öyküsü hiç dile gelmemiş kadınlar
Transcript of öyküsü hiç dile gelmemiş kadınlar
ÖYKÜSÜ HİÇ DİLE GELMEMİŞ KADINLAR; ANNEANNELERİMİZ Derleyen
Prof. Dr. Berna Arda
Ankara
2013
İçindekiler Sunuş 1. Benim Mutia Nenem Berna Arda 2. Sevgili Çınarım Belkıs Birden 3. Bugüne Gelene Kadar Mehmet Demirci 4. Teşekkürler Öğretmenim Perihan Elif Bor Ekmekçi 5. Aneane; Totama Bak, Totama Banu Gökçay 6. Hiç Tanımadığım Anneanneme Gamze Özbek 7. Anneannemin Hayatı Nuray Soydan 8. Dirayetli Bir Kadın Emine Topçu 9. 1940’tan 2000’lere Anneannem Şerife Yılmaz Gören 10. Anneannemiz, Seher Süheyla Gümrükçüoğlu Eray Serdar Yurdakul Yazarlar hakkında
Sunuş Bu kitap; adları nüfus kayıtları ve belki resmi birkaç evrak dışında hemen hiç geçmemiş, öyküleri hiç anlatılmamış kadınlara, anneannelerimize ait. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ nde, Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı’ nda 1988’ den beri bir doktora programımız bulunmakta. Bu program içerisinde yürütmekte olduğum tarih metodolojisi dersinin bitirme ödevlerinde, son birkaç yıldır, öğrencilerimden bireysel bir tarih çalışması yaparak anneannelerini anlatmalarını istemekteydim. Dolayısıyla “neden bu yazıları bir araya getirmeyelim? Elbette yapabiliriz bunu” diye düşündüm. Aslında, biyoetik ve kadın açısından katkıda bulunmakta olduğum Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı’ nda, daha önce bir benzeri hazırlanmış bir kitap; sevgili Eser Köker’ in “Anneanne, Sırlarını Eskitmiş Aynalar” ı bana kaynaklık etti. Ne yazık ki, o dönem Eser’ in bu çalışmasına dahil olma fırsatını yakalayamamıştım, ama içimde bu eksikliği bir biçimde telafi etme düşüncesi yer aldı. Bu düşüncemi öğrencilerimle paylaştığımda onların da en az benim kadar heyecan duyduğunu mutlulukla gözlemledim. Dolayısıyla okuyacaklarınız, bir bölümü halen aramızda olan, bir bölümünü de kaybetmiş olduğumuz bu kadınların, daha önce hiç dile getirilmemiş yaşam öykülerinin torunlarının gözünden anlatılmasıdır. Yazıların kiminde anneyle birlikte yollara düşülerek bir başka kente gidilmiş, orada yeniden anneannenin kapısı çalınmış, üç kuşak bir araya gelerek yaşanmışlıklar üzerinde konuşmuş, onlardan arta kalanlar kağıda dökülmüştür. Yazıların kiminde ne anne vardır yaşayan artık, ne de anneanne; aile albümleri, başka akrabaların tanıklıkları, yazarların çocuk gözüyle anımsadıkları söz almaktadır bu kez. Kitapta yazarların alfabetik olarak sıralandığı on tane yazı bulacaksınız, yani on tane anneanne ile karşılaşacaksınız. Onlar Erzurum’ da, Kilis’ te, Bursa’ da, … her birisi Anadolu’ nun farklı bölgelerinde dünyaya gelmiş; yaşamış, çalışmış, evlerine, işlerine, evlatlarına emek vermiş; birkaçı dışında da artık bu dünyadan göçüp gitmişler. Bir kadın, bir eş, bir öğretmen, bir evkadını, bir anneanne…. olarak yaşarken nelerle karşılaştıkları, nelerle mücadele etmek zorunda kaldıkları, çevrelerinde nasıl algılandıkları belki de her birinin öyküsü bağlamında bu ülkede kadınlığın sosyal - kültürel algısı üzerine bizi düşündürecek, geniş bir çerçevede olmasa bile zaman içerisinde bir değişim ya da dönüşüm yaşanıp yaşanmadığı hakkında bir fikir verecektir. Öğrencilerimle tarih metodolojisi üzerine konuşurken, Plehanov’ un “Tarihte Bireyin Rolü” adlı eserini tartışırken; tarih bilgisinin, hele de biyografik tarihin, sadece “tanınmış kişilerin” yaşam öyküleriyle ve sadece onların bir hale olarak çevrelediği bir atmosferde inşa edilecek bir bilgi olmadığı düşüncesi üzerinde de durmuştuk. Dolayısıyla sözel tarih çalışmalarının da bu bağlamda son derece anlamlı olabileceğini vurgulamıştık. Bu yaklaşım ile, bir hocanın öğrencileriyle birlikte verdikleri ortak emeğin size e-kitap olarak
ulaşabilmesini sağladıkları için Ankara Üniversitesi’ ne, Bilgi Hizmetleri ve Yayınevi Koordinatörlüğüne teşekkür etmek isterim. Berna Arda Ankara, 26 Mart 2013
1. BENİM MUTİA NENEM Berna Arda Anneannelerimizi hatırlıyor muyuz? Bu satırları okuyanlar arasında anneannesi halen hayatta olanlar vardır hiç şüphesiz. Ne mutlu onlara. Ama şu anda orta yaş ve üzeri gruptaki pek çok insan için, anneanneler genelde yitirilmiş, sadece anıları geride kalmıştır. Ben de onu kaybedeli yıllar oldu. Ama ona ait bir şeyi hemen her an yanımda taşıyorum. Bu bir nikah yüzüğü; içinde rahmetli dedemin başharfleri ile 1932 yılına ait bir nikah tarihi kazınmış. Onu parmağımda her görüşümde bir kez daha sevgiyle anıyorum. Her bir ailenin tarihinde çok belirgin, bir o kadar da silik olay vardır elbette. Başarılar, mutluluklar, üzüntüler, yıkımlar… Geriye dönüp bakınca bir bölümü hemen akla gelirken, genelde sıkıntı vermiş olanların kolayca hatırlanmadığını biliriz. Peki bu tarihler “yaşanırken” kadınların yeri nerededir? Hiç düşündük mü bunun üzerinde? Kadınlar, emekleri çoğu kez görünmez olduğu gibi, kendileri de çoğu kez görünmezdirler. En azından bizim gibi toplumlarda. Bu bağlamda, kadını her alanda görünür hale getirmek için, toplumu çok daha yaşanılır kılmak için, birçok üniversitenin kadın çalışmaları birimlerinde yapılan alçakgönüllü, ama bir o kadar da önemli araştırmalar var. Bunların bir bölümü de sözel tarih çalışmaları. 90lı yılların ortalarından beri Ankara Üniversitesi’ nde “kadın çalışmaları” alanında akademik ürünler vermeye, bu alanda yetişen öğrencilerin eğitimine kendi adıma “çorbada tuz” kabilinden katkıda bulunmaya gayret gösteriyorum. Bu yazı denemesi de böyle kabul edilmeli. Mutia nenem için ağırlıklı kendi hatırladıklarım, ama bir çok kez annemin anlattıkları bana yol gösterdi. Kalemi bazı yerlerde kendi anneme vermeyi düşündüm, hatta bunu birkaç yıl önce önemli ölçüde yaptık da. Annem, son derece başarıyla üstesinden geldi bu sürecin; annesini yazdı. Ama, ölümünden bunca yıl sonra onu anlatırken, onlarca yılı kağıtlara geçirirken bu arada Mutia nenemin hatırasına ait yanlışlar yapabilmekten korktuğunu hissettim. Bunun üzerine onun yazdıklarını kullanmaktan vazgeçtim.
Mutia Nenem; resmen 1906 Kilis doğumludur. Muhtemelen birkaç yıl daha sonra doğmuş, ama nüfusa büyük yazılmıştır. Annesi Halep asıllı Emmun, babası Kilisli bir Türk Muhtar; onların en büyük kızlarıdır. Mehmet, Galip, Suphi adında üç oğlan ve Bedia, Sabiha adında da iki kız kardeşi vardır.
Çok büyük ve bahçeli bir evden, burada neneler, dedeler, kalabalık kocaman bir ailenin beraberce burada yaşadığından söz ederlerdi. Anne tarafı tekkeye gidip gelen, “tennure” giyen dönen dervişlerdir. Evin avlusunda yaşlıların Arapça, gençlerin Türkçe konuştuğu, Mutia’ nın üç oğlan üç kız kardeş olarak büyüdüğünü ekleyelim. Mutia’ nın babası rejide çalışmaktadır.En büyük kızının iyi yetişmesini ve iyi bir eğitim almasını istemektedir. Mutia dini eğitimin yanında ilkokula gider. Hocaları Lütfiye Kışlalı’ dan ve Saliha Hoca’ dan oldukça etkilendiğini anlatırdı. Kalabalıktan ve hele de gürültücü çocuklardan hiç hazzetmezdi. Yalnızlığı, sakinliği, hayal kurmasını, kitap okumasını çok severmiş Hatta annesi bir yakının cenazesine gittiğinde elindeki romana o denli dalmış ki, ateşteki eti unutmuş. Akşam annesi etin durumunu gördüğünde, babası “Hanım kızı sıkıştırma. Olur böyle şeyler” diye onu korumuş. Onun için de baba sevgisi, annesininkinden öncelikli olmuş. Mutia büyüyünce ud dersleri almaya başlamış. Ailede sanatın çeşitli yönleriyle yakından izlendiğini, hele de Türk Sanat Müziği’ ne yoğun bir ilgi olduğunu belirtmeliyiz. Alaaddin Yavaşça Mutia nenemin amca oğludur. Yavaşçaların kızı Mutia 23-24 yaşlarındayken şehrin en yakışıklı oğluyla, Kadri dedemle evlenmiş. Çeyizi Halep’ ten alınmış. Babası onunla Halep’e gitmiş ve nazlı kızının her istediğini almış. Nişanlılarken annesini kaybeden Mutia’ ya, bundan dolayı hep bir mahsunluğun hakim olduğu söylenirdi. Mutia’ nın tüm elbiselerini çok becerikli, usta bir terzi olan küçük kız kardeşi Bedia dikmiş.
Ben, nenemin sevgili torunu, onların alyanslarını taşıyorum, daha doğrusu Mutia neneminkini. İçinde Kadri Kınoğlu, sadece KK, 21. 4. 932 yazıyor. Kaç kez ellerimi yıkarken taşları kararmasın diye çıkarıp lavabonun kenarında unutmuşumdur, hatırlamıyorum. Ama her seferinde işyerinden birisi bulup getirmiştir unutmuşsunuz diyerek. Daha sonra artık bu kaçıncı oldu diyerek bir daha ellerimi sabunlarken çıkarmamaya karar verdim. Varsın kararsındı taşları, yüzüğü tümüyle yitirmekten çok daha iyiydi. Mutia 1930ların başında mahsun bir gelin olarak Antebe gelmiş Kilis’ den. Kınoğlular o zamanın köy sahibi, zengin bir aileymiş. Kaç- göç yokmuş. O da peçeyi atmış. Zaten oldum olası ondan nefret edermiş. O yüzden, bu yaşamı ilk önceleri tuhaf bulsa da, sonraları çok hoşlanmış, kendini peçesiz çok daha rahat hissetmiş. Büyük bir evde kaynana, kaynananın annesi ( mavi gözlü sarışın Fattum nene) bir arada oturmuşlar. Mutia nenemin kıskanıldığını, çünkü oğullarını onunla paylaşmak istemediklerini, bu konuların konuşulduğunu hatırlıyorum. Kimbilir ne çok yeni gelinin kabusu olmuştur bu durum. Bir adamı onun annesiyle, kardeşleriyle paylaşan, araya giren / yeni gelen kadın olmak. Mutia nenemin üç çocuğu olmuş; Emel, Kaya ve annem Zübeyde Şenel.
Mutia nenem ve Kadri Dedem, evlerinin avlusunda(hayat’ta) çocuklarıyla; büyük kızları Emel, oturanlar Zübeyde Şenel ve Kaya; arkada duran genç adam Fuat Amca(Kınoğlu); Antep, 1943-44 yılları Kadri dedemin çok şık giyindiğini hatırlıyorum. Annem elbiselerinin hep İngiliz kumaşından dikildiğini söylerdi.. Halep’ te annemin Zübeyde nenesinin çok büyük bir köyleri varmış, zira o Vahaboğlu ailesinin tek kızıymış, başka kardeşi de olmadığından köyün sahibiydi. Emirleri kanun gibi geçerli, hükümet gibi bir kadın gözümün önünde canlanırdı, annem ondan söz ettiğinde.
Mutia nenemin evde kaynana hükmünde bir ömür geçirdiğini; ayrı eve çıktığında da “duvar aşırı” yine ona çok eziyet ettiklerinin konuşulduğunu hatırlıyorum. Belki de tepkisel olarak çok sevdiği udu bir daha eline almadığı söylenirdi. Yazar Ülkü Tamer’ in annesi Fatma hanım, Mutia nenemin yakın ahbabıymış. Çok zengin bir kütüphanesi varmış Fatma hanımın, annem küçük bir çocukken o kütüphaneyi gördüğünü ve neredeyse büyülendiğini anlatmıştı. Fatma hanımdan okumak için ödünç kitaplar alan Mutia’ nın bunlara çok dalarak herşeyi unuttuğu günler olmuştur herhalde, ama aynı sevgi ondan kızına, yani benim anneme, ondan da bizlere geçmiştir. Bizler, dört kardeş, kitaba çok değer verilen, hatta baş tacı edilen, kitap kokusunun en sevilen
kokulardan olduğu bir ortamda büyüdük. Elbette Mutia nenemin bunda çok katkısı olmalı.
Mutia nenemin son derece titiz bir evkadını olduğunu annemden sıkça duyardık. Güzel yemekler yapar, ateş ütüsüyle lavanta kokulu çarşafları sıkı sıkı sardığı bohçalara koyup kaldırırmış. Çivitli çamaşırları ipe asılırken kirlenecek diye titizlendiği anımsanmaktadır. Bir gün muzip Leman yenge’ nin yukarı pencereden kopya kalem atıp o çamaşırları mahvettiğini; uzun süre aralarının limoni olduğunu anlatırdı annem. Kimbilir ne söylenmiş, hatta ne beddualar etmiştir Mutia nenem. Küçük kızı olan annemi hep kendi annesine benzetirdi. Çok çalışkan, titiz bir evkadınıymış Mutia nenemin annesi; ama tüm sıkışıklığa rağmen saçlarının arasına bir çiçek takmayı hiç ihmal etmezmiş. Geceleri iş yapar, gündüzleri gezermiş; arkadaşlarıyla, komşularıyla görüşürmüş. Mutia nenemin de çok şık giyindiğini, bunun aile sohbetlerinde konu edildiğini de hatırlıyorum. Güzel elbiseler, İstanbul’ dan kızkardeşi Sabiha’ dan gelen şapkalar, giysiler… Hatta annem küçükken annesinin “beyaz üzeri çiçekli şapkasını”, yılan derisi pabuçlarını, elbiselerini giyip, aynanın karşısında poz verdiğini anlatırdı.
Mutia Nenem, Kadri Dedem ve Annem; Kartopu çiçekleriyle Antep,1956
Misafiri hiç sevmediğini, hele de yemekli ve yatılı misafir gelince evde terör estirdiğini anlatırlardı teyzemle annem. O koşullarda yatak yapmak, tabak – çanak çıkartmak, sonra kaldırıp yeniden düzen kurmak kolay olmasa gerekti. Kadri dedemin “Yahu hanım, neden telaşlanıyorsun ? Dışarıdan yaptırırız” dediğini, zor yemeklerin dışarıda pişirtip getirildiğini söylerlerdi. Her ayın 23ü onun kabul günüydü. Çok uzun süre bu günlerde hem ikramın hazırlanmasında, hem de servisin yapılmasında biz kız torunlar devreye girerdik. “Artık cak cak titrorum” derdi Kilis ağzıyla, tepsileri taşıyamadığını ifade ederken, dolayısıyla bizler ona yardıma giderdik. En önce mutlaka Fehime Teyze gelirdi siyah kocaman çantasıyla. Akşamüzeri son konuk da gittikten sonra kimin kaç bardak çay içtiğini ve mutfakla salon arasında kaç sefer gidip geldiğimizi ablamla konuşurduk. O dönemin sosyal hayatında kadınlar arasında bu kabul günlerinin önemli bir yeri vardı. Onun sinemayı çok sevdiğini belirtmeliyim. Ülkü Tamer’ in yazılarında da sık sık geçtiği gibi Antep’ te ciddi bir sinema geleneği vardır, hani neredeyse
cinemateque gibi bir şey. Nakıp Ali ekolünün ayrı bir yeri vardır. Sinemanın büyülü dünyasından nenemin çok etkilendiğini, o atmosferin onu mest ettiğini söylemek yanlış olmasa gerek. Dedemi 1979’ da kaybettik, o sırada ben Gaziantep Lisesi’ nde öğrenciydim. Onun ölümünden sonra, Mutia nenem çok çöktü, ama kendi evinde yaşamaya devam etti. Birkaç geceliğine bize kalmaya gelse bile, evine döneceği sabah neredeyse ezanla birlikte kalkıp çantasını hazırladığını, başkarakoldaki fırından tırnaklı ekmeğini alıp biran önce kendi alıştığı ortamına dönmeyi iple çektiğini hatırlıyorum. Bayramlarda mutlaka arefe gününden ailemizin veliahtı biricik erkek kardeşimiz tarafından alınıp bize getirilirdi. Torunlara vereceği harçlıkları önceden hazırlamış olurdu, baş köşede olurdu hep yeri. Annemin onu hiç yalnız bırakmadığını; aradığı her an, gecenin, gündüzün hangi saatinde olursa olsun yanına gittiğini, işlerine yardım edip, herşeyiyle ilgilendiğine de tanığım. Burada oldukça hayırlı bir damat diyebileceğim babamın; eczaneye gitmeden önce her sabah annemi neneme bırakıp; annemin sobayı yakıp bulaşıkları toplayıp evi düzenlemesini bekledikten sonra tekrar annemi evimize götürdüğünü de ayrıca belirtmeliyim. Belki de tüm bu somut işlerden daha önemli olan aslında annemin tüm bu ziyaretlerinde annesine umut vermesiydi. O gerçekten azimli bir kadındı. Ne yatıp kaldı, ne de bakıma muhtaç oldu. Hatta felci bile yendi. Geçirdiği beyin kanamasından sonra bir ayağını sürüyerek de olsa, yürüme yeteneğini hiç yitirmedi. Para hesabını son derece titiz tutardı, hiç şaşırdığını duymadım. Öyle ki dört kardeşten üçümüzün Ankara’ da üniversitede okuduğu dönemde, Ankara’ ya her gidişimiz öncesi bizlere mutlaka harçlık verir, hattâ aslında bir kişiye ancak yetecek olan para ile “Arkadaşlarınıza bir şeyler ısmarlarsınız” derdi. Antep’ te Kavaklık mahallesindeki kutu gibi eve her yaz bir haftalığına konuk olurdum. Yaz gelip okul kapanınca eşyamı toplayıp, içimden sevinçler taşarak
Mutia neneme giderdim. Onunla ufacık balkonunda, ful saksıları arasında oturur sohbet eder, pişti oynardık. İyi bir aşçıydı, sade yağla yaptığı pilavların, Yahudi misafirin, heytalyenin… tadı unutulmazdı. Önceleri Kadri dedem de hayattaydı, sabah erkenden uyanıp kahvaltıyı o hazırlardı. Dedem öldükten sonraki iki yaz da bu alışkanlığımı sürdürdüm. Lise bitip de tıp fakültesini kazanınca, yolum Ankara’ ya düştü ve bu güzel nene- torun paylaşımları da bitti ne yazık ki. Kızım Aslı’ yı daha birkaç aylık ve henüz kundaktayken eşimle Antep’e Mutia neneme götürüp göstermiştik. Pek sevinmişti. Onu çok kararlı bir kadın olarak; aynı zamanda idareli, düzenli, evine- çocuklarına bağlı, oldukça gururlu ve tezcanlı bir kadın olarak, yaşama gücünü ve azmini hep koruyan bir kadın olarak tanımlayabilirim. 7 Nisan 1992’ de, yani öldüğü gün de yanında küçük kızı annem vardı. Huzurlu ve sakin olduğunu söylemişti annem, ölümden korkmadığını.
