Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

62
3 Sen geldin ya, ey ramazan!… Kuruyan damarlarımıza kan, gözlerimizin ferine can geldi. Yeşile hasret gönül dağlarında açtı çiçekler… Mer- hamet ağacının yaprakları yeşerdi. Sonbahar hüzünleri geride kaldı. Rahmet bulutlarını sağıyor nurlu nazarlar… Gönül göğümde neşeyle uçuşuyor kuşlar… Yüreklerin narı nura tebdil oluyor bu rahmet göğünün altında. Heybemde sakladığım bir tutam huzur, en zor vaktimde senin rahmet ve saadet ikliminde abad eyledi keyfi kaçan kalbimi. Gök- lerime taşıdığın ateşböcekleri karanlığıma ışık oldu. Sen geldin ya, ey ramazan!… Yüzümüzün karası yerini berrak gölgelere bıraktı. İçimdeki karaların üstüne ak bir tabaka oldun. Süvey- da’nın karalığı yok oldu gitti. İçimde günahlarımı yakan yangın oldun. Hücrelerimi temizledi ateşin. Secdeleri ısıt- tı mübarek alınların ateşi. Ruhumu huzur tepelerine uçu- ran bir çiſt kanat oldun. Rüyalarımı süsledin çepeçevre. Viran bahçelerimi bezeyen gonca gülümsün sen. Çöl suya nasıl hasretse bizler de öyle hasrettik sana. Onun içindir ki gözlerimiz yollarını gözledi on bir ay boyunca. İşte gel- din, dünyamızı mamur eyledin. Sen geldin ya, ey ramazan!… İçimi kemiren aç kurtların düşmanı oldun. Ruhumun paslı menteşelerini cilaladın. Yüreğimin zincirlerini kır- dın halka halka… Azat ettin basiret nazarlarımı. Baharı soludum kışın ortasında. Şüphelerim yok olup gitti bir bir… Dağıldı kalbimi yoran eârım… Ayak izlerini takip ederek doyumsuz hazlara ulaştım. Ertelemeden doyasıya yaşadım sevinçleri. Endişelerimin anlamsızlığına tercü- man oldun. Etrafımda kol gezen ihanetlere fırsat verme- din. Yunusça sevgilerle, Mevlanaca hoşgörülerle yumu- şattın benliğimi. Silindi zamanın tozları aşk süpürgesiyle. Akşamın karanlığı sabahın duruluğunda kaybolup gitti. Sen geldin ya, ey ramazan!… Zihnimi kurcalayan sorular cevap buldu. Yıllar yılı kendimle süren kavgalarım barışın sükûnetinde yok olup gitti. Sen kapımın eşiğinde durdukça sancılarım tekerrür etmez bir daha. Kaygılarım anlamını kaybeder ilelebet… Gece sayıklamalarım yerini rahmani rüyalara bırakır. Menzile varmak için tükenmez bir enerjiyle donanır ruhum… Güneş yüzlü dev adamlar girer rüyalarıma. Harlanmış yüreğim ateşini verir toprağa. Yalınayak düşe- rim gönül sahillerine. Kumların kızgınlığına bahşederim korlaşan ateşimi. Rüzgârlara saldığım saçlarımın esintisi içimi ferahlatır. Yaşadığımı hissederim bütün iştahımla. Sen geldin ya, ey ramazan!… Gönül sürgünlerimin kutlu durağı oldun. Sığındım sevgine, şeatine, merhametine. Şeffaflaştı gizli saklı duygularım. Aynalar tuttum yüreğime… Her soluk alı- verişinde sis çöktü aynalara. Kuruyan gönül çağlayanları tekrar coşkunca akmaya başladı. Açık denizlerde kaybo- lan gemilerim ancak buldu rotasını. Kıblemin önündeki engeller kalktı birer birer… Hafızam fitne ve fesat çöplüğü olmaktan kurtuldu bir anda. Çelikleşti hakikati kavrayan iradem… Yalnızlıklarım son buldu, kalabalıklaştı gönül coğrafyam… Yüreklerden sızan lavlar doldurdu günah çukurlarını. Cehennem kapandı bir ay boyunca. Güzel- likler davranışa dönüşünce dünya güzelleşti alabildiğine. İman bağıyla bağlandı kardeşlik… Sen geldin ya, ey ramazan!… Gerçek manasını buldu hayat… Yaşanmışlıklar haki- katin süzgecinden geçirildi. Yalan tortuları temizlendi birer birer… Kâlû belâ’da verdiğim sözü hatırlattın bana. Utan- dım bir kez daha hakikate yüz çevirmişliğimden. Pişman- lıklarımı aşırdın Ağrı Dağı’nın tepesinden. Gönül ateşle- rinde pişirdin benliğimi. Evvel hamdım, sonra piştim, ahir yandım… Şımaran nefsimi terbiye ettin iman ocağında. Kabuk bağlayan yaralarım derman buldu seninle… Akıl ağacının meyvelerini koydun idrak sepetine. Avundum önüme serdiğin manevi nimetlerle. Oruçla birlikte gül kok- tu kirli nefesler… Ey ramazan yeniden doğdum seninle… M. Nihat MALKOÇ

description

Siyer-i Nebi Dergi 28. Sayısı

Transcript of Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

Page 1: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

33

Sen geldin ya, ey ramazan!…

Kuruyan damarlarımıza kan, gözlerimizin ferine can geldi. Yeşile hasret gönül dağlarında açtı çiçekler… Mer-hamet ağacının yaprakları yeşerdi. Sonbahar hüzünleri geride kaldı. Rahmet bulutlarını sağıyor nurlu nazarlar… Gönül göğümde neşeyle uçuşuyor kuşlar… Yüreklerin narı nura tebdil oluyor bu rahmet göğünün altında. Heybemde sakladığım bir tutam huzur, en zor vaktimde senin rahmet ve saadet ikliminde abad eyledi keyfi kaçan kalbimi. Gök-lerime taşıdığın ateşböcekleri karanlığıma ışık oldu.

Sen geldin ya, ey ramazan!…

Yüzümüzün karası yerini berrak gölgelere bıraktı. İçimdeki karaların üstüne ak bir tabaka oldun. Süvey-da’nın karalığı yok oldu gitti. İçimde günahlarımı yakan yangın oldun. Hücrelerimi temizledi ateşin. Secdeleri ısıt-tı mübarek alınların ateşi. Ruhumu huzur tepelerine uçu-ran bir çift kanat oldun. Rüyalarımı süsledin çepeçevre. Viran bahçelerimi bezeyen gonca gülümsün sen. Çöl suya nasıl hasretse bizler de öyle hasrettik sana. Onun içindir ki gözlerimiz yollarını gözledi on bir ay boyunca. İşte gel-din, dünyamızı mamur eyledin.

Sen geldin ya, ey ramazan!…

İçimi kemiren aç kurtların düşmanı oldun. Ruhumun paslı menteşelerini cilaladın. Yüreğimin zincirlerini kır-dın halka halka… Azat ettin basiret nazarlarımı. Baharı soludum kışın ortasında. Şüphelerim yok olup gitti bir bir… Dağıldı kalbimi yoran efk ârım… Ayak izlerini takip ederek doyumsuz hazlara ulaştım. Ertelemeden doyasıya yaşadım sevinçleri. Endişelerimin anlamsızlığına tercü-man oldun. Etrafımda kol gezen ihanetlere fırsat verme-din. Yunusça sevgilerle, Mevlanaca hoşgörülerle yumu-şattın benliğimi. Silindi zamanın tozları aşk süpürgesiyle. Akşamın karanlığı sabahın duruluğunda kaybolup gitti.

Sen geldin ya, ey ramazan!…

Zihnimi kurcalayan sorular cevap buldu. Yıllar yılı kendimle süren kavgalarım barışın sükûnetinde yok olup gitti. Sen kapımın eşiğinde durdukça sancılarım tekerrür etmez bir daha. Kaygılarım anlamını kaybeder ilelebet… Gece sayıklamalarım yerini rahmani rüyalara bırakır. Menzile varmak için tükenmez bir enerjiyle donanır ruhum… Güneş yüzlü dev adamlar girer rüyalarıma.

Harlanmış yüreğim ateşini verir toprağa. Yalınayak düşe-rim gönül sahillerine. Kumların kızgınlığına bahşederim korlaşan ateşimi. Rüzgârlara saldığım saçlarımın esintisi içimi ferahlatır. Yaşadığımı hissederim bütün iştahımla.

Sen geldin ya, ey ramazan!…

Gönül sürgünlerimin kutlu durağı oldun. Sığındım sevgine, şefk atine, merhametine. Şeff afl aştı gizli saklı duygularım. Aynalar tuttum yüreğime… Her soluk alı-verişinde sis çöktü aynalara. Kuruyan gönül çağlayanları tekrar coşkunca akmaya başladı. Açık denizlerde kaybo-lan gemilerim ancak buldu rotasını. Kıblemin önündeki engeller kalktı birer birer… Hafızam fitne ve fesat çöplüğü olmaktan kurtuldu bir anda. Çelikleşti hakikati kavrayan iradem… Yalnızlıklarım son buldu, kalabalıklaştı gönül coğrafyam… Yüreklerden sızan lavlar doldurdu günah çukurlarını. Cehennem kapandı bir ay boyunca. Güzel-likler davranışa dönüşünce dünya güzelleşti alabildiğine. İman bağıyla bağlandı kardeşlik…

Sen geldin ya, ey ramazan!…

Gerçek manasını buldu hayat… Yaşanmışlıklar haki-katin süzgecinden geçirildi. Yalan tortuları temizlendi birer birer… Kâlû belâ’da verdiğim sözü hatırlattın bana. Utan-dım bir kez daha hakikate yüz çevirmişliğimden. Pişman-lıklarımı aşırdın Ağrı Dağı’nın tepesinden. Gönül ateşle-rinde pişirdin benliğimi. Evvel hamdım, sonra piştim, ahir yandım… Şımaran nefsimi terbiye ettin iman ocağında. Kabuk bağlayan yaralarım derman buldu seninle… Akıl ağacının meyvelerini koydun idrak sepetine. Avundum önüme serdiğin manevi nimetlerle. Oruçla birlikte gül kok-tu kirli nefesler… Ey ramazan yeniden doğdum seninle…

M. Nihat MALKOÇ

Page 2: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

44

Kur’ân-ı Kerîm’in bildirdiğine göre;

Allah’ı zikretmek en büyük ibadettir.

Ebedî kurtuluşa ermenin yolu Allah’ı çok zikretmektir.

Kalpler, ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşur.

Onun için mü’minler Allah’ı çok zikretmelidir; sa-bah akşam, yüceliğine yakışmayan sıfatların Allah’ta bulunmayacağını söyleyip “subhânallah” diye O’nu tes-bih etmelidir.

Allah Teâlâ, kendisini çok anan erkek ve kadınlara bir bağışlanma ile pek büyük bir ödül hazırlamıştır.

Allah Anılmayı İster

Allah Teâlâ, kulunun boyun büküp yalvara yakara, derin bir ürpertiyle ve sesini yükseltmeden sabah ak-şam kendini anmasını ve gafillerden olmamasını ister.

Her zaman ve her durumda, ayakta, otururken, yan yatarken bile kulunun kendisini anmasını diler.

Siz beni anın, ben de sizi anayım buyurur.

Şimdi bu konuda bir de Peygamber Efendimize ku-lak verelim:

Bir kul Allah’ı yalnız başına anarsa Allah da onu yal-nız başına anar.

Kul, Rabbini bir toplulukla beraber anarsa O da ku-lunu, daha hayırlı bir topluluk içinde anar.

Ve Allah şöyle buyurur:

“Kulum beni andığı, dudakları benim adımı söyle-yerek kıpırdadığı zaman ben kulumla beraber olurum.”

Zikir İnsanı Yüceltir

Efendimizin sohbeti devam ediyor:

Allah’ı çok anan erkeklerle kadınlar öne geçerler.

Onların dillerindeki zikir, sırtlarındaki günah yükü-nü indirir; böylece kıyamet gününde Allah’ın huzuruna hafifl emiş olarak gelirler.

Cenâb-ı Hakk’ın en sevdiği şey, kulunun Allah’ı ana-rak ölmesidir.

Birgün bir bedevî Rasûl-i Ekrem’in huzuruna geldi.

“Ey Allah’ın Elçisi!” dedi. “İslâmiyet’in emirleri pek çoğaldı. Bana, hiç ihmal etmeden yapacağım az, öz bir şey öğret!”

Peygamber Efendimiz ona:

“Dilin hep Allah’ı zikretsin.” buyurdu.

Allah’ın Övdüğü Topluluk

Müslümanlar Allah’ı anıp zikretmek için bir araya gelirse, bir yandan melekler onların etrafını sarar, öte yandan Allah’ın rahmeti onları dört bir yandan kuşatı-verir; gönüllerine derin bir huzur dolar, ve Allah Teâlâ büyük meleklerine onları metheder.

Tenhada Allah’ı anıp gözleri yaşla dolan kişiyi, hiç-bir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde Allah Teâlâ kendi gölgesinde barındırır.

En Üstün Zikirler

Prof. Dr. Mehmet Yaşar KANDEMİR

“Subhânallahi ve bi-hamdihî” zikrini sabah, akşam yüzer

defa söyleyen kimse, kıyamet gününde Allah’ın huzuruna en

değerli zikri söylemiş biri olarak çıkar.

Page 3: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

55

Rasûl-i Ekrem Efendimizi dinlemeye devam ediyoruz:

Zikrin en faziletlisi “lâ ilâhe illallah” demektir.

Söylenişi kolay olan, mizanda pek ağır gelen ve Rah-mân olan Allah’ı çok hoşnut eden iki cümle vardır:

“Subhânallahi ve bi-hamdihîSubhânallahi’l-azîm.”

“Subhânallahi ve bi-hamdihî” diyene cennette bir hurma ağacı dikilir.

“Subhânallahi ve bi-hamdihî” zikrini sabah, akşam yüzer defa söyleyen kimse, kıyamet gününde Allah’ın huzuruna en değerli zikri söylemiş biri olarak çıkar.

“Subhânallahi ve bi-hamdihî” zikri, Allah Teâlâ’nın me-lekleri ve kulları için seçip uygun gördüğü bir zikirdir.

Günde yüz defa “Subhânallahi ve bi-hamdihî” diyen kimsenin, denizköpüğü kadar günahı olsa hepsi bağış-lanır.

Allah Teâlâ sözlerin arasından dört değerli cümleyi seçmiştir:

Bunlar “Subhânallah”, “elhamdülillâh”, “lâ ilâhe illal-lah” ve “Allahuekber” sözleridir.

Bir kimse “Subhânallah” dediğinde ona yirmi sevap yazılır, yirmi günahı aff edilir.

“Allahuekber” dediğinde yine böyle olur.

“Lâ ilâhe illallah” dediğinde yine aynı şekilde hem sevap kazanır hem günahı bağışlanır.

İçinden gelerek “elhamdülillâhirabbi’l-âlemîn” dedi-ğinde ise, ona otuz sevap yazılır, otuz günahı aff edilir.

Bu zikirlerin belli bir sırası yoktur; önce hangisi söy-lense fark etmez.

Şunu da bilmelidir:

“Elhamdülillah” sözü mizânı doldurur; “subhânel-lah” ve “elhamdülillah” zikirleri ise yer ile gökler arasını sevap ile doldurur.

Allah’ı Çok Zikretmelidir

Peygamber Efendimizi dinlemeye devam ediyoruz:

İnsanlar! Allah’ı zikrediniz!

Önce yeri yerinden oynatan birinci sûr üfl enecek.

Arkasından ikincisi gelecek. Ölüm bütün şiddetiyle ge-lip çatacak. Evet, ölüm bütün şiddetiyle gelip çatacak.

Rabbinizin yanında amellerinizin en hayırlısı, en ve-rimlisi, derecelerinizi en fazla yükseltecek olanı, Allah rızası için altın, gümüş dağıtmaktan daha sevabı, düş-manınızla çarpışıp onları öldürmekten veya bu yolda öldürülmekten daha faziletlisi nedir, biliyor musunuz? Allah’ı zikretmektir.

Birgün Rasûl-i Ekrem:

“Cennet bahçelerine uğradığınız zaman, oradan bol bol istifade ediniz.” buyurmuştu.

Sordular:

“Cennet bahçeleri nedir, Ey Allah’ın Elçisi?” Şöyle cevap verdi:

“Cennet bahçeleri; Subhânallah, elhamdülillah, lâ ilâhe illallah, Allahuekber, diye Allah’ın zikredildiği zi-kir halkalarıdır.”

Çok İstiğfâr Etmelidir

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Estağfirullah” diyerek Rabbinizin sizi bağışlaması-nı isteyiniz ve O’na tövbe ediniz.

Onlar, “estağfirullah” diye bağışlanma dilerken Al-lah onları cezalandırmaz.

Peygamber Efendimizi dinleyelim:

Vallahi ben günde yetmiş defadan fazla “estağfirul-lah” diyerek tövbe ederim.

Amel deft erine bakınca mutlu olmak isteyen, çok istiğfâr etsin.

Amel deft erinde çok sayıda istiğfâr bulacak kimseye müjdeler olsun.

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

Ey âdemoğlu!

Günahların gökyüzünü kaplayacak kadar çok olsa sonra da istiğfâr ederek benden af dilesen, günahlarının çokluğuna bakmadan hepsini aff ederim.

Rabbinizin yanında amellerinizin en hayırlısı, en verimlisi, derecelerinizi en fazla yükseltecek olanı, Allah rızası için altın, gümüş dağıtmaktan daha se-

vabı, düşmanınızla çarpışıp onları öldürmekten veya bu yolda öldürülmekten daha faziletlisi nedir, biliyor musunuz? Allah’ı zikretmektir.

Page 4: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

66

Hadis kitaplarımızda yer alan rivayetler içinde “kalkan, siper ve örtü” diye tercü-me edebileceğimiz “cünne” kelimesinin

Sevgili Peygambe rimiz tarafından birbirinden oldukça farklı iki şey için oruç ve imam (ha life, emir, komutan) için kullanıldığını görmekteyiz. Biri kulluk gö revi, diğe-ri tamamen sosyal yapının en başta gelen temsilcisi ve so rumlusu olan oruç ve imam’ın aynı şekilde “kalkan” olarak değerlendiril mesi, bizim için, günümüzün geli-şen şartlarında, (üstelik Ramazan orta mında) üzerinde durulması gerekli fevkalâde dikkat çekici bir tesbit ve çok ciddi bir uyarı niteliğindedir.

Edebî yöndenteşbih-i beliğ niteliğindeki bu iki cüm-leciğin ifade gü zellikleri yanında ihtiva ettikleri engin manaları kavrayabilmek için önce içinde yer aldıkları hadisleri tam olarak görelim.

“Oruç kalkandır. Oruçlu kötü söz söylemesin. Oruç-lu kendisine ilişmek is teyenlere iki kez ‘Ben oruçluyum.’ desin.”

“Kim bana itaat ederse o Allah’a itaat etmiştir. Kim de bana isyan ederse, Allah’a isyan etmiştir. Kim (benim tayin ettiğim) komutana itaat ederse o bana itaat etmiş; kim komutana isyan ederse bana isyan etmiştir. İyi bi-

linmelidir ki imam (millet ve ümmet için) bir kalkandır. Onun komutasında harb edilir, onunla düşmandan koru-nulur. Eğer o, takva ile emreder, adaletle hareket ederse, bunlardan dolayı ecir alır. Eğer takva ve adalet dışında başka bir şeyle emir ve hükmederse, bu kez de onun ve-balini yüklenir.”

Ortak Nokta

Bu hadislerden anlaşıldığına göre ‘Oruç’ ile ‘imam’ın ortak oldukları anlam ve fonksiyon, korumak” tır. Bi-rincisi ferdi, kendisine sıkıntı veren bir takım duygu ve isteklerin baskısından ve olumsuz etkisinden koru yan bir kalkan durumundadır, ötekisi de millet ve ümmeti, düşmanların verebilecekleri maddî ya da kültürel zarar-lardan koruyan bir siper-i sâika, bir kalkandır.

Tabiî olarak oruçsuz insan gibi başsız millet ya da ümmet de böylesi bir korunma imkânından yoksun, her türlü iç ve dış tehlikelere açık de mektir.

Tecrübe

Öyle sanıyorum ki, özellikle Ramazan aylarında her birimizin, şah sımızda, yakın çevremizde ve ce-miyette gözlemlediğimiz oruçlu olmak tan ileri gelen bir takım güzellikler, düzelmeler, duygu enginlikle-

Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN

يام جنة عن اأبى هريرة  رضى الله عنه اأن رسول الله صلى الله عليه وسلم قال : الص�

مام جنة عن اأبى هريرة  رضى الله عنه اأن رسول الله صلى الله عليه وسلم قال : وانما ال�

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’tenrivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu

aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ”Oruç kalkan dır...”1

Yine Ebû Hüreyre radıyallahuanh’ten rivayet edildiğine göre Rasûlullah sal-

lallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:“İmam kalkan dır...”2

Page 5: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

77

ri ve buna paralel olarak yapılan iyilikler, hayırlar, güzel uygulamalar bulun maktadır. İşte bütün bunlar büyük bir çoğunlukla oruç kalkanını birlikte kuşan-mış olmanın, önce duygularımıza sonra da sosyal hayatımıza ka zandırdıklarıdır.

Davranışlarımızı etkileyen duygularımız ve dü-şüncelerimizdir. Duygu ve düşüncelerimizin belli bir düzey ve kıvamda, belli bir disiplin altında olması da en yoğun şekilde oruç ibadeti vesilesiyle mümkün ol maktadır. Sınırsızlıktan hoşlanan his ve hevesler, daha baştan irâdî ola rak en üst seviyeden benimsen-miş sınırlar ve kayıtlar yumağı demek olanoruç ve imsak disiplini ile belli sınırlara çekilmekte ve olum-suz etkileri önlenmekte, bir çeşit sıkıyönetime tâbî tutulmaktadır. Bu da orucun in san ruhunu, duygu ve düşüncelerini dolayısıyla günlük hayatını ko ruyan nasıl bir kalkan ya da insan için ne ölçüde emin bir siper olduğunu göstermektedir.

Şu noktaya da işaret edelim ki, orucun koruyucu-luğu sadece Rama zan ayına mahsus değildir. O, ken-disine başvurulan her gün ve şartta koruma işlevi-ni, kalkan görevini yerine getirmektedir. Bu durum, Rama zan’da bütün bir toplumu kapsadığı için çok daha belirgin olarak görüle bilmektedir. Fark bun-dan ibarettir. Unutulmamalıdır ki İslâm, topluca ve toplumca yaşandığı oranda kendisinden istifade edi-lebilecek bir dindir. Çünkü o bütün insanlığın dinidir. Dünya ve âhiret mutluluğunu kazandırmak istemek-tedir. Getirdiği esaslar da işte bu hedefi yakalayacak niteliktedir. Önemli olan İslâm’a, kendisine has sınır-ları içinde yaklaşabilmek, onu kendi bütünlüğü içinde yaşayabilmektir.

Kaynaklardaki bazı rivayetlerde orucun, “mükemmel bir kalkan”, “ce henneme karşı bir kalkan”,“sizden birini-zin savaşırken kullandığı gibi bir kal kan” olarak tanıtıl-dığını da görmekteyiz. Bu tanıtımlar, koruma işlevinin iyice anlaşılmasını sağladığı gibi, işin ahiret boyutunu da açıkça ortaya koymaktadır.

İmam

İkinci hadiste geçenel-imam kelimesi, halife, baş-kan, emir veya halife nin görevlendirdiği komutan gibi yüksek düzey yönetici anlamına gel mektedir. Hadiste Hz. Peygamber:“Kim Rasûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiştir.”3ayetinden iktibasen“Bana itaat eden Allah’a itaat etmiş olur, bana isyan eden de Allah’a isyan etmiş olur.” genel kuralını dile getirdikten sonra,“Benim tayin ettiğim komutana itaat eden bana itaat etmiş, komutana itaatsizlik eden de bana isyan etmiş demektir.” buyurmak suretiyle Müslümanların itaat mükellefiyetinin sınır ve anlamını ortaya koymuştur. Bu işin temelinde yatan gerçeği ise,“İmam ancak bir kalkandır, onun emri altın-da savaşılır ve onun sayesinde düşmana karşı korunulur.” buyurarak, ümmet için liderin asıl işlevini ve yerini be-lirlemiştir. Bir millet ya da ümmet için liderin, asker için kalkan ya da zırh gibi koruyucu bir fonksiyona sahip oldu ğunu açıklamıştır. Ancak burada dikkat çeken bir başka husus daha bu lunmaktadır. O da imamın, taarruz ve savunma gibi savaşın her iki safh asında da gereğine işaret edilmiş olmasıdır. Bu, imam’ın her iki du rumda, bir başka ifade ile her hâl ve şartta ümmet için gereğine işaret etmektedir. Nitekim hadisi değerlendiren şârihler

Unutulmamalıdır ki İslâm, topluca ve toplumca yaşandığı oranda kendi-

sinden istifade edilebilecek bir dindir. Çünkü o bütün insanlığın dinidir.

Dünya ve âhiret mutluluğunu kazandırmak istemek tedir. Getirdiği esaslar da

işte bu hedefi yakalayacak niteliktedir. Önemli olan İslâm’a, kendisine has

sınırları içinde yaklaşabilmek, onu kendi bütünlüğü içinde yaşayabilmektir.

Page 6: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

8

de, burada vurgulan mak istenen mananın, sadeceharb hâli ile sınırlı olmadığını, bütün bir hayatı kapsadığını, çünkü imamın, Müslümanlar için her türlü ihtiyaçla-rını karşılamakta daimî bir melce, sığınak ve müracaat kaynağı olduğunu bildirmişlerdir.İmam’ın sadece dış tehlikelere karşı bir kalkan değil, aynı zamanda iç kar-gaşa hallerinde de bir kısım insanların diğerlerine ve-recekleri zararı önleyici, İslâm merkezini ve otoritesini koruyucu, her türlü şer odaklarına karşı bütün değerleri himaye edici olduğusonucuna varmışlardır.4

Hadisin bundan sonraki cümlesinde, vazgeçilmez-liği belirlenmiş olan imamın, ortaya koyacağı iki ayrı tavra dikkat çekilmiştir.“Eğer, Al lah’a karşı saygılı dav-ranmayı (takva) emreder ve adil davranırsa, bunun ecir ve sevabını alır. Bunların dışında bir yola sapacak olursa, bunun da vebali sadece onadır.”

Kendisini sosyal bir bünye olarak gören ve tanım-layan her insan topluluğunun, kendine has mutlaka bir imamının olması ve açıkça Al lah’a isyanı emretmedikçe her hâlükârda onun emirlerinin dinlenip kendisine itaat edilmesi gerektiği, yönetimdeki isabet ve aksaklıklarda doğacak ecir ve sorumluluğun imam’a yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum, birlik ve beraberliği her şe-yin üzerinde tutan, birlik ve bera berliği inanç esasların-daki tevhid ilkesinin bir çeşit sosyal hayata yansı ması kabul eden İslâm ve Müslümanlar için fevkalade önem arzetmektedir. Müslümanların birlik ve beraberliğinin korunması, onla rın din ve dünyalarının korunması an-lamına gelmektedir. Günümüz gerçekleri de bunun ne kadar böyle olduğunu, maalesef tersinden açıkça ve acı bir şekilde ortaya koymaktadır. Dünyanın değişik yöre-lerinde sırf dinlerinden dolayı zulüm gören ve kıyıma

tabi tutulan Müslümanlara, İslâm dünyasının el uzata-maması, zalimlere karşı etkili bir tavır alamaması neyin sonucu ve göstergesidir dersiniz?

İslâm içtimâî bünyesinin, kendisine İslâmî kimliğini kazandıran sistemin bütün ünitelerine sahip olması hem hakkı hem de asıl güç kaynağıdır. Sistemle rin bünye bütünlükleri korunduktan sonra öteki güç ve kudret unsurla rının bir anlamı olabilir. Sistemin ünitelerinde noksanlıklar varken, ger çek bir varlık isbatınaimkân yoktur. Peygamberinin diliyle, en üst dü zeydeki “kal-kan”ından mahrum bırakılmış bir ümmetin kendisini ifade etmesi elbette çok zordur, hatta imkânsızdır. Tıp-kı, meşru mazereti ol madığı halde Ramazan günlerinde oruç kalkanını kuşanmamış olanların, duygularına ve çevrelerine karşı İslâmî kimliklerini isbatta zorlanacakla-rı ve de zorlandıkları gibi.

Sonuç olarak şuna da işaret edelim ki, her şeyi imam’da gören bir düşüncenin eksikliği ne kadar ortada ise, onun millet ve ümmet için“kal kan” niteliğini gözar-dı etmek de mes’eleyi hiç anlamamak ya da anlamazdan gelmek demektir. Dikkat edilirse, sembolik anlamda da olsa merkezî otoriteden mahrum yegâne ümmet, İslâm ümmetidir. Bize göre Müslümanlarla birlikte tüm dün-yanın çektiği ızdırap, biraz da işte bu boşluğun ve den-gesizliğin faturası olsa gerektir.

*-Bu yazı hocamızın izniyle Hadislerle Gerçekler adlı eserinden alınmıştır. 1-Buharî, Savm 2, Tevhid 35; Müslim, Sıyam 162; EbûDâvûd, Savm 25; Tirmizi, Cum’a 79, Savm 54, İman 8; İbnMace, Sıyâm 1, Fiten 12, Zühd 22; Dârimi,Savm27, 50; Muvatta, Sıyam 57.2-Buharî, Cihad 109; Müslim, İmâre 43; EbûDâvûd, Cihad 151; Nesâî, Bey’at 30.3-en-Nisa (4), 80.4-Bk. Aliyyu’l-Kârî, Mirkatu’l-Mefâtih, VII, 244245, (tahkikli baskı).

EbûHüreyreradıyallahuanh’den rivayet edildiğine göre Resûlullahsallallahu

aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: Aziz ve celîl olan Allah ”İnsanın oruç dışında

her ameli kendisi içindir. Oruçbenimiçindir,mükâfatınıdabenvereceğim”-

buyurmuştur. Oruç kalkandır. Biriniz oruç tuttuğu gün kötü söz söylemesin ve

kavga etmesin. Şayet biri kendisine söver ya da çatarsa: ‘Ben oruçluyum’ desin.

Muhammed’in canı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, oruçlununağız

kokusu,Allahkatındamiskkokusundandahagüzeldir. Oruçlunun rahatlayacağı iki

sevinç anı vardır: Birisi, iftar ettiği zaman, diğeri de orucunun sevabıyla Rabbine

kavuştuğu andır.”

(Buhârî, Savm 9; Müslim, Sıyâm 163)

Page 7: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

9

“...orta namaza devam edin.” (Bakara 2/238)Yaygın kanaat, ‘orta namaz’ın ikindi namazı oldu-

ğudur. Bir de şöyle bir yorum vardır:o da orta namaz “gençlik namazı”dır.

Evet, ömrü çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık diye üçe ayıracak olursak, orta namaz gençlik yıllarına tekabül etmektedir. En dinç, en kaliteli, en verimli olunan yılla-ra… Orucu da bu yönüyle “tutacak” olursak; bir Rama-zan, üç evre demektir.

Çocuklukta Ramazan, “tekne orucu”dur. O yıllarda bana göre, güllaç ve hurma yemek için gelirdi Ramazan. Henüz sorumlu olmadığımız söylense de, mahallede “An-neee! Su gönder” diye bağıran arkadaşlara “Ben oruçlu-yum.” demek için, sofrada babam gibi hurmayı eline alıp ezanı beklemek için, dedemin “Aferin benim has kızıma!” diyerek misk kokan sakalını yüzüme sürmesi için oruç tut-mak isterdim. Yarım gün oruçlu olmanın adı tekne orucuy-du. Unutarak yemişsek, meleklerin ikramıydı. Annem gör-meden baklavanın şerbetini şöyle parmağınla bir tatmak, karnını doyurmadığı için orucunu bozmuyordu.

Teravih namazı, sabahtan tüm arkadaşlarla mahal-lede sözleşip akşam anne-babamızın peşine takılarak gittiğimiz eğlencemizdi. Annelerin iç tülbent olarak kullandığı en küçük başörtüler, namaz eteği niyetine dikilip beli lastikle belimize göre daraltılmış etekler… “Sessiz olun!” tembihleriyle kıkırdayarak namaza dur-ma, itiş kakış rükûa eğilme, secdeden kalkarken öndeki teyzenin eteğinin başımıza geçmesi... En sonunda “Alla-hümmesallialâ..” ya eşlik edip, eve dönme..

En zevkli kısım; gecenin en tatlı aralığında mutfakta yeni demlenmiş çay kokusu, yatak odasında babamın Kuran okuyuşu... Bu koku ve bu ses… O zaman “gece yemeği” diyordum adına, şimdi “huzur” diyorum. Allah bizi ne kadar seviyordu. Gündüz yemek yasak olduğu için gece yememizi istiyordu.

“Kızım senin kalkmana gerek yok. Yat uyu.”“Dokunmayın kalksın, berekettir. Aferin benim

has kızıma!”Uyur uyanık yenen bir-iki lokma, radyodan gelen ila-

hi sesi, apar topar dişlerin fırçalanıp ezanın beklenmesi… Kimse dakika şaşmıyordu. Ne kadar korkuyorlardı? Hayır hayır, seviyorlardı. Sevdikleri için korkuyorlardı. Öğretme-nimi sevdiğim için ödevimi yapmamaktan korkuyordum ya, onun gibi. Ama o yapmadığımı görüp ceza veriyordu.

Çünkü her sabah kontrol ediyordu. O’ysa? Elbette Allah da her şeyi görüyordu. Ne demişti dedem: “Allah, nerde anı-lırsa ordadır kızım.” İşte her akşam bizim soframızdaydı, şimdi de sahur yemeğimizde…

***Gençlikte Ramazan, direnmektir. Gözün bakılma-

ması gerekene, kulağın duymaması, dilin söylememesi, ayağın gitmemesi, gönlün hissetmemesi gerekene diren-mesidir. Siz buna “uzak durmak” ya da “sabretmek” diye-bilirsiniz. Ben, ‘direnmek’ diyorum cümle harama karşı.

Gençlik orucu; bir üniversite öğrencisinin, bir okul-da öğretmenin, bir evde annenin, bir fabrikada babanın, bir sokakta esnafın, hâsılı hayat koşturmacasındaki baş-rol oyuncularının orucudur. Ders çalışır, sınava girer, ev geçindirir, iş yapar... Yorulur, susar, acıkır ama oruçlu-dur, direnir. Gözünü çevirdiği her yer “Bakma!” emri dâhilindedir. Diline gelenler “Söyleme!” emri dâhilin-dedir. “Ateş seni çağırıyor” diye cazgırlık yapan reklam-lar “Gitme!” emri dâhilindedir. Direnir... Nefsine karşı verdiği müthiş bir savaş ve kazandığı bir zafer vardır. Sofradaki ekmek ve su şahit olur, Bilal ezan okuyana ka-dar kendilerine el sürülmediğine…Bedenler şahit olur, dönüp bakılmadıklarına. Alt komşu şahit olur, onca gü-rültüsüne rağmen kalbinin kırılmadığına. Ölü kardeşi-nin eti şahit olur,yenmediğine.

Ve Kur’an şahit olur, okunduğuna. Cami şahit olur, ziyaret edildiğine. Uyku şahit olur, terk edildiğine. Mah-yalar şahit olur; bakılıp şükredildiğine. Seccade şahit olur,teheccütte uzun secdelere…

“Büyük cihat”tır gençlik orucu. Ve ömrün bu de-mindeki bayram da, hakiki bayramdır.

***İhtiyarlıkta Ramazan, avuntudur. “Bu senede erdik

Ramazan’a çok şükür.” derken, bir sonrakini göreme-yeceği ihtimalini daha sık hatırlamaktır. Emekli olmuş, çalışmaktan ve yorulmaktan muaf tutulmuş bedeniyle, ibadetten muaf tutulmadığı için sevinirken; “Annebaba, fidyesini veririz. Sakın ha oruç tutmayın!” nasihatlerini duyup, canının sıkılmasıdır. Yarı görüp yarı görmeyerek Kur’an okumak, hocanın hızlı oluşuna kızarak teravih namazı kılmak, hastalık engeliyle tutamadığı oruçlara yanmaktır.

Velhâsıl bir ömür, üç Ramazandır…

F. Merve KAHRAMAN

Page 8: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

1010

İdam KararıMekke’nin yakıcı sıcağında alaycı tavırlar, aşağılayı-

cı bakışlar altında yürüyordu. Binbir türlü cefa çekmiş, nice hakaretler duymuş, Kâbe’nin yanında bayıltılınca-ya kadar dövülmüş, sırtına deve işkembeleri konulmuş-tu. Ashabından bazıları işkence altında şehit olmuş bir kısmı da hicret etmek zorunda kalmıştı. Kızı Rukiye,Al-lah için gurbet ellere gitmiş; oğlu Abdullah’ın vefatıyla düşmanları bayram etmişti. Ama yine de yürüyor, teb-liğine devam ediyor, hakkın hâkimiyeti için zalimlerin tümüne meydan okuyordu.

