinde
konusundan ayrılması mümkün olan ilinti “ilintisel (arazî) ilinti” diye
isimlendirilmektedir. Tanımda konuya nispeti açısından genel parça, özel parça ve özsel
ilintiyi aynı zorunluluktadır ve kavramın/tanımın kurucu unsurlarıdır.468 Sühreverdî, İbn
Sînâ mantığındaki tanımın kurucu unsurları olan beş tümel içindeki ‘yakın cins’ yerine
‘genel parça’ ifadesini kullanmak suretiyle cisimler dünyasında cins diye bir şeyin
olmadığını, cins-tür ilişkisinin kavramlar arasındaki içlem-kaplam bağıntısı olduğunu
vurgulamaktadır. Filozof, ‘ayırım’ (fasl) yerine ‘özsel ilinti’tiyi koymakta; ‘hasse’ ve
“genel ilinti” yerine de “ilintisel ilinti” deyimini kullanmakta ve bunu, tanımın kurucu
unsurlarının dışında tutmaktadır. Tanımı yapılan gerçeklik olan ‘tür’ ise ‘özel parça’
olarak isimlendirilektedir. O halde gerçekliğin tam bir tanımı, genel parça ve özel
parçaya özgü özsel ilintiyle yapılabilmektedir.
Böylece Sühreverdî konuyu, Meşşâîler’in söylediği gibi tam bir tanımın
yapılamayacağı noktasına getirmektedir. Zira onlara göre tam bir tanım (el-haddu’t-
tâm), tanımı yapılan nesnenin bütün kurucu unsurlarını (mukavvimât) bir araya
getirerek yapılır. Amaç, nesnenin ne olduğunu ortaya koymak ve onu başka şeylerden
ayırmaktır (temyiz). Böyle bir tanım, ‘o nedir?’ sorusunun cevabı olan yakın cins ve ‘o
hangi şeydir?’ sorusunun cevabı olan ayırımdan oluşmaktadır; çünkü şeyin özüne ait
(zatî) temyiz sadece ayırımla elde edilmektedir.469 Filozofun eleştirdiği nokta da işte
tanımdaki bu ‘ayırım’dır. Zira Meşşâiler’in ayırım diye isimlendirdikleri, gerçekliğin
özel parçası değil bu özel parçasına özgü özsel ilintidir. İlintinin - ister ayrılamayan
467 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.8, 52; Kutbuddîn Şirâzî, s.52. 468 Sühreverdî, “el-Lemehât”, s.147. 469 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.9; “el-Lemehât”, s.150; Kutbuddîn Şirâzî, 53.
146
isterse ayrılabilen ilintisel nitelikler olsun- bilinmesi ise o ilintinin ait olduğu
gerçekliğin (hakikat) kendisini bilmeye (teakkul) bağlıdır. Bütünün bilinmesi de tek tek
parçaların bilinmesine bağlıdır.470
Dış dünyada ne cins ne de ayırım vardır. Bir birlik halindeki tür (en-nev’ul-
vahdânî) vardır. Eğer bu tür bileşikse, kendisinden oluştuğu parçalar onda mevcuttur.
Örneğin beden ve nefsten oluşan hayvan, bileşikler cümlesindendir. Gerçekte o
ikisinden biri cins diğeri de ayırım değildir. Biri diğerine göre genel parça, diğeri de
özel parçadır. Ölümden sonra cisim olan parça cisim olarak baki kalır. Sadece beden,
bedene ait cisim veya hayvan diye isimlendirilmez; sadece o gerçekliğin nefsin ilişkisi
sebebiyle hayvan olarak belirlenmesi (tehassus) yok olur (batıl) olur.471
Parça bilinemeden, ilintinin sadece o parçaya özgü olup olmadığı
bilinemeyeceğine göre tanımda kullanılan ayırım tam bir temyizi sağlayamamaktadır.
Ayrıca gerçekliğe özgü özsel ilintiler tüketici anlamda bilinememektedir; çünkü birçok
nitelik duyular için açık değildir. Oysa tanımda ya duyularla idrak edilen (mahsûs) ya
da müşahede ve keşf gibi başka bir yöntemle akla açık olan (zahir) nitelikler (umûr)
kullanılmalıdır. Zira idrak edilmemiş niteliklerin varlığı ihtimali bulunduğunda
gerçekliğin kesin (müteyakkine) bir bilgisi (marifet) elde edilmiş olmaz.472 Bir
gerçekliğin idrak edilmemiş niteliklerini tüketici anlamda bir tanıma ulaşmak mümkün
olmayacaktır.
Sühreverdî tanımda yer alan cinsin, tümel bir kavram (el-ma’ne’l-âmm)
olduğunu, ne içlem, ne kaplam ne de gereklilik yoluyla özeli (hass) göstermeyeceğini
belirtir.473 Örneğin Meşşâî’ler insanı, ‘düşünen hayvan’ (el-hayvânu’n-nâtık) diye
tanımlamışlardır. Hâlbuki mutlak anlamda ‘hayvan’ sözcüğü ‘insan’nın ne olduğunu
açıklamaz; çünkü canlı insan için konu (mevzu) değildir. İnsan sözcüğünün ifade ettiği
anlam, hayvan kavramının bir parçası ve gereği (lâzım) değildir. Örneğin bir kimse
‘hayvan gördüm’ demiş olsa, o kimsenin ‘insan görmedim’ demek istediği
düşünülebilir; fakat ‘cisim görmedim’ veya iradeyle hareket eden görmedim” demiş
470 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.7. 471 Sühreverdî, “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.367. 472 Sühreverdî, “Hikmetü’l-İşrâk”, s.10; Kutbuddîn Şirâzî, s.59; Fatih Toktaş, “Meşşâî Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler”, (Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ondokuz Mayıs Üniversitesi SBE, 2001), s.39; Kutluer, s.129. 473 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.5.
147
olacağı düşünülemez. Zira hayvan kavramı bu ikisine içlem (tazammun) yoluyla işaret
eder. Hayvan sadece zihinde bir gerçekliğe sahip tümeldir ve tümel (el-ma’ne’l-âmm),
zihnin dışında gerçekliğe sahip (tahakkuk) değildir.474
Ayrıca hayvan da onlar tarafından bilinmemektedir; çünkü hayvan,
parçalarından biri cisim olan bir gerçekliktir. Cismi ise, madde (heyûlâ) ve suretten
oluşmuş cevher olarak tanımlamışlardır. Oysa dış dünyada madde diye
isimlendirdikleri, büyüklük ve sureti kabul eden sadece varlık olan bir şey yoktur.
Maddenin cevher oluşu ise, onun bir konuda (mevzu) bulunmaktan olumsuzlanmasıdır
(selb). Cevher olma (cevheriyyet) da zihnî bir yüklemdir ve bir şeyin gerçekliğine
(hakikat) işaret etmez; çünkü zihnî yüklemler gerçekliğin parçası değillerdir. Hâlbuki
onların madde diye isimlendirdikleri, mutlak anlamda cisimdir. Cismin cevher oluşu da
aynı şekilde zihnî bir yüklemdir (akli itibar). Cisim, kendisi üzerinde değişen arazlara
(heyet) ve o arazlardan oluşan bileşik türlere nispetle madde (heyûlâ) diye isimlendirilir,
oysa o sadece cisimdir; uzunluk, genişlik ve derinlikten ibaret olan üç boyutlu,
duyularla (hiss) kendisine işaret edilen cevherdir. Araz (heyet) ise cisimden ontolojik
olarak farklıdır (mütebâyin). O, üç boyuttan herhangi birine sahip değildir. Bu nedenle
cisim için tasdik edilen yer değiştirme araz için tasdik edilmez. Bu nedenle cisimler,
cisim olmada (cismiyyet) ortaktırlar ve birbirlerinden arazlarla ayrılırlar. Zira arazlar
cisim olma ve cevher olma üzerine zaittirler ve ontolojik olarak onlardan farklıdırlar.475
Ayrıca cismin heyula ve suretten oluştuğunun kanıtlamaya (hüccet) ihtiyacı var. Cismin
kendisi bu iki parçadan daha çok bilinendir (eşhera).476
Meşşâîler, maddenin cisimlik suretinden ayrı (mücerret) olarak
bulunamayacağını ve her cismin kendisiyle özel bir cisim olduğu başka suretlerin
varlığını kabul etmişlerdir. Böylece onlar cevher olan suretten başka araz olan suretlerin
varlığını, türlerin ve türlerin fertlerinin birbirinden arazlarla ayrıldığını; dolayısıyla
arazın cevherin varlığının şartı ve kurucusu (mukavvim) olduğunu da kabul etmişlerdir.
474 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.7; Kutbuddîn Şirâzî, s.38. 475 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.43, 52, 56-57. 476 Sühreverdî, “Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye: el-İlmü’s-sâlis”, s.8.
148
Zira onlara göre türe ait tabiat cinse ait tabiattan ve türün fertleri de türe ait tabiattan
cevher olarak daha tamdır.477
Düşünme yeteneği (istidadu’n-nutk) ise insanın mahiyetini ortaya koymak için
yeterli değildir; çünkü düşünme yeteneğinin ilkesi olan nefs, Meşşâîler tarafından
bilinmemektedir. Zira nefs, duyularla idrak edilen bir gerçeklik değildir ve onların
metoduyla nefsi tanımak (ma’rifetü’n-nefs) mümkün değildir. Ancak gereklilikler ve
ilintilerle bilinmektedir. Hiçbir şey insana kendisinden (nefs) daha yakın değildir. Bu
konuda durum böyle olduğu halde ondan başkasının durumu nasıl olacaktır?478
Ayrıca Meşşâîler, ‘o nedir?’ sorusunun cevabını değiştirenin suret olduğuna
dair delil getirmişlerdir; çünkü onlara göre arazlar ‘o nedir?’ sorusunun cevabını
değiştirmez. Bu da sağlam (metîn) bir söz değildir. Zira odundan sandalye yapıldığı
zaman onda meydana gelen şey heyetler ve arazlardır. Sandalyeye işaret edilerek ‘o
nedir?’ diye sorulduğunda odundur diye cevap verilmez, aksine sandalye denir. Yine
aynı şekilde eve işaret edilerek ‘o nedir?’ denildiğinde toprak ve taş denilmez, ev
denilir. O halde arazlar ‘o nedir’in cevabını değiştirir.479
Meşşâiler, cevherin parçasının cevher olduğundan hareketle suretin de cevher
olduğunu iddia etmişlerdir. Oysa bu iddia yanlıştır (kalat). Cevherin parçaya bir açıdan
yüklem olması, cevher ve arazdan oluşan bütünün cevher olmasını gerektirmez.
Sandalyeye cevher denmesi maddesi sebebiyledir. Bundan dolayı kendisiyle sandalye
olduğu niteliğin (hey’et) cevher olduğu söylenemez. Cevher olan her açıdan cevher
olmalıdır. Örneğin nefsin cevher olması böyledir. Hâlbuki su ve havanın cevher
olmaları cisim olmaları açısındandır; onlar cevher olmayan su olma, hava olma
arazlarının toplamıyla (mecmû’) cevherdir.480
O halde arazların cevher için kurucu olması caizdir. Suret, ister cevher ister
araz olarak nitelensin, türe ait basit gerçeklikten başka bir şey değildir. Unsurlarda ise
duyularla idrak edilen arazlardan (hey’et) başka bir şey yoktur. İşte böylece
477 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.57-60. 478 Sühreverdî, “Hikmetü’İşrâk”, s.10. 479 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.61; “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.288; “Kitâbu’l-Mukâvemât”, s.152. 480 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.61; “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, s.290-291.
149
Meşşâîler’in ispat ettikleri suret reddedildiğinde demişlerdir ki, duyularla idrak edilmez.
Böylece bireysel varlıkların (el-eşyaul müteşahhısa) duyularla ve akılla idrak
edilemeyen özellikleri olduğunu ispat etmişlerdir. Nihayet gerçeklik –biliindikten sonra-
bilinmez (mechul) olmuştur.481
Sühreverdî, tanımın burhanî kıyasla da elde edilmemeyeceğini belirtir. Tanım
eğer burhanî kıyasla elde edilecek olursa, tanımlananın küçük terim ve tanımın büyük
terim olması gerekecektir. Büyük terim orta terime yüklem olduğunda küçük terimin de
yüklemi olacaktır. Hâlbuki tanımın, küçük terimin de tanımı olması gerekmez. Eğer
büyük terim, orta terimin tanımı olursa, bir şeyin yükleminin tanımının o şeyin tanımı
olması gerekmez; o halde küçük terimin tanımı olmaz. Büyük terim orta terimin yüklem
olduğu şeyin tanımına yüklem olursa, bu takdirde orta terimin küçük terimden
başkasına veya küçük terimin aynına yüklem olması caizdir. Bu durumda “musadere
ale’l-matlup” olur.482
Tanımı elde etmek için bölümleme (kısme) de aynı şekilde faydasız olacaktır;
çünkü bölümleme istisna olmaksızın asla bir şey ifade etmemektedir. Ayrıca istisna
yapılabilmesi için kanıtlama ( hüccet) gerekir.
Şeyin tanımı, zıddının tanımından da elde edilmez; çünkü öncelik yoktur. Her
şeyin zıddı da yoktur.
Tümevarımla da tanım elde edilmez; çünkü fertlerin tanımı yoktur. Tümevarım
türlerinin tanımı olacak şekilde alınırsa ve istenilen o olursa, kendisi kanıtlama (hüccet)
olmayacaktır. Ayrıca, bir şeyin bazı özsel (zatî) niteliklerinin onun tanımı olması
gerekmez; çünkü duyu ile idrak edilmeyen durumlarda onun kendilerine muttali
olunmayan (özsel) zati nitelikleri olabilir.
Sühreverdî’ye göre tam bir tanımı (hadd) elde etmek için izlenecek yöntem
bireysel nesnenin (şâhıs) sıfatlarının tahlili ve özsel (zati) olmayan niteliklerin hazfidir.
Kaplamında söylenecek söz kalmayıncaya kadar ‘o nedir?’e cevap olarak verilenleri ve
gerçek bölücüleri (el-mukassimâti’l-hakikiyye), cinsin ismindeki genel yapıcı unsurların
481 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.62-63; 482 Sühreverdî, “el-Lemehât”, s.181; Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye; el-İlmü’l-evvel fi’l-mantık, vr.15a-b.
150
tamamını ve ayırımları incelemektir. Böyle bir terkipte “nedir” ve “niçin” sorularının
cevabında ittifak edilende ittifak edilir. Örneğin “Ay tutulması nedir?” diye soran
kimseye “yerin ayla güneş arasına girmesi sebebiyle ayın ışığının yok olması” diye
cevap verilir. Eğer “Ay niçin tutulmuştur?” denilirse, “Yer güneşle ay arasına girdiği
için” denilir. Orta terim şeyin zatına ait illetlerden olduğunda tanım ve burhan ortak
olur. Tanımda ve burhanda eşit illetler alınır, genel illet değil. İlletlerden daha özel olan,
o ikisinde türden daha özel olana eşitlikle alınır.483 Görüldüğü üzere böyle bir tanım,
türe ait gerçekliğin değil, fizik âlemdeki olgusal gerçekliğin tanımıdır. O halde
Sühreverdî’ye göre tam bir tanımın sözkonusu olduğu alan, olgusal gerçekliklerdir.
Böyle bir tanım, olgusal gerçekliği meydana getiren nesnelerin mahiyetinin bilindiği ön
kabülünden hareket edilerek yapılıyor olmalıdır.
Türün mahiyetine ilişkin tanım (ta’rif) ise tek tek sadece tanımı yapılan
gerçekliğe özgü olmayıp da onların bir araya getirilmesiyle (ictimâ’) gerçekliğe özgü
olan niteliklerle yapılmalıdır; örneğin yarasanın “o, doğurgan bir kuştur” şeklinde
tanımlanması böyledir. Buradaki hem “doğurgan olma” hem de “kuş olma” sadece
yarasa türüne özgü olmayan başka türlerde de bulunan genel bir niteliktir; fakat ikisi bir
arada (ictimâ’) kullanıldığında sadece yarasa türüne özgü bir özelliği ifade eder.484
Böyle bir tanım ‘hadd’ değil ‘resim’ olacaktır. Çünkü işrâkî huzûrî bir idrakla bir şeyin
müşahedesi gerçekleşmeden bir şeyin parçalarını saymakla, o şeyin ne olduğuna dair
kesin bir bilgi elde edilemeyecektir. Bir şeyi olduğu gibi idrak etmek ancak müşahede
ile gerçekleşir. Böyle bir bilmeden sonra istidlalden istifade edilir ve burhan bu bilginin
üzerine bina edilir.485
Bu eleştirinin ana fikri şudur: Meşşâîlere göre tanıma ulaşmanın; başka bir
deyişle bilgiye ulaşmanın yolu tümevarımdır. Zira onlar bilgiye ulaşmanın yolunun
sadece duyuların idraki ve bu idrak edilenler üzerinde düşünme vasıtasıyla
soyutlamalarda bulunarak genel/tümel kavramlar elde etmektir. Ve bu kavramlarla bir
varlık sistemi kurularak gerçekliği açıklamaya çalışmışlardır. Hâlbuki duyu idrakiyle
483 Sühreverdî, “el-Lemehât”, s.181-182; Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye; el-İlmü’l-evvel fi’l-mantık, vr.15b. 484 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.8,11; Kutbuddîn Şirâzî, s.53. 485 Ziai, “Mukaddime-i Musahhih”, s.37.
151
tüketici anlamda bir tümelliğe ulaşmak mümkün olmadığı için eksiksiz bir tanım yapma
olanağı yoktur.
Ayrıca görünen âleminin ötesinde duyularla idrak edilemeyen bir gerçeklik
alanı vardır ve bu kavramlar sistemi varlığın tamamını açıklayacak nitelikte değildir.
Meşşâîler duyularla idrak edilen bu âlemi açıklamaya çalışırken duyularla idrak
edilemeyen bir takım zihnî gerçekliklerden bahsetmişler ve bilgilerini bu gerçeklikler
üzerine bina etmeye kalmışlar; zihnî gerçeklikleri duyulur gerçekliklere yüklem yapmak
suretiyle bilineni de bilinemez hale getirmişlerdir. Duyularla idrak edilen âlemde
unsurlar ve onlara ilişen arazlar vardır. Eğer bir tanım yapılacaksa, tanımın (ta’rîf)
tanımlana özgü duyularla idrak edilen niteliklerle yapılması gerekir. Çünkü cisimler
âleminde duyularla idrak edilenlerden daha açığı yoktur. Duyularla idrak edilemeyen
âleme gelince, o âlemi bilmek için meşşâilerin tanım teorisi yeterli değildir.
Ayrıca duyularla idrak edilenleri tanımlanmaya gerek de yoktur. O idrak
edildiği şekilde bilinir. Bilmeyen birisine anlatılacaksa da görünen özellikleri o nesneye
ait olacak bir tertiple anlatılmalıdır. Bu tertip ise ictimadır.
Meşşâî felsefeye göre bilgi, ortak duyu, hayal gücü (mütehayyile) ve zihnin
birlikte çalışmasının ürünüdür. Ortak duyu beş duyu aracılığıyla nesnelere ilişkin veri
almamızı sağlar. Hayal gücü zihinle ortak duyu arasında yer alır ve imgeler
oluşturmamızı sağlar. Zihin ise düşünme ilkeleriyle bu imgeleri düşünülür biçeme
sokar.486 Yakın cins ve özsel ayırım, her ne kadar biçimsel/mantıksal olarak zorunluluğu
gerektirse de içeriksel olarak aynı zorunluluğa dönüşememektedir. Bu biçimsel
zorunluluk içeriksel gerçekliğe uygulandığında ancak olasılıklı/hipotetik bir sonuç
vermektedir. Çünkü tümevarım bize ancak hipotetik nitelikte bir genelleme yapma
imkânı verir
Genel ve tümel, mantık açısından aynı anlama sahiptir. Epistemolojik açıdan
her genel olan tümel olmayabilir. Örneğin, aynı türden nesnelerin ortak özelliklerini
ifade ederek yapılan genellemeler bir tüme varımı gerektirmediğinden tümel kavramı
486 Özlem, s.341.
152
vermez. Çünkü bu genelleme bir genelleme olduğu için yanlış veya eksik olma
olasılığını hep taşır.487
B. KANITLAMA (HÜCCET)
Düşünmenin en basit birimi düşünülmüş/tasavvur edilmiş olmaları açısından
kavram olduğu gibi kanıtlamanın en basit birimi de önermelerdir. Önermeler, aynı
zamanda, kavramı özne, yüklemi öznenin nitelikleri olan tanımlardır. Ya da tanımlar,
önermeler şeklinde ifade edilmektedir. Bir kavramın işaret ettiği gerçeklikte bir
özelliğin bulunduğunu iddia etmek, kavram ile o özellik arasında bağıntı kurmak
demektir. İşte her tanım tam bir cümledir ve sözcüklerden ve sözcükler arasındaki
ilişkiyi gösteren bağlardan oluşur. Tek bir sözcükle ifade edilse bile, zihinde
tamamlanan bir cümleyi temsil eder. Yalnız başına “insan” sözcüğünün değil, “bu bir
insandır” veya “insan ölümlüdür” cümlesinin nesnel bir anlamı vardır ve bir bilgi içerir.
Bu şekilde, belirli bir nesne hakkında birlikte anlam ifade eden sözcüklerin bağlantısı
aynı zamanda bir önermedir. Çünkü bir nesnenin ne olduğunu ifade eden bir cümledeki
“dır” yada “değildir” şeklinde kendisini gösteren bağlaç, sözcükler arasındaki ilişkinin
doğru yada yanlış olduğu hakkında bizim bir yargıda bulunmamızı sağlar. İşte önerme,
bir gerçekliğin ne olduğuna ilişkin yargının dilsel anlatımdaki formudur. Kanıtlama,
önceden doğru olarak bilinen önermelerin varlığını gerektirir. Doğruluk yargının
kendisine özgüdür. Bir yargının doğruluğunu anlamanın yolu ise kanıtlama ve
deneydir.488
1. Önerme
a. Doğruluk Değeri Biçimsel Önermeler
Önerme, onu söyleyene, söylediği şey hakkında, doğru söylüyorsun veya yanlış
söylüyorsun denilmesi mümkün olan sözdür, diye tanımlanır (resm).489
487 A. Kadir Çüçen, Klasik Mantık, 1. Basım, Bursa; Asa Kitabevi, 2004, s.70. 488 Ernst Von Aster, Bilgi Teorisi ve Mantık, Macit Gökberk (çev.), İstanbul: Soysal Yayınlar, 1994, s.82-83; Özlem, s.127-128. 489 Sühreverdî, “Hikmetü’l-İşrâk”, s.12.
153
En yalın (basit) şekliyle önerme, hakkında hüküm verilen bir konu (mevzû),
kendisiyle hüküm verilen bir yüklem (mahmul) ve konu ile yüklem arasında doğrulama
ve yanlışlamayı (tasdîk ve tekzîb) mümkün kılacak bir ilişkiyi gösteren bağdan (râbıta)
oluşur. Örneğin “İnsan canlıdır (hayvan)” veya “İnsan canlı (hayvan) değildir”
önermeleri gibi. Böyle önermeler yüklemli (hamlî) önerme diye isimlendirilir.490
İki yüklemli önermeden her birini önerme olmaktan çıkarıp ikisini birbirine
bağlamak suretiyle bir önerme yapılabilir ve şartlı (şartıyye) önerme diye isimlendirilir.
Böyle bir önermenin iki parçası arasındaki bağ gerekliyse (luzûm), bitişik şartlı diye
isimlendirilir; “Güneş doğmuş ise gündüz vardır” gibi. Şart harfinin kendisinde
bulunduğu parça “ön bileşen” (mukaddem), cevap (ceza) harfinin kendisine karine
olduğu parça “art bileşen” (tâlî) diye isimlendirilir. İki parça arasındaki bağ aykırılık
(inâd) ifade ederse, ayrışık şartlı diye isimlendirilir; “Bu sayı ya çifttir ya da tektir”
gibi.491
Şartlı önermeler, nedensel bağlılık açıklanmak suretiyle yüklemli önermelere
dönüştürülebilir ve böylece sadece yüklemli önermeler kalır. Örneğin deriz ki, “Güneşin
doğması, gündüzün var olmasını gerektirir” veya “(güneşin doğmaması) geceyi
gerektirir”.492
Burada yüklemenin (haml) anlamı, konu ve yüklemin gerçekliklerinin
(hakikat) birleştiği (ittihâd) anlamına gelmez; aksi takdirde eş anlamlı isimler (el-
esmâu’l-müterâdife) dışında yükleme doğru (sahih) olmazdı. Amaç, özne ile yüklem
arasındaki nitelik bağıntısını göstermektir. “İnsan canlıdır” denildiğinde yüklemenin
anlamı, “insan” olmakla nitelenenin aynı zamanda “canlı olmakla” da nitelendiğidir ve
amaç, bu terkip içinde kullanılan terimlerin toplamından üçüncü bir anlam elde
etmektir.493
Böyle bir terkipte, tekil (cüz’î) bir sözcük, tümel (küllî) bir sözcüğe yüklem
olamadığı gibi tekil bir sözcüğe de yüklem olamaz; çünkü konu ya kendisidir ya da
490 Sühreverdî, “Hikmetü’l-İşrâk”, s.12,15; “el-Lemehât”, s.152. 491 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.13; “el-Lemehât”, s.152-154. 492 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.13. 493 Sühreverdî, “el-Lemehât”, s.146.
154
kedisinden başkadır.494 Örneğin, “İnsan Ali’dir” denilmez. Bunun gibi “Ali Ali’dir” de
denilmez; çünkü o zaten kendisidir; bir bilgi vermemektedir. Bir şey aynı zamanda
başka bir şey de olamayacağı için, “Ali Ahmet”tir” de denilmez.
Ayrıca, “insan”, “hayvan” gibi genel anlamı (ma’nâ-yé âmm) gösteren tümel
sözcükler ferlerine, “isim” olarak değil “anlam” olarak yüklem olur. Örneğin, “Zeyd
insandır” dediğimizde, “insan”ın “Zeyd”e yüklem olması, “Zeyd”de “insan” ismi de
verilebileceği anlamında değildir. Zeyd, “insan olma” konusunda (insaniyet) “insan”
sözcüğünün anlamında bir ortaklığa sahiptir. Aynı şekilde at, kuş vb. “hayvan” sözcüğü
onlara yüklem yapıldığında, “hayvan olma” (hayvaniyyet) açısından “hayvan”
sözcüğünün anlamında bir ortalığa sahiptirler. Her şeyin, zihnin dışında, onda
kendinden başkasının kendisine ortak olmadığı “ferdi kimliği” (hüvviye muşahhasa)
vardır ki o, bu şekildeki varlığıyla asla zihinde bulunmaz.495
O halde böyle bir terkipte yüklemin tümel (küllî) olması uygun (sâlih)
olacaktır ve tümel bir sözcük ferde sadece itibarî olarak yüklenecektir.
Yüklem konusuna ya özsel (zatî) ya da ilintisel (arazî) olarak yüklem olur.
Özsel yüklem, konunun gerçekliğinin (hakikat) kurucu unsuru (dâhil) olan yüklemdir;
örneğin “insan” için “hayvan olmalık” (hayvaniyet), onun gerçekliğinin bir parçasıdır
ve daha önce de belirttiğimiz gibi parçanın tasavvuru bütünün tasavvurundan öncedir.
İlintisel yüklem, konunun gerçekliğinin kurucu unsuru olmayan (hariç)
yüklemdir. Bu nedenle onu tasavvur, konunun gerçekliğinin tasavvurundan sonradır.
