ÖN SÖZ - parodi.com.tr · Buna değecekti. Tek bir asker bana hem üsse dönmek için ihtiyacım...

16
9 ÖN SÖZ Siyah öyle bir renktir ki bir rengi yoktur aslında. Siyah, bir çocuğun sakin ve boş odasının rengidir. Gecenin en ağır saatidir; sizi başka bir kâbusun içinde boğan ve esir alan saati… Öeli, genç bir adamın geniş omuzlarını saran üniformadır. Siyah çamurdur, aldığınız her nefesi izleyen, sizi bir an olsun rahat bırakmayan bakışlardır, gökyüzünü delercesine uzanan çitlerin titreşimidir. Bir yoldur. Solgun yıldızların parçaladığı unutulmuş bir gökyüzüdür. Kalbinize doğrultulmuş yeni bir silahın namlusudur. Chubs’ın saçlarının, Liam’ın morluklarının, Zu’nun gözle- rinin rengidir siyah. Yarınlara dair bir umudun; hem de yalanlar ve nefretle tü- kenmiş bir umudun rengidir. İhanetin rengidir. Onu kırık bir pusulanın yüzeyinde görür; hislerimi uyuş-

Transcript of ÖN SÖZ - parodi.com.tr · Buna değecekti. Tek bir asker bana hem üsse dönmek için ihtiyacım...

9

ÖN SÖZ

Siyah öyle bir renktir ki bir rengi yoktur aslında.

Siyah, bir çocuğun sakin ve boş odasının rengidir. Gecenin en ağır saatidir; sizi başka bir kâbusun içinde boğan ve esir alan saati… Öfkeli, genç bir adamın geniş omuzlarını saran üniformadır. Siyah çamurdur, aldığınız her nefesi izleyen, sizi bir an olsun rahat bırakmayan bakışlardır, gökyüzünü delercesine uzanan çitlerin titreşimidir.

Bir yoldur. Solgun yıldızların parçaladığı unutulmuş bir gökyüzüdür.

Kalbinize doğrultulmuş yeni bir silahın namlusudur.

Chubs’ın saçlarının, Liam’ın morluklarının, Zu’nun gözle-rinin rengidir siyah.

Yarınlara dair bir umudun; hem de yalanlar ve nefretle tü-kenmiş bir umudun rengidir.

İhanetin rengidir.

Onu kırık bir pusulanın yüzeyinde görür; hislerimi uyuş-

10

alexandra bracken

turacak kadar güçlü kederimde hissederim.

Kaçıyorum ama siyah, benim gölgem. Beni kovalayan, yi-yip bitiren, kirleten gölgem… Hiç basmamış olmam gereken bir düğme, hiç açılmamış olması gereken bir kapı, temizlen-meyen kurumuş bir kan lekesi… Yakılıp yıkılan bir binanın kalıntıları… Ormana saklanmış bekleyen bir araba... Du-man…

Yangın.

Kıvılcım.

Siyah, hafızamın rengi.

Bizim rengimiz.

Hikâyemizi anlatırken kullanacakları tek renk.

11

BİR

Şehir merkezinden uzaklaştıkça gölgeler de uzamaya başlamıştı. Batıya, kalan günü turuncuya boyayarak batmak-ta olan güneşe doğru ilerliyordum. Kışın bu yanını hiç sev-miyordum; yani gecelerin giderek daha erken gelmeye başla-masını. Los Angeles’ın kirli havası, mor ve gri renkteki fırça darbeleriyle boyanmış gibiydi.

Normal şartlar altında, mevcut üssümüze dönmek için yürüdüğüm sokaklarda beni görünmez kılacak bu karanlığa minnettar kalabilirdim; ancak saldırı sonrasında etrafa kuru-lan askerî üsler, toplama kampları ve elektromanyetik darbe nedeniyle artık çalışmayan araba yığınları yüzünden şehir o kadar değişmişti ki bu yıkıntılar arasında bir kilometre yürü-mek bile kaybolmaya yetiyordu. Şehrin o her zamanki lam-baları etrafı aydınlatmadığından, geceleri dışarı çıktığımızda önümüzü ancak askerî konvoyların ışıkları sayesinde görebi-liyorduk.