Sabah akşam Rabbini zikreden, geceleri gözyaşları içinde secdeye kapanan, doğunun ve batının Rabbine sığınan, Rabbini yar edinmiş salih ve sadık kulun kar-şısında zalimin gücünün, ift iracının sözünün ne önemi vardı. İsa’nın ve Musa’nın kardeşi, İbrahim›in torunu Muhammed aleyhisselâm, davetine devam ediyor; mü-minlerin sayısı her geçen gün artıyordu. Şimdi Mek-ke sokaklarında ‘Allah bir!’ diye haykıran Hamza’sı ve Ömer’i, Habeş diyarındaona kavuşmanın özlemiyle ya-nan müminleri vardı.

Kureyş’in firavunlarına gelince onlar kısa bir süre içinde dört büyük deprem yaşamışlardı. Habeşistan’a gönderdikleri elçiler elleri boş, rezil bir halde geri gel-miş, itibarları beş paralık olmuştu. Kureyş’inaslanı Hz. Hamza iman etmiş, Muhammed aleyhisselâm’ı öldür-meye giden Ömer b. Hattab tekbir sesleriyle geri dön-müştü. Allah Rasûlü’nü yolundan çevirebilmek için dünyaları sunmuşlar, uğruna kan dökülecek kadar kıy-metli şeyler teklif etmişler fakat İslam’ın güzel davetçi-sini etkileyememiş, sahte cennetleriyle eriyip gitmişler-di. Kureyş artık Efendimiz aleyhisselâm’ı öldürmekten başka bir şey düşünmüyor, gizlice veya açıkça Muham-med’i mutlaka öldüreceğiz, diye yemin ediyorlardı.1

Hâşimoğulları ToplanıyorHâşimoğullarının seyyidi, Rasûl-i Ekrem’in sevgili

amcası Ebû Talib, kavminin yeğeni hakkındaki ölüm kararını öğrenmiş, derin bir endişe duymaya başlamıştı. Sekiz yaşından beri himaye ettiği, kardeşinin hatırası ve babası Abdulmuttalib’in aziz emanetini kendi çocukla-rından ve hatta canından bile çok seviyordu. Ne olursa olsun onu koruyacak, Hâşimoğullarından tek bir kişi kalıncaya kadar kimse ona dokunamayacaktı. Hemen harekete geçti ve tüm Hâşimoğulları ile Muttaliboğul-larını toplantıya çağırdı.

Ebû Talib, Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları’ndan birlikte hareket etmelerini, Müslüman olsun veya olma-sın tüm aile fertlerinin Ebû Talib Mahallesi’nde topla-narak Muhammed aleyhisselâm’ı korumalarını istedi.

SİYER-İ NEBİ DERSLERİ 27Mutlu BİNİCİ

Page 9: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

1111

Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları kardeş çocukları olup tek bir aile gibiydi. Onlardan hiç birisi, ailelerinin en yaşlısı olan Ebû Talib’in emrine muhalefet etmedi.2 Müminler imanları gereği, Müslüman olmayanlar ise akrabalık bağı münasebetiyle Sevgili Efendimizi koru-mayı şeref bildi.

Araplar, kabilelerindeki sıradan insanlar için, hatta adi suç işleyenleri korumak için bile kılıca sarılır, tek vücut hareket ederek onu müdafaa ederlerdi. Hal böy-leyken Muhammed aleyhisselâm gibi âleme nur olmuş, emin ve güzel bir kimseyi himaye etmek Hâşimoğulları için ne mübarek bir hadiseydi! Fakat bir kişi vardı ki o bu şerefe ortak olmayı değil, kabilesini terk etmeyi; ye-ğenini desteklemeyi değil, düşmanlarıyla birlik olmayı seçti. Yalnızca Allah ve Rasûlü’ne düşman olmayı değil, Arap geleneklerini dahi çiğnemeyi tercih eden, izzet ve şerefi İslam düşmanlarının safında arayan bu bedbaht, elleri kırılasıca, canı çıkasıca Ebû Leheb’den başkası de-ğildi.3Hâşimîlerin amcaoğulları olan Nevfel ve Abdü-şemsoğulları da zalim ittifakın içinde hem de en başın-da yer alıyorlardı.4

Zulmün En BüyüğüAllah’ın salih ve sadık kulu elbette yalnız değildi.

Bir taraft a O’nu destekleme kararı alan ve toparlanan ailesi diğer yanda ise O’nun için seve seve şehid olacak sahabileri vardı. Mekke’nin zalim önderleri bu durumu görüşmek ve kesin bir çözüm bulmak amacıyla Ebû Ce-hil’in önderliğinde Hayfı Beni Kinane denilen Muhas-sab Vadisi’nde bir araya geldiler.5

Kureyş’in ileri gelenleri; İslam’ı ortadan kaldırmak, hakkın nurunu söndürmek amacıyla akrabalık bağlarını hiçe sayan, vicdanları kanatan, insanlık dışı kararlar al-dılar. Buna göre Hâşimoğullarıyla hiç bir sosyal ilişkiye girilmeyecek, onlara kız verilmeyecek ve onlardan kız alınmayacak, onlarla oturulup konuşulmayacak, evlerine girilmeyecek, ölüleri için taziyede bulunulmayacak, hasta ziyaretine gidilmeyecekti. Ayrıca Hâşimoğullarıyla ticarî hiçbir ilişkiye girilmeyecek, onlara bir şey satılmayacak ve onlardan hiç bir şey satın alınmayacak, çarşı ve pazar-lar kendilerine kapatılacaktı. Muhammed aleyhisselâm’ı korumaktan vazgeçip Kureyş’e teslim edinceye kadar Hâşimilere merhamet edilmeyecek ve onlardan gelecek barış teklifl eri asla kabul görmeyecekti.6

Alınan kararları çiğnemeyeceklerine dair yemin eden Mekkeliler, bu kararları bir sahifeye yazdırdıktan sonra altını mühürlediler ve Kâbe’nin duvarına astılar. Zulüm anlaşmasının metnini Mansur b. İkrime’nin yaz-dığı ve Efendimizin bedduası neticesinde felç olduğu rivayet edilmektedir.7

Mekke’nin firavunları, aldıkları bu kararla Hâşi-moğullarıyla olan tüm akrabalık bağlarını koparıyor; ekonomik, sosyal ve psikolojik açıdan Hâşimoğulları’nı çökertmeyi ve onları Muhammed aleyhisselâm’ı tes-lime mecbur etmeyi düşünüyorlardı. Âdeta yok sayı-lan, hiçbir hayatî faaliyete izin verilmeyen, Mekke gibi ancak ticaretle yaşamın idame edilebileceği bir şehirde sosyal hakları tamamen ellerinden alınmış insanlar, bu duruma elbette dayanamayacak ve Muhammed aleyhis-selâm’ı korumaktan vazgeçeceklerdi! Fakat sonuç hiç de zalimlerin düşündüğü gibi olmadı.

Çocuklar Açlıktan ÖlüyorKureyşli zalimler aldıkları boykot kararlarını Nübü-

vvetin yedinci yılı Muharrem ayının ilk gecesinden iti-baren tüm şiddetiyle uygulamaya başladılar. Müslüman-lar ve Hâşimoğulları, Efendimiz aleyhisselâm’ı korumak için Şi’bi Ebî Talib denilen Peygamberimizin amcası Ebû Talib’in mahallesine toplanmışlardı. Müşrikler bu mahallenin çarşı ve pazarlara giden yollarını kestiler. Bu yolların başında gece-gündüz nöbet tutarak mahalleye gıda maddelerinin girmesine engel oldular. Ümmetin firavunu Ebû Cehil, işini gücünü bırakmış, gece boyun-ca nöbet tutuyor, boykotun tüm şiddetiyle uygulanması için gözüne uyku girmiyordu.8 Ellerinde avuçlarında ne varsa tükenen Müslümanlar, bir süre sonra korkunç bir açlıkla yüzyüze gelerek, şiddetli sıkıntılar çekme-ye başladılar. İnsanlar açlıktan ağaç yapraklarını yiyor, buldukları deri parçalarını ateşte yumuşatıp günlerce emerek açlıklarını bastırmaya çalışıyorlardı.9Yaşlılar ve çocuklar şiddetli boykot altında açlıktan ölüyor; ağlayan çocukların, feryat eden kadınların sesleri Mekke sokak-larında yankılanıyordu.

Page 10: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

1212

Ebû Leheb’in Elleri Kırılsın!Müslümanlar yalnızca Haram aylarda çarşı paza-

ra inebiliyor, çocuklarını doyurabilmek için alış veriş yapmaya çalışıyorlardı. Ama zalimler burada bile rahat durmuyor, müminlere gün yüzü göstermiyorlardı. Hac mevsiminde Mekke’ye bir kervan geldiğinde Müslü-manlar alış veriş yapmak için koşuyor, fakat zalim Ebû Leheb’in iğrenç sesini duyuyorlardı: “Ey tüccarlar! Mu-hammed’in arkadaşları için fiyatları alabildiğine yüksel-tin. Sizden hiç bir şey alamasınlar. Zarara girmeyeceği-nize ben kefilim. Mallarınızı çok daha yüksek fiyatlarla ben satın alacağım.”Kat kat artırılan fiyatlar alış verişi imkânsız hale getiriyor, Müslümanlar açlıktan ağlayan çocuklarının yanına elleri boş bir halde dönüyorlardı.10

Ebû Leheb’in yüreğinde nasıl bir kin vardı öyle! Hani Müslümanlardan nefret ediyordu da kendi akrabaları-nın, kardeşlerinin ve onların masum çocuklarının fer-yatlarını nasıl duymuyordu? Araplar içinde ailesinden bu denli nefret eden, başkalarının gözüne girmek için sülalesini yok etmeye çalışan bir başka kimse olmamış-tı. Bu adam aklını yitirmiş; karısının ve Ebû Cehil gibi zalimlerin aklıyla hareket eden bir zavallıydı.

Ambargo ne acımasız, ne yaman bir silahtı! Müşrik-ler son derece organize hareket ediyor, fiyatların kat kat yükseltilmesi sağlanıyor, ekonomik kısıtlamalar sonu-cunda elde avuçta bir şey kalmıyor, tüccarların iş yap-ması engelleniyor, sonuçta varlıklı Müslümanlar ifl as etmekten kurtulamıyorlardı. Kureyş, bir mahalle dolusu insana bir lokma ekmeği çok görüyordu.

Sevgili Peygamberimiz, ashabının ihtiyaçlarını kar-şılamak için tüm mal varlığını harcadı. Ne Ebû Talib’in ne de Mekke’nin en zengin kadını olan Hz. Hatice’nin elinde hiç bir şey kalmadı.11 Onlar fakirlere yardım et-mek için tüm mal varlıklarını feda etti. Müslümanlar insanlık tarihinin görmediği çok zor bir imtihandan geçiyorlardı.

Birkaç İyi AdamKoca şehirde vicdan sahibi ancak bir avuç insan

vardı. Onlar bu durumdan rahatsız oluyor, büyük bir felaketin içindeki akrabalarına yardım etmenin derdi-ni taşıyorlardı. Hz. Hatice’nin yeğeni Hakîm b. Hizâm bunlardan biriydi. O bir gece yarısı bir devenin üzerine buğday yükleyerek mahallenin yoluna getirmiş, sonra devenin arkasına vurarak mahalleye göndermişti. Erte-si gece devesine un yüklemiş yine mahalleye salmıştı. Fakat Ebû Cehil o kadar dikkatliydi ki bir başka gece Hakîm’i yakalamış ve ona tehditler savurmuştu.12

Hişâm b. Amr da Müslümanlara gizli gizli yardım gönderenler arasındaydı. Kureyşliler onu bir kaç kez yakalamış ve tehdit etmişlerdi. Bir daha Müslümanlara yardım etmeyeceğine dair söz vererek kendini kurtaran Hişâm, başka bir gece yine yardım gönderirken yakala-nınca Kureyş’in tepkisi çok sert olmuştu. Hişâm’ı döven zalimler nihayet onu öldürmeye kalktıklarında Ümeyye oğullarının lideri Ebû Süfyân b. Harb daha fazla daya-namamış ve ‘Bırakın adamın yakasını! Akrabalarına yardım etmiş. Keşke biz de onun gibi olabilseydik, ne güzel olurdu!’ diyerek onlara engel olmuştu.13

Bir kaç iyi adamın bütün tehlikeleri göze alarak yaptığı yardımlar sadra şifa olmuyor, açlık her geçen gün şiddetini artırıyor, dayanılmaz bir hal alıyordu. Efendimizin sevgili amcası Ebû Tâlib, Kureyşlileri iş-ledikleri büyük günahtan vazgeçmeye, vicdanlarının sesini dinlemeye çağırıyor; ölünceye dek Muhammed aleyhisselâm’ı terketmeyeceklerini, bu uğurda savaş-maktan da çekinmeyeceklerini hatırlatıyor; Hz. Hatice ise akrabaları vasıtasıyla ambargonun şiddetini azalt-maya gayret ediyordu.14

Tüm Zorluklara Rağmen Davet Devam EdiyorBütün dünya karşı olsa, önünde sıra dağlar dursa

bile İslam davetçisi yolundan dönmez, tebliğ ne olursa olsun terkedilemezdi. Allah Rasûlü hakkı anlatmaya devam ediyor, hac mevsimi Mekke’ye gelen kabileleri İslam’a davet ediyor, Kureyş’in tüm zulmüne rağmen sahte tanrılarını, taştan tahtadan putlarını bir gün mut-laka yok edeceğini haykırıyordu. Bu en zorlu dönemde bile nice insanlar Müslüman oldu. Kâfirler, karanlığın sürmesi için ne kadar uğraşsalar da güneşin doğuşuna mani olamıyorlardı. Âlemlerin Rabbi’nin kudreti karşı-sında Ebû Cehil ve Ebû Lehebler ne ifade ederdi!

Elbette Kureyş, Efendimizi öldürmenin yollarını arıyordu. Fakat Ebû Talib onu korumak için her türlü tedbiri alıyor, geceleri insanlar uykuya daldığında Rasû-lullah’ın yatağını değiştiriyor;Hâşimoğullarının gençleri Peygamber’in başında nöbet tutuyorlardı.15

Page 11: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

1313

Boykotu Kaldıran YiğitlerKureyş’in nübüvvetin yedinci yılında başlayan vahşi

zulmü, tam üç yıl devam etti.16Artık değil Müslüman-lar,insaf sahibi bazı müşrikler dahi bu zorbalığa taham-mül edemiyorlardı. Ancak bu insanlar seslerini çıkara-mıyor, Ebû Cehil ve diğer Kureyş liderlerine muhalefet etmekten, onları karşılarına almaktan korkuyorlardı. Firavunların karşısına çıkmaya ve bu zulmü ortadan kaldırmaya cesaret eden ilk yiğit Hişâm b. Amr oldu.

Hişâm, boykotun ilk günlerinden itibaren Müslü-manlara yardım etmeye çalışıyor, bu uğurda pek çok tehlikeyi göze alıyordu. Bir akşam Züheyr b. Ebî Ümey-ye’nin yanına gitti. Züheyr, Peygamber Efendimizin ha-lası Âtike’nin oğluydu. ‘Ey Züheyr, sen burada ailenle birlikte dilediğin gibi yiyip içiyor, rahat bir hayat sürü-yorsun. Dayılarının maruz kaldığı yokluktan, aç susuz perişan bir halde kıvranmasından ve açlıktan ölmele-rinden hiç mi rahatsız olmuyor, vicdan azabı çekmiyor-sun?’ deyince Züheyr, ‘Ben tek başına ne yapabilirim? Yanımda beni destekleyen bir kişi daha olsaydı elbette akrabalarıma zulmeden o belgeyi yırtıp atmak için uğ-raşırdım.’cevabını verdi. Hişâm, Züheyr’in desteğini al-dıktan sonra sırasıyla Mut’im b. Adiyy, Ebû’l- Bahteri b. Hişâm ve Zem’a b. Esved’le görüşerek zulüm belgesinin yırtılması ve ambargonun kaldırılması için birlikte ha-reket etmeye onları da ikna etti.

Yalnızca Allah’ın AdıylaBir gece Hacun mevkiinde toplanan beş cesur adam,

ertesi sabah harekete geçmeye ve ne olursa olsun bu zulmü sona erdirmeye yemin ettiler. Belki de aynı gece Efendimiz aleyhisselâm, amcası Ebû Talib’e Allah cel-le’ninKureyş’in zulüm yazısına bir ağaç kurdunu musal-lat ettiğini ve kurdun ‘Ey Allah’ım senin adınla!’ ibaresi hariç tüm metni yediğini haber verdi.17

Sabah olup insanlar Kâbe’nin etrafına toplandıkla-rında Züheyr b. Ebî Ümeyye ayağa kalktı ve ‘Ey Mek-keliler, bizler dilediğimiz gibi yiyip içelim, giyinip kuşa-nalım da Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları alışverişten mahrum edilerek helak olsunlar, öyle mi! Böyle birşey

asla olamaz. Vallahi, ben akrabalık bağlarını koparan bu zalim sahife yırtılıncaya kadar oturmayacağım!’dedi.

Bu sözleri duyan Ebû Cehil derhal ayağa kalkarak ba-ğırmaya başladı: ‘Yalan söylüyorsun. Bu sayfa asla yırtıla-maz.’ Bunun üzerine bir gece önce anlaştıkları gibi diğer dört arkadaş atılarak Züheyr’e destek oldular. Ebû Cehil şaşkınlık içinde ‘Bu önceden hazırlanmış bir komplodur.’ diyebildi. Bu sırada Efendimizin amcası Ebû Talib de akra-balarından bir grupla Kâbe’ye gelmişti. Nihayet Mut’im b. Adiyy, Kâbe’nin içindeki sahifeyi yırtmak üzere kalktığında Efendimizin haber verdiği gibi ağaç kurdunun ‘Bismikâlla-hümme’ ibaresi hariç bütün yazıyı yediği görüldü.

Züheyr arkadaşlarıyla birlikte silahlanarak Şi’bi Ebî Talib’e geldi ve Hâşimoğulları ile Muttaliboğulları’nı mahalleden çıkararak bu zulme son verdi.18

Küfrün Merhameti YokAllah Rasûlü ve fedakâr dostlarının maruz kaldığı

boykot yılları bizlere çok önemli dersler vermekte, mü-him mesajlar içermektedir. Bu olay, her şeyden evvel kâ-firlerin,Müslümanlardan ne kadar nefret ettiğini açıkça ortaya koymaktadır. İslam nurunu söndürmek, sömürü düzenlerini sürdürmek isteyen firavunlar,Rasûl-i Ek-rem’i öldürmeye karar verdiklerinde karşılarında Efen-dimizin ailesini ve müminleri buldular. Aleyhissalâtu-vesselâm’ı yalnız ve yardımsız bırakmak için o güne ka-dar yapılmamış bir zulme, iğrenç bir işkenceye başvur-dular. Yakın akrabalarını, birlikte yaşadıkları dostlarını aç susuz bırakarak öldürmeye kalktılar. Onlar bir süla-leyi tamamen yok etmeyi, katliam yapmayı düşünecek kadar vahşi oldular. Akrabalarının masum yavrularını, kadın ve ihtiyarların yaşayabileceği acıyı umursamadı-lar. Bir gün, bir haft a, bir ay değil tam üç yıl bu insanlık dışı zulmü devam ettirdiler.

Mümin; komşusu açken tok yatmayı düşünemezken kâfir; aç kalan insanları, gözyaşı ve feryatları, açlıktan ölen çocukların can çekişini göre göre zulme, yiyip içip sefa sürmeye devam etti. Onların vicdanları kör olmuş, kalpleri taş kesilmişti. Rabbine nankör olandan kuluna merhamet beklenir miydi!

Onlar, imanlarını yaşadıkları acılarla süslediler. Bir kez olsun Allah Rasûlü’nün

karşısına çıkıp çektikleri zulmün hesabını sormaya, isyan etmeye kalkma-

dılar. İsrailoğulları’nın Musa aleyhisselâm’a söylediği çirkin sözleri söylemediler.

Hiçbir anne,kucağında açlıktan ölen yavrusu için Efendimizin karşısına çıkmadı.

Onlar üzüldüler, ağladılar fakat Rablerine isyan etmediler. Birkaç gün çile çekip

edebiyatını yapanlardan değil, üç yıl boyunca şükredenlerden oldular. Onların

Allah’a ne güçlü bir imanı, Rasûlullah’a ne yaman bir sevdaları vardı!

Page 12: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

1414

Sevginin BöylesiMüminlere gelince onlar, imanlarını yaşadıkları acı-

larla süslediler. Bir kez olsun Allah Rasûlü’nün karşısına çıkıp çektikleri zulmün hesabını sormaya, isyan etmeye kalkmadılar. İsrailoğulları’nın Musa aleyhisselâm’a söy-lediği çirkin sözleri söylemediler. Hiçbir anne,kucağın-da açlıktan ölen yavrusu için Efendimizin karşısına çık-madı. Onlar üzüldüler, ağladılar fakat Rablerine isyan etmediler. Birkaç gün çile çekip edebiyatını yapanlardan değil, üç yıl boyunca şükredenlerden oldular. Onların Allah’a ne güçlü bir imanı, Rasûlullah’a ne yaman bir sevdaları vardı!

Müslüman olmadığı halde Efendimizi koruyan, onunla üç yıl omuz omuza mücadele veren, direnen, Rasûl’ün başında nöbet tutan Hâşimoğulları’na ne deme-li. Onların akrabaları için yaptıkları asil davranış, akraba-sını ziyaret etmeyi bile külfet gören bizlere ne ağır dersler veriyor. Hani bazı eylemlere katılıp, eylemcilere destek vermek için iki saat aç kalan, başına gazeteci ordusu top-layıp reklam yapan sözüm ona duyarlı insanlar vardır. Onlarınki duyarlılıksa şu üç yıl muhasara altında kalıp da sabreden yiğit Hâşimoğulları’nın yaptığının adı nedir?

EbûLeheb’in, ailesine ihaneti şu yeryüzünde insaf ve merhamet duygusunu tamamen yitirmiş, her şeye dün-yevî gözle bakan, hayvandan daha aşağı nicelerinin var olduğunu gösteriyor. Ama onların varlığı müminin bel-ki yüreğini burkuyor da imanına, davasına olan inancı-na zarar vermiyor.

Yaşlı EbûLeheb’in ambargoyu en acımasız şekilde sürdürmek için malından, mülkünden fedakârlık etme-si, EbûCehil’in bir başkasına iş buyurmayıp, gece gün-düz yol kenarlarında nöbet tutması anlaşılır gibi değil. Belki de anlaşılması asıl zor olan, hiçbir şey ifade etme-yen boş ve batıl davalar için fedakârlıkyapan insanlara karşılık biz Müslümanların hak yolda hiçbir fedakârlığı, ufacık bir gayreti göze almayışı. Oysaki Hâşimoğulla-rı bu boykotla ticari hayattan tamamen tecrit edildiler. Tüm güçlerini, servetlerini Mekke ekonomisi içindeki konumlarını yitirdiler. Onların boşalttığı alanlara Mah-zumoğulları ve Ümeyyeoğulları yerleşti. Hâşimoğulla-rı ise bu dünyada paradan puldan, sosyal statüden çok daha önemli şeyler olduğunu ispatladılar.

Ambargonun kalkması için harekete geçen beş yiği-de gelince onlar her şeye rağmen insanlığın ölmediğini; başka türlü inansa, yanlış yolda olsa bile vicdan sahibi, yüreğinin sesini dinleyen insanlar olabileceğini gösteri-yor. Bize ise önce bu insanlara davamızı, haklılığımızı anlatmak ve hak olan davamızda yanımızda olmaları

için çalışmak düşüyor. Elbette bu en zor anımızda yar-dımımıza yetişen insanlara,Müslüman’ca bir vefa gös-termek boynumuzun borcu olsa gerek.

Boykot Tüm Şiddetiyle Devam EdiyorMuhammed aleyhisselâm’ın ümmeti, tarih boyunca

ambargonun bin bir türlüsünü yaşadı. Ama herhalde bugün yaşanan boykotun eşi benzeri olmadı. Gazze hala ambargo altında, Suriye’de bir parça ekmek bulamadığı için ölen kardeşlerimizin sayısı belli değil. Son elli yılda Beyrut’ta, Irak’ta, Doğu Türkistan’da, Filistin’de ve daha pek çok yerde yaşananlar yürekleri sızlatıyor. Açlıktan ölmek üzere olan Müslümanlara kedi, köpek yenmesi için verilen fetvalar kanımıza dokunuyor. Şu koca dün-yada Hişâm b. Amr ya da Züheyr gibi insafl ı adamlar yok mu gerçekten! Peki, dolar milyoneri Müslümanlar neredeler? Bir lokmayı üç kardeşine paylaştıran çocu-ğun çaresizliğini neden görmüyorlar? Küfür cephesin-de yeni bir şey yok. Bugün de Ebû Cehiller insaf nedir, bilmiyorlar.

Ne gariptir ki biz Müslümanlar, asırlardır en sert şekilde üzerimizde uygulanan boykot silahını, kutsalla-rımıza saldıran şer odaklarına karşı bir türlü kullanamı-yoruz. Dinimize, canımızdan çok sevdiğimizi iddia et-tiğimiz Peygamberimize ‘düşünce hürriyeti’ adı altında hakaret edenlere karşı önce derin bir öfk e duyuyoruz. Sonra boykot edilecek ürünler listesi yayınlanıyor bü-yük bir heyecanla. Ama öfk emiz rüzgâr gibi geçip gidi-yor, üç yıl değil üç gün boykot edemiyoruz bize zulme-den, Efendimize hakaret edenleri. O ürünleri kullanma-dan yaşayamayacağımızı anlıyor, hayat standartlarımızı bozamıyor, marka hastalığımızı yenemiyoruz.

Derin bir nefes aldıktan sonra dudaklarımız kımıl-dıyor: Şefaat ya Rasûlallah…

1-Belâzurî, Ensâbu’l-eşrâf, I, 230; İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 178.2-Belâzurî, Ensâbu’l-eşrâf, I, 230.3-İbn Hişâm, I, 351; İbn Sa’d, I, 178; Belâzurî, Ensâbu’l-eşrâf, I, 238.4-Halebî, İnsanu’l-uyûn, II, 26.5-Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 237; Semira ez-Zayed, Muhtesa-ru’l-câmi fi ’s-Sîre, I,196.6-İbnSa’d et-Tabakât, I, 178; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 350; Belâzurî, Ensâbu’l-eşrâf, I, 234; İbnSeyyidinnas, I, 126.7-Buhârî, Hac, 45; İbnSa’d et-Tabakât, I, 178; İbnHişâm, es-Sîre, I, 350.8-Belâzurî, Ensâbu’l-eşrâf, I, 235.9-Süheylî, Ravdu’l-unuf, II, 127; Semira ez-Zayed, Muhtesaru’l-câmi fi ’s-Sîre, I,196.10-Süheylî, Ravdu’l-unuf, II, 127; Halebî,İnsânu’l-Uyûn, II, 25-26.11-Yakubî, Tarih, II, 31.12-İbn Hişâm, es-Sîre, I, 354; Semira ez-Zayed, Muhtesaru›l-câmi fi ›s-Sîre, I,197.13-İbn Seyyidinnas, Uyûnu›l-eser, I, 128, Halebî, İnsânu›l-uyûn, II, 34.14-Belâzurî, Ensâbu’l-eşrâf, I, 235.15-Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve, II, 312; İbnSeyyid, Uyûnu’l-eser, I, 127; Mahmud Esad Seydişehrî,Tarîhi Dini İslâm, 486.16-İbnSa’d, et-Tabakât, I, 178; Belâzurî, Ensâbu’l-eşrâf, I, 234.17-İbnSa’d,et-Tabakât, I, 178; Belâzurî, Ensâbu’l-eşrâf, I, 234.18-İbnSa’d, et-Tabakât, I, 179; Belâzurî, Ensâbu’l-eşrâf, I, 236.

Page 13: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

1515

“Allah’a yemin ederim ki bana Hatîce’den daha ha-yırlı bir hanım verilmemiştir. İnsanlar beni inkâr et-tiği zaman o bana iman etti. İnsanlar beni yalanladığı zaman o beni tasdik etti. İnsanlar beni mahrum ettiği zaman o bana malıyla sahip çıktı. Allah beni ondan, di-ğer hanımlara nasip olmayan çocuklarla rızıklandırdı.” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebir, XXIII,13.)

Rasûlullah’ın (s.a.s.) ilk hanımı olan Hz. Hatîce (r.anhâ), asâleti, güzelliği, zekâsı, yumuşak huyluluğu ve serveti ile Kureyş kadınlarından üstün bir durumda idi. Kendisini câhiliyye döneminde bile muhafaza etmiş, asil ve faziletli bir hanımefendi olan Hatîce Validemiz, Rasûlullah (s.a.s.) ile evlendikten sonra tüm servetini İslâm’ın yayılması için harcayıp tüketmişti.

O, son Peygamber’in hanımı ve Rasûlullah’a ilk îmân eden hanım olma özelliğini ve şerefini taşıyordu. Ayrıca kaynaklarda Rasûlullah Efendimizin hanımları arasın-da, nesebce Peygamberimize en yakın olan hanımının Hz. Hatice olduğu belirtilmektedir.

Hz. Hatîce, Peygamberimizle evlenmeden evvel câ-hiliyye döneminde iki evlilik yapmış ve bu evliliklerin-den ikisi erkek biri kız olmak üzere üç çocuğu olmuştur.

Hz. Peygamber ile Evliliği Hatîce Validemiz, ticaretle uğraşan zengin bir hanı-

mefendi idi ve işlerinin başına geçecek güvenilir birine ihtiyacı vardı. Peygamberimiz (s.a.s) ise çevresinde dü-rüstlüğü ve güvenirliğiyle ün salmış bir genç idi. el-E-min lakaplı bu gençten haberdar olan Hz. Hatîce, kö-lesi Meysere aracılığıyla Peygamberimize, Suriye ticaret kervanında çalışması için teklif gönderir. Peygamberi-miz (s.a.s) de bu teklifi hemen kabul eder. İşte o derin sevgi bağının ilk tohumları da bu iş anlaşmasından son-ra atılmış olur.

Rasûlullah (s.a.s) çalışmaya başlayalı henüz üç ay olmuştur… Hatîce Validemiz bu dürüst ve yakışıklı genç adamla hayatını birleştirmek ister ve en yakın arkadaşı Nefise’ye konuyu açar. Böyle hayırlı bir iş için hemen harekete geçen Hz. Nefise, Rasûlullah’a giderek meseleyi konuşur. Peygamberimiz de amca-larıyla istişare eder. Oradaki herkes bu habere çok sevinir. Zira çok sevdikleri yeğenlerine ancak Hatîce gibi asil bir hanımı yakıştırırlar. Çok geçmeden kı-yılan nikâhla yirmi beş yıl sürecek gelmiş geçmiş en mübarek izdivaç gerçekleşmiş olur.

Nurgül DERE

Rasûlullah’ın (s.a.s.) ilk hanımı olan Hz. Hatîce (r.anhâ), asâleti, güzelliği,

zekâsı, yumuşak huyluluğu ve serveti ile Kureyş kadınlarından üstün bir

durumda idi. Kendisini câhiliyye döneminde bile muhafaza etmiş, asil ve faziletli

bir hanımefendi olan Hatîce Validemiz, Rasûlullah (s.a.s.) ile evlendikten sonra

tüm servetini İslâm’ın yayılması için harcayıp tüketmişti.

Page 14: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

1616

“Hayır, Allah’a yemin ederim ki bana Hatîce’den daha hayırlı bir ha-

nım verilmiş değildir. İnsanlar beni inkâr ettiği zaman o bana îmân

etti. İnsanlar beni yalanladığı zaman o beni tasdik etti. İnsanlar beni mahrum

ettiği zaman o bana malıyla sahip çıktı. Allah beni ondan, diğer hanımlara

nasip olmayan çocuklarla rızıklandırdı.”

Hz. Peygamber ile Hz. Hatice arasında derin bir mu-habbet vardı. Evlendiklerinde Efendimiz 25, Hatîce Va-lidemiz ise 40 yaşındaydı. 25 yıllık evlilikleri süresince Peygamberimiz başka bir kadınla evlenmemiştir. Diğer evliliklerini Hz. Hatîce vefat ettikten sonra yapmıştır. Peygamberimizin (s.a.s) çok evliliğini eleştirenlerin –eğer art niyetli değillerse tabii– konuyu iyi tetkik ve analiz etmeleri gerekmektedir. Zira Allah Rasûlü, kadın düşkünü biri olsa idi gençlik yıllarını tek eşli, kendinden 15 yaş büyük ve üstelik başından iki evlilik geçmiş üç çocuklu bir hanım ile geçirmezdi. Zira çevresi tarafın-dan sevilen ve sayılan el-Emin lakaplı Hz. Muhammed ile evlenebilmek için can atan çok sayıda bakire kız var-dı. Varlıklı aileler kızlarının yanında mal varlığı da teklif ediyorlardı. Fakat O bunların hiçbirine tamah etmedi ve kendisine en uygun eşi seçti.

Hz. Hatîce’nin Fedakârlığı

Çok fedâkar ve alçak gönüllü olan Hatîce Validemiz, varlıklı bir hanım olmasına karşın evinin işini kendi-si görür, hizmetçi kullanmazdı. Özellikle de eşinin ve çocuklarının ihtiyaçlarını kendisi karşılardı. Şüphesiz isteseydi çok sayıda hizmetçisi olurdu. Fakat o sadeliği tercih etmiş ve kibirden uzak bir hayat sürmüştü.

Hz. Hatîce’nin bu fedakârlığı yalnızca eşi ve çocuk-larıyla sınırlı değildi. Rasûlullah’ın aile efradına ve çev-resine de ilgi ve alâka gösteriyordu. Peygamberimizin sütannesi Hz. Halîme’yi düğünlerine davet ettiklerinde, Hz. Hatîce, Halîme’yi el üstünde tutmuş, ziyadesiyle alâka göstermişti. Hz. Hatîce kayınvalidesi konumun-da bulunan Hz. Halîme’ye çok sayıda dişi deve hediye etmişti. Hepsi bu kadar mı? Tabiî ki hayır! Kıtlık zama-nında Halîme (r.anhâ) sütoğlu Rasûlullah’a gelip sıkıntı çektiğini belirtince Hatîce Validemiz hemen kırk koyun ve bir binek devesi hediye ederek Hz. Halîme’yi bu sı-kıntılı durumdan kurtarmıştı.

Efendimiz (s.a.s) ile Hz. Hatice’nin (r.anha) aile ha-yatları, çok mutlu ve huzurlu bir şekilde geçmiştir. Her zaman birbirlerine karşı anlayışlı olmuş, desteklerini

hiçbir zaman esirgememişlerdir. O zamanki ve günü-müze kadar gelen tüm insanlara örnek bir aile olmuşlar-dır. Ahlâk, karakter ve hayata bakışları değerlendirildi-ğinde bu iki insandan birbirine daha münasip başka bir çift gösterilemez. İlişkilerinde asla bencilliğe yer yoktu, birbirlerini kendi nefislerine tercih etmişlerdi. İşte böyle olduğu için ortaya mükemmel bir evlilik çıkmış ve tüm insanlığa örnek olmuştur.

Bu mübarek evlilikten Efendimiz ile Hz. Hatice Va-lidemizin altı çocuğu olmuştur. İkisi erkek (Kâsım ve Abdullah); dördü ise kızdır (Rukayye, Zeyneb, Ümmü Külsüm ve Fâtımâ).

İlk çocukları Kâsım ile ilgili ibret alınacak bir hâdise şu şekilde cereyan etmiştir…

Hüseyin b. Ali b. Ebî Tâlib (r.anh) anlatıyor: “Rasûlullah’ın (s.a.s) oğlu Kâsım vefat edince Hz. Hatîce (r.anhâ): “Ey Allah’ın Rasûlü! Kâsım’ın sütü taştı. Keşke Allah süt çağını tamamlayacak kadar onun ömrünü uzatsaydı.” dedi. Aleyhissalatu vesse-lam, bunun üzerine: “O süt devresini cennette ta-mamlayacak!” buyurdular. Hz. Hatîce: “Ey Allah’ın Rasûlü! Şayet bunu bilseydim, onun acısına sabret-

Page 15: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

1717

mem kolaylaşırdı.” dedi. Aleyhissalatu vesselam: “Dilersen Allah’a dua edeyim de sana onun sesini işittireyim.” dedi. Ancak Hz. Hatîce: “Hayır, ey Al-lah’ın Rasûlü! Ben Allah ve Rasûlü’nü tasdik ediyo-rum.” dedi.”

Acaba böyle bir teklife biz muhatap olsaydık ne ce-vap verirdik?.. Evet, Hatîce Validemiz her zamanki gibi asil ve olgun bir duruş sergilemiştir...

