ĐMANDA TAKLĐD VE TAHKĐKacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5641/6325.pdf · kavramının mahiyetini...
Transcript of ĐMANDA TAKLĐD VE TAHKĐKacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5641/6325.pdf · kavramının mahiyetini...
T.C. ANKARA ÜNĐVERSĐTESĐ
SOSYAL BĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ TEMEL ĐSLAM BĐLĐMLERĐ (KELAM)
ANABĐLĐM DALI
ĐMANDA TAKLĐD VE TAHKĐK
Doktora Tezi
Mustafa ÜNVERDĐ
Ankara 2009
T.C.ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜTEMEL İSLAM BİLİMLERİ (KELAM)
ANABİLİM DALI
İMANDA TAKLİD VE TAHKİK
Doktora Tezi
Mustafa ÜNVERDİ
Tez Danışmanı
Prof. Dr. İlhami GÜLER
Ankara 2009
T.C.ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜTEMEL İSLAM BİLİMLERİ (KELAM)
ANABİLİM DALI
İMANDA TAKLİD VE TAHKİK
Doktora Tezi
Tez Danışmanı
Prof. Dr. İlhami GÜLER
Tez Jürisi Üyeleri
Adı ve Soyadı İmzası
PROF. DR. İLHAMİ GÜLER ........................................
PROF. DR. ŞABAN ALİ DÜZGÜN ........................................
PROF. DR. AHMET AKBULUT ........................................
PROF. DR. RAMAZAN ALTINTAŞ .........................................
YRD. DOÇ. DR. GÜRBÜZ DENİZ .........................................
Tez Sınavı Tarihi 18.06.2009
I
ĐÇĐNDEKĐLER
ĐÇĐNDEKĐLER…………………………………………………………….... I
KISALTMALAR.............................................................................................. III
ÖNSÖZ…...…………………………………………………………………… 1
GĐRĐŞ…………..………………………………………………………………3
1. Çalışmanın Konusu, Önemi ve Sınırları…….…………………………….3
2. Yöntem ve Kaynaklar ……………………….……………………………8
3. Kavramsal Çerçeve……………………………………………………… 10
3. 1. Đman………………………………………………………………... 11
3. 1. 1. Lügat Anlamı ………………………………………………. 11
3. 1. 2. Istılahî Anlamı……………………………………………… 13
3. 1. 3. Đman ve Tasdik…………………………………………….. 20
3. 1. 4. Đman-Đnanç Đlişkisi…………………………………………. 26
3. 2. Taklid……………………………………………………………… 33
3. 3. Tahkik …………………………………………………………….. 38
I. BÖLÜM
KELAMĐ VE FELSEFĐ AÇIDAN
ĐMANI TEMELLENDĐRME SORUNU
1. Klasik Đslam Kelamında Đmanın Mahiyetine Đlişkin
Temel Yaklaşımlar……………………………………………………….. 43
2. Çağdaş Felsefede Đmanı Temellendirme Problemi…………………….... 58
2. 1. Rasyonel Yaklaşım……………………………………………………. 59
2. 2. Fideist Yaklaşım……………………………………………………… 71
2. 3. Eleştirel Akılcılık……………………………….………………………75
3. Kur'an Çerçevesinde Đman ve Đmanı Temellendirmenin Đmkanı……… 79
3. 1. Kur'an Çerçevesinde Đman Kavramının Yapısı……………………... 79
3. 2. Kur'an'a Göre Dinin Fıtri Oluşu ……………………………………... 86
3. 3. Kur'an'da Aklın Đşlevselliği ve Tahkiki Đmanın Đmkanı……………… 95
II
II. BÖLÜM
ĐSLAM GELENEĞĐNDE KATEGORĐK ĐMAN AYIRIMI:
TAKLĐD VE TAHKĐK
1. Đmanda Taklid Meselesi…………………………………………………… 109
1. 1. Taklidî Đman Olgusunun Ortaya Çıkışı ve Sebepleri…………………. 109
1. 2. Klasik Kelam Geleneğinde Taklidî Đmanın Değeri…………………… 114
1. 3. Taklidi Savunanlar ve Argümanları…………………………………... 134
2. Đmanda Tahkik Meselesi…………………………………………………....143
2. 1. Klasik Kelam Geleneğinde Tahkiki Đmanın
Savunucuları ve Argümanları ............................................................. 143
2. 1. 1. Maturidi……………………………………………………….143
2. 1. 2. Eş'ari…………………………………………………………..150
2. 1. 3. Kadı Abdulcebbar…………………………………………… 154
2. 2. Selefi Düşüncede Taklid Karşıtları ve Argümanları…………………. 160
2. 2. 1. Đbn Hazm…………………………………………………….. 162
2. 2. 2. Đbn Teymiyye……………………………………………….... 179
2. 2. 3. Đbn Kayyım el-Cevziyye………………………………………185
2. 3. Modern Dönem Đslam Düşüncesinde Taklid Karşıtlığı……………….. 194
2. 3. 1. Cemalleddin Afganî…………………………………………. 196
2. 3. 2. Muhammed Abduh…………………………………………... 198
2. 3. 3. Musa Carullah Bigi………………………………………….. 202
3. Taklid ve Tahkikle ile Đlgili Görüşlerin Değerlendirilmesi ……………. 210
SONUÇ……………………………………………………………………….. 224
ÖZET…………………………………………………………………………. 230
ABSTRACT…………………………………………………………………. 231
BĐBLĐYOGRAFYA…………………………………………………………. 232
III
KISALTMALAR
a.g.e. Adı Geçen Eser
a.g.m. Adı Geçen Makale
a.g.md. Adı geçen madde
A.Ü.Đ.F.D. Ankara Üniversitesi Đlahiyat Fakültesi Dergisi
bkz. Bakınız.
c. Cilt
C.Ü.Đ.F.D. Cumhuriyet Üniversitesi Đlahiyat Fakültesi Dergisi
Çev. Çeviren.
D.Đ.A. Diyanet Đslam Ansiklopedisi
e-Der. Elektronik Dergi
H. Hicri.
M.E.B. Milli Eğitim Bakanlığı
M.Ü.Đ.F. Marmara Üniversitesi Đlahiyat Fakültesi
Neşr. Neşreden
O. M. Ü. Đ. F. On dokuz Mayıs Üniversitesi Đlahiyat Fakültesi
s. Sayfa.
S.B.E. Sosyal Bilimler Enstitüsü
Sad. Sadeleştiren.
tah. Tahkik eden.
trs. Tarihsiz
tsh. Tashih
Ü. Üniversite
v. Vefatı.
Vak. Vakfı
y.y. Yayın Yeri Yok.
Yay. Yayınları
1
ÖNSÖZ
Din, ferdin hayatına farklı bir anlam katan ve onda yeni bir benlik inşa
eden bir bilgi-inanç sistemidir. Đnsan, muhatap olduğu ilahi kelamın “hak”
olduğuna iman ettiğinde artık “mümin” ismini ve vasfını kazanmıştır. Đnanma
eylemi, bilgiyi yalnızca onaylamaktan ibaret, kuru bir tasdik değildir. Bilakis,
iman, Allah’a karşı ahlaki sorumluluğun bilincine varma ve insanlara karşı
ödevlerin varlığını kabullenmedir. Böylece Allah’tan gelen iman emri, farkındalık
oluşturma girişimidir. Bunun yanında Kur’an’da insanın inanması istenen şeyler,
insanın mantığında ve vicdanında temelini bulan, bilgi temelli inanç ilkeleridir.
Böyle bir inanç ise ferdiyetin otonomluğunu ve özgüvenini sağlar.
