Pearl S. Buck - Ana
-
Upload
azat-ugurlu -
Category
Documents
-
view
586 -
download
65
Transcript of Pearl S. Buck - Ana
BİLGE NOBEL DİZİSİ
D i z g i - B a s k ı :
G ö z l e m M a t b a a c ı l ı k Koli. Ş t i .
T e l . : 526 2 8 7 1
Cilt ; Ahbaba Entaş Ciltevi Tel. : 526 49 52 eskikitaplarim.com
PEARL S. BUCK
- { N o b e l 1 9 3 8 )
ANA ( T h e M o t h e r )
Ç e v i r e n :
N İ H A L Y E Ğ Î N O B A L I
B i l g e Y a y ı n c ı l ı k A . Ş .
Val i K o n a ğ ı C a d . 7 3 / 2 N İ Ş A N T A Ş I
T e l . : 141 51 24 — 141 51 25
PEARL BUCK VE ANA HAKKINDA
Amerikan edebiyatının tanınmış kadın romancılarından Pearl S. B u c k 26 Haziran 1892'de Amerika'nın Batı Virginia eyaletinin, Hillsboro kazasında dünyaya gelmiştir. Amerikan romancılığında; doğuyu, özellikle Çin'i ve Çin hayatını işlemekle üne kavuşmuştur. Buck, romanlarında çocukluğundan beri âşık olduğu Çin'i anlatmış ve onun büyülü dünyasını yansıtmaya çalışmışpr.
Romancı daha dört aylıkken ana - babasıyla birlikte Çin'e gitti, daha önce de Çin'de bulunmuş olan ana - babası misyonerdiler., Babası John Sydenstricker ve annesi onun ruhsal oluşumunda büvük etkileri olan iki kişidir. Pearl Buck çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını Çin'de geçirdi, öğrenimini Şanghay'da yaptı. On yedi yaşına geldiğinde Amerika'ya dönmesi ve yükseköğrenimini Amerika' da tamamlaması gerekiyordu.
1917, romancının hayatında bir dönüm noktası olmuştu. Bir ölçüde evlilik kurumunun kapısından ilk adımını atıyor, bir yandan da aile yuvasındaki anlayış, dünya görüşü ve atmosferi kaybetmiyordu. Çünkü kocası Dr. John L. Buck da babası gibi bir misyonerdi. Pearl Buck bu yuvanın mutlu bir yuva olacağını sanıyordu ama düşündüklerinin tam tersi gerçekleşti. İlk aylardan sonra karı koca arasındaki geçimsizlik çekilmez bir durum almaya başladı. İki oğulları olmasına rağmen, anlaşamıyorlardı. Bu anlaşmazlığı şuna bağlamak gerekir. Pearl Buck, Çin'i bir baş-
5
ka gözle, misyoner olan kocası ise başka bir gözle görüyordu. Buck'ın kocasıyla ve dostlarıyla olan tartışmaları etrafındaki insan halkasını azaltıyordu. O gerçek Çin'i ve Çinliyi tanımıştı, içlerine girebilmişti. Kocası ve ailesi ise, bu görüşleri yanlış buluyorlardı. Buck olayları bir Çinli gibi anlıyor ve anlatıyordu. Kocası ise tam bir Batılı gibi Çin hayatını yorumluyordu.
Pearl Buck önceleri Kuzey Çin'de, sonraları da Nan-king'de yaşadı. Buranın üniversitesinde ingilizce okuttu.
Buck bu sıralarda Çin üzerine bir roman yazmaya başlamıştı. Bu roman 1930'da yayınlandı: «The Good Earth — S a r ı Esirler». İlk bakışta, bu romanı Çin'i anlatıyordu, onu görmemiş, orada bulunmamış bir okuyucuya ne söyleyebilirdi. Fakat eleştirmenler, okurlar onun insancıl yanının ağır bastığını görerek övgüler düzenlediler.
Amerika'nın en büyük edebiyat armağanı olan Pulitzer Armağanı'/?/ kazandı.
Amerika'da üniversite öğrenimi yapan Buck, bu ülkeye alışamamıştı. Çin'in büyülü havası onu bırakmıyordu, 1915'te tekrar Şanghay'a dönmüştü.
Pearl Buck yıllardır dilimize çevrilen ve büyük okuyucu çoğunluğuna seslenen bir romancıdır.
«Canavar Tohumu»yla da Çin halkının destanını vermiştir. Pearl Buck mutsuz evlilik hayatını, ayrılmayla noktaladı. Rlchard VValsh'la evlendi.
Pearl Buck, durmadan dinlenmeden hep Çin'i anlattı. Hatta bu ülkeye o kadar bağlı kaldı ki, Çin'le ilgili olmayan romanlarına ya da Çin dışındaki konulara Jöhn Sedges imzasını attı.
Amerikan edebiyatında uluslararası armağan kazanan tek kadın yazar Pearl Buck'r/r. 1938'de Nobel Armağanı'/?/ kazanması onun ününün daha geniş kitlelere yayılmasını sağladı. 1973 yılında öldüğünde bütün dünyanın tanıdığı güçlü bir yazardı.
Genellikle devrim öncesi Çin'i ve Çin yaşamını konu edinen romancı son yıllarında yazdığı «The Three Dough-ters of Madame Liang — Madam Liang' ın Üç Kızı»nda
6
devrim sonrası Çin üzerindeki düşüncelerini ortaya koymaktadır. Burada, üç kızın serüvenleriyle, bugünkü Çın ortamını ayrıntılarıyla gözler önüne sermektedir.
«Ana»nın Pearl Buck'ın romanları içinde, özel bir yeri vardır. Romancı burada, Çin'deki bir anadan, evrensel, duygulu bir ana tipi yaratmıştır.
«Ana» tipi dünya edebiyatının ölmez tiplerinden biri olarak anılacaktır.
I
C AZ damlı küçük köy evinin mutfağında a n a , kamış iskemlesini toprak ocağın başına çekmiş, ocağın a ğ
zından içeri, ustal ıkla, kuru saz lar atmaktaydı. Ateşin üzerinde büyük bir demir tencere vardı. Ateş yeni tutuşmuş olduğu için a n a kâh bir da l , kâh bir avuç yaprak, kâh biraz daha kuru s a z atarak alevleri besliyordu. Bu s a z ları geçen g ü z civar yamaçlardan, kendisi toplayıp kurutmuştu.
Mutfağın köşesinde, ateşe sokulabildiği kadar sokulmuş, pek ihtiyar, pek cıl ız ve buruşuk bir kadın oturmaktaydı. Üstüne geçirmiş olduğu yamalı mavi yeldirmenin alt ından, içindeki parlak kırmızı pamuklu hırkanın uçları görünüyordu. Gözleri hastalıkl ı olduğu için gözkapaklar ı birbirine yapışmış, yarı kör gibiydi. Ama kirpiklerinin arasından seçebildikleri ona yetiyordu. Bu sırada ihtiyar kadın, ananın o güçlü ve becerikli elleriyle, ocaktaki alevleri besleyip parlatışını seyretmekteydi.
Ç ö k ü k , dişsiz ağzından hafifçe ıslık gibi ç ıkan bir ses le, «Dikkat et, ateşi pek besleme,» dedi. «Kala kala bir demet çırpımız kaldı — yoksa iki mi? Bahar geleli daha şurada k a ç gün — otların kesi lecek boya gelmelerine daha çok var. Ben de işte gördüğün gibiyim; bir daha dışarı ç ıkıp da ateşlik çal ı çırpı toplayacak gücüm kalmadı. Kimsenin işine yaramaz acuzenin biri olup çıktım işte. Gayri ölsem d a h a iyi...»
9
Kocakar ı bu sözleri günde k a ç kez söyler durur, her seferinde de gelininin şimdi verdiği cevabı vermesini beklerdi :
— «Deme öyle kocanine! S e n olmasan biz tarladayken kapıyı kim bekler, göle düşmesinler diye kim göz kulak olur çocuklara? S e n olmasan bizim halimiz nice olur?»
Bu sözleri duyan kocanine hızlı hızlı öksürüyormuş gibi yaptı ve öksürüğünün arasından kısık sesle:
— «Orası öyle... Onu yapıyorum,» diye zorla konuşabildi. «Bu zamanda kapıyı hiç gözden ayırmamak gerek, vakitler pek kötü oldu; hırsızlar, uğursuzlar aldı, yürüdü. Hele bir yanılıp buraya gelsinler, öyle bir kıyametleri koparırım ki ben, a kızım! Ama, benim gençliğimde böyle değildi ortalık. A k ş a m tırmığını tarlada unutsan, sabaha bıraktığın yerde bulurdun. Yaz geldiği zaman da hayvanı kapının dış halkasına bağlardık, sabah bakardık olduğu gibi duruyor. Sonra...»
Genç ana gerçi a r a s ı m saygısızl ık olmasın diye g ü lüyor ve «Demek öyleydi ha, kocanine?» diyordu. Ama asl ında, bütün gun ara vermeden çene çalan kocakarının sözleri bir kulağından girer, öbür kulağından çıkardı.
O kocamış, çatlak ses habire konuşadursun, genç ana yine kendi düşüncelerine dalmıştı. Y a k a c a k derdini, a c a ba elimizdekiler şu bahar mevsimini çıkarır mı diye düşünüyordu. Tohumlar bir ekilse, ondan sonra çıkıp b ıçağıyla ağaçlardan dal kesmeye, yerden öteberi toplamaya vakti olurdu. Gerçi mutfak kapısının hemen dışında, aynı zamanda döven yeri olarak kullanılan küçük avlunun dibinde iki deste pirinç sapı duruyordu. Desteler yusyuvarlak bağlanmış ve yağmurdan, kardan korunmak için balçık bir dam altına yerleştirilmişti. Gelgelelim pirinç sapı yakmak nerde, onlar nercle? Ancak kentlilerin gücü yeterdi pirinç sapı yakmaya. Anayla erkeği bu günlerden bir gün sapları sırık ucunda, büyük demetler halinde k a s a baya götürecek ve halis gümüş para karşıl ığı satacaklardı.
Ana kendini elindeki işe vermiş, o c a ğ a azar azar s a z
atıyordu. Ateşin ışığı yüzüne vurmuştu. Güçlülüğü gösteren
a b l a k ç a bir yüzdü bu; dolgun dudaklıydı; teni güneşten, rüzgârdan iyice yağız laşmış, iyice esmerleşmişti. Kara gözleri ocağın ateşinde ışıl ısıldı; kaşlarının altından dümdüz bakan duru duru gözler. Güzel değil ama, ateşli, iyi bir yüzdü bu. B a k ı n c a , «İşte çabuk kızan bir kadın,» derdiniz. «Ama kocas ına, çocuklara karşı s ıcakkanl ı . Çatıs.-nın altındaki acuzeye de iyi bakıyor.»
K o c a k a r ı habire konuşmaktaydı. Oğluyla gelini tarlada ça l ışmak zorunda oldukları için bütün gün iki çocuk la evde yalnızdı. Bu yüzden de a k ş a m oldu mu, çok sevdiği gelinine söyleyecekleri bitmek bilmezdi. İhtiyar, hırıltılı sesi bir türlü kesilmiyor, sözlerine arasıra, ocaktan tüten duman yüzünden öksürdükçe biraz ara veriyordu.
— «Eskiden beri söylerim, erkek kısmının karnı acıktı mı, hele benim oğul gibi genç, gürbüz bir adam, şehriyenin içine bir yumurta kırarsın...»
S o n r a , ihtiyar s e s biraz daha yükseldi... O c a k yakan analarının omuzuna ası lmış duran iki çocuğun sızı ldan-masıyla b a ş a çıkmak ister gibi. . .
Fakat a n a , durgun, sakin bir yüzle, ara vermeden işine devam etmekteydi. Çocuklarının, oğluyla kızının vızıltısını ve o susmak bilmeyen kocamış sesi hiç duymazmış gibi serinkanlı duruyordu ana. Yine de içinden: «Biraz g e ç kaldım bu akşam,» diye düşünüyordu.
Baharın toprak işi çok olurdu. O da en son fasulye sırasını da ekip bitirmek için geç kalmıştı. Bu ılık günler, bu çiğ dolu, yumuşak, nemli geceler... Bunlardan elden geldiğince yararlanmak gerek, diye a n a en son fasulye sırasının karığını da toprakla örtmüş, öyle gelmişti. Hemen daha bu geceden, o kupkuru fasulye tanelerinin içinde hayat kımıldaşmaya başlardı gayri . Bu düşünce bir huzur verdi anaya. Evet, ektikleri tarlaların nemli, ılık toprağı için için gizli bir hayatla kaynaşmaya başlayacakt ı bu gece. Erkeği hâlâ orda çalışıyor, karıkların toprağını çıplak ayaklarıyla sıkı sıkı bastırıyordu. Tarlaların ötesinden çocukların kendini çağıran sesi gel ince ana erkeğini bırakmış, aceleyle eve dönmüştü.
11
Geldiğinde, karınları acıkmış olan çocuklar kapıda onu bekliyor, ikisi de ağlıyorlardı. Oğlan usul usul. için için y a ş s ı z gözlerle ağlıyor, kız İse hem hıçkırıyor, hem de elini ağz ına s o k m u ş emiyordu. Kocakar ı onları bir s ü re oyalamıştı ama, çocuklar ın avunacak güçleri kalmamıştı, ihtiyar da sonunda onları oluruna bırakmıştı.
A n a gelince çocuklara hiç sesini çıkarmadı. Yalnızca bir kucak çırpı a lmak için duralayarak dosdoğru, çarçabuk ocak başına gitti. A m a , çocuklar için bu yeterli bir işaretti. Oğlan ulumasını kesti ve beş yaşının bütün hızıyla anasının ardından koştu. Kız da elinden geldiğince onun peşine düştü ama, d a h a üç y a ş m a basmamış olduğu için pek koşamıyordu.
Tenceredeki aş şimdi kaynamaya başlamış, tahta k a pağın altından mis gibi kokan dumanlar tütüyordu. Kocakar ı kokuyu derin nefeslerle içine sindiriyor ve dişsiz, ihtiyar damaklarını emiyordu. Ocaktaki alevler tencerenin demir dibini yolıyor, ç ı k a c a k yol bulamayınca, dışarı fırlayıp koyu bir duman olarak küçük odayı basıyordu.
Ana geri çekildi, küçük kızı da geri çekti. A m a kes
kin duman çocuğun gözlerine kaçmıştı bile. Kız kirpikleri
ni kırpıştırıp pis elleriyle gözlerini ovuşturarak a ğ l a m a y a
başladı.
O zaman, ana, her zamanki çabuk, kesin tavrıyla a y a ğa kalktı, çocuğu kucaklayıp mutfak kapısının dışına ç ı kardı:
— «Hele sen burda dur, minik kız!» dedi. «Her seferinde şu duman gözlerini yakar, her seferinde sen de kafanı dumana sokmaktan geri kalmazsın!»
Kocakar ı gelinin sözlerine her zaman kulak verir ve bundan kendisi laf edecek yeni bir konu çıkarırdı. Şimdi de:
— «Yaa, öyledir.» diye söze başladı. «Her zaman derim, o n c a yıl ocak başına oturtup ateş yaktırtmasalardı şimdi benim de, böyle gözlerim yarı kör gibi kalmazdı. G ö zümü çıkarıp bu duruma sokan dumandır, duman...»
12
A m a , ana bu ihtiyar sesi işitmedi bile. Kulağı kızının sesindeydi; çocuk yere oturmuş haykırarak gözlerini ovuşturuyor, gözlerini a ç m a y a çabalıyordu. Doğru, çocuğun gözleri hep kızarık, hep akıntılıydı. A m a , biri ç ı k s a da a n a ya :
— «Çocuğun gözlerinde hastalık var, değil mi?» diye s o r s a , a n a :
— «Bir şeyciği yok,» diye cevap verirdi. «Ocakta s a z yanarken dumanın içine kafasını sokmaktan bir türlü vazgeçmiyor da ondan!»
A m a , çocuğun a ğ l a m a s ı ananın içini eskis i gibi burkmaz olmuştu son günlerde. Şimdi işi başından aşkındı, çocuklar da birbiri ardına gelmeye başlamışlardı. Oğlu ilk doğduğu zaman, ağ lamasına anasının hiç içi dayanamazdı. O zamanlar ona, çocuklar ağladığı z a m a n anaların ne yapıp yapıp ç o c u ğ u susturması, avutması gerek gibi gelirdi. Onun için de oğlu a ğ l a m a y a başladığı zaman elinde ne işi v a r s a bırakır, meme verirdi. Bu sefer de, işine bu kadar çok ara veriyor diye erkeği kızar, ona bağırırdı:
— «Ne demek? Her seferinde böyle yapıp her işi benim başıma mı y ıkacaksın? Dur bakalım, doğurmaya daha yeni başladın, yirmi yıl boyunca sen birini bırakıp öbürünü emzirirken ben bu işe boyun mu eğeceğim? Varlıklı adam karısı değilsin ki doğur doğur emzir; hizmeti de ayl ıkçı lar görsün!»
Ana da ona başkaldırmaktan geri durmazdı, çünkü ikisinin de yaşları g e n ç , kanları deliydi. A n a :
— «Çektiklerimin azıc ık olsun karşıl ığını görmeyecek miyim yani?» diye haykırırdı. «Senin tarlaya benim gibi ay larca yüklü gittiğin var mı, bakal ım; hiç doğum s a n c ı s ı çektiğin var mı? Yoo, sen eve gidince yan gelip dinlenirsin, a m a ben eve gel ince, ha bakalım yemek yap, ç o c u ğ a bak, bir de kocakarıya laf anlat, onun nazını çek...»
Böylece bir zaman bağr ışa ç a ğ r ı ş a k a v g a ederlerdi. Sonunda ne biri baskın çıkar, ne öbürü yenilirdi; ikisi de birbirinin dengiydi, çünkü. A m a , bu emzirme davası hiçbir
13
z a m a n uzun sürmezdi; ananın memelerindeki süt çok geçmeden kesiliverirdi. Ç ü n k ü , s a ğ l a m , sağl ıkl ı inekler gibi çarçabuk gebe kalma huyu vardı. G e ç e n yaz düşüp de sobanın sivri yerine çarptığı z a m a n bir ç o c u k düşürmüştü a m a , işte şimdi yine gebeydi.
E e , ne yaparsın, çocuklar artık ellerinden geldiğince kendi yağlar ında kavrulsunlar, ağlar larsa bırak ağlasınlar-dı. Onları emzirecek sütü yoktu artık; karınlarını anaları gelip yemek pişirince doyurmaya ister istemez a l ışacaklardı...
A n a böyle konuşuyordu a m a , asl ında yüreği sözlerinden d a h a yufkaydı ve çocuklarının çağırdığını duyunca yine koşup gelirdi.
Ocaktak i tencere ateşin üstünde biraz daha kaynayıp odanın dumanına mis gibi pişmiş pirinç kokusu karış ı n c a a n a kalktı, bir tas al ıp getirdi, önce kocakarının yemeğini verdi. Haşlanmış pirinç dolu tası, hepsinin oturup kalktıkları büyük odadaki masanın üstüne koydu. Ninenin çenesi hâlâ işliyordu:
— «... hele pirinç içine biraz da bezelye karıştırdın mı öyle ağz ına layık bir lezzet verir ki tadına doyum olmaz...»
Gelgelelim, ana dinlemiyordu bile. Kocakar ı oturdu, tası o kurumuş, ısısı kaçmış elleriy
le tuttu ve o zaman, en sonunda çenesi kapandı. Yemeği görünce açl ıktan birden bir ürperti geçirdi ve salyaları buruşuk ağzının iki yanından a ş a ğ ı akarak:
— «Kaşığım nerede, kaşığımı bulamam...» diye s ızlandı.
A n a , kocaninenin porselen kaşığını , aranıp duran o ihtiyar ele tutuşturdu. S o n r a mutfağa geçti. Bu sefer iki tane küçük teneke tas la, bambudan yapılma iki çift küçük çubuk buldu. Kızın yemeğini, hâlâ ağlayıp gözlerini ovuşturuyor diye, önce verdi.
Ç o c u k , döven yerinde, toz toprak içinde oturakalmış-tı. Ağlamaktan, ellerinin kirinden, yüzü çamura, gözyaşına bulanmış bir durumdaydı. A n a onu yerden kaldırdı, işten
14
sertleşmiş, esmer eliyle çocuğun yüzünü iyi kötü temizledi, çocuğun yamalı hırkasının eteğiyle de gözlerini si ldi. Ama, acıtmamaya çalışıyordu, çünkü çocuğun gözleri gerçekten de kızarık ve iltihaplı, gözkapaklarının kenarları adeta dışına dönüktü, dokunmaya gelmiyordu. Kızın gözlerini kırpıştırıp hıçkırarak başını çevirdiğini görünce daha fazla canını acıtmaya ananın içi razı olmadı ve yavrusunun acıs ıy la bir an yüreği burkuldu.
Pirinç tasını kapı önünde duran k a b a s a b a , boyasız bir masanın üstüne koydu ve o sevgi dolu, duru sesiyle:
— «Al, ye!» dedi. K ı z sendeleyerek gitti, m a s a y a tutundu. Kızarık ke
narlı gözleri, a k ş a m güneşinin altın renkli, keskin ışığıyla kamaşmış, yarı kısı lmış duruyordu. Ellerini pirinç tasına doğru uzattı.
Ana :
— «Dikkat et, sıcak!» diye bağırdı. K ız bir duraladı, sonra o küçük, hafif nefesiyle, so
ğuşun diye yemeğini üflemeye koyuldu. Ananınsa gözü hâlâ onun üstünde, hâlâ içi kabarmış... Kendi kendine düşünüyordu:
— «Bizimki pirinç saplarını bir dahaki sefere k a s a baya,götürdüğü z a m a n söyleyeyim; eczaneye gitsin de bir g ö z merhemi als ın, bari.»
Bu kez kendi yemeği verilmedi diye, oğlan s ız lanmaya başlamıştı. A n a gidip onun tasını da getirdi, masanın üstüne koydu.
Bir süre sessiz l ik oldu.
A n a yemek bile yiyemeyecek kadar yorulmuştu. K a m ı ş iskemlesini alıp kapı önüne koydu ve derin derin g ö ğ ü s geçirerek oturdu. Kestane renkli, sert telli saçlarını iki eliyle s ıvazlayarak çevresine bakındı.
K ü ç ü k vadiyi çevreleyen a lçak tepeler y a v a ş y a v a ş kararmaktaydı ama, gökyüzü henüz soluk, sarı bir renk-teydi. Ve bu vadinin göbeğindeki bu köyceğizin evlerinde a k ş a m yemeğine hazırlık olarak ateşler yakı lmış, durgun, rüzgârsız havaya tembel dumanlar yükselmeye başlamıştı.
15
Bunları seyreden a n a , içinin huzurla dolduğunu duydu. «Küçük köyü meydana getiren altı, yedi evin hiçbirinde hiçbir ana yoktur ki çocuklar ına benim çocuklar ıma baktığım kadar baksın,» diye bir düşünce geçti akl ından. İçlerinde durumu ondan iyi olanlar vardı; şu han sahibinin karısı, hiç k u ş k u s u z epey gümüş para sahibi o lsa gerekti. Parmaklarında iki tane gümüş yüzüğü olduğu gibi, kulaklarına da küpeler takardı. Ana genç kızl ığından beri böyle bir çift küpeye özenmiş a m a bir türlü almak nasip olmamıştı.
Varsın olmasın.. . elinde avcunda kalan gümüş parayla yavrularının canı beslensin; kemiklerini örtecek sımsıkı et olsun, anayı daha hoşnut ederdi. Fitne karının sözüne bak ı lacak olursa han sahibinin karısı kendi çocuklarına müşterilerin tabaklartndaki artık et kırıntılarını verirmiş. O y s a a n a kendi çocuklarını kendi tarlalarında yetişmiş güzelim pirinçle besliyordu. Bir de kızının gözleri iyi leşse, çocuklar ının kusur bulunacak yanları kalmayacakt ı ; gürbüz, tosun gibiydiler, maşal lah; hele oğlan beş yaşındayken, yedi, sekizinde gösteriyordu. Doğrusu, çocukları gürbüz çıkıyordu. Şu sonuncusu da daha ilk nefesini alırken son nefesceğizini vermemiş olsaydı, şimdi ele gelecek, topuz gibi bir oğlan o lacak, handiyse yürümeye bile ç a b a layacakt ı .
A n a yine içini çekti. Ne yapal ım, işte bir iki ayda yeni
bir tanesi geliyordu, şimdi bunu düşünmek gerekti. A m a ,
a n a memnundu. Ev hayatından hoşnut, en sevinçli zaman
ları, karnında taşıdığı ç o c u k l a büyüyüp taştığı, yeni bir
hayatla dolduğu zamanlardı. . .
Köyceğiz in tek sokağının karşı yanındaki bir evden dışarı birisi çıktı. Kapıdan f ışkıran dumanın arasından ana kocasının emmi oğlunun karısını tanıdı.
— «Yemek mi yapıyorsun, yenge?» diye seslendi. «Ben de yeni bitirdim!»
Yenge o pek her şeyin üstünde durmayan, şen şakrak konuşmasıyla, «Ben de şimdi diyordum, sen işini çok-
16
tan yapıp bitirmişsindir; ne hamarat olduğunu bilirim çünkü,» diye cevap verdi.
Ama, ana alçakgönüllülükle itiraz etti:
— «Yok canım, ne hamaratlığı! Benim çocukların karnı erken acıkıyor da ondan!»
Yenge, yine: «Hamarat, becerikli kadınsındır. neme g e rek!» diye söylendi ve bir kucak s a z alarak içeri girdi.
A n a , yüzünde bir yarı gülümsemeyle, daha bir süre a lacakaranl ıkta oturdu. Öyleydi, öyle olmasına, ne kadar gururlansa, kendi gücü - kuvvetiyle, çocuklar ı , erkeğiyle ne kadar g ö ğ s ü kabarsa yeriydi. Gelgelelım bu rahatın uzun sürmeyeceğini de biliyordu. Nitekim oğlan ansu.u çanağını onun önüne dayadı:
— «Ana, daha!» A n a kalkıp oğlanın tasını yine doldurdu. Dışarı ç ık
tığı zaman güneş tepelerin arasındaki bir girintide, bütün gün kendi çal ış ıp çabaladığı tarlanın en ucunda duruyordu. Bir an için sanki iki tepenin arasına takılmış kalmış gibi. öyle hareketsiz, öyle büyük ve som altından yapıl-mışçasına ağır. öylece duraladı. S o n r a y a v a ş ç a kaydı, gözden kayboldu.
Alacakaranl ığ ın arasından ana, patika boyunca erkeğinin gelmekte olduğunu gördü. Erkek tırmığını omzuna dayamış, bir ucunu da kolunun altına kıstırmış, bir yandan yürürken bir yandan da ceketini düğmeliyordu. G e n ç erkek kediler gibi hafif, çevik bir yürüyüşü vardı. Durup dururken bir de türkü tutturuverdi. Ş a r k ı söylemesini pek severdi, erkek; sesi yüksek ve duruydu; pek çok da şarkı bilirdi. Bu yüzden çok zaman bayramda, seyranda, çay-evine oturmaya gidenler h o ş ç a vakit geçirmek için ondan şarkı isterlerdi.
Eve yaklaşt ıkça sesini alçalttı. Eş iğe vardığı zaman pek yavaş söylüyordu ama sesi yine o duru, titrek, insanın içini ürperten s e s , söylediği şarkı da kıvrak, oynak havalı bir şeydi. Tırmığını duvara dayadı ve onun geldiğini duyan nine, karnı doyduktan sonra bastıran uykudan uyanıp hiç susmamış gibi yine söylenmeye başladı :
ANA F, : 2/17
— «Demin de dedim ya, bizim oğlan pirincine biraz bezelye karıştırınca pek sever, sahiden de pek lezzetli, pek tatlı...»
Erkek tembel, rahat bir kahkaha atarak içeri girdi ve tatlı sesle kapıdan:
— «Öyledir, kocanine, doğru dedin,» diye seslendi.
Kapı önünde küçük kız yemeğini bitirmiş, karnını doyurmuş, öylece oturuyordu. Şimdi güneş batmış olduğu için gözlerini zorluk çekmeden açabil iyor ve çevresine biraz daha rahat bakmıyordu.
Ana içeri girdi ve erkeğine dumanı tüten bir tas pirinç getirdi. Mavi-beyaz. boyalı, kaba s a b a bir toprak tastı bu ve ağz ına kadar pirinç doluydu. Ana pirincin içine kendi tavuklarından aldığı yumurtalardan birini kırıp karıştırmıştı. Yumurtanın tazecik beyazı hemen katılaşmaya başlamıştı bile. Bütün gün iş işleyen bir erkeğin ya biraz et ya da bir yumurta yemesi şarttı doğrusu.
Erkeğiyle ne kadar dalaşırsa dalaşsın ana onu bir g ü zel beslemekten büyük zovk alırdı. Bütün kavgalarınm da asl ında ağız kavgası olduğunu düşündü. Bazı bazı herhangi bir sebepten diliyle erkeğinin başının etini yese bile, yine de onu bir güzel doyurup beslemesini pek severdi.
İhtiyardan yana seslendi,:
tuğlunun pirincine taze taze bir yumurta kırdım! K a
bak da haşlayıverdim.»
ihtiyar bunu duyar duymaz yine başladı:
— «Canını sevdiğim taze yumurtası! Hep derim, ta
ze yumurta genç erkekler için en birinci şeydir diye, Ada
mın kuvvetini tazeler...»
Ama, dinleyen yoktu. Erkek son derece acıkmış oldu
ğu için çabuk çabuk yemeğini atıştırıyordu. Göz açıp ka
payana dek tasını bitirmiş, masaya tan-tan vurarak karı
sından daha yemek istiyordu.
Ana onun tas;nı doldurduktan sonra gidip kendine de yemek aldı. Ama, erkeğinin yanına oturmadı. Kapı önündeki a lçak iskemlesine oturdu ve tasındaki haşlanmış pirinci tadını ç ıkara ç ıkara yemeye koyuldu. Çünkü sağl ığ ı
18
yerinde hayvanlar gibi iştahı açıktı. Arasıra kalkıp erkeğinin önünden biraz kabak alıyor ve bir yandan yerken öbür yandan iki tepe arasındaki gurup kızıllığını seyrediyordu.
Ç o c u k l a r gelip yine ona abandılar, kuş gibi ağızlarını aç ıp beklediler. Ana elindeki çubuklar la onların ağ% zina da bazı bazı birer lokma vermeye başladı. Gerçi i k i s i ?
de karınlarını tıka b a s a doyurmuşlardı, bu yemek de kendi yemiş olduklarından ayrı bir şey değildi ama, analarının tasından yedikleri yemek onlara nedense daha tatlı gel iyordu.
Evin sarı renkli köpeği bile a n a y a sokulmuştu. Bir süre umutla masanın altında beklemişti ama, erkeğin tekmesini yiyince kös k ö s ordan çıkıp kapı önüne gitti ve ananın fırlattığı pirinç lokmalarını ustalıkla kapmaya başladı.
Ana tam üç kez yerinden kalkıp kocasının tasını doldurdu. Erkek iyice doyana dek yedi, doyunca rahat bir oh çekti, sonra boşalan tasına kaynar su doldurarak ş a -pırdata şapırdata içmeye başladı. Şimdi kalkıp dışarı g e l miş, kapının önünde ayakta durarak içiyordu. Gökyüzünde yeni bir ay doğmuştu. Pek ince ve ışığı yıldızların arasında billur gibi hafifti. Erkek yeniayı seyre daldı ve bir yandan da yumuşak, dalgın bir türkü tutturdu.
Köydeki bir avuç evin diğerlerinden de erkekler çıkmaya başlamıştı. Bazıları yüksek sesle birbirlerine seslenerek handa oynadıkları kumar oyununu konuşuyor, baz ıları da kapı önlerinde durmuş esniyorlardı.
G e n ç erkek türküsünü birden kesti ve dik sokağın korşt yanma baktı. Bütün köy erkekleri dinlenirken hâlâ çal ışmaya devam eden bir tek erkek vardı, o da kendi emmi oğluydu. Ştı herif! Söğüt liflerinden yaptığı sepetin örgülerini daha iyi görebilmek için başını önüne eğip ta gecelere değin çalıştığı bile olurdu.
E h , her erkeğin huyu b a ş k a ; kendisine gelince, ne bileyim, şöyle bir el oyun... Kadınına bir şey söylemek için başını çevirdi ve gözleri onun her şeyi bilen, öfkeli bakışlarıyla karşı laştı. Bu bakışı gören erkek içinden kadınına küfretti. Bütün gün alınteri döktükten sonra adamın
19
e (alışmışlardı. Sonunda onun dar şalvarl ı bacaklar ına cup a ğ l a m a y a , mızı ldanmaya başladılar. A n a eğilip kü-ikkızı kucağına aldı, oğlanı da elinden tutarak içeri girdi. Cıpyı sımsıkı sürmeledi. S o n r a çocuklar ı erkeğin ayak ıı/ıa yatırdı. Onları usulca soydu, kendi de soyundu ve .'(tığa, çocuklar la adamm arasına girip uzanarak yor-jır hepsinin birden üzerlerine çekti.
Kuvvetli, g e n ç vücudu gürbüz bir yorgunlukla uyuş-mtu, şimdi karanlıkta böyle yatakta yatarken içi şefkatle olup taşıyordu. Gündüzün ne denli huysuz olursa ol-sıı, ne denli çabuk öfkelenirse öfkelensin, geceleyin te-pıen tırnağa şefkat kesilirdi. Uyanıp arzuyla kendine yak-lışm erkeğine karşı ihtiraslı bir şefkat; uykuda büsbütün fonu bükük duran çocuklar ına karşı şefkat; aras ı ra ök-siüğü tutan kocakar ıya karşı şefkat. Ç o k z a m a n üşenmez tadar, ihtiyara bir yudum su getirirdi. Hatta odadaki hayatlara karşı bile şefkat kesilirdi geceleyin. B a z e n hayatlar uyku arasında kımıldayıp kendi kırnıltılarryia kendi leıdilerini ürküttükleri z a m a n a n a oniara seslenirdi:
— «Yavaş olun — uyuyun gayri — d a h a çok var g ü -ıCı ışımasına...»
Ve onun tatlı sesini duyan hayvanlar, yatışır, yeniden lyujya dalarlardı.
Karanl ıkta oğlan ç o c u ğ u da şimdi bir yavru hayvan er. sokuldu, anasının, memesini aradı. Ilık ve mahmur vnn a n a ona memesini verdi. Sütü yoktu gerçi a m a yu-nışak meme oğlanı, bebekliğini hatırlatarak avuturdu. Ey. Uinda yine dolacaktı memeleri...
Oğlanın öte yanında kızı yatıyor, yattığı yerden sım-slt yummuş olduğu gözlerini ovalıyordu. K a ş ı n m a s ı bir üiü kesilmek bilmeyen gözlerini, uyuduktan sonra bile. ı£ yaptığını bilmeden kaşır dururdu.
Ç o k geçmeden hepsi uykuya daldılar; ağır. derin bir ;l<u. G e c e içinde sar ı köpek havladığı z a m a n bile a n a -
. kn b a ş k a kimsenin uykusu bozulmadı, çünkü onlar için it. gece içindeki diğer seslerden biriydi. Y a l n ı z c a a n a ıpnıp kulak verir ve yatağından kalkmayı gerekli gör-rezse. yenidnn uykuya dalardı...
21
11
A N A L A R için şu dünyada Aliuhın öbür günlerinden farktı bir gün var mıdır a c a b a ? Her s a b a h a n a d a
ha şafak sökmeden, ötekiler daha uykudayken uyanıp kalkar, tavuklarla domuzu, mandayı dışarı salar, hayvanların geceleyin yaptığı pisliği süpürür ve avlunun köşesindeki tezek yığınının üstüne koyardı. Ötekiler yatadursun. o mutfağa gidip ateşi yakar, erkekle ihtiyar uyandıkları z a man içsinler diye su ısıtırdı. Sonra s ı c a k suyun birazını kızının gözlerini yıkamak için ayırır ve ılınsın diye tahta bir ç a n a ğ a boşaltırdı.
Küçük kız her s a b a h kirpikleri sımsıkı birbirine yapışmış olarak uyanır ve gözleri y ıkanıncaya değin hiç baka-mazdı. Gözleri böyle kapalı uyanmaya başladığı ilk zamanlar çocuk pek korkmuştu, anası da öyle.
Yalnız, kocanine: «Çocukken benim de gözlerim böy
le olurdu, ölmedim ya işte!» demişti.
Artık onlar da alışmışlardı. Biliyorlardı ki çocukların
gözleri bazen böyle olur, ama ucunda ölüm yoktur.
Ana, suyu daha ancak boşaltmıştı ki çocuklar ç ıka-geldiler. Oğlun kızı elinden tutmuştu. Yataktan hiç gürültü etmeden inip babalarını uyandırmamak için usulca gelmişlerdi. Evin erkeği keyifli zamanında pek neşeli olmasına rağmen, öfkelenince tam öfkelenir, hele uykusunu a lmadan uyandırırlarsa çocukları yaman pataklardı.
22
İki çocuk mutfak kapısında' s e s çıkarmadan durdular. O ğ l a n gözlerini a n a s ı n a dikmiş, hâlâ uyku sersemi, gözlerini kırpıştırarak esniyor, kız da gözleri sımsıkı kapal ı , hiç kımıldamadan, sabır la bekliyordu.
Ana hemen yerinden kalktı ve duvara çakı lmış tahta çiv ide asıl ı kurşunileşmiş havluyu aldı. Ucunu çanaktaki s u y a soktu ve kızın gözlerini usul usui sildi. Ç o c u k c a ğ ı z s e s çıkarmadan, yalnızca nefesiyle azıcık mızıldandı ve ana yine her s a b a h olduğu gibi :
— «Şu g ö z merheminin çaresine bakmak gerek gayri,» diye düşündü. «Bu günlerden bir gün bir çaresine bakmak gerek. Unutmayıp bizimkine söylemeli; pirinç saplarım satmaya gittiği zaman eczaneye uğrayıversin. K a s a ba kapısının sağındaki o küçük s o k a ğ a sapınca var bir tane...»
T a m o sırada erkeği kapıya geldi. Bir yandan hırkasını giyerken öbür yandan sesl i sesl i esneyerek kafasını kaşıyordu. A n a akl ından geçenleri ona söyledi:
— «O pirinç saplarını satmaya gittiğinde Su Kapıs ının yakınındaki eczaneye gidiver de iltihaplı g ö z acıs ına iyi gelecek merhem falan bir şey bul. getir, bari.»
A m a . erkek hâlâ sabah huysuzluğu içindeydi. T e r s t e r s :
— «Üç kuruş paramız var surda, neden g ö z merhemine verelim, nası lsa ölmüşü, öleceği yok!» diye cevap verdi. «Çocukken benim de gözlerim acırdı. Öyleyken babam para harcayıp bana merhem filan almazdı, oysa elinde kalan tek oğlu da bendim.»
A n a şu sırada konuşmanın zamanı olmadığını anlayarak sesini kesti, gidip erkeğinin s ıcak suyunu boşalttı. Y ine ne de o l s a biraz bezmişti, onun için tası erkeğin eline vermedi de masanın üstüne koydu; onu eğilip kendi a l-mok zorunda bıraktı. Bununla birlikte hiçbir şey demedi ve şimdilik bu mesleyi akl ından sildi. Birçok çocukların küçükken gözleri acır. büyüdükçe geçerdi. Nasıl ki kendi erkeği de çocukluğunda g ö z ağr ıs ı çekmiş, sonra iyi olmuştu. Gerçi yüzüne tam bakınca gözkapaklar ında eski-
23
den kalma iz ve çizgi ler vardı ama, her şeyi pek güzel görüyordu işte, pek ince ufak olmamak şartıyla. A d a m sen de, hoca değildi ki ömrü kitap okuyup g ö z nuru dökmekle geçecek!
Birden kocakarı yatağında dönüp titrek ses le seslendi. Ana hemen bir tasa s ı c a k su boşaltıp içeri götürdü ve yatağından kalkmazdan önce içsin diye kaynanasına verdi. K o c a k a r ı suyu höpürdete höpürdete içti, boş karnından gelen kötü yelleri geğirerek giderdi ve onu sabahları böyle g ü ç s ü z bırakan ihtiyarlığın derdiyle inledi biraz.
A n a mutfağa gitti ve s a b a h yemeği hazırl ığına başladı. Gocuklar s a b a h serinliğinde birbirlerine sokulmuş yerde oturuyor ve bekliyorlardı. Biraz sonra oğlan kalktı ve ocak başına, anasının yanına gitti ama. kız oturduğu yerde kaldı. Birden güneş, doğudaki tepelerin ardından çıktı; ışığı parlak, büyük ışın çizgileriyle tarlaların üzerine serpildi. Güneş vurunca küçük kız çarçabuk gözlerini yumdu. Eskiden o l s a ağlardı. Ama. şimdi büyük insanlar gibi ya ln ızca soluğunu hızla içine çekti de yerinden kımıldamadı bile. Kızarık kapakl ı gözleri sımsıkı yumulmuş, annesi eline yemek tasını tutuşturuncaya dek. olduğu yerde bekledi.
**
Evet. gerçi ana için bütün günler birbirinin eşiydi a m a . o hiçbir zaman c a n sıkıntısından yakınmamıştı. G ü n lerinin gel iş geçişinden hoşnuttu. Biri ç ıkıp ona bu hayat canını sıkmıyor mu diye s o r s a kadın herhalde o parlak k a ra gözlerini iri iri a ç a r ve şöyle bir cevap verirdi:
—- «Ama, toprak değişiyor y a , işte! Tohum zamanından harman zamanına dek! Vakti gel ince kendi tarlamızın ekini biçilecek, sonra kirayla tuttuğumuz öbür tarlanın ürününden toprak sahibine kira borcu ödenecek. Bu ara-da bayram tatilleri var; yerilyıl tatili var. 'Bunlar yetmiyorsa çocuklar da durmadan büyüyüp değişiyor ya işte! Ben desen her yıl bir yenisini doğurmakla meşgulüm. B a na sorarson hayatım değişikliklerle dolu! Hem de s a b a h -
24
tan a k ş a m a değin çal ış ıp çabalamakla tükenmeyen c insinden...»
Tarta işlerinden birazcık zamanı artakaldığı zaman da yapacak iş doluydu. Köy kadınlarından ya birinin doğum vakti gelmiştir, ya da öbürünün ç o c u ğ u ölmüş, dertlidir. Bir başkas ında, terlik üstüne gül yapmak için yeni bir örnek, hırka dikmek için yeni bir kolaylık vardır. Baz ı günler de ona biraz tahıl ya da lahana satmak için erkeğiyle birlikte k a s a b a y a giderdi. K a s a b a d a görülecek öyle tuhaf, öyle değişik şeyler vardı ki! İnsanın düşünecek vakti olsa kasabadaki manzaraların salt düşüncesiyle bile saatler geçirebilirdi.
İşin as l ına bakarsanız bu kadın öyle bir kadındı ki erkeği ve çocuklar ıy la oturmak ona yeter de artardı; başka hiçbir şey düşünmeye isteği yoktu. Erkeğinin sık sık kabaran şehvetinin ateşini tatmak, ondan gebe kalıp kendi gövdesi içinde yeni bir canın geliştiğini bilmek, bu yeni yaratığın biçimlenip büyüdüğünü duymak, çocuk doğurmak ve ç o c u ğ a memesinden süt içirmek... bu kadın için bunlar yeterdi.
Ş a f a k t a kalkıp ev halkına yemek hazırlamak, hayvanlara bakmak, toprağı ekip ürününü almak, kuyudan içme suyu çekmek, yamaçlardan ot biçerek günler geçirmek, güneşin, rüzgârın tadını ç ıkarmak; bunlar yeterdi.
Ömrünün her gününü, tadını ç ıkara ç ıkara yaşardı ana: ç o c u k doğurmak, tarlada çal ışmak, yemek, içmek, uyku, evi silip süpürmek, derleyip toplamak ve köy kadınlarının kendi hamaratlığını ve eline çabukluğunu övdüklerini dinlemek. Erkeğiyle k a v g a etmek bile bir bakıma iyiydi: birbirlerine karşı duydukları şehvete bir b a ş k a keskinlik verirdi. Onun için ana her yeni günü istek ve sevinçle karşılardı.
• *'"•»
Bu sabah erkeği karnını doyurduktan sonra tırmığını aldı ve her zamanki gibi isteksiz adımlarla torla yolunu tuttu. O gittikten sonra ana tasları yıkadı, kocakarıyı kapı
25
önüne güneşe oturttu ve çocuklara evin yanında oyna
maların», göl kıyısına gitmemelerini tembihledi. S o n r a o da tırmığını aldı ve yola çıktı. B i rkaç kez dönüp dönüp orka-
sına baktı. Kocaninenin ince sesi uzaktan u z a ğ a hâlâ
kulağına çarpıyordu. Ana kendi kendine gülümseyerek yo
luna gitti. Kapıya g ö z kulak olmak ihtiyarın elinden gelen tek
şeydi ama, o bunu gururla yapardı. İyice kocamış ve yarı
körleşmiş olmasına rağmen-, işi olmayan birinin eve yak
laştığını hemen fark eder ve gerekirse yaygara koparmasını bilirdi. İhtiyarın yükü ağırdı ananın üstünde; çok z a man başına belaydı. Bununla birlikte bir gün yenge:
— «Sizin şu ihtiyar bir göçüp gitse başın rahat ede
cek, kadın kardeş. Pek kocadı gayr i ; gözü kör, her yanla
rı ağrır, tutulur; varsan b a k s a n yemek de beğenmez.» demişti de ana, şefkatini dışarı vurmamak istediği zaman
lar kullandığı o sak in, yumuşak tavırla: — «Öyle. a m a hâlâ çok işe yarıyor; kapıyı bekliyor
biz yokken,» diye cevap vermişti. «Dilerim Allahtan kızım
iyice ele gelene dek göçmesin.» Böyle ihtiyar bir kadınla didişmeye ananın yüreği d a
yanamazdı, doğrusu. Öyle kadınlar bilirdi ki evlerinde kay-
nanalarıyla s a v a ş halinde olduklarını, ihtiyarların huysuz
luğunu bir an bile çekemediklerini övüne övüne anlatır
lardı. Ama, bu g e n ç anaya kaynanası da çocuklarından
biriymiş gibi gelirdi. Cocuklaşmışt ı artık, çocuklor gibi ş u
nu bunu ister dururdu. Baharda sözgel iş i ; ille onun canı
nın çektiği otları bulup toplamak için şu tepe senin bu te
pe benim dolaşmak, anaya bazı bazı bıkkınl ık verirdi.
Bir yaz köyde kötü bir ishal salgını olmuş, s a p a s a ğ lam iki erkek, b irkaç kadın ve birçok küçük ç o c u ğ u alıp götürmüştü. Kocanine de öleceğe benzerdi. O kadar ki paralarının çıkıştığı kadar iyi bir tabut bile almış, hazır etmişlerdi. A m a , sonunda ihtiyar ölümden dönüp de yine hayata sarı l ınca genç ana canı gönülden sevinmişti.
Dayanıklı kocanine şimdiye dek iki tane .kefenlik hırkayı giyip eskitmiş, bir türlü ölmemişti ve ana onun ölme-
26
yışine seviniyordu. Bu sönük hayatın hâlâ yanmakta direnişi köyün içinde bir ş a k a konusu olup çıkmıştı.
Gelininin içinde gömülsün diye diktiği ilk kırmızı hırkayı ihtiyar, o yörede gelenek olduğu üzere, mavi yeldirmesinin altına giye giye eskitmiş, bir yenisi örülünceye dek bir türlü rahat etmemişti. Şimdi bu ikinci kefenlik hırkasını severek giyiyor ve köyden biri:
— «Nee, sen hâlâ buralarda mısın, kocanine?» diye ş a k a i a ş a c a k olursa, ihtiyar neşeyle:
— «Buralardayım y a , sırtımda da iyi kefenliklerim var,» diye cevap veriyordu. «Bunları da eskitip gidiyorum işte; kim bilir daha k a ç tanesini eskiteceğim!»
Bir türlü ölmeyip de yaşayadurması ona da güzel bir ş a k a gibi geliyordu.
Bu s a b a h bir daha arkasına bakan genç ana uzaktan ihtiyarın sesini duydu:
— «İçin rahat olsun, güzel kızım... kapıya g ö z kulak o l a c a k ben varım!»
Kadın kendi kendine gülümsedi. Doğrusu g ö ç ü p g i dince arayacakt ı kocakarıyı. Ama, arayıp dövünmenin ne Yararı vardı? Ömür geleceği saatte gelir, gideceği saatte giderdi ve bu saatleri değiştirmek de kimsenin elinde değildi.
A n a da rahat, huzurlu, kendi yoluna gitti.
i l i
A R L A Y A ekmiş olduğu fasulyeler çiçeklenip rüzgârlar ç içek kokusuyla dolduğu, küçük vadi tohum
larından yağ çıkarmak için ektikleri kolzaların bitmesiyle sapsar ı kesildiği zaman ana dördüncü doğumunu yaptı.
Kentlerde, kasabalarda, hatta d a h a büyük bazı köylerde insan ebe bulabilirdi; ananın köyceğizinde ise ebe filan yoktu. Vakitleri geldiği z a m a n kadınlar birbirinin yardımına koşarlardı. Doğumda bir güçlük çıkt ığı, çocuk ters geldiği ya da beklenmedik durumlar olduğunda da yaş l ı , görmüş-geçirmiş ninelere danışılırdı.
A n a sağlam yapılıydı; ne ufacık, ne de pek iriydi... Çat ısı geniş ve gevşekti, doğum yaptığı z a m a n işlerin ters gittiği şimdiye değin görülmemişti. G e ç e n sefer düşüp de ç o c u ğ u eksik doğurduğu zaman bile güçlük çekmemişti. Ya ln ızca ölen yavruya ve bunca ay boş yere yük taşıdığına yanmıştı, o kadar.
Vakti geldiği z a m a n hep yengeyi çağırır, yenge de kendi doğuracağı z a m a n anaya başvururdu.
Bu bahar tatlı, rüzgârlı bir gün tarladayken genç k a dın vaktinin geldiğini hissetti. Hemen işini bitirip evine döndü, tırmığını duvara dayadı ve karşı kapıya seslendi. Göl kıyısında çamaşır y ıkamakta olan yenge y a ş ellerini önlüğüne silerekten k o ş a k o ş a geldi.
Bu yenge dedikleri, yumuşak yürekli, iyi bir kadındı. Yuvarlak bir yüzü, geniş delikli, yukarı kaikık bir burnu
23
ve büyük, kırmızı b i r ağz ı vardı. Ne çenesi ne de elleri boş dururdu. Tersine hiç konuşmayan erkeğinin yanı başında, bütün gün konuşur dururdu. Şimdi hemencecik koşup geldi. Bir yandan da gülerek bağırıyordu:
— «Ah, kadın kardeşim, ben demez miyim, hele ş ü kür doğumlarımızı aynı günde yapmıyoruz diye! Ne z a mandır s a n a bakt ıkça düşünüyorum, o mu önce doğurac a k , ben mi diye. A m a , bu yıl ben nedense g e ç kaldım. B a k sen doğuruyorsun bile, oysaki ben işe daha yeni başladım.»
Ç ı n - çın öten yüksek sesle konuşmak yengenin huyuydu zaten. Onu duyan öteki evlerdeki kadınlar da kapılara çıkıyor ve neşeyle a n a y a sesleniyorlardı:
— «Saatin geldi ha, kadın kardeş? Tanrı kolaylık versin; oğlan olsun, inşallah!»
Ya ln ızca içlerinden biri, dul olan fitne karı hüzünle konuştu:
— «Hazır erkeğin elindeyken yararlanmaya bak, kardeş. B a k b a n a , tam doğuracak kıvamdayım a m a erkeğim yok.»
A n a hiçbirine cevap vermedi. T o z a ve tere bulanmış olan yüzü solgundu biraz. Hafifçe gülümsedi ve eve girdi.
İhtiyar da yak laşan doğumun sevinciyle gülüp söylenerek onun peşinden gitti:
— «Hep derdim, kendi saatim geldiği zamanlar, hem biliyorsun ben zamanında dokuz çocuk doğurdum, a kız, hepsi de topaç gibi yavrulardı ölene değin; derdim ki o çağda...»
Kocakarının sözleri ananın kulağına girmiyordu bile. Gene kadın bir iskemle aldı, sesini ç ıkarmadan oturdu ve yüzüne yapışan saçlar ı , nasırlı parmaklarıyla düzeltti. Elleri de ter içindeydi şimdi; tarla İşinin teri değil, s a n c ı nın teg.. . Hırkasının ucuyla yüzünü sildi, yumuşak, uzun saçlarını açıp yeniden sımsıkı ördü. Sonra içine keskin bir sancı saplandı ve kadın s e s s i z c e iki büklüm olarak bekledi.
YGnı başında kocakarı söylenip duruyor, yenge de onunla söyleyip gülüyordu. Derken, ananın böyle iki büklüm olduğunu görünce hemen koşup kapıyı kapadı ve yanına gelip durdu.
T a m o sırada biri kapıya güm güm vurdu. Ananın o ğ lanıydı bu. Anasının eve girdiğini, sokak kapısının da g ü pegündüz kapandığını görünce ürkmüştü. Bir bağırtıdır tutturdu, ille kapı aci ls in istiyordu.
İlk bakışta a n a : «Dışanda kalsın ki ben de rahat doğurayım,» dedi.
Yenge de kapıya gidip aral ıktan bağırdı: «Otur azıc ık
orda; anan doğum yapıyor.»
Kocakar ı da yankı gibi: «Otur orda, otur. oğul,» diye tekrarladı. «Oturup güzel güzel oynarsan s a n a fıstık a l maya para veririm. Bak göreceksin anan s a n a şimdi ne getirecek.»
Ne var ki, oğlan kapının güpegündüz kapandığını görünce ürkmüştü: İlle içeri al ınsın diye diretiyordu. Ağabey-si ağladığı zaman kız da ağlamaya başlardı. Şimdi o da kopıya gelmiş, o cıl ız yumruklarıyla kapıyı dövüyordu.
En sonunda, sancının arasında ananın öfkesi kabardı, iyice kabardı öfkesi, çünkü sancıs ı da pek şiddetlenmişti. Yerinden kalkıp dışarı fırladı; oğlanı bir iyi pataklayarak bağırdı:
— «Ömrümün törpüsüsün zaten! Bir sözümü tutmazsın! Hadi bakalım başıma senin gibi bir tane daha çık ıyor!»
Ama, oğlanı döver dövmez yüreği yufkalaştı yine, öf-, kesi yatışıp geçti. D a h a tatlılıkla:
—• «Hadi gir bakalım, gireceksen,» dedi. «Sanki görülecek şeymiş gibi.»
Sonra yengeye döndü:
— «Kapıyı az ıc ık açık bırakalım bari. Böyle benden
uzak durmaya hiç al ışık değiller de!»
Yine iskemlesine oturup başını ellerine dayadı ve
kendini sesiz sedasız sancı larına bıraktı.
30
Oğluna gelince, içeri girmişti a m a , görünürde hiçbir değişiklik yoktu. Yengenin de kendine, s u ç Işiemiş gibi sert sert baktığını görünce, çocuk dışarı çıktı. K ı z da gelip anasının yanma evin toprak tabanına oturdu, ellerini, ağrısı yat ışsın öiye gözlerine bastırdı.
Böylece bekleştiler. Kadınların biri sancı içinde ve sessizdi . Öbür ikisi köyde olup bitenler üstüne şundan bundan konuşuyor, en uç evdeki erkeğin dedikodusunu ediyorlardı. Kumara gitmiş herif yine, tarlası işlenmemiş duruyormuş. Bu s a b a h karısı kıyametleri koparmış, adam ellerinde, avuçlarında kalan son parayı da aldı diye, a m a , b a ş a ç ıkamamış zavall ı . K o c a s ı çıkıp gidince kadıncağız kapı önüne oturup derdini herkes duysun diye ulur gibi bağırmış.
Bunları konuşurlarken yenge şimdi, «Herif bir kere de kumarda kazanıp evine üç kuruş getirse içim yanmaz.» diyordu. «Ama, kaybetmekten b a ş k a bildiği yok. Kar ıs ının içine de bu dert oluyor ya.»
Kocanine de içini çekip yere tükürerek: «Öyle.» diye yengeye hak verdi. «Erkeğin yaradıl ışında kazanmak olmayıp kaybetmek olması, pek acıdır, doğrusu. Böyle erkekler çoktur, iyi bilirim ben, a m a hamdolsun benim evimde, ocağımda böylesi çıkmadı. Oğlanım kazanmakta birebirdir.»
Daha o sözlerini bitirmeden ana hafif bir feryat kopardı. Kızına azıcık arkasını dönerek kuşağını gevşetti, oturduğu yerden öne doğru eğildi.
O zaman yenge hemen koşup, deminden beri bekledikleri küçük yavruyu iki eliyle, ustaca yakaladı.
Ç o c u k oğlandı.
Anaya gelince, gitti, yatağa uzandı. Çektiği sancıdan sonra dinlenmek ne tatlıydı! Ana, derin ve uzun bir uykuya daldı.
O uyuyadursun, yenge yavruyu yıkayıp kundakladı.
Uyuyan anasının yanına yatırdı. Yavrunun ince, cızıltılı ağ
laması bile ananın uykusunu bozmadı. Yenge ise evi-
31
ne, işinin başına döndü ve kocakarıya lohusa uyandığı z a m a n oğlanla haber sals ın diye tembihledi.
D a h a sonra oğlan onu çağırmaya geldi. — «Yenge, benim bir oğlan kardeşim oldu, haberin
var mı?» diye bağırıyordu. Yenge güldü: «Oğlanı ben getirdim, haberim olmaz
olur mu?» diye ç o c u k l a şakalaşt ı . Anaya da hemen bir tas çorba getirdi. Yengenin sözleri ise oğlanı düşündürmüştü. — «Yani bu kardeş bizim değil mi?» diye sordu. Sonunda kadınlar gülüştüler. En çok gülen de k o c a
karı oldu, çünkü oğlanın zekâs ı pek hoşuna gitmişti. Yengenin getirdiği çorba a n a y a pek hora geçti. — «Sen bu iyi yüreğinle y a ş a , kardeşim,» dedi. Ama yenge, «Sen de vaktim gel ince bana böyle bak
maz mısın?» diye cevap verdi.
Böylece iki kadın kendilerini birbirlerine pek yakın buldular, çünkü bu saat ikisinin de paylaştıkları bir saatti ve başlarına kim bilir daha k a ç kez gelecekti.
32
7 VİN bir de erkeğine bakalım. Erkeğin gözünde z a manın akışı hiçbir değişiklik göstermezdi; günler
geçedursun hiçbir yenilik umudu yoktu. Karısının sevdiği doğumlar bile yeni bir şey getirmezdi erkeğe, çünkü onun gözünde, doğan çocukların hepsi birdi, hepsi birbirine benzerdi. Hepsini giydirmek, beslemek gerekti; büyüdükleri z a man ise evlenecekler, hadi yine çocuklar doğacaktı... S e nin an layacağın hiçbir şeyin değiştiği, değişeceği yoktu, bütün günler birbirine benziyordu ve erkek yenilikten umudunu kesmişti.
Nası l ki kendisi de bu küçük köyde doğmuş büyümüştü. Tepelerin ardında, ırmak kıyısındaki kasabaya gitmekten b a ş k a ömründe değişik bir şey yapmış, yeni bir şey görmüş değildi.
Her sabah kalktığında, karşısında aynı ufku çevreleyen aynı tepelerden çember, her gün a k ş a m a dek aynı iş, gece olduğu zaman da yine ufku saran o tepeler, doğmuş olduğu aynı ev, çocukluğunda ana-babasıyla beraber yattığı aynı yatak. Büyüyünceye dek onlarla beraber yatmıştı o yatakta da sonunda artık ayıp oluyor diye ona bir yer döşeği yapmışlardı.
İşte yine çocukluğunun yatağında şimdi kendi karısı ve çocuklar ıy la yatıyordu, yer döşeğine de ihtiyar anası geçmişti. Hep aynı yatak, aynı ev. Evin içinde de yeni bit şey yok sayılırdı, evlenirken alınan birkaç parça eşyadan
ANA F. : 3/33
b a ş k a : yeni bir çaydanl ık, yatak için yeni bir çarşaf, yeni bir mavi yorgan, yeni bir ş a m d a n , bir de duvardaki hücre için kâğıttan yapılma yeni bir Tanrı heykeli. Bir zenginlik tanrısıydı bu ve mavili, sarı l ı , kırmızılı giysileriyle güler yüzlü, sevimli bir dede olarak gösterilmişti ama, bu eve parayı ne getirmişti ne de getireceği vardı. Ne gezer! Evin erkeği çok kere gözü tanrıya kaydığı zaman, bu fukara gelmiş, fukara gidecek odaya gülerek baktığı için gizl ice lanet okurdu.
Bazen kasabada yapılan bir bayrama gidip dönüşünde, ya da yağmurlu bir gün köyün küçük hanına gidip or-daki işsiz - güçsüzlerle biraz kumar oynadıktan sonra yine eninde sonunda bu ufacık eve, durmadan çocuk doğuran bu kadına döndüğü z a m a n erkek dehşet içinde kalarak düşünürdü ki yeryüzünde onun görüp göreceği işte budur: sabah kalkıp tarlaya gitmek, o tarla ki a n c a k küçük bir parçası kendilerinindl, büyük bölümünü uzak bir kentte keyif çatan bir mal SGhibinden kirayla tutuyorlardı... her Tanrının günü bu kendinin olmayan toprak üzerinde ç a b a layıp didinmek, kendi babasının da bir zamanlar yapmış olduğu gibi... eve gelip hep bu yavan yemekleri- yemek, topraktan aldığı ürünün en iyisini hiçbir zaman tadama-mak, çünkü ürünün en iyisini başkaları yesin diye satmak zorundaydılar... uyumak ve ertesi s a b a h yine aynı hayata gözlerini açmak.. .
Yaptığı harmanlar bile kendinin değildi, Hasattan o uzaktaki mal sahibine pay ayırdığı gibi, mal sahibinin vekili olan kasabal ıya da pay ayırıp ücret vermek vardı. Er-
- kek ne zaman mal sahibinin vekilini düşünse bütün cinleri başına toplanırdı, çünkü bu kasabal ı tam kendinin özendiği gibi bir adamdı; yumuşacık ipekliler içinde; cildi beyaz ve düzgün, üzerinde, hafif iş görüp iyi yemek yiyen bütün kasabalı lardaki o rahat, cilalı gibi görünüş...
Buna benzer düşünceler kafasını sardığı zaman erkek pek huysuz olur ve kadınına, a n c a k bir kusurundan ötürü küfretmek için ağız açardı . Kadın da parlayıp karşıl ık verince onunla ağ ız k a v g a s ı n a tutuşmak erkeğe tuhof,
34
haince bir zevk verirdi; içini yetiştirirdi nedense. O y s a bu kavgalarda ç o k zaman baskın çıkan kadın olurdu. Onun öfkesi kocasınınkinden daha şiddetliydi. Ananın a n c a k çocuklara karşi duyduğu öfke çabuk geçerdi.
Erkekse öfkesini, ne y a p s a usun sürdüremez, çabuc a k bundan da bıkar ve kendine b a ş k a bir uğraşı arardı. Kadını en çabuk çileden çıkaran şey ürkeğin çocuklar ından birine vurması ya da ağlıyor diye azarlamasıydı. A n a buna dayanamaz, hemen erkeğine karşı gelirdi. Her z a man çocuklar hakl ı , erkek haksızdı sanki : Erkeği en çok kızdıran da buydu zaten, karısının çocukları ondan üstün tutması. Ya da adama öyle geliyordu.
İşte böyle günjerde, güzel geçeri ' bayramlar, şenlik günleri, bütün gün uyuduğu, uyuyamoyınca kumar oynadığı uzun, tembel kış ayları bile görünmezdi erkeğin g ö z ü ne. O y s a kumarı seviyordu, şansı da açıktı. Ne zaman oyuna otursa verdiğinden daha çok para alarak kalkardı ve pek rahat bir geçim yolu gibi gelirdi bu ona; insan tek başına o lsa da eline bakan bulunmasaydı...
Erkek kumar oyunundaki tehlikeyi, heyecanı, keyifli havayı, bakalım nasıl oynadı diye öteki erkeklerin birikip kendini seyretmelerini severdi. Parmakları gerçekten şansl ı ve hafifti, sabanla tırmık kullanmak bile sertleştir-memişti ellerini, çünkü henüz gençti, yirmi sekiz yaşındaydı, hiçbir z a m a n gereğinden fazla çai ış ıp kendini çö-kertmemişti.
1 Ana ise çocuklarının babas> olan bu erkeğin içinden geçenleri bilmezdi. Oyunu sevdiğini bitir a m a , pek üstünde durmazdı. Kumarda-^aybetmedikttin sonra oynasın, ne çıkardı? Hatta öteki kadınlar kendi erkeklerinden yanıp yakılarak, tarladan aldıkları üç kuruşun kumar masasında yitirilmesine s ız landıkça ana kendi kocasından yak ınacak bir durum olmadığı için bayağı bir gurur duyardı. Bazen bu kadınlardan biri :
»— «Şu benim erkekeegizim do senin o güzel adamın gibi olaydı, kadın kardeş! Senihkinin parmaklarında büyü var, sanki . Kumar masasındaki paralar sanki kendili-
35
ğ'ınden onun ellerine akıyor sanırsın! Kısmetli kadınsın, doğrusu, kadın kardeş,» dediği zaman genç kadın hoşnut kalarak gülümserdi. Ve kocasına kumardan ötürü pek çatmaz, a n c a k bazen b a ş k a bir kusurunu bahane eder, söylenirdi.
Erkeği tarlada da kendisi gibi saatlerce durup dinlenmeden iş işleyemezdi. A n a o an dilini tutamayıp ileri geri söylense bile asl ında erkeğine bu yüzden de pek s u ç bulmazdı. Erkek kısmının kadın gibi iş göremeyeceğini, içlerinde ömür boyu birer ç o c u k yüreği taşıdıklarını ana bilirdi. Onun tırmığını bir yana atıp tarla kıyısındaki keçi yolunun çimenleri üzerine uzanarak bir, iki saat uyuduğu sırada kendisi hiç ara vermeden ça l ışmaya artık al ışmıştı. İçinden kocasını seviyordu da ondan. Gelgelelim, konuşurken azarlar gibi dik konuşmak onun huyuydu. Böyle konuştuğu zamanlarda da erkek:
— «Canım isterse uyurum işte,» diye cevap verir
di. «Kendimi besleyecek kadar iş işledim ya!»
O zaman kadın d a : «Ya, çocuklarımız yok mu, onlar
için çal ışmak her ikimizin de boynunun borcu değil mi?»
diyebilirdi.
A m a , bunu hiçbir zaman dememişti; işin doğrusu şu ki o çocuklar sanki ilk baştan beri ya ln ızca, ama yalnızca analarınındı. Erkek onlara karşı o derece ilgisizdi.
Bazen de öyle zamanlar olurdu ki kadının öfkesi olduğu gibi başına sıçrar, o z a m a n dik ve azarl ı konuşmaktan da ileri giderdi. Her mevsim bir iki kez anayı ta yüreğinden vuracak bir şey olur ve diline her zamankinden b a ş k a bir zehir katardı. Örneğin erkek pazar yerine lahana satmaya gidip de parasıyla entipüften, işe yaramaz bir şey aldığı, ya da bayramdan seyrandan gayri günlerde sarhoş olduğu zamanlar kadın öyle bir kızardı ki içinden onu sevdiğini bile unutacak durumlara gelirdi. Hem de öylesine derin, ateşli bir öfkeydi ki bu, için için yanar ve işlenen suçtan saatlerce sonra patlak verirdi ki, erkek o z a mana değin olup biteni yarı unutmuş olurdu. Hoşuna git-
16
meyen şeyleri çarçabuk unutuvermek huyu vardı. A m a , kadın içinden böyle kabaran öfkeye bir türlü gem vuramaz, patlak vermesinin önüne geçemezdi.