Vefatı

64 sene 6 ay yaşamış olan Hatîce Validemiz, ölüm döşeğindeyken Rasûlullah ve üç kızı, Zeyneb, Ümmü Külsüm ve Fâtımâ yatağının etrafında oturmuşlar bu mübarek hanımefendiye son kez bakıyorlardı. Efen-dimiz (s.a.s) ise, ölüm ona biraz daha kolay olsun diye; Allah’ın Cennet’te onun için hazırladığı nimet-leri sayıyordu. Validemizin ise ağzından şu sözler dökülmüştür: “Allah’ım, sayamayacağım kadar öv-güye layıksın! Allah’ım, senin huzurunda sana var-mayı hoşnutsuzlukla karşılamam. Ancak ben, bana vereceğin nimetlere layık olabilmek için daha fazla fedakârlıkta bulunmayı istiyorum.”

Hz. Hatice’nin ölümünden sonra Peygamberimiz O’nu daima hayırla yâd etmiş, ne zaman bir kurban kesilse, merhum eşi Hatîce’nin arkadaşlarını araştırır, bulur ve onlara et gönderirmiş. Hz. Âişe Validemiz, bu durumdan rahatsızlığını şu sözlerle belirtir: “Neredey-se Rasûlullah (s.a.s) Hatîce’yi anmadan ve onu güzelce övmeden evinden çıkmazdı. Yine günlerden bir gün ondan bahsetti ve bu benim kıskançlık duygularıma do-kundu. Dedim ki: “Allah sana o ihtiyar kadının yerine daha hayırlısını vermedi mi?” Bunun üzerine Peygam-

ber (s.a.s) öfk elendi ve şöyle cevap verdi: “Hayır, Allah’a yemin ederim ki bana Hatîce’den daha hayırlı bir hanım verilmiş değildir. İnsanlar beni inkâr ettiği zaman o bana îmân etti. İnsanlar beni yalanladığı zaman o beni tasdik etti. İnsanlar beni mahrum ettiği zaman o bana malıyla sahip çıktı. Allah beni ondan, diğer hanımlara nasip olmayan çocuklarla rızıklandırdı.” Âişe (r.anha) dedi ki: “Kendi kendime: Bundan sonra hislerimi artık içimde tutacağım ve artık Hatîce’yi çirkin bir sözle an-mayacağım.”

Hz. Fâtıma ile ilgili ise hem hüzünlü hem de bizlere acı acı tebessüm ettirecek bir hâdise gerçekleşir:

Bir gün Fâtıma, babasına “Yâ Rasûlallah, Cebrail’e sorup annemin durumunu öğrenmeden içim rahat et-meyecek.” demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber bunu Cebrail’e sordu o da Hatîce’nin Cennet’te Meryem ve Sâre arasında olduğunu söyledi.

Hz. Peygamber’den bir hadis rivayet eden Hatice Validemiz; Ebû Tâlib’in ölümünden üç gün sonra, Hic-ret-i Nebeviye’den üç sene evvel, Bi’setin onuncu yılında Ramazan ayında vefat etmiştir. Efendimiz onu Hacûn Kabristanı’ndaki kabrine kendi elleriyle yerleştirmiştir.

Faydalanılan KaynaklarAbdulaziz eş-Şennavî, Sahabe Hayatından Tablolar (Hanım Sahâbî-ler), trc. Tâceddin Uzun, Uysal Kitabevi, Konya, 1991, III.İbn Hazm, Cevâmiu’s-Sîre, trc. M. Salih Arı, Çıra Yayınları, İstan-bul, 2004.İbnu Deybe, Teysiru’l-Vüsûl ilâ Câmii’l-Usûl, trc. İbrahim Canan, Akçağ Yayınevi, İstanbul, 1993, XVIII.İbnu Hacer el-Askalânî, el-İsabe Seçkin Sahabeler, trc. Seyfullah Erdoğmuş, Sağlam Yayınevi, İstanbul, 2008.Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed Sîre-tü’n-Nebî, trc. Yusuf Karaca, İz Yayıncılık, İstanbul, 2008.Nurgül Dere, Hanım Sahabîler, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 2012.Ziya Kazıcı, Hazret-i Muhammed’in Aile Hayatı ve Eşleri, Çamlıca Yayınları, İstanbul, 2003.

Sehl İbniSa’dradıyallahuanh’den rivayet edildiğine göre Nebî sallalla-

hu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Cennette reyyân denilen bir kapı vardır ki, kıyamet günü oradan ancak

oruçlular girecek, onlardan başka kimse giremeyecektir. Oruçlular nerede?

diye çağrılır. Onlar da kalkıp girerler ve o kapıdan onlardan başkası asla gi-

remez. Oruçlular girince o kapı kapanır ve bir daha oradan kimse girmez.”

( Buhârî,Savm4;Müslim,Sıyâm166 )

Page 16: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

18

Tarih boyunca zalimlerin bulunduğuher yer-de mazlumlar var olmuştur. Allah’a ilahlık hakkını vermeyen zihniyet, hükümranlığı

sahte ellere vermiş böylece hem kendine hem de başka-larına zulmetmiştir. Hakikate gözlerini kapayıp hevâsını ilah edinen varlıkların, dünyaya adalet tesis edeceklerini söylemeleri ne kadar gülünçtür. Böylelerinin önderleri, kendi hırsları uğruna toplulukları hiç çekinmeden har-camışlar ve onları heveslerine oyuncak etmekten çekin-memişlerdir.

Zalimlerin elebaşları bulunduğu gibi Allah (c.c), ke-remiyle mazlumları kurtaracak önderler de göndermiştir. Bu önderler çoğu zaman kavimleriyle birlikte zulümlere maruz kalmış, hatta bazıları yanlarındaki çok az sayıda iman edenle diğerlerinin helakine şahit olmuşlardır. Pey-gamberlerin maruz kaldığı zulümler, kırıcı sözlerle sınırlı kalmamış; alay, hakaret, işkence ve öldürmeye teşebbüs gibi çeşitli yöntemlerle artarak devam etmiştir.

Toplumlar, önderlerini Türkçe kelime ifadesinde ol-duğu gibi ‘önde’ görmek isterler. Önde ve başta... Diğer yandan -liderlerin tesir sahası yüksek olduğu için- düş-manlar, gözlerini önderlere dikmiş ve önce onları de-virmenin planlarını yapmışlardır. Müntesipler de, gerek bu gibi tehlikelerden gerek de duydukları muhabbetten dolayı liderlerini korumak üzere maddi, manevi kalkan oluşturma çabası içine girmişlerdir.

Mazlumun Âhıİmanlı yüreğin çaresiz feryadı, Rabbimiz tarafından boş

çevrilmemiş, bir ‘âh’ edişi bile değer bulmuştur. Zulüm al-tındaki yakarışlar cevapsız kalmamış ve çoğunlukla Allah’ın ‘müntekîm’ sıfatının tecellisi zuhur etmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de zulüm dendiğinde Firavun ve Nemrut gibi kişiler akla gelir. Zulüm altında inleyen insanlar hatıra geldiğinde ise en başta peygamberler, İs-railoğulları, Ashab-ı Uhdud ve Mekke’de işkence gören ashabyâd edilir.

Bu yazıda İslam’ın ilk yıllarında işkence gören mü-minlerin yaşadığı dram üzerinden tefekkür edecek ve bir takım tespitlerde bulunacağız.

‘Meta Nasrullah’Mekke’de müşrikler tarafından yapılan işkenceler da-

yanılamaz bir hâl almıştı. Güçlü kabilesi ve serveti olma-yan zayıf müminlere, bilhassa kadın ve kölelere çok eziyet ediliyordu. Ashab bu olaylar sırasında Allah Elçisi’nden bir haber ve kurtuluş müjdesi bekliyordu. Bir gün halleri-ni Rasûlullah’a arzettiklerinde duymayı isteyeceklerinden çok farklı bir şekildeonlara cevap verilmişti:

“Önceki ümmetler içinden bir mü’min yakalanır, ka-zılan bir çukura gömülür, sonra da bir testere ile başından aşağı ikiye biçilir, eti-kemiği demir tırmıklarla taranırdı. Fakat bütün bu yapılanlar onu dininden döndüremezdi. Yemin ederim ki Allah mutlaka bu dini hâkim kılacaktır. Öylesine ki, yalnız başına bir atlı, Allah’tan ve sürüsüne kurt saldırmasından başka hiç bir şeyden endişe etmek-sizin San’a’danHadramut’a kadar emniyetle gidecektir. Ne var ki, siz acele ediyorsunuz.” (Buhârî, Menâkıb 25.)

Ayeti kerimede ise şöyle buyrulmaktadır:

“Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öyle-sine sarsıldılar ki, sonunda Elçi, beraberindeki mü’min-

Esra Nur UÇKAN

Page 17: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

19

lerle; ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır.”(Bakara 2/124)

Ayet-i kerime ve Rasûlullah’ın hadisi,ashabın içinde bulunduğu durumdan çok daha fazla eziyete işaret et-mekte, tabiri caizse çıtayı yükseltmekte, peygamberleri-ni de devreye sokmak suretiyle çaresizliğin ve yakınma-nın üst sınırını dile getirmekteydi.

Eziyet Altındaki Bir Mümine Şeytan Ne Diyebilir?Şeytan boş durmaz. Şeytan belki de rahat içinde

gününü gün eden müminle uğraşmadığı kadar eziyet altındaki bir müminle uğraşabilir. Çünkü onun elde edeceği manevi derece ve cennet nimetleri diğerinin ya-nında çok yüksektir. Bu sebeple zihnini karıştırabilecek sorular ve vesveseler ortaya atabilir.

“Siz burada eziyet görüyor, güneşin kavurucu sıcağı altında inin inim inlerken önderiniz nerede! Sabredin, deyip cennet vaat etmek kolay! Siz serap bile göremez-ken cennet nerede! Allah halinizi biliyor, görüyor ve mademki her şeye kâdir, neden bu eziyetleri çekmenize müsaade ediyor?!” gibi sorular zihni, gönlü bulandıra-cak çıkmazlara sadece bir kaç örnek.

Ashabın TavrıMekke döneminde işkence gören ashabın durumu

gerçekten içler acısıdır. Ancak o durumda gösterdik-leri metanet, sabır, tevekkül ve iman şehadeti gözyaşar-tıcıdır. Ashab dayanamadıkları durumlarda “Allah’ın yardımı nerede? Neden bize erişmiyor? Yoksa bize boş vaatlerde mi bulundu? Hani koruyan, kollayan, gözeten idi?” gibi cümleler kurmamışlar, kuranlara ise münafık gözüyle bakmışlardır.

Onların tavrı bilakis şöyle olmuştur: Allah’ın yardı-mı gelecek.Elbet gelecek. Biz görmesek de gelecek.

Onlar ‘Allah’ın yardımı nerede?’ diye bir hesap sor-ma ukalalığına düşmemişler,sadece gönülden inandık-ları bu yardımın‘ne zaman’ geleceğini sormak istemiş-lerdir. ‘Ne zaman’ ifadesi, güvendikleri Allah’a yönelik ‘Dayanamıyoruz ey Rabbim yetiş!’ şeklindeki bir imdat çığlığı ya da nöbeti teslim vaktinin haberidir.

Ayet-i Kerime’deki Vurgular Rabbimizin ayetindeki vurgular, dikkat etmemiz ge-

reken noktalardır. Ayet, insan olarak tökezleyeceğimiz durumları adeta haber vererek ‘elâ’ (dikkat edin) diye-rek uyarıyor. Verilen cevap ise hiçbir şüpheye meydan bırakmayacak şekilde ‘inne’tekid edatı ile perçinleniyor. ‘İnne’ “Muhakkak ki Allah’ın yardımı yakındır.”

Burada gönüller ferahlıyor. Müjdeyle seviniyor ve coşuyoruz. Ancak ayet ve Rasûl ortamından, bulundu-ğumuz hayat ortamına geri döndüğümüzde bir bakı-yoruz ki günler, aylar geçiyor zulümler devam ediyor; şehit sayısı günbegün artıyor. O zaman ayetin muradını ve hangi kısmı eksik anladığımızı tekrar sorgulamamız ve üzerinde tefekkür etmemiz gerekiyor.

Allah’ın Yardımı Yakın’dır Ne Demek?1.Nokta: Allah’ın yardımı nedir? Her zaman fetih,

zafer, iyileşme, kurtulma, başa geçme gibi dünyada gö-rülecek başarı cinsinden bir şey midir? Şehadet de ba-zen en büyük kurtuluş ve yardım olamaz mı?

2.Nokta: Üzerimize düşeni gerçekten yaptık mı? Yani zulüm altında kalmamak için gerekli çabayı gös-terdik mi? Çare ve çözüm üzerinde yeterince çalıştık mı? Diyalog ya da hicreti denedik mi?Ya da acaba Uhud okçuları gibi yerimizi terk ettik de o yüzden mi başımı-za bu musibet geldi?

3.Nokta: Yakın ne demek? Müslüman olmayanların dahi kabul ettikleri bir gerçek var ki Hz. Muhammed’in yani Rasûlullah Efendimizin hareketi, toplumları dö-nüştürme açısından en hızlı sosyal ve siyasal dönü-şümlerden biridir. Vahyin 610’da gelip Mekke fethinin 630’da gerçekleştiği hatırlanacak olursa 20 yıl gibi bir za-man dilimi ortaya çıkar. Sosyal hareketlerde 20 yıl çok kısa bulunmakta yani ‘çok yakın’ görülmektedir.Başka bir ayetin ifadesiyle insanoğlu aceleci bir fıtrata sahiptir.

Bütün bunları bir arada değerlendirdiğimizde va-racağımız nokta şudur ki “Meta nasrullah?” bir şikâ-yet cümlesi olmaktan çok bir yardım çağrısı ve bir dua cümlesidir. Teslimiyetin belki de duaya dönüşmüş en güzel halidir. güzel halidir.

“Önceki ümmetler içinden bir mü’min yakalanır, kazılan bir çukura

gömülür, sonra da bir testere ile başından aşağı ikiye biçilir, eti-ke-

miği demir tırmıklarla taranırdı. Fakat bütün bu yapılanlar onu dininden dön-

düremezdi. Yemin ederim ki Allah mutlaka bu dini hâkim kılacaktır. Öylesine

ki, yalnız başına bir atlı, Allah’tan ve sürüsüne kurt saldırmasından başka hiç

bir şeyden endişe etmeksizin San’a’danHadramut’a kadar emniyetle gide-

cektir. Ne var ki, siz acele ediyorsunuz.”

Page 18: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

2020

O bizim annemizdi. Bu ümmetin annesi... Sev-gililer Sevgilisinin sevgili eşi. “Onun eşleri,

onların anneleridir.”1buyruğunun yücelttiği ilk kişi. O, Allah’ın Habîbi’nin dünyada en çok sevdiği üç şeyden birinin asr-ı saadet aynasında yansıyan en mükemmel ifadesi.2 Allah’ın dininde Cennet, bir kişinin bile anne-si olanların ayakları altına serilmişken bütün ümmetin anneliğine lâyık görülene bilmem ki ne demeli! Sanırım Sevgili Efendimizin onu bu ümmetin kadınlarının en üstünü olarak nitelemesini hatırlarsak onun Allah ka-tındaki yüce makamını tahmin edebiliriz belki.

Güneşin Sığındığı GölgeHz. Hatice annemiz (r.anhâ), Peygamber Efendimizin

(s.a.s) dünya hayatındaki ikinci sığınağıydı. İlk sığınağı, ço-cukluğunda kendisine kucak açarak yetimliğin ve öksüzlü-ğün mahzunluğunu bir nebze olsun unutturan Ebû Talib ailesiydi. Bu ailede amcası Ebû Talib ve onun hanımı Fâtı-ma Hâtun O’na öyle iyi davranmışlardı ki, Sevgili Peygam-berimiz (s.a.s) hayatı boyunca onları hep hayırla yâd etti.3

İkinci olarak gençlik devresiyle Peygamberlik dö-neminin fırtınalı zamanlarında sevgili eşi Hz. Hatice (r.anhâ) Onun için bir huzur limanı, saadet sığınağı oldu. Özellikle İslâmî tebliğin ilk zamanlarında Hz. Muhammed aleyhisselâm’ın korku ve endişelerden kur-tulmasında, dikenler ve tuzaklarla dolu davet yolunda metanetle, sabırla yürümesinde Hz. Hatice (r.anhâ), Peygamberimizin en büyük destekçisiydi.

İlk vahiy geldiğinde Efendimiz aleyhisselâm korku-ya kapılmış neye uğradığını bilememişti. Hira Mağara-sı’ndan koşarak evine sığındığında şiddetli fırtınaya ya-kalanmış birisi gibi titriyor, üşüyor ve “Beni örtün!” di-yordu. Hiç üstelemeden Ona örtüler getiren Hz. Hatice (r.anhâ), yapıcı tavırları ve teselli eden sözleriyle Sevgili eşinin gönlündeki fırtınaları dindirmiş, âdeta ılık bahar meltemleri estirmişti. O gün, Rasûlullah (s.a.s) mey-dana gelen hâdiseyi ona haber vererek: “Kendimden korktum.”dediğinde Hz. Hatice (r.anhâ) Ona: “Öyle deme; Allah’a yemin ederim ki, Allah hiç bir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen akrabana bakarsın, işini gör-

Erol DEMİRYÜREK

 صلى� الله عليه وسلم يقول    عن  علي رضي الله عنه يقول سمعت النبي

«  خير نسائها مريم ابنة عمران، وخير نسائها خديجة  »  .

Hz. Ali radıyallâhu anh, Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işittiğini ifade etmektedir:

“Kendi zamanındaki yeryüzü kadınlarının en hayırlısı İmran’ın kızı Meryem’dir. Bu ümmetin kadınlarının en hayırlısı da Hatice’dir.”

(Buhârî, Enbiyâ: 47 ; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe: 69.)

Page 19: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

2121

mekten âciz olanların ağırlığını yüklenirsin, fakire verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın, misafiri ağırlarsın, hak yolunda meydana gelen olay-larda halka yardım edersin.” demiş; sonra da O’nu iyi-ce yatışması için bilgin bir zât olan amcaoğlu Varaka b. Nevfel’e götürmüştü.4

Hz. Hatice binti Huveylid (r.anhâ) O’na iman etti.Allah’tan getirdiği şeyleri tasdik etti. Görevinde O’nun yardımcısı oldu. O Allah’a ve Rasûlü’ne iman edip Rasûl’ün Allah’tan getirdiği şeyleri doğrulayan ilk kim-seydi. Allah, onunla Elçisi’nin işlerini kolaylaştırıyordu. Peygamber Efendimiz (s.a.s) hayatı boyunca ondan inkâr ve yalanlama sözü ile Kendisini üzecek türden hoşuna gitmeyecek hiçbir şey işitmedi. Bilakis Hatice, Efendimizin dışarıdaki alay, hakaret ve işkence orta-mından her eve gelişinde sebatını arttırma k, davet yü-künü hafi� etmek, Onu tasdik etmek ve insanlara karşı vazifesini kolaylaştırmak için O’nu teselli edip destekli-yor ve böylece sıkıntısını gideriyordu.5

Hz. Hatice (r.anhâ), İslâmî davetin en zorlu günle-rinde Rasûlullah aleyhisselâm ve henüz küçük bir ço-cuk olan Hz. Ali (r.a) ile birlikte Kâbe’de ibadet ediyor ve bu haliyle müşriklere meydan okuyordu. Bu gün-lerde yeryüzünde onlardan başka Allah’a ibadet eden bulunmuyordu. Hz. Hatice annemizi Kâbe’de ibadet ederken gören Hz. Abdullah b. Mes’ûd (r.a), onun daha tesettürün emredilmediği o günlerde örtülere iyice sa-rınarak güzelliğini gizlemiş olduğunu söylemiştir.6 Bu durum onun tesettür konusunda basiretinin enginliğini gösterir. Ayrıca i� etini kale gibi koruma konusunda Hz. Meryem7 ile benzerliğinin de işareti sayılabilir. Hem za-ten o, üstün i� eti sebebiyle İslâmiyet’ten önce de “Tâhi-re: Tertemiz kadın” lakabıyla anılırdı.8

Allah’ın Selâm Ettiği En Faziletli Kadın: HATİCETÜ’L-KÜBR“Kübrâ” Arapçada “en büyük” demektir. Yeryüzü

kadınlarının faziletçe en büyüğünü anlatmak için Hz. Hatice annemize lakap olmuştur.

Hz. Hatice (r.anhâ) annemiz, Sevgili Peygamberi-miz (s.a.s)’in dilinde kadınlar arasında kemâle ermiş dört kişiden biridir: “Erkeklerden kemâle erenler çoktur. Kadınlardan ise İmran’ın kızı Meryem, Fira-vun’un hanımı Âsiye, Huveylid’in kızı Hatice ve Mu-hammed’in kızı Fâtımâ’dan başka kemâle eren yoktur. Âişe’nin diğer kadınlara üstünlüğü ise tirid (isimli et yemeğinin) diğer yemeklere üstünlüğü gibidir.”9 Yine Efendimiz aleyhisselâm’ın Müslümanlara örnek olarak

gösterdiği kadınlar arasında Hz. Hatice (r.anhâ) anne-miz de vardır: “Dünya kadınları arasında İmran’ın kızı Meryem, Huveylid’in kızı Hatice, Muhammed’in kızı Fâtımâ ve Firavun’un hanımı Âsiye örnek olarak yeter.”10

Hz. Hatice (r.anhâ) annemiz Yüce Allah’ın husûsî selâmına mazhar olmuş en müstesnâ kadındır. Şöyle ki, Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) Hira Dağında iken Cebrail, Peygamberimize gelmiş ve “Yâ Rasûlallah! İşte şu Hatice’dir. Sana doğru geliyor. Ya nında bir kap var, içinde katık yâhud yiyecek şey yâhud şerbet var. Hatîce sana geldiğinde ona Rabb’inden ve benden selâm söyle! Ve cennette inciden yapılmış bir sarayla müjdele ki, onun içinde gürültü patırtı yok, çalışmak çabalamak da yok!”11buyurmuştur. Hz. Hatice (r.anhâ) annemiz o kadar fedakâr bir insandı ki her işini hizmet-çilere gördürebilecek kadar zengin olmasına rağmen Sevgili eşi için elinde yemek kaplarıyla kilometrelerce yürüyerek Hira’ya gidip geliyor; çocuklarının gürültü patırtılarına ve ev işlerinin ağırlığına yüksünmeden katlanıyordu.

Hz. Selman (ra)’ın bildirdiğine göre, Firavunun hanımı Hz Âsiye, Musa aleyhisselâm’a iman edince Firavun ona çöl güneşiyle işkence etmeye başladı. İş-kenceciler çekilince melekler onu kanatlarıyla gölge-lendiriyordu. Bu sırada o, Cennet’teki evini görüyor-du.12Belki de bu kerâmet onun dünya sarayında kraliçe olmayı reddedip âhiretin Cennet’ini arzuladığı,“Rab-

Page 20: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

2222

23-İbn Hişâm, a.g.e. I, 257.

bim, bana katında Cennet’te bir ev yap!”13 duasının cevabıydı. Hz. Hatice (r.anhâ) annemiz de tıpkı onun gibi dünyanın konforuna ve zenginliğine itibar etme-yip birçok zahmetlere katlandığı için Cennet’te inciden bir köşkle müjdelenmişti. Elbette bu iki mübarek ha-nımın tercihinde rol oynayan en etkili dinamik sarsıl-maz imanlarıydı. Müslüman kadınlara önder ve örnek olarak gösterilen hanımların dünyayı ellerinin tersiyle itmelerine karşılık bu günün sözüm ona dindar(!) bazı kadınlarının tek gayelerinin saray gibi evlerde oturmak ve dünyanın bütün nimetlerinden istifade etmek olma-sı ne kadar acıdır!

Hz.Hatice’nin Büyüklük SırrıHz. Hatice annemizi Allah katında bu kadar yük-

sek dereceye ulaştıran sır acaba neydi? Elbette ki bu sır onun dağlar kadar büyük imanında ve iman kervanın-da Müslüman kadınların öncüsü oluşunda gizliydi. O öyle bir iman etmişti ki bu imanda şüphenin zerresi bile yoktu. İlk oğlu Kâsım daha emzikli bir bebekken vefat ettiğinde gösterdiği destansı tavır göz kamaştırıcıydı:

Emzirdiği yavrusunu kaybeden acılı anne Efendi-miz aleyhisselâm’a gelerek, “Ya Rasûlallâh! (Göğsüm) Kâsım’ın sütüyle dolup taşıyor. Keşke süt emme sü-resini tamamlayana kadar olsun yaşasaydı.” demişti. Peygamber Efendimiz (s.a.s):“O süt devresini cennet-te tamamlayacaktır.” buyurunca:“Keşke bunu (kesin bir bilgiyle) bilseydim ya Rasûlallah! O zaman onun acısına sabretmem kolaylaşırdı.”deyiverdi. (Onun bu talebi, İbrahim aleyhisselâm’ın isteğine benziyordu.)14 Sevgili Peygamberimiz (s.a.s), “İstersen Allâh’a duâ ede-yim de sana onun sesini işittireyim.” buyurdu. İşte bu noktada Hz. Hatice (r.anhâ) annemizin muhteşem ima-nı devreye girdi ve hemen hemen hiçbir annenin geri çe-viremeyeceği bu teklifi, “Hayır, yâ Rasûlallâh! Ben Allâh ve Rasûlü’nü tasdîk ediyorum.” diyerek reddetti.15

Hz. Hatice (r.anhâ) annemizin Cennet yolcularının en önünde olması, onun bu yola çıkan ilk Müslüman kadın olmasının tabi bir sonucuydu. Çünkü İslâm dinindeki bir prensibe göre, iyi bir çığır açan kimse kendi sevabıyla bir-likte o konuda kendisini takip edenlerin sevabından da pay

alıyordu. Elbette ki bu durum kötü çığır açanlara yazılacak günah için de geçerliydi.16 Hz. Hatice annemiz de Rasû-lullah’a iman eden ilk kadın olarak kıyamet gününe kadar gelecek Müslüman kadınların sevabından hisse alacaktı. Fakat onların sevabı da azalmayacaktı. Aslında İslâm’ın ön-cüleri olan sahâbîlere, faziletçe kimsenin yetişememesinin sırrı da bu noktada gizliydi.

En Sevgilinin En Çok Sevdiği İnsanHz. Hatice (r.anhâ) annemiz, Rasûlullah aleyhis-

selâm’ın dünyada en çok sevdiği insandı. Bu durum ve-fat edene dek böylece sürüp gitti. Rasûlullah Efendimiz Hz. Hatice ile 30 yıla yakın bir süre evli kaldı ve bu süre zarfında başka hiçbir kadınla evlenmedi. Onun vefat et-tiği yıl Efendimizin dünyadaki en hüzünlü yılıydı. Sev-gili Peygamberimiz (s.a.s) ömrü boyunca Hz.Hatice’nin yakınlarıyla dostlarına iyilik yaparak ve hatırlarını sa-yarak ona olan sevgisini belli etti.

Hz. Âişe (r.anhâ)’nin bildirdiğine göre Rasûlullah aleyhisselam ne zaman bir koyun kesse, “Onu Hati-ce’nin dostlarına gönderin” buyururlardı. Hz. Âişe (r.anhâ) bir gün Onu kızdırıp “Hatice hâ!” deyince:“-Bana onun sevgisi bahşedildi”buyurdular.17

Yine Hz. Âişe (r.anhâ) şöyle demiştir: Ben Hz. Pey-gamber (s.a.s)’in hanımların dan hiçbirisi hakkında, Hatice’ye karşı kıskançlığım derecesinde kıs kanç ol-madım. Hâlbuki ben Hatice’yi görmemiştim. Fakat

“Allah bana ondan hayırlısını vermedi. İnsanlar beni yalanladığında

o tasdik etti. İnsanlar benden mallarını esirgediklerinde o, malıyla

destekledi. Allah başka (hanımlarımdan) bana çocuk ihsan etmediği halde

ondan ihsan ederek rızıklandırdı.”

Page 21: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

2323

Hz. Peygamber (s.a.s) onun adını çok anardı. Çok defa koyun keser di, sonra da etini uzuv uzuv parça-lar, daha sonra onları Hatice’nin sâdık kadın dostla-rına gönderirdi. Bâzı defa ben sabırsızlanarak, Hz. Peygamber’e hitaben: “Sanki yeryüzünde Hatice’den başka hiç kadın yok.”deyince Rasûlullah da: “Hatice şöyle idi, Hatice böyle idi.” (diye iyiliklerini sayar) ve “Ondan benim çocuklarım da var.” buyururdu.18

Bir defasında Hz. Hatice’nin kız kardeşi Hâle, Rasû-lullah’ı ziyaret edip yanına girmek için izin istemişti. Onun sesini Hz. Hatice’nin sesine benzeten Hz. Pey-gamber (s.a.s) heyecanlanmış ve hâli değişmişti. Bu durum sevenin sevdiğini hatırlamasından başka bir şey değildi. Rasûlullah aleyhisselam Kendisini teskin et-mek için, “Allahım! Bu Hâle’dir.” diye söyleniyordu…”19

En Büyük Sevgiye Lâyık Hz. Peygamber’in Hz. Hatice’yi en güzel övgülerle

andığı bir zaman Hz. Âişe annemiz:“Onda ne buluyor-sun. Allah Sana ondan hayırlısını verdi.” demişti. Hz. Peygamber (s.a.s) ise: “Allah bana ondan hayırlısını vermedi. İnsanlar beni yalanladığında o tasdik etti. İnsanlar benden mallarını esirgediklerinde o, malıyla destekledi. Allah başka (hanımlarımdan) bana çocuk ihsan etmediği halde ondan ihsan ederek rızıklandır-dı.” buyurdu.20

Yine Hz. Âişe (r.anhâ) annemizin kıskançlık gös-terdiği bir vakit Peygamber Efendimiz (s.a.s) kızıp hoş karşılamayınca Hz. Âişe (r.anhâ): “Seni hakla gönderen Allah’a yemin ederim ki, bundan sonra onu ancak ha-yırla anacağım.” diyerek özür beyan etti.21

Hz. Hatice (r.anhâ) annemiz Allah’ın En Sevgili Ku-lunun (s.a.s) sevgisine gerçekten lâyık bir insandı. Ha-

yatı boyunca Hak davada hep O’nu desteklemiş, maddi ve manevi yardımlarıyla gölgesini üzerinden hiç eksik etmemişti. Hz. Hatice (r.anhâ) Peygamberimizin hatı-rını öyle sayıyordu ki, küçüklüğünde O’na sütannelik yapan Hz. Halîme kendilerini ziyaret edip kıtlıktan ve hayvanlarının helâk olduğundan bahsedince ona bir çırpıda kırk koyun ve üstünde kurulu tahtıyla bir deve bağışlamıştı.22

Rasûlullah Efendimiz (s.a.s) evlilikleri boyunca Kendisini üzecek hiçbir şey yapmayan23 sevgili eşini hiç unutmadı. Hep hayırla andı. Allah Hz. Hatice (r.anhâ) annemize ve diğer annelerimize rahmet etsin.

1-AhzâbSûresi 6. Âyet.2-Sevgili Peygamberimiz (sas) bir Hadis-i şerifl erinde, “Dünyada bana kadınlar ve güzel koku sevdirildi. Namaz da gözümün nuru kı-lındı.” buyurarak bu üç şeye işaret etmiştir.(Nesâî, işratü’n-nisâ 1) Elbette bunların en sevgilisi ve sürekli huzur kaynağı olanı namazdır. 3-Öyle ki, Ebû Tâlib’in hanımı Fâtıma Hâtun vefat ettiğinde Rasû-lullah aleyhisselâm kendi gömleğini ona kefen yapmış, kabrine önce kendisi inerek teessüründen ağlamış ve “Bu kadın beni doğuran an-nem gibiydi…”buyurmuştu. (Hâkim, Müstedrek, III, 108)4-Buhârî, Bedyü’l-Vahy 1.5-İbn Hişâm, es-Siretü’n-Nebeviyye, (I-IV) Beyrut, ty. I, 257.6-Zehebî, Siyer-i A’lâmi’n-Nübelâ, (I-XXV) I, 463; Ahmed, I, 209 – 210.7-Bkz.:TahrimSûresi 12. Âyet.8-Yaşar Kandemir, “Hatice” DİA, XVI, 465.9-Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 70; Tirmizî, Et’ıme 31.10-Tirmizî, Menâkıb 61.11-Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 20.12-Hâkim, Müstedrek, II, 496.13-TahrimSûresi 11. Âyet.14-Hz. İbrahim Peygamber (a.s), Yüce Allah’a ölüleri nasıl diriltti-ğini görmek için niyazda bulunmuştu: “Hani İbrahim: “Rabbim bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster” demişti. (Rabbi ona): “Yoksa inanma-dın mı?” deyince ise, “Hayır (inandım) Fakat kalbimin tatmin olması için (bunu istiyorum) demişti…” Bakara Sûresi 260. Âyet.15-İbn Mâce, Cenâiz 27.16-Müslim, Zekât 69. Ayrıca bk. Nesâî, Zekât 64.17-Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 75.18-Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 20.19-Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 20.20-Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebir, thk. Hamdi Abdülmecid es-Selefî, (I – XXV), Kahire 1404/1983 XXIII, 13.21-Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebir, XXIII, 15.22-İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Thk. Dr. Ali Muhammed Ömer (I – XI), Kahire, 1421/2001 c. 1 shf. 93.(I – XI), Kahire, 1421/2001 c. 1 shf. 93.

Enes radıyallahuanh’den nakledildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve

sellem, bir gün Sa’dİbniUbâde’nin yanına geldi. Sa’d derhal bir par-

ça ekmek ve zeytin çıkarıp Resûlullah’a ikram etti. Nebî sallallahu aleyhi ve

sellem bunları yedikten sonra ona şöyle dua etti:

“Evinizde hep oruçlular iftar etsin, yemeğinizi iyiler yesin,

melekler de duacınız olsun.”

( EbûDâvûd, Et’ime 54 )

Page 22: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

24

“Allah şu Kur’ân’la bazı kavimleri yüceltir(azîz kılar); bazılarını da alçaltır (zelîl kılar).”

“Riyâzü’s-Sâlihîn”isimli muhteşem hadis kitabının müellifi İmam Nevevî, İmam Müslim’den (Müsâfirîn 269; bkz.İbnMâce, Mukaddime 16) seçip aldığı bu ha-dis-i şerifin baş tarafında şu bilgilereyer verir:

Kur’ân’ı En İyi Bilen Yöneticiliğe Yükseliyor

Hz.Ömer’in (r.a) Mekke’ye vali tayin ettiği Nâfi‘ b.Abdülhâris, Mekke taraflarındaki Usfân’da Halife Ömer’e (r.a) rastlar. Halife ona:“Bu vadi halkına kimi memur tayin ettiğini” sorar. O da:

-“İbnEbzâ’yı tayin ettim.” der. Hz. Ömer (r.a):

-“İbnEbzâ kimdir?” diye sorar. Vali:

-“Bizim âzatlı kölelerimizden biridir.” cevabını verir. Hz.Ömer:

-“Senonlarınüzerine bir azatlı köleyi mi tayin ettin?” deyince, Nâfi‘:

-“Fakat o, Allah’ın Kitabı’nı iyi okuyan ve bütün farz-ları da bilen biridir.” der. Bunun üzerine Ömer:

-“Dikkat edin, Peygamberiniz şöyle buyurdu…”, di-yerek yukarıdaki hadis-i şerifi nakleder.

“Allah şu Kur’ân’la bazı kavimleri yüceltir(aziz kılar); bazılarını da alçaltır(zelil kılar).”

Evet, Azîz ve Celîl Allah, ilahi talimatlarına iman eden, onunla amel eden, hayatlarını Kur’ân’ın emir ve yasaklarına göre tanzim edenleri yüceltir; dünyada mutlu ve huzurlu bir hayata, âhirette deebedi nimetlere-kavuşturur. Bunun aksine hareket edenleri ise alçaltır;a-şağıların aşağısı bir hayata düşürür.

Nitekim Kur’ân buyurur: “Allah onunla birçoğunu saptırır, birçoğunu da yola getirir.” (Bakara 2/26)

Kutlu Peygamberimiz (s), Kur’ân-ı Kerim’i en iyi bi-lenleri, barışta ve savaşta, yönetimde ve orduda, namaz-da ve hayatta öne çıkarırdı. Bu uygulama,tevarüsen Hz. Ömer döneminde de devam ediyordu.