Etrafıma hızla bakındıktan sonra hâlâ yerlerinde oldukla-

12

alexandra bracken

rından emin olmak için elimi ceketimin cebindeki fenerle ta-bancama götürdüm. İkisi de bana Er Morales’in hediyesiydi ve sadece acil durumlarda kullanılacaklardı. Kimsenin beni almasına ya da karanlıkta koşarken yakalamasına izin vere-cek değildim. Üsse geri dönmeliydim.

Yaklaşık bir saat önce Er Morales benimle karşılaşmak gibi bir talihsizlik yaşamıştı. Kadın, otobanda tek başına nö-bet tutuyordu. Gün doğumundan beri oradaydım. Devrilmiş bir arabanın arkasında durmuş, yapay bir ışığın altında bir elektrik akımı gibi parlayarak uzayıp giden yola bakıyordum. Her saat başı, bana yakın bölmedeki kamyonetlerin ve arka arkaya park edilmiş hâlleriyle ikinci bir duvar gibi görünen askerî araçların içine girip çıkan üniformalı minik silüetleri sayıyordum. Kaslarıma kramplar giriyordu ama yine de baş-ka bir yerde bekleme isteğimi bastırmaya çalışıyordum.

Buna değecekti. Tek bir asker bana hem üsse dönmek için ihtiyacım olan silahları sağlayacak hem de sonunda bu lanet olası şehirden çıkış yolunu bulmamda yardımcı olacaktı.

Bir zamanlar bir banka şubesi olan tuğla yığınına tırman-madan önce etrafa bakındım. Elime sivri bir şey batınca diş-lerimi sıkarak acıyla inledim. Eskiden bir tabelanın parçası olduğu anlaşılan, yere düşmüş metal C harfine öfkeyle bir tekme savurdum. Ama bunu yaptığıma anında pişman ol-dum. Metalden yükselen ses etraftaki binalarda yankılanır-ken, çevredeki fısıltıları ve ayak seslerini bastırdı.

Binanın patlamadan etkilenmeyen tarafına atladım hemen. En yakındaki sağlam duvarın arkasına çömeldim.

“Temiz!”

13

ateş çemberİ

“Temiz…”

Arkama baktığımda sokağın karşısında yürüyen askerle-ri gördüm. Kasklarını saydım. Yirmi kişiydiler. Giriş kapıları parçalanmış ofis binalarını ve mağazaları teftişe çıkmışlardı. Gizlenecek yer? Hızlıca etrafa saçılan eşyalara baktıktan sonra daha ne yaptığımın farkına bile varamadan koyu renk ahşap masalardan birinin arkasına gizlendim. Dışarıdaki enkazın çatırtısı kesik kesik aldığım nefeslerin sesini bastırmaya ye-tiyordu.

Burnumda duman, kül ve benzin kokusuyla olduğum yer-de kalıp uzaklaşan seslere kulak kesildim. Saklandığım ma-sanın altından çıkıp kapıya doğru ilerlerken hâlâ gergindim. Devriyenin yolun aşağısındaki yıkıntıların arasında dolaşma-ya devam ettiğini görebiliyordum ama daha fazla bekleye-mezdim. Boşa harcayacak bir dakikam bile yoktu.

Askerin beynine girip istediğim bilgiyi aldığım anda göğ-sümün üzerindeki ağırlık birden kalkmıştı. Bana otobandaki açık noktaları öyle net bir biçimde tarif etmişti ki elime siyah kalemle bastıra bastıra işaretlenmiş bir harita verse ancak bu kadar olurdu. Bundan sonra yapmam gereken tek şey hızla zihninden çıkmaktı.

Eski Çocuk Birliği ajanlarının bunun işe yaramış olmasın-dan hoşlanmayacaklarını biliyordum. Çünkü onların tüm gi-rişimleri başarısızlıkla sonuçlanmıştı ve bu arada yemek stok-ları da giderek azalıyordu. Cole, en azından denememe izin vermeleri için onları defalarca zorlamıştı ve ancak tek başıma gitmem koşuluyla buna izin vermişlerdi. Yakalanma ihtima-line karşı başkasını riske atmak istemiyorlardı. Şimdiye dek şehirde dikkatsizce dolaştıkları için iki ajanı çoktan kaybet-

14

alexandra bracken

miştik.