»
İşte sonbaharda böyle bir gün evin erkeği k a s a b a d a n
parmağında altın bir yüzükle döndü. D a h a doğrusu yü
züğün al l ın olduğunu o söylüyordu... 1
Yüzüğü görünce ananın başına kan sıçradı ve kadın
en hırçın, en öfkeli sesiyle haykırdı:
— «Ah, sen, üstüne düşen yükü taşımaya razı o lamadın bir türlü! Elimizdeki üç kuruşla sen git küçük parmağına t a k a c a k bir yüzük a l ! Namuslu bir fukara köylünün parmağında yüzüğün ne işi var? Zengin kısmı y a p s a kimse bir şey demez, a m a , fukara yaptığında kim iyi anlama çeker? Altınmış bir de, sözüm ona! Mangırla altın yüzük alındığı da nerde duyulmuş ki?»
Bunun üzerine erkek de o kırmızı dudaklarını büke
rek, a n a s ı n a başkaldıran bir ç o c u k gibi ona bağırdı:
— «Altın işte, gerçek altın! Bir zenginin evinden ç a lınmış, satan a d a m söyledi. Yolda yürürken giz l ice g ö s terdi bana, ceketinin içine saklamışt ı . Yanımdan geçerken bana şöyle bir gösterdi...»
Ana alayla dudak büktü:
— «Elbet gösterir! Senin nasıl saf bir köylü parçası olduğunu bildi, kandırdı işte! İlle altın da o lsa, bir gün kas a b a d a senin parmağında bu yüzüğü görürler, hırsız diye z indana atarlar... O z a m a n biz seni hangi parayla kurtarırız? Zindanda seni hangi parayla besleriz biz? Ver b a kalım gerçekten altın mıymış?»
A m a , erkek yüzüğü ona vermedi. Hırçın çocuklar gibi başını sal ladı ya ln ızca, o zaman da kadının d a y a n a c a k sabrı kalmadı. Erkeğin üstüne atıldı, o güzel , düzgün yüzünü tırmaladı; öyle bir tartakladı ki adam afalladı kaldı. Yüzüğü parmağından hem kadını hor gören, hem de biraz korkak bir tavırla koparırcasına çıkardı.
37
— «Al bakalım, hadi, a! işte!» diye bağırdı. «Bilmez miyim sanki, yüzüğü senin parmağına değil kendime a l dım diye bu öfke!»
A n a bu kez yeniden köpürdü, çünkü bu sözleri duyunca erkeğinin doğru söylediğini anlayıp şaşmışt ı . Evet, erkeğinin bunca yıldır, b a ş k a adamlar gibi karısının kulağına ya da parmağına t a k a c a k bir ziynet alıp getirmeyişi. ananın içinde gizli bir sızıydı. Y ü z ü ğ ü görünce de bunu düşünmüştü. Gözleri erkeğinin yüzüne bakakaldı. Erkek de kendi kendine ve kör tclihlna ağlayan bir sesle:
— «Bana zaten en ufak bir şeyi c o k görürsün,» diye söylendi. «Yok, kazandığımızın hepsi doğurduğun o piç kurularının boğazına gitsin istersin!»
Şimdi gerçekten ağlamaya başlamıştı. Gidip kendini yatağın üstüne attı. Kar ıs ına nispet, sasl i sesl i , içini çeke çeke ağlıyordu. Deminki kavgayı büyük bir korkuyla seyretmiş olan nine hemen oğlunun yanına koştu ve ağlamaktan hasta olmasın diye yatıştırmaya çal ışt ı . Bir yandan da, b a ş k a zaman pek sevdiği gelinine düşman düşman bakıyordu. Babalarının ağladığını görünce çocuklar da a ğ l a maya başlomışlardı. Anaları sert ve haşin görünüyordu gözlerine şu anda.
A m a , annenin öfkesi henüz geçmiş değiidi. Yüzüğü erkeğin parmağından çekip kopararak dişledi. Her ihtimale karşı emin olmak istiyordu, belki de erkeğin dediği gibi gerçekten a l r a s a iyi bir paraya satabilirlerdi. Çal ınmış eşyanın bazen ucuza satıldığı doğruydu a m a , ne olsa erkeğin dediği kadar ucuza da olmazdı. Beri yarıdan adam korkusundan yalan söylemiş, aldığından ucuz göstermiş de olabilirdi.
Is ınnca yüzüğün madeni ananın s a ğ l a m beyaz dişlerine taş gibi geldi. Kat ıksız a ibn o l s a biraz yumuşaklığı hissedilirdi. Bunun üzerine ona yeniden öfkelenerek-.
-~ «Katıksız altın oîsa dişe yumuşak gelmez mi?» diye haykırdı. «Buz gibi pirinç işte, kaskat ı bir şeyi» Yüzüğü biraz, kemirdi ve ç ıkan azıc ık altın bulaşımmı yere tüküre-rek, «Al bak,» dedi. «Kaplaması bile uydurma!»
38
Erkeğinin böyle çocuk gibi dolandırılmış olduğunu düşünmeye dayanamıyordu. Onun yüzüne bakmamak için çıktı, tarlada çal ışmaya gitti. Yüreği öyle bir katılmıştı ki ne a ğ l a ş a n çocuklarını gözü görüyor, ne de kocakarının: «Ben gençliğimde kocamın gönlü hoş olsun İsterdim; kadın kısmı erkeğinin böyle ufak tefek zevklerine göz yum-malı...» diye söylenen tasal ı , titrek sesi kulağına diriyordu. Hiçbir şey dinleyip de öfkesini yatıştıracak durumu yoktu şu sırada.
A m a , tarlada azıcık iş işledikten sonra yumuşak güz rüzgârı yüreğine dolmaya, kendi de farkında olmadan öfkesinin ateşini a lmaya başladı. Dökülen yapraklar, yaz yeşil i solmuş boz yamaçlar, güneye g ö ç eden yaban kazlarının uzak çağr ıs ı , durgun uzanan toprak ve sona ermek üzere olan yılın bütün o yumuşak hüznü kadının haberi olmadan yüreğine girdi ve ona yine eski sevgi dolu duygularını kazandırdı. Eliyle o yumuşak sürülmüş toprağa kış buğdayını serperken içi en sonunda yatıştı. Erkeğini asl ında pek sevdiği akl ına geldi. Erkeğinin yüzü gözlerinin önünde canlanıp içini burktu ve ana kendi kendine pişmanlıkla:
— «Bu a k ş a m sofrasına sevdiği bir yemek koyayım,» diye düşündü. «Kim bilir belki de bu derece kızmak aşırıydı , az ıc ık bir para harcadı diye.»
O zaman da nasıl acele edeceğini, nasıl evine dönüp yemeği yapıp da, erkeğine öfkesinin geçtiğini bir an önce nasıl göstereceğini bilemedi.
Gelgelelim eve döndüğünde adam hâlâ yatakta, kız
gın yatıyor, başını duvara dönmüş, hiç laf etmiyordu. Ana
yemeği pişirdi, gölden tuttuğu birkaç karidesi de, adamın
sevdiği gibi, içine kattı. A m a , yine de çağırdığı zaman er
kek kalkıp yemeğe gelmedi. Hasta gibi ölgün bir sesle:
— «Doğru söylüyorum; yemek yiyecek gücüm yok,»
dedi. «Lanetinle iflahımı kestin sen benim.»
Ana b a ş k a c a sesini ç ıkarmadan yemek tasını bir yana kaldırdı ve kendi işine koyuldu. Dudaklarını sımsıkı kısmıştı. Oğlunu yemek yesin diye kandırmaya çal ışan koca-
39
karının lafına da karışmadı. Bütün öfkesi geri gelmişti. Bir a r a sarı köpek karnı acık ıp ayaklarına dolanınca a n a mutf a ğ a girdi ve erkeğine hazırladığı yemeği gördü:
— «Tamam öyleyse, ben de köpeğe veririm,» diye söylendi.
Ama. yine de içi razı gelmedi. Ne o l s a erkeklerin ağzına layık aştı bu. ziyan edilecek şey değildi. A n a yemek tasını duvardaki oyuğa koydu, bir topak bayat hoşlanmış pirinç bulup köpeğe onu verdi. Kendi kendine de öfkesinin hâlâ geçmemiş olduğunu söylüyordu.
A m a , geceleyin yatağa yatıp da karanlıkta çocuk larını bir yanında, erkeğini öbür yanında bulunca öfkesi tamamen geçti, gitti. O zaman a n a y a öyle geldi ki bu erkek de onun bir çocuğundan b a ş k a bir şey değildir ve evdeki bütün öteki canlar gibi erkeği de kendi eline bakmaktadır; kendi kanadının altına sığınmıştır.
Ertesi sabah ana yataktan yatışmış ve yumuşamış olarak kalktı. Herkesin karnını doyurduktan sonra gitti, kalksın diye erkeğine yalvardı. Erkek karısını böyle yumuş a k görünce, hasta yatağından kalkar gibi y a v a ş yavaş doğruldu. Kadının bir a k ş a m önce hazırladığı yemeğin önce birazını yedi, sonra hepsini birden bitirdi, çünkü gerçekten pek sevdiği bir yemekti bu.
C a n ı çal ışmak istemiyordu. Ana, tarlaya giderken o kapı önünde, güneşe bir iskemle koyup oturdu ve yorgun yorgun başını sal layarak:
— «İçimde bir bitkinlik var. yüreğimin ucu sızım s ı
zım sızlıyor; dinleneceğim bugün,» dedi Ana da onun bu durumunu görünce bir gün önce ona
o kadar çatmakta haks ız olduğunu düşündü. Öfkesine pişman olarak:
— «Dinlen öyleyse,» diye erkeğini avuttu ve kendisi yoluna gitti.
Ama, kadın gittikten sonra erkek evde rahat edemedi. Anasının kapanmak bilmeyen çenesi de bıktırdı onu. çünkü kocakarı oğlu bütün gün oturup onunla çene ç a lacak diye pek keyiflenmişti. Oturduğu yerden ihtiyarı din-
40
leyip çocuklarının oyununu seyretmek erkeğin canını sıktı. «Canım biraz s ıcak cay istiyor.» diye söylenerek yerinden kalktı ve sokağın aşağıs ında, beşinci emmi oğlunun işlettiği hana gitti.
Handa oturmuş cay içerek konuşan b a ş k a erkekler de vardı. Hanın önüne bir tente gerilmiş, gelip geçen yolcuları çekmek için masalar yol üstüne kurulmuştu. Böyle yabancı bir yolcu düştüğü zaman insan dünyadaki garip şeyler üstüne birkaç öykü dinlerdi. Hatta bazen bir saz şairinin bile uğrayıp masal anlattığı olurdu. S iz in anlayacağınız cıvı l cıvıl bir yerdi bu han.
Ne var ki erkek yolda giderken tarladan evine yemeğe dönen ağırbaşl ı emmi oğluna rastladı. Bu adam kahvaltıdan önce, şafak la birlikte gidip de bir boy tarlada çal ışmıştı. Erkeği görünce:
— «İşe gitmediğine göre yolun nereye?» diye sordu. Erkek yakınan, ölgün bir sesle cevap verdi : — «Bizim kadın olmayacak bir şey yüzünden lanet
okuyup hasta etti beni. Yaranılmıyor ona. Öyle bir azarladı ki beni, geceleyin hasta oldum. Bu kez de korktu, bugün otur. dinlen, dedi. Ben de karnımın içini yatıştırsın diye gidip biraz s ı c a k s ıcak ç a y içeyim, dedim.»
Emmi oğlu yere tükürdü ve bir şey demeden geçti,
gitti. Yaratı l ıştan sess iz bir adamdı. İyice zorunlu değilse
konuşmaz, akl ından geçenleri kendine saklardı.
* s »
İşte böyle... genç erkek hayatından hoşnut değildi. Ömrünce yeni bir şey göremeyeceğini, günlerin bu değişmez çarkının yı l larca, sonunda ihtiyarlayıp ölünceye değin dönüp duracağını bilmek, dayanı lmaz bir şey gibi geliyordu ona. Hele hana uğrayan yolcular ona tepelerin ardındaki uzak yerlerle ilgili tuhaf, akı l lara durgunluk verici şeyler anlatt ıkça kendi kaderine katlanmak erkeğe büsbütün g ü ç geliyordu. Bu yolcular tepelerin ardında, ırmağın denizle birleştiği yerde, kocaman bir kent kurulu
41
olduğunu söylüyorlardı. Bu kent türlü renkte, türlü c inste insanlarla doluymuş, az çal ışıp çok para kazanmak ko-laymış, her köşede kumarhaneler ve her kumarhanede g ü zel şarkıcı kızlar varmış; köydeki erkeklerin ömürlerinde görmedikleri, ömür boyu da göremeyecekleri güzellikte kızlar...
Görülmedik şeylerle doluymuş bu kent... Döven yeri gibi dümdüz sokaklar, her çeşit a r a b a , d a ğ gibi yüksek evler ve öylesine dükkânlar ki, pencereleri gemilerle denizlerin ardından, dünyanın dört bir köşesinden gelen e ş yalar la dopdolu. İnsan ömrü boyunca bu dükkânlardaki mallara b a k s a yine bakmakla bitiremezmiş. Bu kentte nefis yiyecekler, bolluk da varmış. Bal ıklar, deniz hayvanları, her şey.. . İnsan karnını doyurduktan sonra kocaman seyir yerlerinden birine girer otururmuş. Buralarda her türlü
.seyir varmış, cani ıs ı , resimlisi... Kimi öyle bir gülünçlüy-müş ki kahkahadan adamın göbeği çatlarmış. Kimi g a rip ve korkunç, kimi de nükteli, açık s a ç ı k şeylermiş. Ama. bütün bunların arasında en acayip şey, kentin sokaklar ının geceleyin de gündüz gibi aydınlık olmasıymış. S o k a k ları aydınlatan lambalar öyle elle yapı lan, ateşle yakı lan cinsinden değilmiş de. göklerden al ınan bir çeşit saf ışıkla kendiliğinden parlar dururmuş.
Bazı zaman erkek handa yabancı biriyle kumar oynadığı s ırada, bu küçük taşra köyünde böyle usta bir oyuncuya rastlayışına ş a ş a n yolcu:
— «Efendi kardeş, kalıbımı basarım kentliler gibi oy-nuyorsun sen.» derdi. «Kentte hangi kumar yerine gitsen kendini gösterirsin!»
Erkek böylesi lafları duyunca kendi kendine gülümser, sonra ciddilikle:
— «Sahi mi söylüyorsun, kardeşim?» diye sorardı. İçinden de küçümsemeyle özlemin karıştığı düşünce
ler geçerdi:
«Doğru y a . bu c a n sıkıntılı cehennemin kovuğunda bana karşı ç ıkmaya kimsenin cesareti kalmadı. K a s a b a d a bile kasabal ı lar la bal 1 gibi b a ş a çıkıyorum.»
42
Bunları düşündükçe nefret ettiği bu toprak üstündeki t ıayatı bırakıp gitmek isteği daha da şiddetlenirdi.
Ç o k z a m a n elindeki beli isteksiz isteksiz toprağa saplayıp çıkarırken, kendi kendine söylenirdi:
— «Gencim, yakışıkl ıyım, parmaklarım ş a n s dolu, gelgelelim sımsıkı bağlıyım şu tarlaya. Gördüğüm hop şu yuvarlak gökyüzünden ibaret. Yağmur da y a ğ s a , güneş de a ç s a hep o gök. Hep o ev, evde aynı kadın, birbiri ardına bir sürü çocuk, hepsinde de aynı ağlama, aynı zır lama. Hepsini ha babam besle de besle. Onları besleyeceğim diye kendi tatlı canıma kıymak, ömrümde hoşuma giden bir tek şen, şakrak yön bulamamak günah değil mi?»
A n a son doğumunu yaptıktan sonra, bir çocuğun ar
dından hemen bir b a ş k a s ı n a gebe kalmış, çok doğuruyor
diye erkeği ona büsbütün içerler, somurtur olmuştu. Gerçi
biliyordu ki bu kadın için övünülecek bir şeydir, yerinile
c e k değil. Bir kadın a n c a k kısır ç ıkarsa kocasının yakın»
maya hakkı vardır; yoksa mevsiminde doğum yaptığı için
deği l ; hele ç o ğ u zaman oğlan doğurursa.. . Ama, şu günlerde erkeğin kimseye hakkını verecek
g ü c ü yoktu. Birçok yönlerden daha delikanlı gibiydi ve yörenin geleneği gereğince karısından da iki y a ş kadar küçüktü. İçi ateş dolu, başında kavak yelleri esiyordu henüz. İki oğlan babası olmak vız geliyordu ona. Aklı fikri eğlencede, değişik şeyler görmekte ve uzak yerlerde keyif sürmekteydi.
Gerçekten de tanrıların keyif, eğlence için yaratmış olduğu bir varlıktı. Uzun boylu değildi ama, biçimli, dinç, kıvrak ve gözü okşayıcıydı; kemikleri incecik incecikti. Yüzü de pek güzeldi. Gözleri ışıl ışıl, kapkaraydı ve somurtmadığı zamanlar için için gülerdi. Kendine uygun arkadaş topluluğu buldu mu hemen yeni bir türkü bulup söylerdi; hazırcevap ve şakacıydı d a . Onun ilk bakışta düz geldiği halde gizli anlam ve kaba imalarla dolu laflar etmesine Köylüler bayılırlardı. K ı s a c a s ı şarkılarıyla, latifeleriyle ko-
43
CÜ bir kalabalığı kahkahaya boğmasını bilir ve kendini erkeklere de kadınlara da sevdirirdi.
Çevresindekilerin güldüklerini duyduğu zaman onları etkileyebildi diye sevinçten yüreği ağz ına gelirdi. S o n r a evine dönüp de kadınının gülmeyen yüzünü, tıkız yapısını görünce: «Tek bu kadındır benim ne yaman adam olduğumu bilmeyen!» diye düşünürdü. Öyle ya, onu övmeyen yalnızca kendi kadını vardı. Beri yandan kendisi de evinde latife yapmaz, çocuklarıyla bile pek seyrek oynardı. Bütün neşesini, latifelerini, sevimli hallerini yabancı lara ve kendi evinden olmayanlara saklıyor gibiydi.
Bupun kadın da farkındaydı. Öteki kadınlar bazen: — «Ah, şu senin erkeğin yok mu, bacı,» diye gülü-
şürlerdi, «vallahi dilleri sahne oyunu gibi tatlı, hele o kıvrak halleri, şen bakışları...»
A n a ciddi ciddi: «Öyledir, gerçekten şen adamdır bizimki,» diye cevap verir, sonra içinin sızısını göstermemek için b a ş k a şeylerden söz açardı . Ç ü n k ü için için s e viyordu erkeğini ve onun kendisiyle bir aradayken hiçbir zaman neşelenmediğini biliyordu.
* *.=»
Ananın dördüncü doğumunu yaptığından sonraki yaz, karı-koca o zamana dek aralarında görülmedik derecede şiddetli bir k a v g a ettiler. Yeniyılın altıncı ayına rastlayan bir gündü. Y a z başında öyle bir gün ki hangi erkeğin o l s a başını döndürecek yepyeni zevkler, sefalar la ilgili düşünceler verecek kadar güzel! Erkek de bütün sabah saatlerini, düş kurarak geçirmişti. Hava gevşetici . yumuşak, s ı c a k ; yapraklarla otlar taptaze yeşil, gökyüzü desen öyle parlak ve derin bir mavilikteydi ki çal ışabil irsen çal ış! Yatıp uyumanın da yolu yoktu, çünkü tam sıcaklar henüz bastırmamış, ortalık cıvıl cıvıl hayatla kaynaşıyordu. K u ş lar bile durup dinlenmeden ötüp cıvı ldaşıp duruyorlardı ve tatlı bir rüzgâr insanla eğlenircesine, tepelerden kâh sar ı zambak, kâh yabani mor salkım kokusu getiriyordu. S o n ra gökyüzüne doğru esip o k o c a , kar gibi bembeyaz bu-
44
Jut kümelerini kâh toplayıp kâh dağıtıyordu. Ve bulutlar ışıltılı gökyüzünde uçuştukça tepelerle vadileri pek az görülen bir ışık-gölge oyununa tutuyor, ortalığı kâh aydınlatıp kâh gölgeye boğuyorlardı. İnsanın kanını kaynatan bir gündü bu, çal ış ı lmayacak kadar hafif ve oynak, insanın aklını, fikrini dağıtan bir gün.
O l a c a k iş ya, bu parlak günün öğle üzeri köye yazlık k u m a ş satan bir satıcı geldi. Sırtında taşıdığı kocaman ç ı kının içinde bir sürü kumaş vardı, her renkten, her cinsten, hatta bazıiarı çiçekliydi bile! Ve adam yürüdükçe:
— «Kumaşlarım var, iyi parçalarım var!» diye bağırıyordu.
Bu sırada a n a , erkeği, çocukları ve yaşl ı nine avludaki söğüt ağaçlar ının altında öğle yemeklerini yiyorlardı. Onları görünce satıcı durdu:
— «Kumaşlara bir bakmak ister misiniz, hanım ana?» diye sordu.
A n a : «Kumaşa verecek paramız yok ki,» diye cevap verdi. «Biz a lsak a lsak şu bebecik için bir parça ucuz bez alabiliriz; hepsi o. Bizim gibi fakir fukara çiftçi kısmının parası türlü türlü giysi ya da kumaş almaya elvermez. B iz a n c a çıplak kalmamak için giyinebiliriz.»
Kocakar ı da lafa kar ışmasa olmaz! O tiz ihtiyar sesiyle:
— «Gelinimin hakkı var,» diye söylendi. «Zaten şimdiki zamanın kumaşlarında bile hayır kalmamış, bir iki kez yıkadın mı paralanıverlyor. O y s a benim gençliğimde ninemin yeldirmesini giyerdim, evlenlnceye değin de dayandı. O zaman gururumuza yediremeyip yenisini yaptık, yoksa eskisi daha pek güzel giyilirdi. O y s a bak şu sırtımdaki kefenlik hırkalarının ikincisi. Handiyse bu da eskiyecek, üçüncüsünü dikmek gerekecek. Şu zamanın bezleri o derece çürük, dayanıksız...»
Bezirgan, müşteri kokusu almış, yanaşmıştı. C o ğ u be
zirganlar gibi pek terbiyeli, uysal tavırlı, insanın suyuna
gitmesini bilen bir adamdı. Anaya dil döktü, ihtiyara da
tatlı bir laf söyledi.
45
— '«Koconine, bir bak heie. öyle kumaşlarım var ki sizin eski günlerdeki kumaşlara taş çıkartır. En küçük torununa da pek y a r a ş a c a k , doğrusu. B a k , hanım ana, şu küçük parça. Bugün büyük bir köyden geçerken zengin karısının biri topun çoğunu tek oğluna elbiselik aldı. Yeni top açtığım için ondan kumaşın fiyatını tam istedim. A m a , elimde şu kadarcık bir parça kaldı, hanım ana. Onu da şu nur topu gibi oğlanın hatırı için sana zarar ına vereceğim, inan!»
Bu sözleri ard arda bir nefeste söyleyedursun, satıcı bohçasından pek güzel bir parça çıkarmıştı. Çimen yeşili yer üzerine büyük kırmızı çiçekl i bir kumaş.
Kocakar ı hayran hayran: «Ay!» diye mırıldandı, çünkü kendi yarı kör gözleri bile kumaşın canlı renklerini iyice seçebilmişti. Ana ise parçayı görür görmez adeta âşık oldu. Kucağındaki ç o c u ğ a baktı. Bebeciğin, göbeğindeki pis bir paçavra parçasından b a ş k a sırtı çıplaktı. O y s a tombul, tosun gibi oğlandı, üç çocuğunun içinde en g ü zeli oydu ve babasına pek benziyordu. Şu çiçekli kumaş ona kim bilir ne yaraşırdı! Bütün bunlar ananın içinden geçt i , yüreği erir gibi oldu ve kendini tutmak istediği halde tutamayarak :
— « K a ç a olur bakalım?» diye sordu. «Ama, ne o l s a alamam. Şu çocuklar la ihtiyarı doyurup mal sahibine kira vermeye paramız g ü ç yetişiyor. Zengin karılarının tek oğlanlarına aldıkları kumaş bize yaraşmaz.»
Bu sözleri duyan ihtiyarın içine bir üzgünlük çökmüştü. K ı z çocuğu yerinden kalktı ve hasta gözleriyle kumaşı görebilmek için yüzünü iyice yaklaştırarak baktı. Büyük oğlan hiç umursamadan yemeğini yiyor, babası da kayıtsız bir türkü tutturmuş oturuyordu.
Şimdi bezirgan sesini iyice alçaltmış, tatlılaştırmıştı. Kumaşı bebecikten yana şöyle bir tuttu ama, kirlenmesin diye pek yaklaşt ırmomaya da dikkat etti. Yarı fısıltı gibi bir sesle:
— «Böyle bez, böyle renk, bu sağlamlık,» diye üsteledi. «Elimden çok parça geçti benim a m a , böylesin! daha
46
görmedim! Kendimin bir oğlu olsaydı vallahi bunu satmaz
ona saklardım a m a , ne yaparsın ki bizim kadın kısır, bana
çocuk verdiği vereceği yok; ne diye böyle güzelim malı
ona verip z iyan edeyim?»
ihtiyar nine bezirganın sözlerini c a n kulağıyla dinliyordu. Karısının kısır olduğunu duyunca pek ilgilendi, hemen lafa karıştı:
— « A a , pek yazık ayol, as lan gibi de erkeksin! G e n ç bir kız a lsan da talihini bir kez daha denesen y a ! Hep derim ben, erkek kısmı en a ş a ğ ı üç kadın denemeli ki eksikliğin kimde olduğu ortaya çıksın...»
Ana dinlemiyordu. Dalgın ve düşünceliydi, iradesi gitgide kırılıyordu. Kucağındaki güzel bebeciğin kumral tenine kırmızı yanaklar ına bu kumaş öyle güzel yaraşmıştı ki sonunda ana daha fazla kendini tutamayarak:
— «En son k a ç a olur onu söyle, çünkü kesemiz hiç uygun değil,» dedi.
O zaman satıcı bir fiyat söyledi. Hiç de yüksek değildi. Ana onun daha pahalı söyleyeceğini sanmıştı. Yüreği sevinçten titredi a m a , ciddiliğini bozmadan, başını olmaz diye sal ladı ve pazarlıkta gelenek olduğu üzere, adamın istediği fiyatın yarısını verdi. Bu öyle az bir paraydı ki bezirgan kumaş parçasını hemen geri çekip çıkınına koydu ve kalkıp gidecekmiş gibi yaptı. Bunun üzerine ana biraz daha yüksek fiyat söyledi, böylece karşılıklı çekişmeye başladılar. Bezirgan birkaç kez daha kalkıp gidecekmiş gibi yaptıktan sonra çıkınını yine yere koyup kumaş parçasını ortaya çıkardı ve sonunda, iîk istediğinden biraz daha az fiyata razı oldu. Ana da içerdeki balçık duvarın bir oyuğunda sakladığı yerden parayı a lmaya gitti.
Bütün bunlar olup biterken evin erkeği tembel tem
bel oturuyor ve yavaş sesle şarkı söylüyordu. Arasıra,
her yemekten sonra yaptığı gibi s ıcak su içmek için şar
kısını kesiyorsa da, anayla bezirganın pazarl ığına hiç ka
rışmıyordu.
47
Ama, bezirgan şeytan gibi bir adamdı, her fırsattan yararlanmak isterdi. Şimdi de çıkınından bir p a r ç a daha kumaş çıkardı ve erkeğe hiç aldırış etmez gibi bir tavırla, öteki topların üzerine şöyle bir serdi. Ham ipekten bir kumaştı bu, yaz s ıcağında insanın tenini nasıl serin tutac a ğ ı besbelliydi, rengi de gökyüzü gibiydi, öyle duru, öyle mavi...
Bezirgan, erkekten yana, a c a b a gördü mü diye gizlice bir baktı, sonra yan gülerekten:
— «Yazlık urba aldın mı bu yıl kendine, efendi kardeş?» diye sordu. «Henüz almadıysan işte tam s a n a göre bir parça, hem de fiyat bakımından, yemin ederim, kas a b a dükkânlarında bu kumaşı dünyada böyle ucuza alamazsın.»
Erkek, yok, der gibilerden başını sal ladı. A m a , o haylaz, güzel yüzüne pısırık bir bakış gelmişti. Acı a c ı :
— «Bu evde benim kendime bir iğne a lacak gücüm
yok,» diye söylendi. «İşten başka bir şey yok benim yaz
gımda! Ben çal ışt ıkça doyuracak boğaz artıyor, bana da
daha çok iş işlemek düşüyor.»
Gezgin satıcı çok köy, çok k a s a b a dolaşmıştı, insanın huyunu gözünden okumak onun mesleği gereğiydi. Bu g e n ç erkeğin de keyif düşkünü olduğunu, hayatın yükünü vakitsiz yüklenmiş bir delikanlıya benzediğini bir bakışta anladı. Hemen tatlı, anlayışl ı bir tavır takındı:
— «İşinin ağır, kazancının az olduğu belli, a kardeş,»
dedi. «Güzelliğinden de anlıyorum ki bu zor hayat sana
göre değil. Ama, yeni bir giysi yapın, bak göreceksin, ne
yaman ilaçtır, insanın yüreğini serinletir. Yeni bir yazlık
urba yapınmak erkek kısmı için en büyük zevktir. Böyle
bir kumaşı sırtına geçir ip o parmağındaki yüzüğü parlat
tın mı, saçını da biraz yağla taradın mı, kalıbımı basarım
sen en kibar kasabal ı erkeklere bile taş çıkartırsn!»
Doğrusu bu lakırdılar erkeğin pek hoşuna gitmişti.
Biraz aptal bir bakış la keyifli keyifli güldü, sonra ken
dini toplayarak ciddileşti. \
43
— «Ömrümde bir kere de kendime yeni bîr urba y a pınmaya hakkım yok mu yani? Bütün kazancımız birbiri ardına gelen şu piçlere gidiyor. Ömrümün sonuna değin böyle pılı-pırtı içinde mi gezeceğim yani?»
Hemen eğilip kumaşı parmaklarıyla yoklamaya başladı. K o c a k a r ı da şimdi heyecanlanmıştı.
— «Pek güzel bir parça, oğul.» diye lafa karıştı. «Yeni urba y a p ı n a c a k s a n bundan iyisini bulamazsın. Bir z a manlar, hâlâ aklımdadır, senin babanın da böyle güzel mavi bir urbası vardı. Evlendiğimiz z a m a n mıydı a c a b a ? A m a , yok, düğünümüz kışın olduydu. Beni öylesine bir aksırık tuttuydu da herkes gelin kızın a k s ı n p durmasına güldüydü...»
A m a , oğlu onu dinlemeyerek birden, boğuk bir ses le:
«Bundan bir urba k a ç a çıkar?» diye sordu.
T a m satıcı kumaşın fiyatını söylerken ana elinde öte
ki parçanın parasıyla çıkageldi ve olup biteni görünce
telaşa kapılarak:
— «Daha fazla verecek paramız yok ki!» diye bağırdı.
Onun bu bağırışı erkeğin yüreğini katılttı sanki . İnatla:
— «Kim ne derse desin, ben bu kumaştan bir urba yapınacağım! Hem öyle hoşuma gitti ki parçayı hemen kestireceğim,» diye direndi. «Evde üç tane gümüş paramız olduğunu bal gibi biliyorum.»
Bu üç parça gümüş paranın değeri büyüktü. Bunları evlenecekleri zaman kızın anası vermişti. Genç gelin g ü müşleri k o c a evine çeyiziyle getirmişti. En değerli mülküydü bu paralar. O gün bu gündür ne denli darda k a lırsa kalsın onları harcamaya kıyamamıştı. Kocakarıy ı ölecek sanıp tabut yaptırdıkları z a m a n bile borç a lmış, harç almış, ille gümüşlerine ilişmemişti. Üç gümüş paraya sahip olduğunu bilmek ananın içine her zaman bir rahatlık verirdi. Bir gün hiç çaresiz kaldıklarında bir s a v a ş ya da kıtlık olursa, elleri büsbütün kuruyacak olursa bir d a yanakları var demekti. Bu üç para duvarın oyuğunda dur-
'MA F. : 4/49
d u k ç a ana hiç o lmazsa bir süre açl ıktan ölmeyeceklerini bilirdi. Onun için hemen:
— «O gümüşleri harcayamayız!» diye bağırdı.
A m a , erkek g a z a b a gelerek kuş gibi yerinden fırladı ve onu itip geçtiği gibi içeri koştu; hemen duvardaki oyuğa gidip gümüşleri aldı. Kadın da onun arkasından koşmuş, onu kavramış, tutmaya çalışıyordu. A m a , erkeğin çevikliğiyie b a ş a ç ıkamazdı ! Erkek onu si lkip attı; kadın kucağında ç o c u ğ u y l a yere yığıldı kaldı. K o c a s ı :
— «Altı arşın kes bakalım, yarım arşın da m a k a s p a yı bırak!» diye bağırarak dışarı koştu.
Sat ıc ı hemen kumaşı kesti, gümüşleri de alıp cebine indirdi. Gerçi para kendi istemiş olduğu fiyatın xbiraz a ş a -ğısındaydı ama, satıcı kumaşını bir an önce satarak çıkıp gitmekte acele ediyordu.
A n a en sonunda düştüğü yerden kalkıp da dışarı ç ıktığı zaman, bezirgan gitmiş, gümüşler uçmuş, erkekse söğüdün yeşil gölgesinde, ellerinde parlak mavi k u m a ş parçasıy la, öylece duruyordu.
Kocakarı biraz önceki yaygaradan ürkmüştü. Gel ininin dışarı çıktığını görünce yüksek, tiz bir sesle konuşmaya başladı :
— «Mavisi pek tatlı, oğul ; parası da ç o k değil. Sırtın ipek yüzü görmeyeli kim bilir k a ç y a z oluyor...»
Gelgelelim erkek onu dinlemiyor, kötü kötü karısından yana bakıyordu. Yüzü mosmor kesilmişti. Öfkesinin verdiği cesaretle:
— «Urbamı sen mi y a p a c a k s ı n , y o k s a , b a ş k a bir k a dına götürüp parayla yaptırayım d a , kendi karım yapmıyor mu, diyeyim?» diye haykırdı.
Ana hiçbir şey demedi. Y ine her zamanki iskemlesine oturdu. Biraz önce erkeğin itip düşürmesi onu çok sarsmıştı. Yüzü hâlâ sapsarıydı ve hiç sesini çıkarmıyordu. Kucağındaki ç o c u k korkusundan hâlâ avaz ı çıkt ığınca b a ğırmaktaydı a m a , ananın ona aldırış edecek g ü c ü yoktu. İstediği gibi bağırsın diye yere bıraktı ve dağı lan s a ç l a rını yeniden topuz yaptı. Bir süre derin derin soludu. Bir-
50
k a ç kere de yutkundu. S o n r a , erkeğin yüzüne bakmaksız ın:
— «Ver bana, ben dikerim,» dedi. Erkeğinin giysisini bir b a ş k a kadının dikmesi ağr ına
giderdi. Köy halkının bu k a v g a konusunda b a ş k a c a laf etmelerine f ırsat vermek de istemiyordu. Zaten bağr ışma-yı duyunca hepsi kapı önlerine çıkmış, dinleyecekleri kadar dinlemişlerdi.
A m a , o günden sonra kadın erkeğine bu olaydan ötürü kin besler oldu. Kumaşı kesti gerçi ; biçti ve dikti. Hem de güzel dikti, çünkü, mal iyi maldı, özenmeye değerdi. A m a , giysiyi zevk almadan bitirdi ve erkeğe karşı takındığı serî, donuk tutum değişmedi. Onunla, kadınların yaptığı gibi havadan sudan, köyde o!i|p bitenlerden ya da buna benzer ufak tefek şeylerden konuşmayı bile kesti.
Kadın böyle donuk durduğu için erkek de somurtur, şarkı bile söylemez olmuştu. Yemeğini yer yemez h a n a gidip oradaki erkeklerle çay içiyor, gece g e ç saatlere dek kumar oynuyordu. Böyle oiurıca sabahlan da g e ç kalkıyordu. B a ş k a z a m a n olsa ana onu öyle azarlar, öyle bir başının etini yerdi ki erkek sırf kuiağı dinç olsun diye s o nunda ona boyun eğerdi. O y s a şimdi erkeği ne denli g e ç vakte kadar uyursa uyusun ana hiç sesini çıkarmıyor, tarlaya kendi başına gidip işliyor, erkeğinin her yaptığını küskün, sert bir sessizl ik le karşıl ıyordu. Gerçi bu küskünlük, bu sertlik kendini de harap ediyordu c ine, bu kez erkeğine karşı yumuşamak eiincle deği! gibiydi,
Urba sonunda tamamlandı. Yapı lması biraz uzunca sürmüştü, çünkü pirinç ekme zamanıydı. Sonunda urbayı yapıp bitirdiği zaman bile ana, erkeğinin üstünde nası l durduğuna bakmadı. Hiçbir şey demeden urbayı ona verdi. Erkek giyindi, yüzüğünü küçük taş parçalarıyla parlattı, saçını mutfaktaki şişeden boşalttığı yağla taradı ve fiyakalı bir tavırla s o k a ğ a çıktı.
Her gören urbasının ne kadar güzel oiduğunu, nasıl yaraştığını söylüyordu a m a , bu övmeler erkeği umduğu derecede hoşnut etmedi nedense. Karıs ı hiçbir şey deme-
51
misti. Hiçbir şey olmamış gibi eğilmiş, k ısa saplı süpür-gesiyle evi süpürmeye başlamış, bir kere biie urba iyi durdu mu, vücuduna iyi oturdu mu diye sormamıştı. B a ş k a zaman erkeğin ayağına bir çift çar ık bile y a p s a , iyi geldi mi diye sorardı. A m a , bu kez erkek kapıda bir süre oyalandığı halde kadın bir kez olsun başın: kaldırıp da bakmamıştı. Sonunda erkek yarı utangaç bir tavırla:
— «Çok güzel dikmişsin bu urbayı, şimdiye değin diktiklerinin hepsinden daha güzel,» demişti. «Sırtımda kasabalı ların giysileri gibi durdu.»
A m a , kadın bakmamakta hâlâ inat ediyordu. Süpürgeyi bir köşeye dayayıp gitti, bir topak pamuk aldı, eğirip iplik yapmaya başladı, çünkü elindeki ipliğin hepsini mavi urbayı dikmek için bitirmişti.
Sonunda acı a c ı , «Bana öylesine pahal ıya çıktı ki bu urba, kralların giysisi gibi dursa yeridir.» diye cevap verdi.
A m a , başını kaldırıp erkeğine bakmadı. Erkek öfkeyle s o k a ğ a çıktığı zaman giz l ice arkasından bile bakmadı. Gerçi mavi urbanın ona pek güzel y a r a ş a c a ğ ı n ı biliyordu ama, yüreği kin doluydu.
62
V
G Ü N bütün gün a n a kocasının yolunu gözledi. Tarlayı başıboş bırakmıştı. S ı ğ su birikintilerinin için
deki pirinç filizlerinin yeni yeni beliren b a ş l a n hafif rüzgârda dalgalanıyordu. Güneş sıcakt ı . Ürünün kendi kendine büyüdüğü, tarlada iş işlemeyi gerektirmeyen bir gün.
Böylece a n a söğüt ağacının altına* oturup iplik eğirmeye koyuldu. İhtiyar da lafını dinleyecek birini bulduğuna sevinerek, gidip onun yanına oturdu. Bir yandan çene çalarken ceketinin düğmelerini açt ı , buruşmuş cıl ız kollarını g ü n e ş e uzattı. Bu canım y a z güneşinin ta iliklerine işlediğini duyabiliyordu. Çocuklar da çırı lçıplak koşuşup oynamaktaydılar.
Ya ln ızca a n a , hiç sesini ç ıkarmadan, oturduğu yerden iplik eğiriyordu. İği parmaklarının usta hareketleriyle döndürüyor, eğirdiği iplik s ımsıkı , bembeyaz çıkıyordu. İplik uzadıkça ana uzayan kısmını cilalı, yuvarlak bir bambu parçasının üstüne makara gibi sarıyordu. İplik eğirişinde de her türlü iş yapısındaki gibi kendine güvenen, usta bir rahatlık vardı. Onun yaptığı iplikler her z a man düzgün, dayanıklı olurdu.
Güneş yavaş y a v a ş tepeye çıktı, öğle oldu. Ana iği elinden bırakıp a y a ğ a kalktı. A c ı a c ı :
— «Handiyse çıkar gelir. Öyle ya mavi urba adamın karnını doyurmaz,» diye söylendi.
İhtiyar'da her zamanki gibi gülmeye hazırdı:
53
— «Doğru dedin, erkeğin üstündeki b a ş k a , içindeki başka...»
Ana gitti, oyuk kabakla pirinç sepetinden tek tanesini bile yere dökmeden pirinç aldı. Pirinci ince bambu hasırından yapma süzgeçi i bir sepete koydu, gö! kıyısına gitti. Giderken çevresine bakındı a m a , yeni mavi urbayı hiçbir yanda göremedi.
Dikkatle su kıyısına indi, pirinci y ıkamaya başladı. Ö n c e süzgeçi i sepeti suya daldırıyor, sonra o kuvvetli, esmer elleriyle pirinci ovalıyordu. Bunu, pirinçler inci gibi bembeyaz, pırıl pırıl oiana dek üstüste yaptı.
Eve dönerken bir b a ş lahana söktü, bir a ğ a c a bağlı duran mandaya bir tutam ot attı. Büyük oğlan kız kardeşinin elinden tutmuş ondan yana geliyordu. Ana usulca:
— «Babanızı hiçbir yandd gördünüz mü?» diye sordu. «Handa, sokakta, ya da bir kapı önünde fîian?»
Oğlan, «Bu sabah-handa biraz oturdu, ç a y içti,» diye cevap verdi. «Sırtında yeni mavi urbası vardı. K a ç a çıktığını emmi oğluna söyleyince'emmi oğlu da pek pahalıya çıkmış dedi.»
Ana sert bir sesle, «Pahalıya çıktı ya, sen bana sor onu,» diye söylendi.
Kızı d a : «Babamın urbası masmaviydi,» diye lafa karıştı. «Mavisini benim gözüm bile seçti.»
Ana b a ş k a bir şey demedi. Sepet yatağının içinden küçük bebek y a y g a r a y a başlamıştı. Ana gidip onu aldı. ceketinin önünü açtı ve bir yandan oğlunu emzirerek yemek hazırlığına koyuldu.
— «Oturduğun yerden gözünü yoldan yana dönüver. kocanine.» diye seslendi. «Urbasının mavisini seçer s e ç mez bana haber ver; yemeğini sofraya koyayım.»
İhtiyar neşeli sesiyle, «Olur, kızım,» diye cevap verdi. Ana pirinci erkeğinin sevdiği gibi, diri diri. tane tane
pişirdi. Pişirip bitirdiği halde erkek henüz dönmemişti. Lahanayı haşladıktan sonra, tam göbeğinin üstüne dökmek için, erkeğinin sevdiği gibi mayhoş bir s a l ç a bile yaptı. Ama, erkek hâlâ gelmiyordu.
54
Bir kez bekleştiler. S o n r a kocakarının karnı iyice acıkt ı . Yemek kokusuyla içi bayılır gibi oldu ve açlığının verdiği huzursuzlukla:
— «Beklemeyelim gayri benim oğlum olacak herifi!» diye bağırdı. «Ağzımın suları a k a r oldu. karnımın içi d a vul gibi boşaldı da hâlâ geleceği yok.»
Ana ihtiyarın yemeğini verdi, çocukların da karnını doyurdu. Hatta önlerine lahana bile verdi. Yalnız, lahananın göbeğini erkeğine ayırdı. Bundan sonra kendisi de yemek yedi a m a . pek az. Nedense bugün pek iştahı yoktu. Öyle ki, bir sürü pirinç artakaldı. Bu pirinçle lahanayı a n a , çabuk kokmasınlar diye serin, esintili bir köşeye kaldırdı. Akşamleyin ısıttı mı yeni pişmiş gibi olurdu.
Yemekten sonra ana bebeciğini emzirdi. Bebek kana kana süt emdi, sonra uykuya daldı. Tostoparlak, tombul tombul, gürbüz bir oğlandı. Güneşin s ıcağından yanakları al al olmuştu. İki büyük çocuk da söğüt ağacının gölgesine uzanıp uyuyakalmışlardı. Kocakar ı oturduğu sandalyede başı önüne düşe d ü ş e uyukluyordu. Küçük köyü öğle s ıcağının sessizl iği ve uyku saatinin huzuru sarmıştı. Öyle ki hayvanlar bile, başları önlerine eğik, uykulu duruyorlardı.
Uyumayan bir tek anaydı. İğini al ıp döven yerinin, söğüt gölgesinde kalan yanına oturdu ve iplik büküp eğirmesine devam etti. A m a , bir süre sonra iş yapamaz oldu. Şimdiye değin durup dinlenmeden çal ışmış, iplikleri bükmüş, eğirmiş, bükmüş eğirmişti. Sonra, oturduğu yerde duramaz oldu. Bir tuhaf kuruntu gövdesine ikinci bir c a n gibi yayılmıştı, sanki. Erkeğinin yemek için eve gelmeyi aksattığını şimdiye değin hiç bilmiyordu. Kendi kendine:
— «Oyun filan için k a s a b a y a gitmiş olsa gerek,» diye mırıldandı.
Bu hiç akl ına gelmemişti, a m a , düşündükçe iyiden iyiye aklı yattı. Biraz sonra kapı-karşı komşusu olan emmi oğlu tarlaya gitmek için evinden çıktı. Bir a ğ a ç altında şekerleme yapmakta olan karısı da uyandı, karşı eve s e s lendi:
~r- «Seninki bugün bir yerlere gitti galiba?»
55
A n a son derece rahat bir tavırla, «Oyle, bir işi varmış, k a s a b a y a kadar gitti.» diye cevap verdi.
Araçlarının arasında beliyle tırmığını aranan ağırbaşl ı emmi oğlu d a : «Yeni mavi urbasını giymiş, süslenmiş, püslenmişti. K a s a b a yoluna saptığını gördüm,» diye lafa karıştı.
Ana yaln ızca, «Öyle,» dedi.
Emmi oğlu erkeğini k a s a b a yolunda gördü diye ananın içi biraz yatışmıştı. Yeniden hevesle iplik eğirmeye başladı. Anlaşı lan erkeği ondan öc almak için bir günlüğüne k a s a b a y a gitmişti. Tevekkel i değil yeni urbasını g i yince yüzüğünü parlatıp, saçlarını yağlamamışt ı ! Bunları düşündükçe kadının içinden yine kızmak geldi a m a , öfkesi geçmişti , yeniden körüklemek elinde değildi, çünkü emmi oğlunun sözlerine rağmen hâlâ bir tuhaf, ezik kaygı içindeydi.
Öğleden sonranın saatleri, s ıps ıcak, uzadı gitti. İhtiyar öğle uykusundan, ağzının a ğ a ç kabuğu gibi kupkuru olduğundan yakınarak uyandı. A n a kalkıp ona çay verdi. Çocuklar uyanıp az ıc ık toz toprak içinde yuvarlandılar, sonunda kalkıp oyuna daldılar. Bebecik de uykusundan keyifli uyandı ve sepetinde yattığı yerden gülmeye başladı.
Ananın bütün rahatı kaçmışt ı . Uyuyabilse uyuyacak
tı. B a ş k a gün o l s a , iş işlerken bile kolöycacık uykuya
daldığı olurdu. Öyle gürbüz ve sağlamdı ki uykusu k a ç
mak nedir bilmez, her zaman tatlı tatlı, derin derin uyuya
bilirdi. Gelgelelim bugün içinde öyle bir sıkıntı vardı ki
onu uyutmuyordu. Her an kulağı seste gibiydi.
En sonunda beklemekten ve sokağın boşluğundan usanarak a y a ğ a kalktı. S o k a k inşan da dolup t a s s a , kendi beklediği gelmedikçe onun gözünde bomboştu. Ana bebeciğini kolunun altına kıstırıp kalçasın ın üstüne oturttu, tırmığını öbür eline aldı ve ihtiyara:
— «Güney yamaçtaki mısırların otunu yolmaya gidiyorum,» diye seslenerek tarlaya yollandı.
56
Yürürken kendi kendine, evde oturup durmazsa beklemenin kolaylaşacağını , iş işleyip gövdesini yordukça saatlerin daha çabuk geçeceğini düşünüyordu.
B a ş ı n a , güneşin s ıcağından korunmak için mavi bir mendil sardı ve tırmığını durup dinlenmeksizin taze yeşil mısırların aras ında dolaştırarak, a k ş a m a değin mısır tarlasında çal ışt ı . Küçük, eğri-büğrü bir toprak parçasından ibaretti bu tarla. Topraklarının ekebildikleri kadarına pirinç ekerler, su çıkarabildikleri tepeleri bile pirinç setleri haline getirirlerdi. Çünkü pirinç mısırdan daha gözde bir yiyecekti ve daha pahalıya satılırdı.
G ü n e ş gölgesiz y a m a c a ışıklarını serpiyor, mavi mendile rağmen kadının başına geçiyordu. Ç o k geçmeden ce-Reti terden sırı lsıklam kesildi. Y ine de ana durup dinlenmeden çalışıyor, işine a n c a k ç o c u k ağladığı zaman ara veriyordu. O z a m a n yere çöküp ç o c u ğ u emziriyor, ateş gibi yanan yüzünün terini eliyle siliyor ve çevresindeki parlak, çıplak y a z manzarasını, görmeyen gözlerle seyrediyordu. Lmzirmesi bitince ç o c u ğ u yere bırakıp yine işe başlıyordu.
Böylece vücudu s ız lamaya başlayıp düşünemez olunc a y a değin çal ışt ı . Artık yerden toplayıp fırlattığı otlardan b a ş k a bir düşüncesi yoktu.
En sonunda güneş ufka yaslandı ve küçük vadi birdenbire gölgelere boğuldu. O zaman a n a doğrulup terli yüzünü ceketinin ucuyla sildi ve yüksek ses le, kendi kendine:
— «Şimdi o eve gelmiştir de bekliyordur bile,» diye söylendi. «Gidip aşını yapayım.»
Yerden çocuğunu al ıp yine ka lças ına oturttu ve evine döndü.
Ne var ki erkeği gelmemişti. A n a bunu, köşeyi döner dönmez anladı. K o c a k a r ı meraklı gözlerle tarladan y a n a bakmaktaydı. İki ç o c u k da yorgun argın kapı eşiğine oturmuş bekleşiyorlardı. Onu görünce:
«Ana!» diye bağırdılar. O d a , ş a ş k ı n : — «Babanız gelmedi mi daha?» diye sordu. Büyük o ğ l a n : «Gelmedi y a , bizim karnımız aç,» diye
cevap verdi. K ız da yarım yarım çocuk diliyle ağabeysî-nin söylediklerini tekrarladı:
— «Gelmedi, karnımız aç.» Güneşin en son keskin, altın renkli ışınlarına karşı
sımsıkı yummuş olduğu gözlerini hiç açmıyordu. Kocanine yerinden kalktı; s a r s a k adımlarıyla s o k a ğ a
doğru yürüyerek, o sırada evine dönmekte olan emmi oğluna:
— «Benim oğulu gördün mü?» diye sordu.
Bunun üzerine genç kadın bîrden huysuzlaşarak, «Bırak be, kocanine, âleme yayma oğlunun gelmediğini,» diye söylendi.
A m a , ihtiyar meraklı, kısık gözlerini yoldan ayırmak-sızın, «Yalan mı, gelmedi işte,» dedi.
Gelini s e s çıkarmadı. Çocuklara soğuk pirinç verdi. Kocakarının pirincinin üstüneyse azıcık s ı c a k su koydu. Sar ı köpeğe vermek için de bayat birkaç kırıntı çıkardı. Onlar yiyedursun kendisi bebeciği kucağında, köy hanına gitti.
Handa pek az konuk kalmıştı, çünkü b a ş k a köylere gidecek olanlar çoktan ayrılmışlardı. İşlerin devşirildlği, erkek kısmının evine, ocağına döndüğü saatti bu. A n a : «Burada olsaydı, tam yol başında bir m a s a d a olurdu,» diye düşündü, çünkü erkeği her gelip geçeni, her olup biteni görmek isterdi. S o n r a mutlaka masasında bir b a ş kası daha olurdu, çünkü yalnız oturmayı hiç sevmeyen bir adamdı. Ya da kumar oynanıyorsa onu oyuncuların en orta yerinde bulacağınız yüzde yüz bir şeydi.
Genç kadın hana yaklaştı a m a , ne kulağına oyun g ü rültüsü gelmiş, ne de gözüne ham ipekten yeni mavi bir urbanın ışıltısı ilişmişti. Kapıya dek gidip baktı. Erkeği içerde de yoktu. Ya ln ızca han sahibini gördü. Adam sobanın yanında, duvara dayanmış, a k ş a m yemeğinin ağırlığını dinlendiriyordu. Yüzü günlerce s o b a üstünde yemek pişirmekten kapkara kesilmişti. Hancı , nası lsa yine çabucak kirleneceğini, yağlanacağını bildiği için yıkanıp temizlenmeyi de gereksiz s a y a n bir adamdı.
58
Kadın, «Benim çocukların babasını gördün mü?» diye kapıdan sordu.
Adam önce kapkara tırnağıyla dişlerini karıştırarak umursamadan, «Bu sabah yeni mavi urbasıyla geldi. Bir süre burda oturdu, sonra da kasabadan yana gitti,» diye c e v a p verdi. S o n r a birden bir dedikodu kokusu alarak c a n landı: «Ne var, bir şey mi oldu, kadın kardeş?»
Ana çarçabuk, «Yoo, bir şeycik yok,» diye cevap verdi . « K a s a b a d a bir işi vardı. Z a a r bitiremedi. Sanır ım bu geceyi de orda bir yerde geçirip yarın gelir gayr i»
Hancı merakla, «Ne işi?» diye sordu. A n a , «Ben kadınım; erkeğin işinden ne anlarım?»
dedi ve dışarı çıktı. Yolda kendine seslenenlere dudağıyia cevap veriyordu
a m a , kafası dalgındı. Akl ına bir şey gelmişti. Eve döner dönmez gidip duvardaki oyuğu eliyle iyice yokladj. Evet, oyuk boştu. O y s a birkaç bakır, bir tane de küçük gümüş paraları olduğunu ana çok iyi biliyordu. Ç ü n k ü , erkeği pirinç saplarını daha birkaç gün önce- iyi bir fiyatla satmıştı. Alışverişte ustaydı. Aldığı paranın ç o k ç a kısmını da evine getirmiş, karısına vermişti. Ana parayı onun elinden alıp saymış, duvardaki oyuğa koymuştu. Şimdiyse paranın yerinde yeller esiyordu.
O zaman ana erkeğinin temelli gittiğini anladı. Onun temelli gittiği düşüncesi bulut gibi sardı beynini. O küçük toprak evin toprak zeminine birden çöküverdi ve be-, beciğini bağrına basarak hiç s e s s i z , öne arkaya sal lanmaya başladı. Gitmişti erkeği işte. Üç çocuğuyla onu olduğu gibi bırakıp gitmişti.
Kucağındaki ç o c u k huysuzlaşınca ana ne yaptığını duşunmeıiun ceketini açıp ona meme verdi. Öteki iki çocuk da ıceri girdiler. K ız usul usul mızıldanarak, gözlerini oluşturuyordu. Kocakar ı değneğine yaslanarak onların peşinden geldi. Üstüste:
— «Acep benim oğul nerede? A kız, s a n a söyledi mi nereye gittiğini? Tuhaf şey, oğlanımın gidip de gelmemesi,» deyip duruyordu.
59
A n a sonunda yerinden kalkarak, «Sonunda yarın g e lir oğlun, kocanine,» dedi. «Sen gir döşeğine, yat da uyu. Yarın döner o.»
Gelinin sözleri ihtiyarı avuttu.
— «Öyle, öyle, yarın döner elbet,» diyerek, boş odada el yordamıyla gitti, yatağına yattı.
O yatınca a n a iki büyük çocuğunu avluya çıkarıp yıkadı. Y a z akşamlar ı onları yatırmadan önce yıkamayı huy edinmişti. İkisinin de üzerine oyuk kabakla su döktü, yumuşak esmer tenlerini ovucuyla ovalayıp temizledi. A m a , ne çocukların dedikleri kulağına giriyor, ne de kızının gözlerinin acıs ından ötürü sızlanışını duyuyordu. Anc a k yatağa girdiklerinde büyük oğlan babasının hâlâ ge lmediğine ş a ş a r a k :
— «Peki a m a , babam nerde yatıyor?» diye sorduğu zaman.. . ancak o zaman ana kendini daha fazla tutama-yarok:
— «Kasabadadır zaar, yarın sabah çıkar gelir, ya da birkaç gün sonra,» diye söylendi.
Y ine öfkesi kabarmıştı: «Elindeki biraz para bitince ne y a p a c a k , döner gelir
elbet.» diye acı a c ı söylendi. «O z a m a n o yeni mavi urbanın kirini pasını yıkayıp temizlemek de bana düşer!»
Erkeğine kızabilmek anayı bir bakıma rahatlattı. Öfkesini içine sindirdi, besledi iyice. K ı z d ı k ç a erkeğini nedense daha yakınında duyar gibiydi. Hayvanı içeri alır, kapıyı sürmelerken de kızgın k ızgın:
— «Hatta d a h a bu g e c e , ben güzel güzel uyurken g e lir kapıya vurursa hiç şaşmam!» diye düşündü.
Gelgeld im yattıktpn sonra, s ıcak gecenin durgunluğu, bu boğucu odanın sessizl iği içinde, öfkesi yine geçip gitti ve anayı bir korkudur aldı. Erkeği geri gelmezse onun hali nice olurdu, tek başına bir kadın, yaş ı da daha genç? Yatak nasıl da büyük geliyordu bu g e c e ; kocaman! Dikkatli olmanın gereği yoktu bu g e c e . kollarını, bacaklarını istediği gibi a ç s a olurdu. Öyle ya erkeği yoktu.
60
içini erkeğine karşı s ı c a c ı k bir istek bürüyüverdi. A ltı yıldır her g e c e onun yanında yatmıştı. Gündüzün k ı z s a , sinirlense bile geceleyin yanı başına yattığında onun bütün haylazlığını, bütün ç o c u k s u huylarını unuturdu. Şimdi de yattığı yerden akl ına erkeğinin güzell iği, kıvraklığı geldi. Ç o ğ u adamlar gibi çürük dişli değildi, nefesi de pis pis kokmazdı. Tersine civan gibi erkekti, dişleri pirinç taneleri gibi bembeyazdı. A n a yattığı yerden bunları aklından geçirdikçe bütün öfkesi geçt i , gitti; içinde kala kala erkeğinin özleminden b a ş k a bir şey kalmadı.
Gelgelel im ertesi sabah, uykusuz geçen geceden sonra yorgun, bitik, yataktan kalktığı z a m a n yüreği yine katı laştı. Hayvanları dışarı sal ıp çocuklar la ihtiyarı doyurdu ve erkeğin hâlâ dönüp gelmediğini görünce kendi kendine:
— «Hele bir parası bitsin, bak nasıl gelecek, bak nasıl gelecek o zaman!» diye söylenmeye başladı.
Oğlan sabah sabah babasını yatakta göremeyince yine ş a ş k ı n , «Nerde babam hâlâ?» diye sordu. O zaman a n a :
— «Birkaç gün gelmeyecek dedim sana!» diye bağırdı. «Şûran olursa sen de öyle söyle. Daha birkaç gün gelmeyecek, de.»
Bununla birlikte kadın o gün tarlaya gidemedi, iskemlesini kapı önüne, köyün tek, küçük sokağını görebileceği bir yere çekip oturdu. Bir yandan kocakarının g e vezeliğine verecek cevaplar buladursun, öbür yandan kendi kendine: «O mavi urbanın mavisi öyle duru ki ta uzaktan gözüme çarpar,» diye düşünerek yün eğiriyor, iği her çevirişte yola doğru giz l ice bir bakış fırlatıyordu.
Kendi kendine erkeğinin almış olduğu parayı, bu paranın k a ç gün dayanacağın ı da hesapladı. Altı, yedi günden faz la pek dayanmazdı, a m a , erkeğin o uğur dolu, ha-, fif parmaklarını unutmamak gerek; kumar oynar k a z a nırsa k a s a b a d a uzunca kalabilirdi.
O s a b a h öyle dakikalar oldu ki ana kocakarının ç e nesine daha fazla d a y a n a m a y a c a k durumlara düştü a m a , erkeği belki de şimdi ç ıkar gelir umuduyla dişini sıktı.
61
Öğle üzeri çocuklar karınlan acıkıp geldiler. Büyük oğlan babasına ayrılmış olan lahanayı görüp istedi, lakin anası vermedi. Oğlan direnince a n a oğlunu pataklayarak:
— «Babanın dedim sana!» diye haykırdı. «Bu g e c e karnı aç döner gelirse, bu aş ona a n c a yeter.»
Öğieden sonranın s ı c a k s e s s i z saatleri uzadı gitti ama, erkek gelmedi. G ü n yine her zamanki gibi altın ışıklarla ağır laşarak battı. Vadiye bir süre gurup ışıklan vurdu, sonra akşam oldu; derin, karanlık bir g e c e .
O zaman ana lahana aşını getirdi, çocuklarının önüne koydu
— «Yiyin, yiyebildiğinizce... Yar ına kal ırsa bozulur gayri,» dedi. «Kim bilir artık ne zaman...»
Mayhoş sa lçadan biraz da kocakarıya verdi. — «Ye, kocanine, oğlun yarın gelirse ben ona yeni
sini yaparım.»
İhtiyar, «Yarın mı gelecek benim oğul?» diye sorunca ana durgun durgun:
— «Belki yarın,» diye cevap verdi.
O g e c e yattığında ananın derdi ve korkusu büyük
tü. Kendi kendine: «Dönüp dönmeyeceğini tanrı bilir!» diye düşünüyordu.
Haftaya, parası bitince erkeğin dönüp geleceği umu>-dunu da içinden çıkarmak istemiyordu. Haftanın günleri de birer birer geçmeye başladı. Her gün ananın içinde, erkeği artık bugün gelecekmiş gibi bîr h is doğuyordu.
Köy sokaklarında yarenlik, eden, öteki kadınlarla durmadan çene yarıştıran bir kadın değildi. A m a , şimdi köyün yirmi kadar kadınının hepsi birer ikişer kapısına gelip erkeği nerde diye sorar oldular.
— «Bu köyde hepimiz bir ev gibiyiz, hepimiz birbirimize hısımız,» diyorlardı.
Sonunda a n a kendi gururunu korumak için bir masal uydurdu ve soranlara istifini bozmadan cevap vermeye başladı :
62
— «Uzak kentin birinde bir arkadaşı varmış, bizimkinin. Onun da bildiği bir kapı varmış, iyi para veriyor-larmış. T a r l a d a didinmekten daha iyi, demiş. Bizimki bak a c a k , işine gelmezse dönüp gelecek, yok işine gelirse k a lacak. O zaman efendisi izin verene dek dönemez, elbet.»
Bunu, doğru konuşur gibi öyle bir gözünü kırpmadan söylemişti ki kaynanası şaşkınl ıklar içinde kalarak:
— «Ayol, böyle güzel haberi bana niye söylemedin, ben onun anası değil miyim?» diye bağırdı.
Ana bir yalan daha uydurarak: «Oğlun kimseye bir şey deme diye tembih etti de ondan,» diye cevap verdi. «Hele anamın dili düşüktür, yalan yanl ış herkese laf y a yar, dedi. Kapıyı beğenmez de hemen döner gelirse, kimse bir şey bilmesin istedi.»
Kocakar ı değneğine dayanıp gelininin yüzüne b a k a rak, «Öyle dedi ha?» diye güldü. Ama biraz da alınmıştı. «Gerçi laf etmesini eskiden beri severim a m a , dilim de gayri öylesi düşük değildir elbet!»
A n a artık, uydurduğu yalanı sık sık tekrarlıyor, büsbütün tamamlamak için arasıra eklemeler bile yapıyordu.
Köyün fitne karısı sık sık ananın kapısının önünden geçerdi. Duldu bu fitne kadın, ağabeyisiyle birlikte oturur, çoluk ç o c u ğ u olmadığı için fazla işi, uğraşısı da olmazdı. Bütün gün oturur, diktiği çarıkların üstüne konac a k küçük ipek güller yapmakla oyalanırdı. Bunun için görüp işittiklerini kafasında evirip çevirecek, tuhafına giden bir meseleyi içinden İnceleyecek vakit bulurdu.
Bu kez de ananın erkeğinin böyle gidip gelmeyişini kafasına taktı ve birkaç gün sonra akl ına bîr şey geldi. Fitne k a n küçücük ayaklarının son hızıyla hemen s o k a ğ a fırlayıp ananın evine koştu ve kurnaz bir bakışla anaya:
— «Tuhaf şey,» dedi.«Senin adam bu iş haberini kimden aldı? Öyle y a , köyümüze çoktandır mektup geldiği yok. hele senin adama ömründe mektup geldiğini bilmiyorum.»
Oradan çıkıp giz l ice, köyün okuma yazma bilen tek adamının evine gitti. Köyden biri kırk yılın başı bir mek-
tup y a z a c a k olursa bu adam yazar, köylülere kırk yılda
bir mektup gel ince bu adam okur, böylece birkaç mete
lik kazanırdı.
Fitne karı işte bu a d a m a , «Geçen kuşaktan Üçüncü Li'nin oğlu olan şu bizim Birinci Li 'ye şu son günlerde mektup filan geldi mi?» diye sordu.
Adam gelmedi deyince fitne karı, «Ama gelmiş o l s a gerek, birkaç g ü n önce,» diye dudak büktü. «Karısının lakırdısı öyle.»
Bu kez adam kıskançl ık la, a c a b a mektubu bir b a ş k a köyün yazıcıs ına mı götürdüler, diye düşündü. Üstüste;
— «Mektup filan gelmedi.» diye söylendi. «Ben bilme
sem kim bilecek? Ne mektup geldi bu köye son günlerde
ne de köyden mektup gitti. Kimsenin gelip bana bir şey
okuttuğu yazdırdığı olmadı. Kimseye pul da satmadım bu
günlerde. O y s a benden başkasında pul bulunmaz. Posta
tatarı bizim köye uğrayalı üç hafta oldu da geçt i bile.»
Bu kez fitne karı bu işte iyice bir bit yeniği sezdi. Her yerde Birinci Li'nin karısının yalan söylemiş olduğunu, çünkü adamın mektup filan almadığını gizl iden gizliye yaymaya başladı . «Bence Birinci Li karısını bıraktı, kaçtı.» diyordu. «O yeni urba uğruna k a v g a etmişlerdi de
birbirlerine sövüp saydıklarını bütün köy duymamış mıydı? Hatta adam karısına vurup yere yıkmış değil miydi? Kendi çocukları söylüyordu.»
Bu laflar sonunda ananın kulağına gitmez olur mu? A m a . o hiç istifini bozmadı. Mavi urbayı kendi eliyle, erkeği şehre giysin diye diktiğini, kavgayı b a ş k a sebeple ettiklerini söyledi. Mektuba gelince, mektup gelmiş değildi ki, arkadaşı iş haberini deniz kıyısından gelen bir gezgin satıcıyla, ağızdan göndermişti.
İşte böyle, a n a durmadan yalan uydurmaya devam etti. Kocakarı bu masal lara bütün kalbiyle inanıyor ve durup durup oğlundan, oğlunun nasıl zengin o lacağından söz acıyordu. A n a da hiç bozuntuya vermiyordu. Kocalar ı kaçıp âleme rezil olan kadınlar ağlar. A n a hiç ağlamıyordu.
64
Sonunda uydurduklarına herkesi inandırdı. Fitne k a
rının, bile çenesi kapandı. Dul k a n şimdi a n c a k ipekten
cicekleriyle uğraşırken kendi kendine:
— «Görürüz bakalım.» diye homurdanıyordu. «Hele
biraz vakit g e ç s i n , para. mektup gönderecek mi görürüz;
bir gün dönüp gelecek mi onu da görürüz elbet.»
Böylece köyceğizi bir süre kaynaştıran bu küçük he
yecan da yatıştı, herkes yine kendi derdine daldı, a n a
da, ananın masalı da unutuldu.
Ancak o zaman ana hayatına yeni bir düzen vermek
yoluna gitti.
Erkeği gelecek diye umut bağladığı haftanın yedi g ü
nü de gelmiş geçmiş, erkeği geri dönmemişti. Bu arada pi
rinçler olgunlaştı, ağır laşan sapsarı başlarını eğip bekle
diler. Ama, erkek hâlâ dönmüyordu. Kadın onları kendi b a
şına biçti, hasat etti. Y a l n ı z c a komşuları olan emmi oğlu
kendi pirincini kesip topladıktan sonra iki gün geldi, ona
yardım etti.