Bakara Sûresi’ni Bilen Komutanlığa AtanıyorEbûHureyre (r.a) anlatıyor:Hz. Peygamber (s) bü-

yük bir ordu göndermeye karar verdi. Hepsinin silah ve malzemeleri yerindeydi. Hz. Peygamber (s)önce as-kerleri tek tek Kur’an-ı Kerim’den imtihan etti. Hepsi de bildiği kadar okudu. Sıra en genç olana gelince, Hz. Peygamber (s):

-“Ey filan, sen ne kadar biliyorsun?” diye sordu. Genç de:

-“Ben şu şu sureleri biliyorum; bir de Bakara Sure-si’ni biliyorum.” dedi. Hz. Peygamber (s) tekrar:

-“Sen Bakara Suresi’ni biliyor musun?” diye sordu. O da: “Evet” deyince, Hz. Peygamber (s):

Abdullah YILDIZ

Peygamberimizin (s), ordu içinde Kur’ân-ı Kerim’i en çok bileni, anlayanı ve ya-

şayanı-yaşı genç de olsa- o orduya komutan tayin etmesi oldukça anlam-

lıdır.Bir kimse Kur’ân’ı ne kadar biliyorsa, o oranda Kur’ân’la konuşuyor, o oranda

Kur’ân’la olaylara bakıyor, o oranda Kur’ân’la yürüyor demektir. Böyle bir mümin,

orduda da, hayatın diğer alanlarında da elbette önceliğe sahip olacaktır.

Page 23: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

25

-“O halde git, sen bu ordunun kumandanısın.”dedi. Onların ileri gelenlerinden bir kişi:

-“Allah’a yemin ederim, Bakara Suresi’ni ezberle-mekten beni engelleyen şey, onun hakkını yerine geti-remeyeceğimden korkmamdır.”dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s) şöyle buyurdu:

“Kur’ân’ı öğreniniz, onu okuyunuz. Çünkü Kur’ân öğrenip okuyan/anlayıp-anlatan kimse, içi misk dolu bir kırbaya benzer. Kur’ân’ı ezberleyip onu hafızasın-da tuttuğu halde yatan bir kimse, misk ile dolduru-lup ağzı bağlanan bir kırbaya benzer.” (Kandehlevi, Hayatü’s-Sahabe, 2/100)

Peygamberimizin (s), ordu içinde Kur’ân-ı Kerim’i en çok bileni, anlayanı ve yaşayanı-yaşı genç de olsa- o orduya komutan tayin etmesi oldukça anlamlıdır.Bir kimse Kur’ân’ı ne kadar biliyorsa, o oranda Kur’ân’la konuşuyor, o oranda Kur’ân’la olaylara bakıyor, o oran-da Kur’ân’la yürüyor demektir. Böyle bir mümin, or-duda da, hayatın diğer alanlarında da elbette önceliğe sahip olacaktır.

Kur’ân’ı En İyi Bilen Cemaate İmam Oluyor

Peygamber Efendimiz (s), ilk farz kılınan iba-det olan namazın cemaatle kılınması konusunda da, Kur’ân-ı Kerim’i en iyi bilen ve okuyanın imam ol-masını emretmiştir:

“Kur’ân’ı en iyi bilen-okuyanlar cemaate imam ol-sun. Kur’ân bilgisinde eşit iseler, sünneti en iyi bilen; eğer sünnet bilgisinde de denk olurlarsa, önce hicret et-miş olan; hicret etmekte de aynı iseler, yaşça en büyük-leri imam olsun...” (Müslim, Mesâcid 290)

Hadisteki “egraühüm li-kitâbillah”ifâdesi;‘Allah’ın kitabını en iyi okuyan, anlayan, bilen, en çok ezberle-

miş olan’ manasına gelir. Müslim’in diğer rivayetin-deki “agdemühümgırâeten: kıraatte öne çıkan”ifadesi yer alır ki; “kırâat” hem okumak hem de okuduğunu anlayıp kavramak demek olur.Dahası, hadisin deva-mına bakılırsa, imam olacak kişinin Kur’ân’ı yaşama düzeyi belirleyici olacaktır.

“Hangisi Daha Çok Kur’ân Bilirdi?”

Hz. Câbir (r.a)anlatıyor: Hz. Peygamber (s)Uhud-Savaşı’ndaşehid düşenleri her mezara iki kişi konacak şekilde toplattı ve sonra:“Bunların hangisi daha çok Kur’ân bilirdi?” diye sordu.

Şehidlerden hangisi gösterilirse, önce onu kıbleden yana kordu. (Buhâri, Cenâiz 72, 75, 78, Meğâzî 26)

Efendimizin (s) bu uygulaması; hepsi de cennetin en üstün makamlarını hak eden şehitler başta olmak üzere, tüm insanlar arasında, Allah katında fazilet ve ayrıcalık bakımındanönde olabilmenin özellikle Kur’ân’ıdaha çok bilmek ve yaşamakla mümkün olacağı veölçüleceğinin fiili bir göstergesi olarak okunabilir. Allah Rasûlü’nün (s) diğer uygulamaları da, Kur’ân-ı Kerim’i daha çok bilen, anlayan ve yaşayanların, hem dünyada hem de ölüm sonrası muamelelerde diğerlerine önceleneceğini gösterdiği gibi, Kur’ân âlimlerine, Kur’ânhafız ve muha-fızlarına,Kur’ân hadimlerine saygının, hem bu dünyada hem de ölümden sonra da geçerli olduğunu ortaya ko-yar. Aşağıdaki hadiste görüldüğü gibi:

“Kur’ân Oku ve Yüksel!”

Abdullah b. Amr b. Âs’tan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s)şöyle buyurdu:

“Her zaman Kur’ân okuyan kimseye şöyle dene-cektir: Oku ve yüksel, dünyada tertîl ile okuduğun gibi burada da tertîl ile oku. Şüphesiz senin merteben, oku-duğun âyetin son noktasındadır.”(EbûDâvûd, Vitr 20; Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân 18)

Rasûlullah’ınKur’ânâşıklarını müjdelediği bu sahne, cennet hayatıyla ilgili görünüyor. İnsanın dünyada işle-diği hayırlı işler ve güzel davranışlar, onun hem cennete girmesine hem de cennette elde edeceği makama vesile olur. Bilindiği gibi, cennet ve cehennem bu geçici dün-yadaki hayatımızın ebedî âlemdeki karşılığıdır. Herkes cenneti ya da cehennemi bu dünyada iken kazanır veya kaybeder.

Hadiste buyrulduğu üzere, Kur’ânbu dünyada tertîl ile okunmalıdır ki, ahiretteki o güzel iltifatla karşılaşı-labilsin.Kur’ân’ıtertîl ile okumak ise; dosdoğru ve güzel

Page 24: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

26

bir tarzda, açık açık, hakkını vererek, sesin mânâ ile iliş-kisini ayarlayarak, ruhi ve manevi bir uyum içindeonu anlayıp yaşayarak okumaktır.

Sonuç: Yeniden Kur’ân’a Dönme Vaktidir!

Yazımızın başındaki hadisi, Hz. Ömer’inböyle bir olayın sonunda zikretmesi oldukça anlamlıdır. Hz. Ömer (r.a) bununla, âzad edilmiş köle bile olsa, bir kim-senin Kur’ân’a sarılmak ve onunla amel etmek suretiyle yükselip bir toplumu yönetmek gibi üstün bir mevki ve makama gelmeyi hak edebileceğini bütün mümin-lere hatırlatmak istemiş görünüyor. Hadis-i şerifin tüm insanlığa verdiği mesaj ise; Allah Teâlâ’nın,-Kur’an’ı okuyan ve onunla amel edenleri, hayatlarını Kur’ân’la nizama sokanları yükseltip aziz kılacağı, Kur’an’ı okumayan ve onunla amel etmeyenleri ise alçaltıp zelil kılacağı gerçeğidir.

İmdi, hakikat şu ki, Müslümanların Kur’ân’la yükseldiği izzet dönemleri Asr-ı Saadet ve Hulefâ-i Râşidîn dönem-lerinde kaldı. Allah’ın Kitabı’nın veonun şaşmaz ilkeleri-nin terkedildiği ve hayatın dışına itildiği sonraki dönem-lerde isesıkıntılar ve felaketler peş peşe geldi. Üstat Sezai Karakoç’un ifadesi ile “Müslümanlar Kur’ân’dan uzaklaştı uzaklaşalı gün yüzü görmediler.”Kur’ân’dan uzaklaşmanın kaçınılmaz sonucu olarak kalpler katılaştı, zihinler kirle-nip paslandı, iman ve amelde duyarlıklar azaldı ve nihayet ‘yaşayan ölüler’ haline gelindi. Birinci Dünya Savaşı’na ta-kaddüm eden yıllarda, İngiltere Müstemlekeler Nâzırı Lor-

dGladston’un, sömürgelerinde yaşayan Müslümanları hâ-kimiyetleri altında tutabilmek için önerdiği şeytanî plân da bu idi: “Ya Kur’ân’ı ortadan kaldıracağız ya da Müslüman-ları Kur’ân’dan uzaklaştıracağız. Onları o hale getireceğiz ki, Kur’ân’ı okuyacaklar ama anlamayacaklar.”

Evet, Kur’ân-ı Kerim’i okuyup anlamamanın ve onun ilkelerindenuzaklaşmanın sonucu olarak Müslü-manlar zillete düştüler. Ashâb-ı kiram, Medine’ye göç edip Mekke’deki zulümlerden kurtulmuş ve dünya ni-metlerine dalmaya başlamışlardı ki, Allah Teâlâ o seçkin nesli aşağıdaki âyetle uyardı:

“İnananlar için hâlâ vakit gelmedi mi ki, kalp-leri Allah’ın zikrine (Kur’ân’a) ve inen hakka huşû duysun ve bundan önce kendilerine Kitap verilmiş, sonra da üzerlerinden uzun zaman geçmekle kalp-leri katılaşmış, çoğu da yoldan çıkmış kimseler gibi olmasınlar.”(Hadid 57/16)

Ashâbı uyaran bu âyet, bugünün Müslümanları için daha şiddetli bir uyarı niteliğinde değil midir?

O halde, Kitap Ehli’nin“katı kalpli” konumuna düş-memek ve Hak Yol’dan çıkmamak için, Kur’ân’la düzenli ve sürekli bir irtibat kurmak, “ölü” kalpleri Kur’ân’laye-niden diriltmek yegâne çare-i necattır.

“Bilin ki, Allah cansız (ölü) hale gelen toprağa ye-niden hayat verir! Belki aklınızı kullanırsınız diye size ayetleri açıkladık.”(Hadid 57/17) İşte o “ölü toprağa” ha-yat veren can suyuKur’ân-ı Kerim’dir.

Page 25: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

27

Huzeyfe ibnYemân (r.a) Hz. Ömer’in de olduğu bir mecliste Allah Rasûlü’nün şöyle buyurdu-

ğunu rivâyet ediyor: “Bir kimseyi gerçekten sarsacak imtihan, ailesi, malı,

çocuğu ve komşusuyla ilgili olarak yaşayacağı imtihanlar-dır. Bu imtihanlarda işleyeceği hatalara oruç, namaz, sa-daka veemr-i bi’l-ma’rûfnehy-i ani’l-münker kefaret olur.”1

Bir insanın ailesi, gerçek bir imtihan meydanıdır. Bu imtihanda insan çok şeyler de kazanabilir, çok şeyler de kaybedebilir. Fitne kelimesi de daha çok kaybetme ihti-mali olan imtihanlar için kullanılır.

Allah Rasûlü(s.a.s) bu hadisiyle zorlu bir imtihan ala-nına dikkat çektiği gibi, imtihanda işlenebilecek hataları telafi edebilecek, onları örtebilecek, silebilecek amellere de dikkat çekmiştir. Bu amellerin her biri, kişiyi olgun-laştıracak, şahsiyetini güçlendirecek, cemiyete faydalar getirecek amellerdir. İnsan kendisini de, içinde yaşadığı ailesini dekorumak zorundadır, cemiyetle hayra doğru adım atmak için azim ve gayret içinde olmalıdır.

Zikr-i Hakîm’de:“Ey iman edenler kendinizi ve ailenizi Cehennem

ateşinden koruyun…”(Tahrim, 66/ 6)buyrulur. Bu, üzerinde derin derin düşünülmesi gereken bir ikaz, bir buyruktur.

Bizlere yaratılış güzelliği ve sayısız nimet bahşedil-miştir. Bizden istenen, bizi yaratanı ve sonsuz nimetlerle donatanı tanımak, hayatı onun huzuruna çıkıp hesabını verecek şekilde ve şuurda yaşamaktır. Bu şuurda yaşa-nınca dünya hayatı da güzeldir, emniyetlidir, huzurludur. Dolayısıyla Rabbimiz bizden iki cihan saadetini elde ede-cek güzellikte ve dürüstlükte bir hayat seyri istemektedir.

Zikr-i Hakîm’de cennet ehlinin cennetteki hali tasvir edilirken gönüllere ümit ve sürur veren bir inceliğe dik-kat çekilir ve şöyle buyrulur:

“İman edenler ve gönüllerinde iman nuru taşıyarak onların yolundan yürüyen nesilleri var ya, işte biz onla-rın zürriyetinden gelen bu insanları da onlara katarız. Onların amellerinden de hiçbir şey eksiltmeyiz. Her in-san, kazandıkları karşılığı rehindir.”(Tûr, 52/ 21)

Bu âyet-i kerîmede, cennet nimetlerinin, mü’min gönüllerin kendi neslinden gelen ve gönlünde iman nuru taşıyan insanlarla bir araya gelmesiyle daha da kemal bulacağı, bununla sevince sevinç, coşkuya coşku katılacağı dile getirilir.

Ayrıca hayırlı bir neslin, asırlar sonra da İslâm’a gönül vererek, hizmet ederek hak yolda yürümeye devamı için anne ve babaların zemin hazırlamasına teşvik vardır…

Bu onların ecirlerini çoğaltacak, ailesiyle cennette bu-luşma saadeti yaşatacaktır. Bu farklı bir nimettir. Dünya hayatında gerçek saadet nasıl aile ve dostlarla elde edilir-se, ebedî âlemde de bir araya geliş, aynı lütfa eriş saadete saadet ekleyecektir.

Eşya zıddıyla daha iyi tanınır. Hüsran, kazancın zıd-dıdır. Şu âyet-i kerîme de aynı manayı diğer bir açıdan tamamlamakta, vurgulamak istediğimiz mananındaha iyi anlaşılmasına yardımcı olmaktadır:

“De ki: Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini hem de ailelerini hüsrana sürük-lemiş olanlardır. Bilesiniz ki kesin, açık ve net hüsran işte bu hüsrandır.”(Zümer, 39/ 15)

Evet, gerçek saadet, cennette bir insanın ailesi ve ge-lecek nesillerle bir araya gelişiyle kemal bulduğu gibi, in-sanı binlerce kere kahretmesi, pişmanlıkla kıvrandırması gereken zarar ve hüsran da kişinin ailesiyle ile birlikte hüsrana sürüklenişi, ebedî azabın pençesinde birlikte kıvranışıdır. “Paylaşılan sevinçler çoğalır, acılar azalır.” denilir; ancak ebedî hayattaki acıyı paylaşma, azabın tesi-rini azaltmayan, aksine çoğaltan, katlayan bir paylaşma-dır. Bu beraberlik sevinç hissettirmeyen bir beraberliktir.

Ailenin ve gelecek nesillerin hüsranına ve sonunda azaba sürüklenişine zemin hazırlayanın, acı ve ızdırabı şüphesiz daha dehşetli olacaktır…

Bilinen bir gerçeği tekrar hatırlatıyoruz: Dünya haya-tından sonraki pişmanlık faydasız bir pişmanlıktır…

1-Sahih-i Buhârî, Mevâkîtü’s-Salât (4/ 149), Sahih-i Müslim, Fiten (4/ 2218).

Şerafettin KALAY

Page 26: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

28

Hüzün; bir yağmurun tıpırtısında kaybe-dilmişlerin ayak seslerini duymaktır. Ya daanlatamadığımız düşünceler, hissettire-

mediğimiz duygular sebebi ile yitip giden mutluluklar-dır. Gelecek adına endişeler, geçmiş adına pişmanlıklar-dır. Gözlerimizdeki yaş ya da dilimizdeki sitemdir.

Bizim hüznümüz; hayatımıza dair, bize ait ve küçük dünyalarımız içindir.Ya Gönüllerimizin Sultanı Efendi-miz (s.a.s)’in hüznünelere yönelikti? Hüznü’n-Nebi’de ne sırlar gizli idi?

Bir beşer olarak elbette ki hüzünleri vardı. O (s.a.s) mükemmel bir eş, sevgi dolu bir baba, merha-metli bir dede, akrabalarını görüp gözeten vefalı bir kimse idi. Hayatı boyunca karşılaştığı sıkıntılar ve kayıplar pek az insanın kaldırabileceği ağırlıktaydı. Allah’ın en sevgilisi, en çetin sınavlarda, korunması gereken ölçüleri ortaya koyuyordu.

Hüzün yılında; kendisini yetiştiren, her şartta des-tekleyen, bir zarara uğramaması için kendisine göz be-beği gibi bakan çok sevgili amcası Ebu Talib’i kaybet-mişti. Henüz bu üzüntünün tesirinde iken en büyük sı-

ğınağını, destekçisini, hayat arkadaşını, kıymetli eşi Hz. Hatice (r.anha) annemizi yitirmişti.

Bir baba olarak en ağır imtihanlardan geçiyordu. Hz. Fatıma (r.anha) hariç bütün evlatları kendisinden önce vefat etmiş ve hepsini de kendi elleri ile defnetmek durumunda kalmıştı. Çocuklarımıza karşı hissettiğimiz yoğun sevgiyi düşündüğümüzde bunun insan kalbini ne denli yoran bir zorluk olduğu ortadadır.

Enes b. Malik (r.a) anlatıyor: Hz. Peygamber’in oğlu İbrahim can çekişiyordu. Rasûlullah’ın (s.a.s) gözleri ya-şardı. Abdurrahman ibn Avf bu durumu görünce;

- Ey Allah’ın Rasûlü, bela ve musibet zamanında halk sabretmeyebilir, fakat siz de mi, diye hayretini ifade etti. Rasûlullah (s.a.s);

- Ey İbn Avf, bu (gördüğün) hal, (babanın çocuğuna duyduğu) rikkat ve şefk attir, buyurdu. Sonra gözyaşları birbirini takip etti. Bu defa da Nebî (s.a.s):

- Göz ağlar, kalp hüzünlenir. Biz, Rabbimizin razı olacağı sözden başka bir kelime ile hüznümüzü ifade etmeyiz. Ey İbrahim, biz, seni kaybetmekten son derece mahzun ve mükedderiz, diye hislerini dile getirdi.

Umut AĞBAYRAM

Ya Rasûlallah! Bugün içimizi yakıp kavuran bir derde derman arıyoruz…

Seccademize yapışıp hâlimizi Allah’a arz etmeyi unutuşumuza yanıyoruz…

Senin en büyük hüznünü, insanlığın hâlini, bu dine hizmet edebilme idealini

yitirdik, buna ağlıyoruz… Af da senden Alah’ım, inayet de…

Bizleri Rasûlü’nün derdi ile dertlendir Allah’ım…

Page 27: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

29

Efendimiz (s.a.s) bu derin hüznün karşısında dahi ko-runması gereken ölçüyü ortaya koymuş, isyan ve şirke düş-meden elemlerin, kederlerin ifade biçimini göstermiştir.

O (s.a.s) gönül ağrıtan bu ince sızıyı sadece bir baba olarak değil bir dede olarak da hissetmiş ciğerparesi to-rununun vefatında da benzer şekilde gül yanaklarına mübarek gözyaşları inci gibi dizilmişti.

Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in hayatında en de-rin hüzünlerden birisi de şüphesiz Uhud Savaşı’nda Hz. Hamza’nın şehid edilmesi ve cesedine hiçbir insan için düşünülemeyecek şekilde işkence yapılması idi. Bu manzaranın verdiği hüzün, sadece acıyı değil bu vahşete duyulan öfkeyi de artırıyordu. Bu acı ve hüzün sadece o mübarek nurlu kalpte değil belki tüm kâinatta derin bir iz bırakıyordu. Öyle hüzünler vardı ki ne olursa olsun asla izi silinmiyordu…

O’nun(s.a.s) her insanın gönül teline dokunan bu hü-zünlerinin yanında öyle büyük bir gamı, kederi vardı ki; kendisini bu yükün altında perişan ediyor, üzüntü içinde kavruluyordu. İlahî teselliyi alacak kadar dertliydi:İnsanlar türlü sebeplerle İslam’a davettenuzak kalıyor, kıramadıkla-rı nefsi nedenlerle inkâr ve küfür içinde ayak diriyorlardı. “Onlar inanmayacaklar diye nerede ise kendine kıyacak-sın.”(Şuara 26/3)“ Ey Peygamber, küfre koşanlar seni üz-mesin.” (Maide5/41) Onların söylediklerinin seni hüzün-lendireceğini elbette biliyoruz; doğrusu onlar seni yalancı saymıyorlar fakat zalimler Allah’ın ayetlerini bile bile inkâr ediyorlar” (En’am6/33)”İnkârcınıninkârı seni hüzünlendir-mesin...”(Lokman 31/23)

Nebiler Nebisi (s.a.s) her bir insanın sorumluluğu-nu içinde yaşıyor, bu davaya gönül vermeyenler için hüzünleniyor, onlar adına perişan oluyordu. Tek arzusu herkesin kurtulması, herkesin iman neşesine kanması, ahiret güllerini herkesin dermesiydi. O’nun derdi bü-

yüktü… Hüznü daimdi… Lakin hep ümit içerisinde dua ve yakarışta idi… Taif dönüşünde ağır eziyet ve ha-karetlere rağmen gönlü bu denli şefkat ve merhametle yoğrulmuş Sevgililer Sevgilisi,durumunu Rabbine ar-zediyor ve belki tek bir kişinin iman etme ihtimali ile teselli buluyordu.İşte; esas hüznü, derin ve daim kederi, böylesine ulvî, böylesine Rauf ve böylesine kuşatıcı bir sebebe münhasırdı.

Efendimiz (s.a.s) ümmetine de çok düşkündü. Asha-bının sıradan günlük sıkıntılara uğramasına dahi üzü-lür, hayatın tüm yükünü onlarla ortaklaşa taşırdı.“Sizin güçlüğe uğramanız ona çok ağır gelir” (Tevbe9/128) ayeti ile O’nun (s.a.s) nazarında insanların ne kadarbü-yük bir sevgi ve muhabbetle kuşatıldığını görüyoruz. Bu yönünü Rasûlullah Efendimiz (s.a.s):“Hüzün, ayrılmaz arkadaşımdır, gam ve kederim ise, ümmetime yönelik-tir.” buyurarak ortaya koymaktadır.

***

Ya Rasûlallah! Bugün içimizi yakıp kavuran bir der-de derman arıyoruz… Seccademize yapışıp hâlimizi Allah’a arz etmeyi unutuşumuza yanıyoruz… Senin en büyük hüznünü, insanlığın hâlini, bu dine hizmet ede-bilme idealini yitirdik, buna ağlıyoruz…

Af da senden Alah’ım, inayet de… Bizleri Rasû-lü’nün derdi ile dertlendir Allah’ım…

Ya Habîballah! Seni en çok üzenbu elemi yok etmeye muvaffak olamadık… Korkunç bir tehlike olan tefrika-ya duçar olan ümmetin, Senin hüznünü paylaşamadı. Kendi emellerinin, arzularının tuzağına düştü. Kaygı-larını sadece kendi geleceği üzerine kurdu… Bu dava için kaygılanmayı, bu hissiyat ile sahip olduklarından vazgeçebilmeyi başaramadı. Bilal-i Habeşi’nin sesini duyan ashabın, her işini terkedip Sanakoştular, mesci-dinde dizinin dibinde yer aldılar. Ezan-ı Muhammedî altında tek yürek, tek kanat olup Sana uçtular… Geride bıraktıklarına hiç aldırmadılar…

Biz ise düşündük, geride kalanlara aldandık… Dün-yaya kandık… Ayrıldık, paramparça olduk… Şimdi bedelini, yitip giden gücümüz sebebiyle, kaybettiğimiz her bir Müslüman kardeşimizle ödüyoruz… Biz bu dava uğruna hüznü kaybedeli çok oldu… Hayatlarımızdaki küçük neşelere gark olup büyük mutlulukları unuttuk… Keşke; “Hüznümüz, bu muazzez din uğrunadır, gam ve kederimiz ise bu davaya yöneliktir.” diyebilse idik…

Lakin bizler, bu dünyanın neşesine boğulmuşuz, hü-zün kimin umurunda!

Page 28: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

30

Peygamberimiz aleyhisselâm, kendisini karşı-lamak için her tarafı dolduran coşkulu kala-balığı selâmladı. Çocuklara varıncaya kadar

mümkün mertebe hepsiyle ilgilendi. Sonra da Hz. Hâ-lid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evine doğru yü-rümeye başladı.

Bütün aile hepsi birden büyük bir coşkuyla atıldılar:

- Buyur ey Allah’ın Rasûlü! Bu ev sizin artık!

Peygamberimiz aleyhisselâm, kimsenin gönlünü kırmak istemiyordu. Yine güneşi bile gölgede bırakacak bir güzellikte tebessüm ederek şöyle buyurdu:

- “İnşallah konaklayacağımız yer burasıdır!” 1

- Evet, burasıdır yâ Rasûlallah! Evimiz de, malımız da, canlarımız da Sana feda olsun!

Mahşerî kalabalığa dua eden Peygamberimiz aley-hisselâm, Hâlid bin Zeyd’in evine doğru yürürken, bü-tün aile artan heyecanla O’nu karşılamanın mutluluğu içindeydiler.

- Buyur ey Allah’ın Rasûlü!

Peygamberimiz aleyhisselâm “Besmele” ile içeri girdi.

Bu seçkin ailenin her ferdi sevinç gözyaşları içinde “Bize nasip oldu! Bize nasip oldu çok şükür!” diyorlardı. Hele çocuklar, daha doğrusu küçük büyükler! Sevinçle-rinden dilleri tutulmuştu âdeta…

Peygamberler Sultanı bu güzel eve girince, ev halkı şerefl erin en büyüğü ile şerefl endi. O ana kadar Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî olarak bilinip anılan bu büyük sahâbi, o andan sonra Eyyûb Sultan olarak anıl-maya başladı. Evin hanımı Fâtıma-i Hazreciyye de Fâtı-ma Sultan olarak anıldı. Çocuklar da şerefl endiler bun-dan. Sultan Ailenin Sultan Çocukları olarak anılmaya başladılar. Hem anıldılar ve hem de büyük bir saygı ve sevgi gördüler.

Hz. Hâlid bin Zeyd’in almış olduğu en meşhur kün-yelerden biri de “Mihmandâr-ı Rasûl” lakabı idi ki, o bunu çok seviyordu…

Peygamberler Sultanı, bu aileyi sıradanlıktan çıka-rıp, erişilmez bir konuma yükseltti. Nimetler nimeti-nin kıymetini bilen bu kutlu aile, bu eşsiz nimetle eşsiz lütufl ara erdi. İkram ve ihsân, aynı zamanda ciddi bir mükellefiyetle beraber yine büyük bir sorumluluğu da

Adem SARAÇ

Eyyûb Sultan’ın evine gelenler, sadece ziyaret için, ya da sadece Peygam-

berimiz’e ikram için gelmiyorlardı. Misafirlerin en kıymetlisini ağırlayan bu ai-

leye yardıma da geliyorlardı. Bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını sorarak, gerekli

desteği sağlama gayreti içindeydiler. Her biri hem bir komşu olarak ve hem de

Müslüman kardeş olarak ne yapmaları gerekiyorsa onu yapıyorlardı. Üstelik ev

sahibinin herhangi bir şey demesine veya herhangi bir şey istemesine gerek bırak-

madan. Komşuluk ve kardeşlik buydu işte…

Page 29: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

31

beraberinde getirmişti. Sorumluluk, en üst bilincin, kişi veya kişiler üzerine yansımasıydı. Bu büyük nimetin kıymetini en iyi şekilde bilen bu kutlu aile, sorumluğu-nun da bilincindeydi.

Peygamberler Sultanı, Sultan Aile’nin evindeydi artık…

Peygamberler Sultanı gibi örnekler örneğini misafir eden bu kutlu aileyi biraz daha yakından tanıyalım önce…

Evin reisi Eyyûb Sultan 31-32, evin hanımı Fâtıma-i Hazreciyye 25-26 yaşlarında iken; evin gül çocukları da sırasıyla; Eyyûb 12, Hâlid 10, Abdurrahman 9, Amre ise 6 yaşlarındaydılar. 2

Evi şerefl endiren Peygamberler Sultanı, içeri girer girmez buyur edilen yere oturdu. Soğuk bir şeyler ik-ram ettiler hemen. Evdeki herkes hizmet yarışındaydı. Küçücük bir kız olmasına rağmen, Amre bile bir şeyler yapmanın gayreti içindeydi.

Peygamberler Sultanı, ev halkının her biriyle ayrı ayrı görüştü. Çocuklarla özel olarak ilgilenen Peygam-berimiz, onları çok mutlu etmişti.

Sadece ev halkı değil, gerek O’nunla beraber gelenler, gerekse çevredekiler de dolmuşlardı içeri. Öyle ki, evde değil oturmak, ayakta duracak yer bile kalmamıştı. Her biri Peygamberler Sultanı’nı yakından görmek ve O’na yakın olmak, aynı zamanda O’nunla biraz daha beraber olmak için bütün fırsatları değerlendirme çabasındaydı.

Bir taraft an hoş-beş ederken diğer taraft an da ik-ramlar başlamıştı. Hem ev halkı ve hem de çevreden gelenler, ikram üstüne ikram etme yarışına girmişlerdi. Hiç birini kırmak istemeyen Peygamberler Sultanı, ik-ram edilen şeylerden duruma göre ya bir yudum ya da küçük bir lokma alarak, gerisini içerdekilere ikram et-melerini söylüyordu. Bu böyle uzun bir süre sürüp gitti.

Eyyûb Sultan’ın evine gelenler, sadece ziyaret için, ya da sadece Peygamberimiz’e ikram için gelmiyorlardı. Misafirlerin en kıymetlisini ağırlayan bu aileye yardıma da geliyorlardı. Bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını so-rarak, gerekli desteği sağlama gayreti içindeydiler. Her biri hem bir komşu olarak ve hem de Müslüman kardeş olarak ne yapmaları gerekiyorsa onu yapıyorlardı. Üste-

lik ev sahibinin herhangi bir şey demesine veya herhan-gi bir şey istemesine gerek bırakmadan. Komşuluk ve kardeşlik buydu işte…

Peygamberimiz aleyhisselâm, Eyyûb Sultan’ın evine yerleşince, etrafına bakarak sordu:

- “Yâ Ebâ Eyyûb!”

- Lebbeyk (buyur) yâ Rasûlallah!

- “Sizin bir seririniz (sedir, divan, somya) yok mu?”

- Yoktur ey Allah’ın Rasûlü! Ama en kısa zamanda temin ederim inşallah! 3

Mekkeliler genellikle sedir üzerinde oturur, yatıp uyurlardı. Peygamberimiz de bunun için sormuştu. Eyyûb Sultan; “Yok yâ Rasûlallah, böyle idare ediniz!” dememiş; “Yoktur ey Allah’ın Rasûlü! Ama en kısa za-manda temin ederim inşallah!” diyerek hemen bir çare aramaya başlamıştı. Yokluğu bahane etmemek, mutlak bir çaresini bulmaya çalışmak güzelliği çıkıyor ortaya.

Peygamberimiz aleyhisselâm’ın serir-sedir sorduğu-nu duyan Hz. Es’ad bin Zürâre, hemen harekete geçti. “Birileri bu işe baksın.” demedi. “Bu işi ben yapmalı-yım.” diye düşünerek işe koyuldu. Ama önce Eyyûb Sul-tan ile konuşmayı uygun buldu:

- Ben bu işten anlarım ey Ebû Eyyûb! Sen hiç merak etme. Bir saat içinde yapar getiririm sediri. Sen diğer iş-lere bak.

- Hay Allah senden razı olsun Es’ad! Bu işten anla-man da çok iyi, Allah razı olsun!

-Anlamasam bile anlayanı bulur yaptırırdım. Misa-fir hepimizin misafiri! Öyleyse “ben anlamam” gibi bir düşünce bize yakışmaz. Ya anlar gereğini yaparız, ya da anlayanı bulur, yine gereğini yaparız Allah’ın izniyle.

Hz. Es’ad (ra), hemen gidip işe koyuldu. Direklerini ağaçtan yaparak, üzerini keten ve hurma lifl eriyle örüp, hasırla kaplı bir serir yaparak acele ile Eyyûb Sultan’ın evine getirdi. Peygamber Efendimiz’e takdim ederken, gönül dolusu şöyle söyledi:

- Malım-mülküm, annem-babam, çoluk-çocuğum, canım-kanım, her şeyim Sana feda olsun ey Allah’ın

Müslüman, başkasına iş çıkaran değil, işi halleden bir ahlâka sahip in-

sandır. Başkasından iş bekleyen değil, Müslümanların işini, kendi işi

gibi gören bir şahsiyettir. Hz. Es’ad bin Zürâre (ra), bu konuda ne güzel örnek

oldu bize! Ama burada birilerinin Hz. Es’ad gibi yapmasını beklemek değil,

Hz. Es’ad gibi olmaya çalışmak önemlidir.

Page 30: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

32

Rasûlü! Sizin için bir sedir yapıp getirdim. Uygun gö-rürseniz bunun üzerinde oturur, akşamları da buna ya-tıp uyursunuz.

Peygamberimiz aleyhisselâm da, Es’ad b. Zürâre’nin hediyesini kabul ederek, ona dua buyurdular. 4

En temiz hizmet aşkıyla gönülden gelen, bu hedi-yeden dolayı, Peygamberimiz gerçekten çok memnun olmuştu. Peygamberimiz, Eyyûb Sultan’ın evinde kal-dığı sürece onun üzerine oturur, onun üzerinde yatıp uyurdu.

Müslüman, başkasına iş çıkaran değil, işi halleden bir ahlâka sahip insandır. Başkasından iş bekleyen değil, Müslümanların işini, kendi işi gibi gören bir şahsiyet-tir. Hz. Es’ad bin Zürâre (ra), bu konuda ne güzel örnek oldu bize! Ama burada birilerinin Hz. Es’ad gibi yap-masını beklemek değil, Hz. Es’ad gibi olmaya çalışmak önemlidir.

Peygamberler Sultanı’nın çok yorulduğunu gören ziyaretçiler, O’nun dinlenmesi için birer ikişer çıkmaya başladılar.

Nihayet herkes çıkmış, Sultan Aile, Peygamberler Sultanı ile baş başa kalmışlardı.

Ne yaptığının bilincinde olan bu kutlu aile, herkes çıkıp İki Cihan Güneşi ile baş başa kalınca, bir başka ha-vaya girdiler. O’nunla aynı mekânda olmak ve O’nun so-luduğu havayı solumak bir başka mutlu ediyordu onları.

Hele bir de böylesine büyük bir şerefe kendi evlerinde ermeleri ise, tarifi imkânsız bir hava yaşatıyordu onlara.

Peygamberler Sultanı’nın dinlenmesi için yer gösterdiler:

- Yukarı buyur, ey Allah’ın Rasûlü!

- Buyur yâ Rasûlallah, yukarısı sizin!

- “Ben altta oturmak isterim!”

- Hâşâ yâ Rasûlallah!

- Siz yukarı buyurun.

- “Ben altta oturmak isterim!”

- Siz yukarı buyurun ey Allah’ın Rasûlü!

- Sizin için üst katı hazırladık biz.

- “Ben altta oturmak isterim!”

- Bizim, sizin üzerinizde ne işimiz var?

- Biz sizin üzerinizde nasıl kalırız?

- “Bana sürekli ziyaretçiler gelip gidecek. Bu yüzden ben alt katta olmalıyım!”

- Biz onlara yol gösteririz.

- Evet yâ Rasûlallah, siz yukarı çıkın, biz gelenlere yardımcı oluruz.

- “Ben altta oturmak isterim! Bana sürekli elçiler ve ziyaretçiler gelip gidecek. Bu yüzden ben alt katta olma-lıyım!”

- Biz Sizin üstünde kalamayız yâ Rasûlallah!

- Sizin üzerinizde olmak, hâşâ!

- “Ben böyle istiyorum!” 5

Peygamberimiz “Ben böyle istiyorum!” diye buyu-runca, bütün aile susup kaldılar. O’nun sözünü çiğneye-mezlerdi. O ne derse o olurdu. Derhal itaat etmeliydiler.

Yorum yok, itaat var…

Peygamberler Sultanı’nın alt katta oturmasına gönülleri razı olmuyordu bir türlü. Fakat yapılacak bir şey yoktu.

Bundan dolayı üst katta O’nun için yaptıkları hazır-lıkları hemen alt kata taşıdılar. Hz. Peygamber’in istira-hatini temin etmek için, çabuk davrandılar.

Bu kutlu aile her şeylerini feda edecekleri kadar sev-dikleri Peygamberler Sultanını, şanına uygun bir şekilde ağırlamaya çalışıyorlardı.

İlk önce Hz. Mus’ab bin Umeyr’den öğrenmişlerdi O’nu. Ellerinden geldiğince hiçbir dersi kaçırmama-ya çalışarak, bütün derslere ve sohbetlere katılmışlar; Kur’ân eğitiminin yanında Peygamber Efendimiz’i öğ-renmişlerdi. Hem o kadar ki, görmeden önce görmüş gibi bir hale gelmişlerdi.

Sonra aile içi sohbet ve derslerle bilgilerine bilgi, ufuklarına ufuk katmışlardı. Şimdi ise hayal bile ede-

Page 31: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

33

meyecekleri bir nimete ermişlerdi. Peygamberler Sulta-nı ile aynı evi paylaşmak nimeti. İşte bu nimetlerin en büyüğü idi…

Sevgili anne ve babalarının ne kadar dikkatli hareket ettiklerini gören çocuklar, onlardan daha dikkatli ha-reket etmeye çalışıyorlardı. Öyle ki, konuşurlarken bile seslerini çıkarmamaya dikkat ediyor, zor duyulacak bir sesle fısıldayarak konuşuyorlardı.

Daha çok küçücük olmasına rağmen Amre bile işin bilincindeydi. Parmakları ucuna basarak yürüyor, fısıltı ile konuşuyordu.

- Abi!

- Söyle canım!

- Rasûlullah bizim evde, değil mi?

- Evet, sen de biliyor ve de görüyorsun ya!

- Hep bizde mi kalacak?

- Neden sordun?

- Öğrenmek istedim de.

- Uzun bir süre bizde kalacak gibi görünüyor.

- Ne kadar mesela?

- Tam olarak bilemem, ama kendi evi yapılıncaya ka-dar bizde kalacak.

- Başka bir yere gitmeyecek değil mi?

- Dedim ya, kendi evi yapılıncaya kadar bizde kalacak.

- Ya komşular gelip götürmek isterlerse?

- Senin asıl demek istediğin ne Amre, açık konuşsana?

- Rasûlullah evimize gelince, evimizin havasının na-sıl değiştiğini görmüyor musun?

- Evet abi, O gelince evin havası değişti gerçekten!

- Sen de mi fark ettin Abdurrahman?

- Fark etmemek için kör olmak lâzım!

- Ya sen Hâlid?

- Rasûlullah’ın bizim evde olduğunu düşündükçe, sevincimden ne yapacağımı bilemez bir hale geliyorum.

- Onun için mi şaşırıp kaldın öyle?

- Herkesin peşine koştuğu, “bize buyur, bize buyur” diye can attıkları Allah Rasûlü (s.a.s) şu an bizim evde! Şu kısmete bak!

- Haklısın Hâlid, gerçekten büyük kısmet.

- İsterseniz konuşmaya yarın devam ederiz. Ama evde değil, dışarıda.

- Neden Abdurrahman?

- O’nu rahatsız etmemek için!

- Çok güzel düşündün kardeşim. Yarın ve dışarıda!

Çocukların bir köşede fısıldaşarak konuştuklarını gören anneleri, merak ederek onlar gibi sessizce sordu:

- Ne fısıldaşıyorsunuz öyle çocuklar?

- Rasûlullah’ın bize misafir olmasını konuşuyoruz anneciğim?

- Bunun neyini konuşuyorsunuz peki?

- Onca aile can atarken, böyle büyük bir şeref bize nasip oldu. Biz de kendi aramızda bu büyük şerefin şe-refini konuşuyorduk.

- Evet çocuklar, gerçekten büyük şeref.

Annelerinin de çocuklara katıldığını gören Eyyûb Sultan, aynı fısıltı ile konuşmalarına katıldı.

- Şeref çok büyük, ama unutmayın ki sorumluluk da çok büyük!

- Unutur muyuz babacığım.

- Biraz daha sessiz olalım baba, yoksa Rasûlullah’ı rahatsız etmiş olacağız!

- Aferin sana küçüğüm, gerçekten yerinde bir söz ettin!

- 6 yaşıma girdim, hâlâ “küçüğüm” diyorsunuz bana!

- Ne diyelim peki? Bizim evin en küçüğü sensin kızım.

- Yaşım küçük ama konuşmalarımı beğenerek “afe-rin” diyorsunuz bana. Bu nasıl oluyor peki?

- Senin yaşın küçük sadece güzelim, yoksa ne kadar akıllı ve uslu bir kız olduğunu bilmeyen mi var?

- Rasûlullah da biliyor mu?

- Neden sordun?

- O da bilse beni çok sever!

- O herkesi sever kızım! Hele senin gibi akıllı kızları daha çok sever!

- Öyleyse sessizce yatalım artık.

- Neden?

- O’nu daha fazla rahatsız etmemek için!

- Haklısın kızım. Ne kadar sessiz konuşsak da aşağı ses gider mutlaka.

Hepsi birden sustular. Sessizliğin sesi hâkim oldu eve. Her biri aynı şeyi düşünüyor, bu büyük şerefe akıl erdiremiyorlardı bir türlü.

Peygamber Efendimiz’in, bizim evlerimize geldiğini düşünelim!

Sallallahu aleyhi ve sellem…

1-Taberî, Târihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 256.2-İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, c. 3, s. 449; İbn Hacer Askalânî, el-İsâbe fî Ma’rifeti’s-Sahâbe, c. 4, s. 2668; İbnü’l-Esîr, Üs-dü’l-Ğâbe fî Ma’rifeti’s-Sahâbe, c. 7, s. 291-292; İbn Abdilberr, el-İstiâb fî Ma’rifeli’l-Ashâb, c. 4, 479.3-Belâzürî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 525.4-Zehebî, Tecrîd-u Esmâi’s-Sahâbe, c. 2, s. 313.5-İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 144; Semhûdî, Vefâü’l-Vafâ, c. 1, s. 264.

Page 32: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

34

Yüce Allah evrendeki her şeyi sebep ve hik-metlere mebni olarak yaratmıştır. Can-lı-cansız, akıllı-akılsız bütün mahlûkat

yaradılış gayesine uygun hareket ettiği takdirde yeryü-zünde Yaratıcı’nınrızasına uygun ilahi bir düzen tanzim edilmiş olacaktır. Varlıklar, ilahi düzendeki rol ve vazi-fesine uygun olarak hareket edebilmek içindoğru bilgi ve talimatlara ihtiyaç duyar. İlahî düzeni inşa etmek için mahlûkatın ihtiyaç duyduğu bu bilgi, ancak vahiy aracı-lığı ile varlık sahasında vuku bulur.

Vahiy, sözlükte ‘hızlı bir şekilde ve gizlice söylemek, işaret etmek, ilham etmek’ anlamına gelmektedir. Terim olarak ise Allah’ın bir emri, bir hükmü veya bilgiyi pey-gamberine gizli olarak bildirmesidir.1 Kur’an-ı Kerim’de ‘vahiy’ sözcüğü yaygın olarak terim anlamında kullanıl-mıştır. Peygamberler dışında ilahî vahye muhatap olan varlıklar için sözcük anlamı tercih edilmiştir. Bu neden-le vahiy kavramının biri genel diğeri özel olmak üzere iki anlamda kullanıldığı görülmektedir.

Genel olarak Yüce Yaratıcı’nın varlıklara hareket tarzlarını bildirmesi, özel olarak da insanlara ulaştır-mak istediği ilahî emir, yasak ve haberlerinin tümünü vasıtalı veya vasıtasız bir tarzda, gizli ve süratli bir yolla

peygamberlerine iletmesi anlamını ifade etmektedir.2 Birinci anlamda vahiy, yaratılış düzeninin varlıklar ta-rafından algılanması ve bu düzene uygun hareketlerin sergilenmesi sistemidir. Vahyin sözü edilen bu genel boyutu varlıklar açısından uyulması gereken fıtrî bir zorunluluktur. Burada hürriyet ve irade söz konusu de-ğildir. Kur’an-ı Kerim bu tür vahiyden söz ederken gök-lere3, yere4, meleklere5, bal arısına6 ayrıca Hz. Musa’nın annesine7 ve Hz. İsa’nın havarilerine8 görev ve hareket tarzlarını bildirdiğini haber verir.9 Özel anlamda yani terim anlamdaki vahiy kelimesi ise sadece peygamber-ler için kullanılmıştır. Bu vahiy Allah ile peygamberler arasında meydana gelen hızlı ve süratli bir iletişim yo-ludur. Bu vahiy, gönderilen peygamberin ümmeti üze-rinde bağlayıcı olmakla beraber insanların ona inanıp inanmama hürriyeti vardır. İnanan insanlar için vahiy, ilahi bir mektep, bir mürşit ve hidayet vesilesi olarak gö-rülmektedir.

Bazı ayeti-i kerîmelerde peygambere indirilen vahiy, ‘ruh’ kelimesi ile anılmaktadır: “Allah kullarından dile-diğine buyruğunu bildirmek için meleklerini ruh (vahiy) ile indirerek şöyle der: İnsanları uyarın ki, benden başka tanrı yoktur.”10 Bu ayette geçen ruh kelimesi müfessirle-rin çoğuna göre vahiy anlamına gelmektedir. Aynı şe-

Melike DEMİR

Vahyin ruh diye anılmasının

hikmeti, vahyin insanları mecazi

manada ölüm demek olan

cehalet ve küfürden kurtarıp

onlara hayat vermesi, hakiki

yolu göstermesi ve kemale

ulaştırması özellikleriyle

bağlantılıdır.Bu nedenle

Kur’an’da vahiy meleği Cebrail,

“Ruhu’l-Kuds” ve “Ruhû’l-Emîn”

isimleriyle anılmıştır.

Page 33: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

35

kilde Mümin 40/15, Şura 42/52 ayetlerinde geçen ruh ifadesi de vahiy anlamındadır. Ruh insana hayat veren şeydir. Vahiyde gönüllere can verir. Vahyin ruh diye anılmasının hikmeti, vahyin insanları mecazi manada ölüm demek olan cehalet ve küfürden kurtarıp onlara hayat vermesi, hakiki yolu göstermesi ve kemale ulaştır-ması özellikleriyle bağlantılıdır.11 Bu nedenle Kur’an’da vahiy meleği Cebrail, “Ruhu’l-Kuds”12 ve “Ruhû’l-Emîn”13 isimleriyle anılmıştır.

Kur’an’ı Kerim’de Allah’ın insanla iletişim kurması-nın ancak üç yolla gerçekleşebileceği bildirilmiştir: “Al-lah, bir insanla ancak vahiy yoluyla yahut perde arkasın-dan konuşur, yahut bir elçi gönderip de izniyle dilediğini ona vahyeder. Şüphesiz O yücedir, hüküm ve hikmet sa-hibidir.”14

Şimdi bu ayet çerçevesinde vahyin geliş şekillerini örneklerle açıklamaya çalışacağız.

1. Vahy

Allah’ın insanla olan iletişim yollarından ilki olan vahiy kelimesi, Allah’ın dilediği bir şekilde veya ilham yoluyla, kalbe üflenen bir vahiy veya (peygamberlerin) uykusunda gördüğü rüya anlamlarına gelmektedir15. Bu vahiy çeşidinde Allah’ın iletmek istediği mesaj, va-sıtasız ve ruhanî bir şekilde gönderilmiş olmaktadır. Bu tür vahiy hem insanlar için hem de peygamberler için söz konusu olabilir. Nitekim önceden bahsettiğimiz gibi Hz. Musa’nın annesine ve Hz. İsa’nın havarilerine bildi-rilen haberler ilham yoluyla vahye örneklik teşkil eder.

Vahiy kelimesi ile ayette kastedilen diğer bir anlam-da Allah’ın peygamberlerininkalbine gerçeğin ilka edil-mesidir. Bu ilka süratle idrak edilen gizli bir kelamdır. Peygamberler, onun kaynağının ilahi olduğunu yakîn derecesinde bilir. Hz. İbrahim’e gelen vahiy, Allah’ın kal-bine ilka etmesi olarak açıklanmıştır.16

Vahiy kapsamında değerlendirilen iletişim yol-larının bir diğeri sadık rüyalardır. Peygamber Efen-dimiz (s.a.s)’e gelen vahyin sadık rüyalarla başladı-ğını Hz. Âişe’den gelen bir rivayetle öğrenmekteyiz: “Rasûlullah (s.a.s)’ın vahiy alması, uykuda gördüğü sadık rüyalarla başlamıştır. O, hiçbir rüya görmezdi ki, sabah aydınlığı gibi çıkmasın.”17 Bu hadisi şerifle Peygamberimizin risalet görevinden önce rüyalarla manevi olarak eğitildiğini ve Kur’an vahyine hazırla-dığını görmekteyiz.

Uykuda rüya yoluyla vahyin gelişine en güzel örnek-lerden biri Kur’an-ı Kerim’de geçen Hz. İbrahim’in Hz. İsmail’i kurban etmesi olayıdır18. Hz. İbrahim rüyasında oğlunu boğazlarken görmesini sıradan bir rüya olarak kabul etmemiş, bunu Allah’ın emri olarak telakki etmiş-tir. Bu olay peygamberlerin rüyalarında Allah’tan vahiy aldığının delilidir. Peygamberimize sadık rüyalarla ge-len vahiy, sünnet kapsamına dâhil edilir.

2. Perde Arkasından Konuşmak

Allah’ın insanla olan iletişiminin ikinci yolu, per-de arkasından konuşmak suretiyle indirilen vahiydir. Bu vahiy şekli sözlü bir konuşmadan ibarettir. Ancak sözü işiten kişi(peygamber) sözü söyleyeni (Allah’ı) göremez. Hz. Musa bu tür bir vahye mazhar olmuştur: “Musa, tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi onunla konu-şunca, Musa: ‘Rabbim! Bana Kendini göster, Sana ba-kayım.’ dedi. Allah: ‘Sen Beni göremezsin ama dağa bak, eğer o yerinde kalırsa sen de Beni göreceksin’ buyurdu. Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve Musa da baygın düştü; ayılınca: ‘Yarabbi, münezzehsin, Sana tevbe ettim, ben inananların ilkiyim.’ dedi.”19Bu ayet ile vahyin ne kadar ağır bir yük olduğu, Hz. Musa’nın Al-lah’ı görmek istemesine rağmen sadece kelamını işitti-ği anlaşılmaktadır.

3. Elçi Vasıtasıyla

Şura Suresi 42/51 ayeti çerçevesinde incelediğimiz vahiy çeşitlerinin sonuncusu, Allah’ın melek vasıtasıy-la indirdiği vahiydir. Melek aracılığı ile peygamberle-re bildirilen vahiyler vahyin en kat’î ve yüksek şeklini oluşturmaktadır. Çünkü bu tür vahiyde zorunlu bilgiyi elde etmede temel olan göz ile görmek (aynî), kulak ile işitmek (semî) ve içten kalb ile duymak (kalbî) şek-linde üç özellik vardır. Böylece elde edilen bilgi aynel-yakîn bilgi özelliğine haizdir. Peygamberlere en çok bu yolla vahiy gelmiştir.20

Page 34: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

36

Hz. Peygamber (s.a.s)’e vahiy meleği Cebrail farklı şekillerde gelmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.s)’e en kolay gelen vahiy şekillerinden biri Cebrail’in insan kı-lığında vahiy getirmesiydi. Nitekim Hz. Peygamber, Hâ-ris b. Hişâm’ın kendisine nasıl vahiy geldiğini sorması üzerine: “Bazen melek bana insan kılığına girerek gelir, benimle konuşur. Bende onun söylediğini iyice bellerim.”-21şeklinde cevap vererek bu vahiy çeşidini açıklamıştır.

Cibril, insan şeklinde geldiğinde Dıhye b. Kelbî kılığın-dagörülmüştür. Cebrail’in Dıhye kılığında Hz. Peygam-ber’e vahiy getirdiği bir vakit eşlerinden Ümmü Seleme de Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in yanında bulunuyordu. Cebrail, Hz. Peygamber’le konuşmaya başladı, söyleye-cekleri bitince kalkıp gitti. Bunun üzerine Hz. Peygamber ÜmmüSeleme’ye: Bu kimdir, diye sordu. Ümmü Seleme: “Bu Dıhye’dir.”dedi. Ümmü Seleme “Allah´a yemin ederim ki; Peygamber aleyhisselam’ın Cebrail’den aldığı vahyi as-haba haber vermek üzere irad buyurduğu hutbesini dinle-yinceye kadar, Cebrail’i Dıhye sanmıştım.” demiştir.22

Cebrail’in Dıhye dışında bazen tanınmayan bir a’rabi şeklinde geldiği de rivayet edilmiştir. Cibrîl Hadisi ismiyle meşhur olan iman, İslam ve ihsan konularında bilgi veren hadisi şerifi Cebrail bir insan kılığına girerek getirmiş ve sahabenin bir kısmı da Cebrail’i bu şekliyle görmüştür.23

Cebrail insan kılığına bürünmeksizin kendi yara-tılmış olduğu aslî suretinde de Peygamber Efendimiz (s.a.s)’e vahyi getirmiştir. Bu şekilde Cebrail’in görün-mesi iki yerde vaki olmuştur: Birincisi Hira Dağı’nda ilk vahiy, ikincisi Mirac gecesidir. Cebrail’in kendi sure-

tinde Peygamber’e görünmesi Kur’an’da da belirtilmiş-tir: “Andolsun ki o (peygamber), onu (Cebrail’i) apaçık ufukta görmüştü.”24

Elçi vasıtasıyla gelen vahyin diğer bir şekli ise Ceb-rail’in görünmeksizin çıngırak sesine benzer bir ses ile gelmesidir ki bu Hz. Peygamber’e en ağır gelen vahiy çe-şididir. Hz. Âişe’den gelen bir rivayette Rasûlullah (s.a.s): “Vahiy bana bazen çıngırak sesine benzer bir sesle gelir. Bu benim için vahyin en ağır olan şeklidir. O (hal) beni terke-dince (Cebrail’in) ne dediğini hemen beller ve hıfzederim.”-25diyerek bu vahiy tarzının zorluğundan bahsetmiştir. Hz. Peygamber bu ses devam ettiği müddetçe titrer ve hitabın heybetinden korkardı. Ses kesilip kendine geldikten son-ra, söylenen o yüce sözler kalbinde yer tutmuş olurdu.26

Vahyinağırlığı karşısında Allah’ın seçkin kulları olan peygamberlerbile çeşitli ıstıraplar çekmiş; kimi zaman korkuya kapılmış hatta vahiy meleğinin kudreti karşı-sında baygınlık geçirmiştir. Nitekim Haşr Suresi’nin21. ayet-i kerimesinde vahyin ne kadar ağır bir yük olduğu çarpıcı bir şekilde açıklanmıştır:“Şayet biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, onu

Allah korkusundan titremiş ve paramparça olmuş görürdün.” Demek oluyor ki sağlamlığın, yüksekliğin ve heybetin simgelerinden biri olan dağ, vahyi idrak edebilmiş olsa idiilahî emrin karşısında boyun eğecek vekorkusundan paramparça olacaktı. Ancak Allah Teâlâ bu emaneti akıl ve şuur kabiliyeti ile donattığı insanoğ-luna vermiştir. Bu ayetten hareketle bizler ne kadar bü-yük bir sorumluluk altında bulunduğumuzun farkında olmalı, yaradılış gayemizi gerçekleştirebilmek için vah-yin rehberliğine muhtaç olduğumuzu unutmamalıyız.

1-Yusuf Şevki Yavuz, DİA, “Vahiy”, c. 42, s. 440.2-Muhsin Demirci, Vahiy Gerçeği, s. 27. 3-Fussilet 41/12 .4-Zilzal 99/5.5-Enfal 8/11.6-Nahl 16/68-69.7-Taha 20/38-39.8-Maide 5/111. 9- Muhsin Demirci, Vahiy Gerçeği, s. 23-24.10-Nahl 16/2.11-Fahreddin Razi, Mefâtihu’l-Gayb, 14/154-155; Elmalı, Hak Dini, 5/228.12-Nahl 16/102.13-Şuara 26/193.14-Şûrâ 42/51.15-Mustafa Genç, Sünnet-Vahiy İlişkisi, (Doktora Tezi), Konya 2005, s. 2416-Abdülgaffar Arslan, Kur’an’da Vahiy, Ankara Okulu 2000, s. 195-196.17-Buhârî, Bed’u’l-Vahy, 1.18-Saffat 37/99-103.19-Araf 7/143.20-Abdülgaffar Arslan, Kur’an’da Vahiy, Ankara Okulu 2000, s. 201.21-Buhârî, Bed’u’l-Vahy, 2.22-Buhârî, Fedâilu’l-Kur’an, 1.23-Buhârî, İman, 19.24-Tekvir 81/23.25-Buhârî, Bed’u’l-Vahy, 2.26-İsmailCerrahoğlu, Tefsir Usulü, s. 49.

Page 35: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

3737

“Bütün çift leri O yaratmıştır. Size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar var etmiştir ki, böylece onların sırtına binip yerleşince, Rabbinizin nimetini anarak: Bunu bizim hiz-metimize vereni tesbih ve takdis ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik, diyesiniz diye.” (Zuhruf43/12-13)

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bun-da düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Câsiye45/13)

Kıymetlim, biricik yarenim. Yukarıdaki ayeti oku-dum, sana danışmak için soru devşirir, tefekkür ederken birden ormanda buldum kendimi.

Vahşi hayvanlar, etrafımda daireler çiziyor, irili ufaklı pek çok ağaç, bu canlıların arasında işaret çubukları gibi hafif sallanışlarla yerlerini alıyordu. Kocaman bir filin do-kunuşuyla irkildim. Hortumunu yanağıma sürtüşünden, “sahiplenilme” isteği belli olan iri varlık, sanki uykusundan yeni uyanmış bir insan yavrusuydu. Sevilmek, dokunul-mak arzusuyla şimdi yere sırtüstü yatacak, ayaklarını ya-ramaz tepişlerle havaya savuracaktı. Sağ yanımda bir kap-lan, elimin temasını hissetmek ister gibi sırtını, parmakla-rımın altında dolandırıyor, filde gördüğüm acziyet ve “Ben senin için yaratıldım.” mesajının aynısı, onun tavırlarında da seziliyordu. Keskin dişleri ancak ekran arkasından iz-lenebilecek timsah, çocukken dişlediğim naylon oyuncağa dönüşmüştü bu harikalar çemberinde. Yaklaşıp uzaklaşan ve kapalıyken uzun bir çizgiye benzeyen ağzı, en az iki metreydi. Ama gözlerine dikkatli baktığımda asla korkma-yacağımı anladım. İstersemonu kendime köle edebilirdim. Ama hayvanda kölelikten ziyade çay saati için ahbaplık edecek bir hava vardı. İşin ilginci, kuyruğunun kıvrıldı-ğı tarafa bakınca gördüğüm, ağaçlardan birine dolanmış anakondanın da bu çay sohbetine katılmak istemesiydi.

Gündüz gördüğüm için hayra yorduğum bu düşten şu sonucu çıkardım: En vahşi hayvanı bile yakalayacak, ka-feslere sokacak, tehlike anında saf dışı edebilecek av mal-zemesini üretebiliyor insan. Ah kibirli çıkarım! Tövbe edi-yorum… Rabbimiz ilham ediyor,o alet edevatı üretmeyi. Ve Rabbimizin tutmasıyla, yed-i kudretiyle yuvalarından uzaklaşmıyor, şehirlerimizi evlerimizi basmıyor bedenen beşerden güçlü bu mahlûkat. Yaşam alanlarında, kendi âlemlerinde, en masumu belgesellerde yaşayıp gidiyorlar. Doğuyor, büyüyor, ürüyor ve ölüyorlar; her halleriyle dü-şünene ibret oluyorlar.

Gözlerimi açtım. Tekrar kapattım. Bu defa minik varlıklar istila ediyor hayalimi. Küçükken izlemeye kork-madığım, büyüyünce izlemeye cesaret bulamadığım tür-den filmlerden biri geldi işte gözlerimin önüne. Karınca-lar, çılgın bilim adamının deney tüplerinden damlayan sıvıyla temas eder etmez dev varlıklara dönüşüyor, dar bir alanda dönüp duran bir grup insana film boyunca ecel terleri döktürüyorlar. Yine başka senaryolardan gö-rüntüler aktı hayalime: Büyüyen örümcekler, garip bir kimyasaldan etkilenen arılar, kuşlar, böcekler (Ne çok film çevrilmiş, tabiatta dengeli bir büyüklüğe sahip can-lılar hakkında)!..

Hâlâ gözlerim yumulu. Bu defa normal ebatta börtü böcek… Fenası, sefere çıkmışlar hep beraber. Tarantulalar ve kraliçe arılar elele vermiş yürüyor, tırtıllarla kırkayaklar birlikte ordugâh kurmuş, insanoğluna hücum ediyor.

Gözlerimi açtım. Tekrar kapamaya cesaretim yok. Büyüdüm zira…

İbret almayı bilen yarenim, bu işe ne dersin? Bize boyun eğdirilmeseydi, en küçüğünden en büyüğüne bü-tün canlılar korkulu rüyamız, kâbusumuz mu olurdu? Onların hangisini öğlen yemeğinde yiyeceğimizi değil, hangisinin öğlen yemeğinde iştahını kabartacağımızı mı düşünüyor olurduk?Dur abartayım; vejetaryen olan hay-vanlarla yakınlık kurar, yine de aklı olmayan bu yaratıl-mışlardan emin olamadığımız için evcil olanlarına bile şüpheyle yaklaşırdık herhalde.

Neyse bu endişeli düşün ve düşünüşün boynuna ke-mendi takıp bir kuyuya atayım. Kuyunun kapağına da ayetten hız alıp şu duayı yazayım:Bunu bizim hizmeti-mize vereni tesbih ve takdis ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik.

Bu düş canavarlarının kuyudan çıkamayacağına emin olmak için kolumu kuvvetlendireyim, sığınayım Rabbi-me: Allahım, sen her varlığı yüce kudretin ve kuşatıcı il-minle yerinde, zamanında, ebadında yarattın. İnandım, iman ettim, onların bana eğdirdiğin boynuna gıpta edip azametine boyun eğdim. Kulluğuna beni, benimle bir-lik kıymetlimi, bütün ümmet-i Muhammedi kabul et ey Müheymin!

Seni bu defa ve her daim, kâinatın bütün işlerini göze-tip yönetene el-Müheymin’eemanet ediyorum.

Yarenime Name-15Ayşe UÇKAN

Page 36: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

38

Yusuf (a.s), Yakub’un (a.s) on iki oğlundan biridir. Onun ismi Kur’an-ı Kerim’de 25’i Yusuf Sure-si’nde, ikisi de En’am (6/84) ve Mü’min(40/34)

sureleri olmak üzere 27 defa geçmektedir. “Ahsenül Kasas” (en güzel hikâye) şeklinde ifade edilen Yusuf (a.s)’un kıssası, ayrıntılı olarak Yusuf Suresi’nde anlatılır. Bu kıssa, ilahî tak-dirin gerçekleşmesini engelleyecek hiçbir gücün olmadığını göstermek için indirilmiş gibidir.

Kıssa rüya ile başlar. Yıllar sonra vuku bulacak bir hakikat, yıllar önce küçük bir çocuk iken Yusuf ’a göste-rilir. Yusuf rüyasını salih ve kerim bir peygamber olan babası Yakub’a anlatır.

“Babacığım! Rüyamda on bir yıldız, bir ay, bir de gü-neş gördüm; bana secde ediyorlardı.” (Yusuf 12/4) Yakup: “Yavrucuğum! Sakın rüyanı kardeşlerine anlatma!” diye uyardı. “Zira kardeşlerin sana tuzak kurarlar. Muhakkak ki şeytan insanın apaçık düşmanıdır.” ( Yusuf 12/5)

Rüyanın yorumu gayet açıktı. Rabbimiz onu Yakub’un dilinden bize şöyle haber verdi: “İşte Rabbin seni seçecek sana rüyada görülen olayların yorumunu öğretecek ve daha önce ataların İbrahim ve İshak’a nimetlerini tamamladığı gibi sana ve Yakup soyuna da tamamlayacaktır. Şüphesiz Rabbin, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Yusuf 12/6)

Seçilmişliğinden dolayı Yakup (a.s)’un, Yusuf (a.s)’a olan ilgisi artmış, üstün kılınmasından rahatsız olması bir yana onu yanından ayır maz olmuştu. Bu ilgi alaka büyükleri bir hayli rahatsız etmişti. Zira Yakub (a.s)’un yerine Yusuf (a.s)’un geçeceğinden endişe ediyorlardı. Şeytanın telkinine kapılarak Yusuf ’u öldürmeye karar verdiler. Böylece babalarının sevgisi onlara kalacaktı. Onlarda sonra tevbe edip sözüm ona iyi kimseler olacak-lardı. (Yusuf 12/8-9)

Yusuf için verilen bu cinayet kararını ağır bulan kar-deşlerden birisi: “Onu öldürmeyin, onu bir kuyunun di-bine atın. Geçen kervanlardan biri onu bulup alsın. Eğer yapacaksanız böyle yapın.” dedi. (Yusuf 12/10) Bu itiraz üzerine onu bir kuyunun dibine atmayı planladılar. Baba-larına gelerek: “Ey babamız! Yusuf hakkında bize neden güvenmiyorsun? Hâlbuki biz onun iyiliğini isteyen kişi-leriz! Yarın onu bizimle beraber gönder gezip oynasın. Şüphesiz biz onu koruruz.” (Yusuf 12/11-12) dediler.

Bir baba evlatlarına niçin güvenmesin? Elbette onları çok iyi bilen feraset sahibi bir peygamber, çocuklarının bu tutumunu anlamamış olamazdı. Diğer yandan Yusuf ’un kıssasıyla Mekkeli müşriklere de bir mesaj veriliyordu: Kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.

Osman SÜNGÜ

Ağabeyleri Yusuf’a kıymışlar onu bir kuyuya atmışlardı. Küçük Yusuf kuyuda

yapayalnız kalmıştı.Onlar Yusuf’u hayatlarından silmişler ve kendilerine göre

onun geleceğini yok etmişlerdi. Acımasızlar, yataklarında artık rahat uyurken Yusuf

karanlık kuyuda günlerce yapayalnız kaldı. Allah yolunda olmak, sıkıntı ve ızdıraba

dayanmaktı. Yusuf sabretti, Yakup gözyaşlarıyla Rabbine yöneldi.

Page 37: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

39

Yakup (a.s), oğullarının kötü düşünceler içinde ol-duklarını hissettiği için Yusuf ’u kurdun yiyebileceğini söyleyerek onlarla göndermek istememişti. Ama kar-deşler: “Andolsun biz güçlü kuvvetli bir topluluk iken onu kurt yerse o takdirde biz gerçekten aciz kimseler sayılırız.” (Yusuf 12/14) diyerek ısrar ettiler. Yakup onla-rın bu ısrarına dayanamayarak Yusuf ’u onlarla istemeye istemeye gönderdi. Ve kadere boyun eğdi.

Yakup (a.s) farkına varmadan evlatlarının eline ma-zeretlerini de vermiş oldu. Onların planlarında eksik kalan bir kısmı da bu ifade ile yakalamış olduklarını İbn-i Ömer’den gelen rivayetten anlıyoruz: “Söylediği-niz sözlerle insanlara yalan söyleme fırsatı vermeyin, yoksa yalan söylerler.” Yakub (a.s) “Onu kurt yer, diye korkuyorum.” diyerek oğullarına fırsat verince onlarda onu “Kurt yedi.” dediler.1

Yusuf ’u alıp götüren ağabeyleri, evden güle oynaya çıktılar. Ama bir müddet gittikten sonra gerçek niyetle-rini ortaya koydular. Onlar Yusuf ’u kuyuya attılar.2 Yu-suf ’a kardeşleri tuzak kurarken, Allah Teâlâ da şu ilahi hakikati vahyediyordu: “Elbette bir gün gelecek sen on-lara hiç beklemedikleri bir sırada bu yaptıklarını anlata-caksın.” (Yusuf 12/15)

Bu ayetlerin nazil olduğu zaman diliminde de Mek-keli müşrikler, Hz Peygamber’i öldürme, sürme veya hapsetme planları yapıyorlardı. Yusuf kıssasıyla Mekke-li müşriklere şu telkin ediliyordu: Peygamber’e Yusuf ’a kardeşlerinin yaptığını yaparsanız sonunuz onlarınki gibi hüsran olur. (Enfal 8/30)

Ağabeyleri Yusuf ’un sırtından çıkarttıkları gömleği sahte bir kana buladılar. Akşam olduğunda ağlayarak babalarına geldiler: “Ey babamız! Biz yarışa girmiştik. Yusuf ’u da eşyalarımızın yanında bırakmıştık bir de ne görelim! Onu kurt yemiş. Her ne kadar doğru söylesek de sen bize inanmazsın.” dediler. (Yusuf 12/16-17) Söz-lerini ispat içinde Yusuf ’un kanlı gömleğini babalarına verdiler.Ancak gömlekte en ufak bir parçalanma ve yır-tılma yoktu. Yakub (a.s) gömleği aldı ve: “Ne zaman-dır kurt böyle yumuşak huylu oldu! Yusuf ’u yemiş de gömleğini yırtmamış!”3 “Hayır! Nefisleriniz sizi aldatıp böyle bir işe sürükledi. Artık bana düşen güzel bir sa-bırdır. Anlattıklarınıza karşı yardımı istenecek de ancak Allah’tır.” (Yusuf 12/18) dedi.

Yusuf ’un rüyasını çok iyi bilen Yakup (a.s), ayrılık vaktinin geldiğini anlamış, takdir edilen kadere karşı da Allah’tan yardım isteyerek güzel bir sabır göstermesi ge-rektiğini ifade etmişti. Sahte ağlamalara karşı Yakub’un samimi gözyaşları coştu. Yakub’un Allah’a itimadı tamdı;

o biliyordu ki Allah ne dilerse o olur, hiçbir güç O’nun takdirini bozamaz. Güzellik ve iyilikler sıkıntı gibi gö-züken olaylardan sonra gerçekleşir.Her zorluktan sonra bir kolaylık vardır. Ve şunu da iyi biliyordu ki Allah’ın yüceltmek istediğini hiçbir kimse alçaltamaz.

Kuyuda Yalnız Bir ÇocukAğabeyleri Yusuf ’a kıymışlar onu bir kuyuya atmışlar-

dı. Küçük Yusuf kuyuda yapayalnız kalmıştı.Onlar Yusuf ’u hayatlarından silmişler ve kendilerine göre onun geleceğini yok etmişlerdi. Acımasızlar, yataklarında artık rahat uyur-ken Yusuf karanlık kuyuda günlerce yapayalnız kaldı. Allah yolunda olmak, sıkıntı ve ızdıraba dayanmaktı. Yusuf sab-retti, Yakup gözyaşlarıyla Rabbine yöneldi.

Bir kervan geldi, sucularını kuyuya gönderdiler. İlahî takdir de Yusuf ’u onlara teslim etti. Sucu, kova-sına asılmış bir çocuk görünce heyecanla: “Müjde! Bu bir çocuk!” dedi. (Yusuf 12/19) Yusuf ’u Mısır’a götüren kervandakiler, onu bir ticaret malı gibi görüyorlardı. Yusuf ’un özgürlüğünü elinden alıp kıymetsiz bir köle olarak birkaç dirheme sattılar. (Yusuf 12/20)

Onu Mısır’ın azizi satın aldı.Ve eşine dönerek : “Ona iyi bak. Belki bize faydası dokunur yada onu evlat edini-riz.” dedi (Yusuf 12/21)

Yusuf Mısır’daÂlemlerin Rabbi olan Allah’ın izni olmadan bir yap-

rak bile düşmez. Yusuf kuyuya atılırken de çıkarılırken de Allah bundan haberdardı. Hatta Mısır’a getirilmesi de O’nun takdiriyle olmuştu: ”Böylece Biz Yusuf ’u o ül-keye yerleştirdik.” (Yusuf 12/56)

Mısır’a yerleştirilen Yusuf ’a: “O ülkede büyük bir mevki ve güç verdik. Ona rüya tabirini öğrettik” buy-rulmaktadır. Bu ayetin devamında da: “Allah her şeyi dilediği gibi yapar ama insanların çoğu bunu bilmez.” (Yusuf 12/21) denilmektedir.