Kur’an, Allah’ın kimlerden razı olduğunu, kimleri felaha erdirip
cennetlik kabul ettiğini anlatırken müminin nasıl bir yapıya sahip olması
gerektiğini de ortaya koymaktadır. Bütün bunlar için de Hz. Peygamber’i örnek
bir şahsiyet olarak göstermektedir: “Ey müminler! Gerçekten Allah’ın elçisi, ölüm
sonrasında Allah’a ve ahirete kavuşmak isteyen sizler için son derece güzel bir
örnek teşkil etmektedir”1
Öte yandan gerek iman konularında gerekse ameli konularda taklid,
Đslam düşünürleri tarafından erken dönemlerden itibaren tenkid edilen bir tutum
olmuştur. Đman konularının akledilebilir olmasına ve insanın da özünde akıllı bir
varlık olmasına karşın, kendi yetkinliğini bir başkasına devretmesi anlamına gelen
taklid, dinin oluşturmak istediği insan prototipini engelleyen bir olgudur. Bu
yüzden Eş’ari (v. 324/935) ve Maturidi’yle (v. 333/944) başlayıp Kadı
Abdulcebbar’la (v. 415/1025) devam eden süreçte mukallid eleştirilmiştir. Taklide
en güçlü ve sistematik eleştiriyi Selefi düşünce yapısına sahip olan Đbn Hazm (v.
456/1064) getirmiş ve onun savunduğu görüşler daha sonra Đbn Teymiyye (v.
728/1328) ve Đbn Kayyım (v. 751/1350) tarafından da destek görmüştür.
Onların taklid olgusuna yönelttikleri eleştirilerin bir benzeri de modern
dönem Đslam düşüncesinin temsilcileri tarafından tekrarlanmıştır. Đslam
toplumunun geri kalma sebebinin temelinde taklid alışkanlığını gören bu düşünce,
Kur’an’ın sade ve anlaşılır kelamına dönmeyi ve taklidi terk etmeyi öngörmüştür.
Diğer yandan modernist ve ihyacılar XVIII. yüzyıldan itibaren dinin akıl dışı
1 Ahzâb, 33/21.
2
olduğunu iddia eden Batı felsefesine karşı, Đslam’da iman eyleminin ve iman
konularının akılla uyuştuğunu kanıtlamaya çalışmışlardır. Bu bir açıdan
Mutezile’nin Đslam akaidini Yunan felsefesine karşı akılcı yöntemle savunmasına
benzemektedir. Bununla birlikte her ikisinin metodolojisi oldukça farklıdır.
Bu çalışma, bir yandan iman kavramının mahiyet itibariyle
fonksiyonelliğini inceleyen, diğer yandan taklidle ilgili delilleri mercek altına alan
bir araştırmadır. Burada özellikle, insanın ferdiyetini söndüren bir olgu olması
itibariyle taklidi reddetmiş olan Maturidi, Eş’ari, Kadı Abdulcebbar, Đbn Hazm,
Đbn Teymiyye ve Đbn Kayyım gibi düşünürlerin argümanlarını ele almaya
çalışacak ve taklidin ideal mümin karakteristiğinin sağlamada yeterli olup
olmadığını araştıracağım.
Çalışmamı, üç yıl önce ahirete irtihal eden ve hayatımda çok şeyi
kendisine borçlu olduğum muhterem babamın aziz ruhuna ithaf ediyorum. Ayrıca
tez sürecinin yoğun temposundan dolayı, zaman zaman yanlarında olamadığım
canım anneme, eşim Hülya Hanım’a, oğlum Ömer Faruk ve kızım Zehra’ya en
içten sevgilerimi sunuyor; tezin yazımına teknik destek veren kardeşim Bilal’a
teşekkür ediyorum.
Araştırmanın konu tespitinden itibaren, bilgisi ve tecrübesiyle bu
araştırmaya rehberlik yapan ve bir ağabey gibi beni destekleyen saygıdeğer
Hocam Prof. Dr. Đlhami Güler’e canı gönülden teşekkür ediyorum.
Tez süresi boyunca değerli yardımlarını gördüğüm saygıdeğer
hocalarım Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün, Yrd. Doç Dr. Gürbüz Deniz, Dr. Đbrahim
Aslan, Çukurova Üniversitesi Đlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr.
Halife Keskin, Doç. Dr. Mustafa Öztürk, Yrd. Doç. Dr. Hasan Akkanat, Fen
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Araştırma Görevlisi Ayhan
Karakaş’a ve engin hoşgörüsüyle çalışmama imkan sağlayan Yüreğir Đlçe
Müftü’sü Lütfi Eker’e teşekkürü bir borç bilirim.
Mustafa ÜNVERDĐ
ANKARA 2009
3
GĐRĐŞ
1- Çalışmanın Konusu, Önemi ve Sınırları
Đmanın, insanda yeni bir paradigma oluşturduğu ve hayatın bütün
yönlerinin buna göre anlam kazandığı müsellem bir hakikattir. Đnsanlık tarihi,
zaman içerisinde çok farklı tecrübeleri yaşamış ve medeniyetler geliştirmiş
olmasına rağmen, iman duygusu hiç yok olmamıştır. Esasen, insanın bu dünyada
varlık sebebi iman-küfür bağlamında denenmesidir.1 Đşte bu yüzden Kelam
disiplini, böylesine etkin ve dinamik bir yapıya sahip olan iman problemini çok
yönlü olarak tartışmıştır.2
Bu tartışmaların arasında iman-amel münasebeti, imanda istisna
meselesi, imanın yaratılmış olup olmadığı, iman kavramının Đslam terimiyle
ilişkisi gibi konular önemli bir yer tutmaktadır. Ayrıca mütekellimler, iman
kavramının mahiyetini de ele almışlardır. Bu çerçevede, Ebu Hanife (H. 80-
150), Maturidi ve Eş’ari, imanı kalbin tasdikine indirgemiş,3 Hariciler ve
muhaddisler kavramın tarifine ameli dahil etmiş,4 Mürcie ise sadece bilmenin
iman için yeterli olduğunu kabul etmiştir.5
Đmanın mahiyetine ilişkin bu yaklaşımların yanı sıra, bir başka
tartışma konusu da taklide dayalı imandır. Bu, insanın en temel özelliği olan,
“akletme” eyleminin dışarıda bırakıldığı inanma şeklidir. Bu teze göre iman
konuları nazar ve tefekküre açık değildir. Buna karşın, akıl yürütme ya da Đslam
literatüründeki ifadesiyle nazar, Kelam disiplininde kabul görmüştür. Maturidi
ve Eş’ari, “alemden Allah’a gitme” yöntemiyle nazarın gerekliliğini kabul
1 Mülk, 67/2. 2 Bkz. Maturidi, Ebu Mansur, Kitabu’t-Tevhid, (Hz. Bekir Topaloğlu- Muhammed Aruçi), Ank.
2005, s. 601-630; Taftazani, Saduddin, Şerhu’l-Akaid, (Çev. Süleyman Uludağ), Ank. 1991, s.
276-287; Harputi, Abdullatif, Tenkîhu’l-Kelam fi Akâid-i Ehli’l-Đslam, (Çev. Fikret Karaman-
Đbrahim Özdemir), Elazığ 2000, s. 205-218. 3 Ebu Hanife, el-Alim ve’l-Müteallim, (Çev. Mustafa Öz, “Đmam-ı Azam’ın Beş Eseri” içinde),
Đst., 1981, s. 17; Eş’arî, Ebu Hasan, el-Lum’a, Kahire 1975, s. 123; Maturidi, a.g.e., s. 608. 4 Eş’arî, Makalatü’l-Đslamiyyîn, (tah. Muhammed Muhiddin Abdulhamid), Beyrut 1995, c. I, s.
166; Ebu Ubeyd, Kitâbu’l-Đman, (tah. Muhammed Nâsiruddîn el-Elbânî), Beyrut 1983, s. 28. 5 Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal, (Çev. Mustafa Öz), Đst. 2005, s. 142.
4
ederken,6 Kadı Abdulcebbar salt zihnin aksiyonuyla imana rasyonel temeller
aramıştır. Naslara nüfuz edemeyen ve akıl yürütmeyi reddeden “Haşviyye”
zihniyeti ise, nazar ve istidlale karşı çıkmış ve taklide dayalı iman görüşünü
tefekkürün haram oluşuyla temellendirmiştir.7
Esasen Allah, aklı ve özgür iradesiyle yetkin kıldığı insanı, denenme
sürecinde yalnız bırakmamış ve onu vahiyle desteklemiştir. Vahyin nihai amacı
“inzar” ve “tebşir” olmakla birlikte, temel dinamiği akıldır. Çünkü insan,
aklettiği ölçüde vahyin mesajından payını alacaktır.8 Nitekim insanın
otonomluğu aklın otoritesiyle başlar. Đnsanı Yaratıcı karşısında sorumlu kılan
unsurlar, akıl ve iradedir. Halbuki taklid olgusunun olduğu yerde bunlardan söz
edilemez.
Bununla birlikte, Kur’an’ın işlevsel bir iman anlayışına sahip
olduğunu görmekteyiz. Buna göre iman, kalp ile tasdike ek olarak, mantıki
delillendirme, Allah’a ve Peygamber’e sevgi, Allah’ın büyüklüğüne saygı
duyma, O’nun rahmetini umma gibi kalpten gelen fiilleri de ihtiva eden9 ve tüm
benliği saran bir eylemdir.10 William K. Clifford’un (1845-1879) ifadesiyle
iman, kognitif düzeyde duygusal coşkunlukla desteklenmiş ve zihinsel kabulle
onaylanmış hareketlerden kaynaklanan bir eylemdir.11
Bu bağlamda, imanda nazarın etkinliğini savunmak boşuna bir gayret
değildir. Her ne kadar iman konularının gayb alemine ait olması, onların
tamamen idrak edilir olmasını imkansız kılıyorsa da, bu, inanmanın irrasyonel
olduğu anlamına gelmemelidir. Bu noktada Maturidi, Eş’arî ve Kadı
Abdulcebbar başta olmak üzere, Đslam düşünürlerinin, rasyonel temellendirme
çabaları, tezimizde ele alacağımız temel konular arasındadır.
6 Düzgün, Şaban Ali, Varlık ve Bilgi, Ank. 2008, s. 245-246. 7 Eş’ari, el-Đstihsan, (neşr. R. J. McCarthy), Beyrut, 1952, s. 87-88; Kadı Abdulcebbar, Şerhu
Usuli’l-Hamse, (Tah. Abdulkerim Osman), Kahire 1965, s. 42-43; en-Nesefi, Ebu Muin,
Tabsiratü’l-Edille, (tah. Hüseyin Atay), Ank. 2004, c. I, s. 39-40. 8 Kasas, 28/51. 9 Đbn Teymiye, el-Đman, (Tah. Haşim Muhammed Şâzelî) Daru’l-Hadis, trs., s. 166-167. 10 Güler, Đlhami, Đman Ahlak Đlişkisi, Ank. 2003, s. 21. 11 Clark, Walter Houstun, “Đman Problemi”, (çev. Ali Rıza Aydın),
http://www.dinbilimleri.com/dergi3/imanproblemi.htm
5
Đmanı temellendirme sorunu, çağdaş Batı felsefesinde de tartışılan bir
konu olmuştur. Đmanın akla dayanmasının imkanı etrafında gerçekleşen
tartışmalarda çeşitli nazariyeler üretilmiştir. Biz bunlardan, “rasyonalizm”,
“fideizm” ve ikisinin arasında bir yerde olan “eleştirel akılcılık”la
ilgilenmekteyiz. Çünkü akıl-iman ilişkisini konu edinen bu nazariyeler, Đslam
Dini açısından tahkiki imanın imkanı problemiyle ilişkilendirilebilir. Buna göre;
imanın akli temellere dayanması gerektiğini savunmasına karşılık, rasyonelliği
katı kurallarla tanımlayan ve hiçbir dinin rasyonel olamayacağını açıklayan katı
rasyonalizm ile, dini önermelerin, konuları itibariyle akıl dışı ya da akıl üstü
olduğunu iddia eden fideizm, 12 Đslam Dini açısından taklidî imanı meşru hatta
kaçınılmaz kılmaktadır. Nitekim yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Đslam
düşüncesinde taklidî iman tezinin hareket noktası nazarın olumsuzlanmasıdır.
Buna karşın klasik Đslam düşünürlerinin, imanı akılla temellendirme çabalarının
yanında, son iki asırda Cemaleddin Afganî (1838-1897), Muhammed Abduh
(1845-1905), vb. müslüman fikir adamları, Batıda dini akıl dışı gören
yaklaşımlara tepkisel olarak, Đslam’ın akla uygun bir din olduğunu kanıtlamaya
çalışmışladır. Ayrıca onlar, müslümanların dini ve kültürel anlamda taklidi terk
etmesi gerektiğini de hararetle savunmuşlardır.
Öte yandan çağdaş Batı felsefesinde yukarıdaki iki yaklaşımın
arasında mutedil olan eleştirel akılcılık ise, “dini inanç sistemlerinin kesin
ispatının imkansız olmasıyla birlikte, bunların aklen eleştirilme imkanı ya da
zorunluluğu” savına dayanır. Öyle görünüyor ki bu yaklaşım, Kelam disiplininin
ortaya koyduğu tahkiki iman anlayışına paralellik arz etmektedir. Çünkü tahkiki
iman, inanmanın aklî dayanakları olması gerektiğini kabul eder ve iman edilen
hususlarla ilgili bilişsel tutumu ifade eder. Şu da var ki biz, iman konularının
gayb alemine ait olması itibariyle, tamamıyla akılla kanıtlanabilecek hususlar
olmadığını kabul ediyoruz. Ancak bu, imanın akıl dışı ya da akıl üstü olduğu
anlamına gelmemelidir. Nitekim Kur’an’ın insanı sürekli akletmeye çağıran
ayetleri, inanmanın mantıki sürece dayanan bir aksiyon olduğunun göstergesidir.
Denebilir ki iman, akılla kanıtlanamayacak unsurlardan oluştuğu için
iradeye; aklın reddedemeyeceği önermeler ortaya koyduğu ve tutarlı olduğu için
12 Özcan, Hanifi “iman” mad. D.Đ.A., Đst. 2000, c. XXII, s. 217.
6
akla dayanır. Taklid ise, insan aklının sönmesine ve iradesinin herhangi bir
kişiye ya da mezhebe kodlanmasına neden olur. Bu yüzden insan, potansiyel
yetkinliğini kuvvetlendirecek ve üretkenliğini artıracak bir şey yapmalıdır. Bu,
ister Maturidi ve Eş’ari’nin öngördüğü biçimde tabiattan ilham alarak, ister
Abdulcebbar’ın yaklaşımıyla zihnin aksiyonuyla; ister Đbn Hazm’ın savunduğu
gibi Kitap’tan yola çıkarak olsun. Bütün bunlar, aklın fonksiyonel olduğu,
dolayısıyla ferdî özgürlüğün sağlandığı eylemlerdir. Hasan Hanefi’nin dediği
gibi, aklın otoritesi, başka otoritelerin yerini aldıkça birey “kendi”leşir ve bütün
özgürlük teolojileri, bireyin benliğindeki farkındalığı oluşturması üzerine
yoğunlaşır. Böylece bireysel yetkinlik ve sorumluluk alevlenir.13
Klasik Kelam disiplininde mukallidin imanı konusuna tekrar dönecek
olursak, Ebu Hanife, Ubeyd b. Hasan el- Anberî (H. 105-168), Ebu Muin en-
Nesefi (v. 508/1115), Ebu Yusr el-Pezdevi (H. 421-493), Sadeddin Taftazani (v.
792/1390) gibi mütekellimlerin, mukallidi eleştirmiş olmalarına rağmen, kafir
demediklerini ve onun imanını sahih kabul ettiklerini görmekteyiz.14 Onların bu
yaklaşımının, temelde iman kavramını “tasdik”e indirgenmiş olmalarına
bağlayabiliriz. Buna göre, her ne kadar akıl yürütme zorunlu bir eylem ise de
mukallid, tasdik sahibi olduğu için küfürle itham edilmez. Esasen, imanda akıl
yürütmenin zorunlu oluşuyla imanın geçerliliği arasında ilişki kurulursa, mantık
ve diyalektik açısından yeterliliği olmayan büyük bir çoğunluk, iman sıfatını hak
etmeyecek ve kafir konumuna düşecektir.15 Biz de, imanın etimolojik açıdan
tasdik anlamına geldiğini, bu yüzden, mukallidin küfürle itham edilemeyeceğini;
inanmanın akli temellere dayanması, bilişsel, ahlaki, iradi ve pratik yönünün
olmasının, onun kemalini sağladığına inanıyoruz.
Öte yandan taklidin bir diğer boyutunu ise hicri beşinci asırda Đbn
Hazm ortaya koyduğu biçimde tartışmak gerekmektedir. Buna göre taklid, dinde
Allah ve Resulü’nden başka bir özneyi otorite edinmektir. Đbn Hazm’dan sonra
13 Hanefi, Hasan, “Tabii Din ve Kurtuluş Teolojisi Olarak Đslam”, (Çev. Đlhami Güler,
Özgürlükçü Teoloji Yazıları içinde s. 141-158), Ank. 2004, s. 144. 14 Nesefi, Tabsira, c. I, s. 35. 15 Izutsu, Toshihiko, Đslam Düşüncesinde Đman Kavramı, (Çev. Selahaddin Ayaz), Đst. 2000, s.
144.
7
Đbn Teymiye ve Đbn Kayyım el-Cevziyye tarafından da savunulan bu görüş,
dinde asıllara dönmeyi prensip edinen ve mezhep aidiyetini kesin bir dille
reddeden Selefi yaklaşım tarzıdır. Ancak Selefilik hareketinin, tarihte farklı
dönemlerden geçmiş olduğunu vurgulamak gerekir. Buna göre, Hz. Peygamber
ve ashabından hemen sonra gelen neslin oluşturduğu anlayışla, Đbn Hazm’la
başlayan ve Đbn Teymiye’yle devam eden anlayış arasında fark vardır. Birincisi
her türlü akıl yürütmeyi olumsuzlarken; ikincisi Kur’an ve Sünnet’le sınırlı,
felsefi tartışmaya girmeyen pratik akıl yürütmeyi savunmaktadır. Bununla
birlikte, son iki asırda Đslam toplumunda ortaya çıkan ihyacı ve modernist
hareket de Selefi izler taşımakta olup, temelde Kur’an ve Sünnet’e dönüşü
dillendirmektedir. Buna göre, imanda cevher-araz kavramlarını kullanmak ya da
hudus vb. Kelamî-felsefi delillerle Allah’ın varlığına inanmak zorunlu değildir.
Çünkü ilahi vahiy, herkesin anlayabileceği tabii ve sade bir yapıya sahiptir. Bu
yüzden vahyin dışında birisinin ya da herhangi bir mezhebin taklidine de gerek
yoktur.16
Selefi düşüncenin sert bir biçimde eleştirdiği mezhep taklidi, iki
büyük yