Web Uygulamalarında Test Güdümlü Geliştirme Yii üzerinde bir örnek durum çalışması
Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği
-
Upload
ibrahimokur -
Category
Documents
-
view
593 -
download
5
Transcript of Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
1 1
Nasıl din ile devlet birbirinden ayrılmışlarsa,
bilim ile devlet de birbirinden ayrılmalıdır.
Paul Feyerabend1
Gen jokeyleri, koyuna insan, domatese sığır
genlerini suni yöntemlerle iliştirmenin sonuçlarını
Tanrı gibi görebildiklerini iddia etmektedir.
Prof. Abigail Salyers, Microbiological Review2
KÜRESEL GÜÇ ODAKLARININ EMRİNE SOKULAN SAHTE BİLİM/
NEO-DARWİNİZM GÜDÜMLÜ GENETİK MÜHENDİSLİĞİ
İÇİNDEKİLER
1- NEO DARWİNİZM’İN EMPERYALİZMİN EMRİNDEKİ FELSEFESİ
2- KÜRESEL GÜÇ ODAKLARININ GÜDÜMÜNDE GENETİK MÜHENDİSLİĞİ UYGULAMALARI
3- TÜRKLERİ HEDEF ALAN SİYASİ TEZGÂH: TÜRKLERLE İLGİLİ GEN ARAŞTIRMALARI
4- TÜRKİYE’NİN ETNİK YAPISIYLA İLGİLİ GERÇEK BİLGİLER
5- IRKÇILARA DA NEO-DARWİNCİLERE DE DESTEK SAĞLAYAN GÜÇLER AYNI GÜÇLERDİR
1
Evrenin her parçası bütünle başka türlüsü
mümkün olmayacak bir tarzda bütünleşmiştir,
bütünü bütünüyle tahrip etmeksizin herhangi bir
şeyi değiştirmek mümkün değildir.
Kopernik
Canlıların yapıtaşları olarak nitelenen DNA 3 , canlı varlıkların
yaşamasını ve biyolojik gelişmesini yönetmek için gerekli bilgileri taşıdığı
düşünülen moleküllerdir 4 . Bilim dünyası onu “kimyasal bir iplik”
benzetmesiyle tanımlar. DNA’nın bilgi taşıyan bölümüne gen5 adı verilir.
Genler, vücudun büyük bölümünü oluşturan moleküller olan proteinlerin
üretimine ilişkin bilgiyi taşırlar. Biyolojik hayatımıza ilişkin bilgi içerdiği
anlaşılan DNA, organizmanın belirli bir programa göre gelişmesini yöneten
genler toplamı olarak görülmektedir. Bilim insanları bu anlayış
çerçevesinde, her genin bir protein ürettiği inancından yola çıkarak,
insanda 100 bin gen olması gerektiğine inanıyordu. (Oysa Genom Projesi 20
bin gen olduğunu ortaya çıkardı6. Böylece her genin tek bir protein ürettiği
inancı çöktü.) Bu gibi henüz yeterince test edilmemiş ön bulgular, tahminlerle
harmanlandı ve bilime günümüze kadar egemen olan determinist 7
düşüncenin hazır kalıbında şekillendirilerek, ortaya bir kuram çıkarıldı. Söz
konusu kuramda, bütün diğer canlılarla beraber insan da, hiçbir şekilde
denetleyemediğimiz “seçici güç” olan genler tarafından yönetilen “pasif bir
nesne”8 olarak görülmektedir. Söz konusu anlayışa göre, hayatımız -canlı olarak
her ne varsa hepsi- genlerin yönetimi altındadır.
Buradan hareketle, genleri dışarıdan yönetmek ve değiştirmek
İBRAHİM OKUR
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
2 2
suretiyle hayatı ve insanı mükemmelleştirmenin mümkün olduğunu düşünenler
ortaya çıktı. Günümüzde bu, büyük finans güçlerinin savunduğu bir ideoloji
haline gelmiştir. Bu anlayışın söz konusu çevreler tarafından destek bulmasının
nedeni insanlığın geleceği ya da bilime yönelik karşı konulmaz tutku değildir.
Öncelikle, yeni yatırım alanları bulmak, küresel egemenliğin temellerini
sağlamlaştırmak, gücü tarım alanına yaymak, yapıyı kalıcı hale getirmek
amaçlanmaktadır. Çünkü kapitalizmin geçerliliğini ve anlamını koruması için
yıllık kazançların yatırılacağı yeni yatırım alanları bulmak zorunludur. Aksi
takdirde iktisadi faaliyetler anlamını kaybetmektedir.
ABD’de yerleşik küresel finans çevrelerinin günümüz bilimini
soktuğu bu kanala GENETİK MÜHENDİSLİĞİ deniyor. Bir başka şekilde ifade
edilecek olursa, Mendel’in9 genetiğiyle Darwinizm evlendirilmiş ve Neo-
Darwinizm ortaya çıkmıştır. Bu “izm”leştirilmiş sözde bilim anlayışının
iddiasına göre, genlerin yapısı çözümlendiğinde, hayata ilişkin her şeyi
açıklamak mümkün olacaktır. Emperyalizm, Darwinizm’i yüz yıl boyunca
hizmetinde kullandı. Şimdi sahnede Neo-Darwinizm var.
O halde neden böyle düşündüğümüzü açıklamalıyız.
Darwin, Türklerin Kökeni adlı kitabını ilk yayınladığında, görüşlerini
Newtoncu bir yaklaşımla anlatmıştı. O zamanlar Newton’u taklit etmek
adeta bir zorunluluk olarak görülüyordu. Herhangi bir fikrin bilimsel
geçerliliği olabilmesi için Newton’un izinden gitmek gerektiği
düşünülüyordu. Darwin’in büyük ilgi görmesinin nedeni de kuramını
açıklarken Newton’un yaklaşımlarını taklit etmesidir. Bu sayede onun
kuramı, Newton mekaniği ile eşdeğerde, ya da mekaniğin biyolojideki
karşılığı sayılmıştır. O zamanlar Newton’u taklit etmek o kadar yaygındı ki,
sosyal bilimciler de aynı tavır içine girmişlerdi.
Neo-Darwincilerin genetik biliminin felsefi temeli Prof. Richard
Dawkins tarafından Gen Bencildir adlı kitabında yer alan şu cümleyle
ifadesini bulmuştur10: “Bu kitaptaki tez, bizim, diğer bütün hayvanlar gibi,
genlerimiz tarafından yaratılmış makinalar olduğumuzdur. Başarılı Şikago
gangsterleri gibi, bizim genlerimiz de, epey rekabetçi bir dünyada,
milyonlarca sene boyunca hayatta kalmayı başarabilmişlerdir.” Tavuk mu
yumurtadan çıkar yumurta mı tavuktan çıkar, sorusuna Dawkins’in cevabı
şudur: Tavuk, yumurtanın yeni bir yumurta yapmak için kullandığı
makinadır. Bu anlayışa göre insan da tavuklar gibi aynı işlevi yerine
getirmektedir.
İnsanı, genleri tarafından yönetilen “robotlar” olarak gören
Richard Dawkins, bu görüşlerini “inançla” işler ve sonunda bir kitap
yayınlar. Kitabın adı Tanrı Yanılgısı’dır. Kitapta, “Darwinizm Emreder”,
başlıklı bir bölüm yer alır. Burada şöyle der Dawkins 11 : “Din çok
savurgandır, bir o kadar da ölçüsüzdür ve Darwinci seçilim, devamlılık arz
eden bir süreç zarfında israfı saptar ve yok eder. Doğa tıpkı cimri bir
muhasebeci gibi adeta bir kuruşun hesabını yapar. Zamanı titizce kollar ve
her türlü israfı sert ve acımasızca cezalandırır. Darwin’in açıkladığı üzere,
‘doğal seçilim, her gün ve her saat dünya bütünündeki her değişikliği,
hatta en zayıf olanı bile dikkate alır; kötü olanı çürüğe çıkarır, güzel olan
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
3 3
her şeyi korur ve ayıklar; tüm organik varlıkların gelişiminde, her nerede
ve her ne zaman bir fırsat yakalarsa, sessiz ve acımasız bir görev
üstlenir.’… Her an, her saniye gözümüze çarpmasa da merhametten yoksun
faydacılığın (utilitarianizm12) borusu ötmektedir.” Yazarın Kör Saatçi adlı
bir kitabı daha var. Orada şöyle diyor13: “Ancak Darwin sayesindedir ki,
entelektüel açıdan tatmin olmuş bir Tanrıtanımaz olabiliyoruz.”
Bizim bu tebliğde anlattıklarımız da Tanrıtanımaz fakat paraya ve
güce taparlarla ilgilidir. Konumuzu bu yöne yaymadan önce Prof. Dr. R. D.
Lewontin’in DNA Doktrini/İdeoloji Olarak Biyoloji adını taşıyan kitabından
da söz etmeliyiz. Bu çalışmada, konunun, ufkun elverdiği ölçüde
olabildiğince ileri götürüldüğünü öğreniyoruz. Şöyle deniyor14 : “Genler
bireyleri, bireyler toplumu meydana getirirler, bunun için de genler toplumu
yaratırlar. Eğer bir toplum diğerinden farklı ise, bu bir toplumdaki bireylerin
genlerinin diğer toplumunkinden farklı olmasındandır. Ne kadar saldırgan,
yaratıcı veya müziğe yatkın olduklarına göre farklı ırkların genetik olarak
farklı oldukları düşünülmektedir.”
Bu bağlamda, kültür de genlere bağlanır ve bizi biz yapan ne varsa
hepsi moleküllerin içine yerleştirilir ve genlerin yanında MEM
“moleküllerinden” söz edilir. Sonuçta insan, bilgisayar gibi, 0 ve 1’den ibaret
bir şifre dizilimine indirgenmiştir. Genler kültüre şöyle bağlanır15: “Genler
bireyleri meydana getirir, bireylerin özgün tercihleri ve davranışları vardır,
tercihlerin ve davranışların toplamı kültürü meydana getirir. Bunun içindir
ki, moleküler biyologlar, bir insanın DNA dizilimini keşfetmek için gerekli en
fazla parayı harcamamız için bizi zorlamaktadırlar. Genlerimizi oluşturan
molekül dizilimini bildiğimiz zaman insan olmanın da *gerçekte+ ne demek
olduğunu bileceğimizi söylemekteler.”
DNA’nın insan hayatının sırrını taşıdığı inancı, Genom Projesi’nin16
test edeceği gizemleri tanıtan “büyük sayıda” popüler ve yarı popüler
kitabın ortaya çıkmasına yol açtı. Söz konusu kitaplarda, Genom Projesi,
“bugünün en önemli bilimsel sorumluluğu” olarak tanıtıldı. Proje
sonuçlandığında “kendimizi felsefi olarak kavramamızda değişiklik olacağı”
vurgulandı. İnsanın gen dağılımını bilmekle, insan olmanın “gerçekte” ne
olduğunu anlayacağımıza peşinen hükmediliyor. Konu o derece abartılı bir
hale gelmiştir ki, konuyla ilgili bilimsel bir kongrenin açış konuşmasında,
bir biyolog, bu proje sayesinde, elde yeteri kadar büyük bir bilgisayar
bulunması halinde, eğer bir organizmanın DNA dağılımını tam olarak
bilirsek, organizmanın “hesaplanabileceğini”17 bile öne sürdü. Bu cümle,
bizi sadece bir robot olarak gören doktrinin aldığı son şekildir. Çünkü
robotun ne yapabileceğinin hesaplanabileceğini, farklı veriler yükleyerek
farklı hareketlere yönlendirilebileceğini öngörmektedir. Nitekim henüz
ortada bir şey yokken, Genom Projesi’ne muazzam bir bütçe ayrılmasına
kamuoyunda geniş destek bulmak amacıyla ciddi bilim dergisi sayılan
dergilerde, alkolizme, işsizliğe, evcilliğe, şiddete, uyuşturucu bağımlılığına
neden olan genlerin bulunacağına ve insanı mükemmelleştirmek için
çarenin genlerle oynamak olduğuna dair yazılar yayınlandı.
Genlerin işlevine olan inanç, sosyal farklılıkların, çeşitli toplum
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
4 4
katmanları arasındaki uçurumların açıklanmasında da kullanılmakta
gecikmedi. Zaten Darwinizm, başından beri bu amaçla işe koşulmuştur.
Harvardlı bir psikolog olan Richard Herrnstein, doğal eşitsizliğin en önde gelen
ideologlarından biri olarak şöyle demektedir18: “Geçmişteki ayrıcalıklı sınıflar
muhtemelen ezilenlere göre biyolojik olarak fazla üstün değillerdi, bunun için
devrimin başarı şansı vardı. Sınıflar arası yapay engelleri kaldırarak toplum
biyolojik engellerin ortaya çıkmasını teşvik etti. İnsanlar toplumda doğal
yerlerini alabildikleri zaman, tanımsal olarak üst sınıflar alt sınıflardan daha
fazla kapasite sahibi olacaklardır.” Bunları söyleyen adama DNA Doktrini’nin
öğrettiği şudur: Biyolojik olarak (gen yapısı dolayısıyla) aşağı olan insanların
biyolojik olarak üstün olanlardan iktidarı almaları mümkün değildir; çünkü
genleri bu imkânı vermeyecektir. İşte size Neo-Darwinizm’in henüz tam olarak
su yüzüne çıkmamış çağdaş ideolojisi. Almanya’da dazlakların, ideolojilerini
aklamak için öne çıkardıkları yeni argüman. Batılı devletler neo-Darwinizm’e
geniş mali destek oluyor. Ama niyetleri görünür hale getirdikleri için neo-
Nazilere de kızıyor. Neo-Naziler yeniden nasıl ortaya çıktı sanılıyor? Eski
hikâyenin yeni sürümünden.