2. SEVGİLİ ÇINARIM Belkıs Birden Anneannem, Nimet Erdoğdu 13 Ağustos 1930 yılında Kırıkkale’nin Keskin ilçesinde dünyaya gelmiştir. Annesi Gümüşkesenler sülalesinden Hanife Hanım (1907-1978) Keskin’in Solaklı Köyü’nde doğmuştur. Babası Koloğulları sülalesinden olan Kamil Efendi de (1891-1956) Keskin’de doğmuştur. Varlıklı bir ailenin kızı, o zamanlar ‘’muhtar kızı’’ olarak bilinen Hanife Hanım, elinden her tür iş gelen, yetenekli, hareketli ve sert mizaçlı bir kadın olarak bilinmiştir. Uzun boylu, sarı saçlı ve renkli gözlü görünüşü ile dikkat çeken büyük dedem Kamil Efendi ise çalışkan, ”eski yazı” çevirileri yapan, yabancı dil öğrenimine meraklı, eşine nazaran yumuşak başlı ve yazı konusunda yetenekli bir kişi olarak tanınmıştır. Anneannem de sarı saçları ve renkli gözleriyle babasına benzemektedir. Babası Maliye’de gelir memuru olan anneannem, babasının işi nedeniyle Anadolu’nun çeşitli yerlerinde bulunmuştur. Hanife Hanım ve Kamil Efendi’nin en büyük kızları olan anneannem dışında üç çocukları daha olmuştur. İsimleri Tekmile (1933-2002), Yılmaz (1935-2007) ve Cahide (1943- )’dir. İlk olarak Keskin’den Ankara’nın Bala ilçesine taşınan aile burada birkaç yıl kaldıktan sonra Şereflikoçhisar’a yerleşmiştir. Anneannem de ilkokula Bala’da başlamış ve Şereflikoçhisar’da devam etmiştir. İlkokul dördüncü sınıfa kadar okuyabilmiş, ailesi tarafından çeşitli nedenlerle okuldan ayrılmıştır. Anneannem çocukluğunda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında büyük emekleri olan devlet adamlarından Atamız Mustafa Kemal Atatürk’ü ve İsmet İnönü’yü yakından görebilme, yaptıkları konuşmaları bizzat dinleme ve o dönemde yaşama fırsatını yakalamıştır. Tarihi net olmamakla birlikte bir gün anneannem, Atatürk ve İnönü’nün Aksaray’dan Şereflikoçhisar’a geleceği haberini alarak, öğretmenleri ve arkadaşları ile ellerinde bayraklarla onları karşılamaya gittiklerini, o alanda kurulan düzenle onları dinlediklerini ve çiçek verdiklerini bize anlatmakta ve o anın büyük sevincini bizlerle halen paylaşmaktadır. Şereflikoçhisar’dan tayin durumu sonucu yine bir Ankara ilçesi olan Çubuk’a yerleşen aile, bir süre de burada kalmıştır. Okula gitmeyen ancak kardeşlerinden (özellikle Tekmile olduğunu belirtiyor) eğitim konusunda destek alan anneannem, burada okuma-yazma ve hesap yapmayı biraz daha ilerletmiş, ev işleri ile ilgilenmiştir. O zamanlar arkadaşları ile dışarıda gezmekten, sinemaya gitmekten ve birbirlerine ev ziyaretlerinde bulunmaktan çok keyif aldığını belirtmiştir. 1954 yılına gelindiğinde anneannem, Kırıkkale’de akrabaları aracılığıyla tanıştırıldığı Hüseyin Avni Bey ile evlenmiştir. Dedem Hüseyin Avni Bey (1930-2002) tornacılık yapmıştır. Evlendikten hemen sonra Ankara’ya taşınan çiftin dört çocuğu olmuştur. İsimleri; Saadet (1955), Sinan (1957-1958), Hamide (1958) ve Bilal (1959)’dir. Sinan hastalanarak vefat etmiş ve bir yıl kadar az bir süre yaşamıştır.
Hüseyin Avni Bey ile on dört yıl evli kalan anneannem, aile içinde baş gösteren şiddetli geçimsizlik nedeniyle eşinden ayrılmak zorunda kalmıştır (1968). Bu durumun ardından üç çocuğu ile ailesinin yanına, baba ocağı olan Kırıkkale’ye tekrar dönüş yapmıştır. Anneannem o yıllarda çocukları, annesi, kardeşi (Tekmile) ve onun ailesi şeklinde geniş bir aile olarak, bir bölme ile ayrılan bir evi paylaşmıştır. Büyük ve güzel bir bahçesi olan o evin anıları, kalabalık çocuk nüfusun da etkisiyle, oradaki tüm hatıralar, bugün dahi bizlere anneannem ve ailenin diğer büyükleri tarafından anlatılmaktadır. Anneannemin çocuklarından kızı Hamide ortaokulu bitirdikten sonra evlenmiştir. Oğlu Bilal askeri sınavları kazanarak Kara Harp Okulu’nda eğitimine devam etmiştir. Büyük kızı Saadet ise eğitimine devam etmek istemiş ve Yozgat Eğitim Enstitüsü’nü (Sınıf öğretmenliği bölümü) kazanmıştır. Anneannem daha sonraki süreçte Ankara’ya taşınma kararı almıştır. Çocuklarından sırasıyla Saadet ve Bilal’ de evlenmiştir. Beş torun sahibi olan anneannemin torunlarının isimleri: Berna, Alparslan, Tuna, Belkıs ve Ahsen’dir. Torunu Tuna’yı kendisi büyütmüştür. Anneannem halen Ankara’nın Etlik semtinde ikamet etmekte, kendi dairesinde yaşamını sürdürmektedir. Komşularına gidip gelmekte, yürüme zorluğu dışında önemli bir rahatsızlığı bulunmamaktadır. Kendisine gelen misafirleri en güzel şekilde ağırlamayı seven, aynı zamanda güzel yemekler pişiren ve ziyarette bulunulduğunda yaptıklarını her fırsatta tattıran bir lezzet ustasıdır. Yaşadığı olayları, anılarını vakit buldukça bizlere anlatan anneannem, çocukluğumuzda bizlere hikayeler anlattığı gibi, şimdi de bizi kırmayarak ara sıra türkü söyleyerek, maniler öğreterek güzel sesiyle içimizi ısıtmaktadır. Diğer evlatlarına ve torunlarına olduğu gibi bana da hayatta her konuda yardımcı olmakta ve bunu her zaman en derinden hissettirmektedir. Teşekkür ederim, seni seviyorum anneanneciğim…
*Anneannemin nikahından bir fotoğraf. (1954)
*Anneannemin hamileliğinde ailesi ile çektirdiği bir fotoğraf. Fotoğraftaki kişiler soldan sağa
doğru, Hanife Hanım (büyük anneannem), anneannem, Ayşe Hanım (anneannemin teyzesinin
kızı) ve Tekmile Hanım (anneannemin kardeşi).
*Anneannemlerin bahçesinde ailesi ve komşuları ile çekilmiş bir fotoğraf.
Fotoğraftaki kişiler soldan sağa doğru, anneannem, Tekmile Hanım, Müjgan Hanım, Hanife
Hanım ve Havva Hanım.
Kaynaklar 1- Nimet Erdoğdu, özel görüşme
2- Cahide Erdoğdu, özel görüşme
3- Saadet Öncü, özel görüşme
4- Nüfus Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü-Ankara Yenimahalle Nüfus Müdürlüğü
3. BUGÜNE GELENE KADAR Mehmet Demirci
Anneannem şu anda Suriye topraklarında bulunan ve Yayladağı sınır kapısına yaklaşık
yirmibeş km uzaklıktaki bir Türkmen köyü olan, İsabeyli (El- isaviyye, Al- issawiyah) köyünde dünyaya gelmiş. Yer konusunda belirsizlik olmamasına rağmen, yaşıtlarının çoğu gibi, anneannemin de doğum tarihinde belirsizlik var. Ama önemli bir olayla ilişkilendirerek tahmini bir zaman söyleyebiliyoruz. Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden yaklaşık üç ay sonra dünyaya gelmiş. M. K. Atatürk’ün ölüm haberinin ne kadar sürede bu sakin köye geldiğini tam bilmiyorum ama; kara haberin tez yayıldığı bu dünyada görme özürlü ve iyi bir radyo dinleyicisi olan anneannemin babası, Hasan Bey’e en fazla birkaç günde ulaştığını düşünüyorum. Bu bilgilerle anneannemin 1939’un Şubat ayının ortalarında doğduğunu hesaplayabiliyoruz.
Anneannem doğumu dört gözle beklenen bir çocuk olmuş. Çünkü henüz iki yaşında olan
ablası, annesi, anneanneme hamileyken göle düşmüş ve boğularak ölmüş. Zaten kendisine ölen ablasının ismi olan “Ayşe” ismi verilmiş. Anneannemin, annesinin kendisine hamileliğine dair hiçbir zaman atlamadan bahsettiği bir ayrıntıdan ben de bahsetmeden yapamayacağım:
Görme özürlü olan babası, hamileliği sırasında -özellikle Atatürk’ün ölümünden sonra-
annesini, sık sık yanına alır, karnını okşar ve daha annesinin karnında olan Ayşe’yi, Atatürk’e olan sevgisinden dolayı “Kemal’im” diye severmiş. Oğlu olursa adını Kemal koyup Mustafa Kemal’in ismini yaşatmaya kararlıymış ama malum Ayşe dünyaya gelmiş.
Ayşe’nin hikayesini araştırırken anneannemin ve dönemindeki kız çocuklarının aslında
çocukluklarını tam olarak yaşayamadıklarını öğrenmek beni gerçekten çok üzdü. Sakin bir köy olan İsabeyli’de çocukluğunu geçiren Ayşe on üç yaşında kendisinden yaklaşık on yaş büyük olan, Keşiş (El-ğıssaniyye) Köyü’nden dedem Mehmet Hacıosman ile, kızların erken evlendirilmesi geleneğine göre, evlendirilmiş.
Anlatılanlara göre Mehmet yetim bir delikanlıdır. Yeşil gözlü, beyaz tenli. Yakışıklı mı
yakışıklı, yiğit mi yiğit. Bölgede yapılan güreş müsabakalarında sırtını kimse yere getiremez. Güçlüdür, yakışıklıdır ama çok fakirdir. İsabeyli Köyü’ne, yaklaşık on km uzaklıktaki Keşiş Köyü’nden, çalışıp ekmek parasını kazanmaya gelmiştir. Tarla bahçe işleri yapar, hayvanlara bakar. Bir gün yine hayvanları otlatırken yanık bir türkü tutturur. Bunu duyan ve görme özürlü olan Ayşe’nin babası Hasan Bey, genci yanına çağırır. Köyün zenginlerinden olan Hasan Bey, biraz konuştuktan sonra Mehmet’e yanında çalışması için teklifte bulunur. Mehmet’te kabul eder ve Hasan Bey’in yanında çalışmaya başlar. Dürüst ve çalışkan Mehmet’i çok beğenen Hasan Bey, taliplisi çok olan bu delikanlının damadı olmasını ister ve kızıyla evlenmesi için Mehmet’e teklifte bulunur. Mehmet’te bu teklifi kabul eder. Aslında köydeki bütün kızların dilindeki Mehmet’le evlenecek olmak Ayşe’yi de mutlu etmiştir ama bu durum, evlilik hakkında çok az fikri olan Ayşe için, bir evcilik oyununda, kendisine koca
bulmaktan farksızdır. Çünkü Ayşe, nişanlandığında henüz 11 yaşındadır. O kadar küçüktür ki nişan için alınan yüzük, yüzük parmağına geniş gelir. İşaret parmağına da olmayınca. En son başparmağında zorla da olsa durur.
İki seneye yakın bir süre nişanlı kalan ve 1951 yılının yaz aylarında düğünü yapılan Ayşe
henüz ergenliğe bile girmemiştir. Ergenliğe girene kadar, kocası Mehmet’in eli eline değmeyeceğine dair söz alındıktan sonra Keşiş Köyü’ndeki koca evine gider. Küçük Ayşe, gündüz, gelinin görevleri olan ev işlerini yapar. Gece ise verilen sözden dolayı, kaynanası Güldane Hanım ile uyur, ta ki birkaç ay sonra ergenliğe girene kadar.
Mehmet eve ekmek getirmek için çalışır çabalar. Bir düzen tutturmaya çalışan Mehmet
bir gün bir tartışmada anasına karşı Ayşe’yi savunur. Buna küsen Güldane Hanım daha önceden Türkiye’ye göçmüş olan annesi ve kardeşlerinin yanına kaçar. Ayşe’yi İsabeyli’ye bırakan Mehmet, anasının gönlünü alıp eve geri getirmek için Türkiye’ye gelir. Fakat annesi geri dönmeyi kabul etmez hatta oğlunu bile geri göndermek istemez. Bu yıllar Suriye için çok zor yıllardır. Savaştan çıkılmış hemen arkasından darbe olmuş ve henüz iç huzur tam olarak sağlanamamıştır. Türkiye’deki huzurlu ortam annesinin de Mehmet’in de dikkatinden kaçmamıştır. Mehmet de bu teklife sıcak bakar ama arkada Ayşe’yi bırakmıştır. Onun için dönmesi gerekmektedir. Bu arada köydeki üvey amcaları Mehmet’i hiç sevmezler ve rahat vermek istemezler. Zaten daha önceleri çalışmaya İsabeyli Köyü’ne gitmesinin nedeni de onlardır. O zamanlar Suriye’de Çam ağacı kesmenin cezası çok ağırdır. Mehmet Türkiye’deyken, bir çam ağacını kesip Mehmet’in bahçesine attıktan sonra jandarmaya ihbar ederler. Mehmet, Keşiş Köyü’ne döndüğünde zaten jandarma tarafından aranan bir adam olmuştur. Türkiye’ye kaçmaktan başka çaresi kalmamıştır. Hemen İsabeyli Köy’üne Ayşe’yi almaya gider. Ayşe’nin annesi Hülye(Hülya) Hanım kızının Türkiye’ye gitmesine razı olmaz. Ama babası Hasan Bey çoktan kızıyla helalleşmiştir bile. Annesi Hülye Hanım, son bir hamleyle kızına sarılır. Bırakmaya hiç niyeti yoktur. Ayşe “ Valla ana, ben, böyle yakışıklı kocayı nerden bulacağım, ben kocamla gidiyorum” der ve var gücüyle yaptığı bir hamleyle annesinin elinden kurtulur. Böylece Ayşe’nin Türkiye’ye yolculuğu başlar. O sıralarda Türkiye, Suriye’deki huzursuzluktan dolayı Türkmenler için kapılarını açmıştır. Ama yine de Suriye askerleri kaçak geçenler için ciddi bir tehlikedir. Tehlikeli ve maceralı bir yolculuktan sonra Türkiye’ye gelirler. Tabi Ayşe bu sırada hamile olduğundan habersizdir. O sırada Suriye’den gelenlerin genellikle yerleştikleri Mehmet’in dayısının ve annesinin de bulunduğu Hatay’ın Kırıkhan ilçesine giderler.
Mehmet’in dayısı Sabri Bey’de ekonomik imkanları kısıtlı birisidir. Ama yeğeni
Mehmet’i, küçük gelin Ayşe’yi ve kız kardeşi Güldane Hanım’ı evine kabul eder. Kalmaları için evinin yanında bulunan ahırı elden geçirip onlara tahsis eder. İmkanları çok kısıtlıdır. Altı ay kadar burada kalırlar. Ama bir tane döşekleri olduğu için Ayşe, Mehmet ve Güldane Hanım aynı yatakta uyurlar bu ahırdan bozma yerde. Bu sırada Ayşe yaklaşık on dört yaşındadır.