Page 38: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

40

Yusuf sarayda olgunluk çağına gelince Rabbimiz: “Biz ona olayların esasını kavrayıp adaletle hükmetme gücü ve bilgisi verdik.” (Yusuf 12/22) Bütün bu verilen lütuflar şu özelliği olanlar içindir: İyilik eden ve işini güzel yapanlara biz işte böyle mükâfat veririz. (Yusuf 12/22 Kasas 28/14)

Yusuf ’un güzelliği hem fiziki hem de ahlaki bir gü-zellikti. Bu güzelliğini Sevgili Peygamberimiz (sas) şöy-le ifade eder: “Yusuf ’a güzelliğin yarısı verildi.”4 Sarayda onun böylesine göze batmaya başlaması ahlakî zaaflarla dolu insanların dikkatini çektiği gibi Aziz’in karısının da dikkatini çekti. Bu evin hanımının gayrı ahlaki tavrı, Yusuf ’u rahatsız ediyordu. Kadın bir gün: Kapıları iyice kilitledi ve “Haydi gel!” dedi. Yusuf ise “Allah’a sığını-rım!” dedi. “Rabbim bana çok iyi davranandır. Şu da bir gerçek ki zalimler asla iflah olmazlar.” (Yusuf 12/23)

Kendini böylesi çirkin bir tekliften korumak için ka-pıya doğru kaçtı. Arkasından yetişen kadın hırsla ve kinle Yusuf ’un gömleğini çekince, gömlek arkadan yırtılmıştı. Tam bu sırada kapının önünde kadının kocasıyla karşı-laştılar. Suçu Yusuf ’a atarak kadın şöyle dedi: “(Ey aziz)! Ailene kötülük etmek isteyen birinin cezası, hapse atıl-maktan ya da can yakıcı bir azaptan başka ne olabilir!” (Yusuf 12/25) Bu iftira karşısında hayâsından kıpkırmızı kesilen Yusuf (a.s): “Asıl o benimle birlikte olmak istedi.” (Yusuf 12/26) diye itirazda bulununca Allah’ın yardımı Yusuf ’a ulaştı ve kadının akrabasından biri şöyle şahit-lik etti: “Eğer Yusuf ’un gömleği önden yırtılmışsa kadın doğru, o yalan söylüyor, demektir. Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa kadın yalan, o doğru söylüyor, demektir.”

Aziz, Yusuf ’un gömleğinin arkadan yırtıldığını gö-rünce karısına: “Anlaşılan bu sizin tuzaklarınızdan biri-dir. Doğrusu siz kadınların tuzağı pek büyüktür.” dedi.

Ve Yusuf ’a dönerek, “Ey Yusuf, sen bundan kimseye bahsetme!” (Yusuf 12/26-29) diye tembihledi. Aziz, eşi-ne de: “Ey kadın! Sen de günahının bağışlanmasını dile. Çünkü sen hata edenlerdensin.” (Yusuf 12/29) diyerek konuyu kapattı.Ama olay yine de şehre yayılmıştı. Şeh-rin ileri gelenlerinin kadınları, bu olayı duymuş ve azi-zin karısını kınamışlardı. “Yusuf ’un sevdası onun kalbi-ne işlemiş! Biz onu gerçekten yoldan çıkmış biri olarak görüyoruz.” dediler. (Yusuf 12/30)

Aziz’in karısı, bu dedikodulardan iyice bunalmış ve yaptığı işin normal olduğunu ispat etme zilletine düş-müştü. Bunun için bir davet ile bu kadınları saraya ça-ğırmıştı. Onların ellerine birer bıçak birer de soyulmak için meyve vermişti. Tam bu esnada Yusuf ’a onların karşısına çıkmasını emretmiş, kadınlarda Yusuf ’un gü-zelliğini görünce şaşkınlıklarını gizleyemeyerek: “Aman Allah’ım! Bu bir insan değil, olsa olsa ancak üstün bir melektir!” dediler. Kadınlar onun güzelliğine hayran kalmış ve bu esnada ellerini kesmişlerdi. (Yusuf 12/31) Aziz’in karısı onlara dönerek: “İşte bu beni hakkında kı-nadığınız kimsedir. Andolsun, ben ondan murad almak istedim fakat o iffetinden dolayı bundan kaçındı. Eğer emrettiğimi yapmazsa mutlaka zindana atılacak ve zil-lete uğrayanlardan olacak.” dedi. (Yusuf 12/32)

Şehrin ileri gelenlerinin kadınlarının da Yusuf ’a il-gisi artmaya başlayınca hayâsızlık ve iffetsizlik Yusuf ’u korkutmaya başladı. Kurtuluşun ancak Allah’ın yardı-mıyla olacağını bildiği için şöyle dua etti: “Ey Rabbim! Zindan bana, bunların beni davet ettiği şeyden daha sevimlidir. Onların hilelerini benden uzaklaştırmazsan onlara meyleder ve cahillerden olurum.” (Yusuf 12/33) Allah Teâla Yusuf ’un duasını kabul edip onu kadınların tuzaklarından kurtardı. (Yusuf 12/34)

Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) kıyamet gününde, Allah Teâlâ’nın yedi insanı arşının gölgesinde barındı-racağını belirtirken güzel ve mevki sahibi bir kadının beraber olma isteğine ‘Ben Allah’tan korkarım.’ diyerek yaklaşmayan yiğitin bu yedi insandan biri olduğunu söyleyerek Yusuf ’un asil davranışına değinmiştir.5

Böylece iffetine düşkün insanların Allah’ı hoşnut edeceğini belirtmiştir. Bir başka hadiste Rasulullah (sas), en üstün insan sorulduğunda günahtan en çok sakınan kişiye işaret etmiş ve isim zikretmesi istenilince de “Allah’ın peygamberi Yusuf.”6 buyurmuştur.

1-Deylemi,Firdevsü’l-Ahbar V,20.2-Taberi, Tarih, I,201.3-Şevkani, Fethü’l-Kadir III,16.4-Müslim, İman 259.5-Buhari, Ezan 36; Müslim, Zekât 91.6-Buhari, Menakıb 1.

Page 39: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

41

Çocukluğumun temmuz kokusudur ramazan…

Sahura kaldırılmadığımda, dayanamam diye sitem dolu şefkatli sözleri inatla karşılayan çocuksu ama ihlâslı bir tattır aklımda kalan

Ben de varım demenin ayak diremesi mi, yüzlerde gördüğüm huzur ve tebessümün kıskançlığı mıdır bi-linmez, ramazanlar benim dünyamın o hiçbir şeye değişilmez anlarıdır. Ramazanın sonundaki müjdenin bilinçaltında fark edilmesi mi yoksa her iftar vaktinin tarif edilmez lezzeti mi bilmem ama hiçbir kuvvetin beni ayıramadığı sınırsız bir keyiftir ramazan.

Sıcak temmuz güneşi kadar mukavemetli bir samimiyetle günü akşam etmenin, sahuru iftara kavuş-turmanın yorgun, bitkin ama bir o kadar da enerjik tezatlarıyla yaşadığım 80’lerin iftarları… Nostaljinin moda olduğu bu günlerde mutlulukla sarıldığım içimi serinleten hatırası ramazanın...

Teklif edilen hiçbir rüşvete, ben öyle derdim, satmadığım orucum… O günahsız bedeni ne denli hafiflet-tiğini şu an bile derinden hissettiğim ilk yudumlar. Orucun manasını unutup ezanı sabırsızlıkla beklediği-miz şimdilerin iftarında o günkü çocukluğumdan utandığım anlar. Sokakta ezanı sonuna kadar dinleyip, balkondan şehrin tüm minarelerinin şerefelerinin yanışına şahit olmadan bir yudum su içmediğim, belki de kendime göre ramazana farklı bir mana verdiğim günler…

Her akşam ayrı bir bayram, her yudum ayrı bir hayattır inanan için. Sanki on bir ay saklanmış bir özlemin, otuz günde telâfisi gibidir. Sarı saçlı tek bebeğimi kollarımda çocuk şefkatimle sallarken hissetti-ğim dayanılmaz bir merhamettir ramazan. Mahallemizin kimsesiz, yaşlı teyzesine iftar vakti sunduğum en temiz kalbimdir ramazan. Aç midelerimizle doyurduğumuz ruhumuzun gönüllere yükselişidir. Sade açlıkla, susuzlukla değil hırslarımızla baş etmenin imtihanı. Komşumuzun derdini dert, açlığını açlık bilip büyük bir aile olmanın keyfi…

Tutmuşum sahurun serinleten elinden akşama kadar koşmuşum/koşturmuşum da, sanki serinleten başka bir an’a, iftara teslim etmişim yorgun huzurumu… Yüzlerde sessiz bir tebessüm, ellerde duaya açıl-ma, dillerde bismillah demenin hasretiyle yanmış, yakılmış bir hava…

İçimize yerleştirdiğimiz bir cennet oluyor nimeti yudumlarken hissettiğimiz. Sonsuz bir diriliş… Üzeri-mize çöken tatlı rehavet bizi madde ikliminden mana âlemine taşıyor bir çırpıda. Yeni kimlikler kazanıyor her bir hayat. Şekle giriyor hamurumuz…

Ve bugünün büyüklerinin hatıralarında yer eden o güzelim ramazan huzurunun, genç nesillerin ruh bahçelerini cennete çevirecek rayihalar taşıması duası ile hayırlı ve bereketli Ramazanlar…

Semra KÜÇÜK GÜLER

“Bir akşamüstü yüreğin daralırsaGözlerinden tövbeler taşarsa

Avuçların dualarla dolarsaBir besmele çek gönülden”

Page 40: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

42

İnsanlar içerisinde bazı insanlar vardır mübarektir, seçilmiş ve övülmüşlerdir.

Mekânlar içerisinde bazı mekânlar vardır mübarek-tir, takdis edilmiş ve şiar kılınmışlardır.

Ve zamanlar içerisinde bazı zamanlar vardır müba-rektir, hayrın ve bereketin kaynağıdırlar.

İnsan içinde insan…“Rabbin dilediğini yaratır ve seçer, seçim onlara ait

değildir.” (Kasas, 68)

“Allah Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmran ai-lesini seçip âlemlere üstün kıldı.” (Al-i İmran 33)

“Kim Allah’a ve Resûl’e itaat ederse işte onlar, Al-lah’ın kendilerine lütufl arda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır!”(Nisa,69)

Onlar seçilmişler, öncü ve örnek olmuşlar ve onlar Allah tarafından nimetlerle donatılmışlardır. Sırat-ı müstakim üzere olmak, onlarla birlikte olmaya bağlan-mıştır, hidayete giden yolda birer işaret, her biri okun-mayı ve yaşatılmayı bekleyen birer ayettir.

Mekân içinde mekan…Mescid-i Haram,Mescid-i Nebevi, Mescid-i Aksa…

İmanın başkenti Mekke,

Sevginin başkenti Medine,

Hüznün başkenti Kudüs.

Vahyin indiği ve ibadet için seçilen özel mekânlar.

“(İbadet için) sadece (şu) üç mescide yolculuk yapı-lır: Mescid-i Haram, Mescid-i Nebî ve Mescid-i Aksa...” (Buhari, Mescidü Mekke 1, 6)

“Musa o ateşin yanına gelince, kendisine ‘Ey Musa!’ diye seslenildi. ‘Ben senin Rabbinim. Papuç-larını çıkar. Çünkü sen, kutsal vâdide, Tuvâ’dasın.” (Taha 11-13)

“Geceleyin kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya yürüten Allah’ı bütün noksanlıklardan tenzih ederiz.” (İsra 1) İnanç ve ibadetin merkez üssü olan bu mekânlar ve onların çevresi bereketli kılınmıştır. Allah’ın birer şiarı olarak hürmet gösterilmesi ve ibadet niyetiyle ziyaret edilme-leri tavsiye edilmiştir.

Ahmet TÜRKBEN

İnsana, mekâna ve zamana değer katan ve can veren vahiydir.

Vahiy insanda ete kemiğe bürünmüş ve insan canlı Kur’an olmuş;

vahiy taşa toprağa rahmet ve bereket; zamana, geceye, gündüze ve

aya izzet ve şeref kazandırmıştır. aya izzet ve şeref kazandırmıştır.

Page 41: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

43

Ve Zaman içinde zaman…Cuma, Kadir, Ramazan ve bayram.

Ömre ve hayata iman hesabına göre değer katan bu zaman dilimleri, rahmet ve bereketin en yoğun hissedil-diği anlardır. Manevi hayatımızın hasılası olan bu özel vakitler; niyetimiz, amelimiz ve ibadetimizin safiyeti ve kalitesi oranında bize kullukta kemal ve kalite kazandı-racaktır.

“Üzerine güneş doğan günlerin en hayırlısı cuma günüdür. “(Müslim, Cum’a 18)

“Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır,” (Kadir 3)

“Ramazan ayı ki insanlara yol gösterici, hidayeti, doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırt edip açıklayıcı olarak Kur’ân o ayda indirilmiştir.” (Bakara 185)

İnsana, mekâna ve zamana değer katan ve can ve-ren vahiydir. Vahiy insanda ete kemiğe bürünmüş ve insan canlı Kur’an olmuş; vahiy taşa toprağa rahmet ve bereket; zamana, geceye, gündüze ve aya izzet ve şeref kazandırmıştır.

İçerisinde saklı kılınan bin aydan daha hayırlı kadir gecesiyle, mükâfatı sadece Allah’a ait özel bir ibadet olan oruç ile ve yine sadece o aya mahsus bir namaz olan te-ravihle tüm hayırları kendisinde toplayan bir zaman di-limidir Ramazan. Kök anlamından hareketle Ramazan; yanmak, temizlenmek, keskinlik ve Allah’ın isimlerin-den bir isim olarak zengin bir anlam dünyasına sahiptir. Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde bu anlam zenginliğine işaret etmiştir. (Hak Dini Kur’an Dili I-531)

Yanmaktır Ramazan ve yakmaktır günahları.“Ramazan”“ramda” mastarından “yanmak” manası-

nadır. Güneşin kavurucu sıcağından taşların kızmasıdır ki bu kızgın taşlarda yalın ayak yürümekle yanmaktır. Günahları yaktığı için bu aya “Ramazan” denmiştir. Bu ayda açlık, susuzluktançekilen sıkıntı ve orucun harare-tinden dolayı günahlar yakılır.

Bu ayda tuttuğumuz oruçların içimizde tutuşturdu-ğu ateş vesilesiyle işlediğimiz günahların yakılıp günah-sız olunacağı müjdesi vardır.

Yağmurdur Ramazan, gönülleri kirlerinden arındıran bir yağmur.

Yaz sonu güz başlangıcında yağıp yeryüzünü tozlar-dan temizleyen yağmur manasına “Ramadiyu”kelime-sinden gelir. Bu yağmur yeryüzünü yıkadığı gibi şehr-i Ramazan da ehl-i imanı günahlardan yıkayıp kalplerini temizlediği için bu isim ile isimlendirilmiştir.

Rahmet bulutları taşır melekler, oruçla ve Kur’anla-şiddetli sağanak halinde rahmet yağmurlarıyla yıkanır gönüller.

Bileylenmektir Ramazan, imanın yenilenmesi ve bilincin keskinleşmesidir.

Kılıcın demirini inceltip keskinleştirmek için iki kaygan taş arasına koyup döğmek manasıyla Ramazan, başından sonuna kadar yapılan tüm ibadetlerle, oruçla, namazla, tilavetle ve itikâfla nefse karşı ruhun bileylen-mesi, daha keskin hale getirilmesidir.

Dünyevileşme, bencilleşme ve bireyselleşmeyle bir pörsüme olduysa değerlerimizde; bu ayda imanda, bi-linçte ve ibadette taze bir ruh ve diriliş aşısıyla yenilen-mek gerekir.

Ve Ramazan Allah’ın isimlerinden bir isimdir.

Enes bin Malik anlatıyor:

“Sadece ‘Ramazan’ demeyiniz. Allah-ü Teala nasıl şehr-i Ramazan (Ramazan ayı) buyurmuş ise..siz de öyle deyiniz.”(Buhari)

Allah’ın isimlerinden olduğu için sadece Ramazan denilmesi kerih görülmüş “Şehr-i Ramazan”ya da Rama-zan-ı Şerif denmesi tavsiye edilmiştir.Allah’ın şiarlarına tazim göstermek ve Allah’ın değer verdiğine değer ver-mek ve onun kadrini bilmek, imanın ve takvanın eseridir.

Hayır ve bereket ayıdır Ramazan.

“Başı rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennem-den azad olmaktır.” (et Terğib ve’t-Terhib,II,94-95)

İmam-ı Rabbani (k.s) bu ayın önemine işaret ederek şöyle demiştir: “Mübarek Ramazan ayı, bütün hayırları ve bereketleri câmîdir. Kim Ramazan ayını çok iyi de-ğerlendirip hayır ve bereketinden nasipdâr olursa, bü-tün senesini o câmiiyet içinde geçirmeye muvaffak olur.”

Bütün bir yıl boyunca hayırlara açık olabilmek; gece-si ve gündüzünde yapılacak ibadetlerle Ramazan-ı şerifi ihyâ etmekle mümkün olabilir.

Zaman bereketlenir Ramazanla ve en bereketli gece Ramazan’da gizlidir. Bin ayın hayrı bir gecede toplan-mıştır ve : “Kim ki Kadir gecesini, faziletine inanarak ve alacağı sevabı Allah’tan bekleyerek ibadet ve taatla geçirirse geçmiş günahları bağışlanır.”(Buhârî, Kadir, 1)

Paylaşmaktır Ramazan.

İkram ehli olmak; infakla, sadakayla ve zekâtla Al-lah’ın üzerimizdeki nimetinin şükrünü ödemek bu ayda kolaylaşır. İbn-i Abbas anlatıyor:

Page 42: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

44

“Efendimiz (s.a.s) insanların en cömerdi idi. Ra-mazanda Cibril ile karşılaştığında daha da cömert-leşiyordu. O her gece Cibril (a.s) ile Kur’ân-ı Kerim’i müzakere ediyordu. Allah Resulü (s.a.s) hayırda esen rüzgârdan daha cömertti.”(Müslim, Fezâil, 12, 2308)

Arınma mevsimidir Ramazan.Bu arınma sürecinde kalbî ve ruhî yapının güçlen-

mesi, nefsin dizginlenmesine ve terbiye edilmesine bağlıdır. Nefis terbiyesinin de gündüze ve geceye bakan yönleri vardır;gündüzsaim, gece kaim olanlar bundan nasiplenir.

Oruç, kendini tutmaktır.“Ey iman edenler. Oruç sizden öncekilere farz kılın-

dığı gibi size de farz kılındı. Ta ki müttakîlerden olası-nız.” (Bakara 183)

Oruç, Farsça rûze (günlük)’den türetilmiş bir keli-medir. Türkçeleşince oruze olmuş son haliyle oruç şek-linde kullanılmaya başlanmıştır. Arapça aslı ise ‘savm’ kökünden gelen ‘sıyam’ olup, manevi beklentilerle meş-ru ve helal şeylerden kendini alıkoymak, yani kendini tutmaktır. (Hak Dini Kur’an Dili I-516) İmsak da kendi-ni tutmak, el çekmek manasındadır.

Oruç, tutmaktır; nefsini, elini, dilini, belini tutmak…

“Oruç sayesinde nefsine ve şehvetine hâkim olma alışkan-lığını elde ederek günahlardan, tehlikelerden sakınıp takva mertebesine erişilebilir.” diyor Elmalılı merhum ve ekliyor:

“Oruç; şehveti kırar, nefsin heveslerini mağlup eder. Azgınlıktan, kötülükten men eder. Dünyanın adi lezzetle-rini, makam ve yükselme davalarını küçük gösterir, haya-tın lezzetini tattırır, kalbin Allah’a bağlılığını artırır, ona bir meleklik zevki ve saflığı bahşeder.”

Oruç; sadece yemeden, içmeden ve cinsel arzu-lardan kendini alıkoymakla sınırlı olmayıp yalandan, gıybetten, argo konuşmaktan ve kaba hareketlerden de sakınmaktır. Peygamberimiz (s.a.s) buyurdu:

“Sizden biriniz oruçlu olduğunda kötü söz söyleme-sin, fısk içine girmesin ve cahilce hareket etmesin, eğer kendisine cahilce davranılırsa ‘ben oruçluyum’ desin. (Buhârî ve Müslim)

Yine Efendimiz (s.a.s): “Yalan sözü ve onunla ameli terk etmeyen kimsenin yemesini, içmesini terk etmesi-ne Allah’ın hiç ihtiyacı yoktur.”(Fıkhu’s-Sünne;1.388) buyurmuştur. Genel anlamda haram ve günahlardan sakınmadan sadece mideyi aç bırakmak hayırdan ve sevaptan mahrum eder. Dilini tutamayanın, ağzını ye-meden içmeden sakındırması kendisine fayda sağlama-yacaktır ve en acı tarafı: “Nice oruç tutanlar vardır ki, oruçlarından yanlarına kalan sadece açlık ve susuz-luktur.”(Fıkhu’s-Sünne;1.388)

Oruç, sakınmaktır. Tüm yasaklananlardan, meşru ve helal de olsa belirli

bir vakit içerisinde sevap umarak kaçınmaktır.Tüm ibadetlerde olduğu gibi oruçta da niyet duru-

luğu ve ihlas esastır. İhlas, niyetine ve amacına Allah’ın rızasından başka bir dünyevi beklentiyi katık yapma-maktır. O’nun vereceği karşılıktan başka bir karşılık beklemeden emri ilahiyi tatbik etmek, müttaki olmaya ve günahlardan temizlenmeye vesile olacaktır.

Efendimiz (s.a.s) buyurdu:“Kim, inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek

ihlâsla oruç tutarsa annesinden doğduğu günkü gibi günahlarından temiz hâle gelir .” (Nesai,Sıyam 40)

Kıyamı artırmaktır Ramazan.Ramazanda gecelerin ihyası teravihle mümkündür. “Kim Ramazan’da inanarak ve sevabını Allah’tan

bekleyerek, O’nun rızasını kazanmak için kıyam eder-se (teravih kılarsa), geçmiş günahları bağışlanır.” (Bu-hari, Salatü’t-Teravih 1)

Teravih, rahatlamak, dinlendirmek manasına gelen “terviha” kelimesinin çoğuludur. Ramazan ayına mah-sus olan ve Yatsı namazından sonra kılınan, kadın erkek her Müslüman için sünnet-i müekkede bir namaz olan teravihin cemaatle kılınması kifai sünnettir. Her dört rekâtın sonunda istirahat için oturulmasına terviha denmiştir. Sonraları, bu kelimenin çoğulu olan teravih, Ramazan gecelerinde yapılan ibadetin, kılınan namazın adı olmuştur. (İbnManzur, Lisanu’l-Arab“rvh” md.)

Peygamberimiz cemaatle namaz kılmaya olan iştiya-kına rağmen farz namazları dışında sadece teravih na-mazını cemaatle kılmışlardır.

Page 43: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

45

Teravihi hızlı ve tadil-i erkâna riayet etmeden kıl-mak ise hayırdan ve sevaptan mahrum eder ve Efen-dimizin (s.a.s) uyarısıyla:“Nice namaz kılanlar var ki, yorgunluktan başka namazından elde ettiği bir şey yoktur.”(İbnMace, Sıyam,21)

Hatimli Teravih; kıyamın hakkını vermek için…

Ramazan geceleri kıyamın (ayakta durmanın) hakkını verebilmek,teravihin hatimle kılınmasıyla mümkündür. Peygamberimizin rahle-i tedrisinde yetişen güzide sahabi-ler genellikle hatimle kılmaya özen göstermişlerdir.

Peygamberimiz (s.a.s) Ramazan ayında bir gece mes-cide çıktı ve mescidin bir kenarında namaz kılan insanlar gördü ve sordu “Bunlar ne yapıyorlar?” orada bulunan-lardan biri şöyle cevap verdi:“Bunlar Kur’an’ın tamamını ezberleyememiş yani hafız olmayanlar kimseler, Übeyy b. Ka’b onlara hatimle namaz kıldırıyor.” Rasûlullah (s.a.s) bu cevaba sevinerek memnuniyet ve takdirlerini şu şekilde ifade ettiler: “Doğru yapmışlar, yaptıkları şey ne kadar da güzel!” (Ebu Davut, Ramazan, 1)

Sahabeden sonraki dönemlerde de teravihin hatimle kılınmasına önem verilmiştir. Bu husustaÖmer b. Ab-dilaziz’in Kur’an hafızlarına her rekâtta on ayet okuya-rak teravih namazını hatimle kıldırmalarını emretmesi, İmam-ı Azam’ın gündüz ayrı bir hatim teravihte de ayrı hatimler yaptığı, hatta müctehidlerin on gecede bir hat-mederek üç hatimle teravih kıldıkları rivayeti kitaplarda nakledilmektedir.

Günümüzde hatimle teravih kılmakla hem bir sün-netin ihyasına vesile olunmakta hem de büyük bir seva-ba nail olunmaktadır.

Kur’an ayıdır Ramazan.Allah’ın bu ayı, mükerrem kılması, Kur’ân-ı Kerim’in

bu ay içinde indirilmeye başlanması sebebiyledir.

“HâMîm. Apaçık kitaba andolsunki, Biz onu mübarek bir gecede indirdik.”(Duhan 1-2)“Biz o Kur’ân’ı Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesi-nin ne olduğunu nereden bileceksin. Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır.” (Kadir 1-3)

“Ramazan ayı ki insanlara yol gösterici; hidayeti, doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırt edip açıklayıcı olarak Kur’ân o ayda indirilmiştir.” (Bakara 185)

Ramazan ayı ve bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi, kutsallığını vahyin inmeye başlamasından alır. Bu açıdan Ramazan ayı, Kur’an’la ahdimizi tazelemek için fırsattır. Kur’an’a açılmalı yürekler bu ayda, hayatı-mız Kur’an’a arz edilmeli. Evlerimizde, mescitlerimizde Kur’an iklimi teneff üs edilmeli. Hatimlerle, mukabelerle Kur’an’ın neşesi taşınmalı kalbimize, dilimize, yüzümüze.

Peygamberimiz (s.a.s) buyuruyor: “Şüphesiz şu Kur’an Allah’ın, kullarına olan bir ziyafetidir. Gücü-nüzün yettiği kadar Allah’ın bu sofrasından bir şeyler öğreniniz. Bu Kur’an Allah’ın sapasağlam ipi, apaçık nurudur. Fayda veren şifasıdır. Ona sımsıkı sarılan-lar için bir korunaktır. Ona tabi olanları kurtarıcıdır. Kur’an çok okunmakla eskimez. Kur’an okuyun, çünkü Allah Teâlâ onun okunan her bir harfine karşılık on katı sevap verecektir. Dikkat edin, ben ‘Elif-lam-Mim için on katı sevap verilir.’ demiyorum. Elif için on katı sevap, lam harfi için on katı sevap ve mim harfi için de on katı sevap vardır.”(Terğib ve Terhib.3/276)

Bu ayda ayetler kalbimize yeniden nazil olmalı, aklımız ve ruhumuz tefekkürle ayetlerden gıdalanmalı. Kur’an’a aç olan gönüllerimiz, zikirle doyuma ulaşmalı. Gökyüzünü, yeryüzünü , insanı ve zamanı dirilten o ilahi çağrıya yeni-den ve daha derinden kulak vermeliki Kur’an kalbimize ve hayatımıza şifa olsun, olsun ki Ramazanda aldığımız diriliş aşısı, bütün sene boyunca bizi diri tutsun.

Fırsattır Ramazan ve fırsatların kazası yoktur.Aff a nail olmak ve bağışlanmak için tüm kapılar açıl-

mış ve şeytanlar zincire vurulmuşken fırsatı kaçırmak en büyük talihsizliktir ve Efendimizinşiddetli ikazınamuha-tap olmaktır:

“Ramazan’a erişip de ondan günahları bağışlanmış olarak çıkamayanın burnu sürtülsün.”(Tirmizi, Daavat 110)Allah korusun…

Kur’an ve Ramazan bizden şikâyetçi olmasın istiyorsak; bu ayı son Ramazanımız bilip hakkıyla yaşamalıyız ki bu kutlu yolculuğun son durağı, bayram ve cennet olsun.

Ramazan ayı ve bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi, kutsallığını

vahyin inmeye başlamasından alır. Bu açıdan Ramazan ayı, Kur’an’la

ahdimizi tazelemek için fırsattır. Kur’an’a açılmalı yürekler bu ayda, hayatımız

Kur’an’a arz edilmeli. Evlerimizde, mescitlerimizde Kur’an iklimi teneffüs edilmeli.

Hatimlerle, mukabelerle Kur’an’ın neşesi taşınmalı kalbimize, dilimize, yüzümüze.

Page 44: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

46

Hz. Peygamber (s.a.s)’in vefatından sonra, İslam toprakları fetih hareketleriyle oldukça geniş-

lemiştir. Emevilerle başlayan İstanbul muhasaraları ise 1453’te Fatih’in İstanbul’u fethine kadar sonuçlanama-mıştır. İstanbul, coğrafi konumunun özelliği dolayı-sıyla tarih boyunca siyasi, askeri ve ticari açıdan hep önem taşımıştır. Yani İstanbul, hep bir cazibe merkezi olagelmiştir. İşte İstanbul’un bu özelliğinden dolayı, Müslümanlar bu şehre sahip olabilmek için birçok kez kuşatmalar yapmışlardır. Ancak sahabeden itibaren 8 asır sürecek olan İstanbul’un fethi macerasının, ciddi bir motivasyon gerektirdiği ortadadır. Bunu da sadece, cazibe merkezi olan bir bölgeyi fetih isteğiyle açıklamak eksik kalır gibi gözükmektedir. Müslümanların bu mo-tivasyonunun ciddi bir sebebi de, Hz. Peygamber (s.a.s)’ in fethi ve fethe katılanları müjdeleyen hadisidir.

Hadisin Kaynakları

Ahmed b. Hanbel’deki lafza göre hadisin devamında şu ifadeler vardır: “Mesleme b. Abdülmelik beni çağırdı ve bana bu hadisi sordu. Ben de kendisine hadisi naklet-tim. O da Konstantiniyye’ye sefere çıktı.” Hadisin ilk üç

ravisi bütün isnadlarında aynıdır: Bişr el-Ğanevî – Ab-dullah b. Bişr el-Ğanevî – el-Velîd b. el-Muğıra.

Bu meşhur hadisin sıhhati hakkında birçok araştır-ma yapılmış ve bu konuda olumsuz görüş bildirenler olmuştur. Hadisin isnad açısından son derece zayıf ol-duğu ve tek sahabîravisi olan Bişr el-Ğanevî’nin de ye-terince tanınmadığı söylenmektedir.2 Ayrıca hadis, ferdi mutlak bir rivayet olmasından dolayı da eleştirilmiştir. Yani hadisin ilk üç ravisi bu rivayette tek kalmışlardır. Birçok sahabînin bilmesi gereken bir hadisin sadece bir sahabî tarafından rivayet edilmesi bir problem ola-rak görülmüş ve en azından İstanbul’un muhasarasına katılan sahabîler tarafından bilinip rivayet edilmesi-nin beklendiği savunulmuştur.3 Müslümanlar için İs-tanbul’un fethinin önemi dolayısıyla, fethin kutsal bir ideal halinde canlı tutulması amacıyla bu hadisin orta-ya çıkarıldığı düşüncesine de yer verilmiştir.4 Ancak, sebepleriyle belirtilen bu olumsuz eleştirilere rağmen, hadisin ravilerinin güvenilir olması sebebiyle, genel görüş olarak sahih olduğu kabul edilmiştir.5 Tarih bo-yunca yapılan İstanbul muhasaraları ve farklı rivayetler de bunu destekler niteliktedir.

Tuğba MOLLAHÜSEYİNOĞLU KARAKAŞ

أمير  اأميرها،  و لنعم الجيش  ذلك  الجيش   القسطنطينية .  فـلنعم  ال� لتـفتحن“İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne

güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.”1

Page 45: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

47

Hz. Peygamber (s.a.s)’in 8 asır öncesinden yaptığı bu müjdeyle, sahabilerinmotivasyonu artmış, yeise düşebi-lecekleri durumda dahi onlara moral kaynağı olmuştur. Ayrıca sahabîlere yüksek bir ideal oluşturmuştur. Bu ideal sayesinde ki, sahabe döneminden itibaren, birçok defalar İstanbul fethedilmeye çalışılmıştır.

İlk İstanbul muhasarası, Muaviye döneminde 49/669 yılında Yezid komutasında gerçekleşmiştir. Ye-zid’in ordusu içinde sahabeden İbn Abbas, İbn Ömer, İbnu’z-Zubeyr, EbûEyyûb el-Ensârî de bulunmaktaydı. Yiyecek kıtlığı ve hastalık sebebiyle geri dönmek zorun-da kalınan bu muhasarada EbûEyyûb el-Ensârî (r.a.) ve 17 sahabinin de içinde bulunduğu çok sayıda askerin vefat etiği bildirilmektedir. EbûEyyûb el-Ensârî, isteği üzere düşman arazisinde ilerlenebilen en son yere def-nolunmuştur.6

Emeviler ve Abbasiler döneminde yapılan İstan-bul muhasaralarına Osmanlılar da devam etmiş ve İs-tanbul’a yedi sefer düzenlemişlerdir. 1453’te Fatih’in düzenlediği seferle İstanbul fethedilmiştir. Bu seferde, Akşemseddin başta olmak üzere birçok zevat, padi-şahın yanında yer almışlardır. Bu kuşatmanın en zor zamanlarında Akşemseddin, manevi desteğiyle askeri cesaretlendirmiştir. Sözlerinde fetih hadisine de yer ve-ren Akşemseddin, manevi bir motivasyon sağlamıştır. Bu müjdeye nâil olmak isteğiyle, fetih gerçekleşmiş ve “fatih” olmak II. Mehmet’e nasip olmuştur.7

Sonuç/Değerlendirme

Sonuç olarak diyebiliriz ki, fetih hadisi olarak bilinen bu hadis birçok araştırmaya konu olmuştur. Bu incelemeler sonucu varılan genel görüşe göre hadis sahihtir. Sahabe dö-neminden itibaren 8 asır süren İstanbul muhasaraları da bu hadisin gerçekliğini destekler niteliktedir.

Hz. Peygamber (s.a.s) asırlar öncesinden bu fethi ha-ber vermiştir. Ayrıca hadis, sahabîler için bir müjde ve cesaretlendirme özelliği taşımaktadır. Bütün bunların ötesinde, fetih hadisinin, sahabe için bir hedef gösterme niteliğinde olduğu da söylenebilir. 8 asır boyunca birçok komutan, bu hedefi gerçekleştirmek, İstanbul’un kapı-larını İslam’a açmak ve “Fatih” olabilmek için çaba sarf etmişlerdir. İsmail Lütfi Çakan bu görüşü şöyle ifade eder: “Hz. Peygamber bu tebşirleri ile ümmetine, mev-cut şartlara takılıp kalmamalarını, üstlendikleri tebliğ ve cihad görevinin gerektirdiği diriliği korumalarını ha-tırlatmaktadır. Tabi bu, bir taraftan da ödenmesi gerek-li bedele ‘hazır olun’ demektir.” İşte Hz. Peygamber’in kazandırdığı bu bilinç, ümmet tarafından devam etti-rilmiştir. Bizim de bu bilinci koruma görevimiz olduğu unutulmamalıdır.

Bu kitaplar Fâtih’tir, Selim’dir, Süleyman’dır;

Şu mihrabSinânüddin, şu minâreSinân’dır;

Haydi, artık uyuyan destanını uyandır!

Bilmem, neden gündelik işlerle telâştasın

Kızım, sen de Fâtihler doğuracak yaştasın!

Bırak, bozuk saatler yalan yanlış işlesin!

Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın!

Yürü aslanım, fetih hazırlığı başlasın...

Yürü, hâlâ ne diye kendinle savaştasın?

Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.!

(Arif Nihat ASYA)

1-Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 335; Buharî, et-Tarihu’l-Kebir, I, 81; et-Tarihu’s-Sağîr, I, 306; el-Bezzâr, el-Müsned, el-Müsned, c. II, s. 308; Taberani, el-Mu’cemu’l-Kebir, II, 38; Hakim, Müstedrek, IV, 422; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, VI, 219.2-İbik, Hasan, İstanbul’un Fethi Hadisi, İlahiyat, Ankara 2004, s. 36.3-İbik, Hasan, a.g.e.,s. 37-38.4-İbik, Hasan, a.g.e.,s. 39.5-Çakan, İsmail Lütfi, İstanbul’un Fethi Hadisi, s. 47-56; Yardım, Ali, Fetih Hadisi Üzerine Bir Araştırma, s. 118-119; Kulat, Mehmet Ali, İstanbul’un Fethini Müjdeleyen Hadisin Değerlendirilmesi, s. 9; Aslan, Adem, Fetih Hadisleri, s. 44-46.6-İbik, Hasan, a.g.e.,s. 48-53; Aslan, Adem, a.g.e., s. 53-57.7-İbik, Hasan, a.g.e.,s. 62-64.

Page 46: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

48

Yine geldi cânım Ramazan!Ramazan ayının Müslümanlar nezdinde diğer aylara nazaran güzîde

bir yeri vardır. “On bir ayın sultanı” olan bu mübarek ay, Allah Teâlâ’nın mü’minlere bir ihsanı ve lütfudur. Çünkü Ramazan ayı, Kur’an, oruç,i-yilik, güzellik,kardeşlik, sevgi, huzur ve bereket ayıdır.Bu ay, sadece açlık ve susuzluk ayı değil, maneviyatın yoğun olarak hissedildiği ve yaşandı-ğı bir aydır.Yapılan duaların ve edilen tevbelerin kabul olunduğu Rama-zan’da herkes birbiriyle yakınlaşma ve uzlaşma yoluna girer, küsler ba-rışır,azıklar paylaşılır ve en önemlisi insanoğlu, nefs-i emmâreyi teskin etmenin imkânına ulaşır.

Yardımlaşmaların, hayır ve hasenâtın çoğaldığı bu mübarek ayın heyecanı, sadece ülkemizi değil İslam coğrafyasının tamamını sarar.Türkiye’de Ramazan öncesi evler temizlenir, çarşı pazardan ift ariyelik- sahurluk alışverişleryapılır, ift ar davetleriplanlanır. Ramazan günleri tatlı bir telâşe ile geçer.Ramazan’a özel kitap fuarları, sergiler açılır.İft ar için özel mönüler hazırlanır. İft arla birlikte ışıldayan minarelere takılan geleneksel mahyalar Ramazan’ın manevi atmosferini daha da pekiştirir.Mukabeleler okunur, teravih için camilere koşulur.Acaba diğer mem-leketlerde yaşayan Müslüman kardeşlerimiz bu heyecanı nasıl paylaşı-yor?Şimdi gelin hep beraber dünyada Ramazan ayı ne şekilde yaşanı-yorbir göz atalım.

Orta Asya’da RamazanOrta Asya, Türk boylarından oluşan, kıymetli şahsiyetlerin yetiştiği

bir bölge. Fakat bu bölgede yaşayan Müslüman halk özellikle son bir buçuk asırda yabancı kültürlerin etkisinde kaldığı için kendi kimli-ğinden uzaklaşmış.Haliyle ramazan ve oruç kavramları de değişiklik göstermiş. Sovyetler zamanında fişleme yöntemi ile insanların oruç tutmaları engellenmiş. Ayrıca orucun sağlığa zarar verdiği şeklinde yanlış bir kanaat oluşturulmuş.Böylece zamanla oruç ve ramazan, hal-kın gündeminden çıkmış.

Merve MAHMUTOĞLU

Ramazan ayı, Kur’an, oruç,iyilik, güzellik,kardeşlik, sevgi, huzur ve bereket ayıdır.Bu ay, sadece açlık ve susuzluk ayı değil, maneviyatın yoğun olarak hissedildiği ve yaşandığı bir aydır.Yapılan duaların ve edilen tevbelerin kabul olunduğu Ramazan’da herkes birbiriyle yakınlaşma ve uzlaşma yoluna girer, küsler barışır,azıklar paylaşılır ve en önemlisi insanoğlu, nefs-i emmâreyi teskin etmenin imkânına ulaşır.

Page 47: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

49

Kırgızlarda oruç tutan Müslümanların sayısı az. Ge-nellikle orta yaş ve üzeri, ramazan boyu oruç tutuyorlar. Kimileri ise sadece birkaç gün oruç tutmakla yetiniyor. Bu da ramazanın başında, ortasında ve sonunda oluyor. Oruç tutulmayan günler ise kaza edilmiyor.Buna rağ-men Kırgızistan’da ramazan günleri oldukça neşeli ve sevinç içerisinde geçiyor. Eskiden olduğu gibi bugün de sahura kalkılıyor. Özellikle oruç tutmayanlar, sevaba girme düşüncesiyle oruç tutanları iftara davet ediyor-lar. Yemekten sonra Kur’an okunuyor ve dua ediliyor. Teravih namazı, ya evlerde topluca kılınıyor ya da ca-milere gidiliyor.

Kırgızistan’da “Ca Ramazan” denen ramazana özel bir gelenek vardır. “Ca Ramazan” Türkiye Türkçesinde “Ya ramazan”dan başka bir şey değildir. Ca Ramazan geleneğine göre, ramazanın on beşinci gününden sonra gençler toplanarak, at üzerinde veya yaya olarak köyü dolaşıp her eve uğruyor; dilek, niyet, dua ve istekleri ih-tiva eden uzun manzum söz söylüyorlar. Ev sahibi bunu sonuna kadar dinliyor ve gelenlere şeker, tatlı, meyve, para gibi şeyler veriyor.

Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan’da da rama-zan coşkusu yoğun bir şekilde hissediliyor. Davetler ve-riliyor, yardımlar yapılıyor, Kur’an okunuyor. Namazlar cemaatle kılınmaya çalışılıyor. Bu ayda birçok bölgede alkol satımı durduruluyor.Halk aşikâre yemek yememe-ye özen gösteriyor. Orta Asya, ramazanı maddi ve ma-nevi açıdan keyifli ve doyurucu geçiriyor.

Ortadoğu’da RamazanBilindiği üzere bu bölgede Müslümanlara karşı sal-

dırılar durmaksızın devam etmekte. Başta Suriye olmak üzere Irak, Pakistan, Mısır ve Afganistan’da yaşanan olaylarda milyonlarca Müslüman hayatını kaybetti.

Yine de ramazanın heyecanı burada yaşayan Müslü-manlar tarafından unutulmadı.

Şamlılar ramazanı daha çok mescitlerde Kur’an oku-yarak, ibadet ederek, gece namazlarını toplu halde eda ederek geçirmekten zevk alıyorlar. Türkiye’deki gibi mu-kabele kültürü yok. Halkın çoğu Kur’an’ı bireysel ola-rak okuyor. Bunun yanı sıra her dükkândan, her evden Kur’an sesleri duyuluyor. Yine bu ayda sokaklar renkli ışıklarla aydınlatılıyor, mahyalar asılıyor. Bizde olduğu gibi onlarda da ramazan davulcusu var.Teravih namaz-larının ilk sekiz rekâtıcamilerde kılınıyor diğer rekâtları evlerde tamamlanıyor. İftar davetleri oluyor, ikramlar ise bizdeki gibi çeşit çeşit. Bu ayda fakirler için kuman-yalar toplanıyor ve ihtiyaç sahiplerine dağıtılıyor. Suriye halkı ramazan ayını manevi açıdan dopdolu yaşıyor.

Şimdi Ortadoğu’nun kalbine gidiyoruz, Filistin’e. Filistin halkı duydukları top sesleri arasında ramazanı nasıl geçiriyor acaba? Ramazanın bereketi Filistin’i tam anlamıyla sarıyor. Anneler sahurda içmek ve ertesi gün zinde olmak için kayısı ya da şeker pancarından şerbet yapıyor.Çocuklar oruç tutmaya yedi sekiz yaşlarında başlıyor. Durumu elveren aileler camilerde iftar yemek-leri düzenliyor. Ramazan boyunca dışarıda kimse-hatta gayrimüslimler de dâhil- yemek yemiyor. Teravihler hatimle kılınıyor. Son on gün yoğun ibadetle geçiriliyor. Ramazanın son Cumasını Mescid-i Aksa’da kılıyor Fi-listinliler. Daha sonra bayram için genç kızlar kurabiye hazırlıklarına başlıyor. Ramazan her şeye rağmen coş-kulu geçiyor Filistin’de.

Ramazanı büyük bir neşeyle karşılayan Mısırlılar, geleneklerini koruyor. Mısır halkı, bu kutsal ayın baş-langıcını tam olarak saptayabilmek için çıplak gözle hilali görmeyi bekliyor.Onlar için ramazanın ilk günü büyük önem taşır. Halkilk iftarını gelenek hasebiyle ai-lesiyle beraber açar. Oruçlarını genelde sütte bekletilmiş hurma ile açarlar ve ardından tüm hanelerde akşam namazı kılınır. Esas iftar sofrası ise bu namazdan sonra kurulur. Yine ramazanın popüleri sayılan iftar davetleri Mısır’da da karşımıza çıkıyor. Mısırlılar ramazana özel çeşitli yemeklerini hazırlıyor.

“Ramazan Fanusu” denilen Mısır’a ait başka bir ge-lenek de evlerin balkonlarından rengârenk fanusların sarkmasıdır. Sokaklaradeta bir panayır ortamına dö-nüştürülüyor. Teravih namazlarına büyük ilgi gösterilen Mısır’da, özellikle içinde Kadir Gecesi’ni barındıran son 10 gün boyunca camiler dolup taşıyor. Ülkemizde de olduğu gibi kadınlar ve çocuklar da teravih namazları-na büyük ilgi gösteriyor ve başını örtmeyen hanımla-

Page 48: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

50

rın Ramazan ayında başlarını örtmelerine oldukça sık rastlanıyor. Müslüman halk ramazan süresince en azın-dan bir hatim okumaya özen gösteriyor. Özellikle Nil Nehri’nde yapılan tekne gezileri, büyük camilere toplu halde yapılan ziyaretler, akraba ve dostlara verilen ift ar yemekleri… Kısacası Mısır halkı bizim ramazanımıza oldukça benzeyen bir Ramazan ayı geçiriyor.

Pakistanlılar da coşkuyla hazırlanıyor rahmet ayına. Dünyanın tüm çekiciliğini bir kenara bırakır Pakistanlı-lar. Ramazan boyunca sinemalarda yalnızca dini içerikli filmler izleniyor. Halk sahura herkesi mest eden mani sesleriyle uyandırılıyor. Teravih namazları hatimle kı-lınıyor ve muhakkak her camide itikâfa giriliyor. Bay-ramdan bir gün önce “Çandrat” (hilal gecesi) kutlama-ları yapılıyor.1

Uzakdoğu’da RamazanÇin genelinde ramazan havası tam olarak hissedil-

mese de Müslümanların camilerde toplu olarak ift ar açması gelenek haline dönüşmüş. Çinli Müslümanlar kendilerine has yemekleriyle ve zengin kültürleriyle ra-mazan ayını birlik içinde geçirmeye hazırlanıyor. Müs-lüman Çinliler, çevrede helâl gıdalar satan marketlerden alışveriş yapmaya dikkat ediyorlar.İft arlar imece usulü veriliyor. İft ar saatleri camilerin önü panayır yerine dö-nüyor. Caminin mutfak bölümünde Çin mantısı ve lapa pilav hazırlanıyor. Erkekler avluda meyveleri soyarak servise hazır hale getiriyor. Orucunu açan Çinli Müs-lümanlar camiden ayrılmayarak akşam, yatsı ve teravih namazını hep birlikte kılmaya özen gösteriyorlar. Müs-lüman olmayan halk, Çinli Müslümanlara gereken has-sasiyeti titizlikle gösteriyor; yardımlaşma, dayanışma ve sadaka büyük önem taşıyor.

Malezya’nın politik yapısından ötürü ramazan farklı yaşanmaktadır. Bu mübarek ay geldiğinde birbirleriyle

karşılaşan Müslüman halk “SalamatMenunaikanRama-dhan” diyerek birbirlerinin Ramazanı’nı tebrik ederler. Ramazan öncesinde yapılan hazırlıklar camilere, sokak-lara, dev alışveriş merkezlerine ve de medyaya yansıyor.

Ana caddeler rengârenk ışıklarla süsleniyor. Aile birlikteliğinin önemi bu ayda önemle vurgulanıyor. Malezyalılar ift arlarınıgenelde hurmaile açıyorlar ancak hurma yerine geçecekyerel tatlı ürünlerle açmayı da uy-gun görüyorlar. Gül şerbeti Malay sofralarında olmazsa olmazlardan. Ramazana özel büyük rengârenk pazarlar kuruluyor. Pazarlarda ift ar için yemekler pişiriliyor ve maddi durumu iyi olan-olmayan çoğu vatandaş bu if-tarlara iştirak ediyor. Camilerde ve mescitlerde rama-zana özel vaazlar veriliyor. Bu ayda Kur’an sohbetlerine ilgi artıyor. Birçok camide teravihler hatimle kılınıyor. Gençlerin ve çocukların camilere rağbeti oldukça fazla oluyor ramazanda.

Endonezya’da ise her sene ramazanöncesi içki şişele-ri imha ediliyor. Endonezyalı Müslümanlar bu ayda işle-rine geç gidiyorlar, evlerine erken geliyorlar. Gayrimüs-limler ve oruç tutmayanlar, Ramazan boyunca kamuya açık yerlerde yiyip içmekten kaçınmaya çalışıyor.

Amerika’da RamazanAmerika’da yaşayan çeşitli etnik kökenliMüslüman

kardeşlerimiz arasında ramazan eskiye nazaran daha dolu dolu yaşanıyor. Her ne kadar günlük hayatın içe-risinde ramazan olduğu pek anlaşılmasa da birçok cami etrafında toplanan Müslümanlar, ramazanın coşkusunu çevreye hissettirmeye çalışıyor. Cami cemaatleri tara-fından hemen her akşam ift ar yemekleri düzenleniyor. Bu yemeklere gayrimüslimler de katılabiliyor. Böyle-ce Müslümanlar ve gayrimüslimler arasında sıcak bir muhabbet oluşuyor. Yine aileler karşılıklı olarak bir-birlerini ift ara davet ediyorlar. Teravih namazları da

maza

Zeyd İbni Hâlid el-Cühenî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Nebî

sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Kim bir oruçluyu iftar ettirirse, oruçlu kadar sevap kazanır. Oruçlunun

sevabından da hiçbir şey eksilmez.”

(Tirmizî, Savm 82)

Page 49: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

51

cemaatle kılınmaya çalışılıyor.Ayrıca birçok kurum bu ayın varlığına dikkat çekiyor. Her sene halka açık iftar düzenleniyor. Bazı kültür merkezlerinde ramazana özel programlar düzenleniyor. Güney Amerika’da yaşayan Müslümanların sayısı az olmasına rağmen halk bu kut-sal günleri beraber ihya etmeye çalışıyor.Güney Ame-rikalılar oruç tutan arkadaşlarını hayranlıkla izliyorlar. Birçok patron Müslüman çalışanlarının ramazan gün-lerinde evlerine erken gitmelerine izin veriyor. Bir fes-tival havasında geçen ramazan akşamlarında çocuklar ellerindeki şekerlemeleriyle birlikte camilerde bir arada olmanın tadını çıkarıyorlar.

Avrupa’da Ramazan

Avrupa’da yaşayan Müslüman halk ramazanı neşeyle bekliyor. Türklerin yoğun olarak yaşadığı bu bölgede ra-mazan bir hayli heyecanlı geçiyor. Türk halkı oruçlarını iftar çadırlarında, sokaklarda kurulan iftar masalarında açarak, komşularını ve yakın akrabalarını iftara davet ederek kültürlerini yaşatmaya çalışıyor. Hatta sahurlar-da bile birbirlerini evlere çağırıyorlar. Camiler de aktif olarak hizmet veriyor ramazanda. Camide bazı günler dernek yönetimi, bazı günler de hayırsever vatandaşlar tarafından iftar veriliyor.Türkiye’ye özgü birçok ürün bulunduğu için buradaki Türk Müslümanlar,kendi mutfağına özgü yemeklerle iftar yapma şansına sahip. Teravih namazı için camiler dolup taşıyor. Türkiye’deki gibi camilere mahyalar asılmıyor. Ancak ramazana özel ışıklandırmalar yapılarak caddeler rengârenk görünü-me ulaşıyor.

Afrika’da Ramazan

Her sene binlerce insanın açlıktan öldüğü Afri-ka’damübarek ramazan ayı genellikledurgun geçiyor. Kardeş ülkelerden, her ne kadar ramazana özel ku-manyalar ihtiyaç sahiplerine gönderilse de gelen yar-dımlar tam anlamıyla yeterli olamıyor. Bazıları her şeye rağmen ramazan boyunca oruçlarını düzenli tutmaya devam ediyor.

Afrika’nın yarı gelişmiş bazı ülkelerinde ise rama-zan daha hareketli geçiyor. Özellikle Kenya sokakları ramazana girerken aydınlatılıyor.Akşam ezanı vak-tinde caddeler festival havasına bürünüyor. Kenya-lı Müslümanlar iftar yemeklerini sokaklarda ya da cami avlularında hep beraber yiyor.Teravih namazla-rı cemaatle kılınıyor. Kenyalılar Müslümanları “ku-düm” sesleriyle uyandırıyor. Uganda’da kurulan iftar çadırlarına büyük rağbet oluyor.Somali’de ise oruç

tutmak intihar etmek gibi.Çad’da ramazan daha bir hareketli. İftarlarda çorbalar, hafif yiyecekler ve süt-laca benzer tatlılar en çok yapılan yemekler. Rama-zana girilince halk, ibadetlerine daha çok özen gös-teriyor. Ezan sesleri her yere ulaşsın diye televizyon-lardan, radyolardan ezan sesleri duyuluyor. Fakirlere yardım ediliyor, çocuklar sevindiriliyor. Değişik bölgelere yayılan Çad halkı, birlikteliğini sergilemek istercesine ramazanı ihya etmeye çalışıyor.

Balkanlar’da Ramazan

Balkanlarda ramazan ise Osmanlı kültürünü yansı-tarak yaşanıyor. Erkekler ve kadınlar Ramazanı bir daha göremeyecekmiş gibi yaşıyorlar. Camiler hem içeriden hem dışarıdan ışıklandırmalarla süsleniyor. Sahurda ve iftarda davul – bazı bölgelerde top- sesleri duyuluyor. Caddeler ışıklandırılıyor, değişik süslemelerle hoş bir atmosferin içine giriyor halk. Restoranlarda ramazana özel mönüler hazırlanıyor. Gündüzleri mukabeleler okunuyor. Mevlitler, zikirler geceleri süslüyor. Gece na-mazları cemaatle kılınıyor camilerde. Ramazanın son gecesi ise cami kandilleri ve evlerdeki ışıklar bayram sevincini göstermek için yakılıyor.

Görüldüğü üzere dünyanın değişik yerlerinde yaşa-yan kardeşlerimiz ile aynı heyecanı farklı şekillerde pay-laşıyoruz. On bir ayın sultanı olan ramazan, bizleri eşsiz manevi atmosferin içine sokuyor.Yine de İstanbul’da ra-mazanı yaşamak bir başka güzel!

Rabbim, İslamümmetine ramazanıhayırlı geçirme-yive ibadetlerilayıkıyla eda edebilmeyi nasip etsin!

1-http://eski.ihh.org.tr/yeni-bir-baslangictir-ramazan-e2-80-a6-/ar/.

Page 50: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

52

Ramazan ayı, Allah’ın (c.c) Müslümanlara lütfettiği en büyük ikram-lardandır. Cennete götüren amellerin yeşermesini mümkün kılan ilahî bir mevsimdir. Bu mevsimde ibadetlerin filizlendiği gönül

bahçeleri, hiçbir zaman bu kadar bereketli ürünler vermez. Çünkü o bahçe-ye rahmet ve sekinet yağmurları daha önce bu denli inmemiştir. Gönüllerde yeşeren salih niyet tohumları bu ayda rahmet sağanakları altında öyle büyür ki önce eşkin verir ve filiz olur. Sonra mağfiretle beslenerek gürbüz bir fidan oluverir. En sonunda da iman mevsiminin bir meyvesi olarak cennete dikilir.

Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in ifadesi ile “evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden kurtuluş” olan bu ay, bir müminin ömrü boyunca geçire-ceği olgunlaşma aşamalarının göstergesi niteliğindedir. Feyiz ve bereketlerle, afv ve mağfiretlerle dolu olan, sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın toplum hayatında yoğunluk kazandığı, ibadet hayatımızın zenginleştiği, ilahî emirlere karşı yatkınlığın arttığı, nefislerin kırıldığı, kalplerin dirildiği, gönüllerin ay-dınlanıp coştuğu, insanî erdemlerin tekrar tekrar hatırlandığı bir zaman dilimi olarak bir Müslüman yaşamının prototipi niteliğindedir. Bu anlamda Ramazan ayı Allah’ın biz müminler için hazırladığı bir mektep olmanın yanında onun getirdiği iklim ise Rabbimizin büyük bir ihsan ve nimetidir.

Bu aya hürmet edilmesi Kur’ân’ın ifadesi ile insanlara doğru yolu göste-ren (hidayet), doğru ile yanlışı birbirinden ayırıp açıklayan (furkân) bir reh-ber olmak üzere Kuran’ın bu ayda inmiş olması sebebiyledir. Rabbimiz bu ön ifadelerden sonra “Sizden kim o aya erişirse oruç tutsun…”1 buyurmaktadır. Beşeriyetin ufk unda batmayan bir güneş gibi doğan bu yüce kitap, dünya dön-dükçe her Ramazan ayında yeniden insanlığa hidayet ve furkan teklifini ye-nileyecektir.

Kur’ân’ın o yüce elçiye indiği Ramazan ayı, insanlık tarihi için yeniden ye-şerme ve çiçeklenme olduğu gibi, her yıl bizlere gelen Ramazanlar da her insa-nın bireysel yaşamına o ruhanî baharı taşıyan bir mevsim olarak görülmelidir. Nasıl ki kirlenen evler, odalar baharla birlikte yeniden temizlenir, badanalanır, yıkanır, paklanırsa insan ruhu da bu mevsimin manevî rüzgârı ve ilâhî sağa-nağı altında arınıp, paklanır. Ruhumuzun yıpranan yerleri yeniden onarılır, yeniden dinamik ve zinde bir karakter kazanır. Ramazan ayı bu yönüyle de yenilenme ve güçlenme iklimi olarak görülmelidir.

Özkan ÖZTÜRK

Ramazan öncesinde

olmadığı kadar zengin

iftar sofraları kurarak

nasıl Ramazanın sultan

olduğunu ifade edebiliriz?

Hele fakirlerin olmadığı

beş yıldızlı “iftar baloları”

Ramazanın izzet ve

asaletine, tevazu ve

rikkatine ters değil mi?

Sultanlara layık sofralar

kurarak kendimiz

sultan, Ramazan ayı ise

arzularımızın ve itibar

kılığına girmiş nefsimizin

esiri olmuyor mu?

Page 51: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

53

Ramazan ayının on bir ayın sultanı olarak tanımlan-masının sebepleri de kendisinde ruhî hayatımızı dirilte-cek her türlü ibadeti taşıyor olması sebebiyledir. Çünkü bir müşkülü olan kişinin, sultana ulaştıktan sonra vezi-re, kadıya, müft üye, beylerbeyine, seraskere, kaymaka-ma ihtiyacı kalmaz. Sultan diğer devlet mertebelerinin hepsinin hakikatini kendinde zaten toplamıştır. Ya da saydığımız devlet mertebeleri zaten sultanın hükmü altındadır. Yani yönetim açısından vezir, adalet açısın-dan kadı, fetva açısından müft ü hep sultanın bir itibarla zuhurundan ibarettir. Aynen bunun gibi Ramazan ayı da bütün diğer ayların hakikatlerini kendinde taşıması ile diğerlerinden farklılaşır. İbadetleri kendinde topla-ması, Kur’ân’ın ve Kur’ân’ın geldiği o yüce elçi olan Hz. Muhammed (s.a.s)’in de taşıdığı vasıfl ardandır. Nitekim Kur’ân diğer üç kitabın hakikatini topladığı gibi, Efen-dimiz (s.a.s) de sair peygamberlerin gösterdikleri bütün yolların çıktığı ana kavşak noktasıdır. İşte Ramazan ayı ve o aydaki Kadir gecesi Kur’an ve Rasûlullah (s.a.s)’i buluşturan İslam’ın ana merkez noktası olmayı temsil eder. Kadir gecesinin bin aydan hayırlı olması, bin ayı bütün ibadet ve taatları ile kendinde toplayıcı olması niteliği sebebiyledir. Demek ki Ramazan ayı ibadetle-rin her birinin zirvesini kendinde bulunduran ve gönül coğrafyamızda uzanan bir sıradağ silsilesi gibidir. Her bir amelin zirvesi ondadır. O aya samimi bir kalple yö-nelenler İslam’ın insan maneviyatı için yazdığı bütün reçetelere de ulaşmış olur.

Oruç bu ayda yoğunlaşır, Kur’an en çok bu ayda oku-nur, namaz en çok bu ayda kılınır. İtikâfa çekilen zihin-ler en çok bu ayda tefekkür ve zikir ibadetlerini yerine getirmiş olurlar. Ramazan ayı bütün bu ibadetlerin tesi-rini, tadını ve hazzını kendinde toplayan aydır. Rama-zan ayının bu tesiri sebebi ile insanların manevî duygu-larının galeyana gelmesi yanında şeytanlar bile zincire vurulur. Üstat Sezai Karakoç, Ramazan mevsiminin bu mucizevi doğasını şöyle ifade eder: “Şuuraltında yatan ve hep yarınlara bırakılan niyetleri, ramazan, şuuraltını dinamitleyerek, gün ışığına çıkarıyor. Bir de bakıyoruz, namaz kılanların dolaylarında olup da namaz kılma-

yanları, ramazan, bir çığ gibi camilere sürüklemiş. Bir de bakıyoruz ki, ruhta kayalık olan bir yer, bir dinamitle asfalt olmuş.”2

Demek ki Ramazan ayı on bir ay ile manevî irtibatlar kuran, on bir aya diriltici bir soluk üfl eyen bir sultandır. On bir ayın komutanı, lideri, müktedası, kıvam vericisi, tahkim edicisi, kurucu ve belirleyici öznesidir. On bir aya kendini açmayan ve oraya tesir etme kabiliyetini yitirmiş bir Ramazan nasıl sultan olur? Dolayısıyla günümüz Müs-lümanlarının geliştirdikleri yeni Ramazan atmosferlerini ve Ramazan kültürlerini bu soru altında yeniden değerlen-dirmeleri ve belki de soruları çoğaltmaları zaruridir.

Modern yaşam algımız ve dünyevî algılama biçimleri-miz mi Ramazan pratiklerimizi belirliyor yoksa Ramazan ayının hakikati bizi kendisine davet ederek ilâhî nefesi ile bütün zamanlarımızı kendi rengine mi boyuyor? Sanırım cevabını verdiğimizde Ramazan ayını sultan değil sadece bir esir, hizmetçi konumuna düşürdüğümüzü, dünyevi-leştiğimiz on bir ayın algılarının boyunduruğuna soktu-ğumuzu, on bir ayda yaptığımız eylemlerin Ramazanı da prangaya vurduğunu söyleyebiliriz.

Bedenin aç kalması olarak görülen oruçlarımızın if-tarla birlikte bedenin açlığa karşı intikamına dönüşmesi şehvet ve arzularımızı daha da şımartıyor. Oysaki oruç imkân âleminden kesilmek ve vücûb âlemine kanatlan-mak demek değil midir? Bu yolculukta beden terk edil-mez ki. Sadece bedenin yeme içme ipi/irtibatı kesilerek mâsivâ limanlarından ayrılıp marifet denizlerine doğru yol alınır. Bu yolculukta beden de bizimledir ve açlıkla güzelleşmiştir. Sadece beden değil aklımızın, hayalle-rimizin, kaygılarımızın çapasını da sudan kaldırır Ra-mazan. Önümüze yeni bir idrak ve şuur ummanı açar. İbadetleri de fark etmeyi ve her birine tek tek ve hakkıy-la yoğunlaşmamızı sağlar. Çünkü ibadetin maddi şartı niyet, manevî şartı ise şuur, idrak, farkındalıktır. Zaten kişinin ibadeti aklettiği kadar değil midir? Neyi, niçin, neden yaptığını bilmeyenin istikrarı olmaz. Amellerde istikrar, bu farkındalığa bağlıdır. Müminler ibadetleri hakkında bir karar sahibi olmamışlarsa o ibadetlerin sa-lah üzere idamesinde de istikrar sahibi olmazlar.

Tutulan oruçları, yapılan iftarları, kılınan teravihleri, verilen sadakaları,

okunan mukabeleleri ve çekilen zikirleri attığımız twitt ve sosyal medya

paylaşımları ile nasıl ruhsuzlaştırdığımızın farkında mıyız? Ramazanı gösterişçi

dindarlığımızın nesnesi haline getirmeye başladığımızı görmüyor muyuz? Ağzı

bol laf, cebi bol para yapan hocalarımızla geçen iftar ve sahurlarımızın ihlassız

menkıbeleri dolduruyor kulaklarımızı. Seyrettiklerimiz Ramazanımızın ihlâsını sa-

tın alıyor, oruçlarımızı buduyor.

utulan oruçları, yapılan iftarları, kılınan teravihleri, verilen sadakaları,

Page 52: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

54

Başta sorduğumuz soruları çoğaltabiliriz. Ramazan öncesinde olmadığı kadar zengin iftar sofraları kura-rak nasıl Ramazanın sultan olduğunu ifade edebiliriz? Hele fakirlerin olmadığı beş yıldızlı “iftar baloları” Ra-mazanın izzet ve asaletine, tevazu ve rikkatine ters değil mi? Sultanlara layık sofralar kurarak kendimiz sultan, Ramazan ayı ise arzularımızın ve itibar kılığına girmiş nefsimizin esiri olmuyor mu? Tutulan oruçları, yapılan iftarları, kılınan teravihleri, verilen sadakaları, okunan mukabeleleri ve çekilen zikirleri attığımız twitt ve sosyal medya paylaşımları ile nasıl ruhsuzlaştırdığımızın far-kında mıyız? Ramazanı gösterişçi dindarlığımızın nes-nesi haline getirmeye başladığımızı görmüyor muyuz? Ağzı bol laf, cebi bol para yapan hocalarımızla geçen iftar ve sahurlarımızın ihlassız menkıbeleri dolduruyor kulaklarımızı. Seyrettiklerimiz Ramazanımızın ihlâsını satın alıyor, oruçlarımızı buduyor. Göz değil midir kalp ve gönül kitabının yazarı. Hal böyle olunca gönlümü-ze yazılan karalama, müsvedde ameller oluyor. Hayatı-mıza Ramazan kıvam vereceğine biz Ramazana on bir ayımızın kokusunu sindirmekteyiz. Ramazan sultan ise bizler de sultanlar gibi olalım, Ramazan dünyamı-za dokunmadan geçsin istiyoruz. Hayır. Ramazanın sultanlığı ibadetlerin tamamını kendinde cem etmesi iledir. Sultanlık toplayıcı olma vasfı ile ortaya çıkar. Ka-dir gecesi gecelerin sultanıdır, bin ayı kendinde toplar. Cuma haftanın sultanıdır müminleri kendinde toplar, bir araya getirir. Dolayısı ile bizlerin sultanlığı da ancak ruhumuzun bedendeki bütün aza ve kuvvâlarımıza sul-tan olmamız ile gerçekleşecektir. Kendi kalıbına hükmü geçmeyen bir ruh nasıl sultan olur? İşte Ramazan ayının ve orucun bizlere verdiği en büyük ders budur.

Unutmayalım ki insanın önce kendi özüne yakınlaş-ması, sonra başka insanlara yakınlaşması, tabii ki Rab-bine yaklaşması ve Allah’ın huzurunda kutlu bir onarım ve tamirata girmesi gerekmektedir. Bu tamirat için te-melde üç şeyi muhafaza etmeliyiz.

İkinci olarak vakti muhafaza etmeliyiz. Anın her bir kesitini ibadet şuuruna intikal ettirerek yaşamalıyız. Oruç diğer ibadetler içerisinde en uzun süreli yapılan ameldir. Oruç hatta mecazî olarak ameldir bile diyebili-riz. Çünkü oruçlu iken yaptığımız bir fiil yoktur. Bütün fiillerimiz bazı şeylerden kaçınmaktan ve onları yapma-maktan ibarettir. Dolayısı ile orucun fiili, aklı ve şuuru devreye sokan tefekkürdür. Oruçlunun tefekkürle vakti muhafaza etmesi Ramazanı ilahî bir mektebe, manevî bir kariyere çevirecektir. Vakti muhafaza etmek imsakı ve iftarın hakikatini idrak etmeye çalışmakla daha da bir gerçekleşir. Dolayısı ile mümin orucun her bir anın-da bir marifet cephesini fetheder. Hal böyle olunca Ra-mazanın gündüz ve gecelerini dünyevi lakırdılarla, boş işlerle geçirmek ne büyük nasipsizliktir.

Son olarak kalbi muhafaza etmek gerekir. Kalp na-zargah-ı ilahidir. mümin Ramazanda içini süsleme gay-retinde olmalıdır. Çünkü insanlar bizim dışımıza, Hakk ise içimize nazar eder. Efendimizin (s.a.s) buyurduğu gibi “Şüphesiz Allah, sizin suretlerinize ve mallarını-za bakmaz. Ancak amellerinize ve kalplerinize bakar.”3 Hakk’ın nazarı altında bir kalp ile mümin, Ramazanda imkân âleminden kesilmiş ve ruhânîleşmiştir. İradesini Rabbi’ne bırakmış ve Hakk’ın emirlerine asker olmuş-tur. Helallerden de haramlardan da uzaklaşmış, dünya-ya zühd etmiş, ahirete rağbet kılmıştır. Bu sebeple de kalb rikkatini bulmuş ve nurlanmıştır.

Bahsettiğimiz bu üç muhafazaya belki gözü, dili, mideyi ve iffeti muhafaza da eklenebilir. Bunlar Rama-zan ayını sultan kılmanın temel ölçülerindendir. Sultanı Ramazan olanın sarayı ise cennet olacaktır. Bize de bu saraya girmek için önce kendi bedenimiz olan mülkü-müze muhafız olma görevi verilmiştir. Rabbim bizlere bu görevi ifa ederek sadece mide orucu değil, dil orucu, göz orucu, kalp orucu tutarak bütün bir hayatı Rama-zanlaştıracağımız; kendimizle birlikte tüm insanlığı da dirilteceğimiz bir Ramazan ayı yaşatsın.

Ramazan iklimi başta mekânımızın olmak üzere ânımızın, saatimizin, zamanımızın ve ömrümüzün sul-tanı olsun.

1-Bakara, 2/185.2-Sezai Karakoç, Samanyolunda Ziyafet, Diriliş Yayınları, İstanbul: 2004, s. 9.3-Müslim, Birr, 34.

Page 53: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

5555

BÂKİ KALAN VAR

İncitme kimseleri, gece gündüz gören varBize bizden de yakın, bahtı mıza giren varÂlem başıboş değil, nazar eyle ibretleHayatı nakış nakış, hikmet ile ören var

Her şey O’nun eseri, her şeyi bir bilen varDertlere derman veren, duamıza gelen varKimsesiz değil kimse, sanma kendini yalnızYakup’un gözyaşını, Yusuf ile silen var

Görünmez orduları yardıma yollayan varHayatı n akışını kudretle kollayan varKımıldamaz bir yaprak, “ol” emrini almadanOlmazları olduran, mahşerde toplayan var

Kâinatı yaratan, canları yaşatan varVarlık aşkın eseri, rahmetle kuşatan varŞüpheler karartmasın hakikat aynasınıGözünü çevir de bak! Semâyı donatan var

Gizliyi, âşikârı zerre zerre yazan varHileli tuzakları hak adına bozan var Alma mazlum ahını, bir gün hesabı gelirGünah yüklü yolların yolcusuna kızan var

Hayatı n güzeline, “gel” diye buyuran varÇalış! Rızkını ara, canları doyuran varEcel bulur her yaşı, tohum ek yarınlaraEkilenler biçilir, vuslatı duyuran var

Zulmett en nur doğuran, denizleri yaran varŞah damarından yakın, yaramızı saran varBir avuç toprak ile perde iner gözlereHicret yolcularına güzergâhı kuran var

Anla! Büyük sevdayı, hidayeti veren varYüz çevirme canlara, her nefese eren varHiç sordun mu kendine varoluş sebebini?Öksüz, yeti m önderi rahmetle gönderen var

Akla! Geçen zamanı, afl a müjdeleyen varNefsin bin bir yolunu, aşkla perdeleyen varYâr ara can içinde, bul içindeki beniBırak! Yalan yanlışı, ömrü belgeleyen var

Kimseye kalmaz dünya, emaneti alan varSonsuzluk diyarını insana yâr kılan varSon nefesle beraber, başlar yolculuğumuzGelir geçer fâniler, bir tek Bâkî kalan var

Mustafa ARSLANOĞLU

Page 54: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

5656

“İff etini korumuş olan, İmran kızı Meryem’i de (Al-lah misal verdi)... Biz, ona ruhumuzdan üfl edik ve O, Rabbinin sözlerini, kitaplarını tasdik etti. O gönülden itaat edenlerdendi.” (Tahrim, 66/12)

“Ey Meryem, Allah seni seçti, temizledi ve dünya ka-dınlarına üstün kıldı.” (Al-i İmran, 3/42 )

Kur’an’da kendi ismi ile bizzat geçen tek kadın: Hz.Meryem. Allah (cc) onu tüm insanlığa örnek gösterdi.

İmran ailesinden İmran b. Masan’ın karısı Hanne binti Fâzuka’nın kızıydı. Âlemlere üstün kılınan bir soy-dan geliyordu. Allah tarafından nadide bir çiçek gibi yetiştirilmişti1. Allah kendisini cennet nimetleriyle bes-lemişti. Meryem’in hali ve tavrı, Allah’ın onun şahsında tecelli eden kudreti, eniştesi Zekeriyya (a.s)’ya ilham olmuş2 ve Rabbinden ilerlemiş yaşına rağmen bir evlat istemişti. Allah da onu Yahya (a.s) ile müjdeledi.