Burada birkaç cümleyle aktardığımız görüşler, bilim dünyasına
geniş çapta egemen olan görüşlerin kısa kısa ifadeleridir. Buna göre, bizler
ve bütün organizmalar kimyasallar üreten makinalarız. Bizi yönlendiren de
genlerimizin ürettiği kimyasallardır. Hafızam beni yanıltmıyorsa, on yıl
kadar önce İngiltere’de bir üniversite, aşka neden olan kimyasalın
bulunduğunu ilan etmişti. Buna Richard Hawkings’in verdiği cevabı hiç
unutmam: “Böyle söyleyemezsiniz, eğer böyle söylerseniz, bir katil yargıç
karşısına çıkarıldığında, benim kabahatim yok, benim vücudum cinayet
işlememi engelleyecek kimyasalı üretemiyor’, der. O zaman ne cevap
vereceksiniz?”
Neo-Darwinci açıklama, özelliklerimizin genlerimizin eseri
olduğunu, genlerimiz tarafından denetlendiğimizi kabul eder. Bir gen,
avantajlı veya dezavantajlıdır. Bu durum, organizmanın elenmesine ya da
seçilmesine yol açar. Oysa genler hakkında kesinleşmiş tek bilgi,
proteinleri kotladıkları ya da farklı proteinlerin sentezlerinin yapılması için
“sinyal” kotladıklarıdır19. Genlerimizde, bizi okumaya ya da hatırlamaya
karşı kabiliyetimizi etkileyen özellikler olabilir, fakat bunun anlamı okuma
kabiliyetimizin genler tarafından denetlenmesi değildir.
Neo-Darwinciliğin en büyük tehlikesi, öjenik 20 (soy arıtım) ve
ırkçılığı meşru kılacak bir takım önyargıların gelişmesine yeniden çanak
tutmasıdır. Bu konuyu ve neo-Darwinizm öncesi dönemde vardırıldığı
boyutları “Arsızlık ve Kültür/ Batının Kültürü Dış Politikamızı Nasıl
Yönlendiriyor?” adlı kitabımızda inceledik. Darwinizm genetikle
evlendirilince, milletleri, sosyal sınıfları ya da bireyleri damgalamakta
kullanmak şeklinde bir eğilim ortaya çıkmıştır21. Neo-Darwinizm, İkinci
Dünya Savaşı öncesinde Amerika’da ırk ıslah çalışmalarını tırmandıran,
determinist bir takım sözde bilginlerin geliştirdiği bir ideolojiden başka bir
şey değildir.
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
5 5
Doğal ortamda genetik mühendisliği “kusursuz” olarak
işleyebilmektedir. Ancak neo-Darwinizm’in tetiklediği ve kâğıt üzerinde
akladığı yapay genetik mühendisliği insan ürünüdür ve son derece sınırlı
bilgilere dayanmakta ve üstelik rastgele uygulanmaktadır. Oysa en basit
bir hücrede bile 2500 kadar farklı karmaşık molekül iş görmektedir ki
bunların çoğunun işlevlerinin bilindiği söylenemez. Hücreyi çıplak gözle
göremiyoruz ama içi çok kalabalık. Şimdiye kadar yapılan bilimsel
gözlemler, organizmanın işleyişini denetleyen genleri denetleyen, aynı
ortamda başka genler olduğunu düşündürtüyor. O halde, genleri
denetleyen genleri denetleyen genler olması da gerekmiyor mu? Bu zincir
nereye kadar sürer diye düşünülüyor. Her molekülü başka molekül
yönetiyorsa, bu işin sonu nerede biter? Bittiği yerde karşımıza çıkan nedir?
Böyle bir mekanik hiyerarşi zorunlu olarak sonsuza kadar uzanmaz mı?
Oysa canlı organizmaların çok büyük bir kısmı, ancak mikroskop altında
görülebilen gayet sınırlı hacme sahip olduğuna göre, iddia edilen mekanik
hiyerarşinin canlıda nasıl organize olduğunu açıklamakta başarısız kalır22.
Aşağıda uygulamadaki örnekleri sıralayacağız ama şimdilik şu kadarını
söyleyelim ki, neo-Darwinizm ya da genetik determinizm, insanlığın
geleceğini tehdit eden birinci dereceden bilimsel sapkınlık hüviyeti
kazanmıştır. Söz konusu sapkınlığın adı biyoteknolojidir. Papa Benedict,
2006 Nisan ayında yaptığı bir açıklamada, biyoteknolojiyi ticari çıkarlarına
alet edenleri ve onların bilim dünyasındaki uzantılarını, “Tanrıyı oynamakla
suçladı” ve “Tanrı olmadan Tanrının yerini almaya çalışmak tehlikeli ve
delice bir cürettir”, dedi23. Papanın ifadesine göre bu gibi kişiler satanik24
kişilerdir. Ne var ki, küresel medya, papanın bu sözlerinin duyulmasını
engelledi.
Biz de burada, olup bitenlerin arkasındaki satanik çevrelerin
işlerine daha yakından bakmak istiyoruz. O halde şimdi, yukarıda yer
verdiğimiz aktarmalarda geçen “Şikago gangsterleri” ve “merhametten
yoksun yararcılık” deyimlerini takım çantamıza yerleştirerek konumuzun
başka bir boyutunu inceleyelim ve sözde bilimsel kuramlara dayanarak
şekillendirilen teknolojinin sofralarımıza kadar tırmanmayı başaran
ürünlerine biraz yakından bakalım.
2 Bugünün bilim adamı, tutumu ile toplumun
özgür olmasını sağlamak şöyle dursun, tam tersine
köleleştirmeye doğru sürüklemektedir.
Paul Feyerabend25
Genetik devrim, dünya açlığını gidermeyi
amaçlamamakta; insan beslenmesinde yaygın olarak
kullanılan pirinç, mısır, soya fasulyesi, buğday, hatta
sebze, meyve ve pamuğun tohumlarını kontrol altına
alarak özel şirketlerin malı haline dönüştürmeye
çabalamaktadır.
William Engdahl26
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
6 6
Yukarıda birkaç sayfa içinde temel argümanlarını açıklamaya çalıştığımız biçime büründürülen
biyoloji, ABD’de yerleşik küçük bir azınlığın hizmetine sokulmuştur. Biyoteknoloji alanında -aşağıda
örneklerini ele alacağımız- Şikago gangsterlerinin merhametsizce sürdürdüğü oyunlar, söz konusu
gerçeği iyice su yüzüne çıkarmıştır. Pentagon’un stratejisinin “tam spektrum egemenlik” olduğunu
günümüzde bilmeyen yoktur. Arama, çıkarma, taşıma ve üretimin bütün aşamalarında petrol sektörü
üzerinden kurduğu küresel egemenliği korumak, yaymak ve kalıcılaştırmak için her şeyi yapan ABD,
aynı şeyleri tarım alanında da yapmak istemektedir. Eğer bu gerçekler Türkiye’de kamuoyu önünde
bütün açıklığıyla tartışılamıyorsa ve bu gibi konuların hiçbir zaman açıkça dile getirilmediği medya
organları varsa, bunlar düpedüz ABD hesabına çalışanlardır.
Söz konusu küresel egemen elitin en üst düzeyde maşası olan Henry Kissinger, “petrolü
kontrol edersen ulusları kontrol edersin, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin”, sözüyle
ABD’nin peşinde olduğu küresel egemenliğin hedeflenen kapsamını gayet açık itiraf etmiştir.
ABD’nin gıda sektörüne küresel çapta egemen olma projesi ortaya atıldığında, DNA’nın adı
bile ortada yoktu. DNA’nın organizmalardaki işlevi ve yapısıyla ilgili ilk ipuçları yayınlandıktan sonra,
aslında bilim insanlarının arasında sürmesi gereken bilimsel tartışmalar, eski alışkanlık sürdürülerek,
kısa zamanda ideolojik kalıba döküldü. Gıda üzerinden emperyalist yapılanma hesapları yapanlar, söz
konusu ideolojiyi aklama aracı değerinde büyük bir fırsat olarak gördüler.
Konunun merhametsiz Şikago elitinin çıkarlarının paraleline sokularak yeni bir sahte bilim dalı
türetildiğinin çok az kimse farkındadır. Bu noktada bilim insanları iki kampa ayrılmıştır. Birinci
guruptakiler, çıkarsız konulara ilgi gösterme ahlakına sahip, uyarıcı görevini yaparak sorumluluklarını
yerine getirmeye çalışan dürüst insanlardır. İkinci guruptakiler, konuya küresel güç odaklarının yoğun
ilgisinden yararlanarak kendine çıkar sağlamaya çalışanlardır. Genetik mühendisliğinde propaganda
aracı olarak bu tür bilim insanları kullanılmaktadır. Aslında üçüncü bir gurup daha var. Bunlar,
konunun kendi uzmanlık alanlarının dışında olduğunu öne süren “nemelazımcı” takımıdır.
Gıda sektörünü küresel çapta denetim altına alma planı, genetiği değiştirme düşüncesinden
çok öncelere, 1930’ların başlarına dayanır. ABD’nin bu hesabı, Amerikan Merkez Bankası’nın sahibi
konumundaki belli başlı ailelerin maddi destekleriyle yürürlüğe sokulmuştur. Söz konusu ailelerin
başında servetini petrole borçlu olan Rockefeller ailesi gelir. Diğer aileleri de Kurtla Yiyip Çobanla
Ağlaşanlar adlı kitabımızda tanıtmıştık. Tarım alanında ABD kökenli ilk atılımın adı “Yeşil Devrim”dir.
Günümüzde bu adı terk etmiş görünüyorlar ama adı kötüye çıktığı için –uygulandığı ülkelerde yoksulla
varlıklı arasındaki uçurum derinleştiği için- , yoksa Yeşil Devrim döneminin acı tecrübelerinden bozulan
toplumsal dengelerin getirdiği sorunlardan ders çıkarmış değiller. Hatta söz konusu anlayışa derinlik
kazandırdıkları, doğal ve toplumsal dengeleri daha da bozdukları bir gerçektir.
Bazı bilim insanlarının sonradan kaleme alınan hayat hikâyelerine bakıldığında, Rockefeller
ailesinin işin başından beri DNA üzerinde yapılan araştırmaların içinde olduğunu görmek mümkündür.
1940’larda Rockefeller Enstitüsü, DNA üzerinde çalışıyordu. Bu enstitüde görevli Oswald T. Avery adlı
bir araştırmacı, kardeşine yazdığı mektupta bakınız ne diyor27: “… Bu, nükleik asitlerin28 sadece yapısal
açıdan önemli olmakla kalmayıp hücrelerin biyokimyasal etkinliklerini ve belli özelliklerini belirlemede
de etkin biçimde görev alan maddeler oldukları anlamına geliyor… Hücrelerde öngörülebilir ve
kalıtsal değişiklikler yaratmak mümkün… Bir virüsü29 andırıyor; belki bir gen.”
Bu satırlardan bizim anladığımız şudur: “DNA’nın yapısı ortaya konmadan 10 yıl kadar önce,
DNA’nın işlevi üzerinde hiç kitap yokken, ilk kez Rockefeller Enstitüsü’nde “kalıtsal değişiklikler
yaratmak mümkün”, olduğu düşüncesi vardı. Tarih önünde bu noktanın altını çizmek gerekir. Şu
husus da çok önemlidir: Günümüzde genetik mühendisliği temel felsefesi, söz konusu Amerikan
elitinin çıkarları doğrultusunda teşvik görmektedir. Hatta öyle ki, serbest bilimsel tartışma ortamı
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
7 7
üzerinde baskı kurarak koruma altına alınan söz konusu felsefeye muhalif olan bilim insanlarına işten
el çektirilmekte, araştırmalarına destek sağlanmamakta, ABD’de devletin halk sağlığıyla ilgili
birimlerinin başına bilime olan inancı istismar etmekte olan söz konusu ailelerin bilim insanı
kalıbındaki piyonları tayin edilmektedir.
ABD’de devlet ile söz konusu elitler arasında sıkı bir ilişki söz konusu olduğu, elitlerin yakın
adamlarının devletin önemli karar organlarının başında bulunduğu, GDO üzerinde çalışan büyük
şirketler ne isterse ABD hükümetlerinin bugüne kadar onu yaptığı, devletin adamları gibi görünen
bazı kimselerin daha sonra söz konusu elitin kurduğu vakıfları yönettiği ya da vakıf yöneticilerinin
devlet kademelerinde önemli görevlere getirildiği, hatta kritik uluslararası kuruluşların başına yine söz
konusu elitin piyonlarının getirildiği bilinmektedir. Kenan Demirkol, GDO: Çağdaş Esaret adlı
kitabında, bu konuda devletin mi özel sektörü, özel sektörün mü devleti sürüklediği belli değildir,
diyor. Yine aynı eserde, son dönem Amerikan başkanlarının biyoteknoloji şirketleriyle olan kişisel
yakınlıklarına yer veriliyor. GD-bitki ve GD-hayvan “yaratma” konusunda Reagan’la başlayan
çalışmalar, baba-oğul Bush’lar ve Clinton’la sürdürülmüştür. Obama, “tarım sanayisine, bu bakanlığın
Tarım Ticaret Bakanlığı değil, Tarım Bakanlığı olduğunu anlatacağız”, diyerek seçildiği halde, koltuğa
oturur oturmaz kurduğu Bilim Danışma Kurulu’nda biyoteknoloji şirketlerinin önde gelenlerine yer
vererek, geleneksel devlet desteğini sürdürmüş, Tarım Bakanlığı makamına bile biyoteknoloji
şirketleriyle yakın ilişkide bulunan bir valiyi getirmiştir30.
Politikacı seçim dönemlerinde ne söylemiş olursa olsun, biyoteknolojiye devlet desteği
başından beri kesintisiz sürdürülmüştür. Söz konusu destek bilime verilen olağanüstü önemle
açıklanamaz. Soğuk Savaş stratejilerinin baş mimarlarından olan George Kennan, 1948 yılında,
Harvard Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmayla ABD’nin geleceğine nasıl baktığını ve nasıl bakılması
gerektiğini gayet açık bir şekilde şöyle ifade etmiştir31:
“Biz dünya nüfusunun yüzde 6,3’ünü oluşturuyoruz ama zenginliğinin yarısına sahibiz. Bu
farklılık, özellikle bizler ile Asyalılar kadar büyük. Böyle bir durumda kıskanılma ve gücenilme gibi bir
durumda olamayız. Gelecek dönemdeki asil görevimiz, ulusal güvenliğimize bir zarar getirmeden bu
farklılık durumunu sürdürebileceğimiz bir ilişki kalıbı tasarlamaktır. Bunu yapmak için de tüm
duygusallık ve hayallerden uzak durup dünyanın her yerindeki ulusal hedeflerimize odaklanmalıyız.