Bense dikkatsiz değildim ama giderek daha da çaresiz his-sediyordum. Ya şimdi harekete geçecek ya da açlıktan ölecek-tik.

Amerikan Ordusu ve Milis Kuvvetleri, genişletilmiş oto-ban sistemini de kullanarak Los Angeles şehir merkezinin etrafına güçlü bir bariyer kurmuştu. Yılan gibi kıvrılarak uza-yan sinsi, betondan canavarlar, şehri çevreliyor ve bizi dış dünyadan koparıyordu. 101 numaralı yol kuzeye ve doğuya, I-10 güneye, 110 da batıya gidiyordu. Karargâh’ın kalıntıla-rından yeryüzüne çıktığımız anda kaçsaydık bir şansımız ola-bilirdi belki ama şimdi… Tıpkı Chubs’ın dediği gibi hepimiz savaş nevrozu yaşıyorduk. Chubs herhangi birimizin hareket edebilmesinin bile şaşırtıcı olduğunu söylüyordu.

Oysa ben hareket etmek zorundaydım. Kendimi bırakma-yıp bizi bir an önce buradan götürmek zorundaydım. Ama onun karanlığa hapsolmuş yüzü gözümün önünden bir türlü gitmiyordu. Elimin tersiyle gözlerimi kapatıp, başımın zonk-lamasını ve midemin bulantısını unutmaya çalıştım. Başka bir şey düşün. Herhangi bir şey... Baş ağrılarım dayanılmaz bir hâl almıştı. Yeteneklerimi kontrol etmeye başladıktan sonra orta-ya çıkanlardan çok daha beterdi.

Duramazdım. Güçsüz bacaklarımla yavaş yavaş koşmaya başladım. Yorgunluğun acısını boğazımda ve ağırlaşan göz kapaklarımda hissetsem de ve hatta içimden bir ses bana pes etmek üzere olduğumu söylese de adrenalin devam etmemi sağlıyordu. Sahi en son ne zaman bizi çevreleyen bu kâbustan kaçabilecek kadar derin bir uyku çekmiştim?

15

ateş çemberİ

Asfaltı sökülen yollar ordunun henüz temizlemediği beton parçalarıyla kaplanmıştı. Arada bir renkli şeyler çarpıyordu gözüme: Kırmızı bir topuklu ayakkabı, bir çanta, birinin bi-sikleti. Hepsi de etrafa saçılıp unutulmuş eşyalardı. Bunlar-dan bazıları yakındaki pencerelerden fırlayıp düşmüştü yola. Bu yüzden bir yüzleri yakınlardaki patlamalarla kararmıştı. Yıkımın yarattığı israf mide bulandırıcıydı.

Bir sonraki dört yol ağzına koşarken bakışlarımı Olive So-kağı’na çevirdim. Üç sokak ilerideki Pershing Meydanı’nda ışıklar yanıyordu. Eski park şimdi toplama kampı olarak kul-lanılıyordu. Burası, şehrin geri kalanı alev alev yanarken ale-lacele hazırlanmıştı. Çitlerle çevrelenmiş bu zavallı insanlar, Başkan Gray, Çocuk Birliği’ne ve ona karşı birleşen eski poli-tikacıların oluşturduğu Federal Koalisyon’a saldırdığı sırada çevre binalarda çalışıyorlardı. Güya kendisine karşı gerçek-leştirilen suikast girişiminde iki tarafın da parmağı olduğu gerekçesiyle yapmıştı bu misillemeyi. Bu kampların her birini inceliyor, Cate ve diğerlerini bulmaya çalışıyorduk. Bu arada da içerideki kalabalık, isteği dışında orada tutulan sivillerle gün geçtikçe daha da büyüyordu.

Ama Cate yoktu. Saldırıdan önce Karargâh’tan ayrılıp şehirden çıkmayı başaramamışlarsa bu çok iyi saklandıkları anlamına geliyordu; çünkü onları bulamıyorduk. Hatta acil durum iletişim prosedürlerimizle bile…

Az ileriden, başka bir küçük askerî konvoydan yükselen telsiz cızırtısı ve tekerlek gürültüsü kulaklarıma ulaştı. As-kerler yanımdan geçene kadar saklanmak üzere bir SUV’nin arkasına girip çıtımı çıkarmadan bekledim. Botları yere her bastığında havayı tebeşirimsi bir toz kaplıyordu. Ayağa kal-

16

alexandra bracken

kıp üzerimi silkeleyerek koşmaya başladım.