O, babasız doğmakla Allah’ın bir mucizesi olan Hz. İsa’nın annesi… İslam’da üstün nitelikleri sebe-biyle yü celtilen, iffet ve itaat simgesi bir şahsiyet ola-rak gösteriliyor, Hıristiyanlık’ ta ise “tanrı doğuran” olarak niteleniyordu.3

Meryem adanmış bir evlattı. Annesi onu Rabbine bağlılığını ve samimiyetini göstermek üzere “Rabbim karnımdakini hür birisi olarak tümüyle yalnızca sana adadım.” (Ali İmran 3/35) diyerek Allah’a adamıştı. Ve “Rabbi O’nu, güzel bir kabul ile kabul etti.”(Ali İmran 3/37) Fakat o karnındaki bebeğin erkek olacağını dü-şünmüştü. Kız olduğunu görünce Rabbine şöyle ses-lendi: “Allah, ne doğurduğunu bilip dururken: Rabbim! Ben onu kız doğurdum. Oysa erkek, kız gibi değildir.” Yavrusunun ismini de yine kendisi koydu: “Ona Mer-yem adını verdim, dedi.” (Al-i İmran 3/36)

O bilinçli anne, hemen ardından Allah’tan, yavrusu Meryem’i şeytanın şerrinden korumasını ve o kız çocu-ğunu salih kadınlardan kılmasını niyaz etti. Bu davranış o günden bu güne bütün annelerin örnek alması gere-ken bir davranıştır. Zira Allah Rasûlü şöyle buyurmuş-tur; “Yeni doğan hiçbir çocuk yoktur ki, doğarken şeytan ona dokunmasın. O’nun dokunmasından çocuk ağlar. Bundan yalnız Meryem ile oğlu müstesna kalmıştır.”4

Böylelikle Hz. Meryem Allah tarafından hüsnü ka-bul görerek Mescid-i Aksa’daki yerini almıştı. Elbette o,

annesinin dediği gibi bir erkeğin üstlendiği rolü üstle-nemeyecekti. Fakat Allah Teâlâ’nın onunla ilgili takdiri başkaydı.

“Rabbi O’nu, bir çiçek gibi yetiştirdi. Zekeriyya’yı da onun bakımı ile görevlendirdi.”(Al-i İmran 3/37)

Allah Hz. Meryem’i, bütün salih amelleri öğrenip hayatını ona göre şekillendirmesini sağlamak için Ze-keriya gibi bir peygamberin gözetimine vermişti. Ri-vayetlere göre Hz. Zekeriya, Meryem olgunluk çağına geldiğinde, mabette O’nun için özel bir oda inşa ederek oraya yerleştirdi. Bundan sonra Meryem, mabette oda-sına kapanarak gece gündüz ibadetle meşgul oldu.5

Hz. Zekeriyya Meryem’in yanında yazın kış, kışın da yaz meyveleri buluyordu. Merakını gidermek için bu meyvelerin nereden geldiğini sorduğunda ondan “Bu Allah tarafındandır. O dilediğine sayısız rızık verir.” (Al-i İmran 3/37) cevabını almıştı.

Meryem’in bu halini gören Hz. Zekeriyya, Rabbinin hazinesinin ne kadar geniş olduğunu tekrar idrak edip Rabbinden bir evlat istedi. Aslında o normal şartlar al-tında bir evladı olamayacağını biliyordu. Çünkü ken-disine ihtiyarlık gelip çatmıştı ve karısı da kısırdı. Öyle görünüyor ki Allah ilk insanın yaratılışında gerçekleş-tirdiği ve unutulmuş olan harikuladeliği tekrar hatırlat-

Saliha KARAKAŞ

Page 55: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

5757

mak istiyordu. Ve buna ilk olarak, Zekeriyya (a.s)’ya, Kelime’yi tasdik edecek olan Hz. Yahya’yı müjdeleyerek başladı. Çünkü anne ve baba konumundaki bu kişilerin çocuk sahibi olmak için bir mucizeye ihtiyaçları vardı.

Diğer taraft an Allah Hz. Meryem’i de şahit olacağı mucizeye hazırlıyordu. Ona cennetten nimetler gön-deriyor, imanını olağanüstü olaylarla pekiştiriyordu. Ve Meryem’in yaşadığı bu harikulade olaylara bir peygam-beri de şahit tutuyordu. Meryem, Allah tarafından seçi-lip bütün dünya kadınlarına üstün kılınmıştı. Karşılığın-da yapması gereken şeyin de Rabbi huzurunda secdeye kapanmak olduğu ona bizzat Allah tarafından bildiril-mişti. Aslında bütün bunlar zor bir imtihanın haberci-siydi. İff etiyle bilinen kadının, iff etiyle imtihan oluşu…

Allah Kur’an’da, akla gelebilecek şüpheleri gidermek için Hz. Meryem’in iff etli oluşunu, İsa’nın ona müjde-lenmesinden önce anlatır. Onun sonradan yaşayacağı bu hadiseye zihinleri hazırlamak üzere, onun iff etine, ibadete düşkünlüğüne, seçilmişliğine çokça vurgu ya-pılmıştır.

“Meryem, onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Derken, biz ona ruhumuzu gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü. Meryem dedi ki: Senden, çok esirgeyici olan Allah’a sığınırım! Eğer Al-lah’tan sakınan bir kimse isen(bana dokunma) Melek: Ben, yalnızca, sana tertemiz bir erkek çocuk bağışla-mam için Rabbinin bir elçisiyim, dedi. Meryem: Bana bir insan eli değmediği, iff etsiz de olmadığım halde be-nim nasıl çocuğum olabilir, dedi. Melek: Öyledir, dedi; (zira) Rabbin buyurdu ki: Bu bana kolaydır. Çünkü biz, onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet kıla-cağız. Bu, hüküm ve karara bağlanmış (ezelde olup bit-miş) bir iş idi.” ( Meryem, 19/ 18, 19, 20, 21 )

Kur’an, Meryem’e müjdelenen çocuğun özellikle “Kelime” olduğunu vurgulamaktadır. Fakat bu kelime öyle harfl erden oluşmuş kelimelerden değildi. Bu, Al-lah’ın tekvinî iradesini temsil eden hayat dolu hareketli bir varlıktı. “Ol” kelimesinden ibaret olan bu ilâhî irade, Meryem oğlu İsa isminde bir insana dönüşmüştü.

O iff et abidesi Meryem, kendisine Rabbi tarafından ba-basız bir çocuk müjdelendiğinde önce: “Bana erkek eli değ-mediği halde nasıl çocuğum olur?” diyerek aslında cevabını bildiği soruyu sormaktan kendisini alıkoyamadı. Çünkü insanların onu neyle suçlayacaklarını ve hamile olduğu an-laşıldığında ne sıkıntılarla karşı karşıya kalacağını biliyordu. Fakat Rabbine güvendi ve isyan etmedi. Allah yine de kulu Meryem’in kalbinin tatmin olması için ona müjdelenen ke-lime ile ilgili bilgi vermeye devam etti.6

Meryem, hamile kaldı ve karnındaki çocukla uzak bir yere çekildi. Bundan sonrası Meryem Suresi’nde şöyle anlatılmıştır:

“Doğum sancısı onu bir hurma ağacına dayanmaya sevketti. ‘Keşke dedi bundan önce ölseydim de unu-tulup gitseydim.’ Aşağısından (İsa yahut melek) şöyle seslendi: ‘Tasalanma! Rabbin senin alt tarafında bir su arkı vücuda getirmiştir. Hurma dalını kendine doğru silkele ki üzerine taze, olgun hurma dökülsün. Ye, iç gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini gö-rürsen de ki: Ben çok merhametli olan Allah’a oruç adadım; artık bugün hiçbir insanla konuşmayaca-ğım.” (Meryem 19/23-26)

Kavminin yanına kucağında İsa ile gelince kavmi ona sorular yöneltti. O da rabbinin dediğini yaparak “Cevabınızı ondan alın.” anlamında kucağındaki ço-cuğu işaret etti.7 Meryem, kendisine yöneltilen onca iftiraya ve hakarete karşılık, yine de onurlu ve say-gın kişiliğini korumayı bilmişti. İffetin, temizliğin ve Allah’a şüphe etmeksizin teslim olmuşluğun en çar-pıcı örneğini vererek, tüm suçlamalara ve hakaret-lere sabırla tahammül etmişti. Eğer böyle olmasaydı Kur’an’da bu kadar övülmez, insanlara böyle örnek gösterilmezdi. Allah Rasûlü onun hakkında “Ölüp ruhu semaya yükselen kadınların en hayırlısı Mer-yem’dir.” 8 buyurmazdı.

Bugün olduğumuz yerden Hz. Meryem’e baktığım-da, asırlar öncesinden bize nasıl örnek olduğunu görü-yoruz. Her genç kızın talip olduğu annelik duygusunun aslında bir mucize anlamı taşıdığını ve bizim bunu ne kadar normalleştirdiğimizi görüyoruz. İff etli olmanın, yaratıldığımız ilk zamanki gibi tertemiz ve masum kal-manın, aslında “Allah tarafından nadide bir çiçek gibi yetiştirilmek” anlamına geldiğini fark ediyoruz. Hayatta imtihan olarak gördüğümüz, bizi isyan kıyısına getiren şeylerin ise onun imtihanı yanında ne kadar basit oldu-ğunu görüyoruz.

Onun gibi olmanın aslında zor olmadığını idrak ediyoruz. Eğer zor olsaydı Allah onu bize örnek göster-mezdi, öyle değil mi? Ve eğer onu örnek alırsak, ona yardım ettiği gibi,bize de güç vereceğine ve bize des-tekleyeceğine inanıyoruz. İff etli olmanın, Allah katında övgü vesilesi olduğunu görüyor ve onun, bu övgüyü ne kadar hak ettiğine şahitlik ediyoruz. Ve belki diyoruz, buna şahitlik etmek bizi de ona biraz olsun yaklaştırır.

Allah ümmetin bütün kadınlarını Hz. Meryem gibi iff etli kılsın!

1-Ali İmran 3/372-Ali İmran 3/38-413-DİA, 29.CİLD, “MERYEM”4- Muhammed Cerir et Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yay; 2/2485-Hakan Küçükkendirci, Kur’an’da Övülen Kadınlar, s.54, Kon-ya-20056-Ali İmran 3/487-Meryem 19/298-Kütüb-i Sitte, XIII/38.

Page 56: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

58

Page 57: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

59

Page 58: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

60

Ali ERDOĞDU

Diyarbekrî’nin Siyerciliği ve Tarihçiliği “Târîhu’l-hamîs fî ahvâli

enfesi nefîs” adlı eserinde görülür. Bu eser ilim dünyasın-

da, siyer ve tarih araştırmalarında öncelikle mehaz kabul edilen

eserler içinde yer alır. Özellikle siyer alanında başvuru kaynakları

içinde en önde gelenlerden biridir.

Kâdî Hüseyin b. Muhammed b. el-Hasen ed-Diyârbekrî (ö. 990/1582)

Osmanlı müellifl erinden, tarihçi ve fıkıh âlimi.

Page 59: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

61

Hayatı: Hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Di-yarbakır’da doğduğu tahmin edilmektedir.1 Diyarbekrî Mekke’ye göç ederek burada kadılığa tayin edilmiştir (981/1573).2 İbnü’l-İmâd ile Brockelmann ise onun Me-dine’de kadılık yaptığını ileri sürerler. Diyarbekrî 9 Safer 990’da (5 Mart 1582) Mekke’de vefat etmiştir.

Hakkında Söylenenler: İbnü’l-İmâd, Diyarbekrî’nin çok cömert olduğunu ve bayramlarda binlerce kişi-ye yemek ikram ettiğini, Ayderûsî de Mekke’nin ileri gelenleri arasında yer aldığını ve faziletli bir insan olduğunu kaydeder.3

Siyerciliği ve Tarihçiliği: Diyarbekrî’nin Siyerciliği ve Tarihçiliği “Târîhu’l-hamîs fî ahvâli enfesi nefîs” adlı eserinde görülür. Bu eser ilim dünyasında, siyer ve tarih araştırmalarında öncelikle mehaz kabul edilen eserler içinde yer alır. Özellikle siyer alanında başvuru kaynak-ları içinde en önde gelenlerden biridir.

Prof. Dr. Mustafa Fayda4 içinde Diyarbekrî’ninde bu-lunduğu siyer ve tarihçilerle ilgili şu bilgiyi vermektedir. “İbn Sa’d (ö.230/845) ve Belazuri (ö.279/892), tabakâtla-rının başına siyer yazan müellifler olarak dikkat çeker-ken, umumi tarih kitapları içinde Taberî’nin Târîhu’l-Ü-mem eseri, sonraki tarihçilerin siyerle ilgili haberlerinin en önemli kaynağını teşkil etmiştir. İbnü’l-Esir’in el-Kâ-mil fi’t-târih’i, İbn Kesir’in el-Bidâye ve’n-Nihâye’si, Ze-hebî’nin Târihu’l-İslâm’ı, İbn Haldun’un el-İber’i, Diyar-bekrî’nin Târîhu’l-hamîs fî ahvâli enfesi nefîs’i, siyer ve megaziye geniş yer veren eserlerdir.” (Mustafa Fayda, “Siyer ve Megâzî”, DİA, c. 37, s. 323).

Eserleri:

1. Târîhu’l-hamîs fî ahvâli enfesi nefîs: Diyar-bekrî’nin en önemli eseridir. Kâtib Çelebi ve ona da-yanan F. Wüstenfeld; siyer, megāzî ve tefsirle ilgili çok sayıda güvenilir kaynaktan faydalanılarak hazırlanan bu eserin 8 Şâban 940’ta (22 Şubat 1534) tamamlandığını söylerler. Ancak eserin çeşitli matbu nüshalarının, Os-manlı Padişahı III. Murad’ın tahta çıkışına (982/1574) dair bilgileri de ihtiva ettiği dikkate alınarak daha son-raki bazı olayların bizzat müellif ya da müstensih tara-fından ilâve edildiği ileri sürülebilir.

Târîhu’l-hamîs, esas itibariyle bir siyer kitabı olup bir mukaddime, üç bölüm ve bir hâtimeden meydana gel-miştir. Mukaddimede göklerin ve yerin, Hz. Âdem ile Havvâ’nın yaratılışı, meşhur peygamberler ve filozoflar, İran kisrâları, Kur’ân-ı Kerîm’in nüzûlü, Mekkî ve Me-denî âyetler, Kâbe, Hz. Peygamber’in nesebi ve amcaları

anlatılmaktadır. Birinci bölümde Hz. Peygamber’in do-ğumundan peygamber oluşuna kadar, ikinci bölümde peygamber oluşundan hicrete kadar, üçüncü bölümde hicretten vefatına kadar meydana gelen olaylar, seriyye ve gazveler anlatılmaktadır. Hâtimede ise Hulefâ-yi Râ-şidîn, Emevî ve Abbâsî halifeleri ve her halife devrinde ölen meşhur simalar hakkında bilgi verilmektedir.

Eser ayrıca Fâtımî halifeleri, Eyyûbîler, Moğol istilâsı, Memlükler ve III. Murad’ın tahta çıkışına kadar Osmanlı tarihiyle ilgili çok kısa bilgiler ihti-va etmektedir. Ansiklopedik bir tarih kitabı olarak bilinen Târîhu’l-hamîs, başta Moğultay b. Kılıç’ın er-Ravżü’l-bâsim fî sîreti Ebi’l-Kāsım adlı eseri ol-mak üzere pek çok kaynaktan faydalanılarak ilmî bir metotla kaleme alınmış, özellikle siyerle ilgili konu-lardaki çeşitli rivayetler değerlendirildikten sonra en doğru olanları tercih edilmiştir.

İstanbul kütüphanelerinde çeşitli yazma nüshaları bulunan eser (Süleymaniye Ktp., Damad İbrâhim Paşa, nr. 897, 898; Ayasofya, nr. 3040; Fâtih, nr. 4347-4351; Hacı Beşir Ağa, nr. 112; Hamidiye, nr. 938; Hüsrev Paşa, nr. 388-389; Köprülü Ktp., nr. 1035, 1046) birkaç defa basılmıştır (Kahire 1283, 1302, 1312; Beyrut 1966). Otto von Platen, eserin Hz. Ömer’in faziletine dair kısmını Almanca kısa bir mukaddime ile birlikte Geschichte der Todtung des Chalifen adıyla yayımlamıştır (Berlin 1837). Petermann da Ling Arab Grammatica (1867) adlı kitabında eserden kısa bazı pasajlara yer vermiştir. Târîhu’l-hamîs’in 1116’da (1704) Mahmûd b. Mustafa tarafından el-Müntehab min Kitâbi’l-Hamîs min tertîbi nüzûli’l-Kur’ân adıyla ihtisar edilen bir nüshası Süley-maniye Kütüphanesi’nde (Pertev Paşa, nr. 613/8) bulun-maktadır (diğer yazma nüshaları için bk. Brockelmann, GAL, Suppl., II, 514).

2. Risâle fî mesâhâti’l-Ka’beti’l-muazzama ve’l-Mes-cidi’l-harâm (Vasfun dakîkun li’l-Ka’be ve’l-Mesci-di’l-harâm): 947 (1540) yılında tamamladığı bu eserin yazma nüshaları Süleymaniye Kütüphanesi (Bağdatlı Vehbi Efendi, nr. 1142/2), Mekke Mektebetü’l-Harem (Tarih, I, 201; II, 201), Medine Mektebetü’l-Mahmûdiy-ye (nr. 177), İskenderiye Mektebetü’l-belediyye’de (nr. 52) kayıtlıdır.5

1-Abdülkerim Özaydın, DİA, c. 9. s. 472.2- Moh. Ben Cheneb, İA, c. 3, s. 626.3-Abdülkerim Özaydın, DİA, c. 9. s. 472.4-Bkz. Ali Erdoğdu, Siyer-i Nebi Dergisi, Sayı 9, s. 57.5-Abdülkerim Özaydın, DİA, c. 9. s. 472-473; Moh. Ben Cheneb, İA, c. 3, s. 626.

Page 60: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

6262

İslam’ın Safa Tepesi’nden herkese ilan edilmesiyle tebliğ farklı bir renge büründü. Açıktan davetin başlamasıyla Mekke cahiliye toplumunun bütü-

nünü ilgilendiren ve tarihin akışını değiştiren Nebevî değişim ve dönüşüm hareketi farklı bir boyut kazandı.İslam’ın yayılmasından rahatsız olanlar Hz. Peygamber’i rahatsız etmeye başlamış ve o Kutlu Elçi’ye çeşitli şekil-lerde hakaretler ve müdahalelerde bulunmuşlardı.

Rasûlullah’ın (s.a.s) davetine, Kureyş’in diğer kolları gibi Benî Ümeyye de şiddetli tepki gösterdi. Adını Ümey-ye b. Abdüşems’ten alan Benî Ümeyye kabilesi cahiliye döneminde Mekke idaresinde önemli bir yere sahipti. Şehrin ve Kâbe’nin idaresiyle ilgili olarak kabileler ara-sında dağıtılan görevlerin en önemlilerinden olan başku-mandanlık vazifesi, bu kabile tarafından yürütülüyordu. Haşimiler ile Emeviler arasında bir rekabet mevcuttu.Ümeyye ailesi ileri gelenleri, Hz. Peygamber’in İslâm’a açık davetinin ilk günlerinden itibaren halkın Müslüman olmasını engellemeye çalıştılar. Bu hususta diğer müşrik liderlerle birlikte hareket ettiler; hatta şehirdeki nüfuzları sebebiyle bu hareketin elebaşları oldular.1

Ukbe bin Ebi MuaytRasûlullah(s.a.s), risaletle görevlendirildiği günden,

görevini tamamladığı güne kadar İslam düşmanların-dan birçok sıkıntı görmüştür. Bu saldırılar bazen sadece Rasûlullah’a (s.a.s) bazen de Müslümanlara yöneliyordu. Hz. Peygamber(s.a.s); yapılan eziyet, zulüm ve hıyanet-lere sabrederek kendisine bunları yapanları kazanmaya

çalışmıştır. Medine’de de Rasûlullah, nefsi için cezalan-dırma yoluna gitmemiş, her zaman ilk planda af yolunu tutmuş ve bağışlamayı tercih etmiştir. Ancak bu zulme-denler içinde öyle birisi vardır ki hakkında ölüm emri verilmiştir. Rahmet Peygamberi’nin hakkında ölüm emri verdiği azgın, nasıl birisidir ve ne yapmıştır da bu cezaya çarptırılmıştır?

Ukbe b. Ebî Muayt, Hz. Peygamber’in(s.a.s) en şid-detli düşmanlarından birisi olup tam künyesi: “Ukbe b. Ebî Muayt b. Ebî Amr b. Ümeyye b. Abdi Şems b. Abdi Menâf b. Kusayy el-Kuraşî el-Ümevî’dir. Ümeyyeoğul-larının önde gelenlerindendi, Mekke’nin zenginleri ve ileri gelenleri arasında yer alıyordu.

İslam düşmanı olan Ukbe’nin çocukları İslam’la şe-refl enerek Müslüman olmuştur. Eşi Ümmü Osmân Ervâ bint Küreyz, Rasûl-i Ekrem’in halası Ümmü Hakîm Beyzâ bint Abdülmuttalib’in kızıdır. Cahiliye dönemin-de Aff ân b. Ebu’l-Âs ile evlendi. Ondan Osman ile Âmi-ne adlı bir kızı oldu. Aff ân’ın ölümünden sonra Ukbe b. Ebî Muayt ile evlendi. Ondan da Velîd, Umâre, Hâlid, Ümmü Külsûm, Ümmü Hakîm ve Hind adlarında altı çocuğu dünyaya geldi. Çocuklarının hemen hepsi İslâ-miyet’i kabul etti. Ervâ’nın Mekke’de Hz. Ebû Bekir, Tal-ha, Zübeyr, Abdurrahman b. Avf ve Ammâr b. Yâsir’in anneleriyle birlikte İslâmiyet’in ilk yıllarında Müslüman olduğu rivayet edilmektedir.2

Ukbe’nin kızı Ümmü Külsûm, Mekke’de hicretten önce Rasûl-i Ekrem’e biat ettikten sonra ailesinin mu-halefetine rağmen 7. yılda (628), Mekkelilerle yapılan

Halit AKILLI

Page 61: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

6363

Hudeybiye Antlaşması’nın ardından, bir gece Medine’ye doğru yaya olarak yola çıktı. Bu cesareti sebebiyle ailesi yanında bulunmadan hicret eden tek Kureyşli kadın ve Rasûlullah’tan (s.a.s) sonra ilk hicret eden hanım diye ta-nındı. Hicretinin ardından kardeşleri Velîd ile Umâre onu Mekke’ye götürmek üzere Medine’ye geldilerse de Hz. Peygamber Ümmü Külsûm’ü onlara vermedi. Kardeşleri kendisini Hudeybiye Antlaşması’nda yer alan, Medine’ye sığınan Mekkelilerin iade edileceği maddesine göre iste-mekteydi. Rasûl-i Ekrem ise onlara kadınların antlaşma kapsamına girmediğini söyledi ve Ümmü Külsûm hak-kında o sırada nazil olan Mümtehine Sûresi’nin 10 ve 11. ayetleri dolayısıyla samimiyetle hicret ettiği tespit edilen mümin bir kadının kendilerine verilemeyeceğini bildirdi.3

Ukbe b. Ebî Muayt’ın Hz. Peygamber ve İslam ile Olan ilişkisi

Ukbe b. Ebî Muayt ilk başlarda Hz. Peygamber’e karşı daha ılımlı davranıyordu. Rasûlullah’la (s.a.s) oturur ve onu dinlerdi. Hatta Ukbe kelime-i şehadeti bile söylemişti. O, uzun bir yolculuktan döndüğünde Mekke’de yemek yedirmeyi âdet edinirdi. Yine böyle bir davet sırasında Kureyş’in eşrafı ile beraber Hz. Peygam-ber’i(s.a.s) yemeğe davet eder.Hz. Peygamber (s.a.s) ona yemeğe ancak kelime-i şehadeti söylemesi durumunda katılacağını söyler. Ukbe de kendisine Rasûlullah (s.a.s) tarafından sunulan şartı yerine getirir ve kelime-i şeha-deti söyler. Ancak Ukbe, kelime-i şehadeti söylemesine rağmen İslam’da karar kılmamıştır.

Übeyy b. Halef, yakın dostu Ukbe b. Ebî Muayt’ın Rasûlullah’la (s.a.s) oturup konuştuğunu ve kelime-i şehadeti söylediğini işittiğinde Ukbe’nin yanına gelerek ona, sâbiî mi oldun? “dedi.4 O da Hz. Peygamberin ye-mek davetine katılmamasının kendisini utandıracağı-nı, şerefine leke getireceğini düşündüğünden kelime-i şehadeti söylediğini belirtince Übeyy ona, “Eğer gidip Muhammed’i açıkça inkâr etmez ve yüzüne karşı haka-rette bulunmazsan seninle asla konuşmayacağım.” dedi. Ukbe, samimi dostunu kaybetmemek ve atalarının di-ninden dönmediğini ispat etmek için Rasûlullah’a (s.a.s) bu çirkin hareketi yapmaktan çekinmedi.5 Onun bu ha-reketi üzerine Cenab-ı Hak Ukbe ve Übeyy hakkında şu ayeti kerimeyi indirmiştir.6

“Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazık bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Çün-kü Kur’an bana gelmişken beni ondan saptırdı’. Şeytan insanı yüzüstü bırakıp rezil eder.”7 Ukbe’nin imanına engel olan bu dost örneği, bizim de kimleri dost edindi-ğimizi düşünmemize sebep olmalı. Arkadaş ve dostları-mız bize neleri telkin ve talim ediyorlar şöyle bir gözden geçirmeliyiz ki buradaki yakın dostluk, ahirette amansız düşmanlığa dönüşmesin. Böyle dost, düşman başına di-yerek pişmanlık duymayalım.

Amansız DüşmanUkbe, Mekke döneminde Hz. Peygamber (s.a.s)

başta olmak üzere Müslümanlara en çok zulmeden ve onlara en fazla düşmanlık eden Kureyş reislerinden-di. Kötülükte en şiddetli davrananı (eşka’l-kavm) diye anılıyordu. O, Ebû Leheb gibi Rasûlullah’ın (s.a.s) şerli komşularından birisi olup rahatsız edici şeyleri Hz. Pey-gamber’in(s.a.s) yol güzergâhına dökerek Rasûlullah’a eziyet ederdi.8 Bir gün Peygamberimiz (s.a.s.), ona: “Ey Eban’ın babası! Senden gördüğümüz eziyetleri azaltma-yacak mısın?”diye sorduğu zaman, Ukbe:“Hayır! Sen, üzerinde durduğun şeyi bırakıncaya kadar, azaltmaya-cağım!” dedi. Peygamberimiz (s.a.s.): “Vallahi, sen ya bu davranışlarından vazgeçersin, ya da başına ansızın bir belâ gelip çatar!” buyurdu.9

Ukbe b. Ebî Muayt, artık aktif olarak İslâm aleyhin-de çalışıyordu. Bu konuda kendisine biçilen hiçbir role de hayır demiyordu. Kureyşliler tarafından Nadr b. Hâ-ris ile birlikte Rasûlullah (s.a.s) hakkında bilgi edinmek için Yahudi âlimleriyle görüşmek üzere Yesrib’e (Me-dine) gönderildi. Yahudi âlimleri onlara üç soru sor-malarını, eğer bunlara cevap verirse kendisine inanıp uymalarını tavsiye ettiler. Rasûlullah (s.a.s) , Mekke’ye dönen ve bir grup müşrikle beraber yanına gelen Ukbe ve Nadr’ın bu üç sorusunun cevabını bir gün sonra ve-receğini bildirdi. Fakat “inşallah” demeyi unuttu. Bekle-diği vahiy gelmeyince müşrikler aleyhinde konuşmaya başladı ve Rasûlullah (s.a.s) büyük bir sıkıntıya düştü. On beş gün sonra, “Allah izin verirse demedikçe hiçbir şey için şu işi yarın yapacağım, deme!” mealindeki ayet-lerin (18/23-24) yer aldığı Kehf Sûresi nâzil oldu.10

Ebu Cehil’in TetikçisiMüşrikler Mekke’de, Rasûlullah’ın (s.a.s) daveti-

ne farklı farklı yöntemlerle karşı koyuyorlardı. Çeşitli tartışma ortamları açarak, yalan ve ift ira yoluyla Rasû-lullah’ı (s.a.s) ve Müslümanları yıpratmayı böylece İs-lâm›ı kabul etmemiş olan kimselerin kafalarında soru işaretleri oluşturarak, onları İslam hakkında tereddüde düşürmeyi istiyorlardı. Bunun yanında Hz. Peygam-ber’i(s.a.s) öldürerek kendilerince sorunu kökten çöz-meye de çalışıyorlardı. Ukbe b. Ebî Muayt, bu kötü fiili iki kere uygulamaya çalışmıştır.

Bir gün Peygamberimiz(s.a.s), Beytullah’ın yanında namaz kılıyordu. Etrafında da Ebû Cehil ve arkadaşları oturuyorlardı. Bu sırada Ebû Cehil : “Hanginiz falan-ların deve işkembesini getirip secde ettiği zaman Mu-hammed’in sırtına koyar?” dedi. Oradakilerin en şerlisi Ukbe b. Ebî Muayt, deve işkembesini getirip Peygambe-rimiz secdeye vardığı sırada sırtına koydu.11

Ukbe’nin bu hareketi üzerine oradakiler gülmeye başladılar ve gülmekten birbirlerinin üzerine yıkıldılar.

Page 62: Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı

6464

Rasûlullah, mübarek başını deve işkembesinin ağırlı-ğından dolayı secdeden kaldıramıyordu. Nihayet Fatı-ma (r.anh) geldi ve sırtındaki deve işkembesini yere attı. Hz. Peygamber: “Allah’ım Ebû Cehil’i, Utbe b. Rabia’yı, Şeybe b. Rabîa’yı, Velid b. Utbe’yi, Ümeyye b. Halef ’i, Ukbe b. Ebî Muayt’ı sana havale ediyorum!” buyurdu.12

Peygamberliğin onuncu yılında Ebû Tâlib’in ölümü üzerine müşrikler Rasûl-i Ekrem’e yapmakta oldukları eziyetleri arttırdılar. O sırada Benî Hâşim’in büyüğü sayılan Ebû Leheb, kız kardeşlerinin ısrarıyla Rasûlul-lah’ın himayesini üzerine almak zorunda kaldı. Ancak Ukbe b. Ebî Muayt ile Ebû Cehil onu tahrik ederek ka-rarından vazgeçirdiler.

Eziyetlerin En AğırıSahâbeden Abdullah b. Amr b. As (ra)’dan müşrikle-

rin Hz. Peygamber’e (s.a.s) yaptıkları eziyetlerin en ağır-larını anlatması istendiğinde, şu olayı anlatmıştır. Ukbe b. Ebî Muayt, Hz. Peygamber (s.a.s), namaz kılarken el-bisesini boynuna sararak onu boğmaya çalıştı. Ukbe’nin bu saldırısından Rasûlullah’ı (s.a.s) Hz. Ebû Bekir (r.a) kurtardı. Sonra da: “Rabbim Allah, diyor diye bir adamı öldürecek misiniz?” mealindeki Mü’min Suresi’nin 28. ayet-i kerimesini sonuna kadar okudu.13

Boykot YıllarıHz. Peygamber (s.a.s) ve Müslümanların Mekke’de

geçirdiği en zor dönem hiç kuşkusuz üç yıl süren boy-kot dönemidir. Ukbe b. Ebî Muayt, bu dönemde Müslü-manlara yardım ulaşmaması için tüccarları korkutarak onların, Benî Hâşim ile alış veriş yapmalarını engellerdi.

Ukbe, Hicret öncesi Hz. Peygamber’i ortadan kaldır-mak için yapılan suikast planına bizzat katılarak iştirak etti. Ancak o gece Rasûlullah’ı (s.a.s) öldüremedikleri için çok hiddetlendi ve Hz. Peygamber’i ellerinden ka-çırmış olmanın vermiş olduğu öfk e ile şu sözleri söyledi:

“Ey Kasvâ adındaki devenin binicisi!

Hicret edip bizden uzaklaştın.

Beni, pek yakında karşında atlı olarak göreceksin!

Mızrağımı size saplayıp duracağım. Sonra onu (ka-nınızla) sulayacağım!

Kılıç da sizin hiçbir örtülü yerinizi bırakmayacak!”

Onun bu sözlerini Rasûlullah işitince: “Allah’ım onu burnunun üzerine düşür.”buyurarak ona ikinci kez bed-dua etti.14

Bedir SavaşıUkbe, müşrikler arasında savaş çığırtkanlığı yapan-

ların başında geliyordu. Müslümanların kervana saldı-racağı haberi Mekke’ye ulaşınca Kureyş aceleyle savaş-

mak için hazırlandı. Ümeyye b. Halef savaşa katılmak istemiyordu. Kâbe’de, kavminin ortasında otururken Ukbe b. Ebî Muayt onu aşağılamak için içerisinde ateş ve öd ağacı bulunan bir buhurdanlığı götürüp önüne koydu ve ona şöyle dedi: “Ey Ali’nin babası! Sen artık kadınlardan sayılırsın! Buhur yak!” dedi. Ümeyye kor-kaklıkla itham edilmiş ve kadına benzetilmiş olmaktan dolayı savaşa katılmak zorunda kaldı.15Ukbe, Ebû Cehil ve Nadr b. Hâris ile birlikte Bedir’e katılmakta gönülsüz davranan Hakîm b. Hizâm’ı da ikna etmişti.

Bedir Savaşı’ndaki çatışmalar sırasında Ukbe b. Ebî Muayt’ı ensardan Abdullah b. Seleme(r.a) esir aldı. Esirlere karşı iyi davranılmasını emreden Hz. Peygam-ber(s.a.s) onlardan sadece ikisini, Ukbe b. Ebî Muayt ile Nadr b. Hâris’i kendisine ve ashabına yaptıkları iş-kenceler yüzünden ölüme mahkûm etti. Esirlere yapı-lan muamelenin kendisine de uygulanmasını isteyen ve diğer esirler öldürülmediği halde kendisinin niçin öl-dürülmek istendiğini soran Ukbe’ye Rasûlullah (s.a.s), “Küfrün ve Allah’a, Rasûlü’ne düşmanlık ve ift iraların dolayısıyla.”demiştir.16

Ukbe bunun üzerine “Çocuklarıma kim bakacak?” dedi. Rasûlullah (s.a.s) da cevaben ona: “Sen hele cehen-neme girmeye bak, onları Allah’a bırak!”buyurdu.17Uk-be b. Ebî Muayt, Irkuzzubye’de yahut Safrâ mevkiinde Âsım b. Sâbit veya Hz. Ali tarafından öldürüldü.

Af edilmesi gereken yerde cezalandırmak, cezalan-dırmak gereken yerde aff etmek zulümdür. Bazı hallerde ceza da toplumlar için rahmet olur. Adam öldürmek, işkence etmek ve zayıfl arı yok etmek için her türlü fena-lığı işleyenleri aff etmek bu suçlardan mağdur olanlara karşı yapılmış en büyük zulümdür. Ukbe, İslâm’ın en aptal düşmanı olup merhametsizce Rasûlullah’ı (s.a.s) taciz etmiş ve birkaç kez suikast teşebbüsü nedeniyle öldürülmüştür.18

1-İsmail Yiğit, “Emeviler”, DİA, XI/88.2- Selman Başaran,” Ervâ bint Küreyz”, DİA, XI/ 317.3-Huriye Martı ,”Ümmü Külsûm bint Ukbe”,DİA, cilt: 42; sayfa: 325.4-Müşrikler, Müslüman olanlar için , “Sabii oldu” (Kureyşin dinin-den saptı) derdi.5-Buhari, Sücûdû’l-Kur’ân, 4, 1; Menâkıbu’l-ensâr, 29; Meğâzî, 7; Müslim, Mesâcid, 105; Ebû Dâvûd, Salat, 330.6-İbn Kesîr, IV, 220-221.7-Furkan Suresi/ 27-29.8-İsmail Yiğit, “Ukbe b. Ebi Muayt”, XLII/ 64.9-M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 1/358-359.10-İbn Hişâm, es-Sîre, I, s, 230-231.11-Buhârî, “Salât”, 21; “Menâkıbü’l-Ensar”, 29.12-Buhârî, “Cizye”, 21.13-Buhârî, “Fezailü Ashabi’n-Nebî”, 5.14-Veysel AKTÜRK, “Hz. Peygamber Döneminde Öldürülmeleri Emredilenler ve Öldürülme Nedenleri” adlı Yüksek Lisans Tezi, Sel-çuk Ünv., Sosyal Bilimler Ens.,s.41.15-Buhârî, “Menâkıb”, 25; Vâkıdî, s, 61.16-İsmail Yiğit, “Ukbe b. Ebi Muayt”, XLII/ 64.17-M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, IX/194.18-M. Hamidullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, s.140-141.