Kendimizi çıkarlarımızdan fedakârlık ederek dünyanın iyiliği için lüksümüzden vazgeçeceğimiz
konusunda kandırmamıza hiç gerek yok.”
Bu stratejik bakış çerçevesinde, ABD’nin yaptığı ilk iş, bilimi küçük bir elitin emrine vermek
olmuştur. İfadelerden anlaşıldığı gibi, bu çarpıklığın nedeni, “farklılık durumunu sürdürebilmektir”. Bu
amaçla, merhametsiz Şikago gangsterleri marifetiyle, insanlığın iyiliği düşünülmeksizin birçok plan
yürürlüğe sokulmuş, “Amerikan yüzyılı” inşa etmek için bir takım varsayımları sanki birer bilimsel
gerçekmiş gibi pazarlayarak, akıllarına gelen her yolu denemişlerdir.
Ülkemizde hemen hemen bütün uluslararası politika konuşmalarında, olan bitenlerin
nedeninin petrol yollarını denetlemek olduğu sık sık söylenir. Oysa bu açıklama son derece yetersiz
bir açıklamadır. Çünkü Kore’den Vietnam’a, Kamboçya’dan Filistin’e, Orta Doğu’dan Afrika burnuna
kadar her tarafta sinsi sinsi çok daha tehlikeli sonuçlara gebe projeler yürütülmektedir. İnsanlığın
vazgeçilmez temel ihtiyacı olan gıda konusunda yürütülen bu satanik proje kısaca şöyle ifade
edilebilir: Verim artışı sağlamak ve nüfusu hızla artan dünyada açlıkla mücadele etmek vaadiyle GD
tohumlarla dünya tarımını ele geçirmek.
Proje nükleer silahları mümkün hale getiren Manhattan Projesi’nden32 çok daha kapsamlı bir
insanlık suçudur. Bu adamlar, genetik mühendisliği yoluyla bitkileri ve diğer canlıları kendi nam ve
hesaplarına patentlemeye çalışıyor ve yukarıda da belirtildiği gibi, küresel egemenliği böyle kurup
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
8 8
koruyacaklarını düşünüyorlar. Bu hesaplarını aklayan bazı sözde bilimsel iddiaları, daha doğrusu özel
olarak imal ettikleri aklama araçları var. Bunların birincisi nüfus artışı konusudur. İddialarına göre,
nüfus arttıkça yoksullaşma artacak, bu da komünizmi tetikleyecektir. Bu yüzden dünya nüfusunun
artmasının önüne geçmek gerekir. Bu fikir, ince ayardan geçirilmiş ve güncellenmiş Malthusçu33 bir
zihniyetle oluşturulmuştur. İkinci aklama araçları yine nüfusla ilgilidir. Bu adamlar, dünya nüfusunu
genetik olarak ıslah etmek istiyor. Yani Nürnberg’den34 önce ırkçılığın zirveye çıkmasına zemin
hazırlayan sözde bilimsel iki sapkınlık yeni bir çehreye büründürülerek yine karşımıza çıkarılıyor.
Eskiden soy arıtımla ıslah hedefleniyordu, Nürnberg’den sonra aynı şeyin adı değiştirildi ve Kalıtımla
(Genetik) Islah oldu. Görüldüğü gibi, zihniyet aynı zihniyettir. Sadece farklı renge boyanmıştır.
1946’da, Nürnberg Mahkemesi’nin henüz sona erdiği günlerde, bir yandan infazlar yapılırken,
Rockefeller Vakfı üyelerinden Frederick Osborn imzasıyla, Eugenics News adlı dergide “Genetik
Olarak Dünya Nüfusunu İyileştirmek” başlığıyla bir makale yayınlandı. Osborn, Soy Arıtım Derneği’nin
kurucu üyesiydi. Günümüzde pompalanan söylemlere kanarak konunun yanlışlığının zamanla
anlaşıldığı sanılabilir ama aslında konu çok daha ileri boyutlara taşınmıştır. Osborn, konuyu ileri
boyutlara taşıyanların ele başlarından biridir. Zamanla Nürnberg duruşmaları dolayısıyla yaşadığı
çekingenliği üzerinden atmış ve 1968 yılında “Geleceğin İnsan Nesli: Soy Arıtımın Modern Topluma
Tanıştırılması” adlı bir kitap yayınlamıştır. Arkasında Nüfus Konseyi başkanı John D. Rockefeller vardır.
Kitapta “soy arıtım amaçlarımızı başka bir isim altında yürütmeliyiz”, diyerek işin ambalajını
değiştirmeyi önermiştir. Böylece soy arıtım sözcüğü tedavülden kaldırılmış ve yerine “genetik”
sözcüğü monte edilmiştir. Şu sözler de aynı kişiye aittir35: “Bir gün uygun hammaddeler kullanılarak,
tamamen yeni bir insan yaratmak, kalan acınılası kalıntıları şekillendirmekten daha kolay olacak.”
Konuyu araştırırken, ilginç gördüğümüz bulgulardan biri, Yahudi asıllı olduğu için 1936’da
Almanya’yı terk etmiş olan Franz J. Kallamann adlı bir profesör. Kallamann, 1948’de faaliyete geçirilen
Amerikan İnsan Genetiği Topluluğu’nun kurucu başkanı. Bu adam, New York Psikiyatri Enstitüsü’nde
“psikiyatrik genetikçi” olarak çalışıyor. Hiç duymuş muydunuz, böyle bir mesleği? Bakınız ne tür işlere
bakıyormuş. Almanya’da soy arıtım üzerinde çalışan bu adam, Hitler’in Yahudileri hedef alması
üzerine Amerika’ya kaçmış, orada, soy arıtım idealini, genetik arıtım adı altında içeriğinde
Hitlerinkinden bir fark olmadan, tabana yaymayı sürdürmüştür. Kallamann, şizofren hastaların, kendi
nazik ifadesiyle “elenmesini” ya da kısırlaştırılmasını savunuyor ve bu konuda “esaslı bir çalışma”
yürütüyordu36. Öyle ki, sadece hasta olanları değil, onların sağlıklı çocuklarının da kısırlaştırılması
“gerektiğini” öne sürmekteydi. Bizzat kurduğu yukarıda adı geçen topluluğun diğer kurucu üyeleri de
savaş öncesinde Amerikan Soy Arıtım Cemiyeti’nin üyeleriydi. Genom Projesi’ni başlatanlar da bu
adamlardır. Söz konusu projenin kamuoyuna tanıtım aşamasından itibaren faaliyetlerin bütün
aşamaları bu gibiler tarafından kuşatılmıştır.
Bir de Margaret Sanger adlı bir profesörden söz etmek istiyoruz. Bu kadın da Rockefeller
ailesinin koruması altındadır. “Kaliteli bir insan ırkı yaratmaya çabalayanlardan” biri olan Sanger’e
göre, “uygun olan ve olmayanların doğum oranları günümüz medeniyeti için en büyük beladır”.
Sanger, “Medeniyet Ekseni” adını verdiği bir kitap yayınlamış, burada “aile lisansı” çıkarılmasını,
devletten izin almadan çocuk yapılmasına izin verilmemesini savunmuştur37. O kadar ileri derecede
bir soy arıtımcıdır ki, 1939’da Negro Projesi’ni ortaya atarken, “Zenci nüfusu yok etmek istediğimizi
kimse bilmemeli”, diye de yazmıştır. Kadın sıradan biri değildir. Rockefeller Vakfı’ndan her zaman
“cömert parasal destek” almaktaydı.
Başından beri Nazilere ilham veren ve daha sonra da onların kararlı uygulamalarının hayranı
olan bütün bu insanlar, Nürnberg’de Naziler hüküm giyerken “soy arıtım” sözcüğünü terk ettiler ve
kendilerine genetikçi demeye başladılar. Şu soru bilim tarihçilerinin mutlaka cevabını bulması gereken
bir sorudur: Bu gibi sözde bilim insanları, gerçekten bilim yaptıkları düşünüldüğü için mi Rockefeller
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
9 9
ve diğer ailelerin desteğini alabilmişlerdir, yoksa onlardan para sızdırmak amacıyla onların amaçlarını
ambalajlamak için bir takım sözde bilimsel iddialar mı hazırlamışlardır? Galiba konunun gelişme
sürecinde her iki durum da sık sık olmaktadır.
Dünya nüfusunu denetim altına almak düşüncesi de biyoteknolojiye umut bağlanmasına
neden olmuştur. ABD’de GD-tohumlar marifetiyle, gebeliği önleyici mısır “yaratma” projesi 2001
yılında, ilgili şirketin yönetim kurulu başkanının düzenlediği bir basın toplantısıyla ortaya çıkmıştır38.
Bu mısırlar, gebe kalamayan kadınlarda görülen gebeliği önleyici antikorların mısır tohumlarına
aktarılmasına dayanır. Yani yeni yaratık, insanla karışık mısırdır. İşin sahibi olan Epicyte adlı San Diego
firması yönetim kurulu başkanı Mitch Hein, “sperm öldürücülü antikorlar üreten mısırlarla dolu bir
seramız var”, diyerek buluşlarını dünyaya ilan etmiştir39.
Ölüm Tohumları adlı kitabın yazarı William Engdahl, bu önemli açıklamanın egemen küresel
medya tarafından kasıtlı olarak gözden kaçırıldığını söylüyor. Yapılan açıklamadan anlaşıldığına göre,
söz konusu “yeni yaratık” mısırı yiyen erkeklerin spermleri ölmektedir. Bu açıklamayı herhangi bir
araştırma gurubunun kendi başına bulduğu bir “gelişme” olarak görmemek gerekir. Dünya nüfusunun
denetlenmesi konusunun öteden beri nasıl inatla sürdürüldüğünü bilenler için “aranan kan bulundu”
türünden bir buluşla karşılaşmamız söz konusudur.
Dahası, gebeliği önleyen mısırdan önce bir de gebeliği önleyen sözde tetanos aşısı rezaleti
var. 90’lı yıllarda Dünya Sağlık Örgütü, Nikaragua, Meksika ve Filipinler’de kapsamlı aşı kampanyaları
başlatır. Kampanya tetanos hastalığına karşı düzenlenmiştir. Ama ortada bu kadar şaşalı bir kampanyayı
gerektirecek kadar tetanos vakası olmaması şüphe çeker ve halk sağlığını düşünen birileri, geç de olsa,
ortaya çıkar ve iş işten geçtikten sonra aşıyı inceletirler. Aşı maddesinin aslında tetanosla ilgisi olmayan,
gebeliği önleyici antikorların bünyede üretilmesine yarayan bir madde olduğunu görürler. Üstelik aşı,
sadece 15 ila 45 yaş arasındaki doğurgan yaşlardaki kadınlara yapılmıştır. Olay ortaya çıkarılınca
araştırma derinleştirilir ve işin arkasından yine Rockefeller Vakfı çıkar.
Aşı uygulamasının yapıldığı yerler ABD’nin arka bahçesi durumundaki ülkelerdir. Meksika, hızla
artan nüfusuyla ABD’yi güneyinden baskı altında tutmaktadır. İstikrarsız Meksika’nın işsiz güçsüz
insanları sınırdan her türlü tehlikeyi göze alarak ABD’ye geçmekte, kaçak işçi olarak çalışmaktadır. Daha
güneyde Nikaragua, komünist gerillalarıyla ünlüdür ve Güney Amerika’ya militan devrimci ihraç
etmektedir. Çin’in milli yiyeceğinin pirinç olması gibi, mısır da Meksika’nın milli yiyeceğidir. Doğum
kontrolü için bulunmaz bir fırsattır, çünkü her sofrada başköşededir. Bu yüzden de GD-mısır yardımıyla
kısırlaştırma programının tıkır tıkır işleyeceği düşünülmüştür.
Hızlı nüfus artışının Orta Doğu’da da İsrail ve ABD’nin en önemli sorunlarından olduğuna
dikkat çekmeliyiz. İsrail, nüfusu yüzde 4 oranında artan ülkelerle kuşatılmıştır. Buna karşılık nüfusu
artmamaktadır. Teknolojisinden ve küresel sermaye desteğinden başka hiçbir dayanağı yoktur. Nüfus
basıncının nelere kadir olduğuna tarih şahitlik eder. Ama teknolojinin aynı işlevi ilelebet görebileceği
henüz açık değildir. Bu bakımdan biyolojik silahlar geliştirerek komşularının nüfusunun artmasının
önüne geçmek istemesine şaşmamak gerekir. Bu amacı gerçekleştirmek isterken meşru olmayan
yollara sapmasına da şaşmamak gerekir. Hangi eylemi meşru idi ki?
Gıda sektörünü ele geçirerek, petrol yanında yeni bağımlılık alanı kurmaya çalışan Rockefeller
ailesi, Çinlilerin pirincine de göz dikti. Sadece Çin’in değil. Pirinç dünyada 2,4 milyar insanın ana
gıdasıdır. Üstelik gıdası pirince dayalı olanlar, dünyanın en yoksul kesimidir. Pirincin yüzde 90’ı Çin ve
Hindistan’da üretilir ve buralarda yaşayan insanların yüzde 80’inin günlük kalori ihtiyacı pirinçten
karşılanır. Binlerce yıldır pirinç yetiştiricileri her iklime göre 14 binden fazla pirinç türü geliştirdiler ve
bunu başarırken biyoteknolojiye hiç ihtiyaçları olmadı. Arada büyük fark var ama burada belirtmeden
geçmeyelim. ABD başkanı Clinton’un yardımcısı Al Gore’un Küresel Denge adlı kitabında, ABD’nin
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
10 10
Filipinler’de kurduğu Uluslararası Pirinç Enstitüsü’nün gen bankasında 47 bin tür pirinç tohumu
depolandığı ifade edilmiştir40. Bunların hiçbiri GD-pirinç değildir. İnsanlığın ortak mirasıdır.