İlintisel yüklemler, ayrılamayan (lâzım) ve ayrılabilen (mufarak) olmak üzere ikiye
ayrılır. Ayrılamayan ilintisel yüklemler de kendi arasında ikiye ayrılır: İlki, hem dış
dünyada hem de zihinde konunun gerçekliğinden ayrılamayanlar; örneğin, “üçgen” için
“üç kenarlı olma” gibi. Sadece dış dünyada konunun gerçekliğinden ayrılamayanlar;
“zenci” için “siyah olma” gibi. Genç olma, yaşlı olma, ayakta olma, oturma gibi ilintisel
yüklemler ise, ister çabuk olsun ister yavaş olarak ayrılsın, hem zihinde hem de dış
dünyada konusundan ayrılabilirler.
494 Sühreverdî, “el-Lemehât”, s.146. 495 Sühreverdî, “Elvâh-ı İmâdî”, s.111.
155
Hem dış dünyada hem de zihinde konudan ayrılmayan ilintisel yüklemlerle
özsel yüklemin konuya nispette ortaklığı, dış (hâric) bir sebebe bağlı olmaksızın
zorunludur; ikisinin de zihinde konudan kaldırılması imkânsızdır. Örneğin, “siyah
olma”, siyah olması açısından “siyah” için özseldir.496
Önermedeki konunun niceliği, önermenin niceliğini gösterir. Önermelerde
konunun niceliği açıklanmazsa belirtisiz (mühmele) diye isimlendirilir; örneğin “İnsan
hüsrandadır” veya “insan hüsranda değildir” gibi. Yüklemli önermede “İnsan canlıdır”
denildiğinde, bütün insanların veya bazısının böyle olduğu belirlenmelidir; çünkü
“İnsan olma” (insaniyet) özü (zatı ) sebebiyle ne kapsamlı olmayı (istiğrak) gerektirir ne
de tek bir şeye özgü olmayı (tahsis) gerektirir; aksine her ikisi için de doğrudur (sâliha).
O nedenle hükümde, hataya sebep olacak bir belirsizliğin olmaması için, kapsamlı olup
olmadığı belirtilmelidir.
Eğer konunun niceliği açıklanırsa, böyle önermeye belirtili (mahsûre) önerme
denir. Yüklemdeki hükmün konunun bütün fertlerine uygulandığı açıklanmışsa “tümel
belirtili” (mahsûre külliye; muhîta) diye isimlendirilir; örneğin “Her insan hayvandır”
veya “Hiçbir insan taş değildir” gibi. Önermenin konusu bireysel bir nesne ise “tekil
önerme” (mahsûsa/ şahsiyye/ şâhisa) diye isimlendirilir; “Zeyd yazıcıdır” veya “Zeyd
yazıcı değildir” gibi.
Yüklemdeki hükmün konunun bazı fertlerine uygulandığı açıklanmışsa “tikel
belirtili” (mahsûre cüz’iyye) diye isimlendirilir; örneğin “Bazı insanlar yazıcıdır” veya
“Bazı insanlar yazıcı değildir” ya da “Her insan yazıcı değildir” gibi. Ancak tikel
önermelerde de bir belirsizlik vardır; çünkü şeylerin “bazılar”ı çoktur. Hâlbuki ilimlerde
(ulûm), şeylerin belirsiz tikel durumunun, bu tikelliği belirlemeksizin araştırıldığı bir
problem (matlûb) yoktur. Bu nedenle kıyas yaparken, bu “bazı”nın “C” gibi özel ismi
olduğunda tümel (muhîta) önerme olması için “Her C böyledir” denir. Böylece hataya
sebep olacak belirsizlik giderilir. Şartlı tikel önermelerde de, örneğin “Zeyd denizde
olduğu zaman boğulabilir” denildiğinde bu hali belirlemek ve kapsamlı (musteğrak)
yapmak için şöyle denir: “Zeyd her ne zaman denizde olsa ve onun bir salı (merkep)
yoksa ve yüzmeyi bilmiyorsa, boğulur.” Bu şekilde yapıldığı zaman sadece tümel
496 Sühreverdî, “el-Lemehât”, s.147.
156
önerme kalır; çünkü ilimlerde (ulûm) bireylerin (şevâhıs) durumu araştırılmaz. Böylece
önermelerin kuralları (ahkâm) daha az, daha açık ve daha kolay olur.497
Önermenin olumlu veya olumsuz bir yargı belirtmesi, önemenin niteliğini
gösterir. Her önermenin olumlusu ve olumsuzu (icâb ve selb), yani kendisindeki konu
ile yüklem arasındaki bağı olumlaması ve olumsuzlaması (isbât ve inkâr) vardır.
Olumsuz önermeyi olumsuz yapan, konu ile yüklem arasındaki bağlacın olumsuzluk
edatı ile kesilmesidir. Arapçada olumsuzluk edatının, onu olumsuzlamak (nefy) için
bağlaçtan önce gelmesi gerekir. “Zeyd, o yazıcı değildir” sözleri gibi. Olumsuzluk edatı
bağlaca birleştiğinde, önermenin parçalarından bir parça olur ve olumlu bağlaç öylece
kalır;“Zeyd, o yazmayandır” denilmesi gibi. Konu ile yüklem arasındaki Bağlacın
öylece kaldığı ve olumsuzluk edatının yüklemin parçası olduğu böyle bir önerme
“ma’dûle” diye isimlendirilir.498
Arapçanın dışında diğer dillerde olumlu ve olumsuzda bağlacın önce veya
sonra gelmesine itibar edilmez; aksine bağlaç var olduğu sürece, olumsuz ister
yüklemin isterse konunun bir parçası olsun, olumsuzluk edatı bağlacı kesmediği sürece
o olumludur. “Her çift olmayan, o tektir” dediğinde çift olmamakla nitelenenlerin
tekliğini olumlar ve böylece olumlu olur. Zihnî bir gerçekliğe ait olumlu hüküm ancak
zihnen doğrulanır (sabit). Zihin dışında var olan bir şeyi içeren olumlu önerme aynı
şekilde zihnin dışında var olan nesnesiyle (şey) doğrulanır (sabit).499
Önerme sadece olumlu olması itibariyle önerme değildir; aksine olumsuz
olması açısından da önermedir. Olumsuzluk (selb) ister kaldırma (ref’) isterse inkâr
(nefy) şeklinde ifade edilsin, akli bir hükümdür. Zihindeki bir hüküm sırf inkâr (intifa)
değildir; o inkârla (intifa) hükmedilmesi açısından bir doğrulamadır (isbât). Hiçbir şey
inkârın (intifa) ve ispatın (sübût) dışına çıkmaz.500
Önermelerde kiplik, yüklemin konuya, konunun yükleme nispetinin zorunlu,
mümkün veya imkânsız olup olmaması durumudur. Bir yüklemli önermenin yüklemi ile
konusu arasındaki ilişki (nispet) varlığı zorunlu (zaruri) ise “vacip”; “insan hayvandır” 497 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.14; “el-Lemehât”, s.154-155. 498 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.15; “el-Lemehât”, s.156. 499 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.15. 500 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.18.
157
gibi, yokluğu zorunlu ise “mümteni’”; “insan taştır” gibi, varlığı ve yokluğu zorunlu
değilse “mümkün” diye isimlendirilir; “insan yazıcıdır” gibi.501
Mümkünle, zorunluluğu ve imkânsızlığı kendisinden başkasına bağlı olan, bu
başkası kaldırıldığında (intifâ) zorunluluğu ve imkânsızlığı devam etmeyen kendinde
mümkün kastedilmektedir. Mümkün, varlığını zorunlu kılan şey nedeniyle zorunlu,
varlığını zorunlu kılan şeyin olmaması şartıyla imkânsızdır. Kendi zatında ise
mümkündür; başkası sebebiyle zorunlu olma veya imkânsız olma ondan zatî imkânı
kaldırmaz. Böyle bir mümkün üzerinde bir koşula (şart) ve duruma bağlı olarak hem
zorunlu olma hem imkânsız olma tasdik edilir.502
Örneğin, “Allah kayyûmdur” önermesinde konu ile yüklem arasındaki ilişki
(nispet) mutlak anlamda zorunludur; çünkü o sürekli olarak böyledir. “İnsan zorunlu
olarak canlıdır” önermesinde ise konu ile yüklem arasındaki ilişki konunun kendisinin
(zat) devamına bağlı olarak şartlı bir zorunluluğu ifade eder. “Her hareket eden, zorunlu
olarak değişir” önermesinde, hareket etmekle nitelenen her şeyin değişmesi zatı
sebebiyle ona zorunlu olan bir durum değildir. Bu önerme de şartlı bir zorunluluğu ifade
eder; çünkü burada hareket eden zatı sebebiyle değil, hareket eden olması açısından
değişmektedir. Bu şekilde, bir zaman ve hale bağlı olarak zorunlu olan kendisinde
mümkündür.503
Mümkünün imkânı, imkânsızın imkânsızlığı, zorunlunun zorunluluğu
kendilerine zatları sebebiyle zorunlu olduğuna göre, önermenin her durumda zorunlu
olması için zorunluluk, imkân ve imkânsızlık kiplerini yüklemlerin parçası yapmak
daha uygundur (evlâ). Örneğin, “Her insan, zorunlu olarak, o yazıcı olması mümkündür
veya canlı olması zorunludur (vacib) veya taş olması imkânsızdır.” Böyle bir önerme
kesinlikle zorunlu olacaktır.504
İlimlerde (ulûm) bir şeyin imkânını ve imkânsızlığını araştırırız; çünkü o
araştırmamızın bir parçasıdır. Onun zorunlu olarak öyle olduğunu bilmedikçe kesin bir
hüküm veremeyiz. Nefes almak gibi herhangi bir zamanda gerçekleşen mümkünlerde 501 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.16; “el-Lemehât”, s.157. 502 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.16-17. 503 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.17; “el-Lemehât”, s.159. 504 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.17.
158
bile kesin önermeler kullanırız. Bu nedenle şöyle söylemek doğru olur (sahha): “Her
insan zorunlu olarak, o belirli bir vakitte (vakten mâ) nefes alır.” İnsanın belirli bir
vakitte nefes almasının zorunlu olması ona sürekli gereken bir durumdur. Onun
kendisinde nefes aldığı bu vaktin dışında herhangi bir vakitte nefes almamasının
zorunlu olması da ona sürekli gereken bir durumdur. İnsanın yazıcı olması böyle
değildir; çünkü yazıcı olmak zorunlu olarak mümkün ise de herhangi bir vakitte vukuu
zorunlu değildir. İster nefes alıp almama gibi bir vakte bağlı olarak gerçekleşmesi veya
gerçekleşmemesi mümkün olsun, isterse yazıcı olma herhangi bir vakitte gerçekleşmesi
zorunlu olmayan mümkün olsun, imkân mümkün için zorunludur.505
O halde, bir önermede yüklemin konuya nispeti zorunlu ise sadece bağ kipi
yeterlidir; yükleme başka bir kip eklemeksizin önermenin kesinliği açıklanır. “Her
insan, kesinlikle (bettete) o hayvandır”. Yüklemin konuya nispeti mümkün ve imkânsız
olan önermelerde, kesinlik açıklandığı zaman kip yüklemin parçası yapılmalıdır;
örneğin, “insan, zorunlu olarak onun yazıcı olması mümkündür” veya “insan, zorunlu
olarak onun taş olması imkânsızdır”. Bu şekilde kip yüklemin parçası yapılarak kesinlik
açıklandıktan sonra olumsuzlamanın kullanılmasına da gerek yoktur. Çünkü tam
olumsuzlama başka bir deyişle doğru olan gerçeklik zorunluluk ifade eder ve olumlunun
kaplamına girer; örneğin, “Zorunlu olarak insan taş değildir” önermesinde imkânsızlık
kipi yüklemin parçası yapıldığında olumlu bir önerme olarak şöyle deriz: “İnsan,
zorunlu olarak onun taş olması imkânsızdır.”506
Önermelerde kip belirtilmediği zaman kipi belirsiz kalır ve birçok hataya sebep
olur. Bu nedenle konunun niceliğinin belirsizliğinden sakınıldığı gibi kipin
belirsizliğinden de sakınmalıdır.507
Çelişki (tenâkuz), iki önemenin olumluluk ve olumsuzluk yönünden, onlardan
birinin doğruluğu diğerinin yanlışlığını ve birinin yanlışlığı diğerinin doğruluğunu
505 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.18; “el-Lemehât”, s.158. 506 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.18; Kutbuddîn Şirâzî, s.82. 507 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.18.
159
gerektirecek şekilde, birbirinden farklı olmasıdır. Birbiriyle çelişik olan önermeler her
ikisi birlikte doğru veya yanlış olmazlar.508
Döndürme, önermenin niteliğini koruyup, doğruluk ve yanlışlığını olduğu gibi
bırakarak, öznesini yüklem, yüklemini özne yapmaktır.509
O, çelişki ve döndürme konuları üzerinde de kısaca durur ve bunun sebebini
şöyle açıklar: “Döndürme, çelişki, olumsuzlar ve tikellere burada yer verilmesi, onlara
bu kitabın ilerleyen konularında ihtiyacımız olacağı için değil, sadece bir uyarıdır
(tenbih).”510 Bu nedenle biz de ayrıntılarına girmedik.
b. Doğruluk Değeri İçeriksel Önermeler
Evveliyyât: Aklın, herhangi bir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın zatı sebebiyle
kendisiyle hüküm verdiği ve tasdiki sadece tanımların (hudûd) tasavvuruna bağlı olan
önermelerdir. Tasavvur meydana geldiği zaman artı bir açıklamaya ihtiyaç kalmaz ve
kimse onu inkâra da kalkışamaz. Örneğin; “Bütün parçadan büyüktür”, “Aynı şeye eşit
olan şeyler eşittir”, “Siyah ve beyaz bir mahalde bulunmaz”.511
Müşâhedât: Aklın, iç ve dış idrak güçleriyle müşahede ettiği mahsûsâtlara
dayanarak hüküm verdiği önermelerdir. Müşahede ile elde edilen bilgi başkası için,
onun da aynı kavrayışı olmadıkça, delil (huccet) olmaz. Örneğin, “Ateş yakıcıdır”,
“Güneş aydınlatır” önermeleri dış idrak güçleriyle, “Senin öfke ve açlığın (vardır)”,
“Arzu (şehvet) ve öfken (gadab) (vardır)” önermeleri iç idrak güçleriyle müşahede
edilerek elde edilen önermelerdir.512 Müşahedelerdeki tümel (küllî) hükmün sebebi -
“her ateş sıcaktır (hârr)” gibi- insan (nefs), yüklemin konunun bazı fertleri için
uygulandığını duyumladığında, duyum (ihsas) vasıtalarından ayrılarak yüklemin konuya
508 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.18-19; “el-Lemehât”, s.160-161. 509 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.19-20; “el-Lemehât”, s.163. 510 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.20. 511 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.26; “el-Lemehât”, s.176; Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye; el-İlmü’l-evvel fi’l-mantık, vr.13b. 512 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.26-27; “el-Lemehât”, s.176; Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye; el-İlmü’l-evvel fi’l-mantık, vr.13b.
160
nispeti sebebiyle tümel hüküm verir. Çünkü duyum, duyum olması açısından külli
hüküm vermez, o sadece tekilleri müşahede eder.513
Mücerrebât: İnsanın (nefs) kendisinde tesadüften (ittifak) emin olduğu,
kesinliği gerektiren (mucib) müşahedelerin tekrarına dayanarak aklın kendisiyle hüküm
verdiği önermelerdir. Metafizik konulara (ahvâlu’l-ilâhiyye) ait önermeler çoğunlukla
bu türdür ve bu önermeler başkası için delil olmaz.514Bu tür önermeler tümevarım
(istikrâ) değildir. Tümevarım, birçok tekilinde bulunan şey sebebiyle tümel üzerine
verilen yargıdır. Örneğin “Her insan başı kesildiği zaman yaşamaz” yargısı birçok
tekilinde tesadüf edilen şey sebebiyle o teklerin tamamı hakkındaki yargıdır; çünkü
fertlerin tamamı (küll) müşahede edilmemiştir. Tümevarım, sözü geçen örnekte olduğu
gibi, bir türe (nev’) uygulandığı zaman bazen kesinlik (yakîn) ifade edebilir. Fakat farklı
türlere uygulandığında kesinlik ifade etmeyebilir; örneğin müşahede edilenler
genellenerek “Her canlı çiğnerken alt çenesini hareket ettirir” yargısı timsah gibi kendisi
müşahede edilmeyen tür hakkında doğru değildir.515
Hadsiyyât: İnsanın sezgisiyle (hads) verdiği hükme boyun eğecek şekilde,
kendisiyle hüküm verdiği önermelerdir. Örneğin, bir yapıyı (bünyân) her yönüyle
(kemal-i hey’etin) gören bir kimse gibi; çünkü ancak yapıyı bilen kimse hüküm verir.
Bu tür önermelerin elde edilmesinde tekrar şart değildir. Bir kimsenin sezgiyle (hads)
elde ettiği bilgi, aynı bilgi onlar tarafından da elde edilmedikçe, başkası için delil olmaz.
Çünkü bu tür bilgide karinelerin bir katkısı (medhal) vardır ve onlardan (karineler)
dolayı insan sezgide bulunur (hads). Mücerrebât ve mütevatirat bu tür önermeler
sınıfındandır.516
Burada, “başkası için delil olmaz”, sözü başkası için kesinlik ifade etmesi
maksadıyla veya hasmı susturma maksadıyla kıyasta kullanılmasının caiz olmadığına
bir uyarıdır. Çünkü kendisi için kıyasın öncüllerinde kesinlik oluşmayan kimse için
513 Kutbuddîn Şirâzî, s.118. 514 Sühreverdî, “el-Lemehât”, s.176-177; Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye; el-İlmü’l-evvel fi’l-mantık, vr.13b. 515 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.27. 516 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.27; “el-Lemehât”, s.176-177; Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye; el-İlmü’l-evvel fi’l-mantık, vr.13b.
161
kıyasın sonucundan da kesinlik hâsıl olmaz. Veya kesinlik oluşsa bile biri ona zıt olacak
şekilde onu inkâr etse onu susturacak metot olmayacaktır.517
Mütevâtirât: Şahitlerin çokluğu sebebiyle insanların, kendinde mümkün olan
bir şey hakkında kesin olarak hüküm verdiği önermelerdir. İnsan (nefs), karşılıklı
uzlaşma ve şehadetlerin yeterli çokluğu (tekâmül) sebebiyle verilen yargının
kesinliğinden emin olur. Şehâdetleri sayıca sınırlandırmak hatalıdır; çünkü kesinliği az
sayıdan elde edilen birçok önerme olduğu gibi, çok sayıda şahidi olmasına rağmen
kesinliğin elde edilmediği önermeler de vardır.518 Bu tür önermelerde eminliği sağlayan
şey, haber veren kimsenin yalan söylememesi ve haber verdiği şeyi bizzat görmesidir.519
Meşhûrât: Kendisindeki hükmün ilkesi genel kabul olan önermelerdir. İnsan
tek başına olsa bile bunların aksine hüküm vermez. Bazısı da delille (burhan)
ispatlanabilir; “Cehalet çirkindir” gibi. Yanlış (bâtıl) olanları da vardır. “İster zalim ister
mazlum olsun kardeşine yardım et” gibi. Evveliyattan olan önermeler, çoğunluğun onu
bilmesi sebebiyle, aynı zamanda meşhurattan olabilir; yoksa doğru (hakk) olması
sebebiyle değil. Örneğin “İki zıt bir arada bulunmaz” önermesi evvelî ve meşhur
önermelerdendir. Fakat aksi doğru değildir. Her milletin ve sınıfın kendine göre meşhur
önermeleri vardır.520
Vehmiyyât: İnsanın vehim gücünün çoğunlukla duyularla idrak edilen
(mahsûsât) konular (umûr) ve duyularla idrak edilmeyen (la yehussu) konular hakkında
kendisiyle hüküm verdiği önermelerdir. “Her varlık yön sahibidir”, “Âlemin ötesi
sonsuz boşluktur (fezâ)” yargılarına inanma gibi. Vehim duyuma (hiss) tabidir;
duyuların kendisine ulaştırmadığı şeyi inkâr eder. Vehim, sonuç veren öncüllerin
oluşmasına yardımcı olur fakat sonuçtan cayar. Onun duyularla idrak edilenler
hakkındaki akla ters düşmeyen (muhalif), aklında kendisine şahid olduğu hükmünü
517 Kutbuddîn Şirâzî, s.121. 518 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.27; “el-Lemehât”, s.176177; Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye; el-İlmü’l-evvel fi’l-mantık, vr.13b. 519 Kutbuddîn Şirâzî, s.120. 520 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.28; “el-Lemehât”, s.177; Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye; el-İlmü’l-evvel fi’l-mantık, vr.14a.
162
doğrudur (sahih) ve kabulü zorunludur (vâcip). Akla muhalif olan her vehmi önerme
yanlıştır (batıl).521
Makbulât: İnsanın kendisine inandığı, iyi zannettiği kimseden alınan
önermelerdir.522
Takrîriyyât: Üzerine sözü bina etmek için hasımdan alınan önermeler veya
ilimlerin ilkesinde başka bir ilimden alınan önermelerdir. Öğrenim görmüş biri onu
zihnî (nefs) tatmin olarak alırsa “usulen mevzûaten” diye isimlendirilir; aksi takdirde
“müsâderât” (haciz) diye isimlendirilir.523
Maznûnât: Kendisindeki hükmün ilkesi insanın (nefs) zannı olan önermelerdir.
Zan, bir şey hakkında, öyle olmamasının mümkün olduğunu bilmekle (şuur) birlikte,
öyle diye hüküm vermektir. “Filan geceleyin dolaşıyor; o halde hırsızdır” denilmesi
gibi. Zanna dayanan önermelerden bazısı işin başında etkili olsa da peşine
düşüldüğünde etkisi kalmaz. “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et”
denilmesi gibi.524
Müşebbihât: Kendisinden başka önermelere benzediği için, kendisine
benzetilen tasdike göre, kendisiyle tasdikin gerçekleştiği önermelerdir. Benzerlik
sözcükte (lafız) olabildiği gibi anlamda da olabilir.525
Muhayyelât: Tasdikle değil, zihinde (nefs) kabz veya bast ya da başka bir
şeyle ile etkin olan önermelerdir. “Bal acı ve kusturucudur” gibi. Bu türlü önermelerde
doğruluk ve yanlışlık şart değildir; bilakis tahayyül ve etki önemlidir ve şiir vezni onlara
eşlik eder. Cedelin meşhur, takrîrî ve bazı makbûlât önermelerden, hitabetin makbûlât
ve maznûnât önermelerden oluştuğu gibi şiire ait kıyaslar da muhayyelât türü
önermelerden oluşur. Muhayyelâtın bazısı derece bakından burhana ulaşmayan
kimseleri ikna için veya burhana ehil olmayan fitneci/ayrılıkçı kimseleri uzaklaştırmak
için ve bazısı dünyevi ve dini konularda teşvik ve kaçındırma için faydalıdır. Hatâbî 521 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.27; “el-Lemehât”, s.177; Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye; el-İlmü’l-evvel fi’l-mantık, vr.14a; Kutbuddîn Şirâzî, s.122. 522 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.28; “el-Lemehât”, s.177; Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye; el-İlmü’l-evvel fi’l-mantık, vr.14a; Kutbuddîn Şirâzî, s.123. 523 Sühreverdî, “el-Lemehât”, s.177. 524 Sühreverdî,“el-Lemehât”, s.177; Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye; el-İlmü’l-evvel fi’l-mantık, vr.14a. 525 Sühreverdî, “el-Lemehât”, s.177-178.
163
kıyaslar eksik olarak burhanı bilenler için ve cedelî kıyaslar orta derecede burhanı
bilenler için faydalıdır.526
2. Biçimsel Açıdan Kanıtlama: Kıyas
Kıyas, kabul edildiğinde özü gereği başka bir sözü gerektiren önermelerden
oluşmuş sözdür. Önerme kıyasın parçası olduğunda “öncül”, öncüllerin özsel parçaları
olan konu ve yüklemler “terim”, bu öncüllerin gerektirdiği önerme “sonuç” diye
isimlendirilir. Bir kıyasta en az iki önerme bulunmalıdır. İki öncülün her birinde ortak
olarak bulunan terime “orta terim (el-haddü’l-evsat)” denir. İki terimden orta terimin
dışındaki “taraf” diye isimlendirilir. Sonuç, orta erim hazfedilerek iki taraftan elde
edilir. Sonucun konusu “küçük terim” ve küçük terimin kendisinde bulunduğu öncül
“küçük öncül”, sonucun yüklemi “büyük terim” ve büyük terimin kendisinde bulunduğu
öncül “büyük öncül” diye isimlendirilir.527
İçkin Kıyas (el-Kıyâsu’l-İktirânî): Bir kıyastaki öncüllerden biri sonucun
(matlup) bir parçasını içeriyorsa, böyle bir öncül sonuç vermeyeceği için diğer parçasını
da içeren olan başka bir öncül gerekir. Böyle bir kıyas “içkin kıyas (iktirânî)” diye
isimlendirilir. Örneğin, “Her C, B’dir” ve “Her B, A’dır”; sonuç: “Her B, A’dır”
Seçkin Kıyas (el-Kıyâsu’l-İstisnâî) Birinci öncülü, sonucun tamamını içeren
şartlı önerme, ikinci öncülü, bu önermedeki hükmü koyan (vaz’) veya kaldıran (ref’)
yüklemli önerme olan kıyastır.
Bitişik şartlı önermelerden seçkin kıyas yapmak istenirse, ön bileşeni
(mukaddem) seçilir; art bileşenin (tâlî) gerekmesi için, ona bir yüklemli önerme eklenir.
Örneğin, “Güneş doğmuş ise gündüz vardır.” “Güneş doğmuştur.” Sonuç: “Gündüz
vardır.” Veya ön bileşenin çelişiği için art bileşenin çelişiği seçilir; örneğin, “Güneş
doğmuş ise gündüz vardır.” “Fakat gündüz var değildir.” Sonuç: “O halde güneş
doğmuş değildir.” Çünkü gerekli kılınan (melzûm) var olduğu zaman, gerekli olan
526 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.28; “el-Lemehât”, s.178; Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye; el-İlmü’l-evvel fi’l-mantık, vr.14a. 527 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.21.
164
zorunlu olarak varolmuş olur. Gerekli olan kaldırıldığı zaman gerekli kılınan da
kaldırılmış olur.528
Ayrışık şartlı önermelerden seçkin kıyas yapılmak istenirse, onda ittifak
edilenin aynı seçilir. Böylece kalanın –ister bir ister çok olsun- çelişiği gerekir. Veya
ittifak edilenin çelişiği kalanın aynını gerektirir. Aynı nesneye uygulandıklarında her
ikisi (ön bitişen ve art bitişen) birlikte doğru olamayan (mâniatü’l-cem’) ayrışık şartlı
kıyaslarda çelişiği için aynı seçilir; aynı nesneye uygulandıklarında her ikisi birden
yanlış olamayan (mâniatu’l-huluvv) ayrışık şartlı kıyaslarda aynı için çelişik seçilir.529
Ters Kıyas (Kıyâsu’l-hulf): Kendisinde, sonucun (matlup) çelişiğinin yanlışlığı
ispatlanmak suretiyle sonucun doğruluğunun (sıhhat) gösterildiği kıyastır. Kesin ve
Seçmeli iki kıyasın bileşimidir. Örneğin, “Hiçbir C’nin B olmadığı yanlış ise bazı C,
B’dir” ve “Her B, A’dır” Eğer öncül doğru ise şöyle sonuçlanır: “Hiçbir C’nin B
olmadığı yanlış ise bazı C, A’dır ve bazı C, A değildir”; sonuç: “Hiçbir C’nin B
olmadığı yanlış değildir”.530
3. Sonuçlarının Kesinliği Açısından Kanıtlama Çeşitleri
a. Burhan.
Burhan, kabulü zorunlu (vacip) ve kesin öncüllerden (mukaddimât yakîniyye)
oluşturulan bir kıyas çeşididir ve zorunlu (zaruri) sonuç verir. “Gerçek bilimler”de (el-
ulûmu’l-hakikî) sadece burhan kullanılır; çünkü araştırılan (matlûb) kesin olan bir
durumdur (emran yakîniyyen).531Burhanî kıyasta kullanılan kabulü zorunlu önermeler
evveliyyât, müşâhedât, mücerrebât, hadsiyyât ve mütevâtirattır.
İlimlerin (ulûm) konuları (mevzûât), ilkeleri (mebâdi) ve çözmeye çalıştığı
problemleri (mesâil) vardır ve bunlar bilimlerin parçalarıdır (eczâ’). İlmin (ilm) konusu,
kendisinde özsel ilintilerin (zatî arazlar) araştırıldığı gerçekliktir (şey). Örneğin
aritmetiğin konusu (hisâb) sayı, geometrinin (hendese) konusu büyüklüktür (miktar).
528 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.26. 529 Sühreverdî, “el-Lemehât”, s.172. 530 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.26. 531 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.26-36; “el-Lemehât”, s.178; Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye; el-İlmü’l-evvel fi’l-mantık, vr.14b.
165
Burada “özsel” ifadesiyle, konuya özünden (zat) dolayı veya konuya ait özsel bir
sebeple ilişen nitelik (şey) kastedilmektedir; burun için basık olma, nicelik için eşitlik
gibi. Hayvana ilişen gülme gibi daha özel bir durum itibariyle veya beyaza ilişen
hareket etme gibi gerçekliğin özü gereği olmayan (haricî) daha genel bir durum
itibariyle şeye ilişen her nitelik (şey) özsel (zatî) değildir. İlkeleri, konulara ait tanımlar,
onların parçaları, tasavvura ait özsel ilintiler, kendilerinden kıyas oluşturulan
öncüllerdir. Problemleri, o ilimde kendileriyle tasdik istenen önermelerdir (kazâyâ).532
Her ilmin, konusunu araştırırken sorduğu sorular (matâlib) vardır. Bu soruların
bir kısmının tasavvuru elde etmeye, bir kısmının da tasdiki elde etmeye yöneliktir.
Hel (mıdır?): Bu soruyla bir gerçekliğin (şey) varolup olmadığı veya hali
sorulur. Eğer bu soruyla “şey var mıdır?” diye soruluyorsa “basit hel” (heli’l-basit); “o
şöyle bir halde midir?” diye soruluyorsa “mürekkep hel” (heli’l-mürekkep) diye
isimlendirilir.
Mâ (nedir?): Bu soruyla, ismin veya gerçekliğin anlamı (mefhum) araştırılır;
çünkü anlam (mefhum), dış bir gerçekliği olmaksızın zihnî bir varlığa (ma’kûl) sahip
olsa bile, “gerçeklik” (hakikat) diye isimlendirilmez. İsmin anlamı araştırmaya yönelik
soru “var mıdır?” sorusundan önce, gerçekliğin mahiyetini araştırmaya yönelik soru da
ondan sonra sorulur.
Eyyü (hangi?): Bu soruyla, bir gerçekliğin (şey) başkasından ayırt edilmesi
araştırılır.
Lime (niçin?): Onunla bir gerçekliğin (şey) kendisindeki ve dış dünyadaki illeti
ve tasdikin illeti araştırılır.
Bunlar temel sorulardır (ümmühâtü’lümetâlip). Bunların dalları olan sorular da
vardır: Keyfe (nasıl?): Bu soruya verilen yanıt, nitelik (keyfiyyet) diye isimlendirilir;
örneğin, nasıl bir şey? diye sorulduğunda “siyahtır veya beyazdır” şeklinde cevap
verilir. Kem (kaç?): Bu soruya verilen yanıt nicelik (kemmiyet) diye isimlendirilir. Eyne
532 Sühreverdî, “el-Lemehât”, s.179-180; Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye; el-İlmü’l-evvel fi’l-mantık, vr.14b.
166
(nerede?): Bu soruyla bir şeyin mekânına nispeti sorulur. Metâ (ne zaman?): Bu soruyla
şeyin zamanına nispeti sorulur. Men (kim?): Akıl sahibi olan şeyin özelliği sorulur.533
Burhan, “varlık burhanı” (burhan-ı inne) ve “nedensellik burhanı” (burhan-ı
lime) olmak üzere iki kısma ayrılır. Burhani bir kıyasta orta terim, iki tarafın (büyük ve
küçük terim) bağıntısının (nispet) hem zihnî hem de dış dünyadaki (aynî) sebebini (illet)
veriyorsa böyle bir kıyas nedensellik burhanı diye isimlendirilmektedir. Orta terim
sadece zihinde iki tarafın bağıntısının sebebi (illet) olduğunda yani sadece tasdik için
illet olduğunda, varlık burhanı adı verilmektedir; çünkü orta terim hükmün varlığına
sebebini (limmiyyet) göstermeksizin delalet eder. Orta terim dış dünyada (a’yan)
bağıntının (nispet) sebebini verdiğinde ancak o bizim için daha açıktır. Örneğin, “Bu
odun yanıcıdır (muhterikun)” ve “her yanıcı olana ateş dokunmuştur (temas)” o halde
“bu oduna ateş dokunmuştur (temas)”.534
b. Tümevarım (İstikrâ) ve Örnekleme (Temsil)
Tümevarım: birçok tekillerinde bulunan nitelikle (şey) bütün hakkında hüküm
vermektir; “Her hayvan çiğnerken alt çenesini hareket ettirir” gibi. Böyle bir akıl
yürütme kesinlik ifade etmez; çünkü incelenmeyen bir şey hakkındaki hüküm incelenin
aksi olabilir, timsah örneğinde olduğu gibi.535 O her iki çenesini de hareket ettirir.
Örnekleme: Kuşatıcı (câmi’/şumûl) bir anlamdaki ortaklığa dayanarak bir şey
hakkında verilen hükmü diğerine de vermektir. Kendisine ilhak edilen “asıl”, ilhak
edilen de “fer’” diye isimlendirilir. Anlamın illet olduğu iki şekilde ispat edilir: a) et-
tard ve’l-aks: Bu anlam ve hükmün bütün konularda gerekli olmasıdır. İkisi arasındaki
gerekliliğin mahiyet sebebiyle olduğu ispat edilirse ‘asl’a gerek yoktur. b) es-sebr ve’t-
taksîm: Kendisindeki hükmü tesadüfen buldukları ve asıl ve şahit diye isimlendirdikleri
şeyin sıfatlarını, fark etmedikleri ve hükmün dayanağı olabilecek bir sıfatın bulunması
ihtimalini göz ardı ederek, sayıyorlar ve onu hükmün dayanağı kabul ediyorlar.
Örneğin, asıldaki sebep ya C ya B ya D olsun. Sonra C ve B’nin illet olmadığı ispat
533 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.30; “el-Lemehât”, s.178-179; Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye; el-İlmü’l-evvel fi’l-mantık, vr.14b. 534 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.29-30; “el-Lemehât”, s.179; Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye; el-İlmü’l-evvel fi’l-mantık, vr.14b. 535 Sühreverdî, “el-Lemehât”, s.174.
167
edilir; çünkü onlardan elde edilen hüküm, asıl A gibi bir surette iken bulunmamıştır.
Geriye D kalır ve o hükmün dayanağıdır (el-menât). Örnekleme kesin bilgi (yakîn)
kazandırmaz; çünkü genel bir hükmün bir çok sebebinin bulunması mümkündür. Bir
konuda hükmün dayanağı kabul ettikleri sıfatla birlikte başka bir sıfat bulunabilir ve
ikisinin bir arada bulunması (ictimâ) bu hükmün sebebi olabilir. Onlar genel bir hükmün
dayanağının birçok sebebinin bulunmasını inkâr ediyorlar ve bunu ispatlamak için yine
örneklemeye başvuruyorlar. Genel bir hükmün bir çok sebebi (ilel) olması mümkün
(caiz) olduğuna göre onların “görünendeki (şâhid) illet görünmeyen (gaip) için de
illettir” kuralları (kaide) doğru (sahha) değildir. Örneklemeye de ihtiyaç yoktur.536
Görüldüğü özere Sühreverdî, önermeleri şekil bakımından yüklemli, nicelik
açısından tümel, nitelik açısından olumlu, kiplik bakımından da zorunlu önermelere
indirgeme çabası içindedir. Zira ilimlerde ulaşılmak istenen tümel ve zorunlu
sonuçlardır. Bu sonuçların en kısa ve kesin ifade edildiği önermeler ise olumlu yüklemli
önermelerdir. Kıyaslarda da böyle önermeler kullanıldığında daha kesin sonuçlar elde
edilecektir.
Kabulü zorunlu sonuç veren burhanî kıyasta kullanılan önermelerin de
evveliyât, müşâhedât, mücerrebât, hadsiyyât ve mütevâtirat olduğunu belirtmektedir. Bu
önermelerin ortak noktası, müşahedeyle elde edilen önermeler olmasıdır. Bunların
içinde mütevâtirât olanlar insanın doğrudan müşahedesine dayanmasa da, bu tür
önermelerde haber verenin niteliği önemli olduğu için dolaylı da olsa müşahedeye
dayanmaktadır. Haber veren o bilgiyi müşahedeyle elde etmiştir ve kendisine haber
verilen, haber vereni müşahede etmekte, onun doğru haber verdiğine ilişkin karineye
sahiptir.
Tümevarım, gözlemlenen birçok ferdinden hareketle elde edilen bir hükmün
gözlemlenmeyen bütün fertlerine uygulanması sebebiyle olasılık değeri taşıyacaktır.
Aynı şekilde örnekleme de bilgi açısından kesinlik ifade etmemektedir.
536 Sühreverdî, “Hikmetü’l-işrâk”, s.28-29; “el-Lemehât”, s.175.
168
SONUÇ
İslâm Düşünce tarihinde işrâk felsefesinin en önemli temsilcisi olarak kabul
edilen Şihâbuddîn Sühreverdî el-Maktül, kendisini, yeryüzünden hiçbir zaman
kesilmemiş olan, belki sadece örtülmüş olan hikmet geleneğinin yeniden canlandıran
olarak tanıtır.
Burada ‘örtülmüş’ ifadesini kullandık; çünkü Sühreverdî, tam anlamıyla bütün
gerçekliği kuşatacak anlamda tümel bir bilginin Meşşâî kalınarak elde edilemeyeceğini
iddia etmektedir. Sadece Meşşâî felsefenin kavramsal soyutlama metoduyla bütün bir
gerçekliği açıklamaya çalışmak gerçekliğin üzerini örtmek demektir; çünkü gerçeklik
sadece duyularla algılanan fizik âlemden ibaret değildir. Kaldı ki fizik âleme ilişkin
bilgi elde etme yöntemi olan tasavvur ve tasdik, türün bazı fertlerinin
gözlemlenmesinden elde edilen genellemeden başka bir şey değildir ve olasılık değeri
taşımaktadır. Elbette kavramların, nesnelerini doğru olarak gösterebildiği ölçüde bilgi
değeri vardır; ancak kavramlar birer imgeden, sembolden başka bir şey değildir. Hatta
kavramlar, mutlak anlamda Gerçek/Hakîkat/Varlık/Nur olana nispetle misaller
topluluğundan ibaret olan fizik âlemdeki tek tek nesnelerden elde edilmiştir ve fizik
âleme nispetle birer imge olarak işlev görmektedir. Ayrıca Meşşâî felsefedeki, metafizik
âlemden insanî nefse gelerek oradan mütehayyile gücüne ve oradan da ortak duyuya
geçerek yer eden ve böylece insanî nefsin kendisini müşahede ettiği suret de fizik ötesi
169
âleme ilişkin gerçekliğin kendisi değil, imgesidir. Gerçekliğin kendisi ise dış
dünyadadır.
Sühreverdî, Eflâtun gibi, tümellerin dış dünyada bir gerçekliği olduğu üzerinde
ısrarla durur. Ancak filozofumuzun metafizik âlemde -onun işrâk felsefesinin
terminolojisiyle ifade edecek olursak- kâhir nurlar âleminde bulunduğunu söylediği
tümeller, mantık ilminde kullanılan, ‘manasının tasavvuru ortaklığa engel olmayan’
anlamındaki zihindeki tümeller değildir; çünkü onlar, insan aklının ürettiği soyut
kavramlardan ibarettir ve zihnin dışında bir gerçekliği yoktur. Filozofumuzun dış
dünyada bir gerçekliği olduğunu söylediği tümeller, fizik âlemde fertleri bulunan
türlerin rableridir. Türlerin rableri olan tümeller, dış dünyadaki türlere ait ferleri
meydana getiren mücerret kâhir nurlardır. Onlara tümel denmesinin sebebi, türlerin
rableri olan bu mücerret kâhir nurların, maddi türlerin tamamına itina ve feyz açısından
eşit nispette olması ve onların devamını koruması itibariyledir. Filozofumuza göre
Eflâtun da ideaların (el-müsülü’l-eflâtuniyye) gerçek varlıklar olduğunu belirtirken bu
türlerin rableri olan mücerret kâhir nurları kastetmiştir.
Sühreverdî, türlerin rablerinin varlığıyla, Zorunlu Varlık’ın bilgisinde
çokluğun bulunmadığının da ispatlandığını belirtir. Çünkü onlar, tanrısal zihindeki
soyut formlar değil, bir gerçekliği olan ve nurlar âleminde bulunan tek tek varlıklardır.
Ayrıca türlerin rableri olan mücerret nurlarda, meydana getirdikleri fertlerin bilgisi
fertlerine mutabık olacak şekilde bir form bir örnek olarak bulunuyor ve onlar, bu
örneğe göre fertleri meydana getiriyor da değildir. Eğer böyle bir şey söz konusu
olsaydı, malul illetten etkilenir kaidesince, son tahlilde Zorunlu Varlık’ın bilgisinde
çokluğun bulunması gerekecekti. Oysa türlerin rableri, fertlerin devamını sağlayan ve
onlara niteliklerini veren, zatlarıyla kaim mücerret kâhir nurlardır.