Biz –yani Birlik ya da ondan geriye kalanlar– birkaç günde bir yer değiştiriyor; bir depoda hiçbir zaman fazla uzun kal-mıyorduk. Su ve yiyecek bulmak ya da kampları gözlemek için dışarı çıktığımızda birinin bizi izlediğine dair en ufak bir şüphemiz olursa hemen yer değiştiriyorduk. Akıllıca olduğu-nu kabul ediyorum ama artık ne zaman nerede olduğumuzu takip edemiyordum.

Şehrin doğu yakasına yoğun bir sessizlik hâkimdi. Persh-ing Meydanı’nın yakınındaki makineli tüfek seslerinden ya da şarjör gürültüsünden daha sinir bozucuydu bu. Elimi ce-bimdeki fenerimden ayırmıyordum ama yine de onu dışarı çıkartmaya cesaretim yoktu; hatta dirseğim betona sürtün-düğünde dahi. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Yeni Ay. Elbette.

Haftalardır üzerime çöken ve kulağıma karanlık şeyler fı-sıldayan o huzursuzluk hissi şimdi göğsüme saplanmış bir bıçak gibi yakıyordu canımı. Yavaş yavaş tenime batıyor ve önüne çıkan her şeyi parçalıyordu. Zehirli havayı ciğerle-rimden atmak için öksürerek boğazımı temizledim. Bir son-raki dört yol ağzında kendimi durmaya zorlayarak eski bir ATM’nin içine girdim.

Nefes al, dedim kendi kendime. Derin bir nefes al. Kollarımı ve ellerimi sallamaya çalıştım ama öyle ağırlardı ki… Gözle-rimi kapatıp uzaktan gelen helikopterin sesine odaklandım. İçimden bir his –ısrarcı ve can sıkıcı bir his– bana Bay Soka-ğı’ndan dönmemi ve Yedinci Sokak’a varana dek Alameda Sokağı’ndan ilerlememi söylüyordu. Alameda Sokağı, Jesse Sokağı’ndaki üssümüze ve Santa Fe Caddesi’ne daha düz şe-

17

ateş çemberİ

kilde çıkan bir yoldu. Detayları diğerlerine daha erken anlatıp bir plan yapabilir ve buradan kaçabilirdik.

Ama beni izleyen ya da takip eden birileri varsa onlardan Yedinci Sokak’ta kurtulabilirdim. Ayaklarım bedenimin kont-rolünü ele geçirdi ve Los Angeles Nehri’ne, yani doğuya doğ-ru ilerlemeye başladım.

Mateo Sokağı’ndan Yedinci Sokak’a doğru giden gölgeleri gördüğümde çok ilerlememiştim. Bir anda durdum. Sokağın orta yerine yığılıp kalmadan önce bir posta kutusuna tutun-mayı başardım.

Derin bir nefes aldım. Kıl payı kurtulmuştum. Yavaşlayıp sokağın boş olduğundan emin olmadığımda böyle oluyor-du işte. Nabzım şakaklarımda atıyordu. Uzanıp şakaklarımı ovuşturdum. Ilık ve yapış yapış bir şey bulaşmıştı alnıma ama umursamadım.

İki büklüm bir hâlde ilerleyerek askerlerin ne tarafa gittiği-ni anlamaya çalıştım. Zaten üssümüze çok yakınlardı. Geldi-ğim yoldan geri dönersem üsse onlardan önce varıp diğerle-rini uyarabilirdim.

Ama askerler birden… durdu.

Dört yol ağzında, yıkık dökük bir hırdavatçının kırık pen-cerelerinden binaya giriyorlardı. Bir kahkaha duydum önce ve sonra sesler. Damarlarımda akan kan bile yavaşlamıştı.

Bunlar asker değildi.

Dükkâna doğru ilerlemeye başladım. Pencerelere ulaşıp içeri atlayana dek elimi binanın duvarından ayırmadım.

“…bunu nereden buldunuz?”

18

alexandra bracken

“İnanamıyorum, dostum!”

Tekrar kahkahalar yükseldi.

“Aman Tanrım, simit görünce bu kadar sevineceğim hiç aklıma gelmezdi!”

Gizlendiğim yerden baktım. İçeride bizim ajanlarımızdan Ferguson, Gates ve Sen bir yiyecek yığınının önüne çömel-mişlerdi. Eski bir Deniz Komandosu olan Sen önündeki cips paketine o kadar haşin davranıyordu ki paket neredeyse pa-ramparça olmuştu.

Yiyecekleri var. Bunu bir türlü anlayamıyordum. Burada ye-mek yiyorlar. Bu düşünce o kadar şaşkınlık uyandırıcıydı ki neler döndüğünü anlamam zaman aldı.

Yemekleri bize getirmiyorlar.

Grup olarak her dışarı çıktıklarında yaptıkları şey bu muy-du? Ajanlar yiyecek bir şeyler bulmaya giderken çocukları götürmemekte o kadar ısrar ediyorlardı ki ben çocuklardan biri yakalanırsa grubun yerini söyler diye korktuklarını san-mıştım. Ama gerçek sebep bu muydu yani? Bulduklarını önce kendileri yesinler diye miydi?

Soğuk, buz gibi bir öfke parmaklarımı pençelere çevirdi. Kırık tırnaklarım avuçlarımı keserken hissettiğim acı mide-min bulantısının yanında bir hiçti.

“Tanrım, çok güzelmiş,” dedi Sen. İri bir kadındı. Uzun boyluydu ve kalın derisinin altından kasları seçiliyordu. Yü-zünde hep… her şeyi biliyormuş gibi bir ifade olurdu. Çocuk-lardan biriyle muhatap olmaya tenezzül ettiği zamanlarda ise genelde bağırıp çağırırdı.

Her saniye öfkem daha da artsa da sessizce bekledim.

19

ateş çemberİ

“Geri dönmeliyiz,” dedi Ferguson ayağa kalkarken.

“Bir şey olmaz. Stewart bizi başından defetmeye kalkışsa bile Reynolds onun yine boşboğazlık etme ihtimaline karşı gözünü üstünden ayırmıyor.”

“Ben ondan çok diğerini düşünüyorum…”

“Sülük’ü mü?” dedi Gates bir kahkaha atarak. “En son o gelecek. Tabii dönmeyi başarırsa.”

Kelimeyi duymamla kaşlarımı kaldırmam bir oldu. Sülük. Ben. Yeni bir lakaptı bu. Daha önce çok daha kötü isimlerle seslenilmişti bana. Asıl kafama takılan şey, yakalanmadan şe-hirde dolaşabileceğime bile inanılmamasıydı.

“Diğerlerinden çok daha kıymetli,” dedi Ferguson. “Sade-ce an meselesi…”

“An meselesi olan bir şey yok. Bize itaat etmiyor ve bu yüz-den de o bir yük.”

Yük. Çığlık atmamak için yumruğumu sıkıp ağzıma götür-düm. Birlik’in yüklerle nasıl başa çıktığını iyi bilirdim. Aynı şekilde bunu deneyecek cesareti olan ajana neler yapabilece-ğimi de…

Ellerini yere koyarak arkasına yaslandı. “Planımızda bir değişiklik olmayacak.”

“Güzel.” Gates bitirdiği cipsin paketini fırlatıp attı. “Bun-ların ne kadarını götürüyoruz? Ben bir simit daha yiyebili-rim…”

Bir paket çubuk krakerle bir paket sosisli sandviç ekmeği... Onlar yiyecek bulmak ve bilgi edinmek üzere dışarı çıktığın-da çocuklara bakmak için kalan bir avuç ajan ve on yedi çocuk

20

alexandra bracken

için götürdükleri şeyler bunlardı.

Onlar ayağa kalkmak üzere harekete geçince duvara iyi-ce yaslanarak pencereden dışarı çıkmalarını dinledim. Ayağa kalkıp peşlerine takıldığımda bile yumruklarımı sıkıyordum. Depo nihayet görünene dek aramızda az bir mesafe kalacak şekilde onları takip ettim.