Mehmet, Kırıkhan’a gider gitmez dayısının da yardımıyla inşaatlarda iş bulur ve
çalışmaya başlar. Fakat şanssızlıklar peşlerini bırakmaz. O sırada Demokrat Parti hükümeti vardır. Demokrat Parti hükümeti Suriye’den gelen Türkmenlere -aile başına kırk dönüm olmak üzere- işlemeleri için, karşılıksız olarak tarım arazisi tahsis etmektedir. Fakat Mehmet’in dayısı Sabri Bey Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilçe teşkilatının önde gelen isimlerinden olduğu için Mehmet ve Ayşe çifti bu imkandan faydalanamazlar. Ama Mehmet yılmaz, çalışır çabalar ve evine ekmeğini getirir. En sonunda küçük bir arsa bulur ve içine topraktan bir ev yapar. Ayşe’sini ve anasını başkasının evinde sığıntı olarak yaşamaktan
kurtarır. Ama fakirlik hala diz boyudur. Döşek sayısı hala birdir. Ayşe hamiledir. Döşek toprak olan zeminden su çekmeye başlayınca döşeğin altına bir tahta bulunur. Topraktan evin kapısı bile yoktur. Bir çuval tutturulur kapının yerine. Zar zor bir soba alınır. Bu şartlar altında Ayşe, nur topu gibi bir erkek doğurur. “Mahmut”. Ayşe ilk çocuğunu dünyaya getirdiğinde henüz on beş yaşını doldurmamıştır. Fakat bebek bu şartlar altında sadece dokuz ay yaşar. Bu bebeğin ölümünden hemen sonra doğan kız bebek “Sebahat” da sadece dokuz ay yaşar ve ölür. Hemen arkasından yine hamile kalan Ayşe bu sefer altı aylık hamileyken bebeğini düşürür. Düşen bebeğin erkek olduğu, anlaşılmaktadır. Ayşe hemen akabinde yine hamile kalır. Doğan kız çocuk “Fatma” yine dokuz ay yaşar ve ölür. Aslında Mehmet bu süre içinde inşaat işinde gittikçe çıraklıktan ustalığa gelmiştir. Bunu evine de yansıtmıştır. Yine bu süre içinde ev gittikçe genişlemiş, güzelleşmiş. Döşek sayısı artmış. Gittikçe rahatlamalarına rağmen kaybedilen her bebek hayatlarını gittikçe karartmış. Evlerinin üzerinde kara bulutlar dolaşıyormuş adeta. Yüzler asık, moraller bozuk. Bebek cıvıltılarının ardını hep ağıtlar takip eder olmuş.
Geçen beş senede dört bebek kaybeden Ayşe, üzüntüden yıkılmış bir vaziyette beşinci
kez hamile kalmış. Artık güzel bir evlerinin ve iyi bir gelirlerinin olması bu aileyi mutlu edemiyormuş. Doğacak –artık sadece doğması da yetmez; dokuz aydan fazla yaşayacak- bir çocuk kaybedilen çocukları geri getirmez ama acıları bir nebze hafifletebilirmiş. Ve sonunda beşinci çocukta dünyaya gelmiş. Ve ailemizde her zaman anlatılan o hadise gerçekleşmiş: Dedem yani Mehmet, doğan erkek çocuğunu, anneannemin yani Ayşe’nin kucağından kaptığı gibi sokağa fırlar. Gökyüzünde dolunay vardır. Çocuğu gökyüzüne kaldırır ağlayarak ve bağırarak Allah’a yalvarır. Hem isyan, hem sitem bir aradadır: ”Bari bunu yaşat!!!”
Yaşasın diye ismi “Yaşar” konulur. Ve “Yaşar”, yaşar. Dokuzuncu ay da kazasız belasız geçtikten sonra derin bir oh çekilir.
Yaşar doğduğunda yıl 1959 dur. Ayşe yirmi yaşındadır. Ama Ayşe’nin doğum maratonu
adeta yeni başlıyordur. Yaşar’dan sonra tam dokuz kez daha hamile kalacak ve bunların ikisi yine düşükle sonuçlanacaktır. Hayatının geri kalan kısmında ise kalan sağlarla birlikte gülmüş, birlikte ağlamış, birlikte tarlalara gidip çalışmış ve çocuklarının dertlerine ortak olmuş. Annelik görevini en iyi şekilde yapmıştır. Sağlıklı doğan ve yaşayan çocukları Yaşar’dan sonra sırası ile:
1963-Süheyla (annem)
1966-Ahmet
1969-Nejla
1971-Fidan
1974-Güldane
1977-Bülent
1983-Selma
Ve nihayetinde son çocuğu Selma’nın doğduğu sene ilk torunu Mehmet’i (beni) kucağına almış ve aynı zamanda süt annelik yapmıştır. Şu anda yirmibir tane torunu vardır.
2006 yılında eşi Mehmet’i kaybeden Ayşe Yılmaz, hala Hatay’ın Kırıkhan ilçesinde çocukları ile birlikte mutlu bir şekilde yaşamaktadır.
4.
TEŞEKKÜRLER ÖĞRETMENİM1
Perihan Elif Ekmekçi
Öğleden sonra saat 4. Bodrum, Antalya gibi sıcak tatil kentlerinin en güzel saatleri. mevsim
kış bile olsa, deniz kenarında bir cay bahçesinde ince beli bardakta çay içip, ilik rüzgarı
yüzümüzde hissederek yaşadığımız bu ana şükredeceğimiz bir saat. Yüzümüzde hissettiğimiz
kış güneşinin yaşamın, sevginin, canlılığın dansını izlediğimiz saat.
Öğleden sonra saat 4. Erzurum’un kışında zifiri karanlık. Mahallebaşı’nın gecekonduları
arasında acele ve telaşlı adımlarla yaşamı, sevgiyi ya da canlılığı değil sadece korku, endişe
ve yalnızlığı iliklerinde duyumsayarak diz boyu karlara bata çıka yürüyen öğretmen Perihan
Hanim.
Aslında yalnız olmak onun için alışıldık bir durum. Küçücük bir kızken annesi Nazire
Hanımın elinden tutup, o sevdiği sımsıcak yuvasından ve bir daha hiç göremeyeceği
babasından ayrıldığından beri yalnız o. O güne kadar mutlu ve sıradan bir çocukluk yaşamıştı.
Posta müdürü Nazım bey ile güzelliği dillere destan Nazire hanımın biricik evladı Perihan.
Kırşehir o zamanlar küçücük bir kent, posta müdürü o kentteki bir kaç önde gelen memurdan
biri. Halleri vakitleri yerinde. Diğer evlere nazaran büyük, geniş bir evde, Nazım Beyin
dolgun sayılabilecek maaşı ile geçinip gidiyorlar. Ancak bir gün eve bir kadın daha geliyor.
Nazire Hanımın yüzü buğulu. Dudakları mühürlü. Küçük Perihan bir şeyler olduğunu anlıyor.
Bu yeni kadın herhangi bir misafir değil. Nazire Hanim hep ağlıyor. Nazım Bey akşam küçük
kızını kucağına alıp bir şeyler anlatmak istiyor. Bu misafir ile ilgili. Küçük Perihan anlamıyor.
Ertesi sabah Nazire Hanim Perihan’ı alıp evden ayrılıyor. Evin kapısı bildik tıkırtısı ile
kapanırken, Perihan için de bir dönem kapanıyor. Sıcacık yuvasının yarattığı güven ve aidiyet
duygusu yerini hiç dolmayacak bir yalnızlığa bırakıyor.
O gün bugündür yalnız Perihan. Merzifon’da dayısı Nüfus Müdürü İbrahim bey, eşi Semiha
Hanim ve altı çocukları ile beraber yaşamaya başlıyorlar. Dayısı ayni babası gibi, kasabada
sayılan sevilen bir üst düzey memur. Seniha Hanim, dayısının ikinci esi. İlk esi vefat edince
dayısının üç çocuğuna bakması için ailenin bulduğu genç ve güzel bir kızcağız. Seniha Hanim
evlendikten kısa sure sonra hamile kalıyor. Ardı ardına üç çocuğu oluyor. Böylece ev nüfusu
Perihan ve annesi ile beraber on kişi. Bir de kömürlükte yasayan akli bir gidip bir gelen 1 Anneannem Perihan Günalp hakkında yazıda kullandığım tüm bilgiler ve fotoğraflar teyzem Hülya Aşan’ın
sözlü aktarımlarından ve kişisel arşivinden edinilmiştir.
Mahzar abi var. Seniha Hanimin kardeşi. Mahzar abi en çok Perihan ablasını sever. Perihan
ablası her öğün ona yemek getirir, onu yıkar, soğuk gecelerin sabahında sobasını yakar.
Mahzar abi de eklenince, on bir boğaza bakıyor dayısı. Hiç sızlanmadan, söylenmeden,
Perihan’ı diğer evlatlarından ayırmadan büyütüyor. Her sabah gri takim elbisesi, fötr şapkası,
elinde taşıdığı siyah deri çantası ile işe giderken el sallıyor camdan bakan küçük Perihan’a.
Yıllar sonra Alzheimer hastalığının pençesine düştüğünde pijamasının üzerine taktiği kravatı
ve eline aldığı siyah çantası ile, aklınca işe gitmek için evden çıktığında bile unutmadı
İbrahim Bey camda onu yolcu etmek için el sallayan küçük kızı. Ona el sallamak için hep
başını kaldırdı ve pencereye gülümseyerek baktı.
Okumak, öğretmen olmak nedense aile içinde kabul edilmiş hiç tartışılmayan bir karar olarak
Perihan’ın kaderi olmuştu. Bir maaşla geçinmeye çalışan konak halkı yaşanan zorluklara
rağmen Perihan’ı ilkokul beşi bitirdiğinde İstanbul Çamlıca öğretmen okuluna göndermişti.
Bu, hayatın doğal akışı içinde varmış gibi hiç tartışılmadan, konuşulmadan, adeta herkesçe
önceden bilindiği üzere olmuştu.
Merzifon’dan trene bindiğinde tüm konak halkına el sallamıştı Perihan. Koskoca kara trenin
soğuk koltuklarında kah uyuyarak, kah annesinin yanına koyduğu haşhaşlı çörekten küçük
lokmalar çiğneyerek, kah camdan dışarıdaki birbirinin hep ayni ağaçları evleri izleyerek ama
hep yalnızlığını duyumsayarak uzun üç gün sonunda İstanbul’a vardığında yıllar sonra
Erzurum sokaklarında hissedeceği ürperti ile trenden indi. Koskoca İstanbul ve karşısında tek
başına ilkokulu henüz bitirmiş, eteği, ceketi ve elindeki küçük bavulu ile öğretmen olmaya
gelmiş küçük Perihan bu kararın nedenini yıllar sonra öğrenecekti.
Yüzbaşı kocası Hamza Bey akşam yemeğinden sonra hep Hoca diye hitap ettiği Perihan
Hanıma seslendi." Otur Hoca seninle konuşmak istediğim bir mevzu var". Yüzbaşı Hamza
bey sert, kararlı ve başarılı bir askerdi. Evde de, kışlada olduğu gibi az konuşur, kızları ve eşi
ile mesafesini hep korurdu. Perihan Hanim çekinerek elindeki tabakları masaya bırakıp, eşinin
yanına ilişti. "Bugün" dedi Hamza bey kelimelerin üzerine basarak "kardeşin ziyaretime
geldi." Perihan Hanim anlamamış gibi boş gözlerle baktı kocasının yüzüne. Küçük kızları
Hülya annesinin yüzünü hiç böyle görmemişti. Annesinin ifadesiz, boş gözleri onu
korkutmuştu. Perihan Hanim "kardeşim?" diye boğuk bir sesle konuştu. "Biliyorum Hoca ben
de önce inanmadım. Ama nüfus kayıtlarını getirmiş. Tetkik ettirdim doğru söylüyor. Tek
isteği seni görmek." Perihan Hanim Küçük Hülyanın önündeki tabağa uzanıp aldı. Onu da
diğer tabakların üzerine dikkatle koydu. Sonra tüm tabakları eline alıp ayağa kalktı. Mutfağa
doğru yönelirken kısık ama kararlı bir sesle konuştu. "benim kardeşim yok. "
Yüzbaşı Hamza Bey'in Hocayı ikna etmesi birkaç gün aldı. Perihan Hanim, onun ve annesinin
evlerinden ayrılmalarına, babasını yitirmesine ve tüm bunlarla beraber aidiyet ve güven
duygularını kaybetmesine yol açan o esrarengiz misafirin gizemini, kardeşi ile ilk
karşılaşmasından sonra çözmüş oldu. Önce birbirlerine uzaktan merhaba dediler. Sonra
Perihan Hanim yerinden kalktı, kardeşi olduğunu söyleyen genç adamın karşısında dikildi.
Onun gözlerinin içine baktı. O gözlerde babasının şefkatini, yuvasının sıcaklığını ve güvenini
aradı. Sonra genç adama sarıldı, bir daha bırakmamacasına sımsıkı. Küçük Hülya annesinin
göz yaşları arasında fısıldadığını duydu. "kardeşim".
İşte böylece öğrendi Perihan Hanim yıllarca babasının Merzifon’a gelip gittiğini, dayısı
İbrahim beye kızını görebilmek için yalvardığını ama her seferinde olumsuz yanıt alarak geri
döndüğünü, yinede her ay eski karısı ve kızının bakımı için gerekli parayı gönderdiğini ve son
ziyaretinde İbrahim beyden yine olumsuz yanıt alınca "sizden tek bir ricam var, lütfen
Perihan’ımı okutun" dediğini.
Çamlıca öğretmen okulu, Merzifon’daki konak kadar insan dolu, neşeli, hareketli. Perihan
burada da tıpkı konaktaki gibi kalabalığın içinde. Mutsuz, karamsar bir genç kız olmadı hiç.
Ailesinin özel durumunu beklenmedik bir olgunlukla kabullenip elindekilerle mutlu olmayı
seçti. Onu ne konakta ne de okulda yakınırken, kendisine acırken, ağlarken gören oldu.
Tersine neşeli, güler yüzlü ve ağırbaşlı bir genç hanım olarak bilindi.
Hızla akan yıllar sonunda mezun olup ilk görev yeri olarak atandığı küçük köy okulu. Okulun
yani başında muhtarın evinin hemen yanındaki lojmanda, sobanın kenarındaki yatağında
Perihan ilk öğretmenlik gününe uyandı. Biraz karnı açtı tabii ama henüz memleketten
gönderdikleri eline ulaşmadığından fazla bir yiyeceği yoktu. Özenle hazırladığı etek ceket
takımı giyip tek sınıftan oluşan okuluna gitmek üzere kapıyı açtığında muhtarın kızını
karşısında elinde kahvaltı tepsisi ile soğukta beklerken görünce hem sevinmiş, hem mahcup
olmuş hem de kendini o köye, çocuklara ve mesleğine ait hissetmişti. Artık kısacık hayatının
sonuna kadar Öğretmen Perihan hanımdi.
Köy hizmeti bitip Merzifon’a döndüğünde tanışmıştı Subay Hamza Bey ile. Hamza Bey
yakışıklı, uzun boylu, sert ifadeli bir askerdi. Komutanı ile beraber geldi Perihan Hanimi
dayısından istemeye. Kısa zamanda karar verildi ve nikah kıyıldı.
ilk evlatları Nazire Sema dünyaya geldikten kısa süre sonra, Hamza Bey'in Paris'e
görevlendirildiği haberi geldi. Perihan Hanim kararsız kaldı. Esi ile beraber Paris'e gitmek,
onu çok sevdiği mesleğinden ayrılacaktı. Ayrıca kızı henüz çok küçüktü. Hamza Bey'in tek
başına gitmesine karar verdiler. Ancak bir süre sonra Perihan Hanim fikrini değiştirdi. Kızı
Sema'yı Merzifon’da bırakıp, trene atladığı gibi Paris'e gitti. Bu kararının arkasında yatan
neydi bilinmez ama, veda ederken Seniha yengesine "garda beni karşılamazsa onu
boşayacağım" demesi tüm konak halkını telaşa sürüklemişti. Annesi Nazire Hanımın geçmişte
verdiği karar, Perihan Hanımın da neler yapabileceğinin bir göstergesiydi adeta.
Bir bahar akşamüstü, konakta Seniha yengesi komsu hanımların ziyaretine ev sahipliği
yapıyor. Hanımlar çaylarını içerken, Perihan kenardaki koltukta bebekleri ile oynuyor. Bu
arada kulağına ilişen ve hiç unutmadığı bir kaç kelime.. "pek güzel bir çocuk yavrum yazık
buna", "aman niye yazık oturmadı anası kocasının yanında git diyen mi olmuş ona?" "ikinci
karının yanında sığıntı gibi kalmak istememiş, onurlu kadın anası, çekmiş gelmiş işte" "aman
sanki burada sığıntı değil de" Perihan'ın kocaman gözlerle kendilerine baktığını gören
kadınlar huzursuzca toparlanıp zoraki gülümsemişlerdi. Bu konuşmayı büyüdükçe daha iyi
anladı Perihan. Annesinin kararını haksız bulmadı hiç. Ama kendisi için bir karar verdi aklı
erdiğinde. Eline mesleğini alacaktı. Hayat ona ne hediye ederse kabul edecekti. Ama asla ne
kendi ne de gelecekteki çocukları sığıntı olacaktı.
Neyse ki Hamza Bey Perihan Hanımı Paris kentinin garında muhabbetle karşılamıştı. Kısa
zamanda Perihan Hanim, Parisli subayların eşleri arasında saygın bir yer edinmişti. 2. Dünya
savaşı sonrası Paris, Perihan Hanımı oldukça etkilemişti. Öksüz yetim çocuklar devlet
tarafından sahiplenilmeye çalışılıyordu. Öğretmen açığı çok fazlaydı. Perihan Hanim kararını
verdi. O bir öğretmendi, buradaki kimsesizler de çocuk. Öğrenmeye aç, kimsesiz, cahil
çocuklar. Hamza Bey bir şartla izin verdi Hocanın öğretmenlik yapmasına. "para
almayacaksın" dedi. "Gönüllü çalışacaksan olur. Bu milletin muhtaç durumundan faydalandı
dedirtmem". Perihan Hanim kabul etti. Artık küçük Fransız çocukların Madam Günlap'i
olmuştu. Her gün okula gidiyor, elinden geldiğince faydalı olmaya çalışıyordu. Bir gün okul
dönüşü küçük bir dükkanı vitrininde çok güzel yakut taşlı bir kadeh takımı gordu. Altındaki
etikette "bir kilo un ile takas edilir" yazıyordu. Perihan hayatı boyunca pek yokluk
görmemişti ama böyle bir kadeh takımı alacak kadar çok parası da olmamıştı. Heyecanlandı.
Pariste esi ile konuklarını ağırlarken bu kadehler ile servis yaptığını düşündü, sevindi,
heveslendi. Ta ki akşam olup Hamza Bey ile konuşana kadar içi içine sığmadı. Hamza Bey'in
cevabı netti. "istiyorsan bir kilo unu ver ama karşılığında kadehleri alamazsın"
Paris’te bir yıl hızla geçti. Hem Nazire Sema’nın hasreti hem de öğrencilerinin sıcak
samimiyeti Perihan Hanımı iyice özleme sürüklemişti. Gerçi burada da öğretmenlik yapmıştı
ama o Madam Günalp olmayı bir türlü kabullenememiş, yavrularını kara gözlerindeki
samimiyeti, dillerindeki teklifimiz "örtmenim" nidalarını unutamamıştı.