Filozofumuza göre türlerin rableri olan tümellerin bilgisi, Eflatun’da olduğu
gibi, insan zihninde doğuştan mevcuttur ve fizik âlemdeki nesnelere ilişkin algılar
insana hatırlatma görevi yapıyor değildir. Sühreverdî’ye göre insan zihni, doğduğunda
boş bir levha gibidir; bilgiyi sonradan idrak yetileriyle elde eder.
170
Meşşâî felsefenin terminolojisinde Faal Akıl, dinî terminolojide Cebrail diye
isimlendirilen ve insan türünün rabbi olan mücerret kâhir nur, İbn Sînâda olduğu gibi
Sühreverdî felsefesinde de hem insanın varlığının hem de bütün bilgilerin ilkesidir.
Filozofumuz, bütün bilgileri ilke bazında Cebrail’le bağlamak suretiyle,
Peygamberin vahye dayalı bilgisini de bütün bilgilerin ilkesi olarak kabul etmektedir.
Bu bilgi, insana geldiği âlemi hatırlatan ve kendi âlemine ulaşmasını sağlayan bir
kurtuluş reçetesi olarak büyük bir öneme sahiptir. Bu reçetede yazılanları uygulayarak
vatanına ulaşacak ve bu bilgilerin işaret ettiği gerçekliği tecrübe ederek öğrenecek olan
insanın kendisidir. İşte Sühreverdî’nin epistemolojisinde bilgi elde etme süreci, aynı
zamanda insanî nefsin kendi vatanına dönüş yolculuğudur. Vahyî bilgi, bu yolculuğun
istikametini belirlemektedir.
Filozofumuz Faal Akl’ın Cebrail ile aynileşmesinde Fârâbî ve İbn Sînâ
modelini benimser; ancak Sühreverdî’nin felsefesinde Faal Akıl, Ay küresi olan onuncu
gök küresinin aklı değildir. O, yukarda da belirttiğimiz gibi, insan türünün rabbi olan
mücerret kâhir nurdur ve kâhir nurlar âleminde bulunmaktadır. Gök küreleri ise cisimler
âlemde bulunmaktadır ve onların, insanî neftse olduğu gibi mücerret müdebbir nur olan
nefsleri vardır.
Sühreverdî bilgi konusunu işlerken peygamberin vahyî bilgisinin nasıl
oluştuğuna yer vermez. Bilakis peygamberin bilgisini, huzûrî bilginin örneği olarak
gösterir. Metafizik âleme ilişkin böyle bir bilgi mevcuttur ve bunun en büyük
delililerinden biri de Peygamberin vahye dayanan bilgisidir.
Sühreverdî’nin bilgi kuramının merkezinde insan vardır. Elbette bütün bilgi
kuramlarının merkezinde, bilen varlık olması açısından insan vardır; ama Sühreverdî
için sadece bilen varlık olarak değil, öncelikle bilinmesi gereken varlık olarak da insan
merkezi bir konumdadır. Bilginin hem öznesi hem de nesnesi olarak insanın kendisi,
kendinden başka olanın bilgisini elde etmek için de ilk bilinmesi gerekendir. Zira bilgi,
bilenden ve bilinenden bağımsız olarak var olamaz. Bilgi, bilen özne ve bilinen nesne
arasındaki bir etkinliğin sonucunda ortaya çıkan üründür. Bilinen olmak, onu bilen
varlığı zorunlu kılar; çünkü bilinen her şey bir özne tarafından bilinmektedir. Bilen
171
öznenin o nesneyi bildiğine dair bilincinin olması gerekir: Biliyorum bilinci. İşte bu
bilince sahip olan, kendinin bilen bir varlık olduğunun bilincine öncelikle sahip
olmalıdır. Kendinin bilen bir varlık olduğunun bilincinde olmayan için ‘biliyorum’
deyimi bir anlam ifade etmeyecektir; bilmiyor da olabilir. Bu nedenle ‘biliyorum’
ifadesindeki ‘ben’ bilinmeyen olarak kalamaz.
Sühreverdî’nin bilgi kuramının merkezinde insanın bu şekilde merkezi bir
konuma sahip olması, bilgide ulaşılmak istenen nihai amaçla da yakından ilişkilidir.
Bilinmek istenenin Nurların Nuru, bilenin de ‘Nurların Nuru’ndan bir nur’ olduğu bu
bilme ilişkisi, ‘kendini tanıyan Rabbini tanır’ ifadesiyle formüle edilmiştir. Çünkü
mücerret müdebbir nur olan insanî nefs, Nurların Nuru’ndan işrâkla meydana gelen
kendini bilme yeteneğine sahip müceret nurların sonudur. Bu anlamda insanî nefsin
kendisi, Nurların Nuru’dan kendisine uzatılmış şua ipliğinin nihayetidir. İşte bu
anlamda kendini bilmek, Nurların Nuru’na ilşkin bilginin ilk adımıdır. Bu adım
atlıdığında Nurların Nuru da bilinmiş olacaktır.
Filozofumuz, böyle bir bilginin ancak, insanî nefsin kendi âleminde
bulunduğunda (huzûr) mümkün olacağını belirtir. Kendi âleminde bulunma, zihinsel
sezgiyle ya da hayal kurarak gerçekleşiyor değildir. Aslında insanî nefs kendi
âlemindedir; ancak bedenî ilişkiler sebebiyle cisimler âleminde olduğu için kendini,
cisimler âleminde ve ilişkide bulunduğu bedenden ibaret görmektedir. Onun kendi
âleminde bulunması, Plotinus’ta olduğu gibi, ma’rifet, riyazet, tefekkürle bedeni
güçlerini terbiye edip hâkimiyeti altına alarak kendi âlemine yönelmesi, nurlar
âleminden gelecek işrâklara kendini açmasıdır. Üç boyutlu resimler vardır; o resimlerde
bir noktaya yoğunlaşıldığında, bir anda görünen perde aralanarak resmin içindeki resim
açılır. Perdenin kalkmasıyla görüntünün ardındaki resim (bâtın) açıldığında, görünen
taraf (zahir) gizlenir, yokluğa bürünür. Sühreverdî’nin ifade ettiği bulunmanın (huzûr)
da böyle bir şey olduğunu düşünüyoruz. Ancak burada insanî nefs, önündeki resme
bakan bir insan gibi perdenin kalkmasıyla açılan bir gerçekliği müşahede ediyor yada
perdenin kalmasıyla gerçeklik kendisine yansıyor değildir; bu bulunma, insanî nefsin,
bedenî ilişkiler sebebiyle bulunduğu gerçekliğin fizikî boyutundan gaip olarak misaller
düzeyindeki boyutunda bulunması, misaller düzeyindeki boyutundan da gaip olarak
172
gerçekliğin mücerret nurlar düzeyinde bulunduğu kendi âleminde bulunmasıdır. İşte
filozofumuz böyle bir bulunmayı, Plotinus’ta olduğu gibi, kavramsal bilgiden üstün
kabul eder. Çünkü kavramlar, Bergson’da olduğu gibi, bilen ile bilinen nesne arasında
aracılık yapan simgeler olarak işlev görür ve baktığımız bakış açısından nesneyi
tanımamızı sağlarlar. Oysa bulunmayla müşahede edilen, doğrudan gerçekliğin
kendisidir. Böyle bir bilgide kesinliğe ulaştıran ise o şeyin müşahede edilmesi sebebiyle
meydana gelen sezgidir (hads). Meşşâî felsefedeki sezgi, bir anda oluşan bir bilgi çeşidi
veya sezgisel bilginin oluşumundan sorumlu bilmeleke aklın bir fonksiyonu iken
Sühreverdî’nin sezgi anlayışının temelinde, Faal Akıl’la ittisal seviyesinde Faal Akl’ın
işrâkıyla gerçekleşen müşahede vardır. Böyle bir sezgi, idrak eden özneyle idrak edilen
nesne arasında huzûrî işrâkî izafetin bulunduğu yerde, bir zaman süreci içinde
olmaksızın elde edilen bütün bilgileri kapsamaktadır.
Eşyanın, bulunduğu varlık derecesinde idrak edilerek bilindiği bilgi çeşidine
huzûrî bilgi adı verilmektedir. Bu bilgi, idrakin yönü mertebece aşağıda olana yönelik
olduğunda huzûrî işrâkî, yukarıda olana yönelik olduğunda huzûrî ittisâlî tecerrüdî
şuhûdî diye isimlendirilmektedir. Böyle bir bilme ilşkisinde ‘biliyorum’ demek,
kendinden üstekine nispet edildiğinde müşahede ediyorum, kendinden altındakine
nispet edildiğinde aydınlatıyorum (işrâk) demekle eşdeğerdir. Aydınlatmak ya da işrâk,
kuşatıcı bir şekilde bilmeyi ifade ederken, müşahede, aydınlatan kaynağı bilmeyi ifade
etmektedir. İşrâkî huzûrî bir bilme ilişkisi, bu anlamda, tek taraflı değil karşılıklı bir
bilme ilişkisini de ifade etmektedir. Zorunlu Varlık’ın eşyaya ilişkin bilgisine işaret
eden terim de huzûrî işrâkî deyimidir; çünkü var olan her şey O’ndan işrâkla taşan nur
olduğu gibi O, işrâkıyla her şeyi aydınlatmaktadır. Bu nedenle zerre miktarı bir şey bile
O’na gizli kalmamaktadır. Ancak her şeyin Nurların Nuru’ndan taşan nur olması,
panteist düşüncedeki varlığın birliği anlamına gelmemektedir. Varolan her şey, varoluş
işrâkıyla Nurların Nuru’ndan derece derece yayılan nurlardan ibarettir. Eşyanın O’nunla
birlikte ve O’na bağlı olması, güneşle güneş ışınları arasındaki ilişki gibidir; güneş
ışınları güneşin kendisi olmadığı gibi eşya da Nurların Nuru’nun kendisi değildir. Bu
nurlar, Nurların Nuru’ndan ve birbirlerinden yetkinlik ve eksiklik bakımından
ayrılmaktadır. İşte varlık âleminin bu şekildeki dereceli yapısı, Nurların Nuru etrafında
nur perdeleri oluşturmaktadır.
173
Huzûrî bilgi, bilenle bilinen arasındaki karşılıklı bir ilişkiden, işrâkî bir
izafetten ibaret olduğu için bilende çokluğu ve değişmeyi meydana getirmeyen bir
bilgidir; çünkü böyle bir bilginin meydana gelmesi, bilinenin bilenin algı alanı içinde
bulunmasını gerektirir. Algı alanı içinde bulunanın ise ona işaret edecek bir imgeye ya
da surete ihtiyacı yoktur. Böyle bir bilgi, ‘A, B’dir” şeklinde yüklemli bir bilgi de
değildir; bilgi ile bilginin nesnesi aynıdır ve bu şekildeki bir bilgilenme sürecinde,
bilmenin her safhasında bilinen tekil olandır.
Filozofumuza göre, varoluşun her mertebesine ilişkin bir ilk bilgi, ancak böyle
bir idrakle mümkün olmaktadır. Bu nedenle formel bilginin kendisine dayandığı bir ilk
bilgi, huzûrî işrâkî bir idrakle elde edildiği gibi soyutlamanın her safhası da insanî
nefsin idrak güçleri üzerindeki işrâkıyla gerçekleşmektedir. Ayrıca bilinenden
bilinmeyene, Meşşâî felsefedeki akıl yürütme metoduyla değil yine gerçekliğin huzûrî
işrâkî müşahedesiyle ulaşılmaktadır. Zira bir şeyi bilmeyen kimse, ulaşmak istediği
sonucun o şey olduğuna dair kesinliğe sahip değildir. Biliyorsa da, ulaşmak istediği
bilinmeyen değildir. Hâlbuki huzûrî işrâkî bir idrak, bilinen üzerine yükselerek
gerçekleşir. Bir bilgilenme düzeyi aşıldığında başka bir varlık düzeyindeki gerçeklik
kendisini açmaktadır. Bu nedenle duyularla idrak edilen âlemin gerçekliği, misal
âlemine yükselindiğinde, misal âleminin gerçekliği ise nurlar âlemine yükselindiğinde
huzurî işrâkî bir idrakle kuşatıcı bir şekilde bilinecektir.
Nurlar âlemine ilişkin böyle bir bilginin temelinde ise müşahede vardır.
Filozofumuz ister duyum ve tehayyül isterse aklî seviyede olsun, idrakin her safhasında
idrak edeninin insanî nefs olduğunun üzerinde ısrarla durur. Meşâî felsefede bilgi,
eşyanın duyularla gözlemlenmesi üzerine bina edilir. Gözlemle elde edilen duyum,
bilginin ilk verileridir. Sühreverdî, bilgilenmenin her düzeyde idrak edenin insanî nefs
olduğunu vurgulamak suretiyle, Meşşâî felsefedeki gözlem metodu üzerine insanî nefs
için nurlar âleminin müşahedesinin imkânını bina eder. Bilmenin ya da soyutlamanın
her aşamasında idrak eden insanî nefs ise ve o nurlar âlemine aitse, kendi âlemini idrak
etmek için duyu organları gibi aracılara ihtiyacı da yoktur. Kendi âlemini doğrudan
müşahede edebilecek yeteneğe sahiptir. Yapması gereken, bedenle ve cisimler âlemiyle
174
olan ilişkisini keserek mücerret nurlar âlemine yönelmesi, kendi âleminin müşahedesini
mümkün kılacak aydınlanma (işrâk) için kendi âleminde bulunmasıdır.
İşrâk, Sühreverdî felsefesinde her şeyin varlığa gelişini ve varlığının devamını
açıklayan ontolojik bir kavram olduğu kadar, varlığa ilişkin bilginin kaynağı olması
açısından epistemolojik bir kavram olarak da merkezi bir yere sahiptir. Elbette burada
işrâk bilgiyle eşanlamlı olarak kullanılıyor değildir; işrâk, bilme yeteneğine sahip olanı
bilfiil bilen, bilinme yeteneğine sahip olanı da bilfiil bilinen yapan bir aydınlanmadır.
Güneşin yeryüzünü aydınlattığında görme yeteneğine sahip olan gözün, görülebilecek
hale gelmiş nesneleri görmesi gibi.
Sühreverdî, formel bilgiyi elde etme yöntemi olan mantığın, düşünceyi
koruyucu bir âlet olarak bilinmesini gerekli görür ve eserlerine de mantıkla başlar.
Çünkü doğru sonuçlara ulaşmak doğru düşünmeyi bilmekle mümkün olmaktadır.
Ulaşılan sonuçları başkasına aktarabilmek ise doğru bir dilsel anlatımı gerektirmektedir.
Nitekim o, başka bir yolla, metafizik bir aydınlanma ile müşahede ederek elde ettiği
bilgiyi, mantığın öngördüğü dilsel formülleri kullanarak ifade etmiştir. Dilsel bir
anlatıma dönüştürülen her bilgi gerçekliğin kendisine işaret eden imgeler olarak işlev
görür. İmge, hiçbir zaman gerçekliğin kendisi değildir ve bilgi açısından sembolik değer
taşır. Bu sembollerin işaret ettiği gerçeklik, sadece gerçekliğin kendisi müşahede
edildiği zaman bilinebilecektir. Bu nedenle işrâkî bir müşahedeyle elde edilen huzûrî
bilgi, sözcüklerin sadece zahirî anlamlarıyla yetinilip çürütülebilecek nitelikte bir bilgi
değildir. Filozofumuz, işrâk talibine –ne kendisini ne de bir başkasını- taklit etmeyi
değil tecrübeyi tavsiye eder.
Sühreverdî’nin felsefesinde bütün varlık âlemi, en tam ve en mükemmel olan,
ötesi düşünülemeyen Nurların Nuru’ndan taşan nurdur ve kaynağına yakınlığı ve
uzaklığı nispetinde dereceli bir yapı oluşturur. Kaynağa daha yakın olan nur, nurluluk
bakımından daha tam, uzak olan ise daha eksiktir. Bu nedenle var olan her şey özünde
nur olsa bile kendinden üstündekine nispetle gölge gibidir. Kaynaktan uzaklaştıkça da
bu gölgedeki karanlık artacağından dolayı varlık sözcüğü, onun felsefesinde bütün
varlık katmanlarına eşit derecede izafe edilemez.
175
Varlık âleminin bu şekildeki dereceli yapısı onun bilgi anlayışını da
belirlemektedir. Bir varlık derecesi hakkında kuşatıcı bir bilgiye sahip olmak, derece
bakımından onun üzerine yükselmeyi gerektirmektedir.
Cisimler âlemi, eşyanın duyular aracılığıyla idrak edildiği âlemdir ve bu idrak
seviyesinde insan, kendini bedenden ibaret görmektedir. İnsan kendisine ve dolayısıyla
cisimler âlemine ilişkin daha tam bir bilgiyi, cisimler âleminin misalî gerçekliğinin
bulunduğu misal âlmine yükseldiğinde idrak edecektir. Misal âlemi, cisimler âlemine
nispetle eşyanın daha fazlar ‘var’ ve daha fazla ‘nur’ olduğu âlemdir. Sühreverdî
epistemolojisinde idrakin bu seviyesi, zihnî bir soyutlama aşaması değil; bilakis insanî
nefsin, eşyanın misaller halinde bulunduğu bir varlık düzeyinde bulunmasıdır. Başka bir
deyişle insanî nefsin, eşyaya ilişkin hayal gücündeki imgeleri değil, eşyanın misal
âlemindeki misalî gerçekliğini duyularla idrak edilen âlemdekine nispetle daha tam,
daha var haliyle idrak etmesidir. Eşyanın misalî gerçekliğinin bulunduğu âlemde
bulunmak, duyu organlarının cisimler âlemine yönelik idrakini kapayıp insanın misal
âlemine yönelmesiyle, duyulardan soyutlanmayla mümkündür. Ancak bu düzeyde de
insan ve dolayısıyla eşya, henüz tam haliyle idrak edilmiş değildir.
Eşyanın bütün biçimlerden, büyüklüklerden sıyrılarak daha tam bir şekilde
idraki ise aklî idrak düzeyinde gerçekleşmektedir. Bu seviyede gerçekleşen idrak,
imgeler düzeyinde soyutlanmış olan duyu verilerinin zihnî bir soyutlaması değil, insanî
nefsin, bedene ilişkin bütün yönelimlerinden arınarak kâhir nurlar âlemine
yükselmesidir. İşte soyutlama, Sühreverdî’nin bilgi kuramında, insanî nefsin duyu
verileri üzerinde işlem yapma gücü olan düşünme vasıtasıyla genellemeler yaparak
soyut kavramlara ulaşma değil, cisim özelliği taşıyan eşyaya ilişkin bütün
yönelimlerden insanî nefsin kendini arındırmasıdır.
Cisim ve cisme ilişkin bütün niteliklerden mücerret nur olan insanî nefsin
kendini bilfiil bilmesi işte bu idrak düzeyinde gerçekleşmektedir. Kendini, ilkesi olan
kâhir nurun işrâkıyla bildiğinde, bu işrâkın kendine nereden geldiğini de bilecek ve
işrâkın sahibi bilinemez olarak kalmayacaktır. İlkesi olan kâhir nurdan insanî nefsin
üzerine gelen işrâklar onu, kendini müşahede etmesine engel olan beden ve bedenî
ilişkilerden gaybette bırakarak kendi âlemi olan nurlar âleminde bulunmasını
176
sağlayacaktır. Üzerine gelen bu işrâkların artmasıyla insanî nefsin nurluluğu türünün
rabbi olan Nur’un kâhir nurunda eridiğinde, işte bu düzeyde rabbini, O’na ‘ben’ diye
işaret edecek derecedeki bir kesinlikte müşahede edecektir. Böyle bir müşahedede
görenle görülenin aynileşmesi, ontolojik değil, güneş doğduğunda yıldızların
kaybolması gibi epistemolojik bir aynileşmedir.
Kâhir nurlar âlemindeki bilme yolculuğunun nihayeti ise bu âlemin güneşi gbi
olan Nurların Nuru’dur. İnsanî nefs, kendi ‘ben’ini Nurların Nuru’nun vasıtasız
işrâkıyla idrak ettiğinde Nurların Nuru’nu da müşahede edecektir. Ve kendilik bilinci
Nurların Nuru’nun kahhâr nurunda eridiğinde, O’nun dışındaki her şeyin yokluğa
büründüğü ve bütün eşyanın kendisinde tükendiği ‘BEN’ idrakine ulaşacaktır.
İşte filozofumuza göre insanın ne olduğuna ilişkin tümel bir bilgiye ulaşma
süreci, düşünme aktivitesiyle gerçekleştirilen soyutlama süreci değil, insanî nefsin
çeşitli varlık derecelerinde yaşayarak gerçekleştirdiği ‘ben’i bilme sürecidir. Sühreverdî,
insanın, kendisine ‘ben’ diye işaret edilen özden ibaret olduğunu belirtmekte ve bu
‘ben’i, ‘kendini idrak eden varlık’ olarak tanımlamaktadır. İnsanın ne olduğuna ilişkin
tümel bir bilgiye de Meşşâî felsefedeki kavramsal soyutlama yoluyla değil, böyle bir
bilme süreciyle yaşanarak elde edilebileceğini belirtmektedir. Böyle bir tecrübî ‘ben’
üzerinden elde edilen ‘ben’ tanımı, bu tecrübeye yaşamayan kimseye asla ayne’l-yakîn
kesinlik derecesinde bir bilgi ifade etmeyecektir. Filozofumuz, kavramsal soyutlatlama
yoluyla tümelleştirilerek elde edilen insanın, ‘düşünen canlı’ şeklinde tanımlayarak
nesnelleştirmek yerine, yaşayarak ulaşılan ‘ben’i, aynı tecrübeyi yaşayan her kesin
hemfikir olacağı ‘kendini idrak eden varlık’ şeklinde tanımlayarak nesnelleştirmektedir.
Böyle bir nesnelleştirme, bir şeyin tekil olan öznel tecrübesinin başkalarına dille
anlatılması ve aynı tecrübeyi yaşayan bu başkalarının ne söylendiğini anlamasıyla tümel
hale gelmektedir. Böyle bir tecrübî ‘ben’ üzerinden kendini idrak eden herkes, ‘ben’
mefhumunun, ben mefhumu olması açısından, kendisine ‘ben’ diye işaret edilen
Zorunlu Varlık da dâhil her varlığı kapsadığını ve ‘ben’in, ‘kendini idrak eden varlık’
olduğunu bilecektir.
Böyle bir bilgilenmenin en kısa ifadesi ise tadan bilir olacaktır; tatmayan da
bilmez elbet.
177
KAYNAKÇA
Kitaplar
Arslan, Ahmet. Felsefeye Giriş. 7. Basım. Ankara: Vadi Yayınları, 2002.
________. İlkçağ Felsefe Tarihi. 1. Basım. İzmir, 1995.
Aster, Ernst Von. Bilgi Teorisi ve Mantık. Macit Gökberk (çev). İstanbul: Soysal Yayınlar, 1994.
Cevdet Paşa, Ahmet. Mi’yâr-ı Sedât. Hasan Tahsin Feyizli (sdl). Ankara: Fecr Yayınevi, 1998.
Corbin, Henry. “Prolégomènes”, Henry Corbin (Ed). Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrak I içinde. Tehran: Müessese-i Mütâleât ve Tahkîkât-ı Ferhengî (Pijûhişgâh), 1993/1372, ss.I-LXXX.
________. History of Islamic philosophy. Liadain Shherrad (çev). London: Kegan Paul International, 1993.
________. İslâm Felsefesi Tarihi. Hüseyin Hatemi (çev). İstanbul: İletişim Yayınları, 1986.
________. “Önsöz 5”, Fevzi Topaçoğlu (çev). İslâm Felsefesinde Sembolik Hikâyeler içinde. Derya Örs ve diğerleri (drl). 2. Basım, İstanbul: İnsan Yaınları, 2003, ss. 115-128.
________. “Ma’nâ-yı Nur der Hikmet-i Ma’neviyy-i Sühreverdî”, Fâtıma Veliyyânî (trc). Hired-i Câvidân içinde. Ali Asğar Muhammed Hânî ve Hasan Seyyid Arab (drl). Tehran: Ferzan, 1377, ss.679-683.
Çüçen, A Kadir. Bilgi Felsefesi. 1. Basım. Bursa: Asa Kitabevi, 2001.
________. Klasik Mantık. 1. Basım. Bursa, Asa Kitabevi, 2004.
Dinânî, Gulam Hüseyin İbrahimî. Felsefe-i Sühreverdî. 2. Basım. Tehran: İntişârât-ı Hikmet, 1366.
Durusoy, Ali. İbn Sînâ Felsefesinde İnsan ve Âlemdeki Yeri. 1. Basım. İstanbul: Marmara Üniversitesi İFAV Yayınları, 1993.
Ebû Reyyân, Muhammed Ali. Usûlü’l-Felsefeti’l-işrâkiyye inde Şehâbeddîn es-Sühreverdî. İskenderiye: Dâru’l-Ma’rifeti’l-Câmiiyye, 1987.
178
Fârâbî, Ebû Nasr Muhammed b. Muhammed Tarhan, Kitâbu’l-Cem’ beyne ra’yi’l-hakîmeyn. Albert Nasrî Nâdir (thk). 4. Basım. Beyrut: Dâru’l-Maşrık, 1985.
Gazâlî, Nur Metafiziği: Mişkâtü’l-envâr. A. Cüneyd Köksal (çev). İstanbul: Gelenek Yayıncılık, 2004.
Gutas, Dimitri. “Sezgi ve Düşünme: İbn Sînâ Epistemolojisinin Evrilen Yapısı”, İbn Sînâ’nın Mirası içinde. M. Cüneyt Kaya (drl ve çev). İstanbul: Klasik, 2004, ss.97-131.
Hilâl, İbrahim İbrahim. Nazariyyetü'l-Ma'rifeti'l-İşrâkiyye I. Kahire: Dârü'n-Nahdati'l-Arabiyye, 1977.
Izutsu, Toshihiko. İslam Mistik Düşüncesi Üzerine Makaleler. Ramazan Ertürk (çev). İstanbul: Anka Yayınları, 2001.
İbn Kemmûne, et-Tenkîhât fî şerhi’t-Telvîhât: el-Fennü’l-evvel fi’l-mantık. Süleymâniye Ktp., Hekimoğlu Ali Paşa, nr.854.
________. et-Tenkîhât fî şerhi’t-Telvîhât: el-Fennü’s-sâlis fi’l-ilâhî. Süleymâniye Ktp., Hekimoğlu Ali Paşa, nr.854.
________. Hossein Ziai ve Ahmed Alwishah (Ed). et-Tenkîhât fî şerhi’t-Telvîhât: el-Fennü’s-sânî fi’t-tabî’î. California: Mazda Publishers, 2003.
İbn Rüşd, Faslu’l-makâl. H. Bekir Karlığa (çev). İstanbul: İşaret Yayınları, 1992.
İbn Sînâ, “Risaletü’t-Tayr”, Sühreverdî (trc). Seyyid Hüseyin Nasr ve Hanry Corbin (Ed). Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde. 3.Basım. Tehran: Pijûhişgâh-i Ulûm-i İnsanî ve Mütâleât-ı Ferhengî, 2001/1380, ss.197-205.
Kutbuddîn Şirâzî, Allâme Mahmûd b. Mes’ud Kâzerûnî, Şerhu Hikmeti’l-işrâk-i Süvreverdî. Abdullah Nurânî ve Mehdî Muhakkık (nşr). Tehran: Müessese-i Mutâleât-ı İslâmî Dânişgâh-ı Mc Gill Şûbe-i Tehran, 2001/1380.
Kutluer, İlhan. Felsefe Tasavvuru. 1. Basım. İstanbul: İz Yayıncılık, 1996.
Marcotte, Roxanne. “Philosophical Reason versus Mystical Intuition: Shihâb al-Dîn Suhrawardî”, Anaquel de Estudios Árabes VII içinde. Madrid: Universidad Complutense de Madrid Facultad de Filologia, 1990, ss.109-125.
Muvahhid, Samed. Ser-Çeşmehây-i Hikmet-i İşrâk. 1. Basım. Tehran: İntişârât-i Firârûn, 1995.
Nasr, Seyyid Hüseyin. “Şihâbeddîn Sühreverdî Maktul”, M. Alper Tuğsuz (çev), M. M. Şerif (Ed). İslâm Düşüncesi Tarihi içinde. M. M. Şerif (Ed). İstanbul: İnsan Yayınları, 1990, ss.411-435.
179
________. Se Hâkim-i Müselmân. Ahmad Ârâm (trc). Tehran: Şirket-i İntişârât-ı ilmî ve Ferhengî, 1382.
________. Üç Müslüman Bilge. Ali Ünal (çev). İstanbul: İnsan Yaınları, 1985.
Netton, Ian Richard. “The Neoplatonic Subsrate of Suhrawardi’s Philosophy of Illumination”, Leonard Lewisohn (Ed). The Legacy of Mediaeval Persian Sufism içinde. London: Khaniqahi-Nimetullahi Publication, 1992, ss.247-260.
Özlem, Doğan. Mantık. 6. Basım. İstanbul: İnkılâp Yayınları, 1999.
Pears, David. Bilgi Nedir? Abdulbaki Güçlü (çev). Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 2004.
Plotinus. Enneadler. Zeki Özcan (çev). 1. Basım. Bursa: Asa Kitabevi, 1996.
Randall Jr. (John –Herman) ve Justus, Buchler. Felsefeye Giriş. Ahmet Arslan (çev). İzmir: Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Yayınları, 1982.
“Risale-i Hayy İbn Yekzân (İbn Sînâ) ve Şerhi”, İslâm Felsefesinde Sembolik Hikâyeler içinde. ss.23-77.
Sühreverdî, Şihâbuddîn Ebu'l-Fütûh Yahyâ ibn Habeş ibn Emîrek. “Hikmetü’l-işrâk”, John Walbridge – Hossein Ziai (Ed). The Philosophy of Illumination içinde. 1. Basım, Utah: Birigham Young University Pres, 1999, ss.1-163.
________. “Kitâbu’t-Telvihâti’l-levhiyye ve’l-‘arşiyye: el-ilmü’s-sâlis”, Henry Corbin (Ed), Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk I içinde. Tehran: Müessese-i Mütâleât ve Tahkîkât-ı Ferhengî (Pijûhişgâh), 1993/1372, ss.1-121.
________. “Kitâbu’l-Mukâvemât”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk I içinde. ss.123-192.
________. “Kitâbu’l-Meşâri’ ve’l-mutârahât: el-İlmü’s-sâlis”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk I içinde. ss.193-506.
________. “Âvâz Per-i Cebrail”, Seyyid Hüseyin Nasr ve Hanry Corbin (Ed). Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde. 3.Basım. Tehran: Pijûhişgâh-i Ulûm-i İnsanî ve Mütâleât-ı Ferhengî, 2001/1380, ss.207-223.
________. “Elvah-ı İmâdî”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde. ss.109-195.
________. “Yezdân-ı Şinâht”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde. ss.403-459.
________. “Pertevnâme”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde. ss.1-81.
180
________. “Fî Hâleti’t-tufûliyye”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde. ss.251-266.
________. “Heyâkilü’n-nur”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde. ss.83-108.
________. “Bustânu’l-kulûb”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde. ss.333-401.
________. “Risaletü’l-İbrâc”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde. ss.461-471.
________. “Fî Hakikati’l-aşk”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde. ss.267-291.
________. “Akl-i Surh”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde. ss.225-239.
________. “Lügat-i Mûrân”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde. ss.333-401.
________. “Safîr-i Simurk”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk III içinde. ss.313-332.
________. “el-Lemehât”, Necefkuli Habibi ve Seyyid Hüseyin Nasr (Ed). Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk IV içinde. Tehran: Pijûhişgâh-i Ulûm-i İnsânî ve Ferhengî, 1380/2001, ss.141-241.
________. “Kelimetü’t-Tasavvuf”, Mecmua-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk IV içinde. ss.99-139.
________. “Kıssatu’l-Kurbetü’l-garbiyye”, İsmail Yakıt (çev). İslâm Felsefesinde Sembolik Hikâyeler içinde. ss.97-106.
________. “et-Telvîhât: el-ilmü’s-sânî fi’t-tabî’î”, Hossein Ziai ve Ahmed Alwishah (Ed). İbn Kemmûne. et-Tenkîhât fî-şerhi’t-Telvîhât: el-Fennü’s-sânî fi’t-tabî’î içinde. California: Mazda Publishers, 2003, ss.3-461.
________. Kitâbu’t-Telvîhâti’l-levhiyye ve’l-arşiyye; el-İlmü’l-evvel fi’l-mantık. Süleymaniye Ktp., Hekimoğlu Ali Paşa, nr.854.
Şehrezûrî, Şemseddin Muhammed. Nüzhetü’l-ervâh ve ravdatu’l-efrâh: Tarihu’l-Hukemâ. Abdulkerim Ebû Şuveyrib (thk). Trablus: Cemiyyetü’t-Da’vetü’l-İslâmiyyeti’l-Âlemiyye, 1988.
________. Şerhu Hikmeti’l-işrâk. Hossein Ziai (tsh). Tehran: Mevsûatu’l-mutâla’ât ve tahkîkât-ı ferhengî, 1372.
Şirâzî, Mansur b. Muhammed Deştegî. İşrâk-ı Heyâkili’n-nur an zulumât-i şevâkili’l-gurûr. Ali Ucîbî (thk). Tehran: Miras-ı Mektub, 2003/1382.
181
Yazdi, Mehdi Ha’iri. The Principles of Epistemology in Islamic Philosophy. 1. Basım. Albany: State University of New York Press, 1992.
Yörükan, Yusuf Ziya. Şihâbeddîn Sühreverdî ve Nur Heykelleri. A. Kamil Cihan (sdl). İstanbul: İnsan Yayınları, 1998.
Ziai, Hossein. “Translator’s Introduction”, The Philosophy of Illumination içnde. ss.xv-xxxvii).
________. “Mukaddime-i Musahhih”, Şehrezûrî, Şerhu Hikmeti’l-işrâk içinde. ss.23-75.
Ziai, Hossein ve Ahmed Alwishah. “Introduction”, et-Tenkîhât fî şerhi’t-Telvîhât içinde. ss.1-47.
Walbridge, John. The Wisdom of The Mystic East. 1. Basım. Albany: State University of New York Press, 2001.
182
Süreli Yayınlar
Abdulmecîd, “Şerh-i Muennisü’l-Uşşâk-i Sühreverdî”, Mes’ud Kasımî (tsh). Ma’ârif. Cilt.4, Sayı.1, Ferverdîn-Tîr 1366, ss.149-163.
Bekrî, Alâu’d-dîn. “”el-İşrâkiyye”, el-Mevsûatü’l-Arabiyye. Cilt.2, Dimeşg, 2000.
Çubukçu, İbrahim Agâh. “Sühreverdî ve İşrâkiyye Felsefesi”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. Cilt.XVI, 1968, ss.177-200.
el-Acem, Refik. “Gazâlî’nin Mantık Kitaplarında Tanım Konusu”, Ahmet Kayacık (çev), İslâmî Araştırmalar Dergisi. Cilt.13, Sayı.3-4, 2000, ss.321-339.
Erdoğan, İsmail. “İşrâkilik’in İslam Felsefesi İçerisindeki Yeri ve Kaynakları” Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. Sayı. 8, 2003, ss.159-178.
Kuşpınar, Bilal. “Mulla Sadra’s Criticism of İbn Sînâ and al-Suhrawardî on The Problem of God’s Knowledge”, İslâmî Araştırmalar Dergisi. Cilt.5, Sayı.1, Ocak 1991, ss.45-55.
Landolt, Herman. “Suhrawardi’s “Tales of Initiation”, Journal of the American Oriantal Sociaty. Cilt.107/3, 1987, ss.475-486.
Nasr, Seyyid Hüseyin. “Suhrawardî: The Master of Illumination, Gnostic and Martry”, Journal of The Regional Cultural Institute. Vol.2, No.1, Tehran: Regional Cultural Institute, 1969, ss.209-225.
Okudan, Rıfat. “Şeyhu’l-İşrâk Sühreverdî’nin Tasavvufî Görüşleri”, EKEV Akademi Dergisi. Sayı.22, Kış 2005, ss.111-126.
Omîd, Mesud. “Ma’rifet-i Şinâsi-yi Şeyh-i İşrâk”, Mecmua-i Makâlât-i Mutâleât-i İranî. Vol.1, No.1, 1378/1999.
Seccâdî, Seyyid Cafer. “Havâs-ı Penç-gâne ez-Nazar-ı Felsefe-i İşrâk”, Mecelle-i Dânişkede-i Edebiyyât ve Ulûm-i İnsanî. Cilt.23, Sayı.1-2, Bahâr ve Tâbistân 1976, ss.279-287.
Užlavins, Algis. “Divine Light in Plotinus and al-Suhrawardî”, Sacred Web: a Journal of Tradition and Modernity. No.10, January 2003, ss.73-89.
Webb, Giselda. “An Exegesis of Suhrawardi’s The Purple Intellect (‘Akl-i surkh)”, The İslâmic Quarterlî. Vol.XXVI, No.4, 1982, ss.194-210.
183
Ansiklopediler
Arnaldez, R. “Ishrâk”, The Encyclopedia of Islam. Vol..IV, Leiden: E. J. Brill, 1978.
________. “Ishrâkiyyûn”, The Encyclopedia of Islam. Vol.IV, Leiden 1978.
Dâyiratu’l-meârif-i teşeyyu’. “Işrâk”, Cilt.2, Tehran, 1368.
Izutsu, Toshihiko. “İrâkiyah”, Encyclopedia of Religion. Vol.7, New York: The Macmillan Co., 1987.
Kaya, Mahmut. “İşrâkiyye”, TDV İslam Ansiklopedisi. Cilt.23, İstanbul 2001.
Ziai, Hossein. “al-Suhrawardî”, The Encyclopedia of Islam. Vol.IX, Leiden: Koninklijke Brill, 1997.
Sözlükler
İbn Manzûr. Lisânü’l-Arap. “‘a-y-n” mad., Kâhire: Dâru’l-hadîs, 2003.
________. Lisânü’l-Arap. “ş-h-d” mad., Kâhire: Dâru’l-hadîs, 2003.
________. Lisânü’l-Arap. “Teellüh”, Kâhire: Dâru’l-hadîs, 2003.
Seccâdî, Seyyid Cafer. Ferheng: Lüğât ve Istılâhât-i Felsefî. “Teelüh”, Tehran: Çaphâne-i Sa’dî, 1338.
184
Kutsal Kitaplar
Kur’an. Hac Suresi, Ayet 70, 74.
Kur’an. Enfal Suresi, Ayet 24.
Kur’an. Fecr Suresi, Ayet 28.
Kur’an. Fâtır Suresi, Ayet 10.
Kur’an. Nisâ Suresi, Ayet 75, 171.
Kur’an. Secde Suresi, Ayet 7-9.
Kur’an. Meryem Suresi, Ayet 17,
Kur’an. Lokman Suresi, Ayet 20, 27.
Kur’an. Kehf Suresi, Ayet 109.
Kur’an. Nâziât Suresi, Ayet 4-5.
Kur’an. En’am Suresi, Ayet 14, 76.
Kur’an. Mücadele Suresi, Ayet 22.
Kur’an. Saffât Suresi, Ayet 104.
Kur’an. Hicr Suresi, Ayet 29.
Kur’an. İsrâ Suresi, Ayet 60, 85.
Kur’an. Tîn Suresi, Ayet 4.
Kur’an. Mü’min Suresi, Ayet 64.
Kur’an. İbrahim Suresi, Ayet 26, 48.
Kur’an. Alak Suresi, Ayet 4,5.
Kur’an. Necm Suresi, Ayet 5-6, 8.
Kur’an. Şuarâ Suresi, Ayet 193.
Kur’an. Tekvir Suresi, Ayet 20-21
Kur’an. Nahl Suresi, Ayet 102.
Kur’an. Neml Suresi, Ayet 6.
185
Kur’an. Rahman Suresi, Ayet 3,4, 26, 27.
Kur’an. A’raf Suresi, Ayet 143.
Kur’an. Bakara Suresi, Ayet 255.
Kur’an. Ahzap Suresi, Ayet 41.
Kur’an. Müzzemmil Suresi, Ayet 8
Kur’an. A’lâ Suresi, Ayet 14-15.
Kur’an. Ra’d Suresi, Ayet 12, 39.
Kur’an. Tevbe Suresi, Ayet 40.
Kur’an. Fetih Suresi, Ayet 4.
Kur’an. Kasas Suresi, Ayet 88.
Kur’an. Hadîd Suresi, Ayet 22.
Kur’an. Kamer Suresi, Ayet 52,53.
Kur’an. Abese Suresi, Ayet 15,16.
Kur’an. Yunus Suresi, Ayet 61.
Kur’an. Sebe’ Suresi, Ayet 3
Kur’an. Tâ Hâ Suresi, Ayet 109-110.
186
Tezler
Toktaş, Fatih. “Meşşâî Felsefeye Yöneltilen Eleştiriler”, Yayınlanmamış Doktora Tezi. Ondokuz Mayıs Üniversitesi SBE, 2001.
Yenen, Halide. “İbn Sînâ’da İlimler Tasnifi”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Marmara Üniversitesi SBE, İstanbul, 2001.
İnternet
al-Suhrawardi, Shihab al-Din Yahya (1154-91). (ty.). http://www.muslimphilosophy. com/ip/rep/H031.htm (10 Mayıs 2007).
Shihab al-Din Suhrawardi. (ty.). http://en.wikipedia.org/wiki/Shihabuddin Yahya as-Suhrawardî (10 Mayıs 2007).