Ana yardım bulduğuna sevindi ama, emmi oğlundan
çekinirdi de biraz. Çünkü bu, az ama öz konuşan bir adam
dı, başkalarının işine karışmazdı a m a , soru sorunca açık
ça sorduğundan ona yalan söylemesi pek güçtü. Neyse ki
emmi oğlu kadına hiçbir şey sormadı. Gerekenden fazla
bir laf etmeksizin s e s s i z sedasız çalıştı. Giderken de:
— «Emmi oğlu kira vaktine kadar gelmezse ben gelir
mai sahibinin payını ayırmakta s a n a yardım ederim.» de
di. «Çünkü, bu yeni vekil kurnaz, sinsi herifin biri. Hem
de yalnız bir kadının öyleleriyle iş görmesi doğru olmaz.»
A n a adama, canı yürekten «Eksik olma» dedi. Yardı
ma muhtaçtı çünkü, mal sahibinin yeni vekilini pek az
tanıyordu. B u , her tutumundan, her sözünden yapmacık
kibarlık a k a n bir kasabalıydı.
Böyle böyle günler ay oldu, gitti. Her sabah ana ş a
faktan önce kalkıyor, hâlâ uyuyan nineyle çocukların ye
meğini hazırlıyor, bir koluna bebeğini, öbür eline kısa.
ANA F . : 5/65
kıvrık orağını alarak, daha herkes uykudayken tarlaya g i
diyordu.
Bebeği büyümüştü artık, oturduğu yerden kendi ken
dine oynuyordu. Aveunu toprak doldurup ağzına soku
yor, tadını beğenmeyip tükürüyor ama, az sonra unutup
yine yiyordu. Böylece üstü başı çamurlu tükürüğe bula-
nıp kalıyordu. Ama, ne yaparsa yapsın, anasının ona ba
kacak zamanı yoktu. Ç ı k a r yol yoktu: iki kişinin işini g ö
recek! Onun için durmadan çalışıyordu. Bebecik a ğ l a r s a
bırakıyordu, ağlasın. Ancak yorulup da dinlenmeye otur
duğu zaman memesini onun topraklı a ğ z ı n a verecek fırsat
bulabiliyordu. Ç o c u ğ u n topraklı ağzıyla, elleriyle kendi vü
cudunu kirletmesine de öidınş edecek durumu yoktu.
Böylece ana, pirincin sert s a n tanelerini avuç avuç
topladı. Her a v u ç dolusu pirinci almak için ayrı ayrı eği
lip kalkarak hepsini topladı ve sepetlerin iç|ne küme kü
me doldurdu.
Hasat vakti dilenciler, çapulcular, çiftçinin yere düşürdüğü pirinç tanelerini toplamak İçin tarlalara üşüşür-lerdi. Ana onları görünce, terden, topraktan kararmış, yorgunluğunun acısıyla buruşmuş yüzünü onlara doğru çevirerek küfürler savurdu.
— «Benim gibi erkeksiz, tek başına bir kadının tar
lasına gelmeye utanmıyor musunuz? Ben sizden d a h a
yoksulum, dilenciler sizi, hırsız parçaları!» diye haykırdı.
Hem onlara, hem analanyla babalanna, hem de ç o
cuklarına öyle lanet etti ki çapulcular sonunda onun tar
lasından çıkıp gittiler, çünkü bu şiddetli lanetler gerçek
ten yerini bulur, diye ödleri kopmuştu.
Sonra ona pirincini sepet sepet evinin avlusundaki
döven yerine taşıdı. Mandayı köşedeki kaba t a ş dövene
bağlayıp döven dövdü. Harman vaktinin o durgun, s ı c a k
günleri boyunca sabahtan akşama dek döndürdü durdu
mandayı. Kendi de onunla birlikte döndü durdu. Sonra pi
rincin .boş kalan kabuklarını toplayıp bir köşeye yığdı.
Kabuksuz pirinç tanelerini de eliyle rüzgârda savurdu.
3§
Şimdi büyük oğlanı da işe koşmuştu. Oğlan biraz oya-lansa ya da canı oyun istese a n a kendi yorgunluğunun verdiği huysuzlukla, işten getirdiği usancın verdiği çaresizl ikle ç o c u ğ u dövüyordu.
S ı r a pirincin t ınazlanmasına gel ince ana bunu beceremedi. Esk iden beri erkeğinin yapmış olduğu bir şeydi bu. Erkeği nedense tınaz işinden pek öyle yüksünmez, tınazları pek güzel , düzgün hazırlar, üstlerini balçıkla iyice sıvardı.
Bu kez a n a emmi oğluna başvurdu, tınaz yapmasını öğrenmek istediğini söyledi. Erkeği şehirde bir yıldan fazla k a l a c a k olursa bir dahaki harman vaktinde tınazları yine büyük oğlanla birlikte kendi yapması gerekecekti.
Emmi oğlu geldi, ona tınaz yapmasını öğretti. A n a da boş durmadı, tınazın çevresine sıvanan otları yerden alıp adamın eline verdi. Böylece pirinç harmanı da yapıldı, bitti.
Durmadan ça l ışmak anayı bir deri. bir kemik bırakmış, etini, canını eritip gitmişti. Cildi de güneşten, açık havadan kupkuru kesilmişti. Ama, sütü hâlâ boldu. Baz ı kadınlar vardır, bütün yedikleri kendi etlerini, butlarını besler de çocuklar ına hiç süt olmaz. G e l g e l d i m bu kadın a n a olmak için yaradıimıştı. Gövdesi s ı rasında bir deri bir kemik k a l s a bile çocuklar ının sütünü ihmal etmez, çocukların hatırı için kendi kendini harcardı. .
Mal sahibine kira verme vakti sonunda geldi, çattı. Köyün ve bütün dolay tarlaların sahibi olan bu a d a m h a sattan payını a lmaya hiçbir z a m a n kendi gelmezdi. Nası l o l s a bu topraklar ona da babasından kalmıştı. Uzak kentin birinde bolluk içinde, tembel tembel oturur, köye kendi yerine vekilini gönderirdi. E s k i vekil yirmi yıl hizmetten sonra kendi kesesini yeter derecede doldurduğu için işten çıkmıştı. Ş imdi yeni bir vekil vardı.
Yeni vekil köyceğize gelip kapı kapı dolaşmaya b a ş layınca ana kendi kapısına çıkıp beklemeye koyuldu. Ürünü döven yerine y ığmış hazırdı.
67
Bu vekil tepeden tırnağa dek kasabalıydı. Uzun boylu, düzgün yapılı bir erkekti. Urbası gümüşi ipektendi, ayaklarında deriden pabuçlar vardı. Yumuşak, iri elleriyle s ı k s ık üstdudağını sıvazl ıyor v© yürüdükçe çevresine belli belirsiz bir e s a n s kokusu saçıyordu.
Vekii kapıya gel ince ana sıkı ldı, biraz geri çekildi. A d a m ı n :
— «Erkeğiniz nerde?» sorusuna da cevap vermedi.
Sonunda kaynanası : «Oğlum gayr i kentte çalışıyor benim, burda bir gördüğün bizler varız.» dedi.
A n a hemen büyük oğlunu emmi oğluna gönderdi ve hiç sesini ç ıkarmadan beklemeye koyuldu. Vekile merhabadan b a ş k a bir şey dememişti. Ç a y verirken de konuşmadı. A m a , bal gibi farkındaydı ki erkeğin gözü kendi çıp lak ayaklarında ve esmer yüzündedir.
Emmi oğlu gelip ürünü bölüştürdü. A n a onun varlığından hoşnuttu. Konuşmak ya da paylan ölçerken başında bulunmak zorunda olmadığına seviniyordu. Çünkü emmi oğlu son derece dürüsttü.
A m a . ürünün böyle bölüştürüldüğünü görmek ne olsa güçtü. Her çiftçi için pek zor bir şeydi bu; elleri n a sırsız kasabal ının birine, kendi ahn_ teriyle aldığı üründen pay vermek. A m a , çaresiz verirlerdi, ç ü n k ü vermezlerse başlarının derde gireceğini bilmez değillerdi. Ürün paylaştıktan b a ş k a mal sahibinin vekiline ayr ıca besili bir ya da iki tavuk, bir ölçü pirinç, biraz yumurta hatta, hatta g ü müş para vermek gelenek olmuştu; \
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi . kira işi tamamen s o na erince köylüler vekiî şerefine bir de şölen verirlerdi. Şölen için her ev bir türlü yemek yapıp getirmek zorundaydı. Nasıl ki a n a şu koişuz-kanatsız olduğu zamanda bile şölen için kendi tavuklarından birini tutup kesti. T a vuğu hafif ateşte ağır ağır buğuladı. T a v u ğ u n şekli hiç bozulmadan etleri öyle bir yumuşacık pişti ki dokunur dokunmaz eriyivereceği belliydi.
Saat lerce bu tavuk kokusuna evde çocuklar ın day a n a c a k güçleri kalmamıştı. Mutfağın kapısından ayrılmıyorlardı. S o n u n d a büyük oğlan:
68
— «Keşke bize pişireydin! K e ş k e biz de ömrümüzde
bir kez tavuk yiyeydik!» diye sızlandı.
A n a da yorgunluğunun a c ı s ı diline vurarak:
— «Böyle et yemek zengin kısmından b a ş k a kimin
haddine düşmüş?» diye cevap verdi.
Ama. yine de. şölenden sonra erkekler sofradan kal
kınca a n a gitti, kendi tavuğunun üstünde kalmış olan bir
parça deriyle eti aidi, oğluna verdi.
— «Acele et de çabuk büyü. oğlanım,» dedi. «O z a
man sen de erkeklerle bir şölen sofrasına oturursun.»
Ç o c u k saf saf: «Babam salar mı dersin?» diye s o
runca, a n a yine a c ı acı cevap verdi:
— «Çabuk dönüp gelmezse, onun yerine sen g e ç e
ceksin.» •
** Böylece hasat vakti geçti, iyice sonbahar oldu. Ç o c u k
lar yatakta analarıyla kendilerinden b a ş k a bir yatan daha olduğunu unutmuşlardı nerdeyse. İhtiyar bile oğlunun adını seyrek anıyordu artık, çünkü esen sert rüzgârlar onu iliklerine değin ürpertir olmuştu. Bütün gün rüzgârdan uzak. güneşli, s ı c a k bir köşe aramakla geçiyor ve rüzgârlar durmadan değişiyor, her yıl güneş bir önceki yıldan daha az ısıtıyor diye. sızlanıp duruyordu.
Büyük oğlan şimdi her gün bir sürü iş görüyor ve bunu artık doğal sayıyordu. B a ş k a iş olmadığı günler mandayı yamaçlarda otlatmaya götürüyordu. Böyle zamanlarda bütün günü mandanın sırtına uzanarak geçirdiği olurdu. Ya da gider tepedeki mezarlığa oturur, otların arasındaki cırcır böceklerini tutarak bunlara küçük küçük, ottan kafesler örerdi. Eve dönüşünde bu kafesçikleri kapıya a s a r , böceklerin ötüşü de kızla bebeciği pek sevindirirdi.
Ç o k geçmeden yamaçlardakî otlar kışın yaklaşmasıyla karardı. Kırlardaki y a z çiçekleri tohuma kaçtı. Yol kenarları mor yıldızlara, küçük, sarı renkli yabani kasım-patılarına büründü. G ü z çiçekleriydi bunlar. Kışın yakmak için ot ve s a z toplama vakti geldi demekti.
69
Anayla oğul bu kez her gün s a z toplamaya çıkar oldular. Bütün gün a n a sazlar ı biçiyor, oğ lan da ottan ipler yaparak anasının kestiği sazlar ı demetleyip bağlıyordu. Şimdi dört bir yanlarındaki yamaçlar ın üzerinde mavi mavi benekler belirmişti ki bu benekler de anay la oğlu gibi s a z biçip desteleyen köylülerdi.
Akşamleyin gün batıp da dağlardan beriye serin bir rüzgâr ç ık ınca bütün bu insanlar, omuzlarındaki sır ıklann iki ucunda iki büyük s a z balyasıy la, İncecik patikalardan a ş a ğ ı , köylerine dönerlerdi. Anayla oğlu da bunlara katılırlardı. Yalnız oğlanın taşıdığı balyalar küçük küçüktü.
Eve gel ince ananın ilk işi bebeği kucaklayarak sütten çat layacak gibi ş işen memelerini rahatlatmak olurdu. Bütün gün pirinç lapasından b a ş k a bir şey yememiş olan yavru da iştahla, süt emerdi. Havalar soğuyal ı ihtiyar nine gün batar batmaz yatağına girer olmuştu. A m a , kızc a ğ ı z anayla oğlun döndüklerini duyunca hemen el yordamıyla kapı önüne çıkardı. Gözleri soluk g ü z ışığında bile acıdığı halde küçük kız ağabeysinin gel işine sevinerek gülümserdi. Ağabeysi bütün gün iş işlemeye başlayalı beri küçük kız onu özler olmuştu.
G ü z de böyle gelip geçti. Tar la sürülüp buğday ekilecekti. A n a oğluna en küçük bir rüzgârdan yararlanarak tohum serpmesini, tohumu ne seyrek ne sık değil de tam düzenli ekmesini öğretti. K ı ş , buğdaylar daha yeni bitmişken bastırdı ve tarlaların toprağı soğuktan kaskat ı kesildi, çatladı.
Bu kez a n a yatağın altındaki sandığa kaldırmış olduğu kışlıkları ç ıkardı, güneşte havalandırıp hazırladı. Yazdan beri durup dinlenmeden çal ışmak parmaklarını öyle bir nasır yapmıştı kl kışlıkların kaba pamuklu kumaşı bile elinin pürüzlerine takılıp kalıyordu. Parmaklar ı henüz şeklini tam yitlrmemiş olmakla birlikte sert leşmiş ve ş i ş mişti.
Gelgelel im, onun işi bitecek gibi değildi ki! Kapı önüne rüzgârsız, güneşl i bir köşeye oturarak önce herkesten ç o k üşüyen ihtiyarın kışlıklarını düzeltti. İhtiyarı b irkaç
70
gün yatakta tutarak kırmızı kefenlik hırkasının yüzüyle astarı arasındaki, yazın çıkarmış olduğu pamukları yine yerine dikti. K o c a k a r ı s ı c a c ı k yatakta yatmaktan hoşnut, konuşup duruyordu:
— «Bu kefeni de eskitecek miyim dersin, gelinim? Y a zın öyle sanıyorum a m a k ış gel ince kuşku duyar oluyorum, yediğim yemek içimi eskisi gibi ısıtmıyor, artık.»
A n a da dalgın, cevap veriyordu: «Sen d a h a bunun gibi k a ç kefen eskitirsin, kocanine!
Ben senin gibi herkesi tahtalı köye yolcu edip de kendisi arkada kalan bir a c u z e daha görmedim!»
K o c a k a r ı da keyfinden çat lak çat lak gülerek: «Öyle, öyle, dayanıklıyımdır, doğrusu,» diyor ve hayatından hoşnut, kefenliği hazır olsun diye bekliyordu.
Hırka bitince sıra çocuklar ın giysilerine geldi. Kız ı-nınkileri bozup en küçüğe, büyüğününkileri de kıza yapmak gerekiyordu. S o n r a da büyük oğlanın kışlık giyimini düşünmek vardı.
A n a erkeğinin uzun, pamuklu ceketîyle üç kıştır giydiği pantolonu çıkarıp baktı. Ceketin yakasıy la yenlerini k a ç kez onarmıştı. Pantolonun önünde yamanmış büyük bir yırtık vardı. Bir keresinde erkek mandaya kızıp da boynuzundaki ipi hızla çekince, hayvan canının acıs ından başını şöyle bir kaldırmış, boynuzu pantolonun kumaşını yırtmıştı.
Erkeğin giysilerini oğlan için küçültmeye ananın içi razı olmuyordu, bir türlü. Ceketle pantolonu, yüreği s ızlayarak evirdi çevirdi, düşündü taşındı. Sonunda:
— «Ya ç ıkar geliverirse? Hele dursunlar bakalım,» dedi kendi kendine.
A m a , oğlanın soğukta g iyecek hiçbir şeyi yoktu! Ç o c u k c a ğ ı z sabahın, akşamın ayazında titreyip duruyordu. En sonunda ana kararını verip giysileri bozdu, oğluna yaptı. Kendi kendini de:
— «Çıkar gel irse biraz pirinç s a t a r yenilerini alırız,» diye avuttu. «Yı lbaşında gel irse yeni yeni giysiler yapınmak hoşuna gider zaten.»
71
K ı ş i lerledikçe a n a . kocasın ın y ı lbaşında geleceğine iyiden iyiye inanır oldu. G i d e c e k evi o lan h e r adam yılbaş ı n d a evine döner, s o k a k t a a n c a k dilenciler kalırdı. A n a d a soranlara:
— «Yeniyi! bayramında dönecek.» diye cevap verme
y e başladı .
Kocanine artık günde k a ç kez: «Oğlum yı lbaşında
geldiği zaman...» deyip duruyor, çocuklar da o günü iple
çekiyorlardı. Yantyıl bayramı iç in kendin* güzel bir çift pabuç dik
mekle meta*" olan fitne kan a r a s ı m bi lgiç bi lgiç gülüm-
— «Seni** ' M » n h i ç mafctuı getm«yışı gerçekten tuhaf, im um».» demetten g e n «almıyordu. «Mektup gelme-* # n ı bilişimin hikmetini sorarsan, arzuhalci söyledi»
A n a ise. serinkan . un tavırla, «ıvuç Kez ağızdan haberini aidtm.» diye c e v a p yeriyordu «Ne bizimki ne de ben ç o k ç o k mektup y a z a n cinsten degıhz. Bir kere s o k a ğ a a t a c a k paramız yok. S o n r a arzuhalcinin ne yazıp yazmadığını nerden bi leceksin? B i r kez mektup geldi mi y a z ı lanın dünyaya ilan olması da c a b a . O n u n mektup yazma-yışından doğrusu b e n hoşnudum.»
işte. böyle böyle a n a . dedikoducu karının ağzını k a pamasını bildi. Erkeğinin y ı lbaşında geleceğini öyle ç o k söylemişti ki herkesle bir kendi de tamamen inanır olmuşt u .
Y ı lbaşı yak laşt ıkça köyde herkes bayram hazırl ıklarına daldı. Ananın da iş i başından aşk ınd ı . Ç o c u k l a r a yeni çarıklar yapması , giysilerini y ıkayıp temizlemesi, bebec i ğ e yeni bir başl ık dikmesi gerekiyordu. A m a . hepsi bu da değildi. Erkeği için de yapı lacak hazırl ık vardı.
Durup dururken pirinç satmaya içi razı olmuyordu. B u n a rağmen iki büyük sepete pirinç doldurup k a s a b a y a , götürdü ve erkeğinin sattığından pek az d ü ş ü k bir f iyatla satt ı k i kadın olduğuna ve erkeklerle ya ln ız b a ş ı n a pazarlık ettiğine göre. bu h iç de kötü sayı lmazdı-Pir incin paras ıy la a n a duyardaki tanrının önünde y a k m a k için iki kır-
72
mızı mumla biraz günlük, çift araçlarına yapıştırılmak için uğur getiren kırmızı renkli harfler, tatlı çörek yapmak için de biraz yağla şeker aldı. Bunlardan sonra elinde kalan parayla da bir kumaşçı dükkânına girip on arşın kadar güzel, mavi keten kumaş, sonra İki, iki bucuk kilo pamuk satın aldı.
Evet. erkeğinin geleceğine artık öylesine inanıyordu
ki eve gidince makası çıkarıp kumaşı dikkatle, özenle biç
ti. Bir ceketle pantolon yaptı, astarladı. Astarın içine de
pamuklan iyice düzenli bir biçimde yerleştirdi, dikti. İnce
kumaş parçalarını sımsıkı dolayarak düğmeler de yaptı.
S o n r a giysileri bohçaya koyup kaldırdı.
Bütün ev halkına bu dikilenler, bekledikleri erkeği
kendilerine biraz daha yaklaştırmış gibi geldi.
Yeniyıl geldi ama, erkek gelmedi. Ev halkı tertemiz
bayramlıklarını giydiler ve bütün g ü n beklediler. Gıcır-
gıcır urbaları kirlenecek diye çocukların ödü kopuyor, ih
tiyar da yemeğini önüne dökmemeye çalışıyordu.
Bütün gün a n a kendini zorladı, yüzündeki gülümse
meyi eksik etmedi.
— «Daha akşam olmadı, elbet gelir gün batmadan.»
dedi durdu, bütün gün.
Erkeğin iyi dostu olan bazı köylüler kapıya, eğer kent
ten döndüyse diye ona sağlıcaklık dilemeye geliyorlardı.
Her seferinde ana..onlara çayla küçük şekerli çörek ç ı k a
rıyor. «Erkeğin nerde?» diye sorduklarında:
— «Bir bakarsın a k ş a m d a n ö n c e çıkar gelir.» diyor
du. «Bir bakarsın efendisi ta bizim buraya gidip gelecek
kadar uzun izin vermemiştir, gelemez. Duyduğuma göre
efendisi pek seviyormuş bizimkini, pek güveniyormuş.»
Ertesi gün gelen kadınlara da, hep o güler yüzlü, içi
rahatmış gibi duruşla aynı sözleri söyleyip durdu:
— «Gelmediğine göre sanırım bugün yarın bir habe
ri çıkar, neden gelmediğini bana bildirir.» dedi ve başka
lafa geçti.
73
Böylece yine günler gelip geçmeye başladı . A n a hiç kaygıs ı yokmuşçasına konuşuyor, ihtiyarla çocuklar da ona tam güvendikleri için her dediğine İnanıyorlardı.
Gelgelelim, g e c e olmayagörsün! Gecenin karanlığı içinde a n a gözyaşlarını tutamayıp s e s s i z s e s s i z , a c ı ac ı ağlıyordu. Çok zaman erkeği artık yok diye ağlıyordu. S o n r a biraz bırakılmış olmasının utancından, biraz da yalnız bir kadın olarak dört kişiye birden b a k m a k ağır geldiği için ağlıyordu.
Bir gün kendi kendine oturmuş düşünürken hiç olmazsa utancını hafifletecek bir çare akl ına geldi. Erkeği gelecek diye yaptığı şeyler birer birer gözünün önünden geçti. Yeni takımlar dikmiş, erkeği gelmemişti. Çörekler yapmış, onun iyiliğine d u a etmek için tütsüler yakmıştı da erkeği yine gelmemişti. A n a fitne karının bi lgiç bakışlarını, taşlı laflarını düşündü. Günler geçip erkeği gelmedikçe ağırbaşl ı emmi oğlu bile onun sözlerini inanmaz kuşkucu bakışlarla karşı lar olmuştu. Evet, ananın kendi yüzünü temize çıkarması için bir şeyler yapmak vakti ge lmişti.
G e n ç kadın gözyaşlarını sildi, akl ından bir şeyler tasarladı ve bir karara vardı. Ayırabildiği kadar pirinç ve pirinç sapı ayırarak k a s a b a y a götürdü, sattı. Aldığı g ü müş paraları, gümüş değerinde olan bir kâğıt parayla değiştirdi. Sonra bir arzuhalciye gitti. Konfüçyüs tapınağının yanındaki küçük bir barakada oturan, hiç tanımadığı bir adamdı bu. Ana onun önündeki küçük sıraya oturdu.
— «Erkek kardeşimin ağzından ailesine bir mektup yazdıracağım,» dedi. «Kardeşim evine gidemeyeceğini haber etmek istiyor. Benim dediğim gibi yaz. Kendisi döşekte hasta yattığı için bu mektubu ben söylüyorum.»
İhtiyar arzuhalci gelip geçeni seyretmekten v a z g e çerek gözlüğünü taktı. Yeni bir kâğıt çıkardı, tüy kaleminin ucunu mürekkep hokkasının içinde ıslattı ve kadına baktı.
— «Söyle bakal ım, a m a önce kardeşinin karısının ismi nedir, nerde oturur, senin adın nedir, onları bir deyiver.»
74
A n a , «Aslında o benim kayınbiraderimdir, mektubu yazdırtan,» dedi. «Ben de onun çalıştığı kentten geliyorum a m a , adımın sanımın önemi yok.»
S ö z d e kayınbiraderin adı diye erkeğinin adını verd i . Kızken kendi köyünün yakınlarında bir büyük kent var, denirdi. Erkeği bu kentte oturuyormuş gibi gösterdi. S ö z d e bu kayınbiraderin karısı diye de kendi adını, köyünü söyledi.
— «Kayınbiraderimin karısına söyleyeceğim şu,» dedi. «Şöyle y a z bakal ım: ' Ç o k iyi bir kapıda çal ışıyorum, beğendiğimi yiyorum, efendim çok iyi. İşim de onun ç u -buğuyla çayını getirmek, dostlarına haber götürmek. B u na karşıl ık yemeğimle yatağımdan b a ş k a a y d a üç tane de gümüş para veriyor. Ayl ığımdan on gümüş biriktirip eşdeğerde bir kâğıt parayla değiştirdim. Anamın, çocuklar ımın, kendinin ihtiyacınıza harca'.»
Kadın oturup bekledi. İhtiyar arzuhalci ağır ağır, uzun uzun yazdı . S o n r a :
— «Bu kadar mı?» diye sordu. Ana: «Yok, daha diyeceğim var,» dedi. «Şöyle deyi
ver: 'Yeniyılda gelemediğimin sebebi; efendim beni öyle seviyor ki bensiz edemiyor a m a , bir yolunu bulursam başka bir yıl gelirim, inşal lah, 'hiç gelemesem bile s a n a yılda bir kere, aylığımdan biriktirebiidiğim parayı gönderirim'.»
İhtiyar adam bunu da yazdı, bitirdi. Bu kez a n a biraz düşündükten sonra:
— «Kayınbiraderimin demek istediği bir şey d a h a vardı,» dedi. «Şöyle y a z bakal ım: 'İhtiyar anama söyle, g e lirken ona üçüncü kefenlik hırkası olsun diye kırmızı bez getireceğim, hem de en iyi cinsinden'.»
Böylece mektup yazıldı bitti. İhtiyar adam mektubu imzalayıp mühürledi. Tükürükle bir pul yapıştırıp üstünü yazdı, sonra mektubu posta tatarına kendi eliyle vereceğini söyledi. Ana da arzuhalciye ücretini ödeyip evine döndü.
Gözyaşlarını sildiği gün akl ında kurmuş olduğu tas a r ı işte buydu.
75
V I
/ ~ \ G Ü N D E N yedi gün kadar sonra, omzundaki tor
banın teinde mektup taşıyan bir posta tatarı köye
uğradı. Bu posta tatarı son zamanlarda ortaya çıkan bir
şeydi. Eskiden böyle şeyler bilinmezdi, onun için böyle
uzaktan u z a ğ a mektup gelip gitmesi bu küçük köyde otu
ranların gözünde hâlâ bir çeşit sihirli mucize gibiydi.
Posta tatarı torbasından bir mektup çıkarıp elinde tu
tarak ananın yüzüne baktı ve:
— «Soyadı Li olan adamın karısı sen misin?» diye
sordu.
O zaman a n a mektubunun gelmiş olduğunu anladı.
— «Benim.» diye cevap verdi.
Posta tatarı: «Öyleyse s a n a bu mektup var. K o c a n
dan geliyor, nerdeyse kendisi.» dedi. «Bak, üstünde onun
adı yazılı.»
Mektubu anaya verdi.
Ana şaşırmış kalmış gibi bir bağırdı, yalancıktan s e
vinmiş gibi yaptı.
—- «Bak oğlundan mektup geldi,» diye ihtiyara ba
ğırdı. .
Çocuklarına d a : «Babanızdan mektup geldi,» dedi.
Hepsi de mektubu okutturana değin bekleyemeyecek-
miş gibi sabırsızlandılar. A n a hemen yıkandı, temiz bir
hırka giyinip saçlarını g ü z e l c e taradı. Bu arada da k o c a
karının yengeye seslendiğini duyuyordu. İhtiyar:
76
— «Oğlandan mektup geldi!» dîye bağırırken öyle bir gülüyordu ki öksürüğü tutmuştu. Bir gülüyor, bir öksürüyordu.
Yenge bu cı l ız ihtiyar vücudun bu kadar heyecana gelemeyeceğinden korkarak hemen koştu, ihtiyarın a r k a s ına vurmaya başladı. O candan tavrı, yüksek sesiyle:
— «Aman h a , canım ana, bir de sevincinden çatlar gidersin ha!» deyip duruyordu.
0 sırada a n a tertemiz, güler yüzle, çıkageldi. Yenge:
— «Hele senin şu acuzeye bir bak, oğlanından mektup gelmiş diye nerdeyse çatlayıp gidecek.» diye güldü.
Ana da yüzündeki gülümsemeyi iyice parlatmaya ç a l ışarak: «Geldi y a , işte mektup.» diye cevap verdi, mektubu yenge görsün diye uzattı.
Onlar arzuhalciye giderken bütün köy halkı peşlerine takıldı. Büyük oğlan a ğ z ı kulaklarında sırıtarak her sorana babasından mektup geldiğini söylüyordu. K ı z kardeşi de onun ceketinin ucuna tutunmuş, peşini bırakmıyordu. K ı ş günü, y a p a c a k pek iş olmadığına göre boş oturan er-> kek, kadın, herkes onların ardına düşüp arzuhalcinin evine doluverdiler. Arzuhalci bunca kişinin bir arada sökün ettiğini görünce şaşırdı , kaldı. A m a . işin aslını duyunca mektubu anadan aldı, bir süre gözden geçirdi; evirip çevirdi, süzdü, inceledi ve en sonunda ilk s ö z olarak ciddi ciddi:
— «Senin adamdan geliyor,» dedi. A n a . «O kadarını bildim zaten,» dedi. Fitne karı orda olmasa olur mu? — «Başka kimden gels in ki, efendi amca?» diye b a
ğırdı ve herkesten bir kahkahadır koptu.
Sonra arzuhalci mektubu ağır ağır okumaya b a ş l a y ınca herkes sustu ve dinlemeye koyuldu. Adam her kelimenin üstünde durarak anlatıyordu, çünkü söylenen sözle yazı lan s ö z arasında fark olduğunu bilirdi. Hem de kendi bilgisini göstermek istiyordu.
And ise okunan kelimelerden birini bile önceden duy-muşluğu yokmuş gibi c a n kulağıyla dinleyerek başını s a l lıyordu. Paradan s ö z eden yere gel ince arzuhalci sesini
77
yükseltti ve böyle ciddi bir konuya y a k ı ş a c a k bir akıcı l ık la okudu. Çevresindekilerin de ağız lar ı , gözleri aç ık kalmıştı'.
— «Para var mıydı içinde?» diye sordular.
A n a evet gibilerden başını sal layarak avcundaki k â ğıt parayı gösterdi. Arzuhalci parayı gözden geçirdikten sonra saygıdan kısı lmış bir s e s l e ve son derece ağır bir s e s tonuyla:
— «Üzerinde gerçekten bir on yazıs ı görüyorum, on tane gümüş para karşıl ığı o lsa gerek,» dedi.
Bunun üzerine herkes parayı görmek istedi. Paranın üstünde yanakları ve çenesi sakal l ı , ş işman bir p a ş a resmi vardı. Bunu gören fitne karı ağz ı bir karış aç ık kalarak:
— «Aa kardeş seninki nas ı l da değişmiş!» diye bir
çığl ık kopardı, çünkü bu resmi ananın erkeğinin resmi
sanmışt ı .
Herkes de böyle sanıyordu, a m a kadın: «Benim erke
ğimin resmi o l s a tanırdım,» dedi.
O zaman arzuhalci parlak bir buluşla. «Bu senin a d a mın efendisinin resmi o l s a gerek!» diye tahmin yürüttü.
Bu kez paraya herkes yeniden baktı. Efendinin pek
zengin, pek besili birine benzediğini söylediler. S o n r a her
kesin üzerine bir şaşkınl ık ve k ıskançl ık sessiz l iğ i çöktü.
Ananın bu değerli kâğıt parçasını büküp a v c ı m a sıkıştır
masını bir şey demeden seyrettiler.
Arzuhalci mektubu okumasını bitirip zarfın içine koy
duktan sonra ciddi ciddi:
— «Kısmetli kadınmışsın sen.» dedi. «Böyle büyük kente gidip de zengin bir kapı bulmak her kadının k o c a s ı na nasip olmaz. O l s a bile değme erkek böyle aylığını biriktirip evine yol lamaz doğrusu. Kentlerde para yenecek ç o k yerler var, diye söylüyor bilenler.»
Bunun üzerine herkes saygıy la a n a y a yol açt ı . O da kurumlu kurumlu evine döndü. Peşinden gelen çocuklar ı da onun şu anki şan ına ortak oluyorlardı. Eve gel ince ana her şeyi ihtiyara anlattı.
78
Hele üçüncü kefenlik hırka işine ihtiyarcık pek keyiflendi. Kemikli dizlerine elleriyle vurarak o titrek, çatlak s e siyle:
— «Şu benim oğul, vallahi bir tanedir!» diye gülmeye başladı. «Üstüne yoktur, bir daha, inan olsun! Kentten alınan kumaş kim bilir ne güzel kumaştır, ha!»
Sonra biraz ağırlaştı ve hüzünlü hüzünlü söylendi: «E, kızım getireceği bez dediği gibi sağlamsa bu se
ferki hırkayı eskitemem gayri. Kim bilir bu üçüncüsü, belki de benim en son kefenliğim olur!»
Ninesini hüzünlü görünce büyük oğlanın da yüzü bulutlandı. Vefalı çocuk:
— «Yok. nine, hiç değil!» diye ona karşı çıktı, «iki kefen eskittin sen şimdiye deki Bu yenisi iki tanesine bedel olacak değil a!»
İhtiyarcık yine neşelendi, torununun zekâsını beğenip güldü, sonra gelinine dönerek:
— «Oğlanın yazdıkları ne güzel aklında kalmış, a kızım,» dedi. «Duyan da mektubu kendin okudun sanır.»
Gelini serinkanlılıkla, «Öyle,» diye cevap verdi. «Her
bir sözü aklımda kalmış!»
Sonra tek başına içerki odaya girdi, kapının arkasına
yaslandı ve s e s s i z s e s s i z ağlamaya başladı.
Gururu kurtulmuştu ama, şu anda mektup da, hatta
an gümüş değerinde olan o kâğıt parçası da bir avuç kül
den ibaretti onun gözünde, Mektup, para neye yarar kendi
si yapayalnız oldukça?
- *«
Her şeye rağmen ananın hilesi işe yaradı, çünkü o
günden sonra köyde onunla zevklenen, onu kocası kaç
mış bir kadın yerine koyan olmadı. T a m tersine, şimdi o
herkese karşı katı yüreklilik yapmak zorundaydı, Çünkü,
herkes elindeki o kâğıt parayı görmüş, gelecek yıl bir
tanesinin daha geleceğini duymuştu ya şimdi gizliden g i z
liye borç istemeye gelenlerin ardı arkası kesilmiyordu.
70
İlk gelen arzuhalci olmuştu. S o n r a , birkaç haylaz ödüne para istemeye karılarını gönderdiler.
A n a g ü ç durumdaydı, gelenleri b o ş çevirmek pek zord u . Çünkü bütün köy ahalisi birbiriyle bir dereceye kadar h ı s ı m - a k r a b a sayıl ırdı. Hepsinin soyadı Li idi.
Lakin ana, hiç çares iz kimine paranın borç kapamaya gittiğini, kimine şu ya da bu gibi bir masraf ı olduğunu söylüyordu.
Kadınlardan bazıs ı , kapı önlerinde durmuş çene ç a larlarken onun geçtiğini görünce, arkasından seslenerek para istiyorlardı. Fitne karı, onun yanında anlamlı anlamlı, kumaşların pahasından y a k a si lkmeyi huy edinmişti. İğne dediğin bile ç o k paraya alınıyordu. Çar ık üstüne bir çift g ü l işleyecek kadar ipek a lmak istersen, ateş paha-sınaydı. O z a m a n öteki kadınlar a n a y a bakarak:
— «Ne mutlu s a n a , nasibin gürmüş.» diyorlardı. «Me
telik saymanın gereği yok gayri senin! Adamın çi l gibi g ü
müş para kazanıp s a n a gönderiyor, kara topraktan aldı
ğınla geçinmek zorunda değilsin ki!»
Bazen de bir erkek anadan yana: «Vatla bilmem köyde zenginlerin bulunması pek hayırlı olmaz,» diye laf atıyordu. «Hırsızlar gelir! Tat l ıya sinek üşüştüğü gibi zengini olan yere de hırsız üşer!»
Bu kâğıt parçası ananın gönül rahatını her g ü n biraz, daha kaçırır olmuştu. Bir incisi, çok lafı ediliyordu. S o n r a her önüne gelen, parayı ille yakından görmek istiyordu. Hem a n a da paranın kâğıttan olanına al ışık değildi k i ! Z a manla bu paradan nefret eder oldu. Bir rüzgâr esip uçuracak, fareler kemirecek, ya da çocuklar ın eline geçecek-de yırtı lacak diye ödü kopuyordu. Parayı pirinç sepetinin içine saklamıştı a m a , her gün çıkarıp bakmadan içi rahat edemiyordu. Rutubetten çürüyüp gidecek diye de kuşkulanıyordu.
Sonunda bu kâğıt para ona öyle bir yük olup çıktı kl bir gün ana emmi oğlunun k a s a b a y a gittiğini duyunca hemen koştu:
80
— «Kulun olayım, şu kâğıt parçasını bana gümüş yap ki elime al ınca almış gibi olayım, çünkü bu kâğıt parç a s ı bir türlü içime sinmiyor,» diye fısıldadı.
Emmi oğlu aldı parayı ve sapına kadar dürüst bir adam olduğu için katıksız gümüş parayla değiştirdi. P a raları a n a y a verirken nasıl halis gümüş olduklarını g ö s termek için her birini öbürüne iyice sürttü.
A n a paracıklar ından ayrılmayı istemiyordu ama, cimri görünmeyi de hiç istemediğinden çaresiz:
— «Bir tanesini de emeğine karşılık sen a l , emmi oğlu,» dedi. «Harmanda da destek oldun bana. İhtiyacın olduğunu bilmez değil im. Yengemin karnındaki de var gayri düşünülecek.»
Adam uzun uzun baktı gümüşlere, kendi de farkında olmadan bir göğüs geçirip birkaç kere gözlerini kırpıştırdı; içi çektiği belliydi a m a , paraya elini sürmedi. Gerçekten dürüst,.iyi adamdı. İsteği pek şiddetlenir de karşı g e lemez diye korkusundan çarçabuk:
— «Olmaz, kadın kardeşim,» diye cevap verdi. «Sen tek başına bir eksik eteksin. Bense henüz iş işleyecek çağdayım, Tanrı 'ya şükür.»
Ana d a : «Eh ihtiyacın olduğu z a m a n gayri,» dedi ve gümüşleri hemen ortadan kaldırdı. Çünkü paranın yüzüne uzun zaman bakmak, ne denli s a ğ l a m ahlaklı olursa olsun her insanın elini ayağını keser.
O g e c e kocakarıy la çocuklar uyurlarken ana yatağından kalkıp şamdanı yaktı ve odanın katı toprak zemininde kazmasıy la bir çukur kazdı. On gümüş parayı, önce topraktan kirlenmesinler diye bir bez parçasına sararak bu çukura gömdü. Manda döndü, o büyük bön gözleriyle ona baktı. Yatağın altındaki tavuklar da uyanıp önce bir, sonra öbür gözleriyle onu seyrettiler, sonra gece vakti bu tuhaf işe şaşmış lar gibi hafifçe gıdakFadılar. K a d ı o çukuru örttü ve yeri belli o lmasın diye üstünü bir süre çiğnedi. S o n r a mumu söndürüp yatağına yattı.
Gariptir a m a , o g e c e yarı uyanık, yarı rüya görür gibi bir durumda yatarken a n a gömdüğü gümüşün kendi
ANA F . : 6/81
parası olduğunu, kendi belini bükerek, kendi alnının teriyle yaptığı harmandan kazandığını unuttu s a n k i . Unuttu da o gümüşleri gerçekten erkeği göndermiş gibi ge lmeye başladı. Kendi elinin emeği değildi bunlar sanki . İ ç i n d e n :
— «Onun o mavi urbaya harcadığı gümüşlerin yerine geldi bunlar.» diye düşündü. «Hem de d a h a iyi, çünkü d a ha çok.»
Ve kocasının o g ü n yapmış olduğu o işi en sonunda bağışlayarak uykuya daldı.
O günden sonra kâğıt parayı görmek isteyene a n a
istifini bozmadan:
— «Ben onu gümüşe değiştim de harcadım bile.» di
ye cevap vermeyi huy edindi.
Fitne karı bunu duyunca zaten gevşek o lan a ğ z ı büsbütün bir kar ış a ç ı k kalarak:
— «Hepsini mi harcadın, ayol?» diye sordu.
Ana gülümseyerek, hiç duralamadan: «Hepsini ya.» diye cevap verdi. «Hepsini şuna buna harcadım. Yeni bir tencere, bir tas derken, örtü mörtü, falan filan derken bitti hepsi. A m a . canım s a ğ olsun, nası l o l s a arkası g e lecek, değil ml?»
Gitti evden, erkeği bayrama gel ince giysin diye yapmış olduğu yeni takımları çıkardı.
— «işte paranın bir kısmını buna harcadım,» dedi. Kadınlar kumaşa gözleriyle yiyecek gibi baktılar. Elle
riyle yoklayıp, çok iyi, çok s a ğ l a m bez olduğunu söylediler. Fitne karı bile istemeye istemeye:
— «Aşkolsun s a n a , çok iyi kadınsın, vallahi,» dedi. «Bak. gönderdiği parayı yine ona harcanmışsın. B a ş k a sı o lsa hepsini kendine ya da ç o c u k l a r a harcardı.»
Ana da kılını kıpırdatmadan: «Biz birbirimizden hoş
nuttuk, erkeğimle,» diye cevap verdi. «Hem kendime de
para harcamadım değil ki. Bir kuyumcuya gittim, küpey-
82
le yüzük tsmorlödım kendime. Erkeğim hep elerdi, elimiz
biraz bollaşsın s a n a ziynet almak istiyorum, diye.»
Gelininin dediklerini dinlemiş olan kocakarı: «Kalıbı
mı basarım, benim oğul böyle yaman adamdır işte!» diye
lafa karıştı. «Üçüncü kefenlik hırkamı en âlâ kent kuma
şından yapacak bana. Hayırlı evlatm»ş; neme gerek! T a n
rı hepimize de böyle evlat nasip etsin, komşular! Hele s a
na, yenge kız. B a k s a n a , karnın yine kıvamında, kavun g i
bi şişedurmuş!»
Köy kadınları gülüşerek birer birer dağıldılar, çünkü
akşam vaktiydi. Gelgeielim, attığı büyük yalanları düşü
nen ananın şimdi içi kan ağlıyordu. Kendi kendini kınaya
rak:
— «Önden söylediğim yalanlar yetmiyormuş gibi, tu
tup daha büyük masal uydurmanın ne gereği vardı ki?»
diye hayıflandı içinden: «Ziynet alacak parayı nerden bu
lacağım ben şimdi? Ama çaresiz, alacağım; b a ş k a yolu
yok, yüzümü ak çıkarmanın!»
Kendi omuzuna yüklediği ağır yükü düşünerek uzun
uzun içini çekti.
83
Y ' N E bahar oldu. A n a şimdi yine var gücüyle taria işine 6anlmak zorundaydı. Büyük oğlanı da tarla
işine koştu, mandayı sürmesini öğretti ona. Pek hafif, pek küçük olduğu için ç o c u k henüz s a b a n kullanamıyordu. A m a , hayvanın ardından koşup sırtına s o p a vurmak elinden gelen bir şeydi. Geigelelim, mandanın derisi öyle kalındı ki ç o c u k c a ğ ı z var gücüyle vurduğu z a m a n bile bana mısın demiyordu. Bunun üzerine a n a bir bambu kamışının u ç m a sivri bir çivi çaktı ve mandayı s o n s u z tembelliğinden uyarmak için bununla vurmasını oğ lana öğretti.
Ana şimdi kızına da küçük, basit işler buyurmaya başladı. Ç ü n k ü , kaynanası kocadıkça İşe yaramaz, aklında hiçbir şey tutamaz olmuştu. Acıkmaktan, susamaktan b a ş ka hiçbir şeye akl ı ermiyardu gayri. A n c a k küçük oğlan ağlayıp bir şey istediği z a m a n kocakarı yerinden kımıldıyordu. Bu en küçük torununa hepsinden faz la düşkünd ü , nedense.
Böylece ana kızına öğleyinlik pirinci göl başında yıkamasını öğretti. Bu işi k ıza sabahleyin, kendisi henüz tarlaya ç ıkmazdan once gördürtüyordu. Ç ü n k ü , k ızcağız ın yarı kör gözleriyle doğru dürüst bakamayarak suya düşmesinden korkuyordu. S o n r a , kıza pirinci pişirmesini de öğretti. Ç o c u k henüz öyle küçüktü ki tencerenin kapağını a ç ı p kapamaya boyu zor yetişiyordu. Bu bir damla şeye a n a s ı ateş yakmasını bile gösterdi. K ız ateşi pek güzel yakıyor, çalı ları tutup gözlerine duman kaçtığı z a m a n bi-
84
le sabır la dayanarak hiç sesini çıkarmıyordu. Evlerinin gayri b a b a s ı z kaidığfnı, analarının her işe yetişmek zorunda olduğunu küçük kız anlar gibiydi. Bununla birlikte ateşi yak ıp harlattıktan sonra, evin gündüzün bile loş olan iç odasına' gidip bir bez parçasıy la gözlerinden a k a n yaşlar ı siliyor ve a c ı s ı n a elinden geldiğince katlanmaya çalışıyordu.
Bahar olunca en küçük oğlan da ayaklandı. Kış ın yürümeye çabalamamıştı bile. Sırtındaki uzun pamuklular öylesine ağırdı ki düştüğü z a m a n kendiliğinden ka lkamaz, biri g e ç s i n de kaldırsın diye beklerdi. Şimdi ne bulursa yiyor ve günden güne serpil iyordu. Ananın sütü tamamen kesilmiş gibiydi a m a , küçüğü emzirmek yine de içine belli belirsiz bir avuntu veriyordu. Yavruyu bağrına basmak, eve gelir gelmez onun meme emmek için koşup atıldığını görmek tatlı, isimsiz bir mutlulukla yatıştırıyordu anayı.
işte böyle bahar geldi, gelişti, tam kıvamına erdi. Ana yanında büyük oğluyla bütün gün tarlada çal ışmakta devam etti ve toprağı baştan b a ş a sürdü. Önceleri b a har zamanı kendisi tohum eker, çifti hep erkeği sürerdi. Bu kez tarlalar erkeğin sürdüğü kadar derin, düz sürülmemişti gerç i , a m a sürülmüştü y a , sen ona bak. F a s u l yeler, pazarda satı lmak için lahana ve turplar ekildi. Ç o k geçmeden kolzalar tomurcuklanmış, fidanların açıkl ı koyulu sarı başları serpilmişti.
İşte böyle, ananın işi öylesine başından aşkındı ki erkeği akl ına bîie gelmez olmuştu. Akşamleyin de eve öyle yorgun dönüyor, öyle a ğ ı r bir uykuya dalıyordu ki g ü n ağarırken dar uyanıyordu.
Ama. bir g ü n oldu ki erkeği akltna geldi. Yengenin doğurma vakti gel ip çatmıştı. En yakın
komşusu ve arkadaşı olan anayı çağırmak için tarlaya kızlarından birini gönderdi.
Ana tarlada iş görmekteydi. Tat l ı bahar rüzgârı hırkasının bol eteklerini havalandırıyor ve terini fışkırır f ışkırmam kurutuveriyordu.
85
Yengenin kızı: «Teyzeciğim, ortamın saat i geldi,» diye uzaktan bağırdı. «Senin için a c e l e ediversln. diyor. Bilirsin nasıl çabuk doğurur. Şimdi de hazır, sen bebeği al ı-veresin diye bekliyor.»
Bunu duyan a n a belini doğrulttu: — «Peki, geliyorum,» dedi. O ğ l a n a döndü. «Al şu tır
mığı, fasuiye karıklarının otunu yoladur, elinden geldiğ ince. . . Bizim yenge elini her zamanki gibi çabuk tutarsa bir saatten faz la kalmam, dönerim.»
Böyle diyerek, önü sıra koşup giden kızıh arkasından seğirtti. Tarlaların arasından yürürken bahar gününün g ü zell iği birdenbire içine işledi. Her g ü n bu vadide yaşayıp iş işlediği için, bir kere de başını kaldırıp çevresini seyretmek aklına gelmezdi. Bütün düşüncesi tarladan, evinden ibaretti ve gözleri de bunlardan b a ş k a şeyi görmezdi. A m a , şu anda yürürken başını kaldırdı ve önünü kuşatan dünyayı gördü.
Söğütler pırıl pırı! yeşi l renkte taze yapraklara bezenmişti. Armut ağaçlarının beyaz çiçekleri sonuna dek a ç mış, rüzgârda uçuşuyor ve surda burda bir nar a ğ a c ı , yeni sürmüş kızılımtırak yapraklarıyla, alev gibi yanıyordu. Rüzgâr da pek ılıktı. Durup durup bir esiyor, sonra yine kalıyordu. Ana hangisinin daha hoş olduğuna karar veremedi: Ç i ç e k kokuları getiren esintiler mi, y o k s a rüzgâr kesildiği zaman çöken derin, s ıcak sessiz l ik içinde sürülmüş tarlalardan yükselen toprak kokusu mu... Böyle birden gelen esintiler ve esintileri izleyen sessizl ikler içinde yürürken vücudunun gencecik, dopdolu ve s a ğ l a m olduğunu yeni baştan duydu ve İçini erkeğine karşı derin bir özlem bürüdü.
Hemen hemen her bahar doğum yapmıştı. Evlendiğinden beri hemen hiçbir bahar geçmemişti doğum yapmadan. A m a , işte bak, vücudu verimsizdi bu bahar! E s kiden çocuk doğurmayı insanın durup durup başına gelen olağan bir şey sayardı. Şimdiyse g e n ç kadın bunun büyük bir mutluluk olduğunu hissediyordu. Şimdiye değin farkına varmamıştı ne büyü» bîr mutluluk olduğunun!
86
Yalnızl ığı ağrı gibi içine çöktü ve memeleri s ız layarak düşündü ki erkeği dönüp gelmezse o, k a ç kez bahar olursa olsun, bir daha ç o c u k doğuramayacakt ı . Özlemi, isteği içinden o anda bir bağır ış gibi koptu:
— «Gel artık, öf. dön de gel!» Kendi sesinin böyle diyerek bağırdığını duyar gibi ol
du ve yenge kızının önünde yüksek sesle konuşmuş olmaktan korkarak durdu. A m a , bağırmamıştı. Rüzgârın uğultusundan ve bir nar dalında öten bir karakarganın yüksek, duru şarkıs ından b a ş k a s e s , s e d a yoktu etrafta.
Emmi oğlunun evinin loş odasına girince ana yengeyi gördü. Kadının her z a m a n tostoparlak olan yüzü şimdi sancının etkisiyle toparlak olmaktan çıkıp uzamış, terden kararmış, her zamanki gülüşü silinerek yerini sancının ciddil iği almıştı. Onu bu durumda görünce ana da kendi bedeninin ağır ağır, dolu dolu olduğunu duydu. Ç o c u k doğuran yenge değil de kendisiydi sanki .
Ç o c u k gel ince a n a onu hemen kavradı, bir beze sardı. T a r l a y a dönse dönebilirdi gayri a m a , dönmedi. Keyfi k a ç m ı ş olarak kendi evine gitti. Onu gören kocanine:
— «Yemek vakti geldi mi? Tuhaf şey. benim karnım a c ı k m ı ş değil!» diye söylendi.
K ı z da eliyle gözlerini gölgeleyerek kapıya koşup: «Ateşi yakmak zamanı mı geldi, ana?» diye sordu.
A n a hep o keyifsiz duruşuyla onlara: «Yok. daha saat erken, a m a nedense bir tuhaf halsizl ik var bugün üstümd e . B i raz dinleneyim dedim.» diye cevap verdi.
Dinlenemedi de. Az sonra yerinden kalkıp küçük oğlanı kaptığı gibi delicesine bağrına bastı. Urbasının önünü a ç ı p memesini oğlanın ağz ına verdi, ille emsin diye zorladı. A m a , oğlan onun bu alışık olmadığı deli gibi davranışını yadırgamıştı. Zaten karnı da aç değildi, canı oyun oynamak istiyordu. Onun için memeyi almadı. Çırpındı vo anasını itti.
O zaman ana içinden tuhaf, hınçlı bir öfkenin kabardığını duydu. Oğlanı patakladı, atar gibi yere bıraktı ve o çığl ık ç ığ l ığa ağlarken a n a :
87
— «Her z a m a n ben istemezken ille meme diye tutturursun, ben isteyince de kamın aç değildir!» diye söylendi.
Oğlanın yere kapanıp ağlaması ona yarı acı bir g a rip, buruk hoşnutluk veriyordu. Çocuğun ağlamasına dayanamayan kocanine yufka yürekliliğinden bağırmaya başlamıştı. K ız da kardeşini yerden kaldırmaya koştu. Bu kez ananın yine içi yufkalaştı. Ç o c u ğ u kızının a lmasına bırakmayıp kaptığı gibi kucağına aldı. Elinin, yüzünün tozunu sildi, gözlerinin yaşını kuruladı. İçinden, kendi üzüntüsünün acısını yavrusundan çıkardığı için utanç duyuyordu.
Gelgelelim çocuk, o günden sonra meme emmeyi eskisi gibi sevmez oldu ve a n a elinde kalan bu küçük avuntuyu da böylece yitirdi.
88
V i l i
" D U ana, ta g e n ç kızl ığından bu yana, duygulan derinden derine ve y a v a ş y a v a ş kız ışan bir insandı. Öyle
her gördüğü erkekte gözü ve aklı kalan kadınlardan değildi. Tersine, gençl iğinde bile gönlü içinin ta derinliklerine gömülü, s o n derece utangaç biriydi. Dünya evine girene değin, kendi başına olduğu zamanlar bile erkeklerle, salt erkek oldukları İçin kafasını yormuş değildi. İçinden bazı bazı şiddetli, garip arzular fışkırdığı zaman bile durup, bunlar nedir, niyedir, diye sorup sual etmeden elindeki işi bitirmeye bakar ve isteklerine sabırl ı, bekleyen bir sessiz l ik içinde katlanırdı. .
A n c a k , evlenip de erkeği bütün anlamıyla tanıdığı z a man kendi isteklerinin, duygularının aslını, esasını y a v a ş y a v a ş anlamaya başladı. Öyle ki erkeğine kızıp söylendiği zamanlar bile, onsuz olamayacağını çok iyi bilirdi. Hatta, bazen istekleri içinde fırtına bulutları gibi derin, sabırsız kümelenir, taşar ve sonunda sevdiği a d a m a karşı sebepsiz bir öfke olur çıkardı. Bu öfke a n c a erkeğiyle s a r m a ş dolaş olduğu z a m a n dağıl ırdı. O zaman kadın en esk i , en basit yoldan rahatlar, yine yatışırdı.
Bütün buna rağmen erkeği hiçbir z a m a n ona yetmezdi. T e k başına dünyada yetmezdi ona erkek. Onun doyması için erkekten gebe kalması ve içinde bir ç o c u ğ u n canlanıp büyümesi şarttı. Erkekle arasında geçen sevişme hareketi a n c a k bu şart la tamamlanmış olurdu ve k a -
89
din, karnında çocuk taşıdığı sürece varlığında bir bütün
lük duyarak, mutluluktan başı bulutlarda gezerdi. Ç o c u k
ları ayaklarına dolaştığı, öteberi için ağlayıp zırladığı ya
da çocukluk gereği huysuzluk ettiği zaman ana gerçi öf
kelenip bağırırdı. Ama, yeni bir c a n taşıdığını gösteren be
lirtiler bulunduğu sürece vücudunda tatlı bir hoşnutluk
duyardı. İyi yemiş, dinlenmiş, uykusunu almış da bedenin
artık hiçbir şeye ihtiyacı kalmamış gibi bir duygu...
T a , eskiden beri, çocuklan işte böyle severdi, ana.
Kızlığında, bu köyceğizden pek az büyük bir köyde, ba
basının evindeyken de öyleydi. Babasının evi ç o c u k do
luydu. O en büyükleri olduğundan kardeşlerine bir ikinci
ana gibiydi. Bütün gün onlara bakmaktan yorulduğu z a
man ayaklarına dolaştıkları için onlara, çekilin, diye ba
ğırdığı zaman bile onlardan usanç getirmezdi. Çocukların
küçücük oluşu karşısında yüreği çok geçmeden yufkalı-
verirdi. En sevdiği şey, ister kendi kardeşi olsun, ister
komşu çocuğu, bir küçük yavruyu bağrına basmak, uzun
uzun, derin derin koklayıp okşamaktı. Çünkü kucağında kü
çük bir çocuk tutmak ona kendinin de pek iyi anlayamadı
ğı derin, ateşli bir zevk verirdi.
Küçük olan, kendi eline bakan her şey yüreğine dokunurdu. Baharın yumurtadan çıkan civcivlere, ördek yavrularına bayılırdı. Bir kuluçka herhangi bir sebeple yavrularını daha yumurtadan çıkmamışken bırakır giderse ana. bu "yumurtaları alıp bir torbaya koyar, torbayı kendi boynuna a s a r ve yavrular yumurtadan çıkana değin kendi s ı cacık teninin yanında taşırdı onları. K ü ç ü k ipekböcekleri-ne bakmakta en çok özen gösteren ve onların büyümesinden en çok zevk alan da oydu. Böcekleri daha küçükken, canlı birer iplik parçasından farksızken alır, onların irileşip şişmanlamalarına tanık olurdu. Sonra, böcekler kozolarını delip kelebek olarak çıktıkları, kelebekler çiftleştiği zaman, onların aranışlarını, doyuşlarını bu kız kendi bedeninde duyardı eanki...
Bir seferinde, baba evinin bütün çocuklarının büyüyüp bebeklikten çıkmış oldukları, kendinin de evlenmeye
90
hazırlandığı sıralarda öyle bir şey olmuştu ki k ıza o z a mana dek hiçbir erkeğin vermemiş olduğu büyük bir heyecan vermişti.
Komşularının, henüz yürüme ç a ğ ı n a gelmemiş olan küçük bir oğlu vardı. Tombul, yuvarlacık birNşeydi bu oğlan. Ablas ı onu bütün y a z çırçıplak, bir bez parçasıy la sırtına bağlamış, hep öyle taşımış durmuştu. O zaman kendisi evlenmek üzere olan a n a bazı bazı ç o c u ğ u , bağını çözüp ablasından alırdı. Bir z a m a n için yükünden kurtulduğuna sevinen küçük kız da hemen oyuna koşardı.
Z a m a n l a a n a her gün, bu ayın on dördü gibi tekerlek yüzlü oğlancığ ın yolunu gözler ve onu bütün öteki köy çocuklarının hepsinden daha çok sever oldu. Gözdesiydi bu yavru onun. G e n ç kız onu kucağında tutup o tombul avuçlarının içini koklamaktan, o ş işman yanaklar ına, küçücük, gül gibi pembe ağz ına dokunmaktan büyük zevk alırdı.
Bebeciği kalçasının üstüne yerleştirip kolunun altına alır ve nereye gitse yanında taşırdı. Kendi anas ı bazen:
— «Bu nasıl iş? Kendi evimizin çocuklar ına doyamadın mı ki ben doğurmaktan kesil ince gidip b a ş k a çocuk arayasın?» derdi de g e n ç kız gülerek cevap verirdi:
— «Ben ç o c u ğ a hiç doymayacağım, galiba!» C o k geçmeden, kendi de farkında olmaksızın bu oğ
lancık g e n ç kızın içinde, o zamana değin bilmediği bir istek uyandırmaya başladı . Her kadın gibi o da eskiden beri oğlan anası olmayı ister ve bir gün evlenince oğlanlar doğuracağını doğal sayardı . A m a , bu güleç yüzlü, gürbüz ç o c u ğ u n uyandırdığı arzu yalnızca oğlan çocuk anası olmaktan d a h a ileri bir şeydi.
Bebecik önceleri onun için bir oyuncaktan ibaretken sonraları d a h a ciddi bir şey, bir gizl i, ateşli tutku olup çıkmıştı ki bunun içyüzünü ana kendi de anlayamıyordu.
Şimdi ç o c u ğ u kucağına aldığı z a m a n bir bahane uydurup yalnız başına bir yere gitmeyi huy edinmişti. B e beciğin ablas ı oyuna gitmek için c a n atıyordu zaten. Ötekilerin de tarlada, mutfakta, surda burda işleri vardı. Böy-
91
fece genç kız bir köşede tek başına, a güzel , gürbüz yavruyu bağrına basıp oturuyordu. Onu kucağında sallayıp ninniler mırıldanıyor ve yavrunun yusyuvarlak, tombul vücudunun küçüklüğünü, çaresizl iğini hissediyordu. Ç o c u ğun henüz pek dişi yoktu. Onun için a n a bazen ağzında biraz pirinç ya da bir çörek çiğneyerek kendi dudaklarının arasından onun a ğ z ı n a uzatıyordu. Ç o c u k , ağzında birden böyle al ışık olmadığı bir tat duyarak şaşalay ıp ciddi ciddi emmeye başlayınca a n a gülüyordu, niçin güldüğünü kendi de pek bilmeden, çünkü eğlence değildi bu onun İçin. İçinde öyle bir şiddetli, ıstıraplı, derin bir özlem vardı ki g e n ç kız bunu nasıl gidereceğini bilemiyordu.
' Düğününden az önce, yine böyle ç o c u k l a b a ş b a ş a kaldığı bir gündü. Vakit öğleye yaklaşmışt ı . K ü ç ü k kız her gün bu vakitlerde gelir ve kardeşini, meme emsin diye eve götürürdü. Ama o gün nedense g e ç kalmıştı. Bebec i k huysuzlanıp mızıldanıyor, kıpırdanıp durarak bir türlü rahat etmiyordu.
Onun acıkmış olduğunu görmek g e n ç k ıza, anlayamadığı halde bir itiş gibi kanında duyduğu belirsiz a m a . ateşli bir arzu verdi. Yattıkları odaya gidip kapıyı içerden sürmeledi. Titreyen parmaklanyla hırkasının iliklerini çözüp ç o c u ğ a kendi küçük, g e n ç kız memesini verdi. Bebecik hemen memeye yapışıp iştahla emmeye koyuldu. G e n ç kız ayakta durmuş yavrunun yüzüne bakıyordu. Kanında, rüyalarında bile görmemiş olduğu öylesine bir tutuşma vardı ki gözlerine yaşlar doldu, dudaklarından kelime olmayan kesik kesik sesler koptu. Böylece ç o c u ğ u bağrına bastırıyor ve kendi duygularının özünü kendi de anlamıyordu. Dopdolu, ateşli, istek gibi, özlem gibi bir şeydi bu; kucağındaki çocuktan d a , kendi kendinden de büyük...
S o n r a bu anın büyüsü yok olup gitti. G e n ç kızın küç ü k memesi sütsüz olduğu için bebe öfkesinden, hayal kırıklığından yaygarayı bastı. A n a da önünü ilikledi. Yaptığından nedense biraz utanmıştı. Hemen dışarı çıktı. K ü -
92
ç ü k kız da koşarak geldi, kardeşini aldığı gibi kendi evlerine götürdü.
Ananın gözünde o dakika bir büyük uyanış dakikası oldu, belki evlenmekten bile daha büyük bir uyanış.
Evlendiği adamı hiçbir zaman yaln ızca erkekliği için sevmedi. Kendini ana yaptığı, kendi analığının bir parçası olduğu için sevdi erkeğini.
Gençl iğin cahi l ; o lgunlaşmamış çağında bile bu böy
leydi. Vücudunun olgunlaştığı ve her şeyi öğrendiği, k a
dınlığın tam kıvamına erdiği bir ç a ğ d a ise a n a işte böyle
tek başına kalakalmıştı. Çocuklar ı her gün biraz daha bü
yüyor, çocukluktan her g ü n biraz daha uzaklaşt ıkça s a n
ki ananın malı olmaktan da biraz daha fazla çıkıyorlardı.
Büyük oğlan iyice boy atmıştı. Dal gibi ince ve s e s sizdi. Az konuşuyor, en ağır işleri bile yapmaya çalışıyordu. Akşamüzeri a n a k a b a s a b a tahta sabanı eve götürmek için kaldırmaya davranınca, oğlan hemen atılıp s a banı kendisi alıyor ve o zayıf omuzuna bir boyunduruk gibi vurarak, sürülmüş toprakların üzerinde sendeleye sendeleye yola düzülüyordu. A n a da çok z a m a n , o kadar yorgun oluyordu ki ç o c u ğ u n sabanı taşımasına izin veriyordu. Şimdi kuyudan su çekip mandaya yemini veren de büyük oğlandı. T a r l a d a y s a babaymışçasına işin kendine düşen payını, hatta d a h a çoğunu yapmaya çabalıyordu.
Y ine de tuhaf bir şeki lde, zorla, anasından uzak durmaktaydı. İşi paylaşmakla ona boyun eğmekle birlikte, ç o k z a m a n dikkafalıhk da ediyordu. Kadına öyle geliyordu ki büyük oğlu, kendi aklının ermediği bir tarzda kendinden uzakldşmış. ona sokulmak istemiyor, üzerinde kötü bir koku varmışcasına, ondan daima ayrı duruyordu. Ç o k zaman hiç yoktan bir şey İçin aralarında k a v g a çık ıyordu. Sözgel iş i kadın ona tırmığını daha iyi tut, diyor, çocuk ise kendi tutuşu daha yorucu olduğu halde, bildiğini İşlemekte inat ediyordu. İşte buna benzer ufak tefek
şeyler için sık sık kavga ediyorlardı. Ama, ikisi de haya! meyal farkındaydılar ki kavgalarının gerçek sebebi bu değil, akıllarının pek ermediği daha derin, daha başka bir şeydi.
Kızı da o zavallı, yarı kör gözlerinden ötürü hiçbir zaman ferahlık, sevinç getirmemişti anaya. Bununla birlikte k ızcağız sabırlı olmak için etinden geleni yapıyor, artık eskisi gibi ağlayıp sızlanmıyordu bilet K ü ç ü k oğlan artık ayaklanmış olduğu ve sokakta öteki çocuklarla dövüşüp oynamaktan hoşlandığı için kız da bazı bazı a n a sı ve ağabeysiyle tarlaya gelir olmuştu. Ama, orada bile derdi yardımından büyüktü. Örneğin yeni filiz süren bir tarlanın otlarını yolayım derken, gözleri seçmediği için çok zaman ot yerine filizleri koparıyor, o zaman da büyük oğlan kızarak:
— «Hadi kız be sen de, burda bir işe yaradığın yok senin, hadi eve, ninenin yanına git, sen!» diye bağırıyordu.
K ı z c a ğ ı z bunun üzerine, çok gücenmiş olduğu halde yine de gülümseyerek a y a ğ a kalktığı zaman ağabeysi bu kez de:
— «Bastığın yere baksana, dikkatsiz şey, filizlerin üstünde yürüyorsun!» diye tiz tiz onu azarlıyordu.
O zaman küçük kız. kalmayı gururuna yediremediği için hemen oradan kaçıyor, ana da oğluyla zavallı yarı kör kızının arasında kalarak bunalıyordu. İkisine de a c ı m a mak elinde değildi: Oğlu. yaşına göre çok ağır olan hizmetin a c ı yüküyle ezilmiş, kızı ise ıstırabına sızlanması? katlanmak zoruyla üzülmüş. Böylece içini çekerek kızına söyleniyordu:
— «Doğrudur, zavallıcık, fazla bir işe yaramazsın
sen. Bu gözler böyle oldukça dikiş bile dikemeyeceksln.
Ama, hadi eve git de yerleri süpür, ateşi yakıp aşımızı
hazırla. Bunlar pek güzel elinden geliyor. K ü ç ü ğ e g ö z ku
lak ol, göle filan düşmesin. Çünkü içinizde en haşarınız,
en dikbaşlınız 0. Ninene de çay veriver arasıra. Senin gö
revin bunlar. Bunları yapınca bana yardımın dokunuyor.
94
Bir fırsatta ben de gelip senin o gözlerine bir merhem yakacağım, bakalım.»
Böylece a n a kızını avutuyordu ama, kız anası için tersine büyük bir dertti. Saat lerce s e s çıkarmadan oturup yaşlı, ağrılı gözlerini siliyor ve hep o sabırlı, değişmez ifadesiyle gülümseyip duruyordu. Onun bu halini gören büyüğünün öfkeli sözlerini dinleyen ve en küçüğünün evde oturmayıp ille oyun peşinde koşmasına tanık olan ana, bazı kere a c ı a c ı düşünüyordu: Bebecikler; kendisine öylesine yakın olan, analarını öyle seven bu çocuklar, nasıl olur da şimdi böyle onu hiç avutmaz olurlardı?
Ne yalan söylemeli? A n a şimdi akşamları çok kez karşı kapıya, yengenin evine büyük bir kıskançlıkla bakıyordu. Bu evde iyi ve dürüst bir koca vardı. Gerçi kendi erkeği gibi temiz, güzel değildi. Alımsız, toz toprakla yoğrulmuş bir adamdı ama adamdı, işte. Erkeğe yaraşır ş e kilde tarla işini gördükten sonra karnını doyurup yatmak üzere evceğizine geliyordu. Bu evde adamın her yıl dünyaya g e l e n eli yüzü düzgün çocukları büyüyüp serpiliyor ve adamın karısı çocukların anası, o şen şakrak, iyi huylu yenge, hayatından hoşnut bir yüzle, bebeğini emziri-yordu. Hiç kimseyi kendine tasa etmeyen, çenesi hiç durmadan işleyen kadının biriydi ama, iyi kalpliydi, doğrusu; komşuluğuna da diyecek yoktu. Ç o k zaman pişirdiği bir eti getirir anayla paylaşır, ananın çocuklarına bir avuç yemiş verir, kızın saçına kâğıttan bir küçük gül yapıp takardı.
Evet, dopdolu, rahat, mutlu bir yuvaydı bü karşıdaki ev. Ana onlara kıskanarak baktıkça kendi İçindeki özlem daha da depreşirdi. Derin, öfkeli ve açgözlü bir özlem... ı
95
I X
1? R K E Ğ İ N İ unutup akl ından si lebilse, erkeğinin ölüp
toprağa girdiğini görmüş o l s a . kıyamete dek geri
gelmeyeceğine inansa, dul kalmış o l s a da erkeğiyle he
sabının toptan kapandığını bi lse, a n a y a daha kolay gele
cekti. Şu köyceğizde onu bir dul diye tanısalar; o da ter
temiz, s a p a s a ğ l a m dulluğuna, göğsünü gere g e r e ' g ü v e n
se ve geçtiği yerde d u y s a , ya da bilse ki ardından herkes:
«Şu Li'nin du| karısı da pek fedakâr, evine bağlı bir
kadın kişi!» demektedir. «Kocası ölüp gitti, o hâlâ iki y a
nına bakmıyor. E s k i günlerde o l s a bu gibi dulların şerefi
ne mermerden, hiç o lmazsa taştan anıtlar dikilirdi...» de
mektedir.
A n a kendisi için böyle konuşulduğunu d u y s a bu belki ona bir kol kanat, bir dayanak olurdu. Belki kadın kendini böylece başkalarının yoğurduğu biçime uydurmaya çalışır, çevrenin gözünden düşmemek iç in, gerçektekin-den daha yüksek, daha iyi bir ömür sürerdi.
Gelgelelim, dul kalmış değildi k i ! Ç o k z a m a n kocan nasıl diye soranlara cevap vermek de vardı hesapta. Durmadan, hem de güler yüzle yalan uydurmak zorundaydı ve kendi yalanları yüzünden erkeği her zaman akl ındaydı.
— «Merhaba, kadın kardeş, erkeğinden bir mektup, haber filan var mı? Nası lmış bakalım?» diye soranlar eksik değildi.
Kendisi de omuzunda bir yükle k a s a b a y a inerken ya da elinde sepetlerle tarladan dönerken, ölü gibi yorgun argın olduğundan lafı uzatmamak iç in:
— «Ağızdan haberini alıyorum, iyiymiş. Mektubu yılda bir yazıyor,» diye cevap veriyordu.
A m a , evine vardığı zaman kendi yalanları içini p a ramparça etmeye başlıyordu. Ç o k zaman tasasından, yalnızl ığından kendi kendine:
— «Ben ne çi lekeş, kadersiz kadınmışım ki kendi uydurduğum yalanlardan b a ş k a erkeğim yok!» diye dövünüyordu.
Böyle zamanlarda çıkıp kapı önünde oturuyor ve içi dolup taşarak:
— «Sırtındaki urbanın mavisi pek duru, pek tatlı bir maviydi; dönüp geleceği tutsa elbet ta uzaktan göze çarpar,» diye düşünüyordu.
Zaten nerde, ne z a m a n , uzaktan uzağa gözüne mavi bir şey ç a r p s a yüreği ağz ına gelir olmuştu. Karşıdan mavili bir erkek görünce, kendini tutamayıp işini gücünü bırakıyor, tar ladaysa tırmığını atıp elini güneşe karşı siper ederek, bakal ım nerden geliyor, ne yöne geliyor, köy yoluna sapıyor mu, yoksa geçip gidiyor mu diye bir 6üre
bakmadan edemiyordu. Gelgelelim gelip geçen adamlardan hiçbiri onun erke
ği değildi. Mavi her yerde görülen bir renkti. Fakir, köylü takımı erkeklerin birçoğu mavi urbayla gezerdi.
Bazı zaman da a n a , böyle yalanlar uydurduğu için, erkeğine kızıyor ve kendi kendine : «Bu kadar masala değmez o,» diyordu.
Eğer böyle düşündüğü bir s ırada erkeği çıkıp gelse kadın öfkesinin var gücüyle onun üstüne yürür, ona iyiden iyiye lanet okurdu, Erkeği yüzünden ne denli ac ı ç e kiyorsa, erkeğini o denli çok seviyordu. A m a bazı z a m a n İçindeki hınç günlerce sürüyor, böyle zamanlarda kadın huysuz ve somurtkan oluyor, çocuklar la ihtiyara hor davranıp köpeği tırmığın sapıyla itiyordu. Bu davranışları onu büsbütün üzüyordu ama, değiştirmek elinde değildi.
ANA F . : 7/97
Bir seferinde pirinç ürününün bölüştürülmesi ananın böyle hınçlı bir zamanına rastladı. Y ine ya ln ızca büyük oğlanının yardımı ve emmi oğlunun birkaç gün gelip b a -kıvermesiyle. kendi başına harman işini yapmış bitirmiş ve sıra ürünün pay edilmesine gelmişti. O gün a n a , öyle bir durumdaydı ki yalnızlığın t a s a s ı n d a n , öfkesinden vücudu baştan b a ş a cı lk yara olmuş da olup biten her şey bu yaralara birer ş a m a r gibi iniyor sanırdınız. B a ş k a z a man farkına varmadığı şeyler diken gibi gözüne batıyordu.
O için için eriyip giderken veki l, mal sahibinin vekili gelmiş, döven yerine geç ip durmuştu. Kurşuni renkli ipekler giyinmiş, boylu boslu bir a d a m . Y ü z ü de iri, gösterişliydi; küstah bir güzell iği vardı. Hali tavrı ananın eskiden de bildiği gibi sözümona saygıl ıydı a m a , ş i ş kapaklı g ö z lerinin ucuyla anlamlı anlamlı bakıyordu. Ve kadın bu yarı örtülü, ş i ş kapakl ı , uykulu gözlerin kendine dikilmiş bakışından anlıyordu ki erkek onun kocasının uzaklara gidip bir daha gelmediğini duymuştur, bilmektedir.
Bugün kadının yüreği öylesine doluydu ki erkeğin içinden geçenleri sezivermişti. Gerçekten de bu adam a s lında her yalnız gördüğü kadını içinden geçiren; a c a b a duyguları ne türlüdür, biçimi nasıldır, diye düşünen bir adamdı. Bütün o gösterişli boyuna boşuna, o iri, dolgun çehresine, gür ve c a n d a n çıkan sesine rağmen bir köpek yaradılışı vardı bu erkekte. Zoraki kibarltğı, aç ık sözleri de köylüleri hiç aldatmazd:. Kızdığı z a m a n öfkesi başına sıçrardı. Sözüne karşı gelindiği a m a n o k o c a yumruklarını sıkıp ka lças ına doğru şöyle bir bastır ışı vardı ki Irlkıyım da olduğundan bütün rençperlerin ondan ödü kopardı. Adam o yarı örtülü duran gözkapaklarmı bir ka ldırmaya görsün, gözlerinin ne korkunç olduğu ortaya ç ı kardı. S imsiyah, paspar lak ve zal im. A m a , yine de bu a d a m köylüleri güldürüp söyletmesini bilirdi. Ücreti dırıltısız verildi mi karşısındakini yumuşatmak için hemen bir İki ş a ka yapardı ve köylüler, içleri kan da a ğ l a s a gülmekten kendilerini alamazlardı. Her şeye rağmen öyle bir havası vardı bu adamın.
98
Bugün de ananın artık erkeksiz oturduğu eve gelince, ş a k a yapmaktan geri kalmadı. Kadının erkeksiz olduğunu biliyordu. O c a n d a n , babacan gülüşüyle büyük o ğ lana dönerek:
— «Ananın elinde tarla işi görecek senin gibi bir erkek varken b a ş k a a d a m istemez, gayri,» diye s ö z attı.
Bu s ö z oğlanın öyle bir hoşuna gitti ki o küçük, z a yıf vücudunu çal ımla dimdik tuttu ve hem at ı lgan, hem utangaç bir tavırla:
— «Eh, üstümüze düşeni yapıyoruz, işte!» diye söylendi.
S o n r a erkeklerden görmüş olduğu gibi şöyle bir tü-kürdü, koltuklarını kabarttı ve kendini büyük adam yerine koyup oturdu.
Bunun üzerine vekil, bıyık altından gülümsedi ve oğlanın bu ç o c u k ç a tavrına anasıy la birlikte gülmek istediğini belli ederek kadından yana baktı. Öyle ki a n a da g ü -lümsemekten kendini alamadı. Her konuk gelişte gelenek olduğu üzere ona da bir f incan ç a y yapmış, o a n d a fincanı uzatmaktaydı.
Adamın bu derece yakınında oiduğu için o gülen gözlerinin içine bakmamak elinde değildi. A m a , kendi gözlerinde o büyük, o a ç , o s u s u z yüreğinin nası l aç ık seç ik okunduğunu da kadın bilmiyordu!
Adam ona şöyle bir baktı ve içindeki ateşi o s s a a t
sezdi. Kendi içini de bir ateştir bürüdü; yüzündeki gülüm
seme silindi gitti. Ç a y f incanını alırken bilmeden yapmış
gibi elini ananın eline değdirdi. Kadın onun bu değişindeki
anlamı kanında parlayan bir alev gibi duydu.
— «Koş emmi oğluna söyle, bir dakika gelip bizim
işe bir bakıversin,» dedi.
Kendi deli gibi çarpan yüreğini yatıştırmak İçin de:
— «Hele bir gelse, bizim canım emmi oğlu yanımıza
bir gelse,» diye düşündü.
A m a , ç o c u k gururlu, d ikbaşl ı : «Ben burdayım y a , a n
ne!» diye direndi. «Ben bakarım senin işine. Başkas ın ın
ne gereği var ben burda dururken!»
99
Bunun üzerin© vekil k o c a bir k a h k a h a koparıp eliyle dizine vurdu ve çocuğun safl ığından kendince yarar lanarak:
— «Öyle y a . delikanlı, sen erkek değil misin? B a ş k a adamın ne gereği var!» diye bağırdı.
Bu kez oğlan vekilden yüz bularak daha da horozlandı. Anasının ezilip büzülerek:
— «Emmi oğlum burda o l s a daha iyi,» demesi üzerine:
— «Yok, ana çağırmayacağım, işte! Ben varım y a , yeter.» dedi ve teraziyi aldığı gibi kurumluna kurumlana pirinçlerden yana seğirtip ürünü tartmaya başladı.
A n a da sıkı lgan s ık ı lgan güldü, ç o c u ğ u daha fazla karşı gelmedi. Doğrusu onun da içinde, emmi oğlu gelmesin diyen bir ses vardı.
Ürün tartıldıktan sonra ana bir ölçek dolusu pirinci de vekilin kendisi için ayırdı. Gelgelelim, adam azametli bir tavırla pirinci itti ve eüyle üstdudağını s ıvazlayıp ateşli bakışlar la ananın gözünün ta içine bakarak (ortada çocuklardan ve kapı önünde uyuklayan şu ihtiyarcıktan başka kimse yoktu ki çekinsin1) :
— «Yok istemem,» diye söylendi. «Sen, yalnız bir ka
dın kişisin gayri. K o c a n yok başında. Neyin v a r s a hepsi
kendi elinin emeği. Ben a n c a mal sahibinin payını isterim
senden. Onu a l m a z s a m bana söylenir. A m a , kendi ücre
timi senden istemem, hanım ana!» '
O zaman kadın içindeki bu tatlı, baygın ateşin yanı
s ıra bir korku duydu yine. Eli ayağına dolaşır gibi oîup
pirinci alsın diye a d a m a dayattı. Gelgelelim a d a m pirin
ci almıyordu. Kadın ölçeği uzatt ıkça o, eli onun eline değe
rek, geri itiyordu. Sonunda ölçeği aldı ama, pirinci kadı
nın sepetine boşalttı ve bir daha lam cim dinlemedi.
Kadında artık direnecek g ü ç kalmamıştı. Bu adamın gülümseyen yüzünün ve b a b a c a n tavırlarının arkasında, sırtındaki o pahalı, kurşuni urbanın arkasında öyle bir gar ip, gizli g ü ç vardı ki benliğinden taşıp şu güneşli güz
100
)
gününü dolduruyor, anayı alev gibi çepeçevre sarıyordu, sanki .
Şimdi a n a sesini kesmiş, utangaç tazeler gibi başını eğmişti. A d a m pirinci geri verdikten Sonra tüysüz üstdu-dağını s ıvazlayıp gülümseyerek yerlere kadar eğildi ve yoluna devam etti. A n a hâlâ hiç sesini çıkaramıyordu. Ç ı p lak, esmer ayaklar ında yırtık çarıklarıyla öylece duruyor ve bir eti, farkına varmadan yamalı bez hırkasının kenarını büküp duruyordu.
Adam gittikten sonra a n a başını kaldırdı ve onun ardından baktı. T a m o dakikada adam da başını arkaya ç e virmişti. Bakış lar ı kadının bakışlarıyla karş ı laş ınca eğildi ve gülümsedi. Yürüyüşünde bile bir anlam var gibiydi... Sonradan, a n a onun arkasından baktığına bin kere pişman oldu a m a , kendini tutamamıştı k i !
Vekil g idince büyük oğlan sevinçle: «Ne iyi adam bu,
be ana, ücretini bile almadı!» diye bağırdı. «Ben ömrüm
de böyle vekil duymadım ki ücretini almasın!»
Ana olup bitenlerin etkisiyle düşde gezercesine mutfağa doğru yürüyünce oğlan da hep o sevinçle onun peşinden geldi.
— «Ne iyi a d a m , değil mi, a n a , kendine bir şeycik-" ler ayırmadı?» deyip duruyordu. Anasından cevap ç ıkmayınca sevinci boğazında kalarak: «Ana, be ana!» diye küskün küskün söylendi.
O zaman ana, birden irkilerek kendine gelir gibi oldu ve tuhaf, aceleci nir tavır la:
— «Öyle, oğul, öyle, öyle,» diye cevap verdi. Oğlan da yine: «Ne iyi adam, be a n a , bak senden
bir şeycikler istemedi.» diye sevinir oldu. «Zaar babam gidince nası l büsbütün fukara kaldığımızı bildi.»
A n a s ı tencerenin kapağını kaldırmış, öylece durduğu yerde kalakalmışt ı . Dalgın gözlerle oğlana bakarken yüreği tuhaf tuhaf çarpıp duruyordu. Kendinden utanmıştı ama yine de içi hep o deminki baygın, tatlı ateşle doluydu.
101
— «Benden bir şeycikler istemedi, öyle mi?» diye düşünüyordu a m a , dışından bir şey demedi. Oğlanı c e v a p s ı z bıraktı.
* **
Kadında sezmiş olduğu ateş erkeğin aklından çıkmıyordu. Şunu bunu bahane ederek s ı k s ık köye gelmeye başladı . Bir seferinde yanlış yazdım sandığı bir hesabı sözümona düzeltmeye geliyor, bir b a ş k a seferinde rençperlerin birinden eksik ürün aldığı için mal sahibinin kızdığını ileri sürüyordu. En çok da kadına kapı karşı komşu olan emmi oğlunun evine uğruyor, her keresinde gel iş ini bir şeye bağlıyordu. Bir bakıyorsun, b a ş k a yörelerde pek gözde olan yeni c ins bir pamuk tohumu veriyor, bir bakıyorsun tarlaların verimini art ı racak kireç, gübre gibi şeyler getiriyordu.
Bu ziyaretlerin sıkl ığı emmi oğlunu şaşalatmışt ı . Ö n
ce vekilin kendine karşı kötü bir niyeti olduğundan kuş
kulandı ve günier geçip de ortaya hiçbir şey ç ı k m a y ı n c a
pirelenerek karısına dert yandı:
— «Bunca zamandır dışına vurmadığına b a k a r s a n bu
adamın niyeti pek karışık, pek korkunç o l s a gerek!»
Vekilin her gelişinde emmi oğlu bir köşeye oturup kuşkuyla adamı seyrediyordu. Gitse de iş ime b a k s a m diye sabırsızlanıyordu a m a , kötülük gelebi lecek birine karş ı s a y g ı d a kusur etmek de istemiyordu.
Ne emmi oğlu, ne de emmi oğlunun karısı, vekilin o yarı kapalı gözlerinin ucuyla gizl iden gizl iye, karşı k a pıdaki kadını süzdüğünü fark. etmiyorlardı. Haberleri yoktu ki ana görünürlerde yoksa vekil çok az oturuyor, g e l -gelelim, ana kapısının örıündeyse, kalkıp gitmek bilmiyordu. Böyle zamanlarda o yapmacık b a b a c a n tavrı, yüksek sesiyle:
ı — «Yok, kardeşim, b a ş k a bir diyeceğim yok a m a , ben de sizler gibi bir toprak adamıyım,» diye söylenlyor-
102
du. «Böyle c a n d a n bir dostun kapısı önünde oturup g ü z güneşinin tadını ç ıkarmaya doyamıyorum, doğrusu.»
O y s a gözlerini, karşı kapıdaki kadından bir an bile ayırmıyordu.
*
Toprağın k ışa boyun eğmeye hazırlandığı mevsimdi, bu. Kuru toprağa ekilen buğday filiz sürmek için yağmur bekleyedursun, ana bu fırsattan yararlanarak tarla işine ara vermişti biraz. Kapı önünde oturarak kışlıkları onarıyor ve yeni çarıklar dikiyordu. Kızının gözleri dikiş dikecek güçte değildi ve hiçbir z a m a n da olmayacakt ı .
A n a üşümemek için güneşin tam altına oturuyor, kâh ihtiyarla çocuklar ın lafına kulak verip, kâh kendi düşüncelerine dalıyordu. Güneşten tunçlaşmış yüzünde her z a man sakin bir ifade vardı. Gürbüzlükten parıl parıl parlayan saçlar ını şu günlerde vakti olduğu için her gün örmekteydi. D a h a otuz beşinde yoktu a m a , yaşından d a h a da genç gösteriyordu.
Erkeğin daracık s o k a ğ ı n karşı tarafına gelip oturduğunun bal gibi farkındaydı a m a , başını kaldırıp da ondan y a n a bakmıyordu. Hatta bazen erkek çok ısrarlı b a k a c a k olursa kalkıp içeri giriyor ve erkek gidince dışarı ç ı kıyordu. Y ine de, onun niçin geldiğini, kendine doğru niçin baktığını iyi biliyor ve onu akl ından çıkaramıyordu.
Ana bütün kış vekili düşündü durdu. Havalar artık öyle soğumuştu ki vekil gizli amacı için bile gelemez olmuştu. Kar lar y a ğ m a y a , rüzgârlar kuzeydoğudan sert sert, kuru kuru esmeye başlay ınca kadın kendi kendine dalıp erkeği unutabilirdi. A m a , unutamadı.
Y ı lbaşı yine geldi çattı. A n a her yılki gibi yine k a s a
baya inip biraz tahıl sattı. Kazandığı gümüşü kâğıt p a
raya çevirerek gidip b a ş k a bir arzuhalci aradı, buldu. Y i
ne erkeğinin ağzından bir mektup yazdırdı, küçük köy yi
ne anaya erkeğinden mektup ve para geldiğini öğrendi.
103
Ama, bu kez köyfülerin yeni baştan tazelenen kıs
kançl ığı, konuşmaları, övgüleri Onanın boş yüreğini hiç
seriniptmfKii Yüzünü a k a çıkarmış olması bile avutma
dı onu. S a k i n , soğuk bir ifadeyle mektubu dinledi, sonra
kâğıt pcrçasını al ıp evine döndü, o a k ş a m yaktığı sazlar
la birlikte o c a ğ a attı.
Biraz sonra masanın küçücük gözünde duran öteki
üç mektubu da aldı (adamı gideli bu kadar z a m a n oluyor
du, artık). Onları da o c a ğ a götürdü, alevlerin ortasına bı
raktı.
Büyük oğlan bunu görerek ş a ş k ı n ş a ş k ı n sordu:
— «Babamın mektuplarını mı yakıyorsun?»
A n a , gözlerini f ışkıran alevlerden ayırmaksızın. buz
gibi soğuk bir tavırla: «Öyle,» diye c e v a p verdi.
Böylece yüreğini büsbütün boşaltmış, bomboş kalmış
oldu.
A m a , hangi yürek bomboş yaşayabi l i r? Y ı lbaşından az
sonra bir gün a n a kâğıt parasını gümüşle değiştirmek için
yine k a s a b a y a indi. Artık emmi oğluna eskisi kadar b a ş
vurmuyordu, çünkü kendi yağıy la kavrulmasını öğrenmiş
ti. Kâğı t paraya karşıl ık on gümüş parayı alıp geri döner
ken bir kapı önünde durmuş gülümseyerek üstdudağını
s ıvazlayan bir erkek gördü kl bu, toprak sahibinin veki
liydi.
Güzden beridir birbirlerini böyle yakından görmemiş
lerdi. Görünürde onları tanıyan hiç kimse de olmadığın
dan adam ona cüretle bakıp güldü.
— «Ne yaparsın burada, kadın kardeş ?» diye sordu.
Ana, «Biraz para bozdurdum,» dedi. Erkeğinin gönder
diği kâğıt paradan s ö z etmek üzereyken nedense kelime
ler boğazına dizilmiş gibi oldu. söyleyemedi.
Adam o uykulu gözkapaklarını kaldırıp kadını ısrarla
süzerek. «Ya sonra?» diye sordu.
A n a başını önüne eğmiş, her zamanki gibi rahat ko
nuşmaya çalışıyordu.
104
— «Gidip s a ç ı m için gümüşten bir toka alayım diyorum, ya da g ü m ü ş suyuna batmış bir şey. Elimdeki kullana kullana Inceldi de dün kırılıverdi.»
S a ç tokasının kırıldığı doğruydu. Kadıncağız ne dediğini fark etmeden doğruyu söyleyivermişti. S o n r a hemen arkasını dönüp yürüdü. K a s a b a sokaklar ında bir erkekle konuştuğunu görüyorlar diye, tanımadığı insanlardan bile utanıyordu. Vekil de görünüş bakımından enikonu göze çarpan bir adamdı, çünkü boyu çoğunluktan daha uzun, yüzü gösterişl i, soluk benizliydi. Gelip geçenler daha şimdiden meraklı meraklı onlara bakmaya başlamışlardı.
Vekil ananın peşini bırakmadı. Kadın hiç istifini bozmadan hanım hanımcık yolunda yürürken onun arkadan geldiğini biliyordu. Bu kere demiş bulunduğu İçin, çaresiz, küçük tanıdık bir kuyumcu dükkânına girdi, tezgâha doğru yürüdü ve g ü m ü ş suyuna batırılmış, pirinç tokalardan görmek İstediğini söyledi. Beklerken de meydanda duran küpelere bakmaya başladı .
O s ı rada toprak sahibinin vekili de geldi ve kadını hiç tanımamazlıktan gelerek kuyumcuya:
— «Şu küpeler kaça?» diye sordu. Kuyumcu, «Tartalım bakal ım ağırlıkları nedir; ona gö
re fiyatını hiç ya lans ız dolansız söylerim sana,» diye cevap verdi.
S o n r a bu ipekler giymiş adamın beriki mavi bez yeldirmeli köy kadınından daha dişe dokunur bir müşteri olduğunu düşünmüş o l s a gerek ki tokayı bir yana bırakıp küpeleri eline aldı. A n a da çares iz beklemek zorunda kaldı. Adamın o cüretli, gizli bakışlarından kaçınmak için başını öte y a n a çevirmişti. A d a m da kuyumcu küpelerini tartsın diye bekliyordu.
Kuyumcu yüksek sesle, «iki buçuk dirhem,» dedi, sonra sesini kandırıcı bir ifadeyle alçaltarak, «Madem hanımına küpe al ıyorsun, yüzük neden almıyorsun?» diye sord u : «Bak, şurada küpelere uygun iki tane yüzük duruyor. Onlnn da al ı rsan her kadının gönlüne göre, pek güzel bir armağan olur.»
105
Vekil gülümseyerek umursamaz bir. tavırla, «Koy b a kalım onları da.» dedi. S o n r a güldü: «Ama hanımıma değil bu hediyeler, hanımım altı ay önce öldü benim.»
İyi sat ış yaptığına sevinen kuyumcu hemen yüzükleri de küpelerin yanına katarak: '
— «Eh, bunlar da yeni hanımına olsun, gayri,» dedi. Adam cevap vermedi. Durmuş yine üstdudağını s ı
vazlıyordu. Kadının orda durduğundan haberi olduğunu bir kere bile belli etmedi. Küpeleri sar ı l ınca aldı, gitti.
O gidince ana belli belirsiz içini çekti ve arkasından baktı. Onun ziynet aldığı kadını yarı kıskanır gibiydi. Ç ü n kü, bunlar tam onun ta kızl ığından beri istediği gibi şeylerdi. Hatta kocası da sözümona o mektupta gönderdiği parayla böyle bir şeyler almasını yazmışt ı . Fitne karı bir zaman:
— «Hani o alıyorum dediğin yüzükler?» diye sorar o lmuştu. «Göster biçimlerini görelim.»
Ana önce, «Kuyumcu yapıyor daha,» sonraları d a , «Bir yere koydum, nereye koyduğumu unuttum.» diye bir sürü bahane uydurmuştu.
En sonunda geçen yıl fitne karı o hain tavrıyla, «Sen o yüzükleri takmayacak mısın daha?» deyince a n a :
— «Takmaya gönlüm razı değil ki! Erkeğim hele bir dönüp gelsin, o gün takacağım,» diye cevap vermişti.
Şimdi kuyumcudan tokayı alıp s a ç ı n a taktıktan sonra yola düzüldü a m a . akl ı hep o incecik, kibar g ü m ü ş şeylerdeydi. Doğrusu kan-ter dökerek topraktan çıkardığı paracıklarını incik boncuk için harcamaya içi razı değildi. Adam sen de, bundan sonra onun süs lü olması, o lmaması kimin umurunda? İyisi mi durduğu gibi dursun daha iyi...
A n a içine karamsarl ık dolarak, böyle düşüne düşüne yoluna devam etti. S u r kapısından çıktı ve köyceğizine g i den dar, kır yoluna saptı . Bu kez de evini ve evine gidince yiyeceği yemeği düşünmeye başladı. Vücudunun bildiği tek avuntu yemekti şu günlerde...
Birden vekil k ış alacakaranl ığının gölgeleri aras ından çıkarak karşıs ına dikiliverdi. Birdenbire ve kapkaran-
106
lık çıktı gölgelerin aras ından, o iri yumuşak eliyle kadının bileğini kavradı. Yolda da kimsecikler yoktu. Nası l olsun, evlinin evine, köylünün köyüne döndüğü saatti bu, ortal ığa kuru bir a y a z çökmüştü.. . Böyle zamanlarda İşi olmayan s o k a k t a durmazdı. A m a , işte erkek karş ıs ına ç ı kıp bileğini tutuvermişti. Onun elini üzerinde duyan ana sersemlemiş gibi, bir şey diyemeden, kımıldayamadan kalakaldı .
O z a m a n erkek cebindeki küçük gümüş çıkınını ç ı kardı ve zor la kadının kendi elindeki eline tutuşturdu, parmaklarını kıvırıp kapattı ve: .
— «Bunları ben senden b a ş k a s ı n a almış değilim. S a na aldım. Hepsi senin,» dedi.
S o n r a surların önündeki gölgelere karışarak görünmez oldu. A n a elindeki gümüş ziynetlerle yine yalnız b a ş ı n a kalmıştı.
A n c a k o zaman kendini topladı ve, «Olmaz, a m a olmaz,» diye bağırarak koşmaya başladı.
Gel gör ki, erkek gözden yok olmuştu. Ana ta sur kapısına değin koşup dükkânlardan vuran titrek ışıkların aydınlattığı s o k a ğ a iyice baktığı halde onu göremedi. K a sabanın içine girip a lacakaranl ıkta şu bu erkeğin yüzüne bakıp durmak ağrına' gittiğinden, kararsız, utangaç, orada duraladı. S o n u n d a sur kapısını bekleyen erler s a bırsızlanarak: 1
— «Kadın kişi, ç ı k a c a k s a n çık gayri, kapıları kapama vakti geldi!» diye bağırdılar. «Ortada komünist diye
yeni bir c i n s eşkıyalar türemiş. Tanrı korusun! Kilidi sıkı vurmak gerek şu günlerde.»
O z a m a n kadın döndü, kapıdan ayrıldı. Tepeyi tırmanıp vadiye indi ve biraz gittikten sonra ziynet çıkısını koynuna soktu. G ü n batar batmaz kocaman, buz gibi soğuk ve pırıltılı bir ay doğmuştu. Ana evine g e ç kaldı. Vardığında çocuklar ıy la kocanine uyumuşlardı bile. Ya ln ızca büyük oğlan uyanıktı. Anasının geldiğini duyunca:
— «Merak ettim seni be ana!» dedi. «Gelip arayacaktım ama, ninemle çocukları bırakıp çıkmaktan çekindim,»
107
Onun böyle, kendisi k o c a adammış gibi ötekilere ç o c u k deyişi bile a n a y a zevk vermedi.
Yemeğini yiyip bitirdikten sonra yataktan yana baktı. Mum ışığında büyük oğlanın da uyumuş olduğunu görünce perdeleri kapayıp m a s a başına oturdu ve koynun-daki küçük çıkını çıkarıp yumuşak kâğıdı y a v a ş ç a açtı.
Yüzükler bembeyaz pırıldıyordu ve küpeler de pek güzeldi. Her birine üç tane küçücük, incecik zincir takılmıştı ve her zincirin ucundan minik bir oyuncak sark ıyordu. Ana küpeleri kendi nasırlı parmaklarının aras ına aldı , inceden inceye gözden geçirdi. Zincirlerden birine küçücük bir balık, ikincisine minnacık bir çıngırak, üçünc ü s ü n e de ufak bir yıldız asılmıştı. Hepsi de hangi kadının o l s a hoşuna gidecek biçimde, u s t a c a , naz ikçe yapı lmıştı.
Ananın sert, esmer avuçları ömründe böyle güzel şeyler tutmamıştı d a h a . Bir süre oturduğu yerden bu ziynetlere baktı, baktı, sonra onları yine kâğıda sardı. B u n ları ne yapacağın ı , vekile nasıl geri vereceğini bilemiyordu.
Yorganın altına, çocuklar ın yanına girdiği z a m a n da uyku tutmadı. Gerçi g e c e ayaz ı iliklerine işlemişti a m a , yanaklar ı alev alev yanmaktaydı. Uzun z a m a n uyku tutmadı, sonunda daldığı z a m a n da pek hafif, tedirgin bir uykuya daldı.
K â h pırıl pırıl yanan tuhaf ziynet eşyalar ı , kâh elini tutan s ıcac ık bir erkek eli rüyalarına girdi, durdu.
108
"O Ü T Ü N bahar boyunca ana vekili düşündü durdu a m a . bir daha, ta yaz başına değin bir daha gö
remedi onu.
Tar lada buğdaylar hafif altın rengine dönmekteydi. Tohumluk pirinçler ekilmiş de yeni yeni, yemyeşil filizler sürmeye başlamıştı bile. A n a tohumluk pirinci dört köşe karıklara ekmiş ve karıkları evin yakınına yapmıştı ki ko-canine gelip konan açgöz lü kuşları kovalayabilsin. K e n di yüreği ise s ı c a c ı k ve boş duruyordu; sürülmüş de ekilmemiş tarlalar g ib i . . .
Y a z başında bir gündü; yumuşacık s ıcak, rüzgârsız bir gün. Ağustosböcekleri keskin sevda ötüşleriyle ç a ğ ı -rışıyor; a ş k a doyduktan sonra yine sesleri yavaşlayıp uyuş a r a k sönüyordu. G ü n e ş küçük vadiye sıcakl ığını duru, ılık bir ş a r a p gibi boşaltmaktaydı. Köyceğiz in tek s o k a ğındaki düzgün, yuvarlak taşlar güneşin s ıcağını geri verd ikçe üstlerindeki hava pırıl pırıl titreyerek oynar gibiydi. Ve bu titrek, pırıltılı buğu dalgalarının arasında, küçük vücutları terden parlamış, ç ıplak köy çocukları koşuşup oynuyorlardı.
Bir soluk bile rüzgâr yoktu. A n a kapı önünde durmuş, şiddetli s ıcaklar ın hiç böylesine erkenden bastırdığını hatırlamadığını düşünüyordu. K ü ç ü k oğlan göl kıyıs ı n a gitmiş, s u y a girmişti. Gülerekten arkadaşlarını ç a ğırıyordu. Büyük oğlan ceketini çıkarıp pantolonunun p a -
109
çalarını baldırlarına kadar sıvamış baş ına, bir zamanlar babasının olan geniş kenarlı, eski bir bambu ş a p k a g e çirerek tarlaya gitmişti. Kız, güneşten kaçmak için evde oturuyordu ve s ık sık içini çektiğini anası duyabiliyordu. Bu s ıcaktan yaln ızca kocakarı hoşnuttu. Güneşin tam alnına oturup hırkasını çıkarmış, kurumuş, buruşmuş ihtiyar vücudunu s ı c a ğ a açmışt ı . İstiyordu ki güneş, göğsünde kurutulmuş birer deri parçası gibi s a r k a n memelerinin ta içine, ta iliklerine işlesin. Gelinini görünce o tiz sesiyle:
— «Yaz geldi mi ölümden korkum kalmıyor, a k ızım!» diye söylendi. «Benim gibi kabında kurumuş a c u zeler için güneş yeni kan, yeni c a n gibidir!»
A n a ise dış dünyanın s ı c a ğ ı n a dayanamaz bir durumdaydı. Kendi içerisindeki kızgınlık erip yetiyordu orta. Hele bugün damarlarındaki kan bile, içinin kızgınl ığından, gökgürültüsü gibi gürüldeyerek akıyordu sanki .
— «Gidip şu pirinçlere az dqha su vereyim, k o c a -nine, her şeyi kurutuyor bu hava,» diyerek evden ayrıldı.
Tırmığını alıp boş su kovalarını omuzuna a s a r a k yürüdü. Pirinç yataklarının biraz yükseğinde bir su birikintisi vardı. Ana o y a n a doğru yürüdükçe biraz ferahladı, çünkü hava burada da s ıcak olmakla birlikte köyün içindeki gibi boğucu değildi, hiç o lmazsa.
Ana yolda hiç kimseye rastlamadı. Öğle yemeğinden sonra erkeklerin dinlendiği saatt i . Evde oturmayıp tarlaya giden birkaç adam bile s ıcağın şiddetinden iş g ö remeyip gölge aramış ve sinek konmasın diye şapkalar ını yüzlerine siper ederek birer a ğ a ç dibinde uyuyakalmışlardı. Yarılarında da hayvanları duruyordu, başları eğik, gövdeleri s ıcaktan, uyuşukluktan gevşemiş. . . A n a köyün içindeki ve hele kendi damarlarındaki kızgınlıktan öyleşi T
ne bunalmıştı ki gökyüzünden y a ğ a n kızgınl ığa karşı biraz daha dayanıklıydı.
Biraz tohum karıklarını düzeltti. Sonra elindeki belle yukarki su birikintisinden karıklara inen bir küçük hendek kazdı. Yukar ıya çıkıp kovalarına su doldurarak
1Î0
kazmış olduğu hendeğe akıtmaya başladı. Kovalarını teker teker doldurup boşaltt ıkça toprak ıslanıp simsiyah kesiliyor ve a n a y a susuzluktan ölmek üzere olan bir varlığ ı , suyla yeniden canlandırıyormuş gibi geliyordu.
Bir ara belini doğrultup kovalarını yere bıraktı, biraz dinlenmek üzere gidip su birikintisinin başındaki yeşil l iğe oturdu. Oturduğu yerden kuzeye, köyün olduğu yana bakarken sokakta bir erkeğin durup kocanineye bir şeyler sorduğunu, sonra dönüp kendi oturduğu yere doğru geldiğini gördü. *
Kadın dikkatle baktı ve az sonra onun kim olduğu
nu tanıdı. B u . toprak sahibinin vekiliydi. O zaman a n a
onun verdiği ziynetleri hatırladı ve başını önüne eğdi. Ne
yapacağını bilemiyordu. Ziynetlerin lafını a ç s a geri ver
mesi gerekti, oysa ki şimdi günün şu aydınlık saatinde
eve gidip o çıkıyı ç ıkarmayı, a d a m a vermeyi gözü yemi-
yordu. Ç ü n k ü , sokaktan gelip geçenler bile görebilirdi
bunu. S o n r a kocakar ı da uyanıktı ve üstüne vazife olma
yan şeyleri hemen görüp fark etmekte de birebirdi.
Böylece adam yaklaşt ı . İyice yak laş ınca ana a y a ğ a kalktı, hem mevkice' ondan a ş a ğ ı , hem de o erkek kendisi kadın olduğu iç in.. . Vekil çok serbest, rahat bir s e s le:
— «Rahatsız olma, kadın kardeş, buğdaylara bakmaya geldim,» dedi. «Bu yılki ürünü tarlaların durumundan tahmin etmek istiyorum!»
Bir yandan konuşurken bir yandan da gözlerini kadının vücudunda dolaştırıp duruyordu. Hava s ı c a k olduğu için ana bir tek hırka, bir de eskil ikten tenine yapışmış partal, yamalı bir mavi pantolon giymişti. Erkeğin gözlerini, kendi çıplak esmer ayaklar ına diktiğini fark etti ve yüreğinin çırpıntısından ürkerek, biraz s a y g ı s ı z ' b i r şeki lde mırıldandı:
— «Tarlalar şu tarafta. Git, bak!»
Veki l de durduğu yerden tarlalara doğru şöyle bir baktı, sonra o kibar, kasabal ı haliyle cevap verdi:
111
— «Tarlaların durumu güzel , kadın k a r d e ş . . Bu yılkı hasat gecen yılları belli pek aratmayacak.»
Böyle diyerek cebinden ikiye katlanmış küçük bir defter çıkarıp ananın şimdiye değin hiç görmemiş olduğu bir çeşit çubukla bir şeyler yazdı . Bu çubuk, arzuhalcinin kamışı gibi mürekkebe banılmak istemeden, kendiliğinden siyah siyah yazıyordu.
A n a onun yazışını seyrederken hem meraklanmış hem de böyle, bilgili, efendi bir adam yan da o l s a kendine baktı diye doğrusu biraz koltukları kabarmıştı. Bu s e ferlik ziynetlerin sözünü etmemeye karar verdi.
Vekil yazısını yazjp bitirince yine üstdudağını s ıvazlayıp gülümseyerek ona döndü:
— «Vaktin v a r s a bana sizin şu arpa tarlasını g ö s -teriver.» dedi. «Hangisi siz in, hangisi emmi oğlunuzun, hep karıştırıyorum.»
Ana isteksiz isteksiz, «Benim tarla naha şu yamacın ardında,» diye cevap vererek başını eğdi ve yerden tırmığını alıyormuş gibi yaptı.
Adam, «Yamacın ardında, öyle mi?» dedi ve hep g ü lümseyerek o iri, yumuşak eliyle üstdudağını s ıvazlamakta devam etti. Sonra sesini iyice yumuşatarak. «Sen g ö s ter bana şu tarlanı, hanim ana,» dedi.
Gözlerini açıktan a ç ı ğ a a n a y a dikmişti şimdi. Ana kendini bu bakışların etkisinden kurtaramadı, tırmığını elinden bırakarak onunla birlikte yürümeye başladı; yalnız, âdet olduğu üzere erkek önde, kendisi arkada gidiyorlardı.
Güneş başlarına vuruyordu, ayaklarının altında toprak çimenler içinde yumuşacık, s ıcacıkt ı . Yürüdükçe k a dının damarlarındaki k a n a tatlı bir baygınlık yayılır oldu. Sebebini bilmediği halde, önünden yürüyen erkeği seyretmek ona bir derin zevk vermeye başladı; erkeğin terden parlamış düzgün, soluk renkli ensesi , uzun yumuşak yazlık urbasının içindeki vücudunun kımıltıları, temiz beyaz çoraplar ve siyah bez papuçlar içindeki a y a k l a n . . . Kendisi yal ınayak, s e s çıkarmadan yürüyerek ona yaklaştık-
112
ça burnuna güzel bir- koku geliyordu. Lavantadan daha kuvvetli, erkek kanının, erkek teninin, erkek terinin kokus u . Bu kokuyu içine çekt ikçe a n a istekle dolup taşıyordu. Öyle bir istek ki onu kendi kendinden, akl ına gelenden korkuttu. Ana çimenli yolun üstünde zınk diye durarak kesik ses le:
— «Bir şey unuttum, kocanine için!» diye adeta inledi.
Adam dönüp ona bakınca kadın yine bütün vücudu kızışıp çözülerek, boğuk boğuk;
— «Bir şey vardı yapacağım, unuttum,» diye kekeledi ve döndüğü gibi hızlı hızlı yürümeye başladı.
Vekil onun arkasından bakakalmıştı.
A n a dosdoğru evine gitti ve usulca içeri girdi. Onun geldiğini k imse fark etmemişti, çünkü herkes uykudaydı. Gün ilerledikçe hava büsbütün ağırlaşmıştı. Karşı kapıda yengenin ağzı aç ık uyku kestirdiği görülüyordu. Bebeği de meme emerken uyuyakalmıştı. Kocanine hâlâ beline kadar soyunmuş olarak uyuyordu. Kız da en sonunda evin içindeki boğucu havaya dayanamayıp dışarı çıkmış, başını yastık diye serin bir taşa dayayarak uykuya dalmıştı. En küçük oğlan ise çırılçıplak, söğüdün dibine boylu boyunca uzanmış horulduyordu.
Hava değişmişti. Ortalık kararıp büsbütün kımıltısız kalmış, s ıcakl ık sanki daha derin, daha yakıcı olmuştu. Tepelerin ardından ş işkin, siyah, ejderha gibi korkunç kocaman bulutlar çıkagelmişti. A m a , yine de için için bir garip ışıkla aydınlanmış gibiydiler, kenarları gümüş yaldız çizgil iydi, hepsinin. Öğleden sonranın bu sonsuz, bu kızgın sessiz l iğ i içinde bir tek böceğin, bir tek kuşun bile ötüşü duyulmaz olmuştu.
Ana ise uykulu ve.uyuşuk olmaktan çok uzaktı. Usulca içerki loş, s e s s i z odaya girdi, yatağın üstüne oturdu. Damarlarındaki kan gümbür gümbür akarak kulaklarını uğuldatıyordu. O gürbüz, a c ı k m ı ş vücudunun kanı. Derdinin ne olduğunu biliyordu gayri. K a s a b a l ı bir kadın filan olsp, hastayım diye kendini aldatırdı. Ana bunu yapmadı.
ANA F . : 8/113
Derdinin ne olduğunu bilip dururken kendini aldatmaya
c a k kadar s a d e bir huyu vardı. Şimdi içi ömründe bil
mediği bir korkuyla dolup taşıyordu, çünkü çok iyi far
kındaydı ki şu kendi içindeki gibi bir açlık giderilmedikçe
insanı kudurtur...
Adama karşı koyabileceği aklının ucundan bile g e ç
miyordu. Kendisinin de onun kadar aç olduğunu anlamıştı
bir kere. Kendi kendine:
— «inşallah beni istemez bu adam!» diye inlemekten
b a ş k a çaresi yoktu. «İnşallah beni istemez de ben de kur
tulurum!»
Daha o an. bütün korkusuna rağmen bir kuvvet onu
Itmişçesine kalktı o yataktan, uyuyan köyün içinden g e ç
ti, demin gelmiş olduğu yoldan gerisingeriye, tarlalara
doğru gitti. Başının üstünde o kocaman, o simsiyah par
lak kenarlı bulutlar ve çevresinde, bulut karanlığının için
de yeşilleri parıl panl, tertemiz yanan tepeler. K ü ç ü k kıv-
nm kıvrım kır yolu boyunca yürüdü. Yolun ötesindeki dö
nemeçte küçük, yıkık bir tapınak vardı, bu tapınağın kapı
sında adam durmuş, onu bekliyordu.
Ana onun önünden g e ç i p gidemedi. Yapamadı bunu. Adamın tapınağa girdiğini görünce kendi de kapıya gidip baktı, adamın İçerde beklediğini gördü. Penceresiz tapınağın alacakaranlığında durmuş bekliyordu. Ve gözleri bu alacakaranlığın içinde bir hayvanın gözleri gibi ışıldıyordu. Gözleri bile bekler gibiydi adamın. Ana içeri girdi.
L o ş ışıkta birbirlerine baktılar. Düş içinde İki insan, çaresiz, kendilerini tutmak gücünden yoksun... Önüne g e çemeyecekleri şey için hazırlanmaya başladılar.
Yalnız, bir kez, kadın duraladı. Dalmış olduğu düşten uyanırcasına başını kaldırdı ve tapınağın üç tanrısını gördü. B a ş tanrı görmüş geçirmiş bir ihtiyar adamdı kl g ö z lerini karşıya dikmiş oturuyordu. İki yanında da yardımcıs ı olan birer küçük tanrı vardı; dua etmek ya da korunmak için tapınağa giren yolcuları avutmaya hazır küçük, kendi halirlde yol tanrıları. Ana çıkarmış olduğu ç a m a -şın aldı ve gözleri örtülsün diye tanrıların başlarına attı.
114
X I
A Y N I günün bitiminde rüzgâr uzak tepelerden bir kaplan kükrer gibi birdenbire koptu. Işığı çoktan s ö n
müş, yağmurdan ağır laşmış bulutları bu rüzgâr g ö k y ü zünden indirdi. S a ğ a n a k l a r birden boşandı ve gündüzün sıcağını yıkayıp götürdü. Yağmurdan sonra ortalığı b a s a n sisler sonunda a ç ı l ı n c a , s a k i n , kurşuni ufuklardan s e rin, duru ve saf bir ş a f a k söktü.
6u beklenmedik fırtına ve a y a z , göklerden kocakar ının üzerine bir ölüm habercisi gibi inmişti. K o c a k a r ı ö ğ le üzeri daldığı uykudan vaktinde uyanamamış, g ü n battıktan sonra esen rüzgâr o çıplak, kocamış vücuduna iyice işlemişti. A k ş a m zamanı ana, tarladan, alnının teriyle iş işlemekten dönüyormuşçasına s e s s i z , sakin eve geldiği z a m a n ihtiyarı yer döşeğinde titreme nöbetleri ve sancı lar içinde buldu. Kaynana:
— «Cin çarptı beni. k ız ım, nazar indi bana!» diye inim inim inleyerek o küçücük, kupkuru elini uzattı. A n a onun elini a l ınca tersiz ve aiev alev yanmakta olduğunu gördü.
Ananın nerdeyse sevineceği geldi bu işe. Kendi içinden geçenleri , o gün yapmış olduğu o tatlı ve kötü işi a k lından si lecek diye ihtiyarın hastal ığına seviniyordu, nerdeyse.
— «Pek kötü karardı gökyüzü.» diye mırıldandı. «Handiyse eve gelip bakayazdım, d ışarda mısın diye, a m a s o n ra elbet göğün bu rengini görür de içeri girer, dedim.»
115
Kocakar ı : «Uyuyakalmışım,» diye inledi. «Bir uyumuşum, bir uyumuşum... hepimiz uyumuşuz. Uyandığımda bir de ne göreyim gün çeki lmiş, her yanım buz kesmiş.»
Ana hemen su kaynattı. İçine zencefil le b a ş k a baharlar da katıp ihtiyara içirdi. Y ine de geceleyin ihtiyann o kupkuru ateşi yükseldikçe yükseldi. Nene şimdi nefes alamadığından yanıyor yakınıyordu. Cinler gelip böğrünün üstüne oturuyorlar, bıçaklarını onun ciğerine saplı-yorlarmış. B iraz sonra konuşması da durdu. Şimdi s ık ış ı k ciğerlerinden ç ı k a n hırıltılı nefesi duyuluyordu yalnızc a .
Ana ise uyanık durmak zorunda olduğuna seviniyordu. Bütün g e c e uyumayıp kaynanasının başucunda nöbet bekledi. İhtiyar su istedikçe su veriyor, yorganını ittikçe üstünü örtüyordu. Nenecik her yanının yandığını söyleyerek sızlanıyordu a m a , durup durup titreme nöbetleri de geçiriyordu.
Dışarda kapkara bir gece vardı. Bardaktan boşanır-c a s ı n a yağan yağmurlar evin s a z damını yer yer yarıp içeri girmeye başlamıştı Ana ihtiyarın yatağını odanın tavanı akan köşesinden, büyük yatak tarafına çekti, tavanın deliğini bir hasır la ötttü. Bütün bu işleri sızı lt ısız yapıyordu. Bütün g e c e boş oturmadıkça sevindi, durdu.
Sabahleyin ihtiyarın durumu ağır laşmıştı , hem de gözle görülecek kadar. Ana oğlanı gönderip emmi oğlunu ç a ğırttı. Emmi oğlu geldi, yenge de geldi, konu komşu da geldiler, kocakarının başına toplandılar. Kocakar ı bir b a kıyorsun kendini biliyor, bir bakıyorsun ateşinin fazlal ığınd a n , nefes alırken duyduğu acıdan kendini kaybedip gidiyordu. Her gelen bir b a ş k a akıl öğretiyor, bir b a ş k a i laç sal ık veriyordu. Ana da her birini ayrı ayrı denemek için oraya buraya koşturup duruyordu.
İhtiyarcık bir seferinde kendine geldiği zaman.- etrafında toplanmış olanları gördü, dolu sinesinden hırıltılı hırıltılı ç ıkan nefesiyle:
— «Bir cin var üstüme oturuyor, bast ı r ıyor/ez iyor beni,» diye söylendi. «Saatim benim... Saatim...»
O z a m a n a n a neneclğin bir şey söylemek istediğini sezerek hemen yanına koştu. Gelgelelim İhtiyar diyeceğini bir türlü diyemiyor, titreyen elleriye sırtındaki kefenlik hırkayı çekiştirip duruyordu. Hırkanın üstü yamadan g e çi lmez olmuştu, artık. Her yama yamanışfa kocakarı sevinerek, bu kefenliği de eskitmeye yemin edip gülmüştü. Şimdi ise hırkayı çekiştirerek nefes nefese bir şeyler söylemeye çal ış ıyordu. Gelini onun üzerine doğru eğildi. Koc a k a r ı :
— «Şu hırka,» diyordu, «yama dolu... oğlanım...» Ötekiler bu sözden bir şey anlamayıp merakla bir
birlerine baktılar. Ama büyük oğlan hemen atıldı: —• «Ana, ben bildim nenemin ne istediğini. Yeni kefen
istiyor, üçüncü kefenliğini giyip yatsın istiyor. Hani babam göndereceğim diye yazdıydı. Nenem hep derdi y a , bu ikinci kefeni de eskiteceğim diye.. J
Oğlanın bu sözleri üzerine ihtiyarın yüzünde cıl ız bir gülüş belirdi. Komşular:
— «Ne yaman ihtiyarmtş, bu!» diye başlarını sal ladılar. «Sözünün eri, dediği dedik actızeymiş, inan olsun. Üçüncü kefenimi de giyeceğim dedi y a , giyecek alimallah!»
Kocakarının çökmüş, baykuşumsu yüzünde de sönük, ölgün bir neşe parlayıvermişti. Zorlukla konuşarak yine:
— «Sırtıma giymeden ölmeyeceğim...» diye fısıldadı. Bunun üzerine hepsi te laşa kapıldılar. Emmi oğlu ke
fenlik kumaşı a lmaya koştu. A n a d a : — «En iyisinden, şöyle tok, kırmızı bir pamuklu al ı
ver,» diye tembih etti. «Elinde gümüşün varsa harcayıver, ben s a n a yarın veririm.»
Kaynanas ına en iyisinden kefenlik yapmayı akl ına koymuştu. O g e c e herkes uyuyunca toprağı kazıp gömmüş olduğu gümüşleri ç ıkardı, kocanineyi son deminde hoşnut etmek için gerektiği kadar para ayırdı.
Sanki yapmış olduğu şey, düşünmek istemediği, varlığının gizli köşelerine gömdüğü o saat, o saatin bekleyen hatırası şimdi a n a y a her zamankinden büyük bir şefkat
117
veriyordu. Onu kendi yakınlarının hatırı İçin kendin! ha
rap etmeye kışkırtıyordu. İş! çoktu, ana bundan hoşnuttu.
Şu anda çevresindekiler için saçını süpürge etmek o y a
ş a m ı ş olduğu gizli saatin yükünü biraz hafifletir gibiydi.
İki gecedir uyku yüzü görmemiş, kendini yormak için
elinden geleni yapmıştı. Çocuklannı bir kere bile azarla-
mamıştı. Ölüm döşeğindeki ihtiyara ise g ö z ü gibi bakıyor
du.
. Emmi oğlu kefenliği getirince ana kumaşı koconine-
nin gözlerine yakın tuttu ve: «Ha gayret, kocanlne, hır
kan bitene dek. dayan.» dedi.
Yüksek s e s l e konuşmuştu çünkü, ihtiyarın kulakları
her an biraz daha işitmez, gözleri her an biraz daha gör
mez- oluyordu.
Kaynana da yiğitliği elden bırakmadı. — «Yak. ölmem daha.» dedi. Oysaki nefesi konuşmaya yetmez olmuştu, gayri.
Hatta hiç nefesi kalmamış gibiydi. Her aldığı soluk ciğerlerinden acınacak bir hırıltıyla, güçlükle çıkıyordu.
A n a iğnesini işletmeye başladı, o güzelim, pahalı kumaştan gelin giysisi gibi pırıl pırıl, kırmızı kefenlikler dikti. İhtiyar yattığı yerden, ananın kucağında ışıldayan kumaşa sönük gözlerini dikmiş bakıyordu. Artık yiyemez, içemez duruma gelmişti. İnsan sütünün bazen ölüm halindeki hastalan kurtardığı bilindiğinden, iyi kalpli, emzikli bir kadın kendi memesinden bir t a s içine süt sıkıp getirmişti ama. ihtiyar bunu bile yutamamıştı. Aldığı bir parça nefesle yaşıyor, kefenlikleri dikilsin diye bekliyordu.
Ana durmadan dikiş dikiyor, komşuları, dikişe ara vermesin diye yemek yapıp getiriyorlardı. Kefenlikler bir gün, bir g e c e tamam olmadan dikildi, bitti. Emmi oğluyla yenge, daha birkaç komşu ananın başını beklemişlerdi. Evlerine giden köylüler dahi uyumamışlar, a c a b a bu yarışı a n a mı k a z a n a c a k yoksa ölüm mü. diye merak ediyorlardı.
Kefenlikler bitti sonunda, o güzelim al urbalar dikildi. Emmi oğlu ihtiyarı döşeğinden kaldırdı, anayla yenge
118
de yepyeni giysileri onun artık kuru. kararmış dalları a n
dıran kollarına, bacaklarına geçirdiler.
Kefenliğin bittiğini ihtiyarcık bildi. Konuşamıyordu.
Yattığı yerden hırıltılı son birkaç nefes daha aldı, gözle
rini iri iri a ç ı p o d i ş s i z ağzıyla gülümsedi.
Muradına ermişti. İki tane kefeni eskitip üçüncüsünü
giymenin nasip olduğunu bile bile, sevine sevine öldü.
**
İhtiyar gömülüp cenaze telaşı sona erdikten sonra bile, ana boş durmadı. Tarlada her zamankinden daha fazla çal ışıp didinmeye başladı. O ğ l a n bir iş yapmaya kalkışsa şimdi ana:
— «Bırak, ben yapayım!» diyordu. «Kocanineyi pek arıyorum. Bu kadar arayacağım hiç aklıma gelmezdi. Öyle pişmanım ki. neden o gün hava bulutlanınca gidip ona bakmadım diye.»
Ananın kaynanasının ölümüne pek y a s tuttuğu, kendini suçlu gördüğü bütün köyceğize yayıldı. Herkes yasından ötürü onu överek:
— «Ne iyi gelinmiş, böyle üzülüyor.» dediler. Anayı da: «Yas tutma pek böyle, kadın kardeş.» diye
avutuyorlardı. «Pek koçanıydı, gayri. Demek ömrü bu k a darmış. Daha biz konuşamaz, yürüyemezken, her birimizin saati alnımıza yazılıyor. Ee, bu saat gelip çatınca y a s tutmanın ne yararı var? B a k erkeğin hayatta, çok ş ü kür, iki tane de oğlun var. Kalbini bütün tut. kadın kardeş!»
Ne var ki a ç ı k ç a ah vah edebilmek şu günlerde anayı
rahatlandırıyordu. Çünkü içinde bir gizli korkusu vardı.
Fırtına içinde yaşamış olduğu o saatten beri içinde gizlen
mekte olan bir korku. Artık tarla işi bile ona bu korkuyu
unutturamaz olmuştu. S o n günlerin telaşına, hatta k o c a -
ninenin ölümüne bile şükrediyordu a n a şimdi. Yüreği ezi
lerek:
— «İyi ki ölüp gitti, ihtiyarcık, hiç olmazsa bu, öteki
şeyi görüp öğrenemeyecek,» diye düşünüyordu.
119
Aradan bir ay geçince ananın korkusu arttı. İki, üc ay geçti ve harman vakti gelip çattı. Döven dövüldü, bitti. Hasat telaşı arasında ananın korkusu da korku olmaktan çıkmış, kesin bir bilgi haline gelmişti. D a h a fazla şüphenin gereği yoktu, gayri. A n a başına en büyük felaketin geldiğini biliyordu. O ki oğlan çocuklar doğurmuş, köyünde herkesçe sayı lan bir hatun kişiydi!.. O yaz fırtınasının koptuğu güne, kendi sersemce isteklerine lanet okuyordu şimdi. O z a m a n akıl etmesi gerekirdi. Kendi vücudunun öyle kızışık, bekler, ister bir durumda olduğu, vücudunun açl ığından b a ş k a bir şey düşünemediği öyle bir saatin tam meyve verecek bir saat olduğunu o z a m a n bilmesi gerekirdi. Ya sonra adamın vücudu. O erkeklikle dopdolu, o güçlü, güzelim vücut... işin sonunun b a ş k a türlü çıkması düşünülebilir miydi?
Ne tuhaf bir analıktı bu kez kadının başına gelen ki bu denli gizli tutulması şarttı ve geceleyin, çocuklar ı mışıl mışıl uyurken onun ruhunu öylesine bir tasay la karartıyordu! A n a ne kadar aşererse ersin kimseciklere belli etmiyordu. Ne tuhaftır ki a n a kocasından olma çocuklarını taşırken aşermek nedir bitmemişti. O y s a şimdi ağz ına koyduğu her lokma onu perişan ediyordu. İçindeki tohum zararlı otların tohumları gibi alabildiğine büyüyüp serpiliyor, kendini besleyen vücudun insafs ızca canını emip bitiriyordu, sanki . Gelgelelim a n a dışarıya karşı hiçbir şey belli edemiyordu.
Gecelerce içinin fenalığından uyuyamadı bile. Yatak
ta oturup, s e s s i z s e s s i z :
— «Keşke yine yalnız, temiz olsaydım,» diye inledi.
«Şu içimdeki nesne yok oluverse de yine yalnız başıma
kalsam hiç yakınmazdım.»
K a ç kereler derdinden deliye dönerek kendini oracığa, yatağın direğine asmayı düşündü. A m a , yapamadı bir türlü. Kendi masum yavruları vardı a r a d a . Onların uyuyan yüzlerine bakt ıkça ana böyle bir şey yapamayacağın ı biliyordu. Sonra cesedini, bakalım neden öldü diye evirip ç e J
120
virdikçe komşuların nasıl bakışacaklar ını düşünmeye de dayanamıyordu.
Böylece a n a , yaşayıp gitmekten b a ş k a çıkar yol bulamadı.
Yine de bütün bu çektiği sıkıntı lara rağmen ananın kasabal ı erkeğe karşı duyduğu istek körelmiş değildi. C o k kere kadın onu hem arzuluyor hem ondan nefret ediyordu a m a o b a ş k a ! Tersine, kadının içindeki sır büyüdükçe, üzerinde erkeğin etkisi de artıyor gibiydi. Kendini ona teslim ettiğine bin kere pişman olmuştu, olmuştu a m a g e c e gündüz onu arzulamaktan da geri kalmıyordu. Utancı içtendi, erkeğe karşı koymadığı için duyduğu pişmanlık gerçekti a m a gel gör ki bunlara rağmen erkek yine de gözünde tütmekten geri kalmıyordu.
Yalnız, gidip vekili aramak ananın ağrına gidiyordu. Gören olur diye de korkuyordu. Adam ona gelsin diye beklemekten b a ş k a çaresi yoktu. A n a y a öyle geliyordu ki bir kez kendisi gidip adamı aradı mı gayri işi bitiktir, ondan sonra a y a ğ a düşüp orta malı olması yakındır.
Gelgelel im ne gariptir ki vekil anadan y ü z çevirmişe
benzerdi. K o c a yazlar geldi geçti de vekil köye bir daha
uğramadı. A n c a k harman yapılıp bittikten sonra geldi; o
z a m a n da eskisi gibi huysuz, aksi l iği üzerindeydi. Kendi
payına düşen erzakı bu kez son tanesine kadar aldı da
ananın büyük oğlanı ş a ş ı p kalarak:
— «Acep ne ettik de adamı kızdırdık, be ana?» diye sordu. «Geçen sene nası l iyiydi!»
Ana a s ı k suratla: «Ben nerden bileyim?» diye cevap
verdi, a m a biliyordu. Adamın ondan yana hiç bakmayışın-
dan anlamıştı.
Hasat şerefine şölen verdikleri z a m a n bile vekil a n a dan yana hiç bakmadı. O y s a o tertemiz yıkanmış, s a ç l a rını y a ğ l a tarayıp düzeltmiş, üzerine temiz bir hırkayla pantolon giymişti. K o c a dünyada bir çift çorabı vardı, onu du giymiş, üzerlerine kocaninenin cenaze için yapılan çarıklarını takmıştı.
121
Böyle giyinmiş kuşanmış olarak, yanaklar ı umuttan utangaçl ıktan kızarmış, içindeki gizli korkuların etkisiyle gözleri parıl parı l, oraya buraya koşuyor, qdamın dikkatini çekmek için bir sürü iş görüyordu. Bunlardan b a ş k a , sesini yükseltip gülerek etrafındakilerle konuşup duruyordu. Köy kadınları, eskiden erkeklerin yanında hep s e s s i z duran ananın bu yüksek sesle gülüşüp ş a k a l a ş m a s ı n a , alev alev yanan yanaklarına, o ışı ldayan gözlerine ş a ş ı p kaldılar.
Gelgelelim a n a ne y a p s a adam ondan yana bakmıyor
du. Yeni üründen pirinç rakısını tadına bakmak için yudum
larken:
— «Bu içkiden benim için de bir iki testi ayırın, dostlar!» diye bağırdı. «Ağzını da iyi mühürleyin ki tadı kaç ıp gitmesin.»
A m a , dönüp kadından yana bir kez bile bakmadı. K a dın onun yanına ya da önüne gidip durduğu z a m a n da erkek, adını bile bilmediği rasgele bir köylü kadınmışcasına, onu görmezlikten geliyordu.
Kadının b u n a d a h a fazla d a y a n a c a k g ü c ü kalmadı.
Evet, sevinmesi gerekirdi erkek onu artık istemiyor diye.
Ne var ki. dayanamıyordu. Şölenin orta yerinde evine dön
dü, bir zamanlar adamın almış olduğu ziynetleri, s a k l a
dığı yerden elleri titreyerek buldu, çıkardı. Kulaklarındaki
delikler kapanmasın diye bunca yıldır taktığı telden halka
ları çıkarıp küpeleri taktı. Yüzükleri sert, nasırlı parmakla
rına geçirdi. Kendini bu haliyle a d a m a göstermek için yine
şölen yerine döndü.
Köy kadınları, yiyip içen erkeklere hizmet için m a s a nın bir yanına toplanmışlardı. Fitne karı da onların arasındaydı. Ayağındaki yeni çarıkiar görünsün diye bacaklarını uzatmış oturmuştu. Anayi görünce:
— «Aman. a m a n , kadın kardeş, demek o ziynetleri gerçekten aldın ha!» diye seslendi. «Erkeğinin dönüp gelmesini beklemeden de takmışsın, görüyorum!»
122
Öyle bağırarak konuşmuştu ki kadınların hepsi bakıp gülüştüler. Bu kez erkekler de kadınların neşesine bakıp güldüler.
Gülüşmeyi, ananın üzerine yapılan şakalar ı duyunca vekil de kibirli, umursamaz bir tavırla başını kaldırıp baktı. Bir yandan ağzındaki lokmayı çiğneyerek yine öyle umursamaz bir bakış la ve ananın duyabileceği gibi yüksek bir s e s l e :
— «Kimdir bu kadın?» diye sordu.
Gözleri bir an ananın kıpkırmızı kesilen yüzünde durdu. S o n r a vekil onu hiç tanımıyormuş gibi başını çevirdi, önündeki yemeğe baktı.
A n a ise, yüzü birden s a p s a r ı kesilerek oradan kaçtı. Herkes de onu kendi şakalar ından utanıp kaçtı sanarak büsbütün gülüştüler.
* O günden sonra a n a başkalar ından k a ç a r oldu. G ü
nünü çocuklar ıy la geçiriyor, içinde gitgide büyüyen o fena şeyi herkesten saklıyordu. G e c e gündüz bütün düşüncesi bu şeye bir çare bulmaktı.
Görünüşte yine her zamanki gibi durup dinlenmeden çalışıyordu. Zahiresini istif etti, k ış hazırlıklarını bitirdi. Bu sırada g ü z bayramı oldu. Köyceğiz in her evi kendine göre bayram etti; sepetlerinin kışlık zahire dolu oluşunu kutladılar. Yemekler yapı lmış, köyün küçük sokağı neşe, mutluluk içindeydi. Gerçi ananın ne neşesi vardı, ne de mutluluğu. A m a , yine de .çocukları için ayçöreklerl yaptı. O g e c e ay doğunca döven yerine çıktılar, çörekleri söğütlerin altında yediler. Gökte dolunay nerdeyse g ü n e ş kadar parlaktı.
Gelgelelim üzerlerinde bayram keyfi yoktu. Çocuklar kendi eksikliklerini ve analarının neşesizliğini ta içlerinde duymuş gibiydiler. Sonunda büyük oğlan:
— «Bazen içime babam ölmüş gibi geliyor,» dedi. «Yoksa elbet gelirdi.»
Anası irkilerek hemen: «Kötü evlat!» diye bağırdı. «İns a n kendi babasına ölüm kondurur mu hiç?»
A m a aklına bir şey gelmişti.
123
O ğ l a n . «Bazen diyorum ki ç ıksam, gidip babamı arayıp bulsam!» dedi. «Bu sefer kış buğdayını ektikten sonra gideyim bari. Sen bana biraz para verirsin. Kışlıklarımı da çıkın yapıp omuzuma alırım. Olur a, belki hemen bulamam da uzun zaman yollarda kalacağım olur.»
Bu sözler anayı korkuttu. Oğlunun aklını çelmek için: — «Hele sen bir çörek daha ye bakal ım, oğlanım,»
dedi. «Hele bir yıl daha bekle bakalım. S e n de gider gel-meyiverirsen benim halim nice olur? Hele bir bekle küçük kardeşin büyüsün, senin yerini tutacak kadar olsun!»
En küçükleri, istediği bir şeyier olduğu zaman hep hır-çınlaşırdı. Simdi de dik dik:
— «Ağabeyim giderse ben de giderim!» diye söylenip o küçük, kırmızı ağzını büzerek kızgın kızgın anasına baktı.
A n a bu sefer büyük oğlunu kınadı: «Bak gördün mü yaptığını? Böyle konuşup onun da aklını çeliyorsun.»
S o n r a artık bu konu üzerine b a ş k a söz etmedi.
* a *
A m a , fikir kafasına takılmıştı. Sonradan ana bu meseleyi düşünmeye koyuldu. İşte surda beş yıldır yapayalnızdı. B e ş yıl bu. Bir adam, geleceği varsa bundan önce çıkıp gelmez miydi? B e ş yıl geçmişti aradan. Erkeği ölmüş o l s a gerekti. Kendi de dul kalmıştı. Belki yıllardır duldu da haberi yoktu.
Toprak sahibinin vekilinin de karısı yoktu. Kendi gibi o da duldu. Daha geçen yıl karısının öldüğünü söylerken a n a duymuştu. O zaman kulağına girmemişti. Kendisi dul değilken ne üstüne vazifeydi erkeğin dulluğu, evlil iği?
Ananın aklı dulluğuna iyiden iyiye yattı. O g e c e g e ç vakte kadar dolunayın ta yükseklerde yüzüşünü seyretti. Çocuklar ı çoktan uyumuştu. Bütün köy dalgın uykulardaydı. Y a l n ı z c a birkaç köpek dolunaya karşı havlıyordu. Düşündükçe dulluk daha fazla yattı ananın İçine. Madem ki kendisi duldu, adam der demez evlenirlerse... belki de iş işten geçmiş olmazdı.
124
Ananın içini bir acay ip telaştır aldı. Büyük oğlan ise tasarısını unutmuyor, tarlayı bir an önce sürüp buğdayı ekmek için durup oturmadan çalışıyordu. Belli ki niyeti buğdayı ektiği gün yola çıkıp babasını aramaya gitmekti. O ğ lan şimdi nerdeyse babasının boyuna yaklaşmıştı . Bir bambu kamışı gibi s ımsıkı , sepsert ve kıvrak bir yapısı vardı. Artık çocuk değildi ki karşı gelinsin! S e s s i z a m a . inatçıydı. Akl ına bir kere bir şey koydu mu bir daha unutmazdı. Ş i m di de:
— «Bırak güyri gidip babamı bulayım. Oturduğu kentin, çal ışt ığı evin yerini, adını söyle,» diye tutturmuştu.
Bu kez ana onu başından savmak için ne diyeceğini bilemeyerek: «Ben babanın mektuplarını yaktımdı,» diye cevap verdi. «Gayri çaresiz yeniyılı bekleyeceğiz. Bir mektubu daha gelir, elbet.»
Ç o c u k , «Hani nerde oturduğu aklımda dedindi!» diye ona çıkışt ı :
Ana hemen: «Aklımda kaldı sandıydım, a m a , şu bu derken, araya kocaninenin ölümü de karıştı, unutuvermi-şim.» diye cevap verdi. «Unuttuğumu surdan biliyorum ki ninen ölürken babana mektup yazdıracaktım; yerini unuttuğum için yazdıramadım.»
Oğlan ona pek de inanmayarak, dargın dargın bakıyordu. A n a şimdi kızarak:
— «Tam büyüyüp işime yaramaya başlamışken böyle beni bırakıp gitmek isteyeceğini nerden hileydim?» diye söylendi. «Ananı bırakıp gitmek isteyeceğin akl ıma bile gelmezdi. Nası l o lsa bu yı lbaşında da mektup gelecek değil mi?»
Oğlan çaresiz bu sevdadan şimdilik vazgeçt i a m a , üzerine bir somurtkanlık gelmişti. Ç ü n k ü , babasını görmeyi akl ına koymuştu bir kere. Babasını doğru dürüst hatırlamıyordu bile. Ama, akl ında şen şakrak bir insan blarak kalmıştı ve çocuk onu görmek için c a n atıyordu. Şu son zamanlarda anasını esk is i gibi sevmez olmuştu. Kadın her fırsatta ona kızıp çatar, laftan, lakırdıdan a n lamaz gibiydi. Bunun için çocuk babasını özlemeye b a ş lamıştı,
125
Ana ne yapacağını bilmez olmuştu şimdi. Ya ln ızca bir şeyler yapmanın şart olduğunu biliyordu. Hem de bir an önce. Y ı lbaşında babalarından mektup gelse de, gelmese de oğlan besbelli onun başının etini yemekten vazgeçmeyecek, ana çares iz sonunda her şeyi anlatmak zorunda kalacaktı . Gelgelelim ç o c u ğ a nasıl anlatmalı ki bu iş İlkin kadın olarak yüzünü ak çıkarmak için uydurduğu bir küçük yalanla başlamış, yıllar boyunca kökleşip dal budak salmıştı, şimdiden sonra değişmesi pek güçtü?
A n a beri yanda da erkeğinin ölmüş olduğunu düşünerek içini yatıştırmaya çal ışıyordu. Hayatta olup da bir günden bir gün tar lasına, oğullarına, eski baba o c a ğ ı n a dönmeyen adam nerde görülmüş? Ölmüştü erkeği, a n a bundan emindi.
Kendi kendine böyle diye diye hiç kuşkusu kalmadı gitti. Erkeğinin ölümüne iyice inandı. Artık oğlanı ve diğer köylüleri susturmak için bir şeyler yapmak gerekiyordu, hepsi bu.
A n a her zarhanki gibi kasabaya indi. gidip şimdiye dek görmemiş olduğu yeni bir arzuhalci buldu, içini çekerek:
—«Bizim geline kocasının öldüğünü yazıver.» dedi. «Nasıl mı öldü kocası? Yangında kaldığını söyle. Oturduğu evde kölenin biri lamba devirmiş, yangın çıkmış. Kardeşim de uykusunun arasında yanıp gitmiş. Külleri bile kaybolmuş gitmiş. Köyüne gönderilecek ne cesedi ne de bir emaneti kalmış.»
Bu mektubu yazdıran yabancı biriymiş gibi, a n a bir b a ş k a ad verdi. Yer olarak da b a ş k a , uzak bir kenti söyledi. Arzuhalci bu işin içinde bir tuhaflık sezer gibi oldu a m a , biraz faz laca paraya karşıl ık ananın istediğini yazdı . Z â ten, üstüne vazife değildi, hele susmasına karşıl ık a d a m a gümüş para verirlerse...
Böylece a n a kendini kurtarmış oldu. Şimdi kurtuluşunu tamamlamak için sabırsızlanıyordu. Öyle y a , ne yapıp yapmalı , bu işten toprak sahibinin vekilini haberdar etmeliydi. Ş u r a y a buraya başvurup mal sahibinin eski evini aramaya koyuldu. Gerçi mal sahibi artık orda oturmuyordu
126
a m a . komşuları herhalde onun vekilini bilirlerdi. Derdinden tam kurtulmak için duyduğu sabırsız l ık a n a y a bir pervasızl ık vermişti. Tanrı lar da onunla birlik gibiydi bugün: Mal sahibinin esk i evine yak laş ınca vekilin tek başına karşıdan gelmekte olduğunu gördü. A d a m a tam b a h ç e kapısından içeri girmek üzereyken yetişti. Hemen seslendi, koşup kolunu tuttu.
A d a m bir ona bir de kolunu tutan ele şöyle bir baktıktan sonra, «Ne istiyorsun, kadın?» diye sordu.
A n a , «Ben dulum gayri, efendimiz,» diye fısı ldadı. «Daha bugün öğrendim ki dul kalmışım meğer!»
A d a m s a onun elini si lkip iterek yüksek sesle, «Bana ne bundan?» diye söylendi.
Kadın a z a p içinde ona bakakaldı . O zaman adam sert bir tavırla haykırdı:
— «Ben s a n a verdim ya karşıl ığını, hem de cömertçe verdim.»
' O s ırada sokaktan g e ç e n bir tanıdığı a d a m a , «Allah versin, birader!» diye seslendi. «Böyle alımlı, hevesli kadın kişilere yaka lanmak herkese nasip olmaz!»
Vekilse, o ağır gözkapaklarını kaldırmaya bile zahmet etmeden soğuk soğuk cevap verdi:
— «Kadın kişinin esmeriyle k a b a sabasından hoşlananlar için, o senin dediğin! Benim zevkime göre değil.»
Ve böyle diyerek yürüdü, gitti. A h a ş a ş k ı n , yerin dibine geçmiş bir durumda orta yer
de kalıverdi. Hiçbir şey anlamamıştı. Nası l almıştı o işin karşı l ığını? Ne vermişti k i a d a m ona? Ansız ın akl ına erkeğin verdiği, ziynetler geldi. Demek buydu ona verilen ödül! O küçük, değers iz incik boncukları verdi diye adam yaptıklarının bütün borcunu ödenmiş sayıyordu.
* **
Artık bunu da öğrendikten sonra ananın yapabileceği ne vardı ki? Hiçbir şey olmamış gibi evinin yolunu tuttu. Yüreği atmaz olmuş gibiydi, a n a içinden:
127
— «Ağlamak vakti gelmedi henüz... benim a ğ l a y a c a ğım saat olmadı,» diyor, gözyaşlarını koyvermiyordu ki aksınlar.
Ağlaması içinde birikti, kabardı a m a , o ağlamadı. Yazdırmış olduğu mektup gelinceye dek ana yüreğini pek tuttu. Mektubu köyün arzuhalcisine götürüp verdiği zaman da usul usul:
— «Korkarım kötü haber var bunun içinde, a m c a c ı ğım,» dedi. «Vakitsiz geliyor çünkü.»
ihtiyar arzuhalci mektubu alıp okuyunca bir irkildi. — «Gerçekten de kötü haber, kadıncağız ım, ona gö
re davran.» dedi. Ana hep aynı serinkanlı l ıkla, «Hasta mı?» diye sordu. İhtiyar mektubu elinden bırakıp gözünden gözlüklerini
çıkardı, anaya bakarak ciddi ciddi cevap verdi:
— «Ölmüş!»
O zaman ana önündeki önlüğünü başına örterek a ğ lamaya başladı. Ağlamanın vakti saati gelmişti gayri, s a kınmadan ağlayabil irdi, ağladı d a . . .
Erkeğinin gerçekten ölüm haberini a lmış gibi ağladı , ağladı. Bütün bu yalnız geçen yıllarına, kısmetinin böyle güdük ve kısır o luşuna, talihinin kötülüğüne, erkeğinin k a çış ına ağladı; karnındaki çocuğu doğurmayı göze a lamayışına, en son olarak, erkek tarafından hor görülüşüne ağladı . Çocuklar ya da komşular duyar diye korkusundan b u n c a zamandır ağlayamadıklarmı şimdi ağlayabil irdi, gayr i . Onun k a ç türlü kedere birden ağladığını kim bilecek?
Haberi duyan köy kadınları anayı avutmak için koşup geldiler. Avutmaya çalıştı lar onu, bu kadar ç o k a ğ l a m a , sonra hastalanırsın, dediler; hem sonra bak çocuklar ın var, aslan gibi iki oğlun var, dediler. Gidip onları, analarına avuntu olsun diye getirdiler, analarının yanına bıraktılar. Büyük oğlan hastalanmış gibi beti benzi soluk, hiç sesini çıkarmıyordu. Anasının ağladığını gören küçüğü ise danalar gibi. böğürerek ağlayıp duruyordu.
Bütün bu karışıkl ığın arasında birdenbire ananınkin-den de yüksek, tiz bir bağrıştır yükseldi. Fitne karıydı bu.
128
Etrafındaki bütün bu y a s havası sonunda onu da etkile-
misti. Yanaklar ından yuvarlak yuvarlak yaşlar akarak b a
ğıra bağıra ağlıyordu.
— «Bir de bana b a k s a n a , zavall ıcık, ben senden biçareyim... Oğullarım da yok ya, benim, bir tane bile oğlanım yok! S e n ası l bana a c ı , kadın kardeş, benim kadar dertli kadın görmedim ben daha!»
Dul kadının görüp geçirdiği sıkıntılar, dertler şimdi öylesine bir depreşmişti k l , köy kadınları bu işe ş a ş ı p kaldılar, bu kez onu avutmaya başladılar. Ana da bu d a ğ dağanın arasında oğlanlarını peşine alıp evine gitti. Hem gidiyor hem de s e s s i z s e s s i z ağlıyordu; ağlaması kesilmiyordu ki! Evine gel ince oturdu, kapı eşiğinde de ağladı . Şimdi büyük oğlan da usul usul, gözlerini elinin tersiyle si le sile ağ lamaya başlamıştı. Küçük oğlan babasının ölümünden bir şey anlamıyordu, çünkü ömründe b a b a nedir bilmemişti. A m a , yine de ağlayıp duruyordu. K ız ise a ğ ladıkça ellerini gözlerine bastırarak:
— «Babam ölmüş, ağlamak gerek,» diye inliyordu. «Ağladıkça gözlerim öyle bir vanıyor k i . . . A m a , ölmüş b a bama ağlamak gerek...»
Ağlayıp durmanın anaya bir yararı yoktu, gayri . Yap
ması gereken bir iş daha vardı, bu işi bitirmeden ağlayıp
durmanın para etmeyeceğini a n a biliyordu.
Onun için ağlamasını kesip düşünmeye koyuldu. A n a larının sessiz l iğ i çocukları da biraz yatıştırdı.
İlk bakışta a n a için ölümden b a ş k a çıkar yol yok g i biydi a m a , asl ında bir yol daha vardı ki o da karnında büyüyüp duran bu ars ız şeyi içinden söküp atmaktı. Gelge-lelim bu işi kendi başına yapamazdı. Yardım edecek biri gerekti. Fakat ananın başvuracak kimsesi yoktu, yengeden b a ş k a . Y a p a c a ğ ı şeyi dünyada kimsenin bilmemesi ananın d a h a işine gelirdi gerçi a m a , yalnız başına beceremeyeceğini biliyordu. Y e n g e dedikleri kadın da İyi kalipli,
k a b a c a s a b a c a bir kadındı. Topraktan anladığı gibi ins a n huyunu da iyi bilirdi. Verimli toprak gibi olan. ne olur-
ANA f.: 9/128
SQ olsun ürün vermek isteyen kadın vücudunun dilinden anlardı.
A m a , nasıl açmal ı bu işi ona? Neyse ki kolay oldu. B i rkaç g ü n sonra iki komşu k a
dın bir tarla yolunda karşılaştı lar, durup biraz konuştular. Y e n g e c a n d a n , yüksek sesiyle:
— «Biraz ye, iç de derdini unut gayri bacı.» dedi. «İnan olsun, kamında kurt varmış gibi suratın sapsarı.»
Bu sözler ananın akl ına bir şey getirdi. Ağır, a c ı bir edayla konuşarak:
— «Var y a , içimde öyle bir kurt var kî canımı kemirip bitiriyor.» diye c e v a p verdi.
Yenge bakakalmışt ı . A n a elini karnına bastırarak du-ralaya duralaya:
— «İçimde bir şeyler var, yengeciğim.» dedi. «Büyüd ü k ç e büyüyor a m a , bilmem ki nedir? O l s a o l s a bir kötü yeldir.»
Yenge. «Ben bir bakayım,» dedi. A n a yeldirmesini açt ı . Y e n g e onun büyümeye baş la
mış olan k a m ı n a dokununca şaşt ı kaldı.
— «A, bacım, ç o c u k gibi bir şey bu,» dedi. «Hani kocal ı kadın o lsan gebesin derdim!»
A n a bir ş e y demedi. Utancından başını eğdi. Yengenin yüzüne bakamıyordu. Onun karnının içinde bir kımıltı gören yenge korkuyla:
— «Vallahi çocuk bu!» diye bağırdı. .«Ama, nası l olur, b u n c a yıldır kocan başında olmadığına göre o l s a o l s a bu bir tanrı hüneridir. Arasıra böyle şeyler olurmuş diye d u yarım. Hele esk i zamanlarda daha bile ç o k olurmuş. Ç o k çi lekeş, ermiş kadınlarla tanrılar gökten inip görüşürter-miş. A m a , s a n a da ermiş denemez ki , a b a c ı ! iyi hatuns u n , anladık, itibarın yüksektir a m a , ne o l s a öfkelenip s u rat astığın da vardır. Huylu karışındır, doğrusu. A m a bil inmez ki. Hiç şöyle tanrı yoklayışı gibi bir şey sezdiğin oldu mu kendinde?»
Ananın içinden bir yalan daha uydurmak geldi. «Fırtınalı bir gün yol kenarındaki tapınağa sığındığım z a m a n
130
bir tanrının yokladığını sezer gibi oidumdu.» dernek için c a n attı a n a . Bu yalanı söylemek için ağzını bile açt ı a m a . söyleyemedi. Bir kere o g ü n yüzünü kapadığı o kendi h a linde ihtiyar tanrı için böyle kötü bir yalan atmaktan korkmuştu. S o n r a artık o kadar bezgindi ki daha faz la yalan uyduracak g ü c ü kalmamıştı.
Başın ı kaldırdı, perişan bir halde yengenin yüzüne baktı. S o l g u n yanaklar ı pençe pençe kızarmıştı. Şu anda, eli yüzü d ü z g ü n , inanılır bir ya lan uydurabilmek için ömrünün yarısını vermeye razıydı. A m a , yapamadı işte.
Onun bakışını gören yenge ise derdinin ne olduğunu hemen anlayıvermişti. S o r u filan sormadı, nasıl oldu bu iş , demedi.
— «Hadi örtün, bacı , soğuk almayasın!» dedi yalnızc a . *
iki kadın biraz yol gittiler. S o n r a , a n a pek hırsl ı, pek a c ı bir s e s l e :
— «Kimden olduğunun önemi, yok, n a s ı l s a kimseler bilmeyecek,» diye söylendi. «Bu işte bana kol kanat olurs a n , yengem benim, bac ım, kardeşim, ben de ömrüm old u k ç a seni el üstünde tutarım.»
Yenge a l ç a k s e s l e konuştu: «Bu yaş ıma kadar g e l -dimse, istemediği yükten kurtulan kadın görmeden geldim, diyemem a!»
A n a ilk olarak içinde bir umut yolu gördü. — «Ama, nası l? Nasıl?» diye fısı ldadı.
Yenge: «Paran v a r s a , a l ı n a c a k i laçlar da v a r elbet,» dedi. «Etkili i laçlar var. B a z ı bazı çocukla bir anayı da al ıp götürdüğü olur. Doğumdan d a h a g ü ç bir şey. A m a , ne kadar a lacağın ı bil irsen derdine derman olur.»
A n a : «İçimdekini öldürsün de. beni de a ls ın, götürs ü n , ben razıyım.» diye c e v a p verdi. «Tek oğullarımın haberi o lmasın; ne de öteki köylülerin...»
O zaman yenge gözlerini a n a y a dikti.. Olduğu yerde durdu, baştan a ş a ğ ı süzdü anayı. S o n r a :
— «Pekâlâ b a c ı , a m a gayri erkeğin de öldü, ya bu iş yine o lacak olursa?» diye sordu.
131
Bu kez ana yaralanmış gibi inleyerek yemin etti: — «Yok, yok, inan olsun, bir d a h a öyle^yazınki gibi
k ız ışacağım olursa göle atarım kendimi de temelli serinletirim, bunu böyle bil.»
O g e c e ana toprağı kazdı, biriktirdiği gümüşlerin y a rısına yakınını çıkarıp bir f ırsatta, i laç alsın diye yengeye verdi.
Bir gece i laçlar alınıp kaynatıldıktan sonra yenge gizlice ananın evine geldi. Ana onu beklemekteydi. Yenge fısı ldayarak:
— «Nerde içeceksin?» diye sordu. «Ev içlerinde olmaz, pek kanlı, berbat bir iştir.»
O z a m a n ananın akl ına yol kenarındaki o tapınak geldi. Pek az yolcunun uğradığı, ıss ız bir yerdi orası. Hele g e c e vakti hiç uğrayan olmazdı. Böylece iki kadın o yol kenarındaki tapınağa gittiler. Orada a n a ilacı içti, yere oturup beklemeye başladı.
Gecenin g e ç bir saatinde i lacın etkisi görüldü. Anayı öyle bir sancı tuttu ki rüyasında göre inanmazdı. Öleceğine kanaat getirdi. Sonra, artık sancı lardan b a ş k a bir şey düşünmez oldu. A m a , bağırıp s e s çıkarmamayı yine de akı l ediyordu. Işık filan yakmaya da cesaretleri yoktu. Olur a yoldan birinin geçeceği tutar da her zaman karanlık olan tapınakta ışık görünce merak eder, gelirdi.
Ananın sancı lara dayanabileceği kadar dayanmaktan b a ş k a çaresi yoktu. Vücudundan sel gibi ter boşanıyordu. Çektiği korkunç sancı lardan b a ş k a bir şeyin farkında değildi. Sanki bir canavar yapışmıştı içine de bütün organlarını pençeleyip sökmek istiyordu. Bir an geldi ki içinden canı kopmuş gibi oldu, ananın dudaklarından bir tek ç ığlık koptu.
Y e n g e hemen elinde bir bez parçasıy la geldi. Al ınac a k ne v a r s a aldı. S o n r a üzüntülü bir ses le:
— «Oğlanmış da!» diye fısı ldadı. «Ne mutlu s a n a , hep oğlan yapıyorsun.»
Ana inildeyerek: «Bundan böyle olup o lacağı yok g a y ri,» dedi; /'
132
S o n r a , yere uzanıp biraz dinlendi. Yürüyecek duruma gel ince yengenin koluna yaslanıp inildememeye çal ışarak köye döndü. Bir göl kıyısından geçerken yenge elindeki bez parçasına sanl ı şeyi suyun içine atıverdi.
* **
Bundan sonra günlerce ana, döşeğinde hasta ve bitkin yattı, kaldı. İyi kalpli yenge ona elinden geldiği kadar baktıysa da a n a bir türlü kendini toparlayamadı, kış ortalarına kadar hastalığı uzadı gitti. Bir yük kaldırıp k a s a b a ya, pazara götürmek işkence gibi geliyordu a m a , arasıra yapmak zorundaydı. Sonunda biraz iyileşmeye yüz tuttu. Güneşli günlerde yatağından d a h a iyi kalkıyor ve bir z a man güneşte oturabiliyordu. Bahar gel ince biraz d a h a iyileşti a m a , yine de eski gücünü bulamamıştı. C o k zaman yenge güzel bir yemek yapıp yesin diye getirince a n a elini göğsüne bastırarak:
— «Yutamıyorum ki!» diyordu. «Şuramda bir yumru var, sanki . Mememin altında yüreğim taş gibi duruyor s a nırsın. Hiçbir şeyler yiyip yutamaz oldum. Ciğerim yanıyor da şöyle bir ağlayıp onu bile söndüremiyorurri. Öyle geliyor ki bir kere şöyle doya doya a ğ l a s a m bir şeyciğim kalmayacak.»
A n a y a böyle geliyordu a m a ağlayamıyordu ki! Bahar geldi geçti, ana ne ağlıyor, ne de eskis i gibi iş görebiliyordu. Büyük oğlan yapı lacak işleri başarmak için geceyi gündüze kattı; emmi oğlu da her zamankinden faz la yardım etti. A n a ise ne ağlayabil iyor ne de iş görebiliyordu.
Arpaların olgunlaştığı bir gündü. Ana keyifsiz, neşes iz güneşte oturuyordu. Öylesine bitkindi ki o s a b a h s a ç larını bile taramumıştı. Birden bir ayak ses i duydu ve b a şını kaldırınca mal sahibinin vekilini gördü. Adamı büyük oğlan da görmüştü. Hemen geldi.
133
— «Efendimiz, benim babam gayri sizlere ömür,» dedi. «Anam da aylardır hasta. Babamın yerinde şimdi ben varım. Ürüne b a k m a k için geldiysen seni tarlaya ben g ö -türeyim, çünkü anamın hali yok.»
O z a m a n bu adam, bu kasabal ı , bu s a ç ı taralı, suratı düzgün adam anayı şöyle bir gözden geçirdi ama hiç oral ı o lmadan.. . Kadının başına gelenleri bal gibi anlamıştı. O n u n anladığını ana da bildi ve hiç sesini ç ıkarmadan başım eğdi.
Adam ise hiç umursamadan: «Gel öyleyse, delikanlı.»
dedi.
Anayı orda tek başına bırakıp uzaklaştı lar.
Bu adamdan hiç umut olmadığını a n a iyiden iyiye öğrenmişti gayri . Bedeni bunca zamandır öylesine bitik düşmüştü ki erkeğe karşı arzusu filan kalmamıştı. Ama bugün onunla karşı laşması bardağı taşıran damla oldu. İçindeki o yüreğim dediği yumrunun eriyip gittiğini duydu. Gözlerine yaş lar bastırdı. Yerinden kalktı, tenha bir yola saparak köyün arkalarındaki eski ıss ız bir mezar başına gitti. Öyle eskiydi ki bu mezar, hangi kadının ya da erkeğin olduğunu bilen bile kalmamıştı. A n a bu çimenlî tümseğin üzerine oturdu, en sonunda a ğ l a m a y a başladı.
Ö n c e tane tane, ac ı acı aktı gözyaşlar ı . Sonra boşanı-verdi. O z a m a n and, başını mezara yaslayıp ağladı. Ç e k tiklerinin ac ıs ıy la yürekleri dolup taş ınca. hayatın yükünü taşımaya d a h a fazla güçleri kalmayınca, ağlayıp içlerini boşaltmaktan b a ş k a şey düşünmeyen bütün kadınlar gibi o da ağladı , ağladı .
Hıçkırıklarının sesini bahar yelleri ta köyceğize kadar
götürdü. Bu ses i duyan evlerdeki analar, kadınlar birbir
lerine baktılar ve acıyarak:
— «Bırak ağ las ın, yoksul, ağ las ın da yüreği hafifle
sin,» dediler. «Duî kalal ı şu kadar ay oldu a m a yüreğini
hafifletemedi bir tür!ü. Söyleyin çocuklar ına, ilişmesinler.
Bıraksınlar, ağlasın.»
Böylece anayı ağlamasına bıraktılar.
134
Uzun z a m a n ağladıktan sonra, a n a bir s e s duydu, y a nı başında bir küçük, hafif hışırtı. A lacakaranl ıkta başını kaldırdı (gün bat ıncaya değin ağlamıştı), iki yanına tutuna tutuna gelen kızını gördü. K ı z :
— «Anacığım, yengem bırakın ananız rahatlayana dek ağlas ın dedi, a m a , bu kadar ağladın işte, daha rahatlamadın mı?» diye sordu.
O z a m a n a n a , kendine geldi biraz. Kendine gelip ç o c u ğ u n a baktı. İçini çekip doğruldu. Çözülen saçlarını düzeltip ş işmiş gözlerini kurulayarak a y a ğ a kalktı. Ç o c u k elini uzatıp anasının elini tuttu. Gözlerini günbatısında kıpkızıl yanan gurup ışığına karşı s ımsıkı yummuştu. Ac ıklı bir ses le:
— «Keşke dünyada hiç ağlamak olmasa!» dedi. «Ağlayınca gözlerim öyle yanıyor ki!»
Bu sözleri duyunca a n a , bir anda kendini toparladı. Bir anda içi yıkanıp tertemiz olmuştu sanki . Böyle bir g ü nün sonunda söylenen böyle birkaç söz, eline sarı lan bu küçük el , onu bunca aydır dalmış olduğu tasadan çekti, sıyırdı. Kadın bir anda yine ana olup çıktı. Başındaki bulutlar sonunda tamamen sıyrı larak, kızına baktı:
— «Gözlerin daha kötü mü oldu, kızcağızım?» diye sordu.
K ı z c a ğ ı z : «Eskisi gibi o lsa gerek,» diye cevap verdi. «Yalnız, aydınl ığa bakınca daha ç o k acıyor. Yüzlerinizi de eskisi gibi seçemez oldum. S o n r a ağabeyim büyüyeli beri boyu öyle uzadı ki karşıdan gelirken ikinizi ayırt edemiyorum. A n c a k konuştuğunuz zaman biliyorum.»
O zaman ana çocuğunu elinden tutarak eve döndü. İçi s ız layarak:
— «Neredeydim ben bunca zamandır?» diye dövündü. «Vah, kızanım! Yarın s a b a h erkenden gidip gözlerine merhem alayım senin. Ne zamandır söyler dururum!»
O g e c e hepsine anaları uzak bir yerdeymiş de geriye dönmüş gibi geldi. A n a onların taslarına yemek doldurup
135
masanın üstüne koydu, ortalığı topladı. Yüzü sapsarı ve
bitkin olmakla birlikte sakindi. Bir çeşit solgun huzur var
dı bakışında. Çocuklarının her birine k a ç yıldır görmemiş
gibi bakıyordu. Küçük oğlana:
— «Yarın hırkanı yıkayayım, oğul,» dedi. «Kapkara
paçavraya dönmüş, haberim yok! Ben senin anan olayım
da senin gibi güzelim oğlanı böyle uyuntu edip gideyim,
olur mu?»'
Sonra büyük oğlana döndü: «Geçen gün parmağını
kestin, acıdı diyordun. Getir bakayım.»
Oğlanın elini tertemiz yıkayıp yaranın üstüne biraz
yağ sürerek: «Nasıl ettin bunu, oğul?» diye sordu.
Çocuk şaşkınlıkla gözlerini açtı: «Söyledim ya, ana!
Arpa biçmeye hazır olsun diye orağımızı bileği taşında
bileği leyim derken oldu.»
Ana da hemen: «Şimdi hatırladım, söyledindi, sahi,»
diye cevap verdi.
Çocuklar nasıl olduğunu kendileri de fark etmeden,
ısımvermiş gibiydiler. Onları ısıtan sıcaklığın analarından
taştığını seziyorlardı. Hepsinin de keyifleri yerine gelmiş,
konuşmaya, analarına öteden, beriden söz etmeye başla
mışlardı. Küçük oğlan bir a r a :
— «Bugün sokakta yazı tura oynarken, bir metelik
kazandım,» dedi. «Elim öyle uğurlu; meteliği hep ben ka
zanıyorum.»
Ana ona hiç görmemiş gibi bakıyordu. Ne güzel gür
büz bir çocuk olmuştu en küçük oğlu. Ana bunu daha ön
ce fark etmediğine şaşıyordu. Yüreği birdenbire sevgiyle
dolup taşarak:
— «Güzel yavrum, sakla meteliğini; şeker filan a l a
yım deme!» diye söylendi.
Bu sözler oğlanın hiç hoşuna gitmedi. Yüzünü asarak:
— «Bugün saklarım ana, ama, yarın şeker alacağım,»
diye cevap verdi. «Fazla saklamaya ne gerek var? Nasıl
o lsa her seferinde ben kazanıyorum.»
136
Anasının buna karşı geleceğini sanmıştı. A m a , kadın yumuşak bir ses le: «Alacaksan a l , oğul.» diye c e v a p verdi. «Senin meteliğin.»
Bu sefer büyük oğlan: «Sana tuhaf bir diyeceğim var, a n a , bak dinle,» diye anlatmaya başladı. «Bugün mal s a hibinin vekiliyle tar laya gittik y a , vekil dedi ki, bizim köye son gelişiymiş bu yıl, talihini b a ş k a taraflarda denemeye gidiyormuş. Köy yollarında dolaşmaktan, köylü adamlarıyla, köylü kanlarıyla uğraşmaktan gına gelmiş. Her Allanın yılı hep aynı köy, diyor. Uzaklarda bir kente gidiyormuş.»
A n a elindeki işi bırakarak bu sözleri dinledi. Masanın üstündeki mumun titrek ışığında gözlerini oğlanınd dikerek, taş kesilmiş gibi dinledi bu sözleri. S o n r a da işittiklerini iyice içine sindirmek için bir an bekledi. Ç o r a k , kurak topraklara y a ğ a n yağmur gibi işlemişti bu sözler içine. Hafif, tatlı bir ses le:
— «Demek öyle dedi, ha oğul?» diye mırıldandı. S o n ra, oğlanın anlattıkları hiç umurunda değilmiş gibi hemen, «Artık yatalım da biraz uykumuzu alalım,» diye lafı değiştirdi. «Yarın şafak la k a s a b a y a inip merhem a lacağım, kız kardeşinizin gözlerini iyi etmeye.»
Ses ine şimdi bir doluluk, bir tatlılık gelmişti. O s ırada sarı köpek geldi ayaklar ına süründü. A n a köpeğe de bol bol, kendi yediklerinden verdi. Köpek hem sevindi, hem şaşt ı bu işe. Her şeyi bir solukta yaladı yuttu, karnı doyduğu zaman da rahat rahat bir esnedi.
O g e c e anayı uyku tuttu. Hepsi de uyudular. Derin ve dinlendirici bir uyku anayla çocuklarını sarmıştı.
137
X I I
TP R T E S İ gün hava bulutlu, yağmur y a ğ a c a k gibiydi. Yağmur yüklü gökyüzü vadiye doğru inmişti sanki ,
çepeçevre tepeler gözden kaybolmuştu.
Ana erkenden kalktı, kızını k a s a b a y a götürmeye hazırlandı. Ç o c u ğ u n derdine deva bulmak için bir gün bile sabredemiyordu şimdi. B u n c a zamandır beklemiş, yılları geçirip gitmişti. Gelgelelim, şimdi anal ığı dünkü göz yaşlarıyla yıkanıp yeniden doğmuştu y a , çocuklar ına ne k a dar şefkatli o l s a , çağrı larına ne kadar çabuk k o ş s a yine az buluyordu.
Kızına gel ince, heyecandan titreyerek saçlarını taradı,
pembe kurdeleyle ördü, beyaz çiçekl i mavi bir g iys i giydi.
D a h a bu y a ş a kadar köyünden dışarı ç ıkmış değildi. Hazır
lanırken üzgün üzgün:
— «Keşke bugün gözlerim iyi olaydı da kasabadaki acayip şeyleri iyice görebfleydim!» dedi.
Küçük kardeşi bunu duyunca hemen bilgiçlik tas layarak: «Ama, gözlerin iyi göreydi zaten k a s a b a y a gitmezdin!» diye karşıl ık verdi. .
Bü öyle doğru bir cevaptı ki k ızcağız gülümsedi. Z a ten ne zaman biri bir hazırcevaplık etse hoşuna gider, g ü lümserdi. Çünkü kendisi hiç diline çabuk değildi. Her hali, her huyu uysal ve ağırdı. Şimdi de biraz düşündü, sonra:
— «Ne de olsa,» dedi. «Keşke gözlerim iyi olsaydı da k a s a b a y a hiç gitmeseydim. Gözümün iyi görmesi her şeyden iyi.»
138
A m a . bunu öyle g e ç söylemişti ki o z a m a n a kadar kardeşi ne konuştuklarını unutmuştu bile.
S a b ı r s ı z huyluydu; oyunda d a , yaptığı işlerde de s e batsız, ça l ıkuşu gibiydi. Zaten, çocukların içinde babalarına en ç o k benzeyeni oydu.
A n a ise çocuklarının konuşmasına kulak vermeden giyinip hazır lanmakla meşguldü. Bir seferinde bir çekmecenin içinden küçük bir çıkın çıkardı. Çıkının yumuşak k â ğıdını a ç a r a k içindeki ziynetlere baktı.
— «Saklasam mı y o k s a bozdurup para mı yapsam?» diye düşündü.
Bir an kararsız durdu. Bu sefer de:
— «Madem dulum, bunları bir daha takamam gayri.» diye düşündü. «Zaten dul o lmasam da takmayı içim götürmez bundan böyle. Y o k s a kızın çeyizine mi sak lasam?»
Elindeki ziynetlere bakarak böylece düşündü, durdu bir süre. Sonra, akl ına bütün olup bitenler geliverince içini hınç bastı ve ana bu incik boncuktan, bunların akl ına g e tirdiği her şeyden de bir an evvel kurtulmaya c a n attı. Ansızın kararını vererek:
— «Saklamayacağım, işte!» dedi kendi kendine. «Hem sonra belki de ç ıkar gelir, belki de erkeğim döner gelir. Böyle şeyler görünce kendim aldım desem de inanmaz, gayri.»
Ziynet çıkısını koynuna soktu, kız ına seslenerek gitme vaktinin geldiğini söyledi.
S a a t o kadar erkendi ki dışarıya çıktıkları z a m a n daha köyde ayak yürümemişti. A n a kendini yine eskis i gibi güçlü buluyor, başını s isl i havaya karşı dimdik tutarak hızlı ve rahat yürüyordu. Kızının elinden tutmuştu. Kızcağız da ona ayak uydurmaya çalışıyordu. Ne var ki g ö z lerinin ne kadar az gördüğünü şimdiye dek kendi de fark etmemişti.
Evinde, köyünde, al ışık olduğu yerlerde gezip dolaşması o ldukça kolaydı. A m a , bu yol ona yabancıydı . Baz ı yerleri çukur, iniş yokuştu. Anasının elinden tutmasa kızc a ğ ı z k a ç kez düşüyordu.
139
Az sonra ana da bu durumu görerek ürktü. İçine yeni bir felaket d u y g u s u doldu. Korkuyla:
— «Vah evladım, yoksa ben seni k a s a b a y a götürmek-, te pek g e ç mi kaldım?» diye inledi. «Ama, hiç demedin b a n a gözlerim görmüyor diye. Ben de hep gözlerin akıyor da ondan iyi göremiyorsun sandım, durdum.»
K ı z da hıçkırarak: «Görmediğimi ben de bilmedim, ana,» diye cevap v e r d i «Gözlerim yine o kadar kötü değ i l , ille bu yol öyle bir iniş yokuş ki! S e n de hızlı gidiyorsun.»
A n a adımlarını yavaşlatt ı. Faz la bir şey de söylemedi. Ağır ağır yollarına devam ettiler. Eczaneye yak laş ınca a n a kendi de farkına varmadan adımlarını yine hızlandırdı, öylesine sabırsızlanmıştı.
Vakit henüz erkendi. İlk gelen alıcı lar kendileriydi. E c z a c ı dükkânının kepenkierini d a h a yeni açıyordu. A c e l e etmeye de hiç niyeti yok gibiydi. Durup durup esniyor, sonra parmaklarını o uzun, karmakarış ık saçlarının aras ına sokup başını kaşıyordu. Bir ara bakıp da yanı başındaki köylü karısıyla kızını görünce şaş ı rarak:
— «Sabahın bu saatinde istediğiniz nedir?» diye sordu.
A n a çocuğunu işaret ederek: «Bu gibi gözlere ş i f a o l a c a k merhemin var mı?» dedi.
E c z a c ı bu kez döndü k ıza, kızın o iltihaplı, kızarık kenarlı gözlerine baktı. Öyle kızarık, öyle iltihaplıydı ki bu gözler, zor açı l ıyordu.
— «Nasıl oldu bu gözler böyle?» diye sordu adam.
A n a : «Önce dumandan yanıyorlar sandık,» diye cevap verdi. «Benim a d a m sizlere ömür, tar lada onun yükü de b a n a düştü. Ondan, bu k ızcağız da ben eve g e ç gelirsem ateşi yakadururdu. Gelgelelim, şu son yı l larda bakıyorum dumandan filan deği l . Ateş yakt ırmasam da sanki kendi içerisinden bir ateş çıkıp gözceğizlerinl yakıyor. Nası l ateştir bu, bilmem. Ç ü n k ü kızımın huyları pek yumuşaktır, s a ğ olsun, kızıp bağırdığı hiç yoktur.»
140
Adam hâlâ uzun uzun esneyerek başını sal ladı ve umursamaz bir tavırla konuştu:
«Çok kişi gördüm böyle, içerlerindeki bir a teş y a k a r durur gözlerini. Bu ateşler türlü türlüdür a m a hiçbirine deva o lacak merhem yoktur. Gitgide bastırdıkça bastırır. Ç a r e s i yoktur bunun.»
Bu sözler anayla kızın yüreklerini kızgın demir gibi dağlayıverdi. Ana a lçak sesle:
— «Ama, bulunur belki çaresi,» diye inledi. «Elbet bu kasabanın bir doktoru vardır. Tanıdığın iyi bir doktor var mı, a m c a , a m a pek pahalı olmasın, çünkü yoksul rençperleriz biz.»
E c z a c ı ise dağınık başını tembel tembel sal layarak gitti tahta kutu içinde duran bir i laç aldı geldi.
— «Kızının gözünü iyi edecek doktor bulamazsın,» dedi. «İyi biliyorum, çünkü her gün buraya gözleri böyle olan k a ç kişi geliyor, hep içlerindeki ateşten yakınıyorlar. Duyduğuma göre ecnebi doktorları bile çare bulamamış buna. Gözleri kesip a ç a r a k içlerini sihirli taşlarla kazır-larmış. Dualar, büyülü laflar okurlarmış ama, boşuna. İçindeki ateşler yine bastırır, gözleri yine kavurur gidermiş. Bu iç ateşini söndürebilmek de kimin marifeti? İnsanın c a n evinin içinde yanar bu ateş çünkü. . . A l , s a n a s e rinletici bir toz vereyim. Kızının gözlerini iyi edemez a m a , sürünce bir z a m a n serinletir.»
Küçük tahta kutunun içinden buğday tanelerini a n dıran ve esmer buğday renginde olan bir toz ç ıkar ıp k a z tüyünden yapma bir kamış içine koydu. Ağzını mumla mühürledi.
— «N'eylersîn, kör olmuş kızın, kadın ana,» dedi. Sonra kızın yüzüne baktı, Bu sözleri duyan k ı z c a ğ ı z
haberi olmadan başına ağır darbe yemiş bir küçük ç o c u k gibi şöşkınlaşmıştı . A d a m merhamete gelerek:
— «Yas etmenin ne yararı var?» diye söylendi. «Alın-yaz ıs ı böyleymiş. Bundan önce bir dünyaya gelişinde bir günah işlemiş o lsa gerek, y a s a k bir şeye bakmış, ne yapm ı ş s a böyle lanetlenmiş, işte. Ya da belki de babası bir
141
günah işlemiştir. Belki senin bile bir günahın vardır, hanım a n a . İnsanın içyüzünü kim bilir? Her neyse, bu kız lanete uğramış bir kez. Tanrı lar ın dediğine de kimse karşı gelemez.»
A c ı m a s ı çarçabuk g e ç m i ş , adam yine esnemeye b a ş lamıştı. Kadının verdiği parayı aldı, terliklerini sürüye s ü rüye içerki odaya geçti.
Ananın ise öfkesi kabarmıştı.
— «Kör filan değil benim kızım!» diye bağırdı adamın arkasından. «Erkeğimin a n a s ı n ı n . d a gözleri çocukluğundan beri akarmış a m a , kör olmamış işte!»
S o n r a , adamın s e s ç ıkarmasına fırsat vermeden kızının elinden tuttuğu gibi dışarı çıktı. Kızın elceğizi titriyordu. A n a bunu durdurmak için onun parmaklarını kendi elinde sımsıkı sıktı, önceden gittiğine değil de b a ş k a bir kuyumcuya gitti. Çıkıyı koynundan çıkarıp sakal l ı dükkân sahibine verdi, a l ç a k s e s l e :
— «Bunları a l , para ver bana,» dedi. «Adamım öldü,
gayri böyle şeyler takmamam.»
İhtiyar ziynetlerin kıymetini öğrenmek için terazisinde tartsın diye beklerken k ızcağız kolunu yüzüne örterek biraz ağladı . Hıçkırıklarının arasından:
— «Sanmam ki gerçekten kör olayım, anacığım,» diyordu. « B a k şu terazinin üstünde parlak bir şeyler görür gibi oluyorum. Kör o lsam göremezdim ki! Öyle değil mi? Nedir o parlayan şeyler, anacığım?»
O zaman a n a kızının gerçekten kör olduğunu, yakında hiçbir şey göremeyeceğini anladı. Ç ü n k ü , ziynetler k ızın gözünün önünde, parıl parıl, apaçık durmaktaydı. A n a için için İnledi. A m a dışından:
— «Doğru dedfn, evlatçığım,» dedi. «O parlayan şey
ler,., benim iki parça gümüş yüzüğüm vardı. Gayri takı-
namam y a , bozdurup para yapalım da İşimize yarasın
bari, dedim.»
B a ş ı n a gelen bu yeni felaket kadına ziynetleri de, ziy
netlerin bütün anlamını, anılarını da unutturmuştu. Şimdi
142
o yalnızca kızının bu parıl parıl gümüşleri bile seçemedi-ğinden b a ş k a hiçbir şey düşünemiyordu.
ihtiyar kuyumcu ziynetleri aldı, camlı bir dolabın içine, öteki yüzüklerin, bileziklerin, ç o c u k nazarlıklarının a r a s ına ast ı . A n a ziynetlerinin bütün anlamını unutmuştu gayri. Onun için bunlar şimdi ya ln ızca, kör kızının seçeme-diği bir, iki pırıltıdan ibaretti.
A m a , işleri bitmemişti henüz. Bir şey d a h a vardı ki, kızının gözleri gerçekten kör o l a c a k s a ananın bunu yapması gerekti.
Kız ın elinden tutarak, onu gelip geçenden korumaya çal ışarak yürüdü. S o k a k l a r kalabal ık laşmış, al ıcı sat ıcılarla dolmuştu. Çiftçiler, bahçıvanlar taze yeşil sebzelerle dolu sepetleriyle yol kenarlarına s ıralanmaya baş lamışlardı. Bal ıkçı lar da balıklarını tablalarının üstüne diziyorlardı.
Ana bunların hiçbirinin önünde oyalanmadan ilerledi, en sonunda aradığı dükkâna vardı. Kızını kapı Önünde bırakıp içeri girdi. Ne istediğini soran ç ı rağa da duvarda asıl ı küçük bir şeyi göstererek:
— «Şunu,» dedi. B u , tahta çomak ucuna bağlı küçük bir çıngıraktı ki
körler yolda yürürlerken çevrelerine körlüklerini haber vermek için çalarlardı. Ç ı rak çıngırağı kâğıda sormazdan önce, değerini belirtmek için bir iki kere çaldı, bu sesi duyan kız ç a b u c a k başını kaldırarak:
— «Anacığım, burda bir kör var gal iba; çıngırak s e sini apaçık duydum.» dedi.
Çırak bunun üzerine bir kahkaha attı. Kızın gözlerinin görmediğini çok iyi fark etmişti:
— -«Var y a , kör yar burda, hem de...» diye söze b a ş ladı. Gelgelelim, a n a öyle bir suratını astı ki ç ırağın s ö z leri nerdeyse boğazına tıkanıyordu. Çıngırağı hemen a n a nın eline tutuşturdu ve bu işe ne anlam vereceğini bilemeyerek bön bön bakakaldı .
Bundan sonra ana kız köye döndüler. K a s a b a d a oyalanmayı kız da istemiyordu, çünkü saatler ilerledikçe s o -
.143
kaklar kalabal ık laşmış. bir curcunadır başlamıştı. Kız al ış ık olmadığı bu gürültülerden, pazarl ık edenlerin bağrışmalarından, görmediği insanların it iş-kakışından ürküyor-d u . O küçücük ayaklar ıy la tek tek basarak, o uysal haliyle s a k ı n a sak ına, çevresini tanıya tanıya yürüdükçe, sıkıntısına ve çektiği ac ıya rağmen, hep gülümsüyordu.
A n a ise kör gözlülerin işareti olan o şeyi öbür elinde sımsıkı tutuyor ve içi kan ağlıyordu.
* * *
işte böyle, çıngırağı aldı ama, kızına bir türlü veremedi. Kızın büsbütün kör olduğunu kabul etmek istemiyordu. Y a z geçsin diye bekledi. Harmanlar yapılıp kalktı, mal sahibinin yeni vekili geiip ürünü bölüştürdü. Bu seferki vekil yaşl ı bir adamdı, toprak sahibinin yoksul bir akrabas ı , emmi oğlu filan oluyormuş... Böylece güz geldi çattı. Gelgelelim a n a . kızına kör çıngırağını hâlâ veremiyordu. E k s i k kalan bir şey vardı, sanki , okunması gereken bir dua fi lan... Kör kızını her görüşte ana o eczacının söylemiş olduğu sözleri akl ına getiriyordu:
— «Ana babasının işlediği bir günah. . . İnsanların içyüzü hiç belli olmaz!»
Ana bildiği bir tapınağa gidip dua etmeyi tasarladı. O yel kenarındaki tapınak deği l , bir g e c e yüzlerini örtmüş olduğu o tanrıların karşıs ına a s l a ç ıkamazdı , artık... Ç o k uzaklarda bir b a ş k a tapınak daha vardı. Bu tapınakta duran iyi yürekli, sözü geçer bir tanrıça, yürekten dua eden kadınların derdine çare bulurmuş, diye duymuştu.
A n a nereye, neden gideceğini oğullarına açtı. Kız kardeşlerinin başına geleni duyunca oğlanlar üzüldüler. B ü yüğü hep o yaşl ı adam haliyle:
— «Ben zaten çoktandır onun gözlerinden şüphe ediyordum,» dedi.
K ü ç ü ğ ü ise ş a ş ı p kalarak, «Bense, hiç ak l ıma bir şey gelmedi, ablamın gözlerinin bu durumuna öyle al ışığım ki!» dedi.
t44
A n a meseleyi kızına d a a ç t ı : — «Kızım, güneydeki şu Y a ş a y a n Tanrıça'nın dur
duğu tapınağa gideceğim ben. Biz im Altıncı Li'nin karısına oğlan çocuk veren de bu tanrıça oidu. Kadıncağız ömrünü kısır geçirdi, doğurma ç a ğ ı da geç ip gidiyordu. Erkeğinin sabrı tükendi, karısı doğurmazsa nerdeyse üstüne odalık alıyordu. Kadın da gidip o tanrıçaya yalvardı. Arkasından da bildiğin gibi güzel bir oğlan doğurdu, işte.»
K ı z : «Biliyorum, anacığım,» diye cevap verdi. «Oğlu doğunca da iki tane İpek terlik işleyip tanrıçaya götürdüydü. A m a n a n a , kurbanın olayım tez git. Gerçekten iyi bir tanrıça o.»
* Böylece a n a tek başına yola düzüldü, bütün gun ruz
g a r a karşı yürüdü. Yılın bu ayında rüzgâr durup dinlen-meksizin eser, kuzeydeki çölden gelen ayazı önünde su rükler. Öyle k i , ağaçlar ın üzerindeki yapraklar soğuktan kavrulur, yol kıyısındaki otlar kurur kararır, her şey afete uğramışçasına c a n s ı z kalır.
A m a , şu a n d a ana.ıın içindeki korku, esen rüzgârdan da daha a c ı , daha güçlüydü. Kendi işlediği o günahın acısını kızının çektiğinden korkuyordu.
En sonunda tapınağa vardığı zaman ne yapının büyüklüğünü, görkemini, gül gibi pembe boyanmış duvarla-rıyla yaldızlı tanrı heykellerini ne de dua etmek için g e lip giden kalabalığı fark etti. Hemen dosdoğru içeri g i rerek ününü duymuş olduğu o tanrıçayı aradı. Kapıda s a tılan tütsüden bir parça almıştı. Önüne çıkan kurşuniler giymiş ilk r a h i b e :
— «Yaşayan tanrıça ne yanda?» diye sordu. Rahip onu, yoksul görünüşüne bakarak, oğlan ç o c u k
niyaz etmek için her gün sürü sürü gelen kadınlardan biri sanmıştı. Dudaklarını büzdü ve başıyla karanlık bir köşeyi işaret etti. Burada nedimesi olan iki küçük heykelin ortasında sönük, soluk duruşlu, ufarak, yaşl ı bir tanrıça oturmaktaydı. A n a , ondan yana yürüdü ve tanrıçanın önünde duran iki büklüm, ihtiyar bir kadının duası bitsin diye bekledi.
ANA F. : 10/145
İhtiyareık, yatalak olan bir oğlu için dua ediyor, t r ıcuya oğlunun yıllardır yatakta yattığını, bir daha çoı bile y a p a m a y a c a k kadar bitik olduğunu anlatıyordu, t niyaz ettikten sonra:
— «Evimizde, ocağımızda işlenip de bedeli ödenmeı bir günah v a r s a söyle b a n a , hanım tanrıça, eğer oj mun böyle yatıp kalmasının sebebi buysa deyiver, ben delini öderim, öderim,» diye yalvardı.
Sonunda içini çekip öksürerek yerden kalktı, g Onun yerine ana diz çöküp dileğini söyledi, ihtiyarın £ leri kulağından gitmiyordu. Ona öyle geldi ki tanrıça tepeden ona sert sert. bakmaktadır; günahının bedt henüz ödememiş olan bu günahkâr ruhun duası tanrıçc yüreğini yumuşatmamıştı; düzgün, altın yaldızlı yüzü nuk ve sertti.
Sonunda a n a diz çökmüş olduğu yerden doğru derin derin g ö ğ ü s geçirdi. Duasının işe yarayıp yara dığını bilmiyordu. Tütsüsünü yakıp dışarı çıktı.
On beş kilometrelik yolu yürüyüp, üşümüş ve yor bir durumda kendi evine döndüğü zaman hemen bir kemleye çöktü. Çocuklar ı , tanrıça duanı nasıl karşıladı ye sordukları z a m a n da üzgün bir tavırla:
— «Tanrıların buyruğunu ben nası l bilirim?» diye vap verdi. «Benim elimden dua etmek gelir a n c a ! Ön sonrası • tanrılara kalmış. B ize artık, bakal ım ne oto diye beklemek düşer.» c- '
Fakat içinden, bütün kalbiyle, keşke işlediğim o nahî işlemez olaydım diye dövünüyordu, Dövündükçe. işi nasıl olup da yapmış olduğuna büsbütün şaşıyo düzgün suratlı a d a m a büsbütün kin bağlıyordu. Kend günaha sokmuş olduğu ve yaptığını şimdi bozmanın, bir ç ıkar yolunu bulamadığı için diş biliyordu erkeğe
Nefret ve tiksintisinin bu en derin anında bütün ı ve şehveti, bütün gençl iği kökünden kurudu, gitti ve artık genç bir kadın olmaktan çıktı. Onun için dürn erkek diye kimse yoktu artık. Dünya âlemde onun ya ln ızca çocukları olan şu üç kişi kalmıştı kl bunlaı bir tanesinin gözleri kördü.
148
X I I I
A NANIN gençl iği çokton geçip gitmişti gayr i . Kırk
üçüncü yıl ına ermişti. Baz ı geceler erkeği kocal ı k a ç
yıl oluyor diye parmaklarıyla saydığı zaman iki elinin par
maklarına iki parmak d a h a katmak gerekiyordu. Köyde-
kilere onu öldü diye söyleyeli beri geçen yılların sayıs ı bile,
tek elindeki bütün parmaklarının sayısından daha çoktu.
Bununla birlikte her zamanki gibi sırtı dik, yapısı kıvraktı, vücudu et bağlamıyordu. B a ş k a kadınlar ya kuruyup gider, ya da karşıki yengeyle o fitne karı gibi her geçeri yıl biraz daha şişmanlarken bu kadın gençliğindeki çevik, güçlü yapısını koruyordu.
A m a , memeleri ufahp kurumuştu, insan onun yüzüne parlak ışıkta baktığı zaman gözlerinin etrafının g ü neşte çal ışmaktan kırış kırış olduğunu, derisinin tarlada gecen yılların etkisiyle yanıklaşsp karardığını görürdü. Hareketleri de eskisine oranla daha ağırdı, o eski hafifliği gitmişti gayri. İçindeki o lanetli canı e&süp atmazdan önceki durumunu bir türlü bulamamışı:,
Dul ve orta yaşlı sayıldığı için köyde- artık onu sık sık doğumlara çağırıyorlardı. Böyle zamanlarda bazen gerektiği kadar çabuk davranamodığı oluyordu. Birkaç kez doğum yapan g e n ç kadının yavruyu, o yetişene kadar, kendi elleriyle tuttuğu olmuştu. Bir seferimtoyse ona yeni doğan bir yavruyu yerdeki tuğla döşemenin üzerine düşürüver-rroVi. Ç o c u k oğlandı hem de! Neyse ki, çok şükür, bir z a rar olmamış, oğian hem gürbüz hem de akıll ı yetişmişti.
147
Kendi ç o c u k i a n y s a büyüdükçe analarını ihtiyar bulur olmuşlardı. En büyük oğlan durmadan anas ına dinlen diye diretiyordu. Tarlayı sürdükleri z a m a n sert topraklan ufalamak için anasının kendini zorlamasını hiç istemiyor, bu işi kendisi yapmak istiyordu. Şimdi delikanlı gücüyle bu işler ona koiay geliyordu. Böylece anasının daha hafif, daha zahmetsiz işleri görmesi için diretiyor, anası yaz günleri kapı önündeki gölgede oturup dikiş dikerken tarlada kendi başına çalışmak" delikanlıyı her şeyden hoşnut ediyordu. *
Ama, asl ında oğlanın sandığı kadar yaşlanmış değildi a n a . Oldum olası tarla işini her işten ç o k sevmişti. Toprak üstünde çal ış ıp çabaladıktan sonra, vücudu toprak işinin temiz terine bulanmış olarak eve dönmeyi, terinin serin rüzgârda kurumasını, vücudundaki büyük a m a tatlı yorgunluğu duymayı pek severdi. Gözleri tarlalara, dağlara, büyük şeylere alışıktı, iğne iplik gibi küçük şeylere al ışmak g ü ç geliyordu.
Evlerinde keskin gözlü g e n ç bir kadına pek ihtiyaç vardı, doğrusu! Kızının gözlerinin kör olduğunu gayri hepsi biliyorlardı. Kızcağız ın kendisi de biliyordu, zavall ı . Anasıy la k a s a b a y a gittiği günden beri, anas ı gibi o da kimseye bir şey söylemediği halde gerçeği biliyordu.
Tanr ıçadan ikisinin de pek umutları yoktu. Ana, ken
di işlemiş olduğu o eski günahın cezasını çektiklerine,
kız da körlüğün alnına yazı lmış olduğuna inanıyordu.
Bir gün ona, kızına sordu:
— »-(Aldığımız o tozu hep süründün, bitirdin mi?»
K ız kapı eşiğinde oturmaktaydı. Körlüğün bir faydası
olmuştu: Artık göremediği için ışık gözlerini acıtmıyordu.
S a k i n tavırla :
— «Çoktan bitirdim hepsini.» diye cevap verdi.
Anası da yine-. «Daha alal ım, neden daha önce de
medi n bitirdiğini?» diye söylendi. Ama genç kız. yok, der gibilerden başını sal ladı, onun
yüzündeki ifadeyi gören onanın yüreciği durur gibi oldu.
148
S o n r a kızının o yumuşak dudaklarından hırçın sözler döküldü :
— «Ah, a n a , körüm ben, bal gibi biliyorum kör ol
duğumu! Senin yüzünü hiç görmez oldum gayri! Kop!
önünden ayrıl ıp döven yerinin karşısına g e ç e c e k kadar
bile görmüyor gözlerim. Farkına varmadın mı, hiç evden
çıkmaz oldum, tarlaya biie gitmiyorum!»
Ve kız böyle diyerek a ğ l a m a y a başladı. Gözlerini kırpıştırıp dudaklarını ısınyordu. Gözyaşlar ı hâlâ gözlerini acıttığı için hic ağ iamamaya çalışır, a n c a k kendini tuta-m a z s a boşanırdı.
Ana hiç cevap vermedi. Kör olmuş evladına verilecek hangi cevabı vardı ki?.. Fakat, biraz sonra kalkıp içerki odaya geçt i . Bir zamanlar ziynetlerini sak lamış olduğu çekmeceden o küçük çıngırağı çıkardı, kızın yanına gi derek :
— «Evlat, bunu eskiden aidiydim, belki bir gün...» diye s ö z e başladı. Ama, sözünü bitiremedi. Çıngırağı kızın eline tutuşturdu. K ız çıngırağı alıp nedir diye hemen parmaklarıyla yokladı. S o n r a elinde sımsıkı tuttu, yine o uysal boyun b ü k ü ş ü y l e :
— «Evet. ona, gerekli bu bana,» diye cevap verdi.
O a k ş a m büyük oğlu tarladan gel ince a n a , sert bir a ğ a ç t a n bir dal kesip yontarak kız kardeşine değnek yapmasını söyledi. Böylece bir elinde küçük, sesl i işareti, öbür elinde değneğiyle k ızcağız da daha serbest, daho korkusuz dolaşabil irdi ortalıkta. Hem sonra birisi ona çarpar devirir de başına bir k a z a filan gel irse s u ç ananın olmazdı, çünkü o körlük damgasını işte herkes görsün diye apaçık, kızının üzerine vurmuştu.
Bundan böyle genç kız ne zaman kapıdan dışarı çık
sa bu iki damgayı , değneğiyle küçük çıngırağını yanında
taşır oldu. Çıngırağını y a v a ş y a v a ş , tatlı tatlı ça larak ağır
a m a . sağlam adımlarla yürümesini öğrendi. Güzelce de
bir kızdı. Küçük, mazium yüzünde körlüğün verdiği o s a
kin, duru ifade vardı.
149
Bu k c r ku ev işlerinde doğrusu pek hünerliydi. Evin içinde ne ç ıngırağa, ne değneğe ihtiyacı vadi. Pirinci yıkayıp pişirmekte birebirdi. Yalnız, a n a ateş yakmasına artık izin vermez olmuştu. S o n r a , kız evin içini ve döven yerini süpürmesini, gölden su almasını, tavuklar yumurtalarını folluktan b a ş k a yere yapmış larsa arayıp bulmasını da beceri,'ordu. Hayvanların yerini sesleriyle kokularından anlayarak yemlerini veriyordu. K ı s a c a s ı dikiş dikmekle tarla İşinden b a ş k a her iş elinden geliyordu. T a r l a d a işlemeye g ü c ü yetmiyordu, çünkü bebecikl iğin-den beri çektiği a d a r onu kavruk bırakmış, serpilmesine engel olmuş gibiydi.
G e n ç ton evin iç inde böyle dönüp dolandığını gör-dûkço onanın yüreği ezliir gibi oluyor, bir gün gelip evlendiği zaman kızının başına kim bilir neler geleceğini düşündükçe içi kan ağlıyordu. Kızının er g e ç gelin olması şarttı. Y o k s a bir gün anası ç ö k ü p gidince ona bakacak, sahip o iacak kimse bulunmayabilirdi. Kadın kısmının yeri ne de o l s a , her şeyden önce kocasının evidir, doğup büyüdüğü ocak değil.
Ana durup durup bunu düşünüyor, kör gözlü gelini kim ister diye meraklanıyordu. Kimseler is lemezse so
nunda kızının hali nice olacaktı? Düşüncelerini dışarı vur a c a k olursa büyük o ğ l a n :
— «Ben ona bekarım ona, yeter ki o da elinden geleni yapsın,» diye cevap veriyordu.
B u , onayı avutuyordu bir dereceye kadar a m a , yin© de biliyordu ki bir erkeğin asi l huyu, karısının nasıl olduğu bilinmedikçe meydana çıkmaz. O z a m a n da a n a , düşünüyordu :
—• «Oğlana öyle bir gelin a lmam gerek ki benim kıza iyi baks ın. î ıoş tutsun onu. O ğ l u m a kız ararken, hem koc a s ı n a , ham görürneesirıe bakmoya razı o lacak bir kız aramam gerek.»
* * • ' •
Büyük oğluna kız aramanın zamanı da gerçekten g e
lip çaîmîşî i gayri. Oğlan sanki anasının haberi bile olma-
150
don on dokuz yaşım buluvermişti. Şu güne değin anasından kız istemiş, ya da böyle bir isteği olduğunu ortaya vurmuş değildi. Oldum olası oğlanların en uslusu, en hayırlısıydı. Ç o k çal ış ır , hiç eziyet vermezdi. İşi olmadıkça kasabadaki bayramlara katılmazdı. Katıldığı ya da kırk yı lda bir çayevin© filan gittiği zaman da hiçbir ç ı lgınlık, başıboşluk yapmaz, kumar bile oynamaz, a n c a k uzaktan seyrederdi. Büyüklerin yanındaysa her z a m a n s e s s i z , saygı l ıydı.
Evlatların en iyisiydi doğrusu. Çocukluğunun ufak tefek kusurları da düzelmişti; şimdi bir tek kusuru vardı ki o da küçük kardeşine karşı hiç geniş yüreklilik g ö s -termemesiydi.
Tuhaf şeydir; herkese, her şeye, hatta hayvanlara karşı bile o kadar yumuşak başl ı olan bu oğlan, sırtına yeni hırka yapı lacağı zaman ne renk istediğini bile söylemeyecek kadar uslu, s e s s i z olan bu delikanlı, iş kardeşine geldiği z a m a n katı yürekli, sert bir ağabey olup çıkıyordu. K ü ç ü k kardeş biraz gevşeyip oyuna d a l s a ağabeys i kıyametleri koparıyor, ç o c u ğ a hiç ac ımadan her türlü toprak işini gördürtüyordu.
Evin içinde k a v g a eksik değildi. K ü ç ü k oğlan y a y g a racı, ağz ı bozuk huydaydı. Ağabeys i ise kendini tutuyor, tutuyor, sonra artık şurasına gel ince, eline ne geçerse kaparak kardeşinin üstüne saldırıyor, bir şey bulamazsa elleriyle öylesine dövüyordu ki ç o c u k ağlayarak kaçıyor, ağaçlar ın a r k a s ı n a s a k l a n m a y a çalışıyor, emmi oğlunun evine kendini zor atıyordu.
İş artık oraya varmıştı ki bütün köy sertliğinden ötürü ağabeyi kınıyor, k a v g a ç ık ınca herkes küçük kardeşi kurtarmaya koşuyordu. O da bundan yüz bularak şımarmış, büsbütün kaytarmaya başlamışt ı . Artık ç o ğ u vaktini emmi oğlunun evinde geçiriyor, oradaki oğlanlarla k ızanların arasında kaynayıp gidiyordu. Eve kendiliğinden, a n c a k ağabeysi işe gittikten sonra geliyordu.
A m a , bazen ağabeyin hıncı öylesine kabarıyordu ki vakitsiz eve gelip kardeşini yakalıyordu. O z a m a n ç o c u -
151
ğun kafasını koltuğunun altına kıstırarak başlıyordu var gücüyle pataklamaya. Sonunda anaları koşa-koşa geliyordu.
.— «Yetişir gayri, yetişir!» diye bağırıyordu. «Ayıp s a n a oğul, küçük kardeşine böyle vurmaya, kız kardeş-ciğinin de ödünü koparmaya hiç utanmıyorsun!»
Delikanlı ise a c ı a c ı cevap veriyordu: — «Madem ki ben onun büyüğüyüm, babamız da yok,
ona haddini bildirmek bana düşmez mi? Haylaz, ipsiz sapsız ın biri olup çıkt ı ! Doha şimdiden fırsat buldukça kumar oynadığını sen de bal gibi bil iyorsun ana! Biliyorsun ya, oldum olası içimizde en ç o k onu seversin zaten!»
: . . .
Ananın en küçük çocuğunu sevdiği doğruydu. Öteki evlatlarının hiçbirini bu derece benimsememişti. A n a y a öyle geliyordu ki büyük oğlu pek erken büyüyüp adam oluvermişti. Kimseye söyleyecek pek faz la lafı olmayan, s e s s i z sedasız bir insandı. Anas ı biliyordu ki oğlanın bu sessiz l iğine sebep ç o k kereler yorgunluğuydu. A m a , onun çok kereler nası l iyice yorgun olduğunu anlayamadığı için somutluk, yüzü gülmez sanıyordu.
Kızına gel ince a n a onu seviyordu ama, hep içi s ız layarak. O görmeyen gözler hep kendini kınar gibiydi. A n a duasını o tanrıçanın kabul etmemiş olduğunu hiç unuta-mıyordu. Gidip tekrar dua etmeye de yüzü yoktu. Ç ü n k ü , artık bu felaketin kızının b a ş ı n a , kendine en büyük c e z a olsun diye gelmiş olduğuna inanıyordu.
İşte bu yüzden yüreği her sefer ac ımayla dolup taştığı halde kızı ona hiçbir zaman sevinç vermiş değildi. K ı z c a ğ ı z sevgiyle anasının yanına sokulduğu, anasının s e sini dinlemek için gelip oturduğu zaman bile anas ı hemen bir bahane bulup yerinden kalkarak bir işe başlıyordu. Ç ü n k ü , o kapanık, boş gözlere b a k m a y a içi dayanamıyordu.
Bir şu en küçük oğlan gürbüz, s a ğ l a m ve neşeliydi. Ç o k zaman tıpkı babas ı olup çıkıyor, a n a da onu gitgide
152
d a h a çok seviyordu. Erkeğine karşı bir zamanlar duymuş olduğu bütün sevgi şimdi bu oğlana yönelmişti. Onu çok seviyordu a n a ve çok zaman onunla ağabeysinin aras ına giriyordu. Büyük oğlan kardeşinin üstüne çullandığı vakitler a n a hemen atılıp kendini büyüğün yumruklarına hedef tutuyor, büyük oğlan da anasına vurmamak için zorla k a v g a d a n vazgeçiyordu. Böylece küçük kaçıp kur-tulabiliyordu.
Zamanla küçük oğlan bu şekilde sık s ık evden kaçıp gider oldu. İlk önceleri emmi oğlunun evinde barınırken sonraları ötede - beride dolaşmaya, hatta bazen k a s a b a ya kadar gitmeye başladı. Bir iki gün kaldıktan sonra yine emmi oğlunun evine dönüyor ve ağabeysinin bir yumuşak saatini kollayarak, emmi oğlunun evinden hiç ayrılmamış gibi çıkıp geliyordu. Gelmediği zamanlardaysa ana büyük oğlu işe gidene dek bekliyor, yaptığı güzel bir yemek ya da tatlıyla onu kandırıp getiriyordu.
Ne var ki artık, şu günlerde ana da büyük oğlundan yarı korkar olmuştu. Bazı zamanlar onunla birlikte tarlaya gittiğinden erkenden eve dönüyor, ağabeysi dönmeden Küçük o ğ l a n a yemek veriyordu. Ç o c u k her tabak taki en iyi parçaları seçip yiyor, a n a da buna göz yumuyordu, çünkü ona karşı pek yumuşaktı. Onun şen gülüş-leriyle sözlerini, o düzgün yuvarlak yüzünü, babasınınki-nin eş i olan o kıvrak vücudunu seviyordu. Büyük oğlanın sırtı iş işlemekten bükülmüştü bile; hareketleri sert ve ağırdı. Oysak i bu ç o c u k tepeden tırnağa dek yumuşak esmer ciltli ve yeni büyüyen bir erkek kedi gibi çevik, ha-fifçecikti. Ç o k seviyordu anas ı onu.
İşte. büyük oğlan analarının küçüğe karşı beslediği bu s ıcacık sevgiyi seziyor, için için kurdukça kuruyordu. Küçüklüğünden beri yapmış olduğu her işi, anasının üzerinden kaldırmış olduğu her yükü şimdi bir bir hatırlıyordu. Ve hatır ladıkça anasını dünyanın en zalim insanı olarak görüyor, çocukluğundan beri onun hatırı için çal ışıp çabalamalarını boşa saydığını düşünüyordu. Böylece yüreğinde y a v a ş y a v a ş derin bir düşmanlık birikti ve delikanlı kardeşine kin bağladı .
153
X I V
T> U kin büyük oğlanın içinde biriktikçe birikti. A n a
-O bj| e bunun ne kadar derin olduğundan habersizdi.
Sonunda delikanlının duyguları, önüne set çeki lmiş bir
ırmağın suları gibi kabarıp taştı ve dışarı vurdu. Öyle
bir ırmak ki hangi ufak, gizli kaynakların sularıyla bes
lendiğini insan îark etmez, gün gelip şahlandığı zaman,
eskiden o kadar sakin görünen suların nasıl olup da böy
le kabardığına ş a ş a r kalır.
Bir yazın sonunda, pirinç harmanı s ırasındaydı. S a bahtan a k ş a m a dek, herkesin, işçi tutacak paras ı olmayan herkesin, var gücüyle tarlada çal ışması gereken bir zamandı. O gün küçük oğlan da sabahtan beri çal ışmıştı. Çoğunlukla tarlada çal ışmamak için b a ş k a yerde bir başka iş bahane eder, kaytarırdı. A m a , o gün a n a , çal ışması için onu kandırmış, ellerini okşayarak:
— «Şu birkaç gün dişini sık da iyi ça l ış , oğul.» diye giz l ice yalvarmıştı. «Hasat derlenene dek c a n l a baş la ç a lış da ağabeyinin gözüne gir. Çalışır, onu hoşnut edersen hasattan sonra s a n a güzel bir şey alırım, en ç o k istediğin şeyi.»
Ç o c u k ise o kırmızı dudaklarını, haksız l ığa uğramışç a s ı n a bükerek söz verdi, çal ışt ı, çabaladı . Pek öyle c a n la baş la olmamakla birlikte kötü de çal ışmıyordu işte; ağabeyşinin öfkesinden yakasını kurtaracak kadar.
Ne var ki o gün işleri bitmezden önce yağmur bastı-rıverecek gibi olduğu için her günkü saatten daha faz la çalıştılar. Hele ana çal ışmaktan bitkin düşmüştü. Zaten
154
namusunu kurtarmak için o a c ı i laçları içtiği geceden beri hiçbir z a m a n esk i gücünü bulamamıştı. Sonunda derin derin g ö ğ ü s geçirerek ağrıyan sırtını doğrulttu.
— «Ben gideyim de kızın aş yapmasına g ö z kulak olayım, s iz gelene dek hazır o lsun, oğul.» dedi. «Gücüm kuvvetim kalmadı, her yanım acıyor gayri.»
Büyük oğlan, «Git bakalım.» dedi. S e s i biraz sertçe çıkmıştı a m a , isteyerek değil. Onun
konuşma tarzı böyleydi, y o k s a hiçbir zaman anasının faz la iş işlemesini istemezdi. Bunun üzerine ana iki kardeşi tarlada bırakarak gitti. Vakit o kadar g e ç olmuştu ki bütün gün rahat vermeyen dilencilerle çapulcular bile, gitmişlerdi.
Aş ateşin üstünde kaynamaya daha yeni başlamıştı ki eşikte oturan k ı z c a ğ ı z : «Kardeşim ağlıyor!...» diye bağırdı.
Mutfaktan dışarı f ır layınca a ğ i a m a sesini ana da duydu, hemen tarlaya koştu. Derlenmiş ürünlerin üzerinde büyük oğlan kardeşini orağının sapıyla a m a n s ı z c a dövmekteydi. Küçük ise avazı çıktığı kadar ağlayarak yumruk sallıyor, boynunu ağabeysinin kolunun sert cem- , berinden kurtarmaya çal ışıyordu. A m a , büyük oğlan onu sımsıkı tutmuş, orak sapının yass ı tarafıyla dövmekte dev a m ediyordu.
A n a var gücüyle koşup öfkeli oğlunun koluna ası ldı, ya lvarmaya b a ş l a d ı :
— «Oğul, bu küçük d a h a , oğul, ah oğul!»
O böyle büyüğün koluna ası l ınca küçük oğlan kendini kurtardı ve bir tavşan çevikl iğiyle koşup giderek gölgelere karıştı. Şimdi tar lada ikisi yalnız kalmışlardı; anayla kızgın büyük oğlu.
A n a : «Daha pek ç o c u k o, yavrucuğum,» diye titrek sesle mırıldandı. «On dört yaş ında d a h a , aklı fikri oyunda.»
Delikanlı ise: «Ben on dört yaşındayken ç o c u k muydum?» dedi. «Ben on dört yaşındayken hasat vakti oyun oynar mıydım? S e n hiç beni yüzükle, urbayla, sununla
155
bununla kandırdın mı iş işleyeyim diye? B a n a ne aîdınşa kendi alnımın teriyle kazanmadım mı?»
O zaman ana münasebetsiz küçük oğlanın ağabeysi-ne nisbet yapmış olduğunu anladı, kendi suçunu görüp ne diyeceğini bilemeyerek, dili tutulmuş gibi oğluna baktı, kaldı. Oğlan da içine birikmiş olan bütün kini b o ş a -narak sözlerine devam etti:
— «Öyle y a , bütün para senin elinde; kazandığımı getirip s a n a veriyorum. Kendime metelik bile ayırmıyorum. B a ş k a adamlar gibi ne çubuk tüttürdüğüm var, ne bir tas şarap içtiğim, ne de kendime, hakkım olan bir şey aldığım. S e n de tutmuş ona benim ömrümde görmediğim şeyleri s ö z veriyorsun. Hem de niçin? zaten yapması gereken işleri yapması için! Yiyip içtiğinin, sırtına giydiğinin karşılığını bile çıkarmıyor o!»
A n a yavaş, çekingen bir ses le: «Ben ona yüzükler, urbalar filan söz vermiş değilim ki!» diye cevap verdi.
B a ş k a zaman kendine karşı o kadar s e s s i z ve ciddi duran oğlunun bu kızgın halinden yarı korkmuştu, onun aynı delikanlı olduğuna İnanamayacağı geliyordu.
Delikanlı son derece a c ı . hınçlı bir sesle, «Bal gibi s ö z
vermişsin işte!» diye bağırdı. «Eğer yüzükler, urbalar s ö z
vermediysen demek ki daha büyük bir s ö z vermişsin. Ürün
satılıp vergiler verildikten sonra canının en çok istediği
şeyleri a lacağım demişsin. S ö z vermişsin. Öyle dedi.»
A n a bu dürüst, iyi evladının karşıs ında utançtan yerin dibine geçerek. «Ben birkaç meteliklik küçük bir şey demek istediydim,» diye cevap verdi. S o n r a yine cesaretini toplayarak (ne de o lsa bu oğlan hâlâ onun oğlu değil miydi?) ekledi:
— «Eğer küçük bir oyuncak filan alırım dediysem onu senin hırsından kurtarmak için dedim elbet. Ne y a parsa kızıyorsun, kızgın bakışlarınla, sözlerinle eziyorsun onu, sonra da dayaklarınla!»
Delikanlı ise daha fazla bir şey söylemedi. Y ine işe sarıldı, içine bir ifrit girmiş de onu dürtüklermiş gibi ç a l ışmaya koyuldu, öylesine çabuk ve s ı k ı . . .
156
Ana durmuş ona bakıyor, ne yapacağını bilemiyordu. İçinden, küçüğe karşı pek hoyrat davranıyor, diye düşünmekle birlikte kendisinin de haksız ve hatalı olduğunu seziyordu. Birden büyük oğlunun nerdeyse a ğ l a maklı olduğunu, ağ lamamak için dişlerini nasıl sıktığını fark etti. Her zaman öylesine serinkanlı, kendi halinde, durgun duran bu oğlanın da şimdiye kadar hiç fark etmemiş olduğu bu içlilik işaretini görünce kalbi yumuşayıver-di. Zaten çocuklarının hangisini incitse sonra böyle yüreği yufkalıverirdi, belli etmese bile. Şimdi de büyük oğluna her zamankinden fazla bir yakınlık duyarak inler gibi :
— «Oğul, hata işledim, biliyorum.» dedi. «Sana layıkıyla bakamadım son zamanlarda. Senin büyüyüp adam olduğunu bile fark etmedim. A m a , adam oldun sen gayri, görüyorum ben bunu. Bundan böyle evimizin erkeği sensin. Parayı eline sen a l a c a k s ı n . Eskiden beri işin en çoğunu zaten sen yaptın. Şimdi hakkın da yaptığın işe denk olacak. Evet, erkek olduğunu sonunda fark ettim. Çoktandır yapmam gerekirken ihmal ettiğim bir şey var. Onu derhal yapacağım gayri. Doğru gidip bir kız bu lacağım, evlendireceğim seni. Sırayı s a n a , senin a lacağın kıza bırakacağım. Şimdiye dek farkında değildim a m a , şimdi görüyorum.»
Böylece özür diledi oğlundan. Oğlan onun anlayamadığı bir şeyler mırıldanarak arkasını döndü, kendini yine işine verdi. A m a , kendi kusurlarını böyle ortaya vurmak ananın içini rahatlatmıştı. Utancını örtmek için yüksek sesle bir şeyler söyleyerek eve döndü.
Eve döndüğü zaman biraz önceki bütün yorgunluğunu unutarak bir şeyler yapmaya başladı. K ı z ı :
— «Ne olmuş be ana?» diye sorduğu zaman hemen:
— «Öyle önemli bir şey yapmamış, ya da ağabeyin öyle diyor. A m a , erkek kardeşlerin kavga etmeyeni yoktur ki!»
Koştu hemen fazlalıktan birkaç turp koparıp dildi, üzerlerine sirke, susöm ve soyoyağı dökerek büyük oğlu-
157
nurt sevdiği gibi bir sa lata hazırladı. Bir yandan da biraz önce söylediklerini düşünüyor, oğlunun gerçekten evlenmesi gerektiğini anlıyordu. O n a yetişkin bir erkeğe güveni rcesi ne be! bağlamış a m a yine de erkek yerine koymamış olduğu için kendi kendini kınıyordu. S ö z vermiş olduklarının hepsini yerine getirmeye bütün bütün karar verdi.
Büyük oğlan sonunda eve döndüğü vakit saat her zamankinden g e ç ve ortalık karanlıktı. A n a onun yüzünü a n c a k masanın üstündeki mumun ışığına y a k l a ş ı n c a g ö rebildi. Oğlunu, fark ettirmeden süzdü, kendini toparlamış olduğunu gördü ve kendi tutumunu değiştirmekle onun öfkesini geçirmiş olduğuna sevindi.
K ü ç ü k oğlan ise karnının açl ığından pek uzaklara gidemediği halde, ağabeysinin korkusundan içeri girmeye cüret edemeyerek s o k a k l a r d a bekliyordu. A n a şimdi büyük oğlunun üzerindeki serinkanlıl ığı görünce kapıya giderek:
— «Gel içeri, oğlanım!» diye küçüğünü çağırdı .
Ç o c u k içeri girdi. Gözleri ağabeysindeydi a m a o, öf
kesi şimdilik g e ç m i ş olduğu için oralı bile olmadı. Analar ı
da iyi bir karar vermiş olduğunu bilmenin rahatlığı için
de, sözlerini yerine getirmek için harekete geçt i .
*
Ne zaman başı s ı k ı ş s a emmi oğluna, yengeye koşardı. Şimdi de onlara başvurdu. Kendinin bildiği gelinlik k ı z yoktu. Herkes birbirine akraba olup aynı soyadı taşıdıkları için köyceğizden kız almak olmazdı. K a s a b a d a n da kimseyi tanımıyordu çünkü, bildikleri sattığı bir trvuç z a hireyi alan küçük dükkânlardan İbaretti.
Ana yengeyi görmeye akşamleyin gitti. G ü z y a k l a ş mış olmakla birlikte havalar henüz ılıktı. Y e n g e ç o c u ğ u n u emzirirken oturup çene çaldılar. Sonunda a n a da isteğinin ne olduğunu ortaya döktü.
— «Kadın kardeşim, doğup büyüdüğün köyde bildiğin gelinlik bir kız var mı? Ş ö y l e s a n a benzer bir k ız istlyo-
158
mm, güzel huylu, doğurgan, tarla işine gelir bir kadın-kişi olmalı. Evin işlerini ben d a h a yı l larca çekip çeviririm kendim. Onun için, a lacağımız k ız ev işlerinde pek becerikli o l m a s a da g a m yemem.»
iyi yürekli yenge bu sözleri duyunca k o c a bir kahk a h a salıverdi ve kocasından yana baktı:
— «Bakalım ona sormaiı , benim gibi kadını b a ş belası mı sayar, y o k s a b a ş tacı mı?»
Erkeği ise dişlerinin arasındaki bir pirine çöpünü ç i ğ neyerek onları dinlemekteydi. O ağır konuşması ve düşünceli haliyle:
— «İyidir...» diye mırıldandı. «Çok iyidir.»
Onun bu şekerrenk ifadesi yengeyi yeni baştan güldürdü.
— «Eh, bir gidip bakayım istersen, b a c ı . O köyde iki yüz kadar ev vardır; pazar da kurulur. B u n c a kişinin arasından bir gelinlik kız bulunur elbet.»
Böylece konuşmalarını sürdürdüler. Pek faz la masraf etmeye vakitleri olmadığını ana a ç ı k ç a söyledi.
— «Her bakımdan kusursuz olan bir kız a lamayız, bunu pek iyi biliyorum. Yoksuluz, çünkü, toprağımız ç o k değil. Kendi sahip olduğumuzdan faz la kirayla toprak tutmak zorundayız.»
Bu kez erkek lafa karışt ı :
— «Az buz bir toprağınız var y a , sen ona bak. B u günlerde bu da bir şeydir, ç o ğ u kimsenin bir dönümü bile yok. Ben kendi kızlarımı parası bol, toprağı bol birine vermektense biraz toprağı olan birine veririm d a h a iyi. A m a parası kıtmış, zarar ı yok. iyi bir a d a m , İyi bir tarl a ; ben kendi kızlarım için bundan b a ş k a şey aramam.»
Kar ıs ı : «İyi öyleyse babalık, izin verirsen birkaç g ü n lüğüne bizim köye gidip bir bakayım.» dedi.
Emmi oğlu da her zamanki gibi k ı s a c a cevap verdi:
— «izin veririm eibet. Kız lar büyüdü, a r a d a bîr seni aratmazlar.»
* «*
Ç o k geçmeden yenge temiz giysiler giydi, baba evine göstermek için en s o n bebeciğiyle, küçüklerin arasın-15®
dan daha bir iki ç o c u k seçti. Küçüklere baksınlar diye de büyük çocuklarından bir, iki tanesini aldı. Dört tekerlekli bir el arabası kiralayarak hepsini içine doldurdu. Öküzlerle döven dövüldüğü için kocasına şu günlerde gereği olmayan kurşuni s ıpaya da kendi bindi.
Böylece yola çıktı lar ve üç günden faz la kaldılar. Köye döndüklerini duyan a n a hemen karşıya koştu.
Yenge görmüş olduğu bütün kızları anlata anlata bitire-miyordu:
— «O köy gelinlik kız dolu, vallahi! Bazı köylerde doğan çocuk kız olursa öldürürler a m a . bizim böyle bir töremiz yoktur. Bir ananın k a ç kızı olursa olsun hepsini s a ğ bırakırız, onun için köy kız dolu. Kendi bildiğim belki bir düzine kız gördüm, kadın kardeş, hepsi da maşallah yetişmiş, etli. canl ı , rengi, huyu yerinde kızlar, kendi oğullarımın hangisine desem alırdım. A m a , bize bir düzine değil bir tek kız gerek. Onun için gözlerimi kısıp hepsini bir iyi gözden geçirdikten sonra üç tanesini seçtim. Sonra bu üç taneyi de eledim, baktım ki biri durmadan öksürür, burnu akar; ötekinin gözleri biraz hastaya benzer, üçüncüsü ise iyisi gibi geldi. . .
«inan olsun, pek akıl l ı, fikirli bir kız. Her yaptığını, her dediğini önceden iyice tartıyor. S o n r a köyün içinde en eline çabuk dikiş dikenin de o olduğunu söylüyorlar. Kendi giysileriyle bütün ev halkının giydiklerini yapmakla kalmaz, başkalar ına da dikiş dikip az ç o k para kazanır-mış.
«Belki senin oğluna göre az buçuk yaşl ı dersin. Bir kere nişanlanmış da nişanl ısı oluvermiş, y o k s a şimdiye dek evlenmiş olacakmış. A m a , bence bu da pek kötü s a yılmaz, çünkü babası kızı gelin etmeye c a n attığı için pek fazla ağırlık istemeyeceğe benzer. S o n r a pek ötekiler kadar güzel de değil, faz la dikiş dikmekten rengi uçmuş az buçuk, a m a , gözleri temiz y a , sen ona bak!»
Ana hemen, «Hastalıklı g ö z çekecek sabrım kalmadı gayri, hem evin içinde severek dikiş dikecek birine ç o k ihtiyacımız var. Çünkü inan olsun benim gözlerim de eski keskinliğini kaybetti» diye cevap verdi. «Kuzum b a -
160
c ı . şu işi bir kes, bitir artık. E ğ e r bu kız benim oğlandan beş yaştan faz la büyük deği lse benim başımın üstünde yeri var.»
Böylece iki gencin dünyaya gelmiş oldukları yılların aylarıyla günleri kasabadaki bir yıldız falcısının kitabına göre karşılaştırı ldı ve uygun bulundu. Delikanlı at burcunda doğmuş, genç k ı z s a kedi. Atla kedi de birbirlerini yemediklerine göre böyle bir evliliğin geçimli o lacağına inanıldı. İki gencin kısmetlerinin bir olduğuna karar verildi ve sıra gereken armağanların verilmesine geldi.
**
Yerdeki küçük, gizli gömüsünden a n a , gümüş ve bakır paralar ç ıkar ıp iyi pamuklu kumaşlar aldı, genç kıza kendi eliyle iki giysi dikti. O civarda gelenek olduğu üzere, kumaşları biçmek için de kaderli bir kadın çağırmak gerekti, şöyle erkekli, oğullu bir kadın-kişi. Köyceğizde ise yengeden daha kaderli kadın kim vardı? Ana o güzelim kumaşları yengeye götürerek:'
— «Bas elini şuraya, kardeşceğizim,» dedi. «Bas ki senin kısmetinin gürlüğü benim oğlumun karısına da g e ç sin.»
Böylece yenge kumaşlara elini bastı, kumaşları biçti. Kar ın kısımlarını ise gelin bunları gebe kaldığı vakit de giyebilsin, bir kenara atılıp yazık olmasın diye geniş geniş, bolca biçti.
Çıkardığı paranın bir kısmıyla da ana al renkli bir gelin koltuğu, boncuklu bir gelin tacı , yalancı inciden küpeler, k ı s a c a s ı düğün için gereken ne varsa hepsini aldı. O taraflarda her gelinin giymesi şart olan al pantolonu da elbet İhmal etmedi.
Böylece düğün günü kararlaştırıldı, gitgide yaklaşt ı , en sonunda geldi, çattı. O yılın kış mevsiminde duru, soğuk bir gün.
Ne garip bir gündü bugün a n a için; yı l larca hem hanımlık hem beylik ettiği eve şimdi yeni, g e n ç bir kadın buyur edecekti." En iyi giysilerini giyip kapı önüne çıktı.
ANA F . : 11/161
Crrıı gelin koltuğunun içindeki gelin yüküyle yaklaş-tgngtrdüğü zaman anaya öyle geldi ki daha dün ken-liıibıaynı koltuğa oturmuş olarak bu eve gelin gelmişti. >lrdi lendisinin durduğu yerde kaynanası , şimdi oğlunun lırnŞı yerde de kendi kocas ı durmaktaydı.
/r» son zamanlarda erkeğini pek az düşünür olmuş-v »Kik onun gözünde gerçekten ölmüştü gayri . Ne var ;i «ncı, gelinini beklerken ananın içini erkeğine karşı )i( tıhaf bir özlem bürüdü ki! T e n isteği değildi bu; r<k ) sayfa kapanmıştı artık, b a ş k a türlü bir özlemdi )i, p ının başının yakışığı olan bir bütünlüğü, bir tanı ç istiyordu, çünkü içinde bir yapayalnızfık vardı
r 'i-
^ u n a yepyeni bir gözle bakıyordu: G e n ç adam yal-ıteınun oğlu olmaktan çıkıyordu şu an, aynı z a m a n dı i\ ;adının kocası oluyordu.
icmat sırtındaki anasının yapmış olduğu yeni s iyah ubııı. her zamanki çıplak ayaklarındaki pabuçları y a -dncrş gibi rahatsız, dimdik, başını önüne eğmiş, hiç krnllonadan duruyordu. Serinkanl ı bir hali vardı, d a h a d>jr sj anası önce öyle sandı , a m a sonradan oğlunun İS /(ta sarkmış ellerinin nasıl titrediğini gördü.
) zaman a n a içini çekti, akl ına kendi kocas ı geldi. Ceit oltuğunun perdeleri ardından gizl ice nasıl bakmıştı di «eleğin güzell iğini, her yanının, her duruşunun göze Ksjediğini görünce nasıl sevinçten yüreği ağzına g e l -nşütoğrusu kendi erkeğinin damatlığı oğlunun bugün-;i ıtrntlığından çok d a h a güzeldi. A n a şu anda dünyalı erdi erkeğinden daha güzel erkek görmemiş oidu-jındişündü.
(egelelim şöyle hayal meyal tasalanmaktan b a ş k a ?ıy» ukit bulamadan düğün alayının öncüleri geldi: <ı<ü;,gelinlik meyve sepetleri, kendisinin kız evine gön-lımşolduğu horoz ve geleneğe göre kız evinin bu ho-•ızıı a n ı n a katarak gönderdikleri tavuk.
k ı lardan sonra gelin koltuğu getirilip damat evlin tansı önüne kondu. Yengeyle fitne karı, daha birkaç
İG
yaşl ı kadın gelini, elinden tutarak dışarı çekmeye çal ışt ılar. Gelin de gelinliğine yaraşır biçimde nazlandı. Sonunda tahtırevandan çıktı a m a . iyice utanarak, çekinerek... Gözleri yerdeydi, bir kere bile başını kaldırıp iki yanına bakmadan damat evine girdi.
O z a m a n a n a emmi oğlunun evine girdi. O tarafların geleneğince kaynananın gelinine ilk baştan görünmesi doğru sayı lmaz, sonra gelin kaynanasından korkmaz denirdi. Böylece a n a a k ş a m a değin yengenin evinde kaldı.
A m a kapı dibinde duruyordu ki gelin için söylenenleri duyabilsin.
Kimi: «İyi, dürüst görünüşlü bir kız.» diyordu. Kimi: «Elinden iyi d ik iş gelirmiş diyorlar, eğer şu
ayağındaki çarıkları da kendi yaptıysa parmakları gerçekten hünerli demektir!» diye fikir yürütüyordu.
Kadınlardan bazıları gidip kızın al gelinliğine dokunmaktan çekinmiyorlardı. Hatta ceketini kaldırıp içine giydiklerine bile bakıyorlardı. Kızın giysileri baştan a ş a ğ ı iyi ve düzgün dikilmişti. İnce kumaş parçalarını bükerek yapılan düğmeleri düzgün ve sımsıkıydı.
Kadınlar hemen koşup anaya müjdelediler: — «Vallahi, hünerli, iyi bir kızi kadın-kardeş, eli yüzü
de düzgün.»
Beri taraftan erkeklerin arasında ileri geri laf edenler vardı. Bir tanesi:
— «İnan olsun, bana kal ırsa pek zayıf, pek soluk benizli,» dedi.
Bir b a ş k a s ı : «Öyle a m a birader, birkaç a y a kalmaz zayıfl ığının çaresi bulunur,» diye cevap verdi. «Kız k ısmını ş işmanlatmak için erkek milleti birebirdir!»
Ve bütün bu şen şakrak, aç ık saç ık lafların arasından gelin kız, hanım hanımcık adımlarla geçerek yeni evine girdi ve böylece evlendi.
* *
Şimdi ana yıl lardan beri yatmış olduğu yatağı bırakmak zorundaydı, gayr i . A k ş a m olunca yatakları gelinlerin yapması o dolaylarda âdetti. O g e c e gelin - kız a n a
163
için perdenin arkasındaki, bir zamanlar kocakarının yatmış olduğu yer yatağını hazırladı. Kör k ız için de onun yanında bir yatak serdi. K ü ç ü k oğlan ise eve geldiği z a manlar mutfakta yatacaktı. İşte böyle, evin ası l yatağında şimdi büyük oğlanla karısı yatacaklardı.
Kendisiyle erkeğine ait olan yeri bu yeni karı-koca-ya bırakmak a n a y a kolay gelmedi. Geceleyin ihtiyar kay-nananın yatağında yatarken kendisi, de çok ihtiyarlamış gibi geliyordu. Gündüzleri eskis i gibi olabiliyordu. El inden iş eksik değildi, dili de buyruk verip yanl ış bulmaya yatkındı. Gel gör ki g e c e olunca ihtiyarlayıveriyordu. Ç o k z a man uykusundan uyanıyor da oğluyla gelini olduğuna inanamayacağı geliyordu. Böyle zamanlarda kendi kendine, ş a ş k ı n şaşk ın düşünüyordu:
'— «Ben gelin geldiğim z a m a n bu evde ana olan o ihtiyar da herhalde benim şimdiki durumuma düşmüştü o zaman. Ben gelin olup geldim, onu yatağından çıkarıp o yatakta onun oğluyla yattım. Şimdi de aynı yatakta bir b a ş k a kız benim oğlumla yatıyor, işte.»
Ne kadar tuhaftı, ne sonu gelmez şey, bu gizli tekerleğin dönüşü, bu sonsuz zincirin halka halka birbirine g e çerek çevrilip duruşu.. . Bunu hayal meyal düşünmek bile sersemletiyordu anayı. Ç ü n k ü , o kendinden önce gelip geçmiş şeylerin anlamı üzerinde düşünen kimselerden değildi; olup bitenleri olduğu gibi kabul etmesini bilirdi ancak.
Bununla birlikte oğlunun evlendiği günden sonra ana kendi gözünden düştü biraz. A d c a ailenin büyüğüydü gerç i ; herkesten üstün sayılıyor, evin hanımı diye biliniyordu, ama kendi gözünde kendisi en üstün değildi artık.
*»
Ana oğlunun karısına dikkat ediyordu. Saygı l ıydı g e lin, her Tanrının günü kaynanasının önünde boyun büküp eğilmekten geri kalmıyordu. O kadar ki sonunda ana gına getirip: ,
— «Yeter gayri!» diye bağırdı.
164
Yine de gelinine küsur bulamıyordu. Sonunda gelin
kızın bu kusursuzluğu bir kusur oldu çıktı ve ana kendi
kendine:
— «Adam s e n de, elbet bir gizli noksanı vardır ama,
şimdilik gözüme çarpmıyor,» diye düşünmeye başladı.
Çünkü, gelin kız b a ş k a kızlar gibi kendini hemen
ortaya vuruveren cinsten değildi. Titizdi, gayretliydi, yap
tığı işi düzgün yapıyordu ve eline de çabuktu. B a ş k a i ş
leri bittiği zaman oturup kocasının dikişlerini dikiyordu.
Her şeyde, kendine göre, dikkatli, özenli bir çal ışması
vardı.
Dünyada hiçbir kadının iş yapma tarzı başkasına benzemez. Ana bunu bilmiyordu. Kendisi ne yollu iş görürse bütün diğer kadınlar da o yollu iş görür sanmıştı, eskiden beri. Ama yok, bu gelin kızın iş yapma, çal ışma yolu bambaşka, kendine göre bir yol. Mesela, ana gelin kızın pirince koyduğu suyu fazla görüyor, pirinci kendi pişirdiğinden, kendi sevdiğinden daha lapa buluyordu. Bunu gelin kıza da söylemişti ama, gelin kız o renksiz dudaklarını sımsıkı büzüp:
— «Ben pirinci hep böyle pişiririm.» demiş, yolunu değiştirmemişti.
Her işte böyleydi. Evin işleyişindeki birçok şeyleri kendi zevkince değiştiriyordu. Birdenbire değil; diretip parlaması da yoktu. Usul usul, sakına sakına, y a v a ş yavaş gidiyor ve anaya öfkelenme fırsatı vermiyordu.
B a ş k a bir şey daha vardı. Gelin kız geceleyin yattığı yerde hayvan kokusunu sevmiyordu. Bundan yakın-mıştı ama, anaya değil, oğluna. O da daha kış sona ermeden evlerine bir g ö z daha oda eklemek İçin işe koyulmuştu. K a r ı - k o c a yataklarını oraya taşıyıp artık yalnız yatacaklardı.
Ana önceleri kör kizına gelinine kızmayacağını söylemişti. Hemen kızıp öfkelenmek gerçek kolay değildi, ç ü n kü genç kadın hem çalışkan, hem becerikliydi.
— «Şu iş yanlış olmuş,» ya da «bu işi kötü yapmışsın,» demek pek zordu.
165
Bununla birlikte gelininin bazı yaptıklarından, bazı tutumlarından a n a yine de nefret ediyordu. En fazla nefret ettiği şey lapalaşmış pirinçti. A n a bu yüzden s ık sık öfkeleniyordu. Sonunda sızıltısını dışarı da vurdu:
— «Bu lapa doyurmuyor beni bir türlü, doldurmuyor,» demişti. «Dişe gelir yanı yok bu sulu şeyin! Karnımdan yel gibi gelip geçiyor, şöyle oturaklı aş gibi doldurmuyor.»
Gelininin oralı bile olmadığını görünce bir gün gizl iden tarlaya, iş işleyen büyük oğlunun yanına giti.
— «Oğul, söylesene karına pirinç aşını daha susuz, daha diri pişirsln biraz. Ben seni pirinci öyle sever sanırdım,» dedi.
Oğlan işini bıraktı o zaman. Bir an belinin üstüne yaslanıp durdu, her zamanki o serinkanlı tavrıyla:
— «Ben hoşnudum; pek iyi pişiriyor,» diye cevap verdi.
Bunun üzerine a n a öfkesinin kabardığını duydu: — «Pirinci eskiden öyle sevmezdin, işte!» dedi. «De
mek gayri benden ayrılıp ona bağladın kendini. O n a bu kadar kapılıp a n a n a karşı gelmek, ayıp değil mi?»
0 zaman g e n ç erkek, yüzü kıpkırmızı kesilerek yalnızca, «Ben ondan hoşnudum,» diye cevap verdi, yine bel bellemeye başladı.
O günden sonra ana büyük oğluyla gelininin eve s a hip olduklarını anladı. Gerçi büyük oğlan anasını hor görür filan değildi ve her zamanki gibi çal ış ıp duruyordu. Para İdaresini eline almıştı a m a , har vurup harman s a vurduğu da yoktu. Karıs ı da para harcayıcı lardan değildi. Karı - k o c a pek tutumluydular.
Gelgelelim karı - kocaydı onlar. Bu ev onların evi, bu tarla onların tarlasıydı ve onların gözlerinde a n a , evin içindeki bir ihtiyar kadından b a ş k a bir şey değildi.
Gerçi ana tarladan, tohumdan, bunca yılda yaptığı için iyi bildiği toprak işlerinden s ö z açt ığı z a m a n büyük oğlanla karısı bırakıyorlardı onu, konuşsun. . . Y ine de. ana konuşup sustuğu vakit seziyordu kf konuşması hiç ko-
166
nuşmamasıyla birdir. Ç ü n k ü karı - koca her işi kendi bildikleri gibi yapıp gidiyorlardı.
Ve a n a y a öyle geliyordu ki kendisi bir hiçti gayr i ; bütün görüp geçirdikleri, bütün bilip öğrendikleri bir hiç yerindeydi, bir zamanlar kendinin olan bu evin içersinde...
Bunlara boyun eğmek doğrusu pek acıydı. Yeni oda yapılıp da karı - k o c a oraya geçtikleri vakit ana yanı başında yatan kız ına:
— «Ömrümde böyle çıtkırıldım görmedim! Tertemiz hayvan kokusu sanki zeh irmiş!» diye dert yandı. «Kalıbımı basar ım ki o odayı bizden ayrı olsunlar diye yaptılar, biz duymadan konuşabilsinler diye. B a n a hiçbir şey danıştıkları yok gayri. Mesele hayvanlarda filan değil. Ağabeyin ona öyle. bir tutkun ki utanı lacak şey. Ne sen varsın gözünde, ne küçük kardeşin, hatta ne de ben; bal gibi farkındayım.»
K ız cevap vermeyince ana sordu: — «Sen de bu fikirde değil misin, kızım? Dediğim
doğru değil mi?»
O zaman kız biraz duraladı, sonra: «Bir diyeceğim var a m a , diyemiyorum ana, seni incitir diye korkuyorum,» dedi.
A n a : «Deyiver evlat!» diye cevap verdi. «Üzüntüye alıştım gayri.»
K ı z d a , yavaş, hüzünlü bir ses le: «Ana, bu kör halimle ne yapacaks ın beni?» diye sordu.
A n a eskiden beri kızının bu evde kendi yanında otu
rup duracağını doğal saymış, b a ş k a bir şey düşünme
mişti. Onun için şimdi şaşkın l ık la:
— «Ne demek istiyorsun, kızım?» diye sordu.
K ız d a , «Ağabeyimin karısı iyi kalpli değil demek istemiyorum,» diye cevap verdi. «Hainliği yok, a n a . Yalnız, bana kal ırsa o sen beni tez elden evereceksin diye biliyor. B a ş k a türlüsünü akl ından geçirmiyor. D a h a geçen gün duydum, küçük kardeşime soruyordu, ben sözlü müyüm diye. O da değil deyince ağabeyimin karısı şaşt ı kaldı. 'Bu yaşta kız kaynana evinde gerek.' dedi.»
167
— «Ama, senin gözlerin kör, be evladım! Kör kızları
evermesi kolay değil.»
Kız yumuşak tavırla: «Biliyorum,» diye cevap verdi.
Biraz sonra tekrar konuşmaya başladı. Bu sefer a ğ z ı kupkuru kesilmiş de nefesi boğazını yakıyormuşcasına konuşuyordu:
— «Ama, sen de bilirsin, benim elimden gelen ç o k iş var, ana. Belki pek fukara bir adam bulunur, dul bir adam filan... Ağırlık filan istemediğimi bilirse belki benim yaptığım hizmete razı olacak çok fukara bir adam çıkar... O vakit ben de kendi evimi bilirim. S e n elimizden çıktığın zaman da bana sahip olacak biri oıur ortada. Anacığım, yengemin beni istediğini hiç sanmıyorum, ben.»
Gelgelelim a n a hırslanarak direndi:
— «Ben seni böyle esir gibi bir b a ş k a adamın evine
göndermem, evlat! Fukarayız gerçi ama, s a n a yetecek ka
dar ekmek bulunur elbet. Dul adam deyip geçme, en ç e
tin, en arzulu kocalar çoğu zaman dullardan çıkar, ç o c u
ğum. Hadi, sen uyu şimdi, kafanı yorma bunlarla! Ham-
dolsun daha gücüm kuvvetim yerinde, önümde yıllar var
daha. Ağabeyin de seni eskiden beri hoş tutmuştur, ta ç o
cukluğundan beri.»
Kız içini çekerek, «O zamanlar evlenmemişti henüz,»
diye cevap verdi. B a ş k a c a s ö z etmedi ve uyur gibi yaptı.
Her g e c e derin ve dalgın uyuduğu halde o g e c e anayı
bir an uyku tutmadı. Yattığı yerden koyu koyu düşündü,
kızının haklı olup olmadığını anlamak için olup bitenleri
birer birer gözünün önünden geçirdi. Gerçi bahane bula
c a k bir tek belirli şey yoktu ama, yine de gelin kızın s ı
cakkanlı olmadığı ortadaydı. Yok, yok, gelin kız ne koca
sının küçük oğlan kardeşine ne de kör gözlü kız kardeşine
karşı candan ve yakın davranmıştı.
Ananın çekecek bir çilesi d a h a varmış!
168
X V
A NA şimdi, kızının haklı olup olmadığını anlamak için her şeye dikkat eder olmuştu ve onun haklı ol
duğunu anlıyordu. T a z e gelin kabalık etmiyordu.. Konuşması her zaman uysal , görünüşe göre hep saygıl ıydı. Gel-gelelim görümcesini ayrı tuttuğu, yaptığı bir sürü ufak tefek şeyden belliydi. Kör kızın aş tasını tam doldurmu-yordu, mesela ya da a n a y a öyle geliyordu. S o n r a , sofrada az bulunur, pahalı cinsinden bir y iyecek v a r s a gelin kız görümcesine vermiyor, kör k ızcağız da gözü görmediğinden hiçbir şeyin farkına varmıyordu. Kendi karnının açl ığından kimse iki yanını görmediği için, eğer ananın dikkati keskinleşmemiş o lsa, kimsenin oralı o lacağı yoktu. A m a , ana böyle bir durumda hemen:
— «Kızım, bugün domuz ciğerinden çorba pişirdik, sevmez misin sen onu?» diye atılıyordu.
K ı z c a ğ ı z şaşırarak o uysal haliyle: «Haberim yoktu, a n a , y o k s a pek severim,» deyince a n a uzanıp kendi kaşığıyla kızın tasına etli çorba koyuyordu.
Gelin kız kaynanasının yaptığını görünce hiç bozmadan, saygıyı elden bırakmadan, «Kusura bakma, kardeş-ceğizim, s a n a konmadığını görmemiştim,» diyordu.
Renks iz ve renksizliklerine oranla kalın olan dudaklarını hiç oynatmadan bir konuşması vardı.
Ana onun yalan söylediğini bal gibi biliyordu. Hepsinin çarıklarını dikmek gelinin ödeviydi. Görümcesine diktiği çar ık lara hiç özenmiyor, altlarını ince yaptığı gibi üstüne ç içek işlemek zahmetine de katlanmıyordu. Ana bunu fark ettiği z a m a n :
169
— «Nasıl?» diye çıkışmışti. «Kendi çarıklarının her birinin üstünde ç içek var. Benim kızımın çar ığına ç içek koymayacak mısın?»
Gelin o ufak, . ış ıks ız kara gözlerini iri iri a ç a r a k , «İstersen yapayım, ana,» diye cevap verdi. «Yalnız, dedim ki görümcemin gözleri kör olduğu için nası lsa renk fi lan görmüyor... Çar ık yapı lacak kimseler de öyle çok k i . . . Küçük oğlan kumar için, gezmek için k a s a b a y a gidip g e lirken ayda bir, iki çift aşındırdığı oluyor...»
Eşikte, güneş ışığında oturan kör kız bu konuşulanları duyup yengesinin küçük kardeşini kınadığını duyunca ürkek bir telaşla bağırdı:
— «Anacığım, doğru söylüyorum, ç içek filan istemem ben. Kardeşimin hakkı var. Çiçekl i çar ık kör gözlülerin nesine?»
Böylece ortada çat ışacak bir mesele yokmuş gibi laf kapandı. Her gün olagelen bir sürü ufak tefek olayın hiçbiri mesele değilmiş gibi kapanıp gidiyordu. Yine de bir gün ana, evin arkasına domuzun yattığı yere çöp dökmeye gittiği zaman büyük oğlan arkasından gelerek onunla konuştu:
— «Ana, s a n a diyecek bir lafım var. S a n m a ki kız kardeşimi e v d e a atmak istiyorum. B a n a ağırl ık fi lan geldiği de yok. A m a , insan evlenince kendi evini, ocağını düşünmek istiyor gayri . Kardeşimin yaşı d a h a küçük, ömrünce ona ben mi b a k a c a ğ ı m , be a n a ? B a ş k a hiç kimsenin evinde duymadım ki insan ömrünce kız kardeşine de baksın. Yok zengin evi o l u r d a yiyeceğin hesabı bilinmezse, b a ş k a . Erkeğin üstüne düşen şey a n a s ı n a , babasına k a rısına, bir de çocuklar ına bakmak değil mi? B a k kardeşim daha genç, benden önce ölecek değil a? B a ş göz etmezsek onun kendisi için de kötü olur. Kadın kısmı için en iyi çare bir an önce evlenip evini bilmek.»
Ana öfkeli yüzle oğluna bakarak çıkıştı: — «Senin akl ına bu fikri sokan o karın o lacak kadın
dır, oğul! O odada onunla, b a ş b a ş a yatıp konuşuyorsunuz. Geceleyin döktüğü dillerle seni zehirliyor, kendi ka-
170
nını taşıyanlara karşı bütün erkekler gibi. , , koynuna giren kadının elinde hamur gibi yumuşayıveriyorsun gayri...»
Öfkeli, küskün, oğluna sırtını çevirip süprüntüyü domuzun önüne attı. Durup domuzun burnunu süprüntüye daldırarak soluya soluya yemesini seyretti a m a , asl ında hiçbir şeyi gördüğü yoktu. O y s a her zaman hayvanların iştahla karın doyurmasını seyretmeyi ne ç o k severdi! Ş i m diyse üzüntülü bir ses le sözüne devam etti:
— «Kız kardeşini a lmaya hangi adam razı olur? Ne umabiliriz? Ya fukara bir a d a m , öylesine fukara ki karısını hoş tutmak bile elinden gelmez, ya da karısı ölmüş, s a ğ l a m avrat a lmaya g ü c ü yetmeyen bir fukara dul adam, öyle değil mi?»
O zaman büyük oğlan, «Ben kız kardeşimi de düşünüyorum,» diye cevap verdi. «Onun iyiliğini de düşünüyorum. Gerçi s a ğ l a m kızlar ayarında k o c a bulamaz a m a . evlenip kocasını bilmek yine de hepsinden iyi onun için.»
Ana büsbütün üzüntüyle, «Bu konuşan sen değilsin, karındır, oğul,» dedi.
Oğlan inatla, «İkimiz bunda aynı fikirdeyiz,» diye diretti.
Anası , «Yalnızca bunda deği l , korkarım her şeyde,» deyince genç adam daha fazla sesini ç ıkarmadan tarlaya döndü. Sesini çıkarmamıştı a m a , fikrini değiştirmiş de değildi.
Buna rağmen ana bir süre, sırf inat olsun diye kızını evlendirme işiyle hiç uğraşmadı. Kendi kendine, kızına, küçük oğluna, yengeye, k ı s a c a s ı kim dinlerse ona bu lafı açıyordu. O k a d a r ihtiyar mıyım ki' dilediğimi yapamayac a ğ ı m , o kadar kocadım mı ki kendi evimde s ö z ü m g e ç meyecek de çocukmuşum gibi beni güdecekler, şöyle edeceks in, böyle edeceksin diye bana istemediğim şeyleri yaptırtacaklar, diyordu. Bu konuda, oğluyla gelinine karşı cephe aldı. Kız ına kol-kanat gerdi, bir kötülük yapılmas ı n , bir şeyden yoksun kalmasın diye gözünü dört .açtı.
171
Gel gör ki gelin de eve al ışt ıkça daha a ç ı k sözlü, d a ha dişli oıup çıkıyor, o saygı l ı tutumu gitgide kayboluyordu. Artık başkalarının yanında da a ç ı k a ç ı k konuşur o lmuştu. Bir komşunun güneşl ik kapı eşiğinde kadın - kadına toplanmış otururlarken, hep bir arada dik iş dikerlerken, ya da kadınların pek sevdiği bu tür toplantıların herhangi birinde gelin k ı z :
— «Çocuklandığım vakit halim nice o lacak, bilmem, ev halkının dikişleri daha şimdi başımdan aşkın!» gibi laflar ediyordu. «Anamız yaşlanıyor gayri . Gerçi onun hizmetini görmek bana düşer, biliyorum. Onun g ö z ü , el i . ayağı olmak benim boynumun borcu. Aldığım terbiye bu benim. Elimden geleni de yapıyorum. Dilerim Tanrıdan g ö revimde hiçbir z a m a n kusur etmeyim. Gelgeielim bir de şu küçük oğlan var ki hiç karnı doymaz. Bir iş gördüğü de yok. A m a ne de o l s a günün birinde evlenecek elbet, o zaman yemesine, giymesine aldığı kız bakar. Gelgeiel im evde oturarv kör görümce hepsinden beter. Omrümce benim üzerimde yük olacağından korkuyorum. Anasının onu evermeye hiç niyeti yok çünkü.»
Gelin artık hep böyle konuşur olmuştu. Eğer kör k ız ortalıktaysa bu sözleri duyanlar dönüp ona bakıyorlardı. O kadar ki genç kız bu bakışları kör haliyle bile seziyor, böyle bir yük olarak yaşamanın utancıyla boynunu büküyordu.
Konu-komşu arasında da kör kız üstüne laflar edilmeye başlanmıştı. Bir isi:
— «Dünyada körün sayıs ı çok!» diyordu. «Bazılarına aileleri fal filan bakmak gibi işler yapmasını öğretiyorlar da onlar da arasıra, üç beş kuruş kazanıyor. Körlerin bizde olmayan bir görüş kuvveti vardır. Bizim göremediklerimizi görürler de körlükleri onlara bir kudret verir sanki , herkes onlardan korkar olur. Bar i bu k ı z c a ğ ı z a da fal bakmak gibi bir şeyler öğretseler!»
Başkalar ı ise: «Fakir fukara evleri de eksik değildir,
elbet.» diyorlardı. «Fakir bir ailenin yetişkin oğlu vardır,
evermeye halleri vakitleri yetmiyordur. Ağır l ıksız bulduk-
172
l a n k ıza aptal da o l s a , kel kör de o lsa, topal ya da dils i z filan da o lsa razı olurlar da hiç yoktan iyidir diye öpüp başlar ına koyarlar.»
Bu sefer gelin kız üzüntüyle, «Keşke benim bildiğim böyle birileri olaydı!» diyordu. «Komşular, böyle birilerini d u y a c a k olursanız kuzum ne olur bana haber veriverin.»
Komşular da iyi yürekli oldukları için taze gelinin isteğine peki diyorlardı. Paranın şu kıt zamanında, dünyanın şu kötü durumunda, fazlalık bir boğaz doyurmanın gerçekten g ü ç olduğuna, bir kızın da evlenip kendi evini bilmesi gerektiğine gerçekten inanıyorlardı.
Günlerden bir gün dul fitne karı ananın yanına geldi ve şöyle dedi:
— «Kadın kardeş, kızını evermeye gönlün v a r s a kuzey tarafındaki dağlarda oturan bir aile biliyorum. Oğulları şimdi a ş a ğ ı yukarı on yedi yaşında, Kuzeydeki illerin birinde kıtlık çıkıp açl ık b a ş gösterince g ö ç etmişler. D a ğın eteğinde çorak bir yere yerleşmişler. Bizim köy değil de daha yukarda, hükümete ait bir toprak. Ç o k geçmeden erkek kardeşlerinden biri daha g ö ç edip yanlarına gelmiş. Şimdi hepsi bir oturuyorlar. Toprak verimsiz, halleri vakitleri yerinde değil gerçi a m a , sen de yoksul kadının birisin, kızın da kör, kadın-kardeş. Yol masrafını verirsen istersen gidip senin adına bir bakıvereyim. Aslını ararsan ne vakittir gidip babamın evini bir ziyaret etmek istiyorum. Gelgelelim yol parasını kaynımdan istemeye yüzüm yok. Bir başkasının evinde dul karı olmak ne zor şeymiş!»
Ana ilk önce fitne karının teklifine kulak bile vermeyerek: «Ben kendi kızıma kendim bakarım, kadın-kardeş!» diye bağırdı.
Sonradan bu sözlerini yengeyle emmi oğluna da anlattı. Emmi oğlu onu, yüzünde ciddi bir bakış la dinledi, dinledi de en sonunda:
— «Bu dünyada temelli o lsan elbet bakarsın kızına, hemşire,» diye cevap verdi. «Ama, göçüp gittiğin zaman, bizler de öldüğümüz z a m a n , hatta iyice kocadığımız z a -
173
mar i ı b a k a c a k bu k ıza? Bir gün gelecek adimiz büyük
oîsc Ic kimse bize aldırış etmeyecek gayr i . . . S o n r a va
kitle t isbütün kötüleşirse herkes önce kendi çocuğunu
kaynak elbet, sen de göçüp gitmişsen kızının hali nice
olaa'»
( a m a n ana diyecek laf bulamadı.
[cjruydu, dünyada temelli olmadığı. Her an ölüm
gelb gtabilirdi. O tapınaktaki gizli g e c e onun hayatım
büsıtın kısaltmıştı belki de, çünkü o zaman bu z a m a n
dır «dinçl iğini bir türlü bulamamıştı.
< /az havadan mıdır, sudan mıdır, bir de bağırsak
illei (dip musallat oldu a n a y a . Yemek yemesini eskiden
ber e/erdi. iştahla, bulduğunu yerdi. Ama, o y a z hava
herpdan sıcaktı ve ortalık sinekten geçilmiyordu. Öyle
ki irçır estikçe sinekleri yiyeceklerin içine atıyor, her
yen, er şeye karıştırıyordu. Sonunda ana, bırakın şu
s i n k i kendi haline, diye bağırır oldu. Öldürmekte bir
faylı oktu, çünkü, vakit harcamaktan b a ş k a bir şey de-
ğilri. »Idürülen sineklerin yerine ddha fazlası geliyordu.
;<rpuzların da pek bol, pek iri olduğu bir yıldı. K e
silen zaman içleri cinslerine göre kopkoyu kırmızı ya
da sıpan çıkıyordu. Kavun karpuzun hiç bu kadar tatlı
o l d a y a z görülmemişti.
ıhi' pek severdi bu meyveyi. Pazarda satı lamayıp
elleiıd» kalanlardan, ya da güneşte hemen olgunlaşıp da
g e ç ı y j başlayanlardan ye babam yiyordu. Karnı doy-
dukaı sonra da kavun karpuz ziyan olmasın diye yemek
te Ğvn ediyordu.
Eiün bu yediği kavun karpuz mu dokundu, bir kö
tü e ni girdi içine, y o k s a birisinin lanetine mi uğradı,
bilenfd. Gerçi lanet okuyacak kadar onu sevmeyen biri
nin odığunu sanmıyordu a m a , belki işlediği günahı s e z -
mişD3i o ufak-tefek Y a ş a y a n Tanr ıça'ydı . . .
te neyse, illet geldi anayı buldu, içini dışına çıkar
dı Bık Günlerce kadıncağız, içerisi bomboş, hasta yattı.
174
Kuvvet versin diye bir yudumcuk bile çay içecek o lsa ögürüp duruyordu.
Ananın böyle bitkin, g ü ç s ü z yattığı sürece gelin kız evi güzelce çekti, çevirdi, kaynanasının bakımı için elinden geleni yaptı, saygıda da kusur etmedi. Kör kız da anasına bakmak için elceğizinden geleni yapmaya çal ış ıyordu a m a , ne çare eli ağırdı, gereken şeyi vaktinde görüp yapamıyordu. Bu yüzden de yengesi çok zaman ona :
— «Sen şöyle kenara çekil de otur biraz, kardeşce-ğizim. İnan olsun, ayağıma dolaş ınca yararından çok z a rarın oluyor!» diye başından savıyordu.
İşte bu hastal ığı s ırasında elden ayaktan düşünce a n a , hiç istemeye istemeye gelinine, bu eline çabuk, becerikli genç kadının eline bakar oldu. Kendi kör kızını koruyacak da g ü c ü kalmamıştı. K ü ç ü k oğlan da şu günlerde eve arasıra anasının hatırını sormaya geliyor ama, ç o k durmadan yine çıkıp gidiyordu. Anasının onu a ğ a -beysine karşı koruyacak g ü c ü de yoktu ki!
Bu perişan halinde gelin kızın becerikli ve titiz tutumlarıyla döşeğinin çevresinde dönüp dolandığını görmek anaya teselli oluyordu. Sonunda illet onun yakasını bırakıp b a ş k a bir kısmetlisinin başına gidince a n a , yatağından kalktı a m a , tamamen gelinine güvenmekten de vazgeçmedi. Gelin kızı sevdiğinden değil, onun eline baktığı için.
Bir dereceye kadar kendini toparlamakta ana pek güçlük çekti, sağl ığını da hiçbir z a m a n tam anlamıyla kazanamadı. Pek sevdiği lahanaları, kavun karpuzu, topraktan çıktıkları gibi çiğ çiğ ağz ına atıp çiğnemeye b a yıldığı fıstıkları yiyemez oldu. Yiyip içtiğine, bakalım boz a c a k mı bozmayacak mı diye her seferinde dikkat etmesi gerekiyordu. Böyle ince eleyip s ık dokumaktan bıkarak istediğimi yerim, karnım istemezse istemesin diye bir dikkatsizl ik etmeye kalkışır kalk ışmaz da bağırsak illeti hemen geri geliyordu. Hatta fazla çal ış ıp da biraz esintiye bile otursa o kötü illet hemen fırsat kolluyor, onu yine bir süre yere seriyordu.
175
Bu çaresiz halinde a n a şuna kanaat getirdi ki kızı gerçekten evlenmeli, evini bilmeliydi, çünkü bu evde onun yeri yoktu. A n a kızının bu evde rahat edemediğini, kendini herkese yük saydığını şimdi a ç ı k ç a görüyordu. Y ine de ağzını açıp söylenecek gücü yoktu.
Bir gün kör kız anasının yalnız olduğu bir zaman y a nına g e l d i :
— «Ana ben burda, ağabeyimin evinde daha faz la kalamam gayri,» dedi. «Ah. ana, nası l olursa olsun bir kocaya varayım d a h a iyil Hiç o l m a z s a istemezlik etmezler!»
Ana da bundan sonra direnmedi artık. Birkaç sözle kızını avuttu. K ış ın, s ıcaklar geçip iyice kendini toparladığı zaman da bir g ü n fitne karının evine gitti.
Kocakar ı , kapı eşiğine oturmuş, hâlâ nakış işliyordu. Ama eskis ine oranla çok kal ın, kaba iplik kullanmak zorundaydı, işlediği çiçekler de gülünecek durumdaydı, çünkü gözleri (kendisi üzerine böyle bir şey kondurma-makla birlikte) eskisi kadar keskin değildi artık. Ana onun yanına oturarak bezgin sesle :
— «Hakkın varmış, kardeş,» dedi. «Kızımın evlenmesi gerek, kendi iyiliği için, bunu görüyorum. Varsın senin dediğin kişi olsun. Ötede beride ona k o c a arayacak takatim yok benim. O illet y a k a m a yapıştı yapısal ı hiçbir şeyle uğraşacak gücüm kalmadı, sanki.»
Fitne karı kendi cebinden para ç ıkmadan y a p a c a k bir iş bulduğuna pek sevindi. Hemen bir araba kiraladı ve on beş, yirmi kilometre ötede, baba-köyünün bulunduğu vadiye gidip birkaç gün kaldı.
Yolculuktan döndüğü günün a k ş a m ı ananın evine gitti ve onu yalnız bir köşeye çekerek kulağına fısıldadı:
— «İşin pek rast gitti, bacı. Bir a y a kalmaz sonuca bağlarız, gayri. Doğrusu yoruldum, bittim ama, ne z a r a rı var. senin İyiliğin için yaptım. E s k i dostuz biz gayr i , kadın-kardeş, aramızda hatır var.»
Bunun üzerine ana ayırmış olduğu bir gümüş parayı koynundan çıkarıp fitne karıya vermek istedi. Kadın he-
176
men onun elini itti. a lmam diye yeminler etti. iki eski dost arasında böyle şeye ne gerek, dedi, daha bir sürü laf etti, yine de sonunda parayı aldı.
A n a her şeyi kararlaştırarak iyice düşünüp taşındıktan, daha doğrusu düşünüp taşınmaya çalıştıktan sonra işi gelinine açtı . Gelin kız sevindi bu işe, sevindiğini de gizlemedi.
— «Böyle aceleye gerek yoktu, ana,» demekten de geri kalmadı. «Benim görümcemden yüksündüğüm yok. Bir yıl. İki yıl daha otursun, başımla beraber. Hatta ölünceye dek otursa yüksünmem a m a pek yoksuluz, bakı lac a k boğazları saymamız şart, onun için...»
Görürncesine karşı eskisinden daha iyi davranmaya başladı. Hatta çeyizlik yeni giysiler dikmeyi kendiliğinden teklif etti. Üç parça e ş y a dikti kör kıza. Koyu mavi bir hırkayla pantolon, bir de en yoksul gelinlerin bile giymesi şart olan kırmızı kumaştan pantolon. Bunlardan b a ş k a birkaç çift çar ık da yaptı ve üzerlerine kırmızı birer ç içek işledi.
Y ine de, enikonu bir nişan, bir eğlenti filan yapmadılar. İki ev aras ında armağanlar da verilip alınmadı, çünkü kız, erkek tarafınca iyi, kârlı bir kısmet sayılmıyordu.
Kızın kendisine gel ince, nişan günü ağzını açıp da bir tek şey söylemedi. Anası ona evlenince olup bitecekleri anlatırken kızcağız dinledi, dinledi de hiçbir şey demedi. Ya ln ızca geceleyin bir ara ansızın elini uzatıp annesinin yüzüne d o k u n d u :
— «Anacığım, çok mu uzak orası? Arasıra gelip beni göremeyecek misin? Ne yapıp ne işlediğimi soramay a c a k mısın?» dedi. «Benim gözlerim öyle kör kl bilmediğim uzun yollardan, dağ tepe seni görmeye gelemem gayri!»
O z a m a n anas ı da elini uzatıp kızını okşadı. K ı z c a ğ ı z yattığı yerde tir-tir titriyordu. Ana gizliden gizliye gözyaşları döktü o zaman. Gözyaşlarını karanlıkta yorganın ucuyla silerek tekrar tekrar:
ANA F . : 12/177
— «Gelirim, kızım, hiç kaygı etme s e n , inan olsun gelirim.» dedi. «Geldiğim z a m a n da s e n bana her şeyi anlatırsın. E ğ e r seni hoş tutmuyorlarsa ben onlara edeceğimi bilirim elbet! S a n a hor baktırmam ben!» S o n r a içi yanarak ekledi: «Ama, hiç uyumadın bu g e c e sen.»
Kız : «Kaç gecedir uyku tutmuyor ki!» diye cevap
verdi.
Ana sevgiyle, «Korkacak şey yok ki. evladım.» dedi.
Gözlerin kör a m a yine de becerikl isin, elinden iş geliyor.
Öbür tarafın da haberi var gözlerinin görmediğinden. S a
na s u ç bulmazlar ya bu yüzden! S a k l a d ı k , söylemedik de
diyemezler.»
Sonunda k ızcağız hafif, tedirgin bir uykuya daldı. A n a ise uzun zaman uyuyamadı. Kendi kendini s o n derece suçlu görüyordu. Kendi işlediği bir günah yüzünden kızının cefa çektiğini seziyordu. Bu günahın ne olduğundan emin değildi pek, yine de eskiden beri daha iyi, d a ha düşünceli bir insan olmadığına şimdi pişmandı.
Sonra a c a b a biraz ç a b a l a s a kızını verecek d a h a y a kın bir köy bulamaz mıydı, şöyle a y d a bir f i lan gidebileceği bir yer? Biraz bir paraya karşı l ık gelip kendi köylerinde oturacak bir içgüveysi filan bulamaz mıydı?
Bunları akl ından geçirirken bile içi kan ağlıyordu; çünkü, büyük oğluyla gelininin bu kadarcık bir masrafa bile razı olacaklarını sanmıyordu. Paranın İdaresi şimdi onların elindeydi. Böylece ana yüreği kabararak düşünd ü :
— «Kızımı dövdükleri bile o l a c a k elbet, dövmezler diye umsam yalan! Ya damadın ya da kaynananın yeni gelini arada bir dövmedikleri eve az rastlanır, bizimki g i bi. . . Kör kızımın dayak yediğini bilmek ya da işitmek c i ğerimi paralar benim, öyle bir t a s a olur ki baş ıma.. . Hele yakın yerde o lsak da k ızcağız ım gelip bana dert y a nacak o l s a , bir kere baş-göz ettikten sonra elimden de bir şey gelmez, bu derde dayanamam gayr i . . . En iyisi g ö zümün görmeyeceği, kulağımın duymayacağı bir yerde
178
olsun. G ö z görmeyince gönül katlanır, bana da o derece tasa o lmaz bari.»
Böylece a n a yattığı yerden, ne çileli baş ım varmış diye d a h a bir hayıflandı. S o n r a , düşündü ki elinden g e lebilecek bir tek şey vardı. Kendisi gel in olurken a n a cığının yapmış olduğu gibi şimdi o kızına birkaç p a r ç a gümüş para verebilirdi, hiç o l m a z s a . . .
Gün doğmazdan önceki saatin karanlığında yatağından kalktı. Hayvanlarla tavukları uyarıp ürkütmemek için usulca gitti ve yerdeki delikten küçük para çıkınını ç ı kardı, açt ı . Paranın içinden beş tane gümüş ayırıp koynuna soktuktan sonra çıkıyı yine deliğe koyup kapadı. Koynunda gümüşlerin ağırlığını duymak içini birazcık o lsun yatıştırdı.
— «Gelin olurken yanında topluca gümüş parası bulunmak her fukara kızına nasip olmaz!» dedi kendi kendine. «Kızımın hiç deği lse parası o lacak köşesinde.»
Ve bu küçük avuntu parçasına sımsıkı sar ı larak s o nunda uyudu.
** Böylece günler gelip geçti. Pek öyle sevinçl i günler
değildi bunlar. Ne gezer.. . Kadın artık en küçüğünün varlığından bile zevk almaz, gel ip gelmeyişi üzerinde bile durmaz olmuştu. A n c a k küçük oğlanın s a ğ l ı k ç a iyi olduğunu, kimseye söylemediği bir işlere dalmış, hayatından hoşnut göründüğünü anlıyordu.
Sonunda, kızının gelin olup gitmesi geldi çattı. K a d ı nın yüreği ağz ında, bakalım gelin a lmaya kimler gelecek, diye bekliyordu. Kızını alıp götüreceklerin nasıl insanlar olduğunu görünüşlerinden anlamak için gözünü dört a ç mıştı.
Bahar başında bir gündü. Mevsim henüz tam olarak açıl ıp serpilmemişti. Bahar olduğu söğüt dallarının a ç ı k yeşil renginden, şeftali ağaçiar ındaki taze kahverengi tomurcuklardan ve köy çocuklarının koparıp yedikleri otlardan belliydi. Y o k s a toprakta kışın kısırlığı vardı henüz; buğdaylar boy atmamış, sürücü toprak üzerinde a n -
179
c a k küçük mızraklar halinde başlarını uzatmışlardı ve
esen rüzgârlar hâ lâ soğuktu.
Gele gele eyersiz boş eşeğe binmiş ihtiyarın biri ç ı -kageldi. Eyer yerine eski , pis, p a ç a v r a bir hırkayı eşeğin sırtına koymuş, onun üzerine oturmuştu. Ananın yüreği durur gibi oldu. Bu ihtiyarın bakışını beğenmemişti, hiç. Gerçi adam gülümsüyor ve yüzüne bir yumuşaklık vermeye çal ışıyordu a m a , ihtiyar bir tilkinin yüzüydü bu, hiçbir yumuşakl ığı yoktu. Etrafı derin kırışıklarla çevrili kurnaz ifadeli gözler, seyrek, kır bir bıyık altında hep somurtmaya alışık olduğunu belli eden, şu anki gülüşünün yalan olduğunu gizleyemeyen daracık, dudaksız bir a ğ ı z . . .
Adamın sırtındakiler de paçavra halindeydi, y o k s a yarhalı ve temiz filan değildi. Eşeğinden indiği zaman da halinde, tavrında bir terbiye, bir incelik göremedi ana. O y s a o kadarcık insaniyet, terbiye herkeste bulunur; insanın ille okumuş, kibar olması şart deği l . . . Adamın bir ayağı da öbüründen kısaydı. Lime lime dökülen urbalarını bir ip parçasıy la beline bağlamıştı. Topal laya topal-laya geldi, kaba s a b a bir tavırla :
— «Kör bir k)Z varmış, onu almaya geldim,» dedi. «Nerede kendisi?»
Bu koca adamı daha ilk görüşte öylesine gözü tutmamıştı ki hemen at ı ld ı :
— «Senin damat evinden geldiğini gösteren ne i ş a retin Var? Nerden bileyim?»
Adam yine sırıttı ve, «Gelip konuşan o ş işman karı beni tanır,» diye cevap verdi. «Bu kızı kardeşimin oğluna bedava verirler diye o söylediydi.»
O zaman kadın, «Bekle çağırtayım,» dedi.
O gün aylak aylak evde oturmakta olan küçük oğlanı hemen fitne karıya saldı. Fitne karı da ihtiyar bacaklarının var gücüyle koşarak geldi. A d a m a bakıp gülerek anaya :
— «Ta kendisi, senin damadın a m c a s ı bu!» dedi.
180
«Nasılsın bakalım, a m c a , iyisin y a ? Karnını doyurdun mu bari?»
K o c a a d a m dişs iz damaklarını gösteren bir sırıt ışla, «Doyurdum a m a , doğru dürüst değil, ne yalan söyleyim!» diye cevap verdi.
Bu arada a n a gözlerini bir an bile ondan ayırmıyordu. S o n u n d a fitne karıya döndü ve hiç sözünü sakınmadan :
— «Gözüm tutmadı benim bunu!» diye konuştu. «Kızıma d a h a iyi bir şey layık görürdüm ben!»
Kadın da yüksek ses le gülerek, «Â kadın-kardeşim, damat değil ki bu koca adam,» diye c e v a p verdi. «Damadın kendisi pek uysal, pek yumuşak başl ı bir gençtir, doğrusu.»
Şimdi yenge de çıkagelmişt i , ananın büyük oğluyla gelini de. S o n r a emmi oğluyla daha birkaç köylü geldiler, hepsi durup ihtiyarı süzdüler Doğrusu ne kılığını kıyafetini, ne de halini tavrını hiçbirinin gözü tutmadı.
Getgelelim s ö z verilmişti bir kez. B a z ı l a r ı :
— «Ne yaparsın, unutma ki senin kızının da gözleri kör, bacı,» dediler.
Gelin kız d a , «Söz kesilmiş, karar verilmiş gayr i , a n a cığım,» dedi. «Bu vakitten sonra sözden dönmek olmaz. Kızımı vermem dersen hepimizin başına iş açarsın.»
Karısının bu sözlerini duyan büyük oğlan da hiç sesini çıkarmadı.
Ana yalvarırcasına emmi oğluna baktı o vakit. E m mi oğlu onun bakışını gördü, a m a b a ş k a yana bakıp başını kaş ımaya başladı. Ne diyeceğini bilemiyordu, çünkü. İyi kalpli, kendi halinde bir insandı. Bu gelen k o c a a d a mın bakışını o da pek beğenmemişti gerçi. Gelgelelim b a zen yoksul lukla kötülüğü ayırt etmek güçtür. Yırtık pırtık giysileriydi bu adama böyle kötü görünüm veren, beU ki de. S o n r a bir iş kararlaştırıl ıp, pişirilip kotanldıktan sonra sözden dönüvermek de kolay değildi.
Böylece emmi oğlu ne diyeceğini bilemediği için h içbir şey demedi. Öte yana çevirdi başını, bir ufak s a m a n çöpü alıp dişlerinin arasında çiğnemeye koyuldu.
181
Fitne k a n ise kendi onuruna leke Sürüleceğini anla
mış, hep: «Damat değil ki bu gördüğün, kadın kardeş.»
deyip duruyordu, işten böyle en son dakikada vazgeç'ili-
verirse kendisi rezil olacaktı.
— «Amca be, senin kardeşinin oğlu agucuk-bebek
gibi uysal bir çocuktur, deyiversene!»
K o c a adam sırıttı, başını sallayarak zoraki bir g ü
lüşle; hırıltılı bir sesle: «Doğru dedin, kadın kardeş, a g u -
cuk-bebekler gibidir, kardeş çocuğum,» djye cevap verdi.
En sonunda da sabırsız lanarak:
— «Gece olmadan evimize varacaksak yola düzül
mek gerek,» dedi.
Bunun üzerine ana, b a ş k a ne yapacağını bilemeyerek
kızını eşeğin sırtına bindirdi. K ı z c a ğ ı z yeni, gelinlik ur
balarını giymişti. Ana küçük gümüş para çıkısını onun
eline sıkıştırdı ve kulağına :
— «Bu senin kendin için, kızım, sakın onlara elinden
kaptırma,» diye fısıldadı.
Ve en sonunda ihtiyarın eşeği dehlediğini görünce
yüreği yeni baştan y a n a r a k :
— «Çok geçmeden gelirim, kızım!» diye bağırdı. «Sa
na nasıl baktıklarını görürüm. Her şeyi aklında tut ki gel
diğimde bana bir bir söylersin. Gidişlerini beğenmezsem
seni tutup geri getirmekten de çekinmem ben.»
Kör kız da o kupkuru dudaktan titreyerek, «Biliyorum, anacığım, yüreğime su serpen de bu zaten,» diye cevap verdi.
Gel gör ki ananın içi kızını bırakmaya razı gelmiyordu, bir türlü. O n u birazcık daha alakoymak için söyleyecek son bir şeyler daha vardı. Kızına sımsıkı s a r ı l a r a k :
— «Kızcağızıma sakın ateş yaktırmak yok ha, k o c a adam!» diye bağırdı. «Ateş yakamaz o, sonra gözlerini acıtır dumanlar...»
İhtiyar döndü, sırıttı yine. Ananın dedikleri sonunda
kulağına g i r i n c e :
— «İyi. iyi, dedjğin olsun,» diye mırıldandı. «Söyle
rim evdekilere.»
182
X V I
A NAYA şimdi içindeki tasaları yatıştırmak, kör kı-•'•'zının ardında bıraktığı boşluğu doldurmak düşü
yordu. Ev ne kadar sess iz geliyordu şimdi ona, kızının yürürken çaldığı o küçük çıngırağın duru, yakman ses i kesi l ince evin önündeki sokak ne kadar s e s s i z kalıver-mişti! A n a dayanamıyordu buna. Ç a r e s i z kendini yine toprak işine verdi. Oğlu onun çal ışmasına razı değildi. Tırmığını eline aldığını görünce :
— «iş işlemenin gereği yok be ana,» dedi. «Senin bu yaşta tarla işi yaptığını görenlere sonra ben rezil olurum.»
A n a eski dikliğiyle, «Pek öyle sandığın kadar yaşl ı değil im ben daha,» diye oğluna çıkıştı. «Bırak biraz toprakla uğraşayım da derdimi dinlendireyim. Avunmam g e rek, görmüyor musun?»
G e n ç erkek ise inatla, «Bana öyle geliyor ki yok yere kendini üzüyorsun, anacığım,» dedi. «Dur bakal ım, belki korkuların as ı ls ız çıkar. D a h a şimdiden yüreğini kabartmak niye?»
A n a ise şu günlerde hiç yakasını bırakmayan bir karamsarlık, bir durgunlukla, «Anlamıyorsun.» diye cevap verdi. «Siz gençler. . . hiçbir şeyden anladığınız yok.»
Oğlan anasının ne demek istediğini bilemeyerek ş a ş kın şaşk ın bakakaldı , a m a kadın b a ş k a c a laf etmedi. Tırmığını fırlattığı gibi, s e s s i z sedas ız , tarla yolunu tuttu.
Gelgelelim, artık pek uzun ç a l ı ş a c a k g ü c ü olmadığı doğruydu. Azıcık kendini zorlayınca hemen teri boşanı-
184
Sonra eşeği yine dehledi, kendi de eşeğin yularından
tutarak yola düzüldü.
Böylece gelin gitti kör kız. Elinde körlüğünün dam
galarını tutuyordu, urba bohçası da eşeğin terkisine b a ğ
lanmıştı. Anası durdu, onun gidişini seyretti. Ciğeri öyle
bir yanıyordu ki deme gitsin, gözleri y a ş içindeydi. Gel
gör ki yapmış olduğundan başka ne yapabileceğini de
bilemiyordu. Öylece durup evladının ardından, kız tepe
nin üstünden aşıp gözden kayboluncaya değin baktı.
183
verdi. Üstüne de, ılık bile olsa bir rüzgâr es ince kadın hemen tepeden tırnağa ürperdi ve o eski illet geldi yine yakasına yapıştı.
Aylakl ığa a l ışmak zorundaydı, ister istemez. İyileşip de a y a ğ a ka lk ınca artık tarla hizmetine filan kalk ışmadı, tembel tembel kapı eşiklerinde pinekler oldu. Evin içinde bile elini kıpırdatmasının gereği yoktu, çünkü her işi gelini görüyordu, hem de sırasıy la, yollu yolunca.
Her işi iyi yapıyordu, doğrusu, kaynanası bunu inkâr edemezdi. Bir tek noksanı ç o c u ğ u olmayışıydı. Eli kolu bomboş oturup duran a n a , bir zamanlar kendi yavrularının oynaşıp durduğu kapı önünü şimdi bomboş görünce içinde bir eksikl ik duyuyordu. Bütün gün oturduğu yerden eski günleri anıyordu. Bir zamanlar nasıl genç, dinçti, elinden işi eksik olmazdı. Erkeği , bebecikleri yanında... Kendisi evin geliniydi o zamanlar, kocakarı olan bir b a ş k a s ı y d ı . . . Derken kocas ı çekip gitmiş, bir daha da haber çıkmamışt ı . . . Kadın, içi hop ederek bu düşünceyi akl ından çıkardı. Y ine de, hayat nasıl bomboş kalıver-mişti, gayr i . Büyük oğlan bütün gününü tarlada geçir iyordu. Hasat vakti mal sahibinin vekiliyle çekiş ip duruyordu. Yeni biriydi, bu vekil, ufak tefek, kavruk adamın biri, mal sahibinin emmi oğlu mu ne oluyormuş.
Başkalar ından duyuyordu bunu ana, y o k s a kendinin a d a m a bir kere bile baktığı olmamıştı. Kör kızı da gitmişti, gayr i . K ü ç ü k oğlanı ise ç o ğ u vaktini k a s a b a d a geçir iyor, eve pek seyrek uğruyordu.
A m a , yine de bu oğlanın elinde olması bir şeydi. K a dın oturduğu yerden ç o k zaman onu düşünüyordu. Ç o cuklarının içinde en çok sevdiği hâlâ oydu. Delikanlı üra-sıra gelip bomboş kalan hayatına giriyor, beraberinde her zaman şenlik, sevinç getiriyordu. Küçük oğlu geldi mi a n a kıpırdanıyor, içindeki boş tasal ı düşüncelerden kurtuluyor, delikanlının güzell iği karşısında gülümsemekten kendini alamıyordu. Çocuklar ının içinde en güzeli de bu oğlandı, hık demiş burnundan düşmüşçesine babasına benziyordu.
185
S o n zamanlarda delikanlı eve başını dikip göğsünü
gere gere gider gelir olmuş, dğabeysinden korkusu kal
mamıştı, çünkü kasabada ücretli bir işte çalışıyordu.
Bu işin ne olduğunu hiç a ç ı k ç a anlatmış değildi a n a sına. Yalnızca iyi bir işmiş, bazen eline bir sürü para g e çiyor, bazen de hiç geçmiyormuş. Kazancını ağabeysine hiç göstermiyor, a n c a k kılığının kıyafetinin düzgünlüğüy-le belli ediyordu. Bazı bazı, heyecanlı ve sevinçli olduğu günler anasının eline bir parça gümüş para sıkıştırıp:
— «Al ana, harçlık yap,» dediği oluyordu.
Ana da parayı alıyor, küçük oğlunu büsbütün sevip övüyordu. Anasının eline biraz harçlık vermek büyük oğlanın aklına bile gelmezdi. Evin erkeği oldu olalı bütün para onun elindeydi. Ananın karnı daima toktu. İştahı yerindeydi ve yiyebildiği kadar yiyordu. Sırtı da eskisinden pekti, çünkü urbalarını gelini dikiyor, neye ihtiyacı varsa hepsini yapıyordu. Gerçi ana daha yıllarca y a ş a mak niyetindeydi ama, kefenlikleri bile çoktan yapılmış, hazırlanmıştı.
O ne isterse alıyorlardı, oğluyla gelini; içini yatıştıra
c a k bir çubuk, güzel, lif lif tütünler, midesini ısıtacak s ı
c a k sarı şarap. Gelgelelim eline bir parça gümüş verip
d e :
— «Al, ana, gönlünden g e ç e n ufak-tefek şeylere kul
lan,» demek akıllarına gelmiyordu.
Ana ağzını a ç s a da biraz harçlık istese oğluyla karı
sı hiç kuşkusuz birbirlerine bakarlar:
— «Peki. ne alacaksın? B i z senin her istediğini yap
mıyor muyuz?» derlerdi.
Ana bunu çok iyi biliyordu.
Bunun için de küçük oğlunun eline sıkıştırdığı bir
parça gümüş, ötekilerin bütün yaptıklarından daha ho
şuna gidiyordu. Ana parayı koynunda saklıyor, g e c e olun
ca yatağından kalkıp yere gömüyordu.
Ne ç a r e ki küçük oğlan her zaman anasının dizinin
dibinde değildi. Ç o ğ u günler kapı önünde gelin kaynana
yalnız başlarına oturuyorlardı ve anaya öyle geliyordu
186
ki evleri boşlukla dopdoluydu. Oturduğu yerden içini çekerek çubuğunu tüttürüp duruyordu. Şu günlerde görüp geçirdiklerini düşünmekten b a ş k a y a p a c a k bir işi yoktu...
Ama başına gelmiş olan o bir tek şeyi hiçbir zaman isteyerek düşünmüyordu. Düşündüğü zaman aklına hemen kör kızı geliyordu. Kadın bu İkisinin tanrılar gözünde tek şey olduğundan her zaman kuşkudaydı. Bazı bazı bir avuntu aramak için bir tapınağa filan gitmek geliyordu içinden, nasıl bir avuntu aradığını bile bilememekle birlikte... S o n r a yine o eski günahını hatırlıyor, bu günahı affettirmek için artık iş işten geçmiş gibi geliyor, oturduğu yerde oturuyordu.
Böyle zamanlarda içini çekerek tasalı tasalı kör kızından s ö z açıyordu, Bu çeşit sözlere karşı hemen bir c e vap bulup oturtmak da gelinin huyuydu :
— «Kızın rahatı iyidir, sanırım. Onu oğluna almaya razı olan bir baba buluşunuz herkes için ne mutlu oldu!»
Ana da köpürerek, «Benim kızım hünerlidir!» diyordu. «Onun ne kadar hünerli olduğuna sen hiç inanmadın, biliyorum. Ama, sen gelmezden önce öyle çok işime yarardı ki! S e n geldikten sonra ona hiçbir iş gördürtmedin, ne marifetli olduğunu hiç görmedin onun için!»
Gelin elindeki dikişi, iyi olup olmadığını görmek için gözüne yaklaştırarak, «Kim bilir, belki.» diye cevap veriyordu. «Gelgelelim, ben başladığım işi tez elden bitirmek isterim, oysa gözü görmediği için işini bir türlü bitiremi-yordu.»
Ana yine g ö ğ ü s geçirerek bomboş kapı önüne bakı
yor ve, «Bir çocuk doğur gayri, a gelin!» diyordu. «Ev
dediğinin içinde bir, iki, üç tane çocuk olmalı. Böyle bom
b o ş evlere alışık değilim ben! Senin ç o c u ğ u n olmayacak
sa bari küçük oğlanım evlense, diyorum. Ne çare ki o da
kim bilir hangi sebepten bir türlü evlenmiyor!»
«
** G e n ç kadının içini kemiren dert de zaten beş yıla ya
kın zamandır evli olduğu halde hâlâ ç o c u ğ u olmayışıydı.
187
Kimseden hcbersiz tapınaklara gidip adaklar adamış, bildiği her yola başvurmuştu, yine de bedeni kısırlıktan kur-tulamıyordu. Gelgelelim kibirliydi de, derdini d ış ına vurmak istemediği için kaynanasının bu gibi sözlerine k a r ş ı :
— «Vakti gel ince oğlanlar doğuracağım elbet,» diye c e v a p veriyordu.
A n a ise huysuz huysuz, «Vakti geldi de geçiyor bile,» diye söyleniyordu. «Bizim köyde duyulmuş şey deği l ki bir kadının kocas ı olsun da ç o c u ğ u olmasın. Bizim erlerimiz dünya evine girer girmez baba olurlar, avratlarımız da doğurgandır, senin a n l a y a c a ğ ı n , tohum iyi, toprak iyi... Besbelli senin bir gizli illetin var ki seni böyle kısır yapıyor. Bir de gelinlik urbalarını bol bol, geniş g e n i ş yaptım, sanki pek işe yaradı!»
Ana fırsatını bulunca yengeye de dert yandı: A ğ z ı nı yengenin kulağına yaklaştırarak:
— «İşin içyüzünü bal gibi biliyorum ben,» diye g izlice söylendi. «Benim gelin kızışmak nedir bilmiyor. S o luk benizli, sapsar ı bir şey. Her günü birbirine benziyor. İçerisinin hiç şöyle bir iyice kızışmadığı besbelli. Gerçi g e linliklerini nasipti olsun diye sen biçtin a m a , onda bu s o ğukluk olduktan sonra k a ç para eder!»
Yenge gülümseyip başını sa l layarak, «Doğrudur, böyle soluk, kansız karılar g e ç doğurur.» dedi. S o n r a gülümseyen gözlerinde manalı bir bakış belirerek ekledi: «Beri yandan da gençliğinde senin kadar çok kız ışan kadın az bulunur, kadın kardeşim. Bunun her z a m a n hayırlı bir şey olmadığını sen kendin de iyi bilirsin ya!» ;
Bu kez ana çarçabuk cevap verdi: «Bilirim elbet...»
Bir süre sustu, sonra istemeyerek, «Titiz, becerikli kadın doğrusu, Al lah için,» dedi. «Pek temiz, hatta biraz faz la titiz. Y a ğ kavanozunu filan öyle çok yıkayıp ovuyor ki yağları z iyan bile ediyor gibi geliyor bana. Kendi vücudunu da durup durup yıkıyor. Kısırl ığının sebebi belki de bu o lsa gerek. Pek faz la yıkanmak da iyi bir şey değildir.»
188
Yine de bundan böyle a n a kızışmaktan laf açmadı . Y e n g e o eski kötülüğe değinecek diye korkuyordu. O y s a dünyanın en iyi insanıydı şu yenge. B u n c a yıldır o meseleyi hic açmamışt ı . Erkeğine söylemişse bile bundan da ananın haberi olmamıştı.
Ananın şu iki derdi o lmasa, yani kör kızının kaderine ve oğlunun oğulları olmayışına tasalanıp durmasa, o eski olayı kendisi de çoktan unutup gidecekti belki... Vücudunun kızıştığı günler ona öyle uzak geliyordu! Evet, a n a o başına geleni çoktan unutur giderdi şimdiye dek, a n c a k yaptığı işin günah olduğunu, şimdi bu iki derdinin bu günaha c e z a olarak kendine verildiğini sanıyordu.
Her ne hal ise, ömrü buydu işte! Kızı ö n c e kör ol
muş, sonra uzaklara gitmişti. Evin içinde de çocuk mocuk
yoktu. Ya ln ızca hayvanlarla köpekler kalmıştı, ama a n a
nın bunları beslemeye bile eli varmıyordu.
Şu s ırada hoşnut olunacak bir tek şey vardı, o da iki kardeşin pek öyle eskisi gibi k a v g a etmemeleriydi. B ü yük oğlan evin efendisiydi ve bir şikâyeti kalmamıştı. K ü ç ü k oğlanın da gidip kaldığı bir yerler vardı. Eve uğradığı zamanlar büyük oğlan biraz alayla :
— «Acep kardeşim sırtındaki o düzgün giysileri ner-den buluyor, nası l bir şeydir bu yaptığı iş?» diye söylenmekten İleri gitmiyordu. «Benim öyle kılık düzmeye param yok. O y s a ki kan-terler dökerek iş işleyip duruyorum., Onunsa eli paral ıya benziyor. Allah vere de k a s a bada bir hırsız çetesine filan katılmış o lmasa. . . Y a k a l a nırsa başımızı belaya sokar.»
O z a m a n ana her zamanki gibi hemen küçük oğlun
dan yana ç ı k ı y o r d u :
— «Zararsız çocuk senin küçük kardeşin, oğul! S e
nin de onu övmen gerek. Sevinmen gerek ki burda ka
lıp toprağın gelirinde s a n a ortak ç ıkacağı yerde gitti, baş
ka yerde kendine y a p a c a k iş buldu.»
Büyük oğlan da burun kıvırarak, «Öyle! Toprak iş i
yapmamak onun zaten canına minnet,» diyordu.
189
Ama gelinin bu konuda hiç laf ettiği yoktu. Ev toptan kendine kaldı diye hoşnuttu şu sırada gelin. Delikanlının geçimini nasıl çıkardığı ona vızgeliyordu. Kılık kıyafetiyle de ilgilenmiyordu, çünkü kaynı urbalarını b a ş k a yerden almaya başlayalı beri gelin onun dikişini dikmekten kurtulmuştu.
Böylece günler gelip geçiyordu. Bahar oldu, geçti,
yaz başladı. Kızcağızı bir türlü ananın aklından çıkmıyor
du. Bir gün, oturdu, kızının tepenin ardında gözden kay
bolduğu günden beri geçen günleri parmaklarıyla sayma
ya başladı. İki elinin bütün parmaklarını on ikişerden d a
ha çok saydı, sonra sayısını şaşırdı gayri. Kendi kendi
ne :
— «Kızın yanına gitmem gerek,» diye düşündü. «Bir
cansızl ığa kapıp koyuverdim kendimi, yoksa daha ö n c e
gitmem gerekirdi. S a ğ l a m olsaydı şimdiye dek kendisi
çıkar beni görmeye gelirdi, b a ş k a gelinler gibi. Ben de
halin nicedir diye sorabilirdim ona. Ellerini, kollarını, y a -
nacıklarım okşardım. Yüzceğizinin rengini görürdüm.»
Oturduğu yerden köyü kuşatan tepelere baktı. Y a z
adamakıllı gelmişti, artık. Yamaçlar yemyeşil, tarlalarda
ekinler boy vermişti. Ana bütün gün bomboş oturduğu
halde artık yorgunluğa hiç gelmeyen bedenine yeni b a ş
tan c a n vermeye ç a l ı ş a r a k :
— «Gidip kızımı görmek gerek, hem de bir an ö n c e . nasılsa ne tarlada bir işe yarıyorum, ne de evde.» diye düşündü. «Sıcaklar bastırmadan gideyim. Bir bakarsın o illet yine yakama yapışıverir, ben farkında olmadan. Evet. evet. hemen yarın yola çıkayım bari, nası lsa havada bulut bile yok, gökyüzü apaçık, masmavi...»
Başını kaldırıp göğün mavisini görünce, yine a n s ı
zın aklına ömrünün çoktan gelmiş geçmiş bir parçası ta-
kılıverdi. Erkeğinin yapındığı ve çıkıp gittiği gün giydi
ği mavi urba!
190
— «Böyle bir gündü o kumaşı aldığında; kavga ettikti,! diye düşündü. «Böyle bir güzel, açık gündü. Hâlâ aklımdadır, kumaşın rengi, aynı göğün mavisi gibiydi.»
Yine içini çekti, bu düşünceyi aklından çıkarmak için a y a ğ a kalktı. Az sonra büyük oğlan tarladan gelince a n a :
— «Yarın gidip kız kardeşini görsem diyorum,» dedi. «Bakalım k o c a evindeki hali nicedir? Nasıl olsa onun çıkıp bana geleceği yok.»
Oğlan tasalanarak, «Yarın ben seni götüremem ki ana!» diye c e v a p verdi. «Yapacak çok işimiz var bu günlerde. Bekle harman yapılsın, döven dövülsün, ürün tartılsın, ondan sonra rahatlarım biraz.»
Gelgelelim, nedense ananın kuşu uçmuştu. Beklemeye hiç içi razı değildi gayri. Henüz elden ayaktan düşmüş değildi. Hele aklına bir şey koydu mu g ü ç buluyordu. Tembel tembel oturmaktan da u s a n ç getirmişti artık.
— «Yok, ben yarın giderim!» dedi. Oğlunun yüzü hâlâ asıktı. Böyle birden, beklenme
dik bir şey olursa hemencecik karar vermez, sıkılırdı. — «Ya, nasıl gidersin, ana?» diye sordu.
— «Emmi oğlunun eşeğine biner giderim, izin verir
se. S e n de git, onun oğlanlarından birini kasabaya kar
deşine gönder. Kardeşin gelsin, gütsün eşeğimi. İkimiz
gidersek güvenlikli olur. Şu günlerde hiç yol kesenlerden
filan s ö z edilmiyor ama k a s a b a d a şu komünist dedikleri
yeni haydutlar türemiş. Onlar da fukaralara ilişmiyorlar-
mış denilene göre...»
Büyük oğlan anasının tasarısına sonunda b a ş eğdi.
Pek razı olmak içinden gelmiyordu ama, sonunda k a r ı s ı :
— «Anan doğru söylüyor, kardeşinle birlikte gider
se bir tehlike çıkmaz,» dedi, genç adam da razı oidu.
Böylece ananın dediğini yaptılar. Emmi oğlunun ç o
cuklarından birini kasabaya, küçük oğlanı bulmaya gön
derdiler. Ç o c u k onu bulmuştu, gözleri gülerek d ö n d ü :
— «Emmi oğlum, yani senin ikinci oğlun gelecek,
yenge,» diye haber verdi.
191
Bir an ceketinin düğmeleriyle oynayarak dalgın durdu. Sonra :
— «Vallahi senin oğlan pek tuhaf, pek gizli bir yerde oturuyor, bulması da pek güç,» dedi. «Bir dükkânın üst katında, yatak dolu uzun bir odada oturuyor. Yirmi tane yatak var belki; yığın yığın da kâğıt, kitap. A m a , ağabey o dükkânda çal ışmıyormuş, sordum, yok, dedi. Teyze be, ağabeyimin okuma bildiğinden haberim yoktu benim. Bütün o kitapları okuyorsa pek bilgili o l s a gerek.»
Ana bu işe ş a ş ı p kalarak, «Yoktur okuması,» diye cevap verdi. «Hem bana geçimini kitaptan çıkardığını söy-lemediydi. Pek garip, pek tuhaf şey, doğrusu! Görünce sorayım!»
Ertesi gün ana-oğul, vadilerin arasında kıvrım kıvrım uzanan yolda ilerlerlerken kadın, b a ş b a ş a kalmalarından yararlanarak küçük oğluna sordu :
— «Yengenin oğlu diyor ki siz in hep bir arada oturduğunuz o odada kitaplar, kâğıtlar varmış. Nedir onlar? S e n okuma öğrendiğini hiç söylemedin bana, geçimini kitaptan çıkardığını f i lan... Ben ömrümde senin bir tek satır okuduğunu bile görmüş değil im, oğul!»
• Küçük oğlan bir yandan anasının eşeğini güderken beri yandan bir küçük türkü tutturmuştu. Uyumlu bir sesi vardı. Ş a r k ı söylemesini de pek severdi. Şimdi anasının sözleri üzerine türküsünü k e s t i :
— «Biraz öğrendim okumasını,» diye cevap verdi. Ana daha fazla söylesin diye diretince oğlan k a ç a
m a ğ a s a p t ı :
— «Anam, şimdi soru sorma b a n a . Bir g ü n vakti saati gelince her şeyi öğreneceksin. Büyük bir gün olacak, bu, anacığım, şimdi söylediğim şarkı da bu gün üstüne. Çalıştığım yerde hep bir ağızdan söyleriz bunu. O gün gelince hepimiz rahata ereceğiz. Dünyada ne yoksul kalacak gayri, ne de zengin. Hepimiz birbirimize eşit o lacağız.»
İnan olsun, ana ömründe böyle ç ı lg ınca konuşma işit-memiştü Kimin zengin kimin yoksul olacağını Tanrıiar
192
buyurur, insanlar karışmazlar buna, ellerinden ancak kaderlerine boyun eğmek gelir. Ana bunu bildiği için şimdi korkuyla bağırdı :
— «Oğul, kötü kişilere kapılmamışsındır inşallah seni Haramilerin konuşmasına benziyor bu sözler, oğul! Yoksulun zengin olabilmesi için haramilikten b a ş k a çıkar yol yoktur, bil iyorsun. Ama bir gün gelip yakalanınca canını alırlar, o zaman zenginlik kaç para eder?»
Delikanlı bu sözler üzerine öfkeden köpürerek. «Hiçbir şeyden anladığın yok senin, be ana!» dedi. «Şimdi kimseye bir şey, söylememeye yemin ettim ama, bir gün hepsini öğreneceksin, inan bana, o gün gelip çat ınca seni unutmayacağım. Yalnız seni hatır layacağım, ana. B a n a yar olmayanlara, o gün gelince ben de yar olmayacağım!»
Bu son sözleri öyle bağırarak söylemişti ki ana onun ağabeysine hâlâ kin beslediğini anladı, öfkesini daha da kabartmamak için bir süre s e s s i z durdu.
Ne var ki oğlunu rahat bırakmak elinde değildi. E ş e ğin sırtında oturduğu yerden onu gizl ice süzüyor, kendi kendine düşünüyordu.
Oğlan, elinde hayvanın yuları, önden yürümekteydi. Y ine türkü söylüyordu, kadının şimdiye dek hic duymamış olduğu, güm güm öten, ateşli bir türkü ki sözleri anlaşılmıyordu. Ana oğlunun sürdüğü hayatı daha yakından öğrenmek gerektiğini düşündü. Evine, ocağına daha sıkı bağlamalıydı onu. B a ş - g ö z etmeli, aldığı kızı eve getirmeliydi. O zaman oğlan eve daha sık gelir, hatta belki karısının hatırı için yine yuvasına yerleşirdi.
Ana kendisi çıkıp kız aramaya, küçük oğlanın gönlüne göre güzel, sevgili bir gelin bulmaya karar verdi. Büyük gelin varsın evi çeksin çevirsin, küçük oğlana başka türlü bir kız gerekti.
Bu tasarı lar yüreğini serinletti ananın. Kendi fikrini kendisi öyle beğendi ki daha fazla içinde tutamadı.
— «Evlat, yirmiyi doldurdun, yirmi bire bastın gayri,» dedi. «Yakın vakitte baş-göz etmek niyetindeyim. Ne dersin bu işe, iyi fikir değil mi?»
ANA r.: 13/193
Gelgeleüm delikanlı gönlünün içinden geçenleri kim ne bilir? K ü ç ü k oğlan başkalar ı gibi yarı sevinçl i , yarı utangaç gülümseyerek s u s a c a ğ ı yerde olduğu yerde du-ruverdi. Döndü, anas ına baktı ve s o n derece büyük bir h ı n ç l a :
— «Biliyordum zaten bu biçim bir laf edeceğini!» dedi. «Anaların bundan b a ş k a ne bildiği var ki! Yoldaşlarım söylüyorlar, anababalarının hep dediği buymuş: Evlen, evlen, evlen! Haberin olsun a n a , ben evlenmeyeceğim, işte! Yok, benim rızamı almadan kız bulup evermeye kalkarsan beni bir d a h a göremezsin! Bir d a h a eve g e l mem gayri!»
Yine döndü, adımlarını sıklaştırarak yürümeye b a ş ladı. Kadın ağzını a ç m a y a bile cesaret edemedi. Oğlunun öfkesi karşısında ş a ş k ı n , ürkek kalakalmıştı. Delikanlı şarkı da söylemiyordu artık.
İlerledikçe a n a kızını düşünmeye başladı, bu olup bitenleri unuttu. Şafaktan beri geçmekte oldukları yol öğleye doğru dar laşt ıkça darfaştı. Kendi vadilerinin çevresinde pek yumuşak kıvrımlı, munis biçimli olan ve otlarla, kamışlarla yemyeşil duran tepeler d a h a sarp, daha y a man şekillerle yükselmeye başlamıştı şimdi. Öğle üzeri güneş ışıklarını var gücüyle yere dökerken, zal im sivri tepelerini gökyüzüne doğru yükselten bir s ı ra çıplak, s a r p kayalı dağlara vardılar. Gökyüzü de öyle bulutsuz parlaktı ki o gün, öyle katı, masmaviydi ki ç ıp lak dağların kum rengi zirveleri büsbütün yalç ın, büsbütün sivri duruyordu, sanki .
Yolları bu yüksek, soluk renkli yamaçların dibinden kıvrılıp gitmekteydi. Yerdeki taşlar bile koyu renkli deği l , ışık gibi aç ık renkli ve pek gariptiler. A ğ a ç , ot filan da yoktu görünürde, çünkü ortalık tamamen susuzdu.
Yol yukarı lara doğru t ırmandıkça tırmandı. Vakit öğleyi bir, iki saat geçmişti ki birden zirvelerin aras ına g izlenmiş duran çukur, yuvarlak bir vadiye geldiler. B u r a d a
194
biraz su o lsa gerekti. T a ş duvarlarla çevrili, küçük, dört köşe bir köy, köyün biraz yukarısında da yeşil birkaç tarla göze çarpıyordu.
Anayla oğul köy surlarının kapısında durdular, kızın gelin gittiği evi sordular. Köylülerden biri dik bir yamacı göstererek:
— «Yeşilliğin bittiği yerde iki ev var, orası,» dedi. «Yeşilliğin en sonudur orası. Ondon ötede kayalarla gökten b a ş k a şey bulunmaz, gayri.»
Ana bu dağlar ın acayip, vahşi biçimlerine, soluk renklerine, etrafın çorakl ığına şaşkın şaşk ın bakmaktaydı. Ömrü vadiler arasında geçmişti onun. Şimdi yokuş yukarı tırmanırken buradaki toprağın verimsizliğini, tarlaların taşlılığını, ürünün cılızlığını, kıtlığını gördükçe şaşkınl ık ve dehşet içinde kalıyordu.
— «Bu yeri hiç gözüm tutmadı benim, oğul!» diye söylendi. «Böyle çetin yerde y a p a m a z senin kız kardeşin! Daha o lmazsa alır, eve götürürüz. Evet, evet, baktık ki. burda olamıyor, onu bindiririz eşeğe, ben de şenlen yürürüm. Ne derlerse desinler, vızgelir. Nası l o lsa ağırl ık fi lan vermeden aldılar kızı, ben de tutar götürürüm.»
Delikanlı cevap vermedi. Yorgundu, karnı açtı. Yanlarına aldıkları biraz soğuk yiyecekten b a ş k a bir şey yememişlerdi bütün gün. Kızm evine varmak için sabırsızlanıyordu. Orada dinlenecek ve geceyi geçireceklerdi. Delikanlı acelesinden hayvanın yularına öyle bir asıl ıyordu ki anası sinirinden nerdsyaa bağıracaktı.
Birden ©vin orsana .çıktılar. E v e t a ş a ğ ı d a n gösterdikleri iki ev işte karşılaş ;ndayd.. yamacın en ucunda, kayalara yapışmış gibi duruyordu. A n a kızanın buıda oturduğunu anladı, çünkü o günkü o kötü bakışl ı ihtiyar evlerden birinin kapısı önünde durmaktaydı.
K o c a adam anayı görünce, gözlerine Inanamıyormuş gibi durdu baktı, sonra hemen içeri koştu ve biraz sonra yanında başkalarıyla dışarı çıktı. Bunlar esmer, zayıf, vahşi kılıklı bir adam, iki kadın ve -sallapati bir delikanlıdan ibaretti. Ananın kör kızı aralarında yoktu.
195
A n a eşekten İnip eve doğru iieriedi. K a p ! önündekiler s e s çıkarmadan ona bakıyorlardı. A n a da onlara bakt ıkça içini bir korkudur aidi. Ömründe bu kılıkta insan görmemişti. Kadınların saçlar» karmakarışık, ot, diken doluydu. Yüzleri güneşten kararıp çat lamış, giysilerini kir götürüyordu. Erkeklerin kılık-kıyafeti de böyleydi.
Öteki kulübeden marazlı birkoç çocuk çıktı geldi. B e nizleri hastal ıktan sapsar ı , dudakları çatlak çatlak, vücutları kirden görüşmüyordu. Hepsi de orda durmuş, anay la oğula hiç ses çıkarmadan gözlerini dikmişlerdi. Merhaba bile demediler- Hepsinin de gözlerinde hayvan g ö z ü gibi vahşi, donuk bir bakış vardı. . ,
Ananın yüreği korkudan a ğ z ı n a geldi, ansızın :
— «Kızım nerde? Nereye sakladınız kızımı?» diye b a
ğırarak üzerlerine koştu.
Delikanlı ise eşeğin yularından tutmuş, geride kal
mıştı.
Sonunda kadınlardan biri, ters bir tavırla konuştu. Sözlerini anlamak güçtü. K a b a bir kuzey şivesiyle konuşuyor, kelimeler o kırık dökük dişlerinin aras ına takılmış gibi. hiçbir dediği doğru dürüst anlaşılmıyordu.
— «Vakîindo geldin, hanım ana,» dedi. «Kızın bugün
öldü.»
A n a : «Öldü ha!» diye inledi, b a ş k a bir şey diyemedi.
Yüreği durmuş, soluğu kesilmiş, sesi kısılmıştı. Kapı önündekiieri iterek birinci kulübeye girdi. O r a
d a , yere yapılmış s a z bir döşeğin üzerinde kor kız; yatmaktaydı. S e s s i z , kımıltısız, c a n s ı z yatıyordu k u c a ğ ı z . Sırtında gelin olduğu günkü urbaları vardı a m a kirlenmiş, paralanmış bir durumda. Öteki urbalarından eser yoktu. Odada bu s a z döşekten, kaba s a b a birkaç iskemleden b a ş k a bir şey yoktu, za ien.
Ana koştu, d.z çöktü evladının yanı başına. O durgun çehreye, çökük gözlere, o sabırlı küçük a ğ ı z a . o k a dar iyi biidiği bu yüze, baktı, baktı. Sonra birden a ğ l a m a ya başlayarak yavrusunun üzerine kapandı. O küçük elleri kavradı. Kızın hırkasının yırtık yenlerini, pantolonu-
196
rıun paçalarını sıyırarak o incecik kol lan, b a c a k l a n elledi, bakalım bir yara bere, bir kırık filan var mı diye.
Ama yoktu böyie bir şey. Kızcağız ın taze yumuşak cildi düzgün, beresiz, kemikleri kırıksızdi; bir şey yoktu, görünüşte. Ya ln ızca rengi soluk, vücudu da pek zayıftı. Ama, eskiden beri zayıftı zaten, solukluğu da ölüm soluk-iuğu çîöbiHrdi.
Ana eğildi, bakalım zehir kokusu var mı diye kızın dudaklarını kokladı. A m a yoktu, harif. acıkl ı bir ölüm kokusundan b a ş k a hiçbir şey yoktu.
Yine de ana bu ölümün doğal, vakti saati gelmiş bir ölüm olduğuna inanamadı. Kapıda durmuş s e s ç ıkarmadan kendine bakan o insanlara doğru döndü. Baktı onlar a , o val isi, kaba yüzlerini gördü ve boğuiurcasına a ğ l a masının arasından h a y k ı r d ı :
— «Öldürdünüz kızırru'Slzî Bal gibi biliyorum! S i z öidürmedinizse söyleyin bakalım nası l öldü böyle çabuc a k ? Gelin olduğunda s a p a s a ğ l a m d ı »
O zaman ananın daha ilk bakıştan tiksinmiş olduğu o k o c a adam sırıtarak, «Lafını tart da söyle kadın-kardeş!» dedi. «Ne demek biz öldürmüşüz? Yenilir yutulur laf değil bü...»
Demin konuşan o çatık suratlı kadın bağırarak adamın sözünü k e s t i :
— «Nasıl mı öldü? S o ğ u k oldı da öldü, cıl ızl ığından, öyie öldü işte!» Yere tükürdü ve tiz, çığîık çığlık bir sesle sözüne devam et t i : «işo yaramazın biriydi zaten, bir şey biidiği yoktu. Pınardan su taşımasını bile öğrenemediydi. İlle düşer şaşar, ya da yolunu kaybeder!»
Ana dışarı baktı, dik, taşlı bir yokuşun dibinde küçük bir su birikintisi gördü.
— «Pınar dediğiniz bu mu?» diye inier gibi sordu. C e v a p veren olmadı. A n a , yüreği büsbütün y a n a r a k : — «Dövdünüz öyleyse onu, herhalde her g ü n döver
diniz!» diye bağırdı.
Deminki kadın, «Bak bakalım yorası-beresi var mı?» diye cevap verdi. «Oğian onu a n c a k bir kere dövdü, ç a ğır ınca hemen gelmedi diye, işte o kadar.»
197
Ana soluğu kesil ircesine, «Nerde senin oğlun?» diye sordu.
Oğlanı ö n e doğru ittiler, boş bakışl ı , sal lapati, savruk tavırlı bir oğlandı bu. Onun tam bir budala olduğunu a n a o s s a a î anladı.
Başını ö lmüş kızının göğsüne yasladı ve ağladı, a ğ l a d ı . . . Yavrusunun bu insanların elinden kim bilir neler çektiğini düşündükçe büsbütün ağlıyordu.
Onun böyle çı lg ınca ağlaması onu seyredenlerin öfkesini kabartmaktaydı. Bir ara a n a omuzuna birinin dokunduğunu duyarak başını kaldırınca küçük oğlunu gördü. Oğlan eğilerek t e l a ş l a :
— «Ana, tehlikedeyiz burda, korktum ben, kalk gidelim gayri,» diye fısıldadı. «Ana, ölen ölmüş gayri, elinden ne gelir ki? Bu insanların bakışı pek hain, ellerine düşmeyelim. G e l . hemen aşağık i köye gidelim. Azıcık yemeklik alıp bu g e c e evimize dönelim.»
Ana istemeye istemeye a y a ğ a kalktı. Sonra, çevresine bakınca kapıdakilerin duruşundan o da ürktü. Homur-homur söylenişlerini, kendinden ve oğlundan yana dik dik bakışlarını hiç hayra yormadı. Oğlanın selametini düşünmek gerekti. Varsınlar kendini öldürsünler, g a m yemezdi, a m a ortada oğlu vardı..
Döndü, son bir kez kızına baktı. Kızın giysilerini düzeltti, elceğizlerlni devşirdi. Sonra dışarı, ikindi güneşine çıktı.
Onun sakinleştiğini, eşeğine binmek üzere olduğunu görünce, şimdiye değin konuşmamış olan o öteki adam, aptal oğlanın babası yanına g e l d i :
— «Bak bir kere, kadın-kardeş.» dedi. «Bizim dürüst kimseler olduğumuza inanmıyorsun a m a . kızına aldığımız şu tabuta bak hele. On tane gümüş paraya aldık, elimizde ovucumuzda ne varsa harcadık. Kızına değer vermemiş o lsak tutar böyle tabut alır mıydık?»
Ana baktı, kapının yan tarafında gerçekten bir tabut durduğunu gördü a m a , on tane gümüş para filan etmezdi bu tabut, boyasız keresteden yapılma kaba s a b a
193
bir sandıktan ibaretti, tahtaları kâğıt gibi incecik, düpedüz bir yoksul tabuttu.
A n a öfkeli bir cevap vererek: «Şu sandık mı tabut dediğin? Kız ıma benim verdiğim gümüş paralarla bundan iyisi alınırdı!» demek için ağzını açt ı .
A m a bir şey demedi. Bu insanlardan korkmak gerektiğini hatırladı, bu iki hain bakışlı adam, bu vahşi kadınlar. Kendi oğlu da acele etsin diye kolundan çekiştiriyordu. Böylece a n a tok ses le :
— «Hiçbir şey demeyeceğim gayri,» diye cevap verdi. «Kızım ölmüş, dünyanın öfkesi geri getiremez onu!»
Bir an durdu, etrafındakilerin yüzlerine baktı. Sonra e k l e d i :
— «Tanrılar elbet yaptıklarınıza tanıktır. Bildikleri g ibi etsinler sizi!»
Tekrar karşısındakilere baktı a m a cevap veren olmadı. Bunun üzerine ana dönüp eşeğine bindi, oğlu da yuları hızlı hızlı çekmeye başladı. Biraz sonra döndü, bakal ım peşlerinden gelen var mı diye arkasına baktı. '
— «Köye inip de insan içine kar ışmadıkça içim rahat etmeyecek.» dedi. «Öyle ödüm koptu ki!»
A n a ise c e v a p vermedi. Konuşmakta ne yarar vardı? K ı z c a ğ ı z ı ölmüştü artık.
199
XV!S
f~\ G E C E kendi evinin önünde boş eşekten indiği z a -man ana yorgunluktan yarı baygın gibiydi. Yol bo
yunca, kâh bağıra bağıra, kâh usul usul, durmadan a ğ l a mış, delikanlı anasının ağlamasından deliye dönerek sonunda :
— «Allah aşk ına kes ulumanı ana, dayanamıyorum!» diye haykırmıştı.
Ana onun hatırı için kendini tutmuş, sonra yine a ğ lamaya başlamıştı. Bu kez delikanlı dişlerini kısarak hınçla söylenmişt i :
— «Beklediğimiz gün gelmiş o l s a , yoksulların da hakkı tanınsa, savunma fırsatı verilse gider o herifleri mahkemeye verirdik, ablamın hayatına karşı tazminat alırdık! Ama, biz bu kadar yoksulken, memlekette hak-hukuk yokken, ne yararı var?»
Anası hıçkırıklarının arasından, «Doğrudur, hakkımızı satın a lacak paramız olmadıktan sonra mahkemeye gitmekte yarar yok,» diye cevap verdi. S o n r a yeni baştan b o ş a n a r a k :
— «Dünyanın parası da olsa, hakkı-hukuku da olsa ne çıkar, ölmüş kızımı diriltemedikten sonra?» diye a ğ l a maya başladı.
Sonunda küçük oğlan da ağladı. Ablasına ya da anasına içi yandığından çok, ayaklarının a c ı s ı n a , yorgunluğuna, dünyanın kötü dünya oluşuna ağladı.
Böylece en sonunda kendi evlerine vardılar. A n a eşekten inince büyük oğlunu öyle yürek paralayıcı, öyle yük-
200
sek bir sesle çağırdı ki adam koşarak çıkageldi. O z a man a n a :
— «Oğul, kız kardeşin ölmüş!» diye haykırdı.
Genç adam bir şey anlamayarak bakakalmıştı. Ana hemen olup biteni anlatmaya başladı. Onun sesini duyan başkaları da evlerinden koşup geldiler. Öyle ki g e c e karanlığında hemen bütün köy ananın çevresini kuşattı ve anlattıklarını dinledi.
Küçük oğlan eşeğe yaslanmış, yarı baygın bir durumdaydı. Anasının susmadığını görünce gitti, kendini yere attı ve o gün görüp geçirdikleriyle sersemlemiş olarak yattı, kaldı. Anası gözlerinden yaşlar boşanarak etrafındakilere bakıyor ve bağıra bağıra dövünüyordu :
— «Kızcağızım ölmüş, gitmiş, yatakalmış! Lanet olsun bana ki elimden bıraktım onu! Ama, ben bırakır mıydım bu taş yürekli gelinim olmasa? Gel gör ki k ızcağıza bir lokma etle, çarığının üstündeki bir gülü bile çok gördü. Ben de ölüp gidersem kıza ne olur diye korktum, o da korktu, yavrucağız, yoksa kendi isteğiyle benden ayrılmazdı o, küçücük, uysal çocuk! Evlenmek, erkeğe varmak gözünde miydi onun? Yüreği çocuk yüreğiydi hâiâ, evinden, anasından b a ş k a şey bilmezdi! Ah, oğul, oğul senin avradındır bunu benim başıma getiren! Lanet olsun evimize geldiği güne! Tevekkeli değil çocuğu olmuyor, onda o katı yürek varken elbet olmaz!»
Böylece ana ağ lad ıkça ağladı. Köylüler de dinlediler ve onu avutmaya cal ışt ı larsa da avunmaya niyeti yoktu ananın. Büyük oğlan ise hiç sesini çıkarmamış, başı önüne eğik durmuştu. A n c a k anası gelince lanet okuyup çocuk doğurmamasından söz edince ağzını açt ı , sakin, ölçülü bir s e s l e :
— «Yok, ana,» dedi. «Gelinin seni kızını o eve gönder, diye zorlamadı. Hemencecik gelin ediverdin kızı. kimseye bir şey söylemeden yaptın, ettin. Hatta hepimiz ş a ş tık, k:zını vereceğin yeri kendin gidip görmedin diye.»
Sonra genç adam babasının emmi oğluna dönerek s o r d u :
201
— «Oyle değil mi. a m c a ? Hatırında mı konuştuyduk da ben dedimdi, anamın bu işte böyle acele edişine ş a ş ı yorum diye.»
Emmi oğlu da başını öte yana çevirdi, ağz ında bir s a m a n çöpü çiğneyerek istemeye istemeye :
— «Doğru, biraz acele olduydu,» diye söylendi. Yenge de kucağına torununu almış, gelmişti. Üzün
tülü bir s e s l e :
— «Hakları var, kardeşceğiz im, eskiden beri burnunun doğrusuna gidersin biraz.» dedi. «Aklına bir şey geldi mi hemen yaparsın, kimseye danışmazsım D a h a hiçbirimizin bir şeyden haberi yokken s e n yapmış, yoğurmuşsun-dur bile; bize de a n c a , iyi etmişsin, demesi kalır. Eskiden beridir huyun bu senin.»
Lakin ananın bu g e c e s u ç yüklenecek g ü c ü yoktu. Öfkeden altüst olan yüzünü yengeye dönerek :
— «Sen de. o ağır canlı adamına alışmışsml» diye ateş püskürdü. «Onun yanında herkesi telaşçı bulacak olursan...»
Ömürleri boyunca yakın dost olan bu İki kadın ner-deyse kavga edecek gibiydiler. Neyse kl emmi oğlu çok iyi, çok geçimli bir adamdı. Karısının kıpkırmızı kesilen yüzüne bakınca çok acı bir cevap hazır lamak üzere ol-ouğunu sezdi ve hemen araya g i r d i :
— «Sus gayr i , oğullarımın a n a s ı ! K a d ı n c a ğ ı z ciğerinden vurulmuş bu g e c e , kendinde deği l , baksana!»
Ve ağzındaki s a m a n çöpünü biraz daha çiğnedikten sonra uysal bir sesle e k l e d i :
— «Doğrudur benim ağır canl ı olduğum. Küçüklüğümden beri söyler dururlar. S e n de k a ç kez söylemişsin-dir, oğullarımın a n a s ı . . . Doğrudur, ağır canlıyım ben.»
Köylülerden biri, «Ağır canlısındır, neme gerek, kardeş,» diye cevap verdi. «Ağır düşünür, ağır konuşursun!»
Emmi oğlu, «Öyle,» diyerek, bir g ö ğ ü s geçirdi. Ağz ın
daki kırık çöpü tükürdü attı ve yanı başındaki pirinç d e s
tesinden yeni bir çöp aldı.
202
Böylece kavga önlenmiş oldu. Y ine de ananın acıs ı yat ışmış değildi. Gözüne birden fitne karı çarptı. İhtiyar kadın, ağzı bir karış a ç ı k , gözleri faltaşı gibi, söylenenleri dinlemekteydi. Onu görünce ananın öfkesiyle kederi yeniden tazelendi, birbirine karıştı. Fitne karının üstüne atılıp o pörsük yüzünü tırmıklamaya, saçlarım yolmaya başladı. Bir yandan d a :
,— «Senin tanıdığındı o insanlar, oğlanın aptal olduğunu biliyordun!» diye haykırdı. «Hiçbir şey söylemedin bize, bizim gibi yoksul köylüler dedin. Söylemedin kızım o dik yokuştan inip ç ı k a c a k su taş ıyacak diye... Bütün günahı , vebali senin boynuna! Senden bunun acısını ç ıkarmadıkça içim rafıat etmeyecek...»
Böylece, zavall ı fitne karıyı enikonu hırpaladı. İşin nereye varacağı belli olmazdı, neyse ki büyük oğlan atılıp aralarına girdi. Küçük oğlan da yerden kalkarak gitti, anasını tuttu. Böylece fitne karı kaçtı oradan.
Gelgelelim kaçmayı gururuna da yediremiyordu. B i raz uzak laş ınca durup bağırdı:
— «Evet, a m a , kızın kördü senin, doğru dürüst erkek onu alır mıydı? Ben s a n a çok büyük iyilik ettim, kadın kardeş, işte karşılığını da böyle gördüm!»
Dövünüp yolunarak, yüzündeki tırmıklan gösterip ağlayarak kavgayı büsbütün kızıştırmaya yelteniyordu.
Neyse ki köylüler onu hemen ordan uzaklaştırdılar. Oğul lar ı da hâlâ ağlayan analarını eve soktular. A n a harap düşmüştü, artık. Oğul lar ının kendini odasına götürmelerine karşı direnmedi. Onu yatağına oturttular. Gelini de onlar d ışarda kavga ederken su ısıtmıştı. Şimdi s ı c a k s u ya batırdığı bir havluyla kaynanasının yüzünü, gözünü, ellerini si ldi, sonra da sofray» hazırladı.
Böylece a n a yavaş y a v a ş yatıştı biraz. D a h a usul a ğ
lar oldu. İçini çekerek biraz çay içti, biraz yemek yedi,
sonra d a :
— «Küçük oğlanım nerde?» diye sordu.
Delikanlı geldi, anasının önünde durdu. Kadın onun nası l ölü gibi s a p s a r ı , bitik bir durumda olduğunu, neşesi
203
nin kalmadığını gördü. Yanı basma oturttu onu. Ellerini tuttu, karnını doyursun, dinlensin diye yalvardı.
— «Bu g e c e burada, benim yanı başımda, ablanın döşeğinde yat, küçüğüm. Bu g e c e bu döşeğin boş durmasına katlanamayacağını, evladım.»
Böylece küçük oğlan da kör kızın yatağına yattı, b a şını yast ığa koyar koymaz derin bir uykuya daldı.
Evde bütün s e s seda kesildikten sonra bile ana s ü rekli uykuya dalamadı. îliklerine kadar haraptı. O günkü uzun yolculuk ve g ü ç üzüntüsü • vücudunu yormuş bitirmişti: Şimdi onu avutan tek şey yakınında uyuyan delikanlının derin nefes seslerini dinlemekti. İçinde oğluna karşı yepyeni bir sevgi duyarak:
— «Daha iyi bakayım gayri bu oğlana,» diye düşündü. «Elimde bir o kaldı. Baş-göz etmeli, bir oda d a h a çıkmalı ki karı-kocanın kendi başlarına bir yerleri olsun. S o n ra çocukları olduğu zaman.. . evet, evet, iyi, gürbüz bir karı bulmalı ona ki evin içi biraz çoluk-çocuk görsün artık.»
Ömrünün bundan sonra gelecek olan günlerinde a n a kendisi için bütün mutluluğu a n c a k d o ğ a c a k torunlarında bulabiliyordu.
Bu düşünce bile onun derdini uzun z a m a n avutmaya yetmezdi. Ama eski illeti yine geldi, musallat oldu ve onu öyle cans ız bir hale getirdi ki y a s tutacak bile g ü c ü kalmadı. Vücudu da kalbi de bomboş, günlerce yattı. Ne kaygı ne de umut duyacak kuvveti olmadığı için ne kederli, ne de mutluydu.
Birçokları onu avutmaya geldiler; konu-komşu, a k r a
baları, yenge.
— «Bacım, ne yaparsın, yavrucak nası lsa kördü.» dediler.
— «Bacım, tanrıların buyurduğunu kullar bozamaz, bu dünyada hiçbir şeyin yasını tutmakta yarar yok,» dediler.
— «Oğulların s a n a destek olsun.» dediler.
204
Bir gün yenge yine öyle bir laf edince ana ölgün bir s e s l e cevap verdi:
— «Öyle diyorsun ama, büyük oğlumun karısının çoc u ğ u olmuyor, küçük oğlumsa evlenmek istemiyor.»
Yenge o g a m s ı z tavrıyla: «Gelinine daha birkaç yıl izin ver, kardeş,» dedi. «Bazı zaman yedi yıl kısır oturan kadınlar yedi yıldan sonra kendilerini bulurlar da art arda nur topu gibi bir sıra çocuk doğururlar. Ben bile k a ç kez tanık olmuşumdur. Küçük oğlanın evlenmeyeceğim dediğine gel ince, bir yerde bir sevdiği var demektir. Bakal ım, sorup öğrenelim kimmiş. Oğlumuza uygun bir şey mi değil mi bakalım. Öyledir, öyledir, mutlaka sevdiği bir kız vardır, zamane gençlerinin hepsinin başında! Y o k s a bu dünyada evlenmeyeceğim diyen oğlan olur mu?»
A n a : «Eğil, kardeş, kulağını yaklaştır,» dedi. Sonra yengenin kulağına fısı ldadı:
— «Tasa yakamı bırakmıyor, tuttuğum her iş ters gidiyor. Bazen öyle geliyor ki tanrılar eskiden işlediğim o günahın acısını çıkartıyorlar, belki de torun sahibi olmayı nasip etmeyecekler bana!»
Sonra gözlerini yumdu, gözkapaklarının altından iki tane iri yaş damlası s ızdı. Bütün günahlarını birer birer akl ından geçirdi. Yalnız yengenin bildiği o meseie değil, kocasının ağzından yazdırdığı o mektuplar, dul kaldım deyişleri, daha düzdüğü onca yalan.. . Gerçi kadın o y a lanların hepsini günahtan saymıyordu. Aşağ< yukarı herk e s gururunu kurtarmak için az çok yalan söylerdi. Y ine de erkeğini ölmüş gibi göstermek için söylediği yalanlar herhalde günahtı. Şimdi düşündükçe anaya, uzanmış da erkeğini kendisi, kendi eliyle öldürmüş gibi geliyordu. S o n ra da bu ölüm yalanından bir b a ş k a erkeğe kavuşmak için yararlanmak istemişti.
Esk i günahlardı bunlar, öyle eski ki iyiliği üzerinde olduğu günler uzun zaman aklına gelmediği olurdu. Ama, şu bitik, dertli günlerinde hepsi de eskisinden daha kuvvetle depreştiler, her zamankinden daha ağır geldiler a n a -
205
y a , çünkü bunları kimseye söyleyemiyordu. Kendi içinde saklamak zorundaydı, köy içinde itibarı büyük olduğu için.
Anayı öyle bir karamsarl ık bastı ki gitgide, küçük oğlunu görmekten b a ş k a hiçbir şeyle uzun zaman o y a l a n a -maz oldu. Gelini ona ç o k iyi bakıyordu, doğrusu. Yemeğini her z a m a n vaktinde, s ı c a c ı k hazırlıyor, hatta yürüyerek bir kilometre ötedeki bir b a ş k a köye gidip kaynanası için fasulyeden yapılma bir çeşit kuru pelte alıp getiriyordu. Kadın her ihtiyacı için gelinine güveniyor, yatakta bir yandan öbür yana döneceği z a m a n bi le gelinini çağınyor-du ama, yine de teselli bulmuyordu onun varlığından. Tersine, ç o k zaman, gel in, elinden gelen gayretle hizmet ettiği halde kaynana, yok ellerin soğuk, yok suratın s a n diye titizleniyor ve ç o c u k ç a bir kinle dik dik bakıyordu.
Yalnız, gelinine çocuksuzluğundan ötürü laf etmez o l
muştu, artık. S u ç u n kendi günahlarında olduğundan kuş
kulandığı için bu konuyu hiç açmıyordu.
Sonunda yatağından kalktı. Sonbahar la birlikte kendi sancılarının, acılarının şiddeti de geçmiş gibiydi. Durgundu, gamlıydı şimdi ama eskisi kadar değil. Kızının yas ı da eski kuvvetini kaybetmişti. Bir gün geldi, a n a kendi kendine:
— «Belki konu komşunun hakkı var, belki ölümü kız
cağızın hakkında daha hayırlı oldu.» diye düşündü. «Dün
yada ölümden beter öyle şeyler var kl!»
• Ve bu düşünceye dört elle sarıldı
i Köylülerin hepsi ona destek oldular. Ananın yanında
kızın lafını etmediler bir daha. Herhalde kendi ara lann-
dayken de kızın lafını etmiyorlardı gayri. Kör bir kızın ölü
münde lafı edilip durulacak ne vardı? Dünyada kör ç o k
tu...
İlk önceleri köylüler ananın yanında, derdini depreş
tirmemek için sözünü açmadılar, kızın. Sonra söylenecek
taze bir şey olmadığı için sustular. B a ş k a şeyler, b a ş k a
kimseler üstüne yeni yeni haberler ç ıkt ıkça eskiler unu
tuldu, kör kızın k ısacık ömrü de tamamen sona ermiş oldu.
206
Fitne k a n bir süre anadan sakındı, çekindi, onunla b a ş b a ş a kalmamaya dikkat etti. A m a hastalığın anayı nası l zayıf bıraktığını görünce rahatladı, gördüğü yerde e s kisi gibi candan davranmaya başladı.
Ana da bıraktı gayri , geçmişler unutulsun, s u s s u n . Anılar şimdi aras ı ra kendi gönlünün içinde konuşuyordu; hepsi bu...
20?
X V I I I
E R K E N birdenbire yepyeni bir gün doğar gibi oldu.
O yılın baharında bir gün küçük oğlan eve geldi:
— «Bir zaman yanında kalmaya geldim, ana,» dedi. «Ne kadar kalırım bilmem, a m a talimat ç ık ıncaya dek bekleyeceğim.»
Ana sevindi ferahladı, ama oğlan fazla bir şey demedi. Oğlanın üzerinde eski hali de pek yoktu. S e s i çıkmıyor, türkü çağırıp şakalaşmıyor, eskis i gibi öyle ileri geri konuşup durmuyordu.
Ana içinden a c a b a çocuk hasta mı, y o k s a bir gizli derdi mi var, diye meraklandı. Merakını yengeye açt ıysa da yenge tasalanmadan:
— «Kimbilir, belki de çocukluktan çıkıp büyüyordur gayri,» dedi. «Kaç yaşında oldu şimdi? Benim beşincisiyle onlar birdir gal iba. Benim kız yirmisini bitirdi, yirmi birine bastı, evleneli dört yıl oluyor. Öyle ya, yirmi bir y a ş çocukluğun sonu demektir. O yaşta bir erkek eskisi gibi işin ş a k a sında olmaz artık, başıboşluktan çıkar. Gerçi senin kocan sonuna kadar ne duruldu, ne de oturduydu, hep akl ımdadır.»
Ana, «Öyle,» diye içini çekti. Kocasının anısı kafasında iyice silikleşmişti artık ve
bir dereceye kadar küçük oğlunun düşüncesiyle karışmıştı. Hatta bazen ana, kocasının yüzünü bile doğru dürüst akl ına getiremiyordu. Gözünün önünde küçük oğlunun yüzü beliriveriyordu, ç ü n k ü . . .
208
Geldiğinin dokuzuncu günü küçük oğlan geldiği gibi yine ansızın, yine giz l ice çıktı, gitti. Beklediği talimatı ner-den, kimden aldığını da kimsecikler bilemedi. Giysilerini küçük deri çantas ına koyduğu gibi çıktı, gitti.
Onun gidişine çok üzülen a n a s ı , «Ben de seni kalac a k sandıydım, oğul,» diye sızlandı.
Oğlan, «Yine gelir im, ana,» diye cevap verdi.
için için yine keyiflenmiş, neşesi yerine gelmiş gibi, ç ı -itıp gitmeye c a n atıyormuş gibi bir hali vardı.
Bundan sonra neşesini hiç yitirmedi. Hiç. habersiz g e liyor gidiyordu. Bir gün bakıyorsunuz, çantası koltuğunda kapıda bitiveriyordu. Birkaç gün köyceğizde oyalanıyor, çayevinde oturup zamanların kötülüğünden, adaletsizlikten dem vuruyor, günlerden bir gün her şeyin eskisinden daha iyi olacağını söylüyordu.
Köylüler onu. birbirlerinin yüzüne bakarak dinliyor, sözlerine ne anlam vereceklerini bilemiyorlardı. Han s a hibi kafasını kaşıyarak:
— «Vallahi, ha ^milerln lafına benziyor bence bu laflar!» diyordu.
Ama, köylüler ağabeysinin. anasının hatırı için bırakıyorlardı oğlanı konuşsun. Ona hâlâ çocuk gözüyle baktıklarından elbet evlenip dünya evine girince akıllanır, uslanır, diyorlardı.
Gelgelelim köyde kaldığı zamanlar delikanlı hep eli boş geziyordu. Bazen ufak tefek bir hizmette ağabeysine sözümona yardım etmeye kalkışıyor, o zaman ağabeysi de onu küçümseyerek:
— «Eksik olma kardeşim, ama, ben işimi sensiz görmeye alışığım,» diyordu.
Küçük kardeş bunun üzerine küstah bir tavır takınıyordu. Pek küstah olup çıkmıştı şu son zamanlarda. Kavga filan etmiyor, serinkanlı l ıkla gülüp yere tükürerek:
— «Nasıl istersen, ağabey,» diye cevap veriyordu. Öyle serinkanlıydı ki tutumları, ağabeysi hırsından
çat layacak hallere geliyordu. K a ç kez içinden, çık git bir
ANA F: : 14/209
daha gözüm görmesin, demek gelmişti a m a , insan öz kardeşini evden kovarsa bir daha konu-komşunun yüzüne nasıl bakardı?
Anası ise küçük oğlunun hiçbir kusurunu görmek istemiyordu. Oğlan onun yanındayken de ileri geri konuşuyor, ağabeysine atıp tutuyordu:
— «Bu küçük toprak sahipleri, geçimlerini ç ıkarmak için toprak kiralamak zorunda olan bu küçük insanlar öyle adi, kibirli nesneler ki deme gitsin! Günün birinde bütün topraklar ortaklaşa olup da kimsenin elinde kendine ait mal kalmayınca görecekler onlar günlerini! A m a . layıktırlar başlarına geleceğe!»
Ana ise bu sözlerden a n c a k pek azını anlıyor ve: «Doğ
ru, ağabeyinin burnu bana da pek büyüdü gibi geliyor,
karısı ise tamtakır kısır,» diye sızlanıyordu.
Küçük oğluna öyle bir dört elle sarıl ıp bel bağlamıştı
ki delikanlının ağzından her ç ıkan lakırdı kadına bir kera
met gibi geliyordu. Oğlanın eve geldiği her gün bir ayrı
bayramdı onun için. Elinden gelse bu günleri sahici bay
mam gibi kut layacak, her seferinde tavuk kesip şölen çe
kecekti. Ama, elinde değildi bu. Tavuklara da büyük oğlan
sahipti çünkü. Ananın yapabildiği, en ç o k birkaç yumur
ta çalıp saklamak, küçük oğlu gel ince yesin diye s ı c a k
suya kırık şekerle karıştırmaktı.
Öyle bir hale geldi ki eline g e ç e n ş e k ^ r , çörek gibi şeyleri hep küçük oğiu için bir köşeye koyup saklar oldu. Artık y a p a c a k işi g ü c ü olmadığı için boyuna komşu gez iyor, oralarda kendine sunulan bir şeftaliyi, bir erik kurusunu, küçük bir kurabiyeyi hemen bir köşeye ayırıyordu.
Sonra da bu sakladıkları küflenip bozulmasın dly© uzun uzun uğraşıyor, elinden geldiği kadar dayandırtma-ya çalışıyordu. Oğlanın gelmesi gecikip de, bozulup atı lacaklar diye bu meyveleri, çörekleri kendisi yemek zorunda kal ınca, gırtlağına düşkün olduğu halde hiç içine s inmiyor, boğazından geçmiyordu. Bu öteberiyi sak ladığ ı çekmeceyi durup duru; açıyor, kondl kendine:
210
— «Gelmedi, gelmiyor,» diye düşünüyordu. «Şimdi bir
minik torunum olaydı, oğlan gelmeyince bunları ona ye-
dirirdim. Oğlum gelmeyince böyle kupkuru kalıveriyorum.»
Her gün saat lerce oğlunun, gelişini uzaktan seçmek için yolları gözler oldu. Bir erkeğin geçtiğini görür görmez hemen koşuyordu. E ğ e r gelen kendi oğluysa delikanlının o s ıcac ık elini kendi kuru, ihtiyar silerinin arasına aldığı gibi oğlanı odasına sokuyor, gelinin kaynanası için hep hazır tuttuğu çaydan boşaltıyor, sonra da çekmecede sakladığı yiyecekleri sevine sevine çıkarıyordu.
Oturup oğlanın, sunulan şeylerin arasından en iyilerini seçmesini seyretmek ne büyük zevkti! Bazen de delikanlı o güzel , kibar burnunu kıvırarak:
— «Bu pasta küflenmiş artık, ana.» ya d a , «pirinç unundan yapılmış kurabiyeleri böyle kupkuru sevmem ben,» diyordu.
0 zaman a n a üzülerek: «Çok mu kuru. evladım? Ne
bileyim, belki seversin sandımdı,» diye mırıldanıyor, oğ la
nın istemediğini, z iyan olmasın diye kendisi yemekte bir
likte, hora geçmedi diye de içi yanıyordu.
Oğlan yiyip içtikten sonra anas ı onu konuşturmaya çalışıyordu. A m a , sorduğu sorulara hiçbir zaman istediği gibi aç ık cevaplar alamıyordu. Direndiği z a m a n da delikanlı sıkılıp kaçmak istiyordu. A m a , bunu gördükçe oğluna çok soru sormamasın!, oğlan da anasın" atlatmasını öğrendi.
Kadın y a ş l a n d ı k ç a her şeyi ç a b u c a k unutur olmuştu, onun İçin atlatı lması do gittiKç© kctcylaşıyordu. Delikanlı lafı değiştirmek istediği zaman hemen k a s a b a d a gördüğü acayip, duyulmadık şeylerden söz açıyordu; yılan yutan, sonra da kuyruğundan tuttuğu gibi ç ıkaran bir hokkabaz, ya da doğurduğu iki başlı ç o c u ğ u bir meteliğe gösteren bir kadın, ya da k a s a b a ve kentlerde rastlanan buna benzer manzaralar...