O son sokaktan geçmeden önce Sen başının üzerinde bir çakmak yakarak çatıdaki gözcünün onu görmesini sağladı. Karşılığında kısık bir ıslık sesi duyuldu. Bu, devam etmele-rinde bir sakınca olmadığı anlamına geliyordu. Kadın diğer-lerinin ardından yangın merdivenine tırmanmadan evvel onu yakalamak için koşmaya başladım.

“Ajan Sen!” diye fısıldadım sert bir şekilde.

Bir eliyle merdivene tutunan Sen diğer elini kemerinde sakladığı silahına götürdü ve arkasına döndü. Onları izledi-ğim tüm süre boyunca kendi elimin de silahımın üzerinde ol-duğunu anlamam bir anımı aldı.

“Ne var?” dedi Gates, Ferguson’a devam etmelerini işaret ederek.

Beni gördüğüne mutlu olmadın, değil mi?

“Size bir şey anlatmalıyım… Bu…” Sesimin titremesinin öfkeden değil korkudan olduğuna inanmasını umuyordum. “Cole’e güvenmiyorum.”

İşte bu ilgisini çekmişti. Karanlıkta parlayan dişlerini gör-düm.

“Ne dedin?” diye sordu.

Bu defa gülümsedim. Beynine girdiğimde olanları umur-

21

ateş çemberİ

samadım. Ranzaları, eğitimleri, Karargâh’ı, ajanları hızla kenara itiyordum. Saldırımın etkisi altında irkilip titrediğini hissediyordum.

Aradığım şeyi bulduğumda hemen anladım. Bunu öyle canlı bir şekilde hayal etmiş, öyle şeytani bir beceriklilikle kurgulamıştı ki ben bile bu kadarını hayal edemezdim. Fik-rin her yanı tuhaf bir parlaklıkla kaplıydı; ılık bir balmumuy-du sanki bu. Sahneye arabalar girdi. Yüzlerini tanıdığım üst kattaki çocukların hepsinin ağzı bağlanmıştı. Toz rengi askerî giysiler. Siyah üniformalar. Bir takas.

Yüzeye çıktığımda nefes nefese kalmıştım. Ciğerlerime yeterli miktarda oksijen gitmiyordu. Ancak Sen’in hafızasını silip son birkaç dakikaya ait yanlış anılar yerleştirmeyi akıl edebildim. Kendine gelmesini beklemeden onu itip merdi-venlerden çıktım.

Cole… Zihnim çok hızlı çalışıyordu. Cole’e anlatmalıyım.

Bir de şuracıkta kafasına bir kurşun sıkma arzusuna teslim olmadan önce bu ajandan uzaklaşmalıydım.

Bizden yemek saklaması, sessiz ya da daha hızlı olmazsak veya onlara yetişemezsek bizi geride bırakacağına dair tehdit-ler savurması yetmiyormuş gibi… Bizden sonsuza dek kur-tulmak istiyordu. Tasmalarımızı bizi gerçekten kontrol edebi-leceğini düşündüğü tek gruba verecekti.

Ve karşılığında bir sonraki saldırısı için gerekli olan ödül parasını istiyordu.

22

İKİ

Deponun ikinci katına ulaştığımda göğsüm alevlerle, zihnim karanlık düşünceler ve endişeyle doluydu. Sen arkam-dan tırmanırken yangın merdiveni gıcırdıyordu. Pencereden yeterince hızlı geçemedim. Diğer bir deyişle ondan yeterince hızlı uzaklaşamadım. İçerideki zayıf ışığın dışarıdan görün-memesi için pencereye astıkları cekete sürtünerek bacakları-mı çıkıntının üzerinden geçirdim ve içeri girdim.

Gözlerim, telaş içinde bir mum ışığından diğerine gidiyor-du. Mumların arasındaki karanlığa bakmadan geçiyordum. Çocuklar odanın her bir köşesinde kümelenmişti. Gates ve Ferguson yemek vermeleri karşılığında onları köşeye sıkıştır-mıştı sanki.

Cole’ü bulmalıyım, diye geçirdim içimden. Kahretsin. Ona ihtiyacım vardı. Bunu bilmesi gerekiyordu. Bu işi çözmek için bir yol bulmalıydık.

“Ufak bir teşekkür fena olmazdı,” dedi Gates alaycı bir ta-vırla. Ağzından dökülen kelimeler, sessiz odadaki kalın toz

23

ateş çemberİ

tabakasını havalandırmıştı sanki. Çocuklardan sessiz teşek-kürler yükselmeye başladı. Bakışlarını yerden ya da birbir-lerinin üzerinden ayırmıyorlardı. Daha önce kendime itiraf etmek istemediğim şeyi artık görebiliyordum. İşin sonunda, yani ajanlardan eğitim alarak geçirdiğimiz onca zaman ve onca mücadelenin sonunda, bizim harcayabilecekleri birer çek olduğumuzu anladıkları an her şey heba olmuştu.

Aradığım üç yüzü çok geçmeden buldum. Vida kendi dev-riyesinden, bronz teninde açılmış derin bir kesikle dönmüş-tü. Chubs onun yarasıyla ilgileniyordu. Yanında siyah bir sırt çantası vardı. Yaşadığım rahatlama duygusunu saklamak için dudağımı ısırdım. Çantanın içinde Clancy’nin elinden son anda kurtardığım araştırma duruyordu. Annesinin IAAN hastalığına bir tedavi bulmak üzere topladığı grafikler, tablo-lar ve tıbbi terimlerden oluşan çalışmasıydı bu.

“Anneanne, inan bana, oyalanmayı hemen kesmezsen se-nin…”

“Temizlememe müsaade et!” diye itiraz etti Chubs.

Liam sırtını duvara yaslamış; kollarını ise kırdığı dizlerinin üzerine koymuştu. Yüzünde saldırıdan beri kaybolmayan o sert ifade vardı ve göz ucuyla Gates’i izliyordu. Getirilen yi-yeceklere uzanmadı. Kendisine uzatıldığında da alıp Chubs’a verdi.

Ajanlar onları da takas edecekti. Ya bu gece onlara rastlama-saydım? Durup Sen ve diğerlerinin konuşmalarına şahit ol-masaydım? Bizi uyutup önümüzdeki günlerde pazarlığa gi-rişeceklerdi. O zaman yapabileceğim hiçbir şey kalmayacaktı. Neden herkesi koruyabileceğimi düşünmüştüm ki? Üstelik

24

alexandra bracken

daha tek bir çocuğu, benim için en değerli insanı bile koruya-mamışken… Jude…

Sen, içeri girerken omzuma çarptı. Hissetmedim bile.

Hayattaydım, biliyordum ama bir önemi yoktu. O anda bir tünelde, bizi ezmek isteyen yıkık duvarların arasındaydım. Uzaktan gelen çığlıklar, göremez olmuş gözler ve paramparça olan betonun kükreyişi peşimi bırakmıyordu; toprak, önüne çıkan her şeyi toza, dumana boğarak âdeta sağanak bir yağ-mur gibi yağıyordu tepemize. Kapattığım gözlerimin önün-de çilli bir surat belirmişti, kendi hayatının sonunu izleyen o baygın kahverengi gözler. Her şeyi gördüm ve hiçbir şey buna engel olmadı. Nasıl olduğuyla ilgili gözümde canlan-dırdıklarımı unutturacak kadar kuvvetli, güzel bir anı yoktu yeryüzünde. Jude’un nasıl sonsuza dek karanlığa kayıp gitti-ğini…

O an dünyayla aramdaki bağın koptuğunu ve boşlukta savrulduğumu hissettim. Bedenimdeki her bir sinir alev al-mış, hücrelerim birbirleriyle yarışa tutuşmuştu. İçimdeki bas-kı öylesine artmıştı ki altında ezileceğimden şüphem yoktu artık. Çevremdeki herkesin buna şahit olacağı düşüncesi ise her şeyi daha da kötüleştiriyordu.

Bileğimdeki dokunuş başta anlamayacağım kadar nazikti. Ama beni kapıya döndürmeye yetecek kadar sağlam, dizleri-min bağının çözüldüğünü hissettiğimde beni tutacak kadar kuvvetliydi.

Koridor, içerideki odadan en az on derece daha soğuktu. Öyle sessiz ve karanlıktı ki damarlarımda kaynayan kanın sı-caklığını hissetmiyordum artık. Yalnızca birkaç adım atıp içe-