Türkiye’ye geri dönüş, onları Konya’da Hamza Bey'in yeni görevinde karşıladı. Nazire Sema
büyümüş, ilkokula başlamış, kardeşi Hülya ayaklanmıştı. Perihan Hanim hem iki kızı hem de
evle ilgilenmek ve tayin edilme beklentisi nedeniyle mesleğine dönmemişti. Ne kadar
yavruları ve kocası ile mutlu olsa da beyaz tebeşirlerin tozunun havada uçuştuğu, odun
sobası ile ısınan buram buram onu çağıran okul kokusuna özlem duyuyor, ilk fırsatta
çalışmaya dönmek istiyordu. Kısa zaman sonra yeni tayin kararı ellerine ulaştı. Şark görevi.
Erzurum’a taşınmak hiç zor olmadı. Hamza Bey "askerin eşyası olmaz derdi". İki koltuk, iki
yatak, bir masa, bir kaç kap kaçak. Ancak bir eşya vardı ki, Perihan Hanım dahil evin bütün
kızları için ayrıcalıklıydı. Camlı büfe. Ceviz ahşaptan yapılma ustu aynalı, alt kısmı camlı
dolaplı büfe evin en değerli ve prestijli eşyasıydı. Taşındıkları her yeni tayin ilinde evin en
nadide yerine konur, itina ile korunurdu. Erzurum'da bir türlü ev bulamadılar. Bütün evler
kiralanmış, okullar açılmıştı. En kenar mahallede bir ev bulundu neden sonra. Müezzinin evi.
Müezzin, minareye tırmanmaya alışık olduğundan mIdIr nedir, evin merdivenlerine korkuluk
yapmamıştı. Elektrik de olmadığından karanlıkta merdivenlerden inip çıkmak adeta bir ölüm
kalım meselesiydi. Evin iki odası vardı. Kuzey odası yılda sadece bir ay, Temmuz ayında,
acılıyordu. Konumu nedeni ile çok soğuk olduğundan diğer zamanlar hep kapalıydı. Duvarları
soğuk ve nemden rengarenk yosun tutmuştu. Bu yosunlu duvar evin çocukları için hayalı bir
çiçek bahçesi, Perihan Hanim için ise bakmaya bile dayanılamayacak bir manzaraydı.
Bu küçük eve taşınırken erler az miktarda eşyayı eve çıkarmakta pek zorlanmamışlardı.
Ancak camlı büfe şekilsiz merdivenlerden bir türlü çıkarılamıyor, dar koridorun köşesinden
döndürülemiyordu. Hamza Bey sinirlendi. Büfenin camlarına birer tekme savurdu. Büyük bir
şangırtı ile camlar merdiven boşluğuna döküldü. Erler büfeyi gıcırtıyla duvara sürterek eve
soktu. Taşınma bitince cam kırıklarını merdivenlerden süpürürken Perihan Hanim ve iki kızı
ağlıyordu. Hamza Bey'in gözyaşlarını görmemesini dileyerek.
Taşınma biter bitmez Hamza Bey kuzey sınırına tatbikata gitti. O gider gitmez de kar bastırdı.
Henüz soba bile alınmamıştı. Perihan Hanim iki kızını birbirlerine emanet edip, müezzinin
evinin tahta kapısını dua ederek kapatıp soba ve kömür almaya çıkmıştı. Ama mahallebaşı
şehrin dışındaydı, vasıta bulmak çok zordu ve saatler hızla akıp gidiyordu. Hava karardı. İki
küçük kız birbirlerine sarıldılar. Ev soğuk, karınları aç, gözbebekleri karanlıktan kocaman
annelerini beklediler. Sema kardeşini avutmaya çalıştı ama küçük Hülya korkmuştu bir kere.
Başladı ağlamaya, Sema önce susturmaya çalıştı kardeşini, ama olmayınca o da sessizce
ağlamaya başladı. Hava nasıl kararmıştı, bu gece vaktine kadar anneleri niye gelmemişti.
Babaları tatbikattaydı, anneleri de gelmemişti. Korktular, birbirlerine sarıldılar. Neden sonra
kapıda annelerinin seslendiğini duydular. "Yetiştim yavrularım yetiştim. Sobaya aldım,
kömürde...yetiştim canlarım"
Hülya mahalle başı ilkokuluna yazıldı. Perihan Hanim kızını ilk gün okula bıraktığında erkek
sınıf öğretmenini pek gözü tutmamıştı. Sinirli mizacı her halinden belli öğretmene kızını
teslim edip eve döndü. O gece Hülya uyuyamadı. Öğretmeninin havaya kalkan eli, sıra
arkadaşının kıpkırmızı olan yanağı ve korkudan ıslanan pantolonu gözlerinin önünden
gitmiyordu. Okulun ikinci günü Hülya gitmek istemedi. "ben karar verdim okumayacağım
anne" dedi. Perihan öğretmen ne dediyse küçük kızını ikna edemedi. Sonunda "peki" dedi.
"madem okumak istemiyorsun sen de ev kızı olursun". Ertesi sabah erkenden uyandırdı kızını
Perihan Hanim. Bir ev kızının önce kahvaltıyı hazırlaması gerekirdi. Sonra ayaklarının altına
tabure koyup bulaşıkları yakmasını istedi. Arkasından yataklar toplanmalı, ev süprülmeliydi.
Bu işler bitene kadar öğlen oluvermişti. Öğlen yemeği, bulaşığı, akşam yemeği derken küçük
Hülya yorgunluktan nerede nasıl uyuduğunu bitmemişti. Ertesi gün Perihan Hanim kızının
önüne bir öbek kirli çamaşır, bir leğen dolusu su koydu. Bugün çamaşır günüydü. Arkasından
sonra bir gün önce yaptığı mutfak işleri de sırada bekliyordu. Hülyacık "ama anne
arkadaşlarım sokakta oynuyor bende çıksam" diye izin isteyince Perihan Hanim "onlar okula
gidiyor, ödevleri bitince oynuyorlar, sen de işini bitirince tabii oynarsın canım" diye yanıt
verdi. Ertesi sabah Hülya annesinden önce uyandı. Önlüğünü giydi ve okula gitmek istediğini
söyledi. Yalnız tek bir şartı vardı. Başka bir öğretmen.
Fatma öğretmenin, aynı Perihan Hanim gibi müşfik ve sevecen bir yapısı vardı. Hülyayı ilk
gün fark etti. Mahallebaşının diğer çocuklarından biraz daha farklı olduğunu hissetti onun.
Kimin kızı olduğunu sordu. Hülya "benim annem de sizin gibi öğretmen ama çalışmıyor"
dedi. Fatma öğretmen küçük Hülya’ya inandı inanmasına ama bir de Hülya’nın beşinci sınıfta
okuyan ablasına sordular müdür beyle. Evet Sema ve Hülya’nın annesi öğretmendi ve
çalışmıyordu.
Akşam yemeğinden sonra kapı çalınanca ev halkı şaşırdı. Hamza Bey temkinli bir tavır ile
önce araladı kapıyı. Karşısında mahallebaşı ilkokulunun müdürünü görünce hürmet ve telaşla
açtı kapıyı. "buyurun hocam hoş geldiniz, hoşgeldiniz" diye içeri buyur etti müdür beyi.
Perihan Hanim yan gözle küçük Hülya'ya sert bir bakış attı. Hülya küçüktü ama huyu biraz
çetindi. Ne yaptı da bu adamcağızı bu saatte eve kadar getirdi acaba? Aynı soru Hülya'nın da
aklını kucakladı. Ama o cevabı hemen buldu. Mesele kesin kurdele meselesiydi. Her kız
çocuğunun okula giderken kocaman bir beyaz kurdele takması gerekiyordu. Hülya, küçücük
kızların başlarından daha büyük, kocaman açmış bir çiçek gibi görünen bu kurdeleyi
takmaktan nefret ediyordu. Annesi zorla her sabah tokalarla başına tutturuyordu koca
kurdeleyi. Hülya attığı her adımda basının üzerinde sallanan bu anlamsız objeden nefret
ediyordu. Ablasının "yapma kardeşim kızarlar" diye uyarmasına kulak asmayıp, evden cıkar
çıkmaz kurtuluyordu başındakinden. Öğretmeninin de dikkatini çekmişti bu durum. Her gün
soruyordu "kızım kurdelen nerede?" Hülya’nın cevabı her zaman aynıydı "bugün çamaşır
günü öğretmenin annem kurdelemi yıkıyor". İşte dedi Hülya kendi kendine "müdür kurdeleyi
sormaya geldi". Usulca ablasının yanına gitti. Onun elini tutup bekledi. Her sıkıntısı
olduğunda bu eli yanında bulacaktı yaşamı boyunca. Onu her şeyden çok seven ve hep
korumaya çalışan ablasını.
Ama müdür beyin görüşmek istediği konu farklıydı. Babası ile kimsenin konuşamadığı kadar
cesurca konuşuyor "ben okulda sınıfa sokacak vekil öğretmen bulamazken siz nasıl Hocanımı
çalıştırmazsınız...buna müsaade edemem" diyordu.Hamza Bey iki kızına bakacak kimseleri
olmadığını, ayrıca tayininin muhtemelen koy okuluna yapılacağını...anlatmaya çalışırken
müdür bey, küçük kızların gözbebeklerini yerinden oynatacak gür sesi ile sözünü kesti Hamza
Bey'in. "haklısınız ama siz iki çocuktan ben ise yüzlerce çocuktan bahsediyorum. Bu vatanin
istikbali olan çocuklardan. Vatan evlatlarının Hocaya ihtiyacı var." Hamza Bey başını yavaşça
Perihan Hanım'a çevirdi. "Evrakların büfenin çekmecesine Hoca" dedi. "Getir ver müdür
beye". Perihan Hanim uçarcasına kalktı yerinden. Evrakları Mudur Bey'e teslim ederken
Hamza Bey, Müdür'e dönüp gülümsedi."haklısınız müdür bey". Perihan Hanım'ın tayinini
yaptırmak için Müdür Bey bizzat Ankara'ya gitti. Erzurum'un en güzel okulu Kültür
ilkokuluna tayini yapıldı.
Hamza Bey bu kez İstanbul'a kurmay okuluna gitmek için ayrılıyordu Erzurum'dan. Ama bu
kez ev halkı için hayat artık daha kolaydı. Perihan öğretmen alışveriş için hale gidince bütün
esnaf onu kapıda karşılıyordu. Öğrenci seçmezdi Perihan öğretmen. Yan sınıfın öğretmeni
komutan, kaymakam, memur ailelerin çocuklarını tercih ederdi. E nede olsa onlar daha temiz,
bitsiz oluyorlardı. Bir ihtiyaç olunca veliler yardımcı oluyorlardı öğretmen hanıma haliyle.
Perihan öğretmen okula ilk başladığı gün müdüre söylemişti. Onun için her çocuk birdi.
Ailenin kim olduğunun bir önemi yoktu. Böylece bütün esnaf çocukları Perihan öğretmenin
sınıfına geldi. "sen yorulma öğretmen hanim, ne lazımsa bebenin defterine yazıver ben
yollarım okula" diyordu manav Selami Bey. "komutanım geline kadar bize emanetsiniz"
Perihan öğretmen o sene Milli eğitimden takdirname aldı. Mesleğe olan özleme bağladı çoğu
kişi bunu. Biraz zaman geçince bu şevki azalır diye düşündüler ama öyle olmadı. Perihan
öğretmen o sene ve görev yaptığı tüm seneler boyunca hep takdirname ile ödüllendirildi.
Öğretmenlik onun için bir tutku, yasam bicimiydi adeta.
Bir sonraki tayin yeri Ankara olmuştu. Sema büyümüş liseye başlamıştı. Hülya ilkokul son
sınıftaydı. Balgat ilkokuluna atandı Perihan öğretmen. Balgat, Ankara'dan bir sabah bir de
akşam otobüs kalkan civar bir köydü o zaman. Hülya ve annesi ele ele tutuşup gittiler
Balgat'a. Okul ana binası dışında bir baraka sınıf yapılmıştı. Hizmetli, dışarıdaki bu barakanın
sobasını yakmayı çoğu zaman unuturdu. Çocuklar alışmıştı soğuğa. Ama bu sene birinci sınıf
okuyacaktı burada. Perihan öğretmen sınıfa girince ilk is sobayı yakardı sabahları.
İlkokulun birinci senesi özellikle köy okullarında zordu. Açık havada oynamaya alışmış
çocuklar için sınıfa kapalı kalmak çok zordu. Bu nedenle ilk onbeş gün sınıfın kapısını
kapatmazdı Perihan öğretmen. İsteyen çocuk istediği zaman çıkar biraz bahçede gezer gelirdi.
Onbeş gün sonunda okula alışıp öğretmenlerine güven duyunca kapı öğrencilerin hep bir
ağızdan verdiği "tamam örtmenim" onayı ile kapatılırdı. Bu sene de her şey böyle ilerlemişti.
Ama küçük Mehmet bir türlü yerinde duramıyor, artık kapı da kapalı olduğundan dışarı
çıkamıyor, ikide birde çöp kutusunun başına gidiyor ya da sırasının altına eğilip bir şeyler
yapıyordu. Teneffüste Perihan öğretmen Mehmet'i yanına çağırıp avucunu açtı. "seni
anlıyorum ama arkadaşların bu emdiği ağzında görürlerse seninle dalga geçebilirler. Onu bana
ver. Çekmeceme koyarım. Sen emmek istediğinde gel, ben sana vereyim. Bu ikimiz arasında
sır olsun" dedi. Mehmet emziği verdi. İki gün sonra öğretmeninin yanına gitti. "çekmecede
mi?" diye sordu. Perihan öğretmen etrafı kolaçan eder gibi bakınıp çekmeceyi Mehmet’in
görebileceği kadar araladı. Mehmet emziği görüp rahatladı. Mahcup gülümseyerek yanağına
bir öpücük kondurdu öğretmeninin. Bir daha hiç emmedi emziğini. İlkokul öğretmenini
kendisinden en çok ihtiyaç duyduğu şeyi alan kişi olarak değil, kendisini anlayan ve sırdaşlık
eden güvenilir bir dost olarak hatırladı hep.
İkinci ders teneffüsü diğerlerine göre biraz daha uzun olup adı "beslenme teneffüsüydü."
Perihan öğretmen herkesin evinde bulunacak gıdalardan bir menü hazırlamıştı. Her gün
kendisi de çocuklarla beraber aynı beslenmeyi getiriyor, beslenme teneffüsunde her öğrencisi
için ayrı ayrı diktiği kumaş peçeteler sıralara seriliyor ve karınlar doyuruluyordu. O günün
menüsü, beş zeytin ve ekmekti. Ama sınıfta alışılmadık bir hareketlilik, hoş bir koku vardı.
Perihan öğretmen sınıfa şöyle bir dikkatle bakınca Emine'nin sırasının üzerinde duran muzu
gördü. Diğer çocuklar da muzu fark etmişti. Kimi önemsemiyor gibi kendi yemeğine bakıyor,
kimisi de açıktan muza gözünü dikip bakıyordu. "Emine bize muz getirmiş çocuklar" dedi
Perihan Öğretmen. Emine, öğretmeninin bakışlarından, başka şansı olmadığını anlayarak
ikiletmeden muzu bıraktı öğretmen kürsüsüne. Perihan öğretmen muzu kırk iki parçaya ayırdı.
Kırk bir parça öğrencileri için, biri de kendisi için. Çocuklar zar inceliğindeki muz dilimlerini
ağızlarına attıklarında muzun tadını aldılar mı bilinmez ama önemli bir ders aldıklarını hiç
unutmadılar. O sınıfta her çocuk eşitti.
Henüz otuz dokuz yaşında bir göğsü alındı Perihan öğretmenin. Kanser sadece göğsüne değil
karaciğerini ve omurgasına da sıçramıştı. Ameliyattan sonra "on beş gün rapor yeter" dedi
Perihan öğretmen. Okula döndüğü gün bütün çocuklarını kar altında beklemekten başlarında
beyaz şapkalar gibi birikmiş kar öbekleri, ellerinde birer kır çiçeği ile bahçede buldu. Her
birine sarılıp öptü. Tek tek. Ertesi gün ateşi yükseldi. Bir süre savaştı Perihan Öğretmen.
Sonra sessizce yumdu gözlerini. Ardında onun izinden gidip öğretmen olan küçük Hülya ve
ona daima kol kanat geren ona ve dünyaya getirdiği kızlarına kendi ayakları üzerinde durmayı
öğreten Sema’yı bıraktı. Merzifon’da Seniha hanim ve İbrahim Bey'in evlatlarınının hepsi
Perihan ablalarının izinden gitti. Kızlar okudu. Öğretmen oldu. Erkekler ise subay.
Perihan Hanim Çamlıca Öğretmen okulunda
Paris'te diğer subay aileler ile birlikte
Konya'da Perihan Hanim ve Hamza Bey
Erzurum Kültür İlkokulu öğretmenleri toplu halde
Perihan hanim, Sema ve Hülya
Perihan hanim öğretmen arkadaşları ile Erzurum sokaklarında
Perihan Öğretmenin cenaze töreni, Balgat
5.
ANANE, TOTAMA BAK TOTAMA!
Banu Gökçay Ananecim,
Bursa’da benim ananem, uzakta, başka şehirde. Ananemi hatırlatır Bursa, havadaki kömür kokusu,
camdan bakılarak oynanan “bu araba benim” oyunu, hatıralar ve hatta takıp çıkarılan dişler …
Çocukluk yıllarımda İzmir’de yaşarken, sonra üniversitede İstanbul’dayken ve şimdi artık
Ankara’dayken, ananem hep tatillerde gidip gördüğüm, o yüzden çok özlediğim bitaneciğimdi. En son
şeker bayramında gidip görebildim; bir baksanıza kaç ay olmuş, yine çok özledim onu. Galiba
üniversite 2. sınıftayken staj için bir ay Bursa’da ananemlerde kaldığımda en uzun süre birlikte
geçirdiğimiz vakit olmuştu. Ananeciğim benim ya, beni dolmuşa kadar kendi eliyle gidip bırakmış, her
eve dönüşümde güzel güzel yemekler hazırlamış, stajımın son gününde de kendi yaptığı pasta
börekleri hastaneye getirerek bana kendimi küçük bir prensesmişim gibi hissettirmişti. Ben galiba hala
onun için küçük prensesim, aslında galiba değil, biliyorum öyleyim. Aaa bu arada, ananemle
geçirdiğim en uzun süre 1 ay değil 9 aydı; tabii ya anasınıfına gitmek istemiyorum diye ben 6
yaşımdayken annem beni 9 aylığına Bursa’ya ananeme bırakmıştı. En iyisi, ananemin hafızamda
bıraktığı her ayrıntıya hakkıyla yer verebilmek için her şeyi baştan ele almalıyım.