Dünyanın 1 numaralı gıdasına göz diken Amerikan eliti, insanlığın geleceğini kurtarmak için
servetini harcamaya hazır oldukları şeklinde poz takınarak bir dizi yalan ortaya attı. Onlara bu
fırsatları verenlerin paragöz bilim insanları olduğunun altını çizmeden geçemeyeceğiz. Söyleme göre,
dünyada iyi beslenemeyen çocukların A vitamini eksiğini giderecek bir pirinç “yaratmak” için
çalışıyorlardı. A vitamini safsatasını dillendirirken, genetik mühendisliğinin insanlığı kurtaracak en
büyük umut olduğu şeklinde hava oluşturmaya bakıyorlardı. Kamuoyu bu gündeme yönlendirilirken,
Rockefeller Vakfı önderliğinde, Uluslararası Pirinç Biyoteknolojisi Programı ortaya atıldı. Gerçekte
genetiği değiştirilmiş pirinç “yaratılacak” ve buna patent alınarak kendi çıkarları için kullanacaklardı.
ABD’de Tarım bakanlığında müsteşarlık yapan ve daha sonra BM Dünya Gıda Programı’na icra
direktörü olarak atanan Catherini Bertini bakınız ne diyor 41 : “Gıda güçtür! Onu davranışları
değiştirmek için kullanırız. Bazıları bunu rüşvet olarak adlandırabilir. Özür dilemiyoruz.”
“Özür dilemiyoruz”, sözü her şeyi ayan beyan ortaya dökmüyor mu? Özür dileyecek çapta
insanlardan değiller gerçekten. Projelerini yoksulluk üzerinden pazarlıyorlar ve utanmazca yalanlar
uyduruyorlar. Vakfın sözde bilim insanlarına göre, A vitamini eksikliği yeni doğan bebeklerde ölümlere
yol açıyor, körlüğün de ana nedeni; dünyada 140 milyon çocukta A vitamini eksikliği var, 500 bin
çocuk bu yüzden kör vs. Oysa dürüst bilim insanları bize, A vitamini eksiğinin pirinç yiyerek
kapanabilmesi için günde 9 kilo pirinç yemek gerektiğini söylüyor. Ne var ki, Asya’da günde ortalama
300 gram pirinç yeniyor42. Yine pirinç ağırlıklı beslenen Filipinlerde okul öncesi bir çocuk günde
sadece 150 gram pirinç tüketiyor. A vitamini eksikliği olmaması için pirincin yanında süt içmek,
karaciğer, yumurta, tavuk, tereyağı, ıspanak, havuç, kabak yemek gerekiyor. Hekimlerimize göre
günde 70 gram koyu yeşil sebze yendiği takdirde A vitamini ihtiyacı karşılanıyor. Ama pek çoğu yoksul
bir hayat süren 2,4 milyar insanı pirinç üzerinden ölünceye kadar sağmak isteyen Amerikan elitine
göre vitamin eksikliğini önlemek için yeni bir pirinç “yaratmak” gerekiyor. Durumun farkında olan
Taylandlı bir çiftçi şöyle diyor: “Bizi aldatıyorlar. Eğer yoksullar toprağa sahip olsaydı, daha iyi
beslenebilirlerdi. A vitaminine ihtiyaç yok. İhtiyaç duydukları T vitaminidir. Yani toprak vitamini.
GDO’cuların istedikleri ise P vitaminidir. Yani para vitamini. Kötü beslenme yoksulluktandır. Teknoloji
eksikliğinden değil.”
Sonunda pirinç DNA’sını, nergis çiçeği genleriyle ve bir de bakteri geniyle birleştirdiler ve yeni
bir “yaratık” yaptılar. Söz konusu yaratık, ne pirinç, ne çiçek, ne de bakteriydi. Rengi de portakala
yakındı. Bu bir kusurdu aslında ama üzerini örtmek için adını “altın pirinç” koydular.
Mısır ve pirinç gibi soya da aynı çevrelerin hedefindeki konulardandır.
Şurası da bir gerçektir ki GDO gıdalar alanında en büyük kobay Amerikan halkıdır. Onların
ardından Arjantinliler gelir. Arjantin bu payeyi borç krizi sayesinde hak etmiştir. Yetmişli yıllarda
küçük çiftliklerde besicilik yapılan, tahıl ve sebze ekimiyle geçimini sağlayan ve ürettiğinin fazlasını
ihraç etmeye çalışan bir ülkeydi. 70’lerde petrol fiyatlarının hızla artmasının ardından, 80’li yıllarda,
borç kriziyle birlikte, şartlar kökünden değişti. Hükümet Amerikan bankalarından borç alarak petrol
ithalatının sekteye uğramasını önledi. Faizler de fazla sayılmazdı. Ama ABD, petrol piyasasının
kızışması karşısında doların çökmesini önlemek için faizleri üç kat artırdı. Bu karar Arjantin için kötü
günlerin başlangıcı oldu. Önce ABD’nin ayak oyunlarıyla Carlos Menem iktidara getirildi. Bunu bir
zafer olarak değerlendiren David Rockefeller heyecanla şöyle demiştir 43 : “Sonunda serbest
girişimciliği anlayabilen bir rejimin iktidara geldiği görüşündeyim.”
Menem’in ekonomi programı aslında kendisini iktidara getiren Washington’daki dostları
tarafından hazırlanmıştı. Borç batağına düşürülen koskoca ülke, IMF’nin reçetelerine göre yeniden
yapılandırıldı. Ülkenin devlete ait dev kuruluşları özelleştirilmiş ama hepsi Amerikan şirketlerine
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
11 11
satılmıştı. İkinci adımda, ülke tarımına göz dikildi. Menem, ABD’deki ağababalarının arzusuna uyarak
sözde bilimsel bir biyoteknoloji danışma kurulu oluşturdu. Bu kurul, önceden bildirilen isteklere
uygun olarak GD-tohumlarla ayçiçeği, pamuk, mısır ve soya fasulyesi ekimine izin verdi. Bunların
sağlıklı olup olmadığı konusu hiç tartışma konusu yapılmadı. Söz konusu kurul, işini hep gizli
görüşmelerle sürdürdü. Halkı hiçbir zaman bilgilendirmedi.
Arjantin tarım alanlarının GDO tarımına açılmasında Cargill şirketini ve George Soros’u
başrolde görüyoruz. Bu isimler ülkemizde de gündemden pek düşmeyen isimler. Ekonomi dışa
açılarak çağa ayak uydurmak söylemiyle yol alırken, serbestçe ithal edilen tarım ürünlerinin fiyatları
yüzünden Arjantin köylüsü iflas etti. Borçlarını ödeyemedikleri için liberalleşme politikasının gereği
olarak ipotekli olan tarlalar alacaklı bankalar tarafından satışa çıkarıldı. Bu araziler açık artırmaya
katılan Amerikan şirketleri tarafından cüzi fiyatlarla kapatıldılar. Topraklarını terk etmek istemeyen ve
direniş gösteren köylüler ordu kuvvetleri tarafından sürüldü. Köyler boşaldı. El değiştiren bu araziler
GDO soya fasulyesi planktonlarına dönüştürüldüler. Sadece 4 yıl içinde 10 milyon hektardan fazla bir
alana soya ekildi. Söz konusu alan 2004 yılında 14 milyon hektara çıkarıldı. Dev şirketler, bizdeki 2B’ye
benzer yöntemlerle orman alanlarını bile satın alarak tarlaya dönüştürdüler. Tek bir işçiyle binlerce
hektar arazide ekim yapabilen makinalar getirdiler. (Oysa 3 hektarlık bir araziye şeftali veya limon
dikebilmek için 70-80 işçiye ihtiyaç vardı44.) Köylüler dışlanınca süt ineği yetiştiriciliği yarı yarıya azaldı.
Ülkede süt açığı çıktı ve süt yüksek bir fiyattan Uruguay’dan getirilmeye başlandı. Soya monokültürü45
ülkenin sosyal dengelerini tam anlamıyla çökertti. 70’lerde yüzde 5 olan yoksul oranı 1998’de yüzde
30’a, 2002’de yüzde 51’e yükseldi46. Halkın yarıdan fazlası açlık sınırının altına resmen itildi. Arjantin
ne yaptıysa borcunu azaltamadı, paradoksal biçimde borçlar ödendikçe arttı.
Arjantin ekonomisi 2001’de çok daha büyük bir krize girdi. İktidarlar yeni borçlar alabilmek
adına ülkeyi her geçen gün daha fazla uydulaştırdı. Ama ne yapıldıysa ekonominin hızlı çöküşü
engellenemedi. O zamana kadar birçok kriz atlayan ülke, geldiği son aşamada dış tehditlere karşı da
savunmasız kalmıştı. Açlık tehlikesi ortaya çıktı. Ülke daha önce de çeşitli krizlere yakalanmıştı. Ama
köylüler topraklarını kendileri ektikleri için hem kendilerini hem de kentlerdeki yakınlarının imdadına
yetişerek krizlerin açlık boyutuna ulaşmasını engellemişlerdi. Ama şimdi böyle biri imkân yoktu. Ülke
çağın gereklerini yerine getirmek isterken topraklarından sürülen köylüler kentlere yığılmış, gıda
sorununu çözebilecek kendi insanı kalmamıştı. Açlık yayılınca hükümet ülkedeki toprakları işleten
yabancı şirketlerden yardım istedi. Bu şirketlerden ikisi size de tanıdık gelecektir: Cargill ve Nestle. Bu
şirketler, Arjantin’in uçsuz bucaksız tarım arazilerinde yetiştirdikleri GD-soya’nın bütün gelirini
ceplerine indiriyordu. O sıralarda “yeni yaratık” soyalarını satabilmek için dünyanın dört bir tarafında
kiralık medya organlarında beyaz önlüklü adamlarına soyanın faziletlerini anlattırıyorlardı. Oysa aynı
tarihlerde GD-soyanın kısırlık yaptığı laboratuar sonuçlarıyla kanıtlanmıştı.
Sadece kısırlık mı?
Kısaca genelleyecek olursak, GDO’lu gıdaların insanlara verdiği zarar 5 ana başlık altında
toplanabilir. Bunları şöyle özetleyebiliriz:
1. GDO gıdalar kısırlığa neden olmaktadır. Mesela GD-soyayla beslenen erkeklerin
sperm sayısında yüzde 74 oranında azalma olduğu belirlenmiştir. Bunun en çok
zararını Amerikan halkı görüyor. Çünkü üretilen soyanın yüzde 91’i Amerika’da
tüketiliyor. Ayrıca Amerika’da ekilebilir alanların üçte birinde GD-bitkiler
yetiştirilmektedir.
2. GDO gıdalar hormonal bozukluklara neden oluyor.
3. GDO gıdalar doğum sakatlıklarına neden oluyor.
4. GDO gıdalar gıda alerjisi yapıyor 47 . Yapılan araştırmalar GD-soyayla beslenen
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
12 12
hayvanların sütüyle beslenen bebeklerde alerjik reaksiyonlar görülmektedir.
5. Kanserin nedenleri arasında da GDO’lu gıdalar üst sıralardadır. Özellikle kan kanseri
vakalarının artmasının ana nedeni olarak GDO gıdalar gösterilmektedir. GD-soyanın,
mide kanserine yol açan Tripsin maddesi içerdiği kanıtlanmıştır.
Bütün bu vakaların nedeni, vücudumuzun nasıl tepki vermesi gerektiğini bilemediği
biyoteknoloji ürünü yeni kimyasalların GD-gıdalarla birlikte yenmiş olmasıdır. Papanın dediği gibi,
birileri “Tanrı olmadıkları halde Tanrının işine karışınca” açlıktan, eksik beslenmeden çok daha büyük,
üstelik kalıtsal nitelikte risklerle karşı karşıya kalmış durumdayız. Üstelik açların ve eksik beslenenlerin
sayısı da, Arjantin örneğinde olduğu gibi, kat kat artmıştır.
Bunların yanına ekosistemin uğradığı zararları da eklemeliyiz.
Birinci etken tarım ilaçlarıdır.
Sadece Arjantin’de toplam tarım alanlarının yarısı demek olan 17 milyon hektar alanda ekilen
GD-soya için uçaklarla püskürtülen kimyasal maddeler 200 milyon litredir. Glifosat olarak bilinen bu
madde doğada parçalanmıyor ve hücrelerde birikiyor48. Bütün canlılara zarar veriyor. Oysa 1 sm3
toprakta aşağı yukarı 600 milyon bakteri, 400 milyon maya, 100 bin yosun hücresi var. Bir hektarlık
tarım arazisinin üstündeki 15 santim kalınlığındaki katmanda 20 ton mikroorganizma barınıyor.
Bundan başka aynı ortamda 370 kg tek hücreli canlı, 4 ton solucan, 200 kg civarında da böcek,
örümcek, kırkayak ve benzeri canlılar barınmaktadır. Bütün bu canlı ordusu, toprağın fiziksel
özelliklerini düzeltirler, havada gaz halinde bulunan azotu, bitki köklerinde çözünebilir azot bileşikleri
haline getirirler49. Oysa zararlılara karşı kullanıldığı düşünülen ilaçlar, yararlıları da öldürüyor. Böylece
toprakta barınan faydalı canlıların sayısı azalıyor, dolayısıyla verim düşüyor. Verim düşmesin diye de
suni gübre serpiliyor. İşin çarpıcı bir yanı da GD-tohumları “yaratıp” satan dev şirketlerin aynı
zamanda tarım ilacı ve gübre tröstleri olması.
Diğer yandan monokültür tarımı yüzünden, yakın zamanlara kadar ekimi dikimi yapılan gıda
maddelerinin yüzde 70’inin günümüzde tarımı yapılamamaktadır. Bu gıdaların yetiştirilmesiyle ilgili
tecrübeli çiftçiler kente göçtüğü için insanları hayata tutunduran geleneksel bilgiler birer birer yok
olmuştur. Ayrıca bunlar, mutfakta aranır olmaktan çıktıklarından dolayı kültürde de muazzam ölçüde
kısırlaşma söz konusudur. Bu halin ortaya çıkmasının ne gibi tehlikelere kapı araladığının tarihteki en
çarpıcı örneği İrlanda’daki patates tarımıdır.
Al Gore’un Küresel Denge adlı kitabında sadece patatesle ve sadece patatesin Peru’dan gelen
tek bir türüyle beslenen İrlandalıların başına gelenler anlatılır50. Oysa patatesin anavatanında 13 bin
türü vardır. Türlerden birine ya da bir kısmına bir hastalık bulaşırsa, geride kalan binlerce tür insanları
açlıktan kurtarır. Soğuk geçen havalara dayanıklısı vardır, sıcağa dayanıklısı vardır, kuraklık veya aşırı
yağışlara dayanıklısı vardır. İrlanda köylüleri kendilerini tek bir bitkisinin tek bir türüne bağımlı hale
getirdiler. Hep birlikte, belli bir tür Peru patatesinin kendi topraklarında daha verimli olduğunu
düşündüklerinden dolayı ekim için onu seçmişlerdi. Oysa yıllardan birinde, anormal iklim olayları
görüldü. Olacak bu ya! Kış ve ilkbahar ılık geçti. Yazın ise üç ayda 64 gün yağmur yağdı. Sanki
mevsimler tersine dönmüştü. Rüzgârlarla birlikte Hollanda’dan uçup geldiği sanılan bir küf mahsule
bulaştı ve kısa zamanda bütün tarlaları mahvetti. O yıl patatesten mahsul alınamadı ve kısa zamanda
1 milyon insan açlıktan öldü. Bu tarihi tecrübeyi hiç aklıdan çıkarmamak gerekir.
Bu bölümde son olarak şunları da tebliğimize eklemek istiyoruz:
Bilimsel gelişmelerin önümüze yığdığı bilgiler, bizi sadece doğayı sömürmeye yönlendirmiyor,
tam tersine doğayla bütünleşme imkânı da sunuyor. Oysa kendini Tanrı yerine koyan küresel
egemenler, bilimi kendi değirmenlerine su taşımakla görevli görüyor ve bu yüzden, insanlık uygarlığı
yok edecek doğrultuda yol alıyor. Bu durumda her ne kadar eleştirilere kulak veren kişiler olsak da,
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
13 13
gelişmelere seyirci kalamayız. Unutmayalım ki, doğanın insanoğlunun verdiği zararlara karşı bağışıklığı
yoktur. Doğal dengeleri yeniden oluşturmak için binlerce, belki de yüz binlerce yıl gerekecektir. Bu
yüzden, küresel egemenler marifetiyle kendi kendini yok edebilecek güce ve kapasiteye erişen
uygarlığın gerçekte ne demek olduğunu yeni baştan düşünmek zorundayız. Benden sonrası tufan
demeyenlerin itiraz edemeyeceği bir gerçek şudur: Uygarlık insanı doğadan soyutlayarak fanus
altında yaşatamaz. Depremler, fırtınalar, seller ve bütün iklim felaketleri doğayı nasıl tahrip ediyorsa,
insan aklı da çıkar amaçlı oluşturulan çeteler marifetiyle doğayı aynı biçimde pervasızca tahrip
etmektedir. Bu hal karşısında kendini kusursuz sayan insanlar bile, gelecek nesilleri ağır biçimde
tehdit eden tehlikelere karşı duyarsız kalmakla, kendi penceresinde suça esaslı biçimde iştirak etmiş
olmaktadır. İnsanlık önünde sonunda teknoloji bağımlılığından kurtulmak zorunda olduğuna dair
görüş birliğine ulaşacaktır. En iyisi bunu çok geç olmadan kavramak ve yapmaktır.
Lütfen kimse çıkıp, “ama biyoteknoloji tıp alanında insanlığa büyük hizmetler sunabilir, karşı
olmamak lazım”, diyerek topu taca atmasın. Burada, tebliğimizin başlığında yer verdiğimiz gibi,
Fayerabend’in devlet ve bilimin, tıpkı kilise ve devlet gibi, birbirinden ayrılması talebinin arkasındaki
haklı nedenleri tek bir örnek üzerinde inceledik. Genetik gibi, böyle başka örnekler de var.
Hükümetleri güden büyük tröstlerin, yedeğine aldığı hükümetlerle birlikte hareket ederek,
üniversiteleri ve bilimsel araştırmaları baskı altında tutarak bilim insanlarını parayla, fonlamayla
yemlemesinin önüne geçilmedikçe bütün umutlar suya düşer.
Konu üzerinde düşünenlere zihin açıcı bir katkı olacağını umduğumuz son bir aktarmamız
daha var. Leslie Lipson’un “Uygarlığın Ahlaki Bunalımları/ Manevi Bir Erime mi? Yoksa İlerleme mi?”
adlı kitabı şu sözlerle başlıyor51:
“Umut ve tehlike, aynı anda, geçmişte görülmemiş ölçüde büyümüş olarak, insanlığın karşısına
bu zaman diliminde çıkmıştır. Bizler yeni bir bin yılın gelişini beklerken, olasılıklar, türümüz tarihinde
hiç görülmemiş bir çeşitlilikte önümüze açıldı. Daha da önemlisi, iki uç noktada bulunan seçenekler
arasındaki karşıtlığın bu kadar açıkça görülebileceği hayal bile edilemezdi. Nitekim insan uygarlığı
geldiği bu noktada, hep birlikte yok olmak ya da hep birlikte daha iyiye doğru gelişmek arasında,
önceden hiçbir kuşağın yapmak zorunda kalmamış olduğu türden bir seçim yapmak durumundadır.”
Umut ve tehlike!
İşte bütün mesele!
3 Şimdi de aynı zihniyetin maşalarıyla birlikte Türklüğe karşı kurduğu tezgâhı inceleyeceğiz.
Kültür Savaşı adlı kitabımızda geniş olarak incelediğimiz gibi, Türklük düşmanlarının iddiasına
göre, Türkiye’de Türk yokmuş. Türklük 90 yıllıkmış. Türkçe de 90 yıllıkmış. Şu an Anadolu’da yaşayan
insanların en az 65 milyonu etnik olarak Türk değilmiş. Orta Asya’dan gelmiş olan nüfus, 2000’li yıllar
itibariyle, yuvarlak olarak 7 milyondan fazla değilmiş. Zaten Orta Asya’dan o kadar insan nasıl
gelebilsinmiş? Genetik bilimi yardımıyla yapılan araştırmalar Türkiye’de Türklerin ancak yüzde 9
olduğunu gösteriyormuş. Bu gibi sözler, yukarıda açıklamaya çalıştığımız aynı tezgâhtan çıkmaktadır.
Geçen bölümde DNA İdeoloji’nin ticari boyutunu inceledik. Oysa aynı çevreler, sözde bilimi, dünyayı
etnik yığınlar topluluğu halinde yaşayan tüketici depoları olarak yeniden örgütlemek istiyor.
Dolayısıyla küresel tezgâhın siyasi boyutunu göstermeden konuyu incelemiş sayılmayız. Konu bizi çok
yakından ilgilendiriyor da. Çünkü hedefte Türkler ve Türklükle ilgili olan her şey var.
Milliyet gazetesinin 15 Mayıs 2005 tarihli nüshasında, Washington’dan Yasemin Çongar
imzasıyla bir haber yayınlandı. Başlığı aynen şöyle: “Türk geni Anadolu’da pek yayılmadı.” Habere
göre, ABD’de dünyanın genetik geçmişini aydınlatma projesi olarak açıklanan Genografi Projesi’nin
başına geçirilen Dr. Spencer Wells adlı bir genetik paleontolog 52 varmış (Bu zatı National
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
14 14
Geographic’de de izleme fırsatı bulduk, orada da epey reklamı yapıldı). Bay Wells şöyle buyurmuş:
“Kendinizi Türk sayabilirsiniz ama kökleriniz başka yerlere uzanabilir.” Bu zatı muhterem, öyle
yetenekli bilim adamıymış ki, “yaşayan bütün erkeklerin, 60 bin yıl önce Afrika’da yaşamış bir ortak
büyükbabası”, olduğunu “kanıtlamış”. Durumu öğrenen Yasemin Çongar, kendisinden hemen bir
randevu koparmış. Yanına varır varmaz sormuş: “Araştırma sonucunda, örneğin Orta Asya’dan
geldiğini sanan bir Türk, atalarının Afrika’dan Anadolu’ya geçtiğini öğrenebilir, öyle mi?” Dahi
genetikçi cevap vermiş: “Anadolu’da Türk dili ve Türk kültürünün yayıldığını biliyoruz. Ancak genetik
veriler, Selçuklu ile Orta Asya’dan Anadolu’ya gelenlerin Anadolu’da fazla yayılmadığını gösteriyor.”
Dikkat ederseniz, adam paleontolojiden başka şeyler de biliyor.
Bay Wells, baba tarafından Makedonyalı imiş. O kadar laf etmiş ama Makedonlar hakkında
bir araştırma yapmış mı, anlamamız mümkün olmadı. Ne de olsa adam önce kendi soyunu merak
eder. Üstelik numune almak da bedava, bir lamele tükürmesi yeterli. Bu konuyu araştırmış olsaydı,
Makedonları Yunanlı sayan, Yunanistan’ın Makedonya’ya karşı takındığı kötü tutumun gözden
geçirilmesini sağlayabilirdi. Bakalım Makedonlar Yunanlı mıymış? Ama o kendi soyunu merak edeceği
yerde Türkleri merak etmiş. Kendisine Türkler üzerinde genetik araştırma siparişi verenler kimler
acaba?
Yine Mayıs 2005’de ve yine Milliyet gazetesinde bir başka haber yer aldı. Buna göre,
İngiltere’deki Oxford Üniversitesi’nden Prof. Brian Sykes, Gen Araştırmaları ve Ataları Tespit Merkezi’
nde 10 binden fazla Türk’ün gen haritasının çıkarıldığını duyurmuş. İlk bakışta resmi bir kurum söz
konusuymuş gibi yazılmış ama içeriğini anlayınca bunun uyanık profesörün ticari bir şirketi olduğunu
anlıyorsunuz. İddiaya göre, bu merkezin incelediği 10 bin Türk, her biri 500 TL vererek kendi genleri
hakkında bir rapor almış. Aksine birçok gözlemimize rağmen, bazen ne kadar meraklı bir toplum
oluyoruz, şaşıyoruz. Düşünün bir kez, 500 TL yatırıyorsunuz, birkaç gün sonra size Ursula’nın ya da
Jasmin’in soyundan geldiğinizi söylüyorlar. Prof. Brian Sykes’e göre, Türk kadınları Orta Doğu’da 25-
40 bin yıl önce yaşamış olan Jasmin kabilesinden, Türk erkekleri ise aynı bölgede yaşamış Re
kabilesinden geliyormuş. Ayrıca Türklerin az da olsa bir bölümü Kuzey Yunanistan bölgesinde 45 bin
yıl önce yaşamış “Ursula” kabilesinden geliyormuş. Ne var ki sözü geçen, Ursula, Jasmin ve Re gibi
kabile adları bilim çevrelerinin çok eski çağlarda yaşamış insan topluluklarına verdikleri, tarihsel
değeri olmayan adlarmış. Bunların hepsi ayrı ayrı ilginç! Uyanık profesörü tanımak için, bir sözüne
daha yer verelim. Bay Sykes’e göre ortalama 125 bin yıl sonra erkek nesli tükenecekmiş ama insan
nesli tükenmeyecekmiş; çünkü soyun devamı için erkeğe ihtiyaç kalmayacakmış. Nasıl?
Yine Yasemin Çongar’ın bildirdiğine göre ABD’deki Stanford Üniversitesi de Türk geni üzerinde
çalışmalar yapıyormuş. Türklere yönelik bu bilimsel (!) merakın nedeni nedir acaba? Cevap
açıkladıkları sonuçların satır aralarında saklı: Onlara göre de Türkiye’de Türk geni yüzde 9’dan
ibaretmiş. Benzer şekilde, The Wall Street Journal gazetesinin 28 Kasım 2006 tarihli nüshasında, Huge
Pope imzasıyla bir makale yayınlandı. Makale konumuzla yakından ilgiliydi ve şöyle deniyordu53:
“Roma İmparatorluğu, ‘Anadolu’ ve ‘Küçük Asya’ adlarıyla da bilinen, bugünkü Türkiye’yi içine
alıyordu. 70 milyon nüfuslu modern Türkiye isim ve dil açısından Türk olabilir ancak genetik açıdan o
kadar safkan değil. Orta Asyalı Türklerin Türkiye’ye gelişleri, esasen 13. yüzyılda sona ermiştir.
Anadolu’daki eski nüfusa toplamda yaklaşık yüzde 10 katkıları olmuş gibi görünmektedir.”
Aynı şekilde, Newsweek dergisinin 28 Kasım 2006 tarihli sayısında Owen Matthews imzasıyla
yayınlanan bir makalede ise Boğaziçi Üniversitesi’ne yaptırılan bir ankete dayanarak Türkiye’de Türk
oranı yüzde 20 olarak gösterildi. Doğrusu, ne de olsa üniversite “Türkiyeli”, yüzde 9-10 diyenlerin iki
katı bir sonuç bulmuş.
Dikkatimizi çeken bir başka husus, bu konuda Batı medyasında bir yazı çıktığında, bizim
medyanın bunu hemen manşete taşıması ve ülkemizde bazı bilim insanlarının, konuyu sanki biliyormuş,
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
15 15
kendileri de araştırmış gibi medya aracılığıyla hemen ahkâm kesmeye başlayarak haberlerin bilimsel
doğruluğunu görmeden, bilmeden, hatta deneyleri tekrarlama talebinde bulunmadan hemen oracıkta
onaylamaya kalkışmaları. Türklüğü küçümseyen nitelik taşıyan haberler çok öne çıkartılıyor. Medya,
bu şekilde davrananların emrindeymiş gibi bir tutum izliyor. Bu gibilerin hemen hemen hepsi ABD
üniversitelerinden mezun, hatta aralarında liseyi bile ABD’de okumuş kimse var.
Timuçin Binder adında bir akademisyen, 2007 Aralık ayında Sabah gazetesine bir demeç
vermiş. Demecinde, Anadolu’nun 1071’den sonra Türkleştiği savına karşı çıkıyor. Ona göre, gelenler
yüzde 10–15; Türkiye’de yaşayan insanlar 40 bin yıldır bu topraklardan hiç “kıpırdamamışlar”;
Türkiye’nin genetik yapısı tarih öncesi dönemde bugünkü şeklini almış. Zatın iddiasına göre, zaten
gelenlerin Türk olduğu da belli değilmiş. Çünkü gelenler tarafından yazılan “Danişmentname” adlı
eserde Türk’ün adı bile geçmiyormuş. Yine Bay Binder’e göre, Anadolu’da halk, Özbek’e, Türkmen’e
değil, Yunan’a daha yakınmış. Herhalde, ağzındaki bakla da buydu zaten.
Bu durumda, kendini Türk “sananlarla” Kürt “sananlar” arasında bir akrabalık ilişkisi söz
konusu olabilir, diye düşünebilirsiniz. Hani Jasmin, Re gibi sanal kabileler vardı ya! Hayır, öyle yağma
yok. Yine Bay Binder’in iddiasına göre, Kürtler, Türklere İranlılardan ve Yunanlılardan daha uzakmış.
İyi mi? Bay Binder Kaliforniya Üniversitesi’nde Antropoloji eğitimi görmüş. Şimdi de Türkiye’de İTÜ’de
Dünya Tarihi dersleri veriyormuş. Anlaşıldığı kadarıyla sosyalist fikirlere sahip. “Bir Zamanlar
Ermeniler Vardı…” adlı bir kitapta bir makalesiyle karşılaştık.
İTÜ’de bir de papyonuyla hatırlanan profesör, Celal Şengör var. Bu zat şöyle buyurmuş:
“Türkiye’nin yüzde 90’ı etnik olarak Türk değil, hepimiz dönmeyiz.” Bu demecin tarihi 14 Haziran
2009. Peki, nereden bilmiş? Hani, kendi durumunu bilebilir, anladık da, gerisini nasıl bilmiş? Bu
konuda hiçbir açıklama yok. Biz söyleyelim: Washington’dan Londra’dan uçurulan haberleri okumuş
ve demeçleri patlatmış. Bu profesör, Türkiye’de bilim olmadığını söylüyor, kendisini ise en has bilim
adamı sayıyor. Şöyle diyor54: “Ben bir yabancı gibiyim Türkiye’de. Çünkü ben Türkiye’nin yetiştirdiği
adam değilim. Türkiye’nin bilim camiasının içinde olan bir adam değilim. Böyle bir camia da yok
zaten. Türkiye’ye gelip akıl veren bilim adamlarından tek farkım İstanbul’da oturuyor olmam.”
Bu zatın hayatını merak ettik. 1955’de İstanbul’da doğmuş. 1973’de Robert Kolej’den, 1978’
de New York Devlet Üniversitesi’nden mezun olmuş. Sonra da Türkiye’ye dönmüş. Çok zengin bir
aileden geliyormuş; öyle ki, arkadaşlarından birinin yazdığı bir makaleye göre, ailesi okula kendisini
özel şoförle gönderirmiş. Celal Şengör, Türklüğü de aşağılarda görüyor. Demeçleri genellikle bu
doğrultuda. Türkler için “çok pistiler”, diyor. Ona Bergama’daki Zeus Tapınağı’nın kaçırılması
konusunda bir soru sormuşlar. Cevabı şöyle: “Tarih bulunduğu yerde değil, anlaşıldığı yerde güzeldir”.
Zatı muhteremden Almanları üzecek tek söz çıkmıyor. Bir keresinde de depremler hakkında bir soru
sormuşlar. Cevap akla zarar: “Ben depremi çok severim. Sarsıntı anında orgazm olurum”.
Alın size profesör! Alın size onun bilimi!
Türkleri araştıran Batılı genetik çevreleri Azerileri de incelemiş. Azeriler, Ermenilere ve Kafkas
halklarına daha yakınmış. Azerbaycan’da Türk yokmuş55. Onlar başlı başına bağımsız bir halkmış.
Görüldüğü gibi, söz konusu Batılı bilim çevreleri sadece mikroskoba bakarak konuşmuyor. Öyle şeyler
söylüyorlar ki, Türkiye’nin doğusunda, Batının politikalarına uygun bilimsel (!) çözümler de
üretiyorlar. Bir örnek daha verelim:
ABD’li ve İsrailli genetikçiler, sadece Türklerin durumuyla ilgili değiller. Kürtlerle de yakından
ilgileniyorlar. İddialarına göre, Kürtlerle Yahudilerin yakın akraba olduğunu bulup çıkarmışlar. Yine
aynı “çalışkan” araştırmacılar, Filistinli Arapların, aslında sonradan Müslüman olmuş Yahudilerin
torunları olduğunu da “kanıtlamışlar”56. Çünkü Yahudilerin yüzde 70’i ile Filistinli Arapların yüzde 82’si
aynı gen havuzundan besleniyormuş. Dahası, Suriyeli Arapların durumu da aynıymış. Sizin
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
16 16
anlayacağınız “Nil’den Fırat’a kadar” kim varsa! Ermeniler bile Yahudilerin yakın akrabasıymış. Masal
bu ya, bunu ortaya çıkaran bilimsel(!) araştırmaların sonuçları Ermenistanlı bilim adamları tarafından
da kanıtlanmış57. Şıracının şahidi bozacı.
Anlaşıldığına göre, genetik bilimi iki yönde ilerliyor. Birinci kol, doğadaki canlıların genetiğiyle
oynuyor ve bu sayede küresel egemenlerin yeryüzündeki bütün tarımsal faaliyetler üzerinde tekel
kurması için çalışıyor. Bunun yanında kısırlık yapan GDO’larla beslenmemizi planlıyor ve uyguluyor.
İkinci kol ise dünyayı yönetmek iddiasındaki fesat insanların politikaları doğrultusunda pratik sonuçlar
elde etmek üzere kalem oynatıyor. Her iki kol da insanlık için büyük tehlike.
Sesimizi nasıl duyuracağız?
Türk basınının durumu içimizi karartıyor. Çünkü söz konusu sözde bilim çevrelerinden çıkan
haberleri “Türkiye’nin gen haritası çıktı”, “belirlendi” şeklinde sunuyorlar ve ortada sanki bilimsel bir
ilerleme, bir buluş varmış gibi haber yapıyorlar. Bu durumun altını da burada özellikle çizmek
istiyoruz. Sabah gazetesinin manşetten verdiği habere bir bakınız:
Alın size bir haber daha: Bugün gazetesinin, 28 Mayıs 2009 tarihli haberine göre İsviçre’de
iGenea adlı bir şirket tarafından yapılan araştırmaya göre, Avrupa’da yaşayan halklar arasında,
genetik anlamda “en karışık ve en az saf kan” olan topluluk Türklermiş. Şirketin iddiaları bununla da
kalmıyor. Onlara göre, Türkiye’de yaşayan insanlar, sekiz farklı etnik guruba ait genleri taşıyormuş.
Şirket bu gurupların adını da veriyor: Türk, Berberî, Helenik, Germen, Slav, Arap, Yahudi, İliryalı.
Batı cephesinden bu haberleri okuyan “Türkiyeli” bilim adamlarından bazıları hemen vaziyet
aldılar ve bu gibi haberlerin kendileri tarafından zaten bilinmekte olan şeyler olduğunu ima eden
demeçler vermeye başladılar. Türkiye’de bilim maalesef işte böyle! Muhtemelen “en büyük uzman”
da Prof. Celal Şengör. Adama cevap veren, haddini bildiren çıkmadığına göre!
Bir zaman önce, ABD’den gelen bir takım kimselerin, salgın hastalık olup olmadığını
araştırmak için olduğunu öne sürerek kan örnekleri topluyordu. Güya topladıkları kanlarla bilimsel
deneyler yapacaklarmış. 23 Ocak 2012 tarihli Vatan gazetesinden öğrendiğimize göre genom
dizilimini inceleme maliyeti çok hızlı düştüğü için bu gibi araştırmalar Türkiye’de de yapılacakmış.
Gazetede yer alan yazıda “Türk” denmiyor, kendini Türk bilen insanlar” deniyor. CİA’nın bize nasıl bir
gelecek hazırlamaya çalıştığı, nasıl kimseleri maşa olarak kullandığı, bizi etnik yığınlar topluluğu
halinde yaşayan tüketici deposu olarak gördüğü çok açık görünüyor. Olaylar tıpkı, İkinci Dünya Savaşı
öncesinde bilimin ırkçığa alet edilmesi döneminde olanlarla aynı mahiyette gelişiyor. Söz konusu
politikalar bizi ayrıştırıp etnik yığınlar topluluğu haline getirmek isteyenlerin sözde bilimsel kalıba
soktuğu laflara dayalı ön hazırlıklardır.
Son olarak, AB lobisinin koç başı durumundaki TÜSİAD’in bu konudaki çıkışından da söz
etmek istiyoruz. Onlara göre, bütün bu bilimsel (!) çalışmalar, Türklerin genetik yapısının
Batılılaşmaya yatkın olduğunu göstermekteymiş. Bak, bak! Zekâya bak! Hem nalına hem mıhına.
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
17 17
Dikkat buyurunuz! Genlerle kültür arasında kurulan ilişki ve yol açtığı olaylar, Nürnberg’de mahkûm
edilmişti. Oysa Zenginler Kulübü’nün, bu yaklaşımı kimse tarafından tartışılmadı.
Oysa sayısız bilim adamını çevresinde toplayan, üyeleri arasında üniversite sahibi olanlar bile
bulunan TÜSİAD’dan böyle bir tavır beklemezdik. Tersine, Uşaklıların Frig kökenli olduğu veya
Türkiye’de Türk’ten başka herkesin bulunduğu iddia edildiğinde TÜSİAD’çıların bir ve birkaç
üniversitesi, hemen atılıp, bu deneylerin nasıl yapıldığını, deneylerden bu sonuçlara nasıl ulaşıldığını
sormalarını ve laboratuar çalışmalarının tekrarı için harekete geçmelerini beklerdik. Laboratuarları
yok mu yoksa? Oysa sosyal bilimci diploması vermekten çok daha önemli işlere imza attıklarını
gösterebilmeleri için tam sırasıydı. TÜSİAD’çılar, Türk olduğumuz için bize AB kapılarını kapatmak
isteyenlerin suyuna giderek, mademki Türk değilmişiz, o halde genlerimizde Batılılaşmaya engel bir
durum yoktur, şeklinde bir anlamı akla getiren demeç vermekle yetindiler. Yine de yanlış anlamaları
ortadan kaldırmak için fırsat geçmiş değildir. İsterlerse düzeltirler.
4 Bakalım sözde bilimci genetikçi taifesinin söyledikleri doğrumuymuş?
Değerli akademisyenlerimizden Dr. Ali Tayyar Önder’in, 50’den fazla baskı yapan Türkiye’nin
Etnik Yapısı-Halkımızın Kökenleri ve Gerçekler adlı eserinde, 1960 ve 1965 sayımlarına göre anadil
verilerine dayanarak, etnik yapının yüzdelerle ifade edildiği bir tablo bulunuyor. Bu tabloya göre,
1965 nüfus sayımında, halkın yüzde 90,1’i anadilini Türkçe olarak beyan etmiştir. Bunun yanında,
Kürtler yüzde 7,1; Araplar yüzde 1,2 Çerkezler yüzde 0,18; Lazlar yüzde 0,8 ve diğerleri toplam yüzde
0,82 kadardır. Söz konusu sayım sonuçlarına göre, kendini başka bir etnik kimlikle ifade eden ve buna
göre anadil beyanında bulunanların toplam nüfus içindeki payı yüzde 10’un biraz altında bir değerdir.
Aynı eserde yer alan bir başka tabloda ise, 1927 yılında anadili Türkçe olanların oranı, 13,6 milyonluk
nüfus içinde yüzde 86,4’tür. Aynı sayımda Kürt nüfus yüzde 8,70 olarak görülmektedir58.
Söz konusu eserde, 1992 yılında, Hacettepe Üniversitesi tarafından yapılmış bir araştırmaya da
yer verilmiştir. Buna göre, Türkçeyi anadil olarak beyan edenlerin oranı yüzde 92’dir. Kürt olmadıkları
bilindiği halde Zazaların da dâhil edilmesiyle, 1992 yılı itibariyle Kürtlerin oranı sadece yüzde 6,20’dir.
Yine aynı araştırmanın sonuçlarına göre Kafkas dillerini konuşanların oranı yüzde 0,12’dir.
Türk Tarih Kurumu başkanlarından Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, 1453 ve 1650 yılları arasındaki
dönemde tutulan Tahrir defterlerinin incelenmesine dayanan, Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler ve
Oymaklar adlı kitabını yayınladı. Söz konusu eserde, 41 binden fazla Türk aşireti, oymağı veya
cemaatinin adı tek tek sıralanıyor, yaşadıkları yerleri bile harita üzerinde görmek mümkün. Üstelik
bunlar sadece konar göçerlerle ilgili. Yazar, şehir ve kasabalarda yaşayan yerleşikler için de ayrı bir
çalışması olduğunu söylüyor.
Soros’dan yardım aldığı bilinen TESEV adlı vakfın araştırmasında bile Türkiye’de etnik nüfus
yüzde 5,2 olarak çıkmıştır59. (TESEV başkanı Can Paker, Soros’tan yılda 2 milyon dolar aldıklarını itiraf
etmiştir60
. Artık, doğrusu kaç paraysa!) Yine aynı eserde, 1992 yılında bir kitap yayınlayarak Türkiye’yi
mesnetsiz olarak 47 etnik guruba ayıran ve halkımızı etnik mozaik olarak nitelendiren Peter Alfred
Andrews, toplam nüfus içinde Türk nüfusun oranının yüzde 86,2; buna karşılık, etnik nüfusun yüzde
13,8 olduğunu söylemektedir.
Bütün bunlara karşılık, genetik bilimi(!) bize kendinizi Türk sanabilirsiniz ama Türk değilsiniz,
diyor. Nedense? Oysa kendimizi Türk “hissetmekten” daha önemli ne olabilir? Medya da tepeden
tırnağa yalan olan ve kötü niyetli oldukları açık olan bu gibi haberleri, bilimsel bir gerçekmiş gibi
başköşeden duyuruyor. Ne tarafa yaltaklanacağını bilemeyen bazı medya organlarının başyazarları
ABD’den gelen genom sözde araştırma sonuçlarını kabullenir mahiyette defalarca yazı yazdılar.
Bunların ABD elçileriyle Kumkapı meyhanelerinde buluşanlardan olması dikkatimizden kaçmadı.
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
18 18
Türklük düşmanlarının değirmenine su taşıyan son hamleyi YÖK başkanı Yusuf Ziya Özcan
yaptı. Yukarıda sıraladığımız olanca istatistik ortada dururken, Kürtçenin Türkiye’de 13 milyon insanın
konuştuğu dil olduğunu söyledi. Meslektaşlarından kimse ortaya çıkıp şimdiye kadar
üniversitelerimizde yapılmış olan hangi araştırmaya dayandığını sormadı. Ne demeli?
TÜSİAD’ın çıkışını yorumlarken dile getirdiğimiz, Frigler konusuna da burada yer verelim:
Yıllar önce, Frig mezarlarından çıkan kemik numuneleriyle, civardaki köylülerden alınan DNA
örneklerinin incelendiği, inceleme sonucunda, günümüzde tarihi Frigya topraklarında yaşayan
insanların Friglerin torunları olduğunun anlaşıldığı şeklinde bir iddia ortaya atılmıştı. Bu konu, sekiz on
yıl önce gazetelerde haber olarak işlenmiş bir konudur ve daha sonra ortaya atılan kuru sıkı iddiaların
habercisi niteliğindedir. Benzer iddialar o zamandan beri artarak günümüze kadar gelmiştir. Bu gibi
iddiaların sahipleri o kadar ileri gitti ki, artık Anadolu’da yaşayanların Türkleştirilmiş Müslüman
olduğunu öne sürüyorlar. Bu iddia, söz konusu genetik incelemeler sonucunda ortaya çıkartılmış bir
bulgu olarak sunulmaktadır. Ancak bu doğru değildir. Çünkü henüz DNA’nın ne olduğunun bilinmediği
zamanlarda Yunanistan bu iddiayı savunuyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında Batı Trakya’da çoğunluğu
oluşturan Türklerin arasına nifak sokmak için bu iddiayı ortaya atmışlardı. Önce, “Türk’üm ama
Müslümanlığım önce gelir” diyenleri desteklemişler ve ayrıcalık tanımışlar, “Türklük ve Müslümanlık
birbirinden ayrılmaz, et ve kemik gibidir”, diyenleri ezmişlerdir. Bu yolla Müslüman’ım diyenlerle
Türk’üm diyenler şeklinde iki gurup ortaya çıkarmışlar, Türklüğe vurgu yapanları ezdikten sonra sıra
Müslüman’ım diyenlere gelmiştir. Kışkırtıcı ajanların büyük rol oynadığı akılsızca kavgalar sonucunda
Batı Trakya’da Türkler azınlığa düşmüştür. Siz Türk değilsiniz, siz Müslümansınız şeklindeki iddia Batı
Trakya’daki Türklerin azınlığa düşürülebilmeleri için Yunanistan’ın çok işine yaramıştır. Üstelik
arzuladığı sonucu alırken elini sıcak sudan soğuk suya sokmamış, Batı Trakyalılar ne yaptıysa kendi
kendilerine yapmıştır.
Geçenlerde, internette bazı DTP’lilerin tutuklanmalarıyla ilgili İngilizce bir haberle karşılaştık.
Konuyu yakından incelediğimizde, haberleri olduğu haliyle değil de, kendi maksatlı yorumlarıyla
Avrupa’ya uçuranların Türkiye’de olduğunu ve kendi ifadeleriyle “Gazetecilere Yol Gösteren”,
bağımsızlık iddiasında bir iletişim ağı üzerinden haberleştiklerini fark ettik. Bu adreste yaptığımız
incelemeler sırasında konumuzu yakından ilgilendiren bir makaleyle karşılaştık. Bakınız ne diyor61:
“1915'ten sonraki politikalarla Anadolu'nun Müslüman halkları Türkleştirildi. Birkaç yüzyıl öncesine
dek Bizans'ın, Pontus-Rum'un, Friglerin torunları olanlar, 20. yüzyılın ilk çeyreğiyle artık Türk
oldu. İşin ilginç tarafı, Türkçülüğü devletin resmi ideolojisi haline dönüştürüp Müslümanları
Türkleştirenlerin bir kısmı bir zamanlar Osmanlı elitleriyken, bir kısmı da liman burjuvazisi olarak
Akdeniz ülkelerinde gelişen ve İstanbul, İzmir gibi kentlerde yoğunlaşan Balkan göçmenleriydi. İttihat
ve Terakki'nin öncü kadrolarına bakıldığında bu açıklıkla görülecektir. Yani Türkçülük ideolojisinin
kurucuları "Türk" değildi… Türk milliyetçiliği, iflas etmiş bir projedir. Bu nedenle artık yalnızca kriz
üretmektedir ve varoluşunu ancak krizler sayesinde hissetmektedir. Kıbrıs krizi, Kerkük krizi, Bayrak
krizi vs. hepsi Türk milliyetçiliğinin tutunuş çabalarıdır, can çekişmeleridir.
Kendilerini bu ülkenin doğal sahibi sayan bir takım üniformalıların, iktidarını kudretlendirmek
için izlediği "milliyetçi tahrik" stratejisini, bu bağlamda milliyetçi yükselişten ayırt etmek gerekir.
Bugün yükselişte olarak görülen milliyetçilik, 28 Şubat'ın ardından güç kaybeden oligarşik-darbeci
güçlerin, girdikleri bunalımdan kurtulmak için geliştirdiği bir tahrik politikasıdır.
Resmi devlet görevlilerinin Şemdinli'de halkın üzerine bomba atmasıyla milliyetçi tahrikin
provası yapılmış ve Şemdinli olayları sonrası sistematik bir milliyetçi tahrik stratejisi izlenmiştir.
Milliyetçi yükseliş denilen tahrikin müsebbibi Genelkurmay ve Genelkurmay'ın "dinamik güçleridir…
Darbeci elitler, artmasını istedikleri toplumsal gerilim üzerinden güç devşirmeye çalışmaktadırlar.
Bugünkü darbeciler, Osmanlı'nın son dönemindeki İttihat ve Terakki'yi andırmaktadır. Darbecilerin
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
19 19
tüm aciz girişimleri, tüm milliyetçi kışkırtmaları, Kemalist darbeci düzenin ve o düzenin dayandığı
Türkçü milliyetçi resmi ideolojinin can çekiştiğini göstermektedir…”
Şimdi soruyoruz: Bu değerlendirmeler, yandaş medyada karşılaştığımız, belli konularda yoğunlaşmış
haber bültenlerinin vermeye çalıştığı mesajın özeti niteliğinde değil midir? Ama Türkiye medyası bu gibi
konuşmalara başlamadan önce Yunanistan’dan yayın yapan bir internet adresi, bu fikirleri yayıyordu. Kim
kimi yönlendirdi de günümüzde Türkiye’yi yukarıdaki fikirlere göre hareket edenler yönetiyor?
Şunu da belirtmeden geçmeyelim: Türkleri ve Türklüğü yok sayma, Türk milletinin “yapay bir
ulus” olduğu gibi iddialar, önce Avrupalı ırkçı kuramcıların, ardından Nazilerin ve Naziler mahkûm
edildikten sonra Alman solunun, sosyal demokratlarının, Yeşillerin öne sürdüğü iddialardır. Bu iddialar
ortaya atılıp ilk kez propaganda edildiğinde ne DNA ne de RNA biliniyordu. “Farslarla Fransızlar
arasında gizli akrabalık olduğu”, “Osmanlı devletini başarıya götüren devlet adamlarının hepsinin
Aryen ırkına mensup olduğu”, “Kudüs’ü geri alan Selahattin Eyyübi’nin Aryen ve Germen kökenli
olduğu”, “Kürtçenin bir İndo-Germen dili olduğu” şeklindeki iddialar, Germen ırkının üstünlüğü
iddialarının çerçevesinde dillendirilmiş iddialardır62. Bugün Türk’ten ve Türklükten söz eden faşist
olarak niteleme cüretini gösterenler Nazilerin fikirlerinin peşinden giden tescilli faşistlerdir.
Emperyalist odakların ülkemizdeki beslemeleridir.
5 Gelelim, sözde bilimsel (!) genetik yaklaşımın temelindeki tutarsızlığa!
Türk kimdir? ya da kime Türk denir?, sorusuna iki şekilde yaklaşılıyor. Birinci yaklaşımda ırk
bağlantılarından yola çıkılıyor. Son yıllarda buna genetik kodlar yaklaşımı da eklendi. Önceki yüzyılda
sistematik ırkçılar, bilimi son haddine kadar istismar ettiler. Sözde bilim niteliğinde birçok düzmece
deneye ve gerçek olmadığı sonradan açıkça anlaşılan gözlemlere dayanan kuramlar ortaya attılar.
Deney sonuçlarını maksatlı olarak çarpıttılar. Önyargılara uygun yorumlar yaparak, egemen güçlerden
her türlü desteği aldılar. Britanya, Almanya, Fransa ve ABD, devlet olarak bu şarlatanları arkaladı,
besledi ve semirtti. Böylece bugün yanlışlığı, hatta gülünçlüğü bilinen geniş bir literatür ortaya çıktı.
Stalin başta olmak üzere, Sovyetler Birliği de bu şarlatanlıklara epey destek verdi. Biyolojinin
yöntemleriyle, “komünist insanı yaratma projesi” ve “gorille insanları çiftleştirerek yemeyen içmeyen,
komünizme çok az masrafla askerlik yapacak korkusuz yaratıklar yaratma ”, projesi başlıca uğraşları
oldu. “Gorille insan arası insan yaratma” projesinin, Stalin tarafından Gürcistan’da kurulan bir
araştırma çiftliğinde sürdürüldüğü bugün biliniyor. Bu gibi konuları Batının Kültürü Dış Politikasını
Nasıl Yönlendiriyor? Arsızlık ve Kültür adlı kitabımızda incelemiştik.
Sözlerimizin arasına şunu da ekleyelim: Dün sözde bilimsel ırkçı kuramcıların arkasında,
onlara her türlü maddi manevi desteği sağlayan güçlerle, neo-Darwinci ince ayardan geçirilmiş ve
güncellenmiş ırkçılığın arkasındaki güçler aynı güçlerdir. Bu iddiamızın bütün kanıtları ortadadır.
Irkçılık İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Nürnberg mahkemesinde mahkûm edildi. Ne var ki söz
konusu ideoloji geride derin kültürel izler bırakmıştı. Avrupa Birliği yetkili organları tarafından, 1997
yılında birliğe üye 15 ülkede toplam 16 bin kişiye yöneltilen sorularla yapılan ankette, ankete
katılanların yüzde seksenden fazlası, şu veya bu derecede ırkçı olduklarını ifade etti63.
Bu anketin bize işaret ettiği gerçek, ırkçılığın bir kültür olarak Batı Avrupalıların ruhuna işlediği
gerçeğidir. Bu altyapının üstüne şimdi bir de genetik araştırmaları oturtuldu. Irkçılar, bu kez eski
tecrübelerini daha sağlam basmaya çalışarak değerlendiriyorlar. Genetik şifreleri, kendilerinin üstün
insanlar olduklarını kanıtlamak için kullanmak yanında, politik bakımdan çökertmeyi hedef seçtikleri
ülkelerde yaşayan halkı birbirinden ayrıştırmak için de kullanıyorlar. Bunun örneklerini birer birer
yukarıda verdik. Bizim için ilginç olan, DNA’dan, RNA’dan anlamayan sözde akademisyenlerin Batıdan
gelen sözde bilimsel bilgileri bülbül gibi tekrarlama eğilimine girmeleridir.
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
20 20
Türklere ve Türklüğe gelince!
Önce şunu açıkça ifade edelim ki, Türkler genetik zenginidir. Çünkü binlerce yıllık Türk
tarihine dış evlilik kurumu damgasını vurmuştur. Türkler, yakın akraba evlilikleri konusunda sanki
bütün çağdaş bilimsel bulgulardan haberdarmışçasına, komşu kabileden kız alırlar, komşu kabileye kız
verirlerdi. Bu kabilelerde aranan tek şey ortak kültür öğeleriydi. Tasada, kıvançta, kaderde bir olmak
önemliydi. Bütün bunlardan dolayı, Türklerin genlerini ne kadar incelerlerse incelesinler, zengin bir
çeşitlilikle karşılaşırlar. Homojenlik gösteren bir yapıyla karşılaşmaları mümkün değildir. Ayrıca
genetik zenginlik, her bakımdan geleceğin sigortasıdır. Çok büyük servetimizdir.
Milliyetçiliği ırkçılık olarak göstermek ya da ırkçı temel üzerine inşa edilmiş fikirler olarak
tanıtmak, bir çeşit manipülasyon64, halkı yönlendirme, milliyetçilikten soğutma propagandasıdır.
Herkes niyetine göre, istediği kadar sözde kanıt toplayabilir. Önemli olan bu gibi aykırılıkların
kültürümüzün rengini ne kadar etkilediğidir. Milliyetçiliği ırkçılık gibi gösterenler, Marksist, Leninist,
anarşist, kozmopolitist, liberalist ve bazı sözde İslamî çevrelerdir. Bunları konuşanların büyük bölümü
de etnik milliyetçidir ve ırkçı güdülerle hareket ederler. Milliyetçiliğin fikir önderlerinin görüşlerini
dikkate almazlar. Onun yerine kendi kendilerine kolayca yenebilecekleri, tezlerini çürütebilecekleri bir
milliyetçilik tanımı yaparlar. Milliyetçiliği kendileri tanıtır, kendileri çürütür. Bu tutumun işlerini
kolaylaştıracağını düşünürler. Unutmayalım ki, fikirleri zayıf olanların, sinsi davranmak ve dolap
çevirmekten başka yapabilecekleri bir şey yoktur. Kendine güvenen dürüst olur, dürüst davranır.
Şimdi gelelim, milliyetçilik üzerine ikinci ve gerçek yaklaşıma!
Türk milliyetçiliği, ortak tarih bilincidir, kültür birliği demektir. Genleri değil, dil, din, kültür,
vatan gibi bizi birbirimize bağlayacak olan toplumun çimentosu niteliğindeki bütünleştirici değerleri
esas alır. Genetik bağlantıları aklına bile getirmez. Bunu tecrübe bile etmemiştir. Ne demiş Büyük
Atatürk: “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür.”
Atatürk’ün büyük değer verdiği, Kuşadası bölgesi Kuvay-ı Milliye’cilerinden ve Rauf Orbay’ın
1922’de kurulan kabinesinde İktisat vekilliği yapan Mahmut Esat Bozkurt, 1931 Ekim ayında Vakit
gazetesinde yayınlanan bir makalesinde geçerli milliyetçilik anlayışını şöyle ifade etmiştir65: “Bir
noktayı ehemmiyetle işaret etmeliyim ki, biz milliyetçiler, insan dostluğunu, farmasonluğun yaptığı
gibi, milliyetleri inkârla, gizli gizli çalışmakla, hatta tatbikatta şahısların, bazı emperyalistlerin,
suikastçıların emellerine alet edilen bu tarikatla anlamıyoruz. Biz insanlığın dostuyuz. Biliriz ki, bir
millet yalnız yaşayamaz. Hele yirminci asırda…” Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda yerleşen ve bütün
yasal yapılanmalara yön veren, yukarıdaki sözlerde ifadesini bulan milliyetçilik anlayışı, o günkü
biçimiyle bugün de sürmektedir.
Oysa biri çıkıp, Kızılderililer Türk’tür veya Türk kökenlidir, demişse, Türk milliyetçiliğine karşı
manipüle edilmiş kimseler, “herkesi Türk yapıp çıkıyorlar”, der. Ya da Japonlarla Türkler akrabadır,
aralarında akrabalık ilişkisi vardır, dendiğinde hemen alay etmeye yeltenirler. Ama aynı çevrelerin,
bizi Yunanlı ya da Yunanlaşmış yapmak için, Türkleştirildiğimizi öne süren dış güçlerle işbirliği yaptığını
görüyoruz. Bu ne yaman çelişkidir.
Her ülke diğer ülkelerde imaj yapabilmek, diğer milletleri kendine ısındırabilmek için
olağanüstü yatırımlar yapıyor. Umarız hatırlanacaktır: On yıl kadar önce, bir Japon televizyon ekibi,
Kayseri’de yaylalarda çekim yaparken bir çobanla karşılaşır. Çoban, onları birkaç gün ağırlar, elinde
avucunda ne varsa onlara ikram eder, her şeyini paylaşır. Derken ayrılık vakti gelir. Kameraman
vedalaşma sahnelerini çekmeye başlar. Karşılıklı olarak birbirlerine el sallarlarken, bizim gönül adamı
çobanımızın gözünden yaşlar gelmeye başlar. İşte Türk budur.
Görüntüler, Japonya’da gösterildiğinde duygusallığıyla ünlü yüz milyon Japon hep birlikte
duygulanır. Müthiş bir Türkiye sempatisi gelişir. Milyarlarca dolar harcansa, o samimi gözyaşlarının
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
21 21
kazandırdığı Türk sempatisini sağlamak mümkün değildir. O gün bugündür, Japonlar Türk’ten söz
edildiğinde hep duygulanırlar. Bu gibi işler, gen değil, duygu ve maneviyat işidir.
Son olarak şunları da eklemeden sözlerimize son vermeyelim:
Hangi eğitim düzeyinde olurlarsa olsunlar, ister profesör, ister mühendis, ister hekim, ister
avukat unvanına sahip olsunlar, bilimsel kafa yapısına sahip olmak için demek ki yeterli olmuyormuş.
İnsanlar dilediğini düşünebilir, her çeşit düşünce düşüncedir ama her çeşit düşünce bilimsel düşünce
değildir. Bilimsel olmayan düşünce, öncelikle, gerçekle bağ kurmadan oluşmuş düşüncedir. Çünkü beş
duyunun desteğinden yoksun olarak oluşmuştur. Gözleme, deneye veya gündelik dildeki deyişle
tecrübeye dayanmaz. Başka ülkelerde, başta itki ve baskılar altında oluşmuş felsefe akımlarını anlatan
tercüme kitapların içinden çıkarılan kalıplardan biçilmiş elbise gibidirler. Türklüğümüzü bu bozuk
mantığa kurban etmeyelim, abartmayalım ama sıkı sıkı da koruyalım. Türklük, bizi bir arada tutan
değerlerin zihnimizde oluşan bir özetidir. Türklüğümüzü zihinlerden tasfiye etmek isteyenleri iyi
tanımalıyız.
NOTLAR 1 Paul Feyerabend, Bilim Kilisesi/Özgür Bir Toplumda Bilim, Pınar Yayınları, 1991, sayfa 162
2 F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar, Bilgi+Gönül Yayınları, 2009, s. 159
3 DNA: deoksiribonükleik asit’in kısaltılmış adı. Kendini kopyalama özelliği bulunan canlıların genetik özelliklerini belirleyen
moleküllere verilen isim. 4 Edward Edelson, James Watson ve Francis Crick, Hayatın Yapıtaşları, TÜBİTAK YAYINLARI, sayfa 34
5 Gen: DNA zincirindeki belli bir uzunluktaki birimdir.
6 Kenan Demirkol, GDO: Çağdaş Esaret, Kaynak Yayınları, 2010, sayfa 213
7 Determinist: Determinizm, olayların önceden belirlenmiş olduğu, öyle olmalarını zorunlu tutan bir takım yasaların ya da
güçlerin olduğunu benimseyen öğretidir. Hür iradeyi ve insanı başka türlü davranabilme imkânını kabul etmez. 8 Mae-Wan-Ho, Genetik Mühendisliği (Rüya mı? Kâbus mu?), İş Bankası Kültür Yayınları, 2001, sayfa 93
9 Mendel: Genetik biliminin kurucusu olan 1822-1884 arasında yaşamış olan Alman rahip
10 Richard Darwin, Gen Bencildir, TÜBİTAK Yayınları, 1995, sayfa 10
11 Richard Dawkins, Tanrı Yanılgısı, Kuzey Yayınları, 2007, sayfa 156
12 Utilitarianizm: kapitalizmin felsefesidir. İnsanın kazanç arayışında olduğunu, davranışlarını bu güdünün yönlendirdiğini
savunur. Buna göre hazzı en fazla çoğaltan ve acıyı en aza indiren davranış en doğru davranıştır. İnsan kendi mutluluğunu
arayan bir varlıktır. Bu felsefede dinlerin ortaya koyduğu yüce değerlere yer yoktur. 13
Richard Dawkins, Kör Saatçi, TÜBİTAK Yayınları, 2002, sayfa 8 14
Prof. Dr. R. D. Lewontin, DNA Doktrini, İdeoloji Olarak Biyoloji, Bilim Kitaplığı, 1993, sayfa 20 15
Prof. Dr. R. D. Lewontin, DNA Doktrini, İdeoloji Olarak Biyoloji, Bilim Kitaplığı, 1993, sayfa 20 16
Genom Projesi: İnsan DNA’sının şifresini çözme projesi 17
Prof. Dr. R. D. Lewontin, DNA Doktrini, İdeoloji Olarak Biyoloji, Bilim Kitaplığı, 1993, sayfa 60 18
Prof. Dr. R. D. Lewontin, DNA Doktrini, İdeoloji Olarak Biyoloji, Bilim Kitaplığı, 1993, sayfa 25 19
Mae-Wan-Ho, Genetik Mühendisliği (Rüya mı? Kâbus mu?), İş Bankası Kültür Yayınları, 2001, sayfa 88 20
Öjenik: Darwin’in yeğeni Francis Galton tarafından ortaya atılan insan soyunun mükemmelleştirilmesi için sağlıklı nesiller
yetiştirmeyi, sağlıksız olanları kısırlaştırmayı savunan felsefe. 21
Mae-Wan-Ho, Genetik Mühendisliği (Rüya mı? Kâbus mu?), İş Bankası Kültür Yayınları, 2001, sayfa 89 22
Mae-Wan-Ho, Genetik Mühendisliği (Rüya mı? Kâbus mu?), İş Bankası Kültür Yayınları, 2001, sayfa 104 23
F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar, Bilgi+Gönül Yayınları, 2009, s. 324 24
Satanik: Satanizm, şeytanı yücelten, dinin koyduğu yüce değerlerin karşısında, şeytanın yücelttiği şeylerin yanında yer
almak demektir. Satanik ise satanizm ile ilgili olan demektir. 25
Paul Feyerabent, Bilim Kilisesi/Özgür Bir Toplumda Bilim, Pınar Yayınları, 1991, sayfa 11 26
Kenan Demirkol, GDO: Çağdaş Esaret, Kaynak Yayınları, 2010, sayfa 111 27
Edward Edelson, Hayatın Yapıtaşları-James Watson ve Francis Crick, TÜBİTAK Yayınları, sayfa 34 28
Nükleik asit: canlı hücrelerde bulunan ve görevi genetik bilgi aktarmak olan moleküllerdir. 29
Virüs: kendi başına çoğalamayan, çoğalabilmesi için canlı hücrelere girmesi gereken mikroskobik varlık. Latincede zehir
anlamına gelir.
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
22 22
30
Kenan Demirkol, GDO: Çağdaş Esaret, Kaynak Yayınları, 2010, sayfa 136 31
F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar, sayfa 12 32
Manhattan Projesi: İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD’de sürdürülen nükleer silah yapma çalışmalarına verilen ad. 33
Malthusçuluk: Malthus, gıdaların aritmetik oranda, buna karşılık nüfusun geometrik oranda arttığını savunan öğreti. 34
Nürnberg: İkinci Dünya Savaşı sonunda Nazilerin yargılandığı mahkemenin bulunduğu Almanya’nın kuzeyindeki şehir. 35
F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar, sayfa 192 36
F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar, sayfa 95 37
F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar, sayfa 81 38
http://www.biotech-info.net/conception.html 39
F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar, sayfa 284 40
Al Gore, Küresel Denge/Ekoloji ve İnsan Ruhu, Sabah Kitapları, 1993, sayfa 130 41
F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar, 2009, sayfa 152 42
F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar, 2009, sayfa 169 43
F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar, sayfa 184 44
F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar, sayfa 190 45
Monokültür: Çok büyük arazilere tek bir ürün ekilmesine denir. 46
F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar, sayfa 192 47
Kenan Demirkol, GDO: Çağdaş Esaret, Kaynak Yayınları, 2010, sayfa 217 48
Kenan Demirkol, GDO: Çağdaş Esaret, Kaynak Yayınları, 2010, sayfa 241 49
Kenan Demirkol, GDO: Çağdaş Esaret, Kaynak Yayınları, 2010, sayfa 256 50
Al Gore, Küresel Denge/Ekoloji ve İnsan Ruhu, Sabah Kitapları, 1993, sayfa 67-68 51
Leslie Lipson, Uygarlığın Ahlâki Bunalımları, İş Bankası Yayınları, 2000, sayfa 27 52
Paleontolog: paleontoloji, dünyada hayatın tarihini yazma amacı çalışan bilim dalıdır. Paleontolog ise uzmanlığı
paleontoloji olan kimsedir. 53
11 Aralık 2007 Yeniçağ, Arslan Bulut 54
http://www.netgazete.com/News/603687/prof._dr._celal_şengorden_cok_tartisilacak_soz_turkiyenin_yuzde_90i_donme.aspx 55
ncbi.nlm.nih.gov/entrez/query.fcgi?cmd=Retrieve&db=pubmed&dopt=Abstract&lis t_uids=12596050 56
Eşref Günaydın, Yahudi Kürtler, Babil’in Kayıp Çocukları, Orta İsrail veya Kürdistan, Karakutu, 3. Baskı, 2006, sayfa 90-91 57
Eşref Günaydın, Yahudi Kürtler, sayfa 92 58
Ali Tayyar Önder, Türkiye’nin Etnik Yapısı, 41. baskı,
Fark Yayınları, Kasım 2007, sayfa 31–32 59
Ali Tayyar Önder, a. g. e sayfa 37 60
http://ulusalkanal.com.tr/index.php?option=com_content&task=view&id=8090&Itemid=99999999 61
http://bianet.org/bianet/print/93435-milliyetcilik-can-cekisiyor 62
Tamer Bacınoğlu, Modern Alman Oryantalizmi, ASAM, 2001 63
İbrahim Okur, Arsızlık ve Kültür, Batının Kültürü Dış Politikasını Nasıl Yönlendiriyor?, Okursoy Kitapları, 2002, 21. bölüm 64
Manipülasyon, seçme, ekleme ya da çıkarma yoluyla bilgileri çarpıtarak insanları etkilemek demektir. 65
Mahmut Esat Bozkurt, Masonlar Dinleyiniz! Kaynak Yayın, 2005, s. 37