Onun bu konuşmaları kadını iyice oyalıyor, eğlendiriyordu. Oğlu gidince ano onun arkasından ağlıyor, dinle-
211
diği öyküleri büyük oğlanla geline anlatmaktan kendini alamıyordu.
Bir keresinde a n a yine böyle delikanlının anlattıklarını büyük oğ|una ; sdylamoye ba^ludı. Gonç udam lurlodon gelmiş, toprak bir tos içindeki suy la elini yüzünü yıkamaktaydı. Yamyaş bir yüzle başını kaldırıp annesine baktı ve acı a c ı :
— «Öyle ya,» dedi, «senin ne rızkını düşünüyor ne de b a ş k a bir ihtiyacını? Arada bir dilenciye s a d a k a verir gibi eline" üç kuruş vermekten b a ş k a şey bilmiyor. Eve geldiğinde yiyip içiyor, maşal lah; a m a , elini bir işe sürmek aklından geçmiyor. Oturup s e r a masal anlatıyor, yine de en sevdiğin o...s
S o n r a yine başını sğdi ve suları şapırdatarak yıkanmasına baktı: anasının cevabını dinlemedi bile.
Kadın gerçekte çok a/, tanıyordu küçük oğlunu. Kıvrak, biçimli vücudunu, yüzünün, toprak adamlarının al esmer rengine benzemeyen o kasabal ı lara özgü soluk buğday rengini, küçük parmaklarının tırnaklarını uzattığını biliyordu... Dişlerinin bembeyaz, kara saçlar ın ınsa pırıl pırıl yağlanmış olduğunu biliyordu. Bu kara parlak saçlar ı oğlanın nasıl uzattığını, gözüne girmesinler diye nasıl başını arkaya atıp durduğunu biliyordu.
Dudaklarından eksik olmayan o gülüşünü de biliyor ve seviyordu, sonra o pervasız bakan gözlerini, paraya değer vermeyisin!... Oğlan parası v a r s a elini kuşağına sokar, v a rını yoğunu anasına verirdi bazen. Parası yoksa anasından isterdi. O da oğlanın parasını almaktan çok, kendi elindekini ona vermeyi severdi Oğlanın verdiği bütün p a taları, istediği zaman yine ona vermek için biriktiriyor, p a rasını harcamak için bundan daha iyi yer bulamıyordu.
212
X I X
E R K E N günlerden bir gür» küçük oğlan geleceğim dediği vakîite gelmedi. Onun geleceğini kesin olarak
nerden mi biliyordu ona? D a h a üç gün önce oğlu geceleyin giz l ice gelmişti. Hem de köyden geçmeyip tarloların arasından gelmiş, kapıya öyle hafif vurmuştu ki ona. a c a ba hırsız mı, diye korkarak açmaktan çekinmişti. T a m imdat diye bağırmak üzereyken oğlunun hafif ve teiaşlı fısıltısını duymuştu. Neyse ki tam o s ırada, ananın yatağının yanında tüneyen tavuklar da kımıldayıp gıdaklaşt ı-iar da büyük oğlanla gelinin yattığı odaya s e s gitmedi.
Ana ossaa? yatağından fırlayıp sırtına bir şey gsçird i , el yordamıyla şamdanını aradı buldu, kapıyı usulca açtı . Oğlunun bu saatte, böyle bir şekilde eve gelişinin gizl i, e s rarlı bir iş olduğunu anlamıştı çünkü.
Kapıda delikanlı yanında iki tana daha gene erkekle birlikte duruyordu. Ötekiler de, delikanlının son z a m a n larda huy edinmiş olduğu gibi, tepeden tırnağa siyahlar giymişlerdi. Ellerinde kâğıda sarılıp iple bağlanmış k o c a bir çıkın tutuyorlardı.
Kadın elinde şamdanla kapıyı a ç ı n c a oğlu hemen mumu söndürdü. Çevreyi gösterecek kadar ay ışığı vardı. Ana y a v a ş sesle, oğlu geldi dîye duyduğu sevinci belii edince oğlan f ısı ldayarak:
— «Ana, şenin kışlıkların arasında gizlemek istediğim bir şey var,» dedi, «Ama, kimseye bir şey deme, s a kın. Kimse bilsin istemiyorum. Bir gün gelir alırım.»
213
Bunu duyunca ananın içi ürpormişti, nedense. Gözleri dört açı ldı, uykusu dağıldı. O da oğiu gibi y a v a ş s e s i e :
— «Oğul, Al lai ı vere de kötü bir şey almasa,» diye fısıldadı. «Kendinin olmayan bir şey almamışsındır, inşallah.»
Delikanlı çabucak-, «Yok, yok, a n a , çal ınmış e ş y a deği l , vallahi,» dedi. «Ucuza bulup aldığım birkaç koyun pöstekisi. Ama, şimdi ağabeyime söylersen hemen bir kusur bulur. Her yaptığıma bir kusur buluyor, çünkü. S a k l a y a c a k b a ş k a yerim de yok kil Pek u c u z a bulup aldım, a n a cığım. Bir tanesini de s a n a veririm, önümüzdeki k ış, hırka yapar giyersin. Hepimiz kılığımızı, kıyafetimizi düzeceğiz önümüzdeki k ış, inşallah!»
Bu sözler anayı pek sevindirdi, kuşkularını da dağıttı. Artık oğlunun hırsızlık fi lan etmediğine inanmıştı y a , onun sırrını paylaşmak pek hoşuna gitti.
— «iyi, iyi. sen b c n a güvenebilirsin, oğul!» dedi. «Bu odada öyle şeyler saklıyorum ki ağabeyinle yengenin ruhu biie duymuyor »
O zaman oğfanın iki arkadaşı içeri girip ellerindeki ç ı kını hiç s e s s i z , yatağın altına soktular. Tavuklar g ıdakla-yarak gözlerini onlara dikmişlerdi. Manda da uyanıp g e viş getirmeye başladı.
Oğlanın hiç oyalanmaya niyeti yoktu. A n a onun bu telaşına şaşmadı . Ya ln ızca:
— «Sen hiç merak etme, ben malını kimseye göstermem, oğul,» dedi. «Yine de, pöstekileri havalandınp g ü neşe filan ç ıkarmak gerekmez mi, güve yemesin diye?»
Oğlu buna üsîünkörü bir cevap verdi: —: «Zaten birkaç günlük. Yakında daha geniş bir ye
re taşınıyoruz. O zaman kendi baş ıma bir odam olacak, yerim boliaşacak.»
Bu ayrı orfo, bol yer Icüm işiten a n a her zamanki gibi yine delikanlıyı baş-göz etmek meselesini düşündü; Oğlunu şöyle biraz yana doğru döndürüp yalvarır gibi yüzüne baktı, uzun uzun. Küçük oğlanda anasını hoşnut etmeyen tek yön buydu, evlenmeye razı olmayışı. Çünkü delikanlı
214
kızışıklığının ne demek olduğunu iyi bilirdi ona. Bu oğlanın da kendi gençl iğindeki gibi çabuk kız ışan bir yaradılışı olduğu belliydi, ihtiyacını ne yapıp edip gideriyor o lsa gerekti. Onun boşa giden tohumlarına içi yanmamak a n a nın elinde değildi. Ş ö y l e helal süt emmiş bir kız a l s a da anasını torun sahibi etse daha iyi değil miydi?
Şu anın telaşı aras ında, oğlunun çıkıp gitmek için a c e le ettiğini, kapı aralığının gölgesinde bekleyen iki gencin de sabırsızlandıklarını bildiği halde bile, elini onun koluna koydu, f ısı ldayarak yalvardı:
— «Madem yerin bol o lacak, oğul, bırak beni, s a n a bir kız bulayım. Ç o k güzel , ç o k sevimli bir kız bulurum s a na. Ya da senin bildiğin biri varsa söyle, yenge gitsin, arayı bulsun. Senin istediğin kız benim de hoşuma giderse hemen razı olurum, evlat.»
O ğ l a n s a yaln ızca o uzun saçlar ı gözüne girmesin diye başını sa l lamakla yetindi. Kapıdaki arkadaşlar ından yana şöyle bir baktı, kolunu çekmek istedi. A m a , kadın sımsıkı yapışmıştı. Y ine:
— «O güzel im ateşlerin neden boşuna gitsin, bana erkek torunlar vereceğin yerde?» diye sızlandı. «Ağabeyinin karısı öyle soğuk ki doğuramıyor. Şu dizlerim hiç torun yüzü görmeyecek sanıyorum bazen, bütün umudum sende. Tıpkı babana benziyorsun sen. Onun nasıl erkek olduğunu da iyi hatırlarım. Tohumlarını kendi malın olan bir toprağa ek, oğlanım, ki kendi evin ocağın için harmanlar biçesin!»
Del ikanl ıysa yalnızca s e s s i z sess iz gülüp saçlarını yine arkaya itti. Gözleri parıl parıldı. Yarı şaşkın bir ses le:
— «Senin gibi kocakarı lar düğün dernekten, çoluk çocuktan b a ş k a şey bilmezsiniz, anacığım,» diye cevap verdi. «Bize gel ince.. . biz gençler bunları toptan unuttuk gayri şu günlerde... Üç güne kalmaz gelirim, ana!»
Sonra kolunu ananın elinden çekti, iki arkadaşıy la birlikte boş tarlaların arasına dalarak gözden kayboldu.
Üç gün geçt i , a m a , delikanlı gelmedi. Üç gün daha geçti, sonra üç gün daha. A n a korkmaya, a c a b a oğlanın
215
başına bir felaket mi geldi diye merak etmeye başladı. Şu son yıl içinde k a s a b a y a inmek g ü ç gelmeye başlamıştı artık. Onun için evinde oturup bekledi. Herkese karşı huys u z , hırçındı a m a kuruntularını kimseye a ç m a y a da c e s a reti yoktu. Hatta belki titiz gelini yatağın altını filan temizlemeye kalkar da oğlunun çıkınını görüverir diye, odasından bile pek uzaklaşmayı göze alamıyordu.
Bir g e c e merakından gözüne uyku girmemişti, yatağında yatarken sonunda dayanamayıp kalktı. Mum yaktı, döşeğin etekliğini bir eliyle aralayarak altına baktı. Çıkın oracıktaydı işte; kalın kâğıda sarı lmış, sicimle sımsıkı bağlanmış kocaman dört köşe bir çıkın. A n a kâğıdı eliyle yok-layıp bastırdı a m a , içinde katı bir şey var gibiydi, doğrusu pöstekiye benzemiyordu. Ana:
— «Pöstekiyse çıkarıp güneşletmek gerek.» diye söylendi kendi kendine:
Güve girecek de güzelim derileri t ırt ıklayacak diye içi gidiyordu a m a , paketi a ç m a y a eli varmadığından olduğu gibi bıraktı.
Oğlu ise hâlâ gelmiyordu. Böylece günler birbirine eklenerek bir ay geçti, ana
merakından aklını yitirecek gibi oldu.
Mutlaka hastalanırdı merakından, neyse ki tam o s ı rada bir şey oldu da ona korkularını biraz olsun unutturdu. Şu günlerde aklının köşesinden bile geçmeyen bir şeydi bu: Gelini gebe kalmıştı.
Evet, serin geçen bunca yıldan sonra kadın en son kendini bulmuş, üstüne düşen işi başarmıştı. Günlerden bir gün büyük oğlan pek önemli bir haber getiren insanların tavrıyla, anasının yanına geldi, ağzı kulaklarına vararak:
— «Torunun olacak gayri, ana!» dedi. Ana kapı eşiğinde oturmuş, derin, tasal ı düşüncelere
dalmıştı. Kendini kurtardı bu düşüncelerden ve sönükleş-miş gözleriyle ş r k e g e bakarak huysuz huysuz söylendi:
— « S e r s e m gibi konuşmasana! T a ş gibi soğuk senin karın olacak o avrat, taş gibi kısır. K ü ç ü k oğ lammsa ne-
216
relerde kim bilir? Güzelim tohumlarını dört bir yana saç ıp b o ş a harcıyor, evlenip bir işe yatacağı yerde.»
Büyük o ğ l a n s a şöyle bir öksürdü, sonra: «Gelinin gebe kaldı,» dedi.
Ö n c e a n a bu habere inanmak istemedi. Oğlunun şöyle bir yüzüne baktı, sonra a y a ğ a kalkmak için değneğine dayanarak:
— «Değil, işte! Dünyada inanmam!» diye bağırdı. S o n r a haberin gerçek olduğunu oğlunun yüzünden
anladı. Hemen a y a ğ a kalkıp içeri koştu. Gelini mutfakta pırosa doğramaktaydı. Ana gözlerini genç kadına dikerek:
— «Doğru mu? İçine döl düştü mü sonunda?» diye sordu.
Gel in, evet. der gibilerden başını sal layarak elindeki işe devam etti. Soluk benizli yüzü pençe pençe kızarmıştı. O zaman ana haberin doğruluğuna tamamen inandı.
— «Ne zaman fark ettin,» diye sordu. Genç kadın: «İki aydan fazla,» diye cevap verdi. Bu kez de ihtiyar ana kendine neden daha önce haber
verilmedi diye öfkelenip köpürdü, değneğini yere, vurarak haykırdı:
— «Bana neden çıtlatmadın, bunca yıldır dört gözle bu haberi beklediğimi, bekleye bekleye içimin karardığını bilmezmiş gibi? iki ay bu, dünyada senin gibi soğuk bir karı daha var mıdır a c e p ? B a ş k a kadın o l s a daha ilk g ü nünden söylerdi!»
Bunun üzerine g e n ç kadın elindeki işini bırakarak: «Belki yanılmışımdır diye söylemedim,» diye cevap verdi. «O z a m a n seni daha da üzmüş olurum, dedim.»
Gelgelel im ana bunu dinlemedi. Yere tükürerek: — «Laf!» dedi. «Bunca çocuk doğurduğuma göre yan
lışın var mı yok mu diye ben s a n a söylerdim, elbette. Ama yok, sen beni aptal, bunamış yerine koyuyorsun. Beni bilmez s a n m a , her davranışınla ortaya vuruyorsun düşünceni!»
G e n ç kadınsa hiç cevap vermeden dudaklarını büzdü, o renksiz dolgun dudaklarını. Masanın üzerindeki toprak bir ibrikten ç a y boşalttı, anayı köşedeki yerine oturttu.
217
Gelge/elim a n a böyle bir şey duyduktan sonra durup oturabilir miydi? Yok, yok, gidip hemen haberi emmi o ğ luyla yengeye vermesi gerekti.
Emmi oğluyla yenge ç o ğ u zaman evlerinde oturuyorlardı, gayri. Tar lada oğullarının üç tanesi çalışıyordu. Öteki oğulları ekmeklerini çıkarmak için b a ş k a yerlere gitmişlerdi. Emmi oğlu yine elinden geldiği kadar çalışıyordu. Eli işsiz olmazdı a m a , o bile eski hamaratlığını yitirmişti. Yengeyse bütün gün mışıl mışıl uyuyor, anca torunlarından birinin ağladığını duyunca uyanıyordu.
Ana hemen karşı kapıya koşup yengeyi uykusundan hiç acımadan uyandırdı:
— «Yalnızca sen nine o lacaksın zannetme!» diye bağırdı. «Hele birkaç ay sabret, benim de bir erkek torunum olacak!»
Yenge yavaş y a v a ş kendini toparladı. Uykudan kurumuş dudaklarını diliyle ıslatıp o ufak, kaygıs ız gözlerini açtı ve:
— «Öyle mi, kardeşceğizim, küçük oğlan gayri evleniyor, desene?» diye söylendi.
Ana biraz içi c ız ederek: «Yok, o değil,» diye cevap verdi.
O zaman emmi oğlu başını kaldırıp baktı, kamış iskemlesinin üzerinde oturan ufak tefek, kupkuru bir ihtiyar-cıktı. İpekböcekleri üstüne koza örsünler diye hasırdan ipler yapmaktaydı. İpekböceklerinin koza yaptığı mevsimdi çünkü. Her zamanki gibi, işi gevezeliğe vurmadan:
— «Gelinin mi, hemşire?» diye sordu.
Ana yine keyiflenerek neşeyle: «Evet,» diye cevap verdi. Ama çok fazla sevinmiş gibi de görünmek istemediği için yanıp yakınmaya koyuldu:
—- «Allah için, g e ç bile kaldı. S e k i z yıldır gözlerim yolda kaldı. Zengin olsam oğlana bir de odalık alırdım. Ama, küçüğü sırasını savmadan büyüğe ikinci bir kadın almak istemedim doğrusu. Zaten şu günlerde kız a lmak öyle çok para yiyor ki; kötü yerden gelmeyen, doğru dürüst bir k ızsa, elbet. Pek kuru, pek durgun bir kadın çıktı
218
şu benim gelin, ne diyeyim. Huyları hiç bana benzemiyor, yılan gibi soğukkanl ı bir şey.»
Hak yemesini sevmeyen emmi oğlu: «Hain kadın değil yo, sen ona bak, hemşire,» dedi. «Her işini iyi, ölçülü yapıyor. B a k gölde ördekleriniz yüzüyor, onun sayesinde. O sizin yaşl ı mandayı çiftleştirip bu genç mandayı size kazandıran da gelinindir. Tavuklarınız eskis ine oranla iki kat çoğaldı ; on, on. iki tane olmuştur sanırım. Her yıl sattıklarınız da cabası.»
A n a istemeye istemeye: «Yok, hain değildir,» diye cevap verdi. «Geigelelim tavukları, hayvanları çiftleştirip duracağı yerde, keşke kendisi daha çok k ız ışsa da. daha çok doğursa!»
Yenge esneyerek: «Farklı olmasına gelinin senden farklı' kardeşceğizim,» dedi. «Sıcakkanl ı , doğurgan avrattın neme gerek. Elinden uçanla k a ç a n kurtulurdu. Hâlâ da aslan gibisin, doğrusu, Hasta olmadığın zamanlar seni ayakta görünce, öyle hızlı hızlı yürüyebildiğine ş a ş ı p kal ıyorum, doğrusu. Ş a ş ı p da kalıyorum, çünkü ben yatakla sofra arasında gidip gelmekten b a ş k a yürüyemez oldum şu günlerde.»
Emmi oğlu da hayranlıkla: «Bana gel ince, eski boğazımın yarısı kalmadı, oysa senin kaç kez yemek istediğini duyuyorum,» diye lafa karıştı.
Böyle övülmek ananın hoşuna gitmiş olmakla birlikte alçakgönüllülüğü elden bırakmayarak: «Doğrudur, boğaz ım eskisi gibi kuvvetli.» dedi. «Üç tas, hatta bazen dört tas aş yediğim oluyor. Yalnız, ön dişlerim döküldü döküleli katı şeyleri pek yiyemiyorum. Yine de o illet musal lat olmadığı vakitler s a p a s a ğ l a m sayılırım, doğrusu.»
Yenge: «Demir gibisin, maşallah,» diye mırıldanarak tekrar uykuya daldı. Biraz kestirdikten sonra gözlerini açıp anayı yine karşısında görünce, tatlı tatlı, uykulu uykulu gülerek:
— «Torun mu dedin? Bizim torunların erkek olanlarının sayıs ı yediyi buldu gayri, azdır bile...» diye söylenerek yeniden uyuyakaldı.
219
Küçük oğlan gelmiyor diye bomboş kalan günleri işte bu sevinçli haber böylece doldurdu ve ananın bekleyiş azabını körletti. s
— «Elbette günün birinde çıkıp gelecektir,» diye düşünüyor, artık pek üzerinde durmuyordu.
Gelgelelim sevinci de tam katıksız değildi. Ananın her
sevinmesi gibi bunun da üzücü bir yanı vardı ki o da şuy
du: Ana d o ğ a c a k çocuğun kız olmasından korkuyordu. B u
nu aklına getirdiği z a m a n :
— «Öyledir, kısmetim hep güdüktür, zaten korkarım
bu çocuk da kız çıkacak,» diye söyleniyordu.
Kuruntusundan gidip o Y a ş a y a n Tanr ıça 'ya ç o c u ğ u oğlan yapsın diye dua etmek, kırmızı bir urbayla yeni ç a rıklar adamak istedi. Ne çare ki tanrıça onun o eski g ü n a hını hatır layacak diye cesaret edemedi. Çekmiş olduğu bütün acı lara rağmen o günahın bedelinin henüz ödenmemiş olduğundan korkuyordu. O ufak tefek, yaşl ı tanrıça şimdi onu görür, torun morun dediğini duyarsa, neme g e rek, belki erişir, ana rahmindeki yavrucuğu çarpıverir öfkesinden. Ana kanrolarak:
— «En iyisi hiç gidip kendimi göstermeyeyim!» diye düşündü. «Uzak durur, çocuğun yolda olduğunu hober filan vermezsem belki beni hatırlamaz. Tanrı ların karşıs ına çıkmayal ı çok oluyor çünkü. Böylece bu yavrunun benim torunum olduğunu tanrılar belki sezmezler de herhangi bir kul gibi doğmasına izin verirler. Belki de oâJan olur, inşallah. Gayri ne ç ıkarsa bahtıma!»
Böyle düşüne düşüne rahatı, dirliği kaçtı, İçini yine karamsarl ık bürüdü. Bu ç o c u k şenlik vesilesi olduğu kadar, içeri tasa girsin diye aç ı lan bir kapıya da benziyordu. Zaten her çocuk böyle değil miydi? Yavrunun ölü, sakat , aptal, kör ya da b a ş k a türlü kusurlu doğabileceğini, ya da kız olabileceğini düşündükçe ana, insanlara bunca cefa çektirme gücüne sahip oldukları için tanrılardan y a ka silkiyor, kendi kendine söylenip duruyordu:
220
— «Ufak tefek günahlarım olmuşsa, çektiğim c e z a lar yetmedi mi? O gün benim yapıp ettiklerimden tanrıların haberi olacağını kim bilirdi? Herhalde tapınaktaki o ihtiyar tanrı, gözlerini örttüğüm haîde önünde işlenen günahın kokusunu aldı. bir yolunu bulup öteki tanrıçaya haber uçurdu. İyi â lâ öyleyse, modem o kadar günan-kârmısım, ben de tanrılardan uzak dururum, işte! Zaten istesem de o günahın bedelini daha b a ş k a nasıl ödeyeceğimi bilemiyorum ki! Yemin ederim, ömrümde nasibim olon sevinçle kederi teraziye vursalar, keder kefesi taş gibi ağır çeker de sevinç kefesi içinde bürümcük varmış gibi ha-fifçecik kalır. Görüp gördüğüm şenlik nedir ki benim! O çocuğu doğurmuş değilim. Kör kızımın gözleri açı lmadan ölüp gittiğini gördüm. Çeki len acı lar ödemez mi günahın bedelini? Ömrümce acı çektim, işte ben, acıy la birlikte yoksulluk da çektim. Gel gör ki tanrılar hak ve hukuk tanımıyor hiç!»
İşte böyle, ananın yine iki tane taze derdi vardı: T o runu kusurlu ya da kız o lacak korkusuyla, bir türlü çıkıp gelmeyen küçük oğlanının merakı. Bazen bütün ömrü bir bekleyişten ibaretmiş gibi geliyordu. Bir zamanlar nasıl erkeğinin yolunu beklemişse, şimdi de oğlunu, torunlarını bekliyordu. Ömrü böyle geçip gitmekteydi, iki para etmezdi!
A m a umut da kesilmiyordu. K a s a b a y a gidip geien olunca kadın hep: «Küçük oğluma rastladınız mı?» diye soruyordu.
Köyün içinde kapı kapı dolaşıp: «Bugün k a s a b a y a g i dip geien oldu mu?» diyordu. Gidip gelen o lmuşsa bu kez a n a :
— «Küçük oğlanıma hiç rastladın mı, evlat?» dîye soruyordu.
O bekleyiş günleri boyunca köyceğizin bütün ahalisi bu soruyu ezberledi, gayri. Başlarını kaldırıp değneğine dayanmış duran anayı gördükleri, o titrek, ihtiyar sesiy le:
— «Hu, komşular, benim küçük oğlanı gördünüz mü bugün?» diye sorduğunu duydukları zaman tatlılıkla c e vap veriyorlardı:
221
— «Yok, haminne, yok, görmedik! Zaten bizim gittiğimiz kenar bucak çarş ı larda onun işi ne? S e n onun g e çimini kitaptan çıkardığını söylüyorsun ya!»'
O zaman a n a , umutları yine kırılmış olarak başını eğip a lçak ses le mırıldanıyordu:
— «Ne bileyim ben, kâğıt kitapla bir işi var sanıyorum.»
Ötekiler de gülüyor, ihtiyarın suyuna gitmiş olmak için: «Eğer bir gün kitap satı lan bir yerin önünden geçersek içeri girer bir g ö z atarız, bakal ım senin oğlan tezgâhın ardında mı?» diyorlardı.
Ana da çaresiz evine gidip oturuyor, a c a b a pöstekile-rin arasına güve girdi mi diye içi içini yiyordu.
*'*
Aylardan sonra en sonunda bir g ü n oğlanın haberi geldi. Kadın her zamanki gibi kapı önünde oturmaktaydı. Uzun saplı çubuğu da elindeydi, çünkü kahvaltıdan yeni kalkmıştı. Oturduğu yerden güneşin yuvarlak tepeler ardından birden yükseliverişini seyrediyor, inşallah s ıcak olur bugün, diye düşünüyordu, çünkü bu g ü z sabahları hava a y a z oluyordu.
Derken içeri yengenin oğullarından biri girdi, en büyük oğlan ve dosdoğru ananın kendi büyük oğlanının y a nına gidip a l ç a k ses le bir şeyler söyledi.
Ananın içine oracıkta bir kurt düştü. O sabah gün doğarken kalktığında bu adamın k a s a b a y a doğru gittiğini görmüştü. A n a ömrü boyunca güneşle bir kalkmaya al ışık olduğu için, eğer hasta değilse g e ç vakte kadar yatakta yatamazdı. işte bu s a b a h da erkenden kalkmış ve yengenin en büyük oğlunun ot desteleriyle k a s a b a y a gittiğini görmüştü. Demek adam erkenden de dönmüştü.
Ana tam, «Otlarını ne çabuk sattın,» diye seslenmek
üzereydi ki, o sırada çarığının bağcığını bağlamakta olan
kendi oğlunun başını kaldırdığını gördü ve şaşkınl ık, kor
ku dolu bir sesle:
—• «Ne? Kardeşim ha?» dediğini duydu.
222 I
Evet, ananın kulağından kaçmadı bu. Kulakları hâlâ pek keskindi. Kadın hemen:
— «Ne olmuş oğlanıma?» diye sordu. İki erkekse kaygıyla birbirlerinin yüzüne bakarak pek
ciddi, pek tasal ı , konuşup duruyorlardı. Sonunda a n a d a ha fazla dayanamadı. Yerinden kalkıp erkeklerin yanına gitti, değneğiyle yere vurarak:
— «Söyleyin bana, oğluma ne olmuş?» diye haykırdı. Fakat yengenin oğlu hiç cevap vermeden çıktı gitti.
Büyük oğlan da duralaya duralaya: — «Ana, karışık bir işler var,» dedi. «Nedir, bilmiyo
rum, a m a gidip k a s a b a y a bakmam gerek. Ondan sonra s a n a söylerim.»
Ana onu bırakmadı. Y a k a s ı n a yapışarak: — «Bana söylemeden gidemezsin!» diye yaygaraya
başladı. Yaygarayı duyan gelin çıkageldi. Olup bitenleri du
yunca k o c a s ı n a :
— «Söyle, d a h a iyi,»' dedi. «Söylemezsen anan öfkesinden, merakından hastalanır sonra.»
Bunun üzerine büyük oğlan ağır ağır anlattı: — «Emmi oğlum dedi k i . . . Bu sabah kardeşimi gör
müş, daha bir sürü insanlarla bir arada. Elleri urganla bağlıymış arkasında, urbaları lime limeymiş. Emmi oğlunun otlarını sattığı pazar yerinden geçiyorlarmış, yirmi, otuz kişi varlarmış. Kardeşim onu görünce hemen başını çevirmiş a m a emmi oğlu başlarındaki askere sormuş. O da demiş ki bunlar komünistmiş, z indana götürüyorlarmış da yarın s a b a h idam edileceklermiş.»
Üçü birbirlerine bakakaldılar. İhtiyar ananın çenesi atmaya başlamışt ı . Bir oğlunun, bir gelininin yüzüne b a karak:
— «Ben işittim o sözü, a m a ne anlama geldiğini bilmiyorum,» dedi.
Oğlan da y a v a ş yavaş: «Emmi oğluna sordum,» dedi. «O da nöbetçiye sormuş. Nöbetçi de gülmüş demiş ki s o n . zamanlarda türeyen yeni bir c ins harami demekmiş.»
223
O vakit ananın akl ına ne zamandır yatağının altında duran o çıkın geldi. Avazı çıkt ığınca bağırıp dövünerek çırpınmaya başladı :
— «Ah, akı ls ız başım! O g e c e neden kuşkulanmadım ben? Yatağımın altındaki ç ık ında da çal ıp çırptığı şeyler varmış demek!»
Oğluyla gelini bu sözleri duyunca hemen onun y a k a sına yapıştılar. Komşulardan bir duyan oidu mu diye b a -kınarak hemen içeri soktular anayı.
— «İsledir o senin dediğin, ona?» diye sordular. Gelin yatağın etekliklerini kaldırıp kocasına baktı.
Ana da orda duran çıkını göstererek ağlamaya başladı:
— «İçinde ne vardır bilmiyorum. A m a , kardeşin bir
g e c e getirdi bunu... B i rkaç gün gizli tut dedi... Sonra
da gelmeyiverdi... gelemedi bir türlü.»
Büyük, oğlan gitti, y a v a ş ç a kapıyı sürmeledi. Geün
de pencereye bir örtü örttü. Birlikte çıkını dışarı çekip ip
lerini açtı lar. Ana gözlerini çıkına dikerek:
— «Pösteki var, dediydi.» diye mırıldandı.
Karı k o c a seslerini çıkarmadılar. İhtiyarın sözlerine inanmadıkları belliydi. Kim bilir neydi bu kâğıda sarılı şeyler, böyle ağır ve sert olduklarına göre belki de altındı!
Ama kâğıdı açtıkları zaman paketin içinden ç ıka ç ıka kitap çıktı, hepsi de ince ince, kara kara yazılarla bası lmış bir sürü kitap, bir 6 ü r ü de kâğıt. Kâğıt lardan bazı larının üzerinde son derece garip, kanlı, ölümlü resimler vardı; küçücük adamları döven, bıçaklarla paralayan devler çizilmişti.
Bunları görünce üçü' de yine birbirlerine bakakaldılar. Bunun ne demeye geldiğini bilemediler. İnsan çalsın da sonra bucak bucak gizlesin?
Ne kadar baksalar, bu kitaplardan, kâğıtlardan bir anlam çıkaramıyorlardı. Hiçbirinin okuması yoktu. Resimleri bi e doğru dürüst anlayamıyor, ya ln ızca kanlı sahneler canlandırdıklarını görüyorlardı: Hançerlenmiş, c a n çekişen insanlar, gövdeleri parçalara bölünmüş adamlar, a n -
224
c a k haydutların, haramilerin yapabileceği kanlı, iğrenç şeyler.
Resimlere bakt ıkça üçünün de içini bir dehşettir bürüdü. Ana küçük oğlu hesabına korkuyordu; büyük oğlanla karısı da kendi hesaplarına, ya bu nesnelerin bur-da olduğunu birileri öğrenirse diye korkuyorlardı. Erkek:
— «Yine bağlayal ım, a k ş a m olana değin saklayalım,» dedi. «Sonra mutfağa götürüp yakarız.»
A m a karısı daha tedbirliydi. — «Hepsini birden yakamayız, sonra dumanları bir
gören olur da merak eder,» dedi. «Gün gün, y a v a ş y a v a ş yakmak gerek, yemek pişirirken ot yakarmış gibi.»
Ananınsa bunlar kulağına bile girmiyordu. Ya ln ızca oğlunun başına bir felaket gelmiş olduğunu biliyordu, o.
— «Oğlanım, ne yapacaksın kardeşini kurtarmak için?» diye büyük oğluna sordu. «Nerden bulacaksın onu?»
Erkek ağır ağır, istemeyerek cevap verdi: — «Yerini biliyorum. Güney Kapıs ı 'na yakın bir zin
dana götürmüşler, idam alanının yanında.»
Sonra anasının nasıl ansızın sapsar ı kesildiğini görerek bir çığl ık kopardı, karısını çağırdı. Karı koca anayı kucaklayıp yatağına yatırdılar. Kadının yüzü dehşetten çamur rengindeydi. Boğulur gibi nefes n e f e s e :
— «Oğul, koş oğul, kardeşine koş oğul,» diye söylendi.
O zaman genç adam kendi başından korkmayı bir y a na bıraktı. Yüreği anası için burkularak:
— «Gidiyorum, ana,» dedi. «Şimdi gidiyorum...» Sırtını değiştirdi, pabuçlarını giydi. Ananın gözünde
vakit öyle ağır geçiyor, her iş öyle uzuyordu ki kadın ç ı l dıracak gibi oluyordu. Oğlu sonunda hazır lanınca a n a onu yanına çağırdı, başını kendine doğru çekti, kulağına fısıldadı :
— «Oğul, parayı sakınma. Kardeşin gerçekten zindana at ı lmışsa çıkarmak için para yedirmek gerek. Parayla olur bu iş, evladım. İnsanın para verip de kurtulamadığı zindanı ben daha işitmedim. Oğul , biraz param var benim,
ANA F . : 15/225
surda, yerde gömülü.. . Zaten kardeşin için saklardım... a l , hepsini h a r c a . . . nemiz v a r s a hepsini ver.»
Erkeğin yüzü değişmedi. Karı k o c a bakıştılar. S o n r a erkek :
— «Verebildiğim kadarını veririm, ana,» dedi. «Senin hatırın için.»
Fakat o: «Benim ne önemim var gayri?» diye in!ed !. «Ben kocadım, ölmem yaklaşt ı . Kardeşinin hatırı bu.»
Büyük oğlan çıkıp gitmişti bile. Her şeyi gözleriyle görmüş olan yengenin oğlunu yanına aldı, birlikte k a s a baya yollandılar.
Gayri ananın elinden gelen ne vardı, yine oturup beklemekten b a ş k a ? Gel gör ki ömrünün en a c ı bekleyişiydi bu. Yattığı yerde duramıyor, ka lk ınca da bayı lacak gibi oluyordu. Öyle ki sonunda gelini ihtiyarın halinden, gözlerindeki bakıştan, kendi kendine söylenerek dövünüşündün korktu. Gitti emmi oğluyla yengeyi çağırdı. Böylece üç ihtiyar b a ş b a ş a beklemeye başladılar.
Komşuların gelişi anayı gerçekten avutmuştu, az ıc ık. Zaten bunlar en a ç ı k konuşabildiği dostlarıydı, Tekrar tekrar:
— «Günaha girdimse, çektiğim acı lar erip yetmedi mi?» diye İnlemeye başladı.
Sonra: «Günaha girdimse neden ben kendim ölüp kurtulmuyorum sanki?» diye inledi. «Neden evlatlarım gidiyor elimden? Torunum da giderse hiç ş a ş m a m . Kısmet olmayacak bana torunumu görmek! Biliyorum göremeyeceğimi ama, ölüp giden yine ben olmayacağım.»
Sonra bu kadar kederin kendine layık görülmesine kızarak, gözlerinden yaşlar a k a a k a bağırdı:
-— «Günah işlememiş kusursuz kul var mı dünyada? Neden bütün kederler bana yükleniyor?»
Yenge de ananın c a n acısından fazla ileri giderek tanrıları küstüreceğinden korktu ve hemen: «Hepimiz günahkârız, elbet,» dedi. «Günahlarımıza bakı lacak o l s a hiçbirimiz evlat, torun sahibi olamazdık. B a k benim oğullarıma, oğullarımın oğullarına! O y s a günahkârın baştan tutması
226
benim. Ömrümde tapınak kapısından İçeri girmedim; girmem d e . Bir zamanlar bir rahibe kadın gelir, cennete nasıl gidileceğini öğren gayr i , derdi. Gel gör ki ben o zaman çocuktan gözümü a ç a c a k durumda değildim. Şimdi de iş işten geçmeden cennetlik olmaya bak, diyorlar a m a ko-cadım. gayri, diyorum ben de, bu yaştan sonra hiçbir şey öğrenecek g ü c ü m kalmadı, dlyorUm. Eğer cennete olduğum gibi a lmazlarsa ne yapalım, ben de b a ş k a yere giderim!»
Yenge bu çeşit laflarla anayı avutmaya çal ışt ı. Kocası da :
— «Bacı, bekle bakal ım ne haber gelecek,» dedi. «Bir bakarsın üzülecek bir şeycikler yoktur. Belki ellerindeki parayla kurtarıverirler oğlanı. Ya da benim oğlan yanlış görmüştür de o gördüğü senin oğlan değildir.»
Yenge b a ş k a yandan da tedbir düşünmekten geri kalmadı. Bir bahanesini bulup gelini kendi evine gönderdi, uzaklaştırdı. Zavalh ihtiyar a n a şu dertli anında kendini bilmez de ileri geri konuşur, bunca yıldır saklanı lan sırları ortaya vuruverir, bunca yıl dillerini tuttuklarına yazık olur, diye korkuyordu..
Böylece üç ihtiyar oturup oğul lan gels in diye beklediler. Üç kişi o larak beklemek, tek başına beklemekten gerçekten daha kolaydı.
A k ş a m vakti yaklaşt ığı halde erkekler k a s a b a d a n dönmemişlerdi. A n a zar zor yatağından kalktı, söğüt ağacın ın altına gidip oturdu. Emmi oğluyla yenge de yanına geldiler, gözlerini köy s o k a ğ ı n a dikip beklemeye koyuldular. Yalnız yenge durup durup uyukluyordu yine. Merak bile uzun zaman uyanık tutamıyordu onu.
En sonunda gün batmak üzereyken ana uzaktan iki erkeği seçti. Kalkıp değneğine yaslandı. Elini, altm renkli akşam güneşine karşı siper ederek baktı:
— «Geliyorlar!» diye bağırarak s o k a ğ a fırladı. Öyle bir bağırmıştı, öyle bir koşuyordu ki köy halkı
evlerinden dışarı uğradı. Zaten köyde olayı duymayan kalmamıştı ama, ananın evine gitmeye kimse cesaret ede-
227
miyordu. Oğlanın işine kar ışacak olurlarsa kendi başlarına do bir şey gel ir filan diye korkuyorlardı. Bütün gün. meraktan çatladıkları halde kendi' işlerine devam etmişlerdi. Çünkü zindan, vali, asker gibi laflar bütün köylüler gibi onların da ödlerini koparırdı.
Şimdi kapı önlerine çıkıp durdular, bakalım ne olac a k diye, faz la yaklaşmadan beklemeye başladılar. Emmi oğlu kalktı, ananın yanına gitti. Yenge de gitmek istedi a m a , zora kalmadıkça yürümüyordu şu günlerde. «Biraz sonra işitirim havadisi,» dedi kendi kendine. Her işin olacağına vardığına inanırdı çünkü. Böylece telaşlanacağı yerde, kapı önündeki s ırasına oturdu, beklemeye koyuldu.
Ana koşup büyük oğlunun koluna yapışmış: «Ne haber
küçük oğlanımdan?» diye bağırıyordu.
Ama d a h a bu soruyu sorarken, sönük gözleriyle iki erkeğin yüzüne daha bakar bakmaz, haberin kötü olduğunu anlamıştı.
iki emmi oğlu bakıştılar. Sonra büyük oğlan gülmez bir yüzle:
— «Ana, kardeşim zindanda.» dedi. İki a r k a d a ş yine bakıştılar. Yengenin oğlu şöyle bir
başını kaşıdı , ne diyeceğini bilemezmiş gibi bön bön b a k a rak başını öte yana çevirdi. Ananın oğluysa:
— «Sanmam ki kardeşim kurtulabilsin, ana,» dedi. «Yarın s a b a h ölüme mahkûmmuş, daha yirmi kişiyle birlikte.»
— «Ölüm mü?» diye haykırdı a n a . «Ölüm ha?» Koşup desteklemeseler yere yıkılıyordu. Onu hemen en yakındaki eve taşıyıp oturttular. O z a
man ona çocuk ağlar gibi a ğ l a m a y a başladı. O buruşuk dudaklarıyla çenesi titriyor, gözyaşlar ı yanaklarından c ş a -ğı yuvarlanıyor, yumrukları göğsünü dövüyordu.
— «Öne sürdüğün para yetmedi demektir,» diye b a ğırarak oğlunu azarladı. «Azıcık p a r a m var köşede dedim s a n a . O kadar az da sayı lmaz, kırk tane gümüş paramla kardeşinin son verdiği iki mangır var, hepsi duruyor orda!»
228
Büyük oğlan başı önüne eğik duruyordu. Dudağının üstü, alnı, ter içinde kalmıştı. Ana öfkesinden onun üstüne tükürerek:
— «Bunların bir meteliği bile sana nasip o lacak s a n ma,, sakın!» dedi. «Kardeşin öiürse zırnık vermem s a n a . S a n a vereceğim yere, gider göle atarım, daha iyi.»
O z a m a n yengenin oğlu anayı yatıştırmak, büyük oğlanı kurtarmak için lafa karıştı. Kaşlar ı üzüntüden çatık çatıktı. v
— «Yok, yenge, onun s u ç u yok,» dedi. «Senin köşen-deki paranın iki katından daha çoğunu öne sürdü. Kardeşini kurtarmak için yüz tane gümüş para teklif etti. O z indanda en küçük nöbetçiden en yükseğine kadar herkese çıkıp rüşvet teklif etti. Kime çıkt ıysa hepsine gümüş gösterdi, beş para etmedi. Kardeşini görmesine bile izin vermediler.»
Ana: «Teklif ettikleri yetmedi demektir,» diye bağırdı. «Rüşvet almayan zindancı duyulmuş şey mi? A m a , ben şimdi gidip paramı alırım, gidip çıkarırım gümüşleri yerden, şu ihtiyar yaşımda oğlumu bulup eve getiririm. Bir daha da dizimin dibinden ayırmam onu, kim ne derse desin!»
İki erkek yine bakıştılar. Büyük oğlan, kendi yerine konuşsun diye arkadaşına yalvarır gibiydi. Bunun üzerine o:
— «Güze! yengeciğim, oğlunu göstermezler bile s a na,» diye söylendi. «Bizi yanına bile sokmadılar, dedim ya! Gümüş göstermek bile beş para etmedi çünkü vali bunların işlediği s u ç a karşı pek şiddet gösteriyormuş. Yeni moda bir s u ç m u ş bu, kötünün kötüsü bir şeymiş.»
Ana gururla: «Benim oğlum ömründe s u ç işlememiştir!» diye bağırarak değneğini kaldırdı, yengenin oğiuna doğru sal ladı. «Herhalde bir düşmanı var, onu zindanda çürütmek için bizimkinden daha fazla rüşvet yediriyor.»
Sonra çevresine baktı. Köylüler, işittiklerini yutmak istercesine, ağızları bir kar ış aç ık gözleri fal taşı gibi, onu seyrediyorlardı. A n a onlara baktı:
229
—- «Hiç gördünüz^mü s iz benim küçük oğlumun s u ç işlediğini?» diye bağırdı,
Köylüler önce birbirlerine, sonra etraflarına baktılar. Hiçbirinden çıt ç ıkmadı. A n a onların bu kuşkulu bakışlar ını gördü, içi ezilir gibi oldu. Yeni baştan ağlayarak:
— «Zaten s i z ona hep diş bilediniz, güzell iğinden ötürü!» diye bağırdı, «Sizin o kapkara, köylü parçası oğullarınızdan ç o k daha üstündü, çünkü, Öyledir, biri sizden üstün oldu mu hemen diş bilersiniz, zaten.»
Yerinden kalktı, sendeleye sendeleye boğulacak gibi a ğ l a y a a ğ l a y a evine gitti.
Eve gidip de yine kendi başlar ına kaldıkları zaman ana gözlerini si l ip büyük oğluna döndü, daha sakin bir tavırla, yine de nöbet tutmuş gibi titreyerek:
— «Boşuna vakit geçiriyoruz,» dedi. «Her şeyi anlat bana, belki kurtarabiliriz kardeşini. Önümüzde bir gece var, henüz. Oğlanın işlediği suçun asl ı neymiş? Elimizde avcumuzda ne v a r s a götürelim. Elbet kurtarırız onu.»
Büyük oğlanla karısı şöyle bir bakıştı lar. Kötü bir bakış değildi bu. A n c a k sabırlarının sona ermek üzere olduğunu belirtiyordu. Sonra g e n ç adam:
— «Suçun aslını esasını ben de bilmiyorum.» diye anlatmaya başladı . «Yalnız, önce de dediğim gibi, adına komünist diyorlar. Yeni ç ıkan bir laf bu. Hep duyarım da anlamı nedir diye sorarım. Anlayabildiğim kadar, harami çetesi gibi bir şey gal iba. Z indan kapısındaki o eli tüfekli nöbetçiye sordum. O da dedi ki: 'Komünist nedir diye mi sordun? Senin tarlanı senden çal ıp üstüne oturmak isteyen biridir. Devlete, hükümete karşı fesat kuran kimselerdir bunlar. Topunu birden öldürmek gerek,' dedi. İşte buymuş, kardeşimin suçu.»
A n a kulağını dört açmış bunları dinliyordu. Mum ışığı gözyaşlar ından ıslanmış olan yüzüne vurmuştu. Düzgün çıksın diye çal ışt ığı halde titreyen bir sesle, hayretler içinde:
— «Ben hiç sanmıyorum,» dedi. «Ben onun ağzından hiç böyle laflar duymadım. Böyle bir suçtan söz edildiğini
230'
de duymadım hiç. Adam öldürmek, ev soymak, insanın ana babasına bakmaması, s u ç diye böyle şeylere denir. A m a , başkasının tarlasını adam nasıl ça lar? K u m a ş değil ki dürüp büküp als ın, sonra da götürüp bir yere gizlesin!»
O ğ l u : «Bilmiyorum, ana,» diye cevap verdi. Küçük bir iskemlenin üstüne oturup ellerini dizlerinin
aras ına sarkıtmış, başını önüne eğmişti. Sırtında hâlâ k a s a b a y a giderken giydiği uzun hırkası vardı. A m a , bu biçim urba giymeye alışık olmadığı için uçlarını mintan gibi kemerinin içine sokuşturup duruyordu. T a n e tane:
— «Denilenlerin hepsini bilemem ki!» diye sözüne devam etti. « K a s a b a d a şundan bundan bir sürü laf duyduk. Yarın pek çok kişi idam edilecek diye tatil yapacaklar-mış. B a ş k a ne laflar ediliyordu, emmi oğlu?»
Yengenin oğlu çenesini kaşıyıp şöyle bir yutkundu, odadakilerin bir bir yüzlerine bakarak cevap verdi:
— «Kasabalı ların ağzında çok laf vardı ama, pek ince soru sormaya cesaret edemedim kı! Hatta biz ne vat, ne oluyor diye sorarken nöbetçilerden biri: 'Bunlar O ı i i ı u ^ .
ölmemiş size ne, yoksa siz de onlardan biri mısınız? d;,c sordu. Onlardan birinin akrobasiyim, demeye dilim varmadı. Sonunda zindanın baş nöbetçisini bulduk, eline biraz para verip şöyle kendi başımıza bir yerde konuşalım, diye yaivardık. Adam bizi kendi evinin ardında bir yere götürdü. O zaman ona dedik ki biz namuslu köylüleriz. Az ıcık tarlamız var, klraylan da tutuyoruz. İdamlıkların arasında uzaktan akrabamız olan biri var, dedik. Kabi lse, ailenin şerefi için onu kurtarmak isteriz, çünkü şimdiye kadar bizden kimse cellat b ıçağı altında c a n vermedi, dedik. Ama, pek de fazla para veremeyiz, çünkü zengin değiliz, dedik. Adam bizim paramızı aldı, akrabamızın tarifini istedi. S o n r a dedi ki: 'Tarif ettiğiniz delikanlıyı gal iba biliyorum, çünkü zindana atılmaktan hiç hoşnut değil,' dedi. Zindancıya k a l s a bizim oğlan şimdiye dek başını kurtarmak için bütün bildiğini söyleyecekmiş. Gelgelelim yanında iyice gözü pek blf kız varmış, o kızdan cesaret alıyormuş. Bazı ları iyice cesur, gözü pekmiş, ölüm onlara vız-
231
geliyormuş. 'Ama. sizin oğlan ölümden korkuyor,' dedi z indancı, ' işlediği suçun ne olduğunu, niçin öleceğini bile sanmam ki anlamış olsun. Basit bir köylü gencine benziyor,' dedi. Besbell i , öbürleri onu kendi işlerine alet etmiş, büyük büyük sözler vermişler. Zindancının dediğine göre bizim çocuk üzerinde birtakım kitaplarla bulunmuş. Elale-me dağıtıyormuş bu kitapları. İçlerinde de hükümeti devirip herkesin parasını, malını, payiaşmak gibi kötü kötü şeyler yazılıymış.»
Bunun üzerine a n a , büyük oğluna bakıp, yine a ğ l a maya başladı ve: «Biliyordum ben, azıcık toprak ayırmamız gerekti kardeşine,» diye dövündü. «Azıcık daha kiray-lan tutup ona da bir köşecik versek belki olurdu. Ama yok, bu büyük oğlanla karısı yok mu, her şeyin üstüne oturdular, en ufacık bir şeyi çok gördüler oğlancağıza...»
Büyük oğlan bir şey demek ister gibi ağzını açt ı . A m a , ihtiyar emmi oğlu tatlıl ıkla:
— «Açma ağzını , oğul,» dedi. «Bırak anan söylensin, içini boşaltsın. Biz hepimiz senin ne olduğunu biliyoruz. Kardeşinin ne olduğunu da biliyoruz. Toprak işini hiç sevmezdi. Hiçbir türlü işi sevmezdi, zaten.»
Bunun üzerine büyük oğlan sesini çıkarmadı. Emmi oğlunun oğlu da sözlerine devam etti:
— «Zindancıya, akrabamızı kurtarmak için ne kadar gümüş gerek, diye sorduk. Adam başını sal layıp dedi ki: Oğlan şöyle gözde bir ailenin oğlu, pek zengin, pek yüksek bir adamın evladı olsa belki rüşvetle kurtulabilirmiş. A m a yoksul bir köylü genci olduğuna göre hiç kimse kellesini koltuğuna alıp onu kaçırtmaya razı olamazmış bizim verebileceğimiz rüşvetin hatırı için. Bizim oğlan da çaresiz ölüme gidecekmiş.»
Bunu duyan a n a : «Benim gibi yoksul bir karının oğlu diye ölüp gitmesi hak mı?» diye inledi. «Elimizde az da o l s a toprağımız var. Onu satıp kurtarırız oğlanı. Hem bu g e c e satarız toprağı. Elbet köyün içinde...»
Gelgelelim toprak sözünü duyan oğlan anasına karşılık verdi:
232
— «Peki, toprağı satarsak biz nasıl yaşarız sonra? Şu durumda bile kıt kanaat geçiniyoruz. Bu yüksek kiralarla daha fazla yer tutmaya kalkarsak s o k a ğ a düşüp dileniriz artık. Topu topu bir küçük parça toprağımız var, onu da sattırtmam, a n a . Yok, benimdir bu toprak, sata-mam onu.»
Şu a n a kadar ciddi, ifadesiz bir yüzle, hiçbir şey demeden dolaşmış olan gelin kocasının bu sözlerini duyunca ilk olarak ağzını açt ı :
— «Gayri benim taşıdığım ç o c u ğ u da düşünmek gerek,» dedi.
K o c a s ı tasal ı bir sesle: «Benim düşündüğüm de o z a ten,» diye cevap verdi.
O zaman ihtiyar ana susmaktan b a ş k a çare bulamadı. Ç a r e s i z sustu, ağladı bir süre. Ve bundan sonra bütün gece boyunca aralarında ne zaman yeni baştan s ö z olsa, ananın her dediğine hep bu cevap verildi.
*
O gece hiç yatmadılar. Ortalık ağarmaya yüz tutunca ana garip bir canlı l ıkla kıpırdayarak:
— «Ben kendim gideyim,» dedi. «Kasabaya ineyim son bir kere. Küçük oğlanım ölecekse, bir kerecik d a h a görmek için durup bekleyeyim.»
Gitmesin diye hepsi yalvardılar ona. Büyük oğlu:
— «Gider ben onun... ölüsünü alır getiririm, sonradan,» diye söz verdi. «Gidip o hali görürsen sen de ölürsün, anacığım.»
A n a y s a : «Ölürsem ne çıkar?» diye omuz silkti.
Yüzünü yıkayıp başında kalan bir tutam kır s a ç ı taradı, kasabaya her inişinde yaptığı gibi sırtına temiz bir hırka giydi ve usulca:
— «Gidin emmi oğlunun eşeğini getirin,» dedi. «izin verirsin, değil mi, emmi oğlu?»
Emmi oğlu çaresiz, üzgün: «Ne demek!» diye söylendi. Böylece iki genç gidip eşeği getirdiler, ihtiyar anayı
hayvanın sırtına bindirdiler, kendileri de yola düzüldüler
233
onun yanı s ıra. Ortaiık daha geçtikleri yeri görebilecek kadar aydınlanmış olmadığı için ananın oğlu eline bir de fener almıştı.
Ananın sesi sedası ç ıkmaz olmuştu. Ağlamaktan h a rap düşmüş, adeta ne yaptığını, nereye gittiğini bilmez bir durumda hayvanın sırtına yapışmış gidiyordu. Başı göğsüne sarkmış, çevresine bakmıyordu bile. Gözleri, s a b a h karanlığında hayal meyal görülen soluk, tozlu yola dikilmişti. Bu kederli saatte erkekler de sessizdiler. Böylece kıvrım kıvrım yol boyunca güneye doğru yol aldılar, saat erken olduğu için henüz kapalı duran güney kapısına yaklaştılar.
Güney Kapısı 'nın önünde bekleşen çok kişi vardı. Ç ü n kü bu sabah bir sürü mahkûmun boynunun vurulacağı her yerde duyulmuştu ve insanlar bir seyir görmeye gelir g i bi çocuklarını filan alıp gelmişlerdi. Kapı açılır aç ı lmaz hepsi de içeri daldılar. Hep birlikte k a s a b a surlarının İçindeki açıkl ık bir yere yöneldiler. Daha şimdiden a landa, s a bahın bu erken saatinde büyük bir kalabalık birikmişti. Herkes birbirine sokulmuş, görecekleri ölüm sahnesini ' düşüncesiyle s u s m u ş bekliyordu. Küçük çocuklar anlamı t ık lar ı , is imsiz bir korkuyla ana babalarının eteklerine y a pışmışlardı. Aras ı ra bir küçük bebecik ağlamaya başlıyor, hemen susturuluyordu. Kalabal ık sessizl ik içinde, merakla, heyecanla göreceği olayın düşüncesinden hem zevk alıp hem nefret ederek bekleşiyordu.
Anayla iki erkek kalabal ığa karışmadılar. A n a :
— «Zindan kapısına gidip duralım,» diye fısildadı.
Biçare yüreciğinde hâlâ öyle bir umut vardı ki sanki oğlunu gözieriyle görünce bir mucize o lacak, en son dakikada oğlunu kurtarabilmek için bir çare bulacaktı.
Oğlu eşeğin başını zindandan yöne çevirdi. Z indana gittiler, üstüne c a m kırıkları serpilmiş yüksek duvarlı zindan kapısının önünde durup beklemeye koyuldular. Kapıdaki nöbetçi esneyip gerinmekteydi. Yanı başında, bitmek üzere olan mumlu bir fener yanıyordu. Mum eriyip akmış,.
234
kan kırmızısı, eğri büğrü bir yığın haline gelmişti. Sonra günün doğacağın ı belirten serin bir rüzgâr çıktı birden, zaten sonuna gelmiş olan mumu büsbütün söndürüverdi.
İşte bu tozlu sokakta ana eşekten indi, üçü birden beklemeye devam ettiler. Ç o k geçmeden içerde kımıltılar oidu, sonra taş üstünde yürüyen birçok ayakların sesi duyuldu, en sonra da bir bağır ış:
— «Açın kapıları!» Nöbetçiler hemen hizaya gelip, kapının yanına dimdik
dizildiler, tüfeklerini omuzlarına sımsıkı dayadılar, kapılar açı ldı.
A n a da dört açtı gözlerini, oğlunu görmek için. Kapıdan bir sürü kimse çıktı. İkişer ikişer birbirine bağlanmış delikanlılar. Her sıradaki iki tanesinin elleri urganla birbirine bağlanmış olduğu gibi, bu sıradaki iki kişiye de ayrıca bağlanmışlardı. İlk bakışta hepsini erkek sanırdınız oma, içlerinde kızlar da vardı. Yalnız, bunları ayırmak güçtü, çünkü saçlar ı kesilmişti, sırtlarında da erkek kılığı vardı. Yüzleri aynı deiikanlılarınki gibi pervasız, küstah olduğu için cinsiyetleri ancak dikkatli bakı l ınca o küçücük memeleri ve ince bellerinden belli oluyordu.
Her geçenin yüzüne birer birer, ayrı ayrı bakan ana birden kendi oğlanını gördü, işte, oracıktaydı yavrusu, b a şı önüne eğik, yanı başındaki kıza bağlanmış gidiyordu; s ımsıkı bağlıydı kızın ellerine elleri.
O zaman ana fırladı, oğlunun ayakları dibine attı kendini ve: «Oğlum!» diye bir inilti kopardı.
Başını kaldırıp oğlunun yüzüne baktı: S a p s a r ı bir yüz, dudaklar kül gibi beyaz, gözleri donuk donuk. Delikanlı anasını görünce daha da sarardı. Yanındaki k ıza bağlı olm a s a düşecekti. Ama, kız onu çekti. Ne düşmesini, ne de duralamasını istiyordu. Yerdeki ihtiyar, ak saç l ı kadını görünce genç kız gür bir kahkaha attı, yırtıcı, neşesiz bir kahkaha. . . Sonra yüksek, tiz bir sesle bağırdı:
— «Yoidaş, unutma ki ne anan ne baban var senin dünyada. Büyük amacımızdan b a ş k a sevdiğin hiçbir şey yok!»
235
Ve böyle diyerek gerici çekti, sürükledi, götürdü. Nöbetçilerden biri koşup anayı kaldırdı, yolun kenarı
na doğru itiverdi. A n a tozların içine yattı, kaldı. Mahkûmlar yollarına devam edip Güney Kapıs ı yönünde gözden kayboldular. Birden çı lgın gibi bir şarkı koptu ağızlarından, ölümlerine şarkı söyleye söyleye gittiler.
O zaman oğluyla yeğeni gelip anayı yerden kaldırmak istediler ama o bırakmadı. Bir süre inleyerek tozların içinde yattı. Düş görür gibi o garip şarkıyı dinliyordu ama. hiçbir şeyin farkında değildi. Biteviye inliyordu.
Gelgelelim pek fazla inlemesine de meydan verilmedi. Zindandan çıkan bir nöbetçi gelip tüfeğiyle onu iyice dür-tükleyerek:
— «Defol burdan, acuze!» diye haykırdı. Oğluyla yeğeni korktular. Anayı zorla a y a ğ a kaldırıp
eşeğine bindirdiler, yavaş yavaş köy yoluna yöneldiler. A m a , Güney Kapıs ı 'na gelmezden önce bir duvar dibinde biraz durup beklediler.
Derken kapı yönünden kükreyiş gibi yükselen bir g ü
rültü koptu. Bunu duyunca iki erkek önce birbirlerine, s o n
ra ihtiyar anaya baktılar. A m a , kadın bu sesleri duyduysa,
ne olduklarını anladıysa bile hiç belli etmezdi. Eşeğin üze
rine yığılır gibi oturmuş, gözlerini yerdeki tozlara dikmişti.
O haykırışları duyduktan sonra yollarına devam ettiler,
dört bir yönde dağı lmakta olan seyirci kalabalığına rastla
dılar. Erkekler bunların nerden döndüğünü bilmezlikten
geldiler. Ana da hiçbir şey görmez, işitmez gibiydi. Oğluy
la yeğeni seyircilerden bazılarının söylediklerini duyabili
yorlardı:
— «Şen şakrak öldüler, doğrusu, kahramanlar gibi! O cesur genç kızı gördün mü? En son dakikaya kadar şarkı söylüyordu. Kafas ı kopup yuvarlandıktan sonra bile d a ha bir an şarkı söylemeye devam etti, kalıbımı basarım!»
— «Hani gençlerden birinin kanı nasıl ta öteye kadar fışkırdı, farkına vardın mı? Kanı celladın ta ayaklarının üstüne sıçradı da cellat da küfretti.»
236
Bazıları gülüp duruyorlardı, yüzleri kızarmıştı. Baz ı ları da sapsar ı kesilmişlerdi. Anayla iki erkek kapıdan çıkarlarken yüzü kül gibi soluk duran bir delikanlı duvara yaslanıp başını öte yana çevirdi ve kustu.
A n a bütün bunları görüp duyuyorsa bile sesini çıkarmıyordu. Evladının artık ölmüş olduğunu biliyordu. Ölmüştü gayri , gümüşmüş, paraymış, ne işe yarardı? Ortada suçlu o lsa bile çatıp kınamak neye yarardı? Ananın şimdi gözünde tüten bir tek yer vardı. Evine, arka yoldaki o e s ki mezarl ığa gidip orada ağlamak istiyordu.
«Başka kadınlar gibi, üstüne kapanıp ağ layacak, kendi yakınlarımdan birinin mezarı bile yok. Bilmediğim bir eski mezarın üstünde ağlayacağım içimi boşaltmak için,» diye yüreği s ız layarak düşündü. Sonra bu yürek sız ıs ı da gelip geçti. Ana şimdi ya ln ızca ağlamak, içini boşaltmak istiyordu.
**
Evine varıp da eşekten indiği zaman büyük oğluna
yalvardı:
— «Beni köyün arkasına götür. Ağlamak istiyorum biraz.»
Yenge de ordaydı. Ananın bu sözünü duyunca başını sal layıp gözlerini kolunun yenleriyle silerek: «Bırak, a ğ l a sın biraz, zavallıcık,» dedi. «En iyisi o...»
Oğlu da s e s çıkarmadan anasını o eski mezara götürdü, otları yolup üstüste koyarak anası otursun diye yumuş a k bir yer yaptı. Ana oturup başını mezarın tümseğine yasladı. Bitkin bir yüzle oğluna baktı:
— «Biraz git de beni kendi halime bırak, ağlayayım,» dedi.
Oğlunun duraladığını duyunca içi dolup taşarak: «Bı
rak beni, a ğ l a y a m a z s a m ölürüm!» dedi.
Oğlu d a : «Birazdan ben gelir seni alırım, ana,» diyerek uzaklaştı. Anasını oralarda yapayalnız bırakmaya içi h iç razı değildi.
237
O gidince ana oturduğu yerden göklerin gitgide ay-dınlanışını seyretti. G ü n ışığının, o s a b a h hiç ölen olmamışças ına taptaze, altın rengiyle yeryüzüne serpilişini seyretti. Tar lalar yılın son ürünüyle olgunlaşmış, buğdaylar sapsarıydı , sarı güneş tarlaların üzerine dökülüyordu.
Ana oturduğu yerden derdinin kabarıp gözyaşlarını akıtarak zavall ı yüreğini rahatlatmasını bekledi. Başından gelip geçenleri, ölmüşlerini, ömrü boyunca ne kadar az g ü n görmüş olduğunu düşündü. Düşündükçe derdi kabardı. Bıraktı ana, derdi kabarsındı. Öfkesi kalmamıştı, gayri , hırslanıp çırpınması kalmamıştı. Bıraktı, kederi bildiği g i bi kabarsın, kederini içine sindirsindi. G a m yükünün kendini ezip yere geçirdiğini duydu sanki , içinin gamla a ğ ı z a ğ ı z a ( dolduğunu duydu, hoşnut oldu bundan. Ve gözlerini gökyüzüne doğru çevirerek kahır içinde:
— «Yeter mi bu bedel gayri?» diye bağırdı. «Verdiğiniz bu cezalar yetti mi?»
Sonra gözlerinden yaşlar boşandı. İhtiyar başını mezara yaslayıp yüzünü otların arasına gömdü ve ağladı.
O parlak güneşli sabah boyunca hep ağladı ana. Gördüğü mihnetlerin en küçüğünden en büyüğüne değin hepsini akl ına getirdi: Erkeği nasıl onunla çatıştıktan sonra çıkıp gitmişti; kızı nasıl ölmüştü de şimdi gelip onu elinden tutarak eve götüremezdi artık; küçük oğlan o vahşi kılıklı k ıza bağlanmış olarak nası l gelip geçmişti. Bütün ömrüne ağladı ana o sabah.
Derken daha onun ağlaması kesilmeden oğlu koşarak geldi uzaktan. Evet, güneşl i tarlaların arasından koşarak geldi. Bir yandan koşuypr, bir yandan da kollarını sa l layarak bağıra bağıra bir şeyler söylüyordu. Gelgelelim ana kendi derdine öyle dalmıştı ki onun dediğini hemen anlayamadı. D a h a iyi duymak için başını kaldırdı, o z a m a n oğlanın dediklerini aşılayabildi.
— «Ana, ey anal» diyordu. «Oğlum doğdu. Torunun doğdu, ana!»
238
mm
Bu sevinçli çağrıy ı duyunca ananın gözyaşlar ı kendi de farkında olmadan kuruyuverdi. Sendeleyerek a y a ğ a kalktı ve:
— «Ne zaman, ne zaman?» diye sordu.
Oğlu gülerek: «Şimdicik!» diye cevap verdi. «Şimdi-cik doğdu daha. Oğlan hem de, ömrümde böyle kocaman bebecik görmediydim. Öyle bir bağırıyor, bir, iki yaşında çocuk gibi, inan olsun!»
A n a elini oğlunun koluna koydu, bir yandan ağlarken bir yandan da gülmeye başladı . Oğlunun koluna yas lanarak a c e l e acele köy yolunu tuttu, kendi derdini unuttu.
A n a oğul evlerine, g e n ç ananın yattığı odaya gittiler. O d a , haberi duyup koşmuş köy kadınlarıyla doluydu. Fitne karı bile ordaydı. Köyün en ihtiyarıydı bu dedikoducu kadın şimdi, ihtiyarlıktan kulakları iyice ağır laşmış, sırtı iki büklüm olmuştu a m a , böyle bir haber duyup da gel-memezlik edemezdi y a ! Fitne karı, anayı görünce, hemen o çat lak sesiyle bağırdı:
— «Nasipli karışındır, neme gerek, kadın kardeş! Gayri talihin döndü sandıydım a m a , bak işte yeniden g ü n doğdu s a n a . Oğlunun oğlunu görmek nasip oldu. Benimse çektiğim cefalara karşıl ık gösterecek bir şu kuru kafam var...»
A n a hiçbir şey demedi. Çevresindekileri de gördüğü yoktu. Odayı görünce dosdoğru döşeğin başına gitti, eğilip baktı. Bebecik döşekte yatıyordu, bir oğlan ç o c u ğ u . Gerçekten de babasının dediği gibi, ağzını açmış, bağırıp duruyordu, ay parçası gibi, tosun gibi bir yavru. Uzandı ç o cuğu kucakladı ana, bağrına bastı, yepyeni bir hayatla kaynaşan o gürbüz vücudun sıcakl ığını duydu kendi teninin üstünde.
Ç o c u ğ u tepeden t ırnağa gözden geçirdi, keyifli keyifli güldü, sonra yeniden baktı torununa. Sonunda başını kaldırıp çevresine bakındı, gözleriyle yengeyi aradı. Yenge de torunlarından bir ikisini almış, yeni bebeciği görmeye gelmişti.
238
Onun gözleriyle karşı laşınca ana torununu havaya
kaldırdı, odadakilerin hepsini unutmuş gibi hem gülüp
hem ağlayarak, gözleri döktüğü onca gözyaşından şişmiş
olarak yengeye seslendi:
— «Bak, kardeşceğizim, bak! Demek günahım pek de öyle sandığım gibi büyük değilmiş, kadın kardeşim. Çünkü bak, oğlumun oğlu oldu!»
S O N
240