Öncelikle kısaca anemin özgeçmişinden söz edeyim. Ananem, annesi ve babası Bulgaristan göçmeni
olan, annesi o daha bebekken vefat eden, bu nedenle de babasının ona bakması için teyzesine emanet
ettiği 1933 Bursa doğumlu bir bayandır. Ananemin hikayesi biraz film gibi, teyzesini 5 yaşına kadar
kendi öz annesi biliyor, ta ki bir komşu çocuğu “bu o kız mı?” sorusunu sorduğunda ananemin
annesine gidip bunun sebebini sorup gerçeği öğrenmesine kadar. Ananemin babası vefat edene kadar,
yani ananem 7-8 yaşına gelene kadar her hafta gelip kızını görürmüş babası, ona ihtiyaçlarını, istediği
birkaç ufak tefek hediyeleri getirirmiş. Ananem onu köylü babası, teyzesinin eşini ise şehirli babası
olarak bilirmiş. Tabii çocuk aklı, bunda bir mantıksızlık olduğunu sezmemiş. Bana ananem bu
hikayeyi ilk anlattığında, ananemin gerçek annesinin farklı biri olduğunu öğrendiği zaman nasıl bir
tepki verdiğini sormuştum heyecanla. 5 yaşında bir çocuğun böyle bir gerçekle yüz yüze gelmesinin
çok travmatik, gerçek annesini hiç tanıyamamış ve hiç göremeyecek olmasının da çok üzüntü verici
bir deneyim olduğunu düşünmüştüm. Ananem ise o zamanlar bu tür trajik diye adlandırabileceğimiz
olayların her hanede olabildiğini, bunu o zamanın insanlarının garip karşılamadığını, bu yüzden
kendisinin de gerçeği öğrenme anını çok travmatik atlatmadığını anlatmıştı. Savaş sonrası, hiç yoktan
her şeyi var etmeye, toparlanıp üretmeye çalışan bir milletin evlatları olan ananemin neslinin, tabii ki
de bizim nesilden daha güçlü, daha dayanıklı olması sanıyorum ki kaçınılmaz oluyor.
Ananemin şehirli babası da öldüğünde annesinin, yani aslında teyzesinin ona “okuma yazmayı ve 4
işlemi öğrendin, bir kız çocuğu için bu kadarı yeterli” demesi üzerine ananem ilkokul 3’e kadar
okuyabilmiş. Aslında ananemin annesi de okuma yazma bilen, çocuklarını da okuması için teşvik eden
bir kadınmış, fakat büyük ihtimalle eşini de kaybettikten sonra onları okula gönderebilecek gücü
kalmadığı için ananeme böyle bir bahane söyleyerek onu okuldan almış. Ananem 16-17 yaşlarına
geldiğinde kısa bir süre bir konfeksiyon atölyesinde işçi olarak çalışmış ve 19 yaşında gelen
taliplerinden birine varmaya karar vermiş. Bu talip Emin Bey’miş; yani benim dedem. Kendisi de bir
göçmen ailesinin çocuğu olan dedemin babası Yunanistan’dan Bursa’ya geliyor ve dedem daha
bebekken önce annesi, kısa bir süre sonra da babası vefat ediyor. Dedem her ikisini de hiç
tanıyamamış, Çocuk Esirgeme Kurumu’nda büyümüş. O da liseye kadar okuyabilmiş, sonra bir
marangozun yanında çalışmaya başlamış. Ananeme talip olduğunda, çiçeği burnunda bir marangoz
ustasıymış. Evlenmişler, zengin bir bayanın büyük köşkünün bir odasını kiralayarak yaşamaya
başlamışlar. O ilk oturdukları evde, ilk zamanlarını neredeyse yokluk içinde yaşamışlar, annem de
orada dünyaya gelmiş. Ama gerçekten çok mutlularmış. Ananemle dedemin o zamanlara dair
anlattıkları anılarından biri şöyle; evliliklerinin 2. ayında İstanbul’a gezmeye gitmek istiyorlar. Bu
arada dedem gezmeyi çok sever, hala da öyledir ama eskisi kadar gezemiyor artık tabii, “ahh şu
gençlik olsa nerelere gidilir” diyor. Onların ilk gezi anısına dönersek, evet gezmeye gitmek istiyorlar
ancak ceplerindeki para çok az. O parayla almaları gereken bir sürü eksikleri var ama varsın olsun
sonra alırız deyip, atlayıp feribota bir güzel İstanbul’a gidip, gezip geri dönüyorlar. Bursa’ya geri
geldiklerinde, ananemin annesi ananeme kızıyor: “yavrum, çamaşır yıkamak için bir leğen almaya
bile paranız yok, siz hangi akla hizmet 3 kuruş paranızı da gezmelere harcıyorsunuz?”. Ananem o
çamaşır leğenini bir ay sonra alabiliyor, ama hala o zamana ait anılarından bahsederken, 1 ay daha
küçük bir kovada çamaşır yıkamak zorunda kaldığı için hiç üzülmediğini ve iyi ki de gezmeye
gidebildiklerini anlatır.
Evliliklerinin birinci yılında annem dünyaya geliyor. İşte aşağıdaki fotoğrafta annem 6 aylıkken,
annesi ve babası ile birlikte. Ananem ve dedem ilk çocuklarına az duyulan, çok kullanılmayan bir isim
vermek istiyorlar. Bir aylık bir karar verme sürecinin sonunda dedem Belkıs ismini öneriyor, ananem
de kabul ediyor. Ananem doğduktan 7 yıl sonra dayım, ondan 10 yıl sonra da teyzem dünyaya geliyor.
Dedem, çalışkan bir adamdır, özellikle de ilk çocuğu annem dünyaya geldikten sonra kendilerine ait
daha geniş bir ev satın alabilmek için sabah erken saatten gece geç saatlere kadar çalışıp ananemle
birlikte para biriktirmeye başlıyorlar. Dayım doğmadan kısa bir süre önce, 50 seneden daha uzun bir
süredir oturdukları 2 katlı mustakil bir Rum evi alıyorlar. Bir göz oda evlerinden sonra tabii ki bu ev
onlar için saray gibi oluyor; cumbalı oturma odası, yüksek tavanlar, büyük bir mutfak. Tavanlar o
kadar yüksekmiş ki, dedem daha sonra 2. katın tavanını daraltarak 3. bir kat çıkarıyor. Ben evin 2
katlı, yüksek tavanlı hallerine yetişemedim, ancak ananemin evi ile ilgili kendime has hatıralarım
benim de var, onlardan da ilerleyen satırlarda bahsedeceğim.
Ananem Fatma Hanım, dedem Emin Bey ve annem
Ananemin evlenip çoluk çocuğa karıştığı zamana kadar olan olan hikayesinden sonra, ben şimdi
anenemle ilgili kendi hatıralarına döneyim. Annem 29 yaşındayken, yani ananem 48 yaşındayken ben
onun ilk torunu olarak dünyaya geliyorum. Öncelikle, kendimi bir torun olarak önemli hissettiğimi
söylemeliyim, öyle hissettirildim; çünkü ailenin ilk göz ağrısıyım. Ailenin küçüğüydüm (o zamanlar),
etrafımdaki her şey de kocamandı o zamanlar gözümde. Ananemlerin evi de. Bir kat merdivenlerle
çıkılan, 3 katlı, çok eski bir Rum evi. O kadar eski ki, dedem evi aldıklarında 60-70 senelik olduğunu
söylüyordu. Bu durumda şu an ananemin evi 100 seneyi devirmiş bir ev oluyor. Evin önemli bir kısmı
ahşap, dolayısıyla yürürken, çamaşır makinası çalışırken hissedilir bir titreme oluyor.
-Anane, sizin eviniz yumuşak.
-O ne demekmiş bakıyım?
-Ee sallanıyor ya yürürken, özellikle de siz yürürken anane, siz büyüksünüz ya, daha çok sallanıyor o
zaman.
-Hay Allah Banu’cum, tamam evet bunu ben de sevdim, bizim evin adı yumuşak ev olsun bundan
sonra.
Ananemin evi yumuşak ya, o yumuşaklık evin ruhunda da var. Hem kalabalık, hem de sakin, hem
büyük, hem de samimi, hem yaşlı, hem de dinamik. O yumuşaklık, anane yumuşaklığı bence. Beni
kendisine çeken, evini de içinde kendisi olduğu için anlamlandıran. Ananem, kendisi sakin ama
kalabalık bir ev için yaratılmış, hem benim gözümde kocaman ama hem de yaşıtım bir çocuk gibi
samimi, hem yaşlı ama hem de torununa ayak uyduracak kadar dinamik.
Yumuşak evin sakini, canım ananeciğim benim. Düşünüyorum da, ananeciğimin bana ayıracak vakti
her zaman vardı. Onun çocukluğundan bahsetmesi bana çok ilginç gelirdi, “ne kadar çok sene geçmiş,
nasıl hatırlayabiliyor çocukluğunu” ya da “ananem nasıl çocuk olmuş ki, o çocuk olamaz; o anane”
gibi düşüneler gelirdi aklıma, o bana anlatırken anılarını. İlkokul 3. sınıftayken; bu hikayeyi her
hatırlattığında onda çok iz bıraktığını, okul yıllar denilince aklına ilk bu anının geldiğini belirtirdi hep;
çok sevdiği bir okuma parçası varmış. Müfredatta o okuma parçasına henüz gelmeden, ananem her
akşam kendi kendine evde okurmuş bu parçayı. Bir gün, sıra o okuma parçasını okuyup ertesi gün
öğrenerek okula gelinmesi gerektiğine gelince, ananem kendine güvendiği ve bu okuma parçasını da
çok iyi bildiği için evde okuma ödevini yapmamış. Ertesi gün okula gittiklerinde öğretmen ananemden
okuma parçasını anlatmasını istemiş. Ananem kendine son derece güvenerek anlatmaya başlamış; ama
parçanın orta yerinde geri kalan yarısını unutmuş. Öyle mahçup olmuş ki öğretmeninin ve sınıf
arkadaşlarının karşısında; hala anlatırken bu hikayeyi üzülüp kızarır. “Siz sakın öğretmeniniz size ödev
verdiğinde, ben bunu yapabiliyorum nasıl olsa diye ödevinizi göz ardı etmeyim, mutlaka çalışın” derdi
hep küçükken biz torunlarına.
Ananemin bana her zaman vakit ayırmasından bahsetmiştim ya; ilkokuldan önce ana sınıfındayken
ben artık okula gitmek istemediğimi söylemiştim anneme. Hatırlıyorum, bayağı ağlamış
mızmızlanmıştım. Bir çocuk 1,5 yaşından beri kreşe giderse okuldan soğur tabii. Annem de bana
kıyamadığı ve evde de yalnız bırakamayacağı için, o sene Bursa’ya ananemlere bırakmıştı beni. 2 okul
dönemi boyunca ben evde olmanın rahatlığını, ananemin yanında yaşamıştım. O zaman, keşke ananem
bizim evimize yakın olsaydı, ben hiç okula gitmek zorunda kalmazdım, ananemi özledikçe de tatil
olmasını beklemeden gidip onu görebilirdim diye düşünürdüm. Ananem her gece yatarken, takma
dişlerini çıkarır, onları kutusuna koyardı. Ben de onu dişsizken konuşturmaya çalışırdım. Çok hoşuma
giderdi o peltek konuşunca, muzurluk işte. Bir de ananemi hatırlatan bir koku vardı bana hep; Bursa
kokusu, havadaki kömür kokusu. İzmir’de bu kokuyu duymazdım, o zamanlar İzmir’i hatırlatan koku
o pis körfez kokusuydu. Neyse ki artık kokmuyor İzmir körfezi. İzmir’den her Bursa’ya gelişimizde
havada kömür kokusu duymaya başlasam, Bursa’ya yani ananeme yaklaştığımızı hatırlardım. Çok
hoşuma giderdi o yüzden kömür kokusu, içime bir huşu salınıverirdi. Bir de ananemim pide kebabına
yaklaştığımı hissederdim, o kokuyu duyduğumda. Onu bana bir tek ananem yapardı, aynı İskender
kebap gibi ama ramazan pidesiyle, evde yapılan versiyonu.
Bir de ananemlerde eski fotoğraflara bakmak, ya ne zevkli bir aktiviteydi. Bayılırdım, seneler
öncesinde şu an tanıdığım insanların ne kadar genç de farklı göründüklerine tanık olmaya, çok ilginç
gelirdi bana. Birincisi, ananemin kendi düğün fotoğraflarına bakmak;
-Anane ne kadar gençsin burada, ayrıca boyun daha uzun sanki.
-Evet Banu’cum, orada ben 19 yaşımdayım. Daha uzun görünmem de çok normal, çünkü insanlar
yaşlandıkça küçülürler.
-Neden anane, önce büyüyüp sonra küçülecek miyiz?
-Bir yaşa kadar büyüyecek, sonra öyle kalacak ve yaşlanınca da kemikler eğrilip büğrülmeye
başladığın da sanki küçülmüş gibi olacağız.
-Anane, dedem de çok genç bu fotoğrafta, sen eski fotoğraflarına bakınca ne hissediyorsun?
-Bilmem, yaşlandığımı hissediyorum galiba.
-Ben olsam, kendimin bu kadar değiştiğimi gördüğümde bana çok inanılmaz gelirdi.
-İnanılmaz değil yavrum, hayat bu.
İkincisi ise annemin çocukluk ve gençlik fotoğraflarına bakmak. Annem de benim gözümde hep
büyüktü, bir zamanlar benim gibi çocuk olduğunu dinlemek, hele ki yaramaz bir çocuk olduğunu
dinlemek masal gibi gelirdi bana. Annem ve yaramaz bir çocukluk mu, birbiri ile bir araya gelmesi ne
zor iki düşünce. O fotoğraflarda ananem, annem; annem de ben gibi görünürdü. Annemin de bir
zamanlar ben gibi göründüğünü görmek çok hoşuma giderdi. Ancak, annemle benim aramda bir fark
vardı, o çok zayıftı çocukken. Ananem, anneme kilo aldırabilmek için iğneciye gittiklerini, anneme her
gün balık yağı içirdiklerini, yemeğini anneme zorla yedirdiklerini anlatırdı. Ben bunları dinledikçe
“anane, sen anane olarak bana hiçbir şeyi yapmaya zorlamıyorsun ama anne olarak anneme bayağı
disiplinli davranmışsın” derdim. O da o sevimli takma dişlerini göstererek gülümserdi bana. Annem
ilk okul 4. sınıfa kadar çok zayıfmış, sonra yavaş yavaş kilo alarak toparlamış. Aşağıdaki fotoğrafta
annem ilk öğretmen çıktığı sene, 20’li yaşlarının başında, bir yaz günü Uludağ eteklerinde ananemle
birlikte kameraya poz veriyor. Fotoğrafı çekenlerin gölgesinin düştüğü fotoğrafta, o gölgelerden biri
de sanıyorum ki dedeme ait.
Annem ve ananem, annemin ilk öğretmen çıktığı senenin yazında Uludağ’da çimlerin üzerindeler
Yine Uludağ’da bu sefer kışın karlar üzerinde çekilmiş daha eski bir fotoğraf daha var. Bu fotoğrafta
anenem, annem ve dayım ile birlikte, annem sanıyorum ki lise yıllarının başında, dayım da ilk okul
çağlarında.
Dayım, ananem ve annem, Uludağ’da bir kış günü
Bir de, ananem pirinç ayıklarken, bir söküğü dikerken ve gazete okurken, her zaman taktığı
gözlüklerinin üstüne bir de yakın gözlüğünü takardı. İki gözlük üst üste. Bu görüntüyü ananemden
başka kimsede görmedim, tamamen ananeme özgü bir şey bu benim dünyamda. Benim için anane
demek, ince iş yaparken iki gözlük üst üste takmak demek.
Her tatillerde ananemlere gittiğimizi söylemiştim ya; tüm yaz tatillerimiz de ananemlerin yazlığında
geçerdi. Dik bir patika yokuş çıkılarak evin bahçesine ve evin bahçesinde de bir sürü merdiven
çıkılarak varılan bu evle ilgili hatıralarımın yarısı anane, yarısı da dedem ile ilgili. Cümbür cemaat
yapılan kahvaltılar, yenilen öğle ve akşam yemekleri. Hepsinin hazırlanışı ananeme ait. Yaz tatili, tabii
bir sürü boş vakit var. Nasıl değerlenecek o vakitler? Bir kere bahçede bir sürü meyve ağacı var, erik,
kiraz, vişne ama favorim incir ağacı. Hem tırmanması kolay, manzarası güzel, hem de yemesi en
zevkli meyve. Ananemin çok eski bir incir sepeti vardı, onu verirdi “bana bunu doldur, getir” derdi,
benim sıkıldığımı fark ettiği zamanlarda. Tabii sonraları ben kendim de gidip gidip ağaca tırmanıp,
incir toplar olmuştum her fırsatta, o ayrı. Ben pıtır pıtır ağaca tırmanır, mümkün olan en yüksek
mevkide, en geniş ve yüzeye yatay uzanan dalın üzerine oturur, ayaklarımı sarkıtır ve denizi izlerdim.
Bazen bu seyirler için ananem dedemden gizli onun dürbünü verirdi bana.
-“Aman deden duymasın, o gelmeden ağaçtan inip getir dürbünü olur mu yavrum?”
-“Tamam anane de, off görse n’olur dedem dürbünün bende olduğunu?”
-“Oouvvv, kızar kızar deden, malı kıymetli onun”
-“Sana da kızar mı anane?”
-“Kızar ya, önce bana sonra da sana kızar”
-“O zaman ben biraz bakayım hemen getiririm dürbünü anane, kızdırmayalım dedemi”
O bana kıyamaz, benim suç ortağım olma cesaretini gösterir, ben de ona kıyamaz dürbünle uzun uzun
seyir yapma keyfimden vazgeçerdim. İncirlerimi de topladıktan sonra elimde sepetimle iner, yukarı
eve çıkar, ananemle oturur onları bir güzel yerdik. Aslında ananemle otururduk ama ben yerdim
incirleri. O da çocukken kendisinin de ağaca çıktığını, eski anılarını anlatırdı bana. Ananemlerin
küçüklüğünde, Bursa’da herkesin evi müstakil ve bahçeliymiş. Herkesin bahçesinde de dut ağaçları
olurmuş. Dut mevsiminde her gün sırayla tüm mahallenin kadınları ve çocukları bir evin bahçesine
gider, dut ağaçlarının altına çarşaflar yayarlar ve herkes eline bir sopa alıp ağacın dallarına vurmaya
başlamış. Böylece çarşafın üstüne dutlar dökülürmüş. Ertesi gün başka bir evin bahçesindeki dut
ağaçları, bir sonraki gün de diğer bir evin bahçesindeki dut ağaçları bu muameleye tabi tutulurmuş.
Hem yapılan o iş paylaşımının ne kadar güzel olduğunu, hem de yardımlaşmanın da bu şekilde yaygın
bir şekilde yaşatıldığını anlatırdı ananem bana. Herkesin dışarıdan bakılınca küçük ama içine girilince
büyük dünyalarının olduğunu, imkansızlıklar içinde, imkanların verdiği mutluluklardan daha büyük
mutluluklara sahip olduklarını anlatırdı. “Bizim çocukluğumuzda insanlar tamahkardı, yokluğu bilirler
ancak varlık içinde yaşamaya özenmezlerdi” derdi. 1933 doğumlu olduğunu düşünürsek ananemin, 2.
Dünya Savaşı yıllarını görmüş; savaş alanlarında olan bitenlere bire bir şahit olmasa da, savaşın
getirdiği sefaleti o dönemde yaşayan her insan gibi o da yaşamıştı. Karne ile ekmek ve toz şeker
aldıklarını anlatır, şekerleri bittiğinde de çaya şeker yerine üzüm suyu koyduklarından bahsederdi. Ne
garip, sanki çok normal bir şeymiş gibi, tüm bunlar sanki daha dün olmuş gibi anlatırdı. Aradan 50
yıldan fazla bir süre geçmiş ama o günlerin yaşattıkları ananemin benliğinden hiç silinmemişti.
Sanırım, o dönemi yaşamış hiçbir insanın hafızasından silinmemiştir. Bu yüzden, ananem, dedem ve
onlar yaşındaki diğer insanlar, hayatta karşılarına çıkan sorunlara karşı güçlü bir şekilde ayakta
kalabilmek açısından bizden daha yetenekli ve donanımlılar. Şu an, mutlu olmak için, temel
ihtiyaçlarımızın çok ötesinde, her şeyin daha, hep daha fazlasını isteyip ancak bu daha fazlalara sahip
olmamız gerekiyor. Hal bu ki, en temel ihtiyaçlar, bir de sevdiklerimizin yanımızda olması yetse
mutluluğumuza, ananemin yaşına geldiğimizde bizim de hala yüzümüz her koşulda gülümsüyor olur.
Bu yüzden, ananemin hatıralarını dinlemek, şu an ki dünyama hiç tahmin edemeyeceğim mutluluklar
katıyor…
Yazlık günlerinde kalmıştık galiba en son. Sabahtan akşama, bir de günler de uzun, yapacak çok şey
var. Yazlıkta en sevdiğim aktivitelerden biri, sabah 6’da dedemle balığa çıkıp, 11-12 gibi eve
geldiğimizde ananemle o balıkları ayıklayıp pişirmekti. Balıklar ayıklanır, yıkanır, sonra altı-üstü
unlanır, içinde kızgın yağ olan tavaya koyulur, pişince de kendi emeğinle tutulmuş bu balıklar afiyetle
yenirdi. Ananem de afiyetle yerdi o balıkları, hep o yemekleri hazırlayıp pişirip bizim karnımızı
doyururdu ya, benim tuttuğum balıkları ananem yediğinde ben onun karnını doyuruyormuşum gibi
hissederdim. Pek bir işe yaramış olma, büyük bir tatmin duygusuydu o manzarayı görmek. Sevdiğim
aktivitelere verebileceğim ikinci örnek ise, ananemin bana tığ ile el bezi, banyo lifi örmeyi öğrettiği
zamanlardı. Ben çok eğlenirdim ama ananem öğretirken biraz zorlanırdı, çünkü sol elimle tuttuğum tığ
ona çok ters gelir, sanki elime tığ batıracağımı sanıp sürekli beni durdurmaya çalışırdı. O zamanlar
birkaç tane el ürünüm olmuştu, ben bayağı yetenekliydim yahu, ananemdi benim bu yeteneğimi de
gün yüzüne çıkaran.
Yazlık anıları arasında, ananemle yapılan yürüyüşlerin yeri ise bir başkaydı. Akşamları aşağıya,
iskeleye yürüyüşe gider, orada ananemle banklarda oturur, iskeleye yanaşan gezi vapurlarından inen
insanları izlerdik. Bazen ananem bana dondurma alırdı, bazen evden getirdiğimiz poğaçaları, bazen de
seyyar satıcıların gazete kağıtlarını koni şeklinde kıvırıp içine koyarak sattıkları çerezleri alır, onları
yerdik. Gün batımını seyrederdik. Derler ki, insan her sene en az bir kere gün batımını izlemelidir,
ruhunu dinlendirir. Ben galiba tüm ömrüme yetecek kadar gün batımı izlemişimdir ananemle. Gün
batımını izlemek ne güzeldir hakikaten, hele bir de yanında ananen olunca, tadına doyum
olmaz…”Anane, bu yaz yine gidip Kurşunlu sahilinde seninle gün batımı izleyelim olur mu?”…
Ben hep ananemi anlattım kendi gözümden, bir de onun gözünden ben nasılım acaba kısmı var. Torun
olunca, hele bir de ilk torun olunca, sanıyorum ki o ilk anane olma tadını yaşattığım hallerimle
hatırlanıyorum hep. Ananemlerin evinden her ayrılışımızda, ananemin gözleri dolar, bana der ki “sen
hala o altı bezli, bacaklarını attıra attıra giden minik kızsın benim için, büyümedin ki hiç”. Onun beni
hep hatırladığı hallerim, Kadriye Teyzem, annemin kuzeninin düğünündeki halim kadar olacak.
Burada 2 yaşımdayım, büyüsem de ananemin gözündeki halim. En solda lise çağlarında
teyzem, bilgisayar mühendisliği okuyan üniversite öğrencisi dayım, Ramiz Amca, Kadriye
Teyze, annem, ananem ve en önde ben
Ananemi, o sevgi seli içinde gözleri yaşlı görünce, gitmeyeyim de hiç gözleri dolmasın
ananemin, hep yüzü gülsün isterim. Onun beni her uğurlayışında nemli bakışlarını görüp hem
hüzünlenirim, hem bu kadar sevildiğim için kendimi şanslı hissederim. Bir de ananemin beni
karşılayışları vardır ki, büyük ihtimalle bana kapıyı her açışında ben ona “anane totama bak
totamaa” diye sesleniyorumdur. Bunun doğrusu, “anane, annemim aldığı ve hemen saçıma
taktığım şu yeni tokama bak” şeklinde izah edilebilir. Ben 2 yaşlarındayken bir gün annemle
çarşıya çıkmışız, annem bana çok beğendiğim bir toka almış ben de eve dönmeyi
bekleyemeden o tokayı hemen saçıma taktırmışım. Sonra koşa koşa ananemlerin evine gidip,
ananem kapıyı açınca da “anane totama bak totamaa” diyerek mutluluğumu coşkuyla
anenemle paylaşmışım. Bu çok sevimli bir anıdır, ananem de bu anıyı pek sevimli anlatır. Bu
sevimli anıyı bir adım ileriye taşıyabilmek için evlendikten sonra eşim Cihan’la ananemlere
ilk ziyarete gittiğimiz gün, ananem kapıyı açar açmaz ananeme Cihan’ı işaret ederek “anane,
kocama bak kocama” diye espri yapmıştım. Hem çok gülmüştük, ananem de gülmüştü ama
bu sefer gözleri nemli değil, gözlerinden o nemler süzülürken. Ah ananeciğim; o gözlerinden
akan mutluluk yaşlarına karışıp ben de yanaklarından süzüleyim…
6. HİÇ TANIMADIĞIM ANNEANNEME Gamze Özbek
Anneannem Müsebbiha OLGUN BENLİ, 1910 yılının Mart ayında Eskişehir Alpu
ilçesi, Rıfkıye Köyünde dünyaya gelmiştir. Babası Mehmet Efendi 1856-1877 Osmanlı-Rus
Savaşları sonucunda Kafkasya bölgesinden Anadolu’ya göç eden Nogay Türklerinden Osman
Efendi’nin torunudur. Annesi Gülbahar Hanım ise; 1880 yılından itibaren Rusların
Kafkasya’yı işgali üzerine Anadolu’ya göç eden Karaçay Türkleri’nden Ali Efendi’nin
torunudur. Her iki aile Eskişehir’in Alpu İlçesi Rıfkıye Köyü’ne yerleşmiş ve burada
çiftçilikle uğramışlardır. Köy yaşamında birbirleri ile yakın ilişkiler içinde olan iki aile
torunları Gülbahar Hanım ile Mehmet Efendinin evlenmelerini münasip görüp, akraba bağları
ile varlıklarını birleştirip, güçlenmek istemişlerdir. Gülbahar Hanım ile Mehmet Efendi’nin
tek çocukları olan anneannem 1910 yılında doğmuştur. Babası Mehmet Efendi kızına
Osmanlıca “sağ elinin ikinci parmağı, şehǎdet parmağı” anlamına gelen “Müsebbiha” adını
vermiştir.
Anneannem babası Mehmet Efendi’yi çocuklarına tek bir anıda anlatabilmiştir.
Kurtuluş Savaşının Sakarya Meydan Muhaberesi sırasında 14 Ağustos 1921’de Haymana
istikametinde Yunan Ordusu ile savaşan Türk Ordusu’na, erzak götürmek için evden
ayrılırken avucuna bir avuç şeker bıraktığı andır. Babası bir daha eve geri dönememiştir. Türk
Ordusu’nun ve halkının silahça üstün bir kuvvete karşı kazanılmış bir savunma, direnme ve
tükenmeme kahramanlığı olarak sonuçlanan bu zaferde şehit olduğu düşünülmektedir.
Babasının ölümünden sonra anneannem annesi ile beraber köyde yaşamlarını
sürdürmüşlerdir. 18 yaşına gelince akrabaları tarafından Mevlüt Efendi ile evlendirilmelerine
karar verilmiştir. Mevlüt Efendi’de kendi gibi küçük yaşta yetim kalmış, akrabaları tarafından
Haymana’dan Eskişehir’in Rıfkıye Köyü’ndeki tarlalarda çalıştırılmak için getirilmiştir.
Mevlüt Efendi’nin dedeleri de Kafkasya’dan Anadolu’ya göç etmiş olan Abaza Çerkez Türk
topluluklarından olduğu söylenmektedir. Maddi olarak zengin bir aileye damat olarak gelen
Mevlüt Efendi artık tarlalarda rençber olarak çalışmamakta, kendisi rençber çalıştırmaktadır.
Çerkez halkının karakteristik özelliği sayılabilen at ve silah sevdasına tutulmuş, bir at ve bir
silah karşılığında değerinden çok fazla eden tarlaları verebilmiştir. Bu tutku ve uygunsuz
alışveriş ailenin mal varlığını azatmış, daha sonraki yıllarda fakirlik durumuna düşürmüştür.
Müsebbiha Hanım ile Mevlüt Efendi 1934 yılında Soyadı kanunu ile “Benli” soyadını
almışlardır. Melahat (1927), Oral (1932), Sebahat (1935), Erol (1935) ve Meşküre (1955)
isimlerinde beş çocukları olmuş, köyde çiftçilik ve hayvancılık yaparak yaşamlarını
sürdürmüşlerdir.
Müsebbiha Hanım bembeyaz yüzü, uzun saçları, uzun ve ince yapısı ile göz
kamaştıran bir güzelliğe sahip, komşu ve akrabalarına yardım etmeyi seven, birileri hakkında
kötü konuşmaktan sakınan, sabaha kadar nerdeyse durmadan evde, bahçede, tarlada çalışan,
çalışmaktan yorulmayan biriymiş. Çarşaf giyer, çok iyi at biner, silah taşırmış. Akrabaları
tarafından aksi, memnuniyetsiz, huysuz biri olarak tanımlanan eşi Mevlüt Efendi’nin zaman
zaman kötü davranışlarına maruz kalabilirmiş. Bir defasında bu kötü davranışlardan birisi
boşanmaya kadar gidecek kadar şiddetli olmuş fakat ailesi ve çocukları için fedakâr ve
cefakâr Anadolu kadınının “erkek evin reisidir, koca döverde severde” diyen tipik ezilmişliği
içinde bu davranışlara yıllarca katlanmıştır. Sabah ezanıyla evde çalışmaya başlar, öğlene
doğru tarlaya gider, akşam karanlığına doğru tarladan döner, evde tekrar yatana kadar
çalışmaya devam edermiş. Eşi ise tarlada çalışmaz daha çok köy kahvesinde, evin bahçesinde,
atlarıyla vakit geçirir, hemen hemen her akşam eve misafir davet etmeyi severmiş. Bu nedenle
Müsebbiha Hanım bütün gün tarlada çalışmanın arkasından akşamları da evde misafir ağırlar,
onlara hizmet edermiş. Misafirler için bir gecede 7-8 tavuk kesildiği, yemekler hazırlandığı
olurmuş.
Yıllarca süren köy hayatı, kızları Melahat, Sebahat’ı evlendirdikten sonra (1965)
Eskişehir merkeze taşınmaları ile son bulmuştur. Eşi Mevlüt Bey ise şehir hayatını sevmemiş,
daha çok köyde yalnız yaşamıştır. Oğlu Erol ve kızı Meşküre’nin üniversiteye başlaması
(1972), ailenin yaşadığı fakirlik durumunun artması nedeniyle büyük oğlu Oral ile beraber
Bursa gitmiş burada İpek fabrikasında çalışmaya başlamıştır. Kazandığı paralarla çocuklarını
okutuyor, eşine harçlık gönderiyormuş. Büyük oğlu Oral’ı evlendirip, okuyan çocukları
tahsillerini bitirince çalışmayı bırakmış, oğlu Oral’ın yanında kalmaya başlamıştır. Eşi Mevlüt
Efendi ise zaman zaman köye gider, zaman zaman yanlarına gelirmiş.
Yıl:1957 Eskişehir, Alpu İlçesi, Rıfkıye Köyü, Benli Ailesi evlerinin avlusunda.
Küçük kızı Meşküre tahsilini bitirip, 1975 yılında Ankara’da Erkal Özbek’le evlenmiş, 1976
yılında doğan torununa bakmak için yanlarına gelmiş ve 14 Ağustos 1976 yılı öğle saatlerinde
kızı ve damatı işteyken torunu Sebiha Özbek’in yanında uyurken hayata veda etmiştir. 66
yaşında hayata veda ederken bilinen herhangi bir sağlık problemi olmadığı söylenmektedir.
Ailesi ve akrabaları tarafından yanında son nefesini verdiği torunu Sebiha bir çok yönden ona
çok benzetilmektedir.
Ruhu şad olsun. Kaynaklar
1. Bircan Benli’nin (Torunu) soy ağacı çalışmaları (2005- )
2. Melahat Ünal (Kızı) ile görüşme
3. Erol Benli (Oğlu) ile Görüşme
4. Meşküre Özbek (Kızı) ile Görüşme
5. Seyfi Olgun (Amcasının torunu) ile Görüşme
6. Benli ve Olgun ailesinin nüfus kütük örnekleri
7.
ANNEANNEMİN HAYATI
Nuray Soydan
Anneannem AYŞE AYDOĞAN YAŞAR, Niğde’nin Çiftlik ilçesine bağlı Sultanpınar
Köyü’nde Cumhuriyetimizin kuruluşunun 12.yıldönümüne rastlayan Temmuz ayının ilk
haftası dünyaya gelmiştir. Annesi Asmasız Köyü’nden Mulla Gamberler sülalesinden Potuk
Zöhre’dir. Babası Mehmet, Sultanpınar Köyü’nde Kel Tahir olarak bilinen birinin oğludur.
Anneannem yine aynı köyden bazı kaynaklara göre Sertevi, Sertuşağı (bazı rivayetlere göre
Siirtuşağı) gibi lakaplarla anılan Samırali’nin (sarıya çalar kızıl renginden dolayı) en küçük
oğlu Cemal ile ömür boyu süren bir izdivaç yapmıştır. Bu izdivaçtan sekiz kızı ve bir oğlu
olmuştur.
Anneannem uzun boylu, siyah saçlı, siyah gözlü tipik bir Anadolu kadınıydı. Gözünün
önünde bir ben vardı. El çevikliği ve kıvrak zekasıyla yapamayacağı bir iş yoktu. Gelen
misafirlerini yemeksiz göndermezdi. Evlerinin önünde yere gömülü tandırlarda yapılan taze
fasulye, kabak yemeği, patates yemeği ve et yemeklerinden yediğimi hatırlıyorum.
Dokuz çocuk doğurmuş olan anneannemin doğum anıları hiç bitmezdi. Sıcak bir yaz
günü buğdaylar biçilirken kızı Asiye’yi doğurduktan sonra tarlada çalışan dedemin yanına
gitmiş. Dedem suyu bittiği için, lohusa olan anneannemi su getirmesi için eve geri göndermiş.
Anneannem zor ve yoksul yıllara inat bütün çocuklarını okula göndermiştir.
Anneannemin sadece üçüncü sınıfa kadar okuduğunu biliyorum. Buna rağmen okuması ve
yazması son derece düzgündü. İlkokula dair bir anısını bize yıllar sonra şöyle anlatacaktı:
Karın yolları kapadığı soğuk bir kış günü okula gitmiş. Okulun sobasını yakmak için elinde
keven de varmış. Ancak nöbetçi öğrenci onu sınıfa almak istememiş. Ayağında ayakkabısı
olmayan, elleri ayakları soğuktan buz tutmuş olan anneannem, nöbetçiye yalvararak kapıyı
açmasını aksi takdirde kendisini eğitmene şikayet edeceğini söylemiş. Ancak nöbetçi, derste
olan eğitmen ta ki anneannemin sesini duyuncaya kadar kapıyı açmamış. Bunun üzerine
eğitmen kapıya kadar gelmiş, kapıyı açmış, nöbetçide güzel bir dayak yemiş, anneannemde bu
zor uğraştan sonra derse girebilmiş.
Gençliği, zaferin vermiş olduğu sarhoşluk zamanlarına ve elde avuçta olmayan bir
döneme rastlar. Gençliği hep çalışmakla geçmiş. Ben anneannemin boş kaldığını hiç
görmedim ama boş kaldığında keven toplardı, kermen eğirirdi, ip boyardı. Dondurucu kış
günlerinde de belki hiç ulaşamayacağı hayallerini halı motiflerine dokurdu. Bütün kızlarına
çeyiz olarak koyduğu dokuma halıları bu iplerle dokumuştu.
Geçimi tarım ve hayvancılık olan köyde, anneannem eşekle gittiği Uzunara, Aktaş’ın
Önü, Sofirin, Kara seki, Harım dedikleri yerlerde buğday, patates ve fasulye yetiştirirdi. Bu
yerlere beni de ekin toplamaya götürdüğü sıcak bir yaz günü, buğday yığınlarının altında
bulduğu bıldırcın ve keklik yumurtalarıyla bana kahvaltı keyfi yaşatırdı.
Yine şafak doğduğunda biriktirdikleri buğday yığınlarını ezmek için kağnıların çektiği
bir tahta üzerinde saatlerce döndüğümüzü hatırlıyorum. Erken saatlerde kalkar; inekleri
otlamaya gönderir; ev işlerini yaptıktan sonra da eşek sırtında yaklaşık 40 km uzaklıkta
bulunan bir dağ eteğinde koyun sağmaya giderdi. İkindi vakti ancak eve gelebilirdi. Akşam
da oturup dinlenmezdi tabi ki. Rüzgarın uygun estiği akşam saatlerinde, topladıkları ekinleri
saman yapmak için patoza verirlerdi.
Altı kızını köyde evlendirdikten sonra, Niğde merkezde bir arsa alarak oraya
yerleşmişlerdir. Diğer iki kızını Niğde’ye taşındıktan sonra evlendirmiştir. Burada 5 - 6 yıl
hayvancılıkla uğraştıktan sonra bu işleri bırakarak, yılların ve yaşlılığın vermiş olduğu
yorgunlukla günlerini geçirmişlerdir. Dedemi kaybetmenin vermiş olduğu acı, onun yalnızlığa
gömmüştür.
Oğluyla birlikte 2011 yazında çok merak ettiği İstanbul’u ilk kez görmüş, Eyüp Sultan
Camiisi’ni ziyaret etmiştir. Artık kamburu çıkmış, yılların yorgunluğu omuzlarına bir yük gibi
binmiş, yürümekte bile zorlanan anneannem oldukça zayıflamıştı. Gençliğinin o çevikliğinden
eser bile kalmamıştı.
Anneannem, 1 Mart 2012 yılında büyük kızının evinde vefat etmiştir.
8. DİRAYETLİ BİR KADIN Emine Topçu
Anneannem Makbule Karagözlü 1924 yazında Antakya’nın Kuruyer köyünde doğmuş. Nüfus cüzdanına göre doğum günü 1 Temmuz. Toprak işleriyle uğraşan 8 çocuklu bir ailenin son çocuğuymuş. Annesi Fatma babası Şakir, ağabeyleri Hasan, Şevket, Rıfat, Gani ve Muhammed, ablaları Menekşe ile Hatice. Annesi kendisine 2 aylık hamileyken babasını kaybetmiş. Hem kocasının acısıyla hem de babasız çocuk büyütmenin ağırlığıyla anneannemi düşürmeye çalışmış birkaç kez. Ama anneannem ölür mü, son ana kadar tutunur hayata. Belki düşürmeye çalışmanın vicdan azabıyla, belki de babasını hiç görmedi diye, ayrı bir sevgisi ve düşkünlüğü olur annesinin anneanneme. Hayatlarını baba yokluğunda, tarla işleriyle uğraşarak, hep birlikte aynı evde yaşayarak devam ettirirler. Çok güzel bir çocuk olan anneanneme Ayşe adlı bir kadın oğlu İsmail için talip olur. Ağabeyleri karşı çıkar çünkü çok küçüktür, henüz 13 yaşındadır ve ergenliğe bile girmemiştir. Ayşe Hanım buna rağmen, her yerde “gelinim” diye bahseder ondan. Babasını iki yaşındayken kaybetmiş olan İsmail, çok düşkündür annesine ama annesinin “gelinim” dediği kız çocuktur hala. Bir gün sokakta anneannemi oynarken, arkadaşları ile boğuşurken görür ve annesini çağırıp gösterir. “kuduruyor gelinim dediğin çocuk, evlenince de dümbek alır oynatırsın kendini” der ama Ayşe Hanım “ölürüm de yine gelin alırım ben bu kızı” der. 14 yaşındayken ergenliğe girer ve bir hafta sonra kendinden altı yaş büyük 20 yaşındaki İsmail ile düğün yaparlar anneanneme. Annesinden kardeşlerinden ayrıldığı için, çok ağlayan anneanneme “hem ağlarım hem giderim diye türkü var” diyen birkaç kadına anneannemin cevabı “ben sadece ağlıyorum” olur. O gün mü yoksa daha sonra aldığı bir karar mı bilemiyorum ama “kızım olursa 24'ünden önce evlendirmeyeceğim” der ve sözünü tutar. Kızlarını kendi evlendiği yaştan en az on yaş daha büyükken evlendirir. Bir yıl dedem İsmail ile birlikte kayın validesinin evinde birlikte yaşarlar. Birbirlerine alıştıklarında dedem, anneannemi de alıp ayrı eve gitmek ister ama anneannem endişelidir. Çünkü o dönem dedemin belirgin bir işi yoktur, köydeki tarla işleriyle uğraşmaktadır. Anneannem iş konusunu netleştirmesini ister. Anneannemin isteğinden dolayı mı köyde kalmak istememesinden mi bilinmez, Fransızlar tarafından öldürülen asker babası, Çanakkale savaşında şehit olan iki ağabeyi ve Milli Mücadele'de gazi olan ağabeyi gibi asker olur dedem. Anneannemle birlikte Anadolu’nun birkaç şehrinde yaşadıktan sonra nihayet memleketleri Antakya’da ev alarak yaşamaya başlarlar. Dedem ve anneannemin yaşamayan üç çocuğu olur, Yıldız, Hüseyin ve Hüseyin. İlk çocukları doğduğunda kocasının nasıl sevindiğini, o anda askerlik eğitimi için yanında olmadığını, haberi alınca asker olma şansını elden kaçırma pahasına gelip kızını gördüğünü ve adını Yıldız koyduğunu anlatır bazen bizlere, dedemin ve yitirdiği evlatlarının hasretiyle. İlk üç
çocuğu da birkaç ay yaşadıktan sonra ölür. Ebeler “küçüksün belki ondan ölüyor bebeklerin, ama sakın fazla üzülme belki de üzülüyorsun diye sütün zehirliyor çocuklarını” derler. Çocuk sahibi olmayı her şeyden çok isteyen dedemin hayal kırıklığını hisseder anneannem. Birkaç kişiden “Ayyüş” diye bir kadının adını da duyunca bir korku sarar anneannemi. Dedem çarşıdan ekmek almaya gitse peşinden gider birkaç gün. Bu konuyu açık açık sormaz anneannem dedeme, kavga da çıkarmaz. Ne de olsa annesi öğütlemiştir, “sözü türetme kavgayı büyütme” diye. Dedeme sadece ebelerin sözünü söyler: “ben üzüldüğümde sütüme karışıyormuş, çocukları da sütüm zehirliyormuş”. Dedemin başkasıyla evlenmek gibi bir fikri var mıydı gerçekten bilemiyoruz ama süt meselesi sayesinde dedemin zaman zaman yaptığı huysuzluklar da “Ayyüş” ismi de silinip gitmiş. Sevim, Hüseyin, Ayhan, Ali, Kemal, Ayşe, Abdullah ve Fatma adında 8 çocuğu olmuş anneannemin. 8 çocuğundan 23 toruna, 11 torundan da toplam 26 torun çocuğuna sahiptir. 12 Ağustos 1976’da, 38 yıllık kocasını kaybettiğinde en küçük çocuğu Fatma Teyzem 14 yaşındaymış. Kocasının yokluğunda evi çekip çevirmeye, çocuklarını okutup işe sokup evlendirmeye devam etmiş. Öyle güçlü bir kadındır ki anneannem, bir emekli maaşıyla tüm evi geçindirmeyi becerdiği gibi zaman içine ev alma, araba alma gibi ihtiyaçlarında çocuklarına destek olmuştur. Torunları evlendiğinde altın bilezik, torunları çocuk sahibi olduğunda altın takma âdeti, ben ve iki kuzenimin evlenmemesi ve son 4 torununun da üniversite öğrencisi olması nedeniyle sekteye uğrasa da “belki görürüm belki ölürüm” diyerek evlilik hediyemiz bilezikleri ve doğmamış iki çocuğumuz için altınları annelerimize teslim etmiştir. Evlenen torunlarına, “yolu kesmeyin ha” diyerek çocuk isteğini dile getiren anneannem, evlenmeyenlere evlenin diye asla baskı yapmaz hatta evliliğin adını bile anmaz. Evlenmek şart değildir O’na göre ama evleniyorsan çocuk şarttır. Sesini yükseltmeden kavga etmeden bunca çocuk ve torunu nasıl büyütmüştür, kimseden bir kuruş almadan bu kadar insana nasıl yetişmiştir aklım bir türlü almaz hala. Anneannem kızlarından ziyade dayılarıma düşkündür, düşkünlükten de öte ayırır kızlarıyla oğullarını ve biz torunları bile fark ederiz bunu. Konu “erkek- kız” meselesi midir tam olarak da çözemeyiz aslında çünkü torunları ve torunlarının çocuklarını ayırmadan sever. Okumak, meslek seçimi, yaşam tarzı, istekleri konularında kız erkek ayrımı yapmaz. Erkek şunu yapmalı kız bunu yapmalı diye ayrımı yoktur onun. O sadece çok oturana, çalışmayana, eşyalarının kıymetini bilmeyene, fazla alışveriş yapana, yemeği çöpe dökene kızar. Eski çoraplarını atıp yenisini aldı diye anneme küsmüşlüğü, yemekler çöpe dökülmesin diye yeyip midesini bozmuşluğu, bizim de bozulan bazı şeyleri dökmemişiz de yemişiz gibi rol yapmışlığımız vardır. Anneanneme göre tatlısından meyvesine her daim mutfak dolu olmalı, ocakta yemek pişmeli, misafire bol bol yedirilmeli ama asla bir üzüm tanesi bile çöpe gitmemelidir. Benim hayatımda pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da etkisi büyüktür. Domatesi soyup ardından kabuk kısmını yemeğe sıkmadan asla çöpe atmamam örneğin, ve evde olan bir eşya bozulmadan o eşyanın ikincisi giremez evime. Maddeye bakışı böyledir anneannemin, “ihtiyaç duyduğunuz kadarı sizin olsun yavrum, aldığınızın kullandığınızın yediğinizin tadına varın ama ne onların ne de almanın esiri olmayın”. Anneanneme dedemin ölümünde üzülüp üzülmediğini sorduğumda “çok büyük üzüntüleri gördüm kızım o yüzden şimdi bakınca onunki acı değildi” dedi hüzünle. Anneannem 23 Ekim 1996’da Ayhan Teyzemi kalp ameliyatı sırasında, 5 Nisan 2003’te de Ali Dayımı mide kanserinden yitirdi. Altı çocuğu hayattaydı hala ve onlar için hep güçlü olmaya devam etti hatta güldü bile ama uzun kıpkırmızı saçları ve gülerken hoplayan göbeğiyle meşhur
anneannem evlatlarını kaybettikten sonra saçına kına yakmadı, göbeğini hoplata hoplata gülmedi, gülemedi. Gözlerinin önüne adeta hüzünlü bir perde indi. Ne eşi ne de çocuklarının ölümü hayattan koparamadı anneannemi ama 2009 Aralıkta geçirdiği felç hayatla bağlarını zayıflattı biraz. İlk birkaç ay bir hayli moralsizdi ve direk söylemese de bu şekilde yaşamak istemediğini, muhtaç olacağı düşüncesinin kendisini kahrettiğini açık seçik gördük. Hayata olan kaybedilmiş istek ve o dönemin kötü ruh haliyle egzersizleri konusunda çok hevesli olmadı ve bu nedenle sol bacağını hissetmiyor ve hissedemeyecek gibi görünüyor. Ama yine de inanılmaz bir gelişme göstererek hemen konuşmasını düzeltti, sol elini yeniden kullanmaya başladı. Çok şükür ki hastalığının ardından geçen bir yıl sonunda bizim hayatımıza, başarılarımıza, hikâyelerimize ilgisi, güncel haberlere ve bilgi yarışmalarına merakı yerine geldi. Haberler ve bilgi yarışması demişken anneannemin okuma yazma bilmediğini belirtmem gerek. Anneannemin köyünde eski yazı varken okuma yazmayı hocalar öğretirmiş. O okul çağına geldiğinde yeni alfabeye geçilmiştir. Yeni alfabeyi öğretecek bir okul ya da öğretmen olmadığından okuma yazma öğrenememiş. Geçmişte çocukları ve torunları şimdi ise torunlarının çocukları ders çalışırken o dersin matematik mi kimya mı olduğunu ayırt eder, bir kitap okunurken yanlışlıkla ya da tembellikten birkaç kelime ya da satır atlanırsa hemen anlar, baştan okutur anneannem. Kendisi okuyamadığı için belki hevesle, belki de okuyamadığı için değil de yüksek öngörüsüyle 8 çocuğunu da okutur. Torunlarının okumasını, okulda başarılı olmasını takdir eder ama fazla da büyütmez, O'na göre herkes okumalıdır zaten. Kendimi bildim bileli haberleri kaçırmayan, bilgi yarışmalarına ve belgesellere meraklı olan hatta bu aralar ısrarla beni de bilgi yarışmasında görmek isteyen anneannem akıl ve bilgi küpüdür adeta. Sert diyemeyeceğim kadar anlayışlı, gülen ve güldüren ama yumuşak diyemeyeceğim kadar da sınırları belli, mesafeli bir kadın olan anneannemin en belirgin yönleri inatlığı ve zekasıdır. Aklına koyduğunu yapar ve yaptırır. Kendi düşündüğünün, istediğinin aksine bir fikir beyan edeni, ısrar edeni “Eynatsın eynat” diyerek suçlar ama normal günlerde aslında kendisinin inat olduğunu da kabul eder. Bugün hala kıvrak ve keskin zekasıyla çocuklarına da torunlarına da taş çıkartır, Antakya şiveli sohbetine doyum olmaz. Zekası, hastalığını ve yaşını öyle unutturur ki, bir süre görmeyip tekrar yanına gittiğimizde O’nu yatakta görüp şaşırırız ve yaşını hep hesaplamak zorunda kalırız. Ben: Anneanneciğim kaç yaşındasın? Anneannem: 85 yaşındayım kızım. Annem: Anne sen de mi yaşını küçültür oldun? Anneannem: Üç yılı saymıyorum. Onun kadar güçlü bir kadının yatakta geçen üç yılı saymaması hiç şaşırtıcı değil aslında. Not: Sevdiklerinle sevenlerinle daha da güzel daha da sağlıklı uzun yıllar diliyorum anneanneciğim sana. Bize verdiğin her şey için, bizle olduğun her an için binlerce kez teşekkürler sana. Bol bol sohbet edip, fotoğraflara birlikte göz atıp kah gülüp kah ağladığımız, O'na ait ses kaydı ve video kaydı alma şansı bulduğum bir hafta sonuna vesile olduğu için kıymetli Hocam Berna ARDA'ya şükranlarımı sunarım.
Anneannem ve Kızları
Anneannem ve Kızları
Anneannem ve Çocukları
Anneannemin Oğulları
Anneannem, Ocak 2004
9.
1940’ TAN 2000’ LERE ANNEANNEM
Şerife Yılmaz Gören
Anneannem Fatma SARIKAYA, 14.10.1940’da Ankara’ nın Çubuk
ilçesi, Kösrelik Kızığı Köyü’nde dünyaya gelmiştir. Çiftçilikle uğraşan bir
ailenin dört çocuğundan üçüncüsüdür. 1908 doğumlu babası Mehmet Demirel
ve 1910 doğumlu annesi Emire Demirel, Kösrelik Köyü’ nde tarla işleriyle
uğraşıyor; arpa, buğday, yulaf ekip biçerek geçimlerini sağlıyorlardı.
Çocukluğunu bu köyde geçiren anneannemin 2 erkek 2 kız kardeşi vardır.
Zekiye DEMİREL, Satılmış DEMİREL, Ali DEMİREL, Satı DEMİREL.
İlkokul hayatına geç de olsa Kösrelik Köyü’nde başlamış fakat babasının
‘‘artık büyüdün, kocaman kız oldun, boyun da uzadı bundan sonra okula
gitmeyeceksin’’ sözlerinin ardından okuldan alınmış ve 12 yaşında okul hayatı
sona ermiştir. 16 yaşındayken Ankara’nın Yenimahalle İlçesi Memlik
Köyü’nden çiftçilikle uğraşan Sultan ve Mustafa Sarıkaya çiftinin 4
çocuğundan ikincisi olan Hüseyin Sarıkaya ile evlendirilmiştir. Çocuk
sayılacak yaşta görücü usulü evlendirildiğinde eşi Hüseyin Sarıkaya ise 24
yaşındadır. Evlendikten sonra ilk çocukları Sultan’ı 1.5 sene sonra dünyaya
getirmiştir. Sultan henüz büyümeden Kamile adında bir kız çocuğu daha olan
ailenin çocuk sevinci Kamile’nin doğumundan 5 ay sonra hüzne dönüşmüştür.
Önce Kamile’yi 1 ay gibi kısa bir süre sonra da ilk çocukları Sultan’ı
bilinmeyen bir nedenden kaybetmişlerdir. Yaklaşık 1 sene sonra yeniden bir
kız çocukları dünyaya gelen çift, kızlarına vefat eden ilk çocuklarının adı olan
Sultan (1962) ismini vermişlerdir. Ardından bir yıl sonra 1963 yılında Halime
adında bir kız çocukları dünyaya gelmiştir. 2 sene sonra 1965 yılında Kamile
adında bir kız çocukları daha doğmuştur. 1968 yılında Şükriye, 1971 yılında
Hacer ve 1972 yılında Hayriye adında üç kız çocukları daha dünyaya
gelmiştir. 1973 yılında Hüseyin, 1975 yılında Cihat ve 1978 yılında da Erkan
isimli oğullarının dünyaya gelmesiyle aile, dokuz çocuklu geniş bir aile
olmuştur.
Hüseyin Sarıkaya ile evlendikten sonra Kösrelik Köyü’nden Memlik
Köyü’ne yerleşmişlerdir. Eşi çobanlık yaparak, tarla işlerinde yevmiyeli
çalışarak evi geçindirmeye çalışırken; kendisi de yevmiyeli olarak tarlalarda
çalışmaya başlamıştır. Bir taraftan çocukların bakımı bir taraftan evin geçimini
sağlamakla uğraşmanın çok zor olduğunu ifade eden anneannem sıkıntılı bir
hayat yaşadığını dile getirir. 1964 yılında, geçim sıkıntısı baş gösterince daha
iyi şartlarda çalışmak umuduyla İvedik Köyü’ne taşınmışlardır.
Yeni taşındıkları köyde bahçe işleriyle, hayvan bakımıyla geçimlerini
sağlamaya çalışmışlardır.17 sene burada yaşamaya çalışmışlardır fakat
bekledikleri gibi çok da iyi şartlar çıkmamıştır karşılarına. İvedik Köyü’nde de
geçim sıkıntısı yaşamaya devam etmişlerdir. Eşi Hüseyin Bey’in babasının
vefatından sonra tekrar köylerine taşınıp tarla işleri ve çobanlıkla uğraşmaya
başlamışlar. Eşi ‘‘ babamın tarlalarını başkaları ekip biçileceğine biz eker
biçeriz’’ deyip aileyi tekrar köylerine götürmüştür. Memlik Köyü’ne
taşındıktan sonra birkaç inek satın alıp süt satma işlerine başlamışlardır.
Önce eşekle süt satarak, sonra da bir at arabası ile köyden merkeze süt
getirip süt satarak çocuklarının ve kendilerinin geçimini sağlamaya çalışırlar.
Süt işlerinden eşi değil, daha çok anneannem sorumludur. Hayatını evin geçimi
ve çocuklarının rızkını kazanmak için geçirmiştir. On sene boyunca at
arabasıyla köyden merkeze süt taşımıştır. Çektikleri maddi sıkıntılar nedeniyle
çocuklarını sadece ilkokula gönderebilmişler. Çocuklarının derslerinde
gösterdikleri başarılara ve öğretmenlerinin ısrarına rağmen, “dokuz çocuktan
hangisini okutalım? imkanımız yok” diyerek hiçbirini okutamamışlar. Kız
çocuklar ilkokulu bitirdikten sonra 17-18 yaşlarına geldiklerinde evlendirilmiş.
Erkek çocuklar ise ilkokul biter bitmez sanayiye iş öğrenmeye gönderilmiş.
2000 yılında akciğer kanserinden eşini kaybettikten sonra da süt
satmaya devam etmiştir. Eşini kaybettiğinde bütün çocuklarını evlendirmiş
olan anneannem çocuklarının çalışmasını istememelerine rağmen süt satarak
çalışmaya devam etmiştir. Eşinin vefatından sonra süt satıp geçimini
sağlamaya, bütün çocukların karşı çıkmasına rağmen, beş sene daha devam
etmiştir. 2010 yılında
kızı Kamile’nin soba
zehirlenmesinden
vefatıyla tamamen
yıkılmıştır. Kızının
acısına alışamamışken
bir sene sonra gelinini de
beyin tümörü tanısının
konulmasından kısa bir
zaman sonra genç yaşta
kaybetmiştir. Hala
kızının acısını yaşayan
anneannemin kalbi bu
duruma daha fazla
dayanamamış ve 2012
yılında kalp krizi
geçirmiştir.
Çocuklarının çoğunu bile evde dünyaya getiren, kendi tabiriyle o güne
kadar hastane yüzü görmemiş anneannem, ilk kez hastanede yatarak tedavi
görmek zorunda kalmıştır. Hastanede anjiyo yapılıp taburcu edildikten altı ay
sonra tekrar kalp krizi geçirerek yeniden hastaneye kaldırılmıştır. İkinci kez
hastaneye kaldırıldığında ise bypass yapılmıştır. Geçirdiği bypass ameliyatı
sonrası yaşadığı solunum sıkıntısı nedeniyle bir hafta yoğun bakımda
tutulduktan sonra durumu iyileşir iyileşmez taburcu edilmiştir. Taburcu
edildikten sonra gelişen yara yeri enfeksiyonu nedeniyle tekrar hastaneye
kaldırılmış, bir haftalık tedavi sonrası tekrar eve gönderilmiştir. 72 yıllık
ömründe son iki senesi sürekli hastane ve hastalıklarla geçmiştir. Hala tam
anlamıyla iyileşememiştir. Bu görüşmeyi kendisiyle yaptığımızda hastaneden
birkaç gün önce taburcu edilmişti ve tam olarak iyileşemediği için sorularımızı
yanıtlarken çabuk yoruluyordu. Bu yüzden kendisini fazla yormamak için
ayrıntılı bilgi alınamamıştır.
Seneler öncesine çocukluk yıllarıma döndüğümde anneannemi onun da
söylediği gibi sıkıntıyla geçirdiğini ifade ettiği o yılları hatırlıyorum. Bir çocuk
olarak onların çektiği sıkıntılardan bi-haber, ben at arabalarına binmenin
heyecanını yaşardım. Onlarla çocukken geçirdiğim anılar var hafızamda
sadece. Büyüdüğümde fazla vakit geçiremediğim için anneannem ve dedemi
hep eski halleriyle hatırlıyorum. Sürekli çalışan, hayvanlarıyla uğraşan, evin
her şeyi ile ilgilenmeye çalışan yorgun, yıpranmış bir anneanne; sakin, sessiz,
kendi halinde elinde bastonuyla balkonda oturan bir dede; ilgilerini üzerimden
eksik etmeyen teyzeler, dayılar ve bahçede bol bol oyundu. Onlara göre eziyet
halinde sıkıntıyla geçen yıllar bana göre, bir çocuk gözüyle güzel anılardı.
KAYNAKLAR
Fatma SARIKAYA ile görüşme
Hayriye DEMİRKAYA (Kızı) ile Görüşme
Halime YILMAZ (Kızı) ile Görüşme
Zennun YILMAZ (Damadı) ile Görüşme
Fatma SARIKAYA’nın nüfus kayıt örneği
Fatma Sarıkaya Nüfus Kayıt Örneği
10.
ANNEANNEMİZ, Seher Süheyla Gümrükçüoğlu (1917-1990)
Eray Yurdakul
Çiftçi babanın ve ev hanımı annenin üç kız çocuğundan en küçüğü olarak Trabzon Maçka
ilçesinın Oksa köyünde dünyaya gelmiş olan Seher Hanım Trabzon eşrafından Tekel memuru
İsmail Bey'le evlenmiş ve bu evliliğinden iki kız, iki erkek olmak üzere dört çocuğu olmuştur.
Eşinin görevi dolayısıyla Amasya, Çorum'un Alaca ilçesi, Akçaabat, Trabzon merkezde
ikamet etmiş. Ömrünü ailesine, eşine, çocuklarına adeta adayan anneannemiz 1990 yılında
yakalandığı pankreas kanseri hastalığına yenik düşerek çocukları ve torunlarının arasında
vefat etmiştir.
Maalesef anneannemle ilgili kamera kaydı ve ses kaydı yok.
Annem ile Anneannem
Hatıralar:
Büyük kızı (Annem): Annesini sorunca çok duygulandı. Hasretle gülümsedi, bir süre bekledi
hemen cevap veremedi. Söze başlasın diye araya girdim; "tek kelimeyle anneni anlat deseler
ne derdin?" diye sordum. "Sevgi dolu, candan bir insandı" diye cevap verdi. Anlatacak çok
şey var tabi, bir ömrü böyle kısa zamanlara veya kağıtlara sığdırmak zor. Fakat, annemin
söylediklerinden ilgi çeken noktalar şunlardı: Dedem 53 yaşında vefat etmiş yani anneannem
ondan sonra yaklaşık 30 yıl yaşamış ve çocuklarına hem anne hem baba olmuş, hepsini
okutmuş, evlendirmiş ev yuva sahibi yapmış.
Annemde çok derin iz bırakan bir başka özellik; anneannemin kayınvalidesi ile anne - kız gibi
olmalarıymış. Eşini kaybettikten sonra bile, kayınvalidesiyle vefatına kadar aynı samimiyetle
hayat sürmüşler.
Damadı (Babam): "Fedakar, zeki, çalışkan bir hanımdı" diye söze başladı babam. Özellikle
annemle olan evliliklerine etkisinden uzun uzun bahsetti. Babamın haksız olduğu bir durumda
anneannem babamın tarafını tutarmış. Babam hem mahcup olurmuş hem de kayınvalidesine
daha büyük saygı duyarmış.
"Ne zaman ihtiyacımız olsa yanımızdaydı" diyor babam. Ben doğunca; babam sürekli
görevlere gittiğinden annem ağabeyime bakmakta zorlanmış. Anneannem yardıma gelmiş,
bazen ağabeyimi onun yanına göndermişler.
Torunu (Ben): Anneannem, ben ilkokul 5. sınıftayken vefat etmişti. Dedem öldükten sonra
Trabzon'daki yerlerini satmışlar. Eczacı olan dayımın tayini Kocaeli Devlet Hastane'sine
çıkınca Kocaeli'nin Karadeniz'e hakikaten benzeyen bir köyünde yer almışlar ve yerleşmişler.
Anneannem orada büyük dayımlarla beraber otururdu. Bizim dede evimiz orası oldu. Yazları
teyzemin, küçük dayımın çocukları ve ağabeyimle ben de zamanımızın çoğunu orada
geçirirdik. Bütün kuzenler; anneannemin torunları onun etrafında olurduk. Bizleri çok severdi.
Bazen de kışları kısa süreli bizim eve kalmaya gelirdi.
Anneannem çocukluk yıllarımda bende annemden sonra en derin iz bırakan insandı
diyebilirim. Hâlâ şefkat denilince bende anneannem çağrışım yapar. İnsanlara, hayvanlara,
bitkilere, kuşlara çok farklı bir yaklaşımı vardı. Hiç okula gitmemiş yalnız eski yazı
okuyabilen birisinin doğayla mükemmel uyumunu şimdi düşününce bile anlamakta
zorlanıyorum. Köyde herkes, her şeyi ona sorardı. Sanki kendisi de topraktan çıkmıştı; ağaçlar
bitkiler, otlar kardeşleri gibiydiler. Bizi görünce huysuzlanan hayvanlar onun yanında
uysallaşırdı, enteresan bir insandı.
Bir de beni çok etkileyen bir tarafı inanç yönüydü. İnandığı değerleri hareketleriyle etrafına
ders verirdi. Yine bazen dayımın Kocaeli'ndeki köy evinde anneannemin çocukları ve
torunları beraber toplandığımız zamanlar onu hatırlıyoruz ve rahmetle yâd ediyoruz.
Yazarlar hakkında
Berna Arda
Gaziantep’ te doğdu, burada büyüdü, ilk, orta ve lise eğitimini burada tamamladı. 1987’ de Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ nden mezun oldu. Tıbbın tarihi ve etiği üzerine uzmanlaştı. 1993’ te doçent, 1999’ da profesör oldu. Bu alanda eğitim vermeye, araştırma yapmaya ve yazmaya devam ediyor. Belkıs Birden
1984 yılında Kırıkkale’de doğdu. İlkokula Kırıkkale’de başladı ve sonrasında eğitimine Ankara’da devam etti. 2003 yılında Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü’nü kazandı ve 2007 yılında mezun oldu. Aynı yıl Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Histoloji ve Embriyoloji Bölümü’nde yüksek lisans programına başladı ve 2010 yılında tamamladı. 2012 Eylül ayından bu yana Ankara Üniversitesi Tıp Etiği ve Tarihi Anabilim Dalı’nda Doktora programına devam etmektedir.
Mehmet Demirci
19.06.1983 tarihinde Hatay’ın Kırıkhan ilçesinde doğdu. Babasının görevi nedeniyle Elazığ’a yerleştiler ve orada büyüdü. İlk, orta ve lise eğitimini Elazığ’da tamamladı. 2002 yılında 19 Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazandı. Üniversiteyi bitirdikten sonra üç sene pratisyen hekim ve aile hekimi olarak Bingöl’de çalıştı. Şu anda Ankara Üniversitesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı’ında araştırma görevlisi olarak çalışmaktadır. Perihan Elif Ekmekçi
Antalya İnönü ilkokulundan sonra TED Ankara Kolejini bitirdi. Ankara Üniversitesi Tıp
Fakültesinden 1995 yılında mezun oldu. Anadolu Üniversitesi İşletme Fakültesini 2009
yılında bitirdi. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinde Tıp Tarihi ve Tıp Etiği doktorası devam
ediyor. Halen Sağlık Bakanlığında Avrupa Birliği Daire Başkanı olarak görev yapmaktadır.
Banu Gökçay
24 Aralık 1982 yılında İzmit’te doğdu. İlkokulu İzmir Petkim İlkokulu’nda, orta ve lise öğrenimini ise İzmir Karşıyaka Anadolu Lisesi’nde tamamladı. İstanbul Teknik Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü’nde lisans öğreniminden sonra aynı üniversitede 2008’de Moleküler Biyoloji-Biyoteknoloji yüksek lisansını bitirdi. Yüksek lisansının devam ettiği yıllarda Ankara TÜBİTAK’ta Bilimsel Programlar Uzmanı olarak görev yapmaya başladı. 2009 yılında, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik BD.’da başladığı doktora eğitimine, iş hayatı ile birlikte halen devam etmektedir.
Akademik ilgi alanları araştırma ve yayın etiği iken; görsel sanatlar ile izleyici olarak ilgilenmek ve spor yapmak özel ilgi alanlarına girmektedir. Gamze Özbek
21 Şubat 1980 tarihinde Ankara’da doğdu. İlk, orta, lise öğrenimini burada tamamladı.
1999’ da Gülhane Askeri Tıp Akademisi Sağlık Meslek Yüksekokulu’ndan, 2003’ te
Hacettepe Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu’ndan mezun oldu. 1999-2006 yılları arasında
GATF Eğitim Hastanesi VIP Kliniğinde klinik hemşiresi ve eğitim hemşiresi olarak görev
yaptı. 2006-2008 yılları arasında GATA Sağlık Bilimleri Enstitüsü Hastane Enfeksiyonları
Yüksek Lisans eğitimini tamamladı. 2006 yılından itibaren GATF Eğitim Hastanesi Hastane
Enfeksiyonları Kontrol Komitesi’nde enfeksiyon kontrol hemşiresi olarak görev yapmaya
başladı. 2011 yılından beri Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Tıp Tarihi ve Tıp
Etiği Doktora programında eğitimini sürdürüyor. İngilizce biliyor. Bekar.
Nuray Soydan
1980 yılında Niğde’de doğdu. Emekli bir baba ve evkadını bir annesi; üç kız, iki erkek
kardeşi var. İlköğretimini Sakarya İlkokulu ve Kemal Aydoğan İlköğretim Okulu’nda
tamamladı. 1995’ de Anadolu Sağlık Meslek Lisesini kazandı, 2000 yılında buradan mezun
oldu. 2002 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Latin Dili ve
Edebiyatı bölümünü kazandı, 2008 yılında mezun oldu. 2004’ de Yozgat Sarıkaya Devlet
Hastanesi’nde hemşire olarak göreve başladı, 3,5 yıl çalıştıktan sonra , 2007 yılı Temmuz
ayında Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi anestezi yoğun bakım ünitesinde
çalışmaya başladı. Halen burada görevine devam ediyor. Tarih Anabilim Dalı Eskiçağ Tarihi
bölümünde “Roma Tıbbı ve Kadın Hastalıkları” konulu yüksek lisans tezini 2012’de
tamamladı. Evli, Emir Tuna adında bir oğlu var.
Emine Topçu
12 Aralık 1980’ de Merzifon'da öğretmen anne babanın ilk çocuğu olarak dünyaya gelmiştir.
Kardeşi ile birlikte kışın Merzifon'da, yazın Antakya'da geçen güzel bir çocukluk yaşamıştır.
1987'de Merzifon'da başlayan eğitim hayatı 2000 yılında üniversite sınavını kazanması ile
birlikte İstanbul'da devam etmiştir. 2005'te İstanbul Teknik Üniversitesi Moleküler Biyoloji
ve Genetik bölümünde lisans eğitimini, 2007'de Yıldız Teknik Üniversitesi Biyomühendislik
bölümünde yüksek lisans eğitimini tamamlamıştır. 2010’ da kamu personeli seçme sınavı ile
Adli Tıp Kurumu Başkanlığı Biyoloji İhtisas Dairesi'nde moleküler biyolog olarak çalışmaya
başlamıştır. 2012' de Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik bölümünde
doktora eğitimi almak üzere çok sevdiği İstanbul'da ayrılarak bir süreliğine Ankara'da
yaşamaya başlamıştır. Halen bu bölümde doktora öğrencililiğine ve Adli Tıp Kurumu Ankara
Grup Başkanlığı Biyoloji İhtisas Dairesi'nde çalışmaya devam etmektedir.
Şerife Yılmaz Gören
1983 yılında Ankara’ da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimimi Ankara’ da tamamladı. 2006
Erciyes Üniversitesi’ nden mezun olarak, aynı yıl özel bir hastanede yoğun bakım hemşiresi
olarak çalışmaya başladı. 2007- 2010 yılları arasında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Hastanesi’ nde görev yaptı. 2009 yılında Afyon Kocatepe Üniversitesi Sağlık Bilimleri
Enstitüsü Cerrahi Hemşireliği yüksek lisans programını tamamladı. 2010 yılında Düzce
Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı ve halen devam etmekte. Aynı
zamanda Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Tıp Tarihi ve Etik AD doktora
öğrencisi.
Eray Serdar Yurdakul
1977 Trabzon doğumlu. İlk ve ortaokulu babasının görevi nedeniyle Anadolu'nun çeşitli
vilayetlerinde okudu. Liseyi Ankara Gazi Anadolu Lisesinde bitirdi, ardından yine Ankara'da
üniversite eğitimine başladığı Gülhane Askeri Tıp Akademisinden 2002 yılında tıp doktoru
olarak mezun oldu. 2011 yılında, mezun olduğu Askeri Tıbbiyenin Tıp Tarihi ve Deontoloji
Anabilimdalı'na asistan olarak geri dönünceye kadar Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlı
çeşitli birliklerde pratisyen hekim olarak görev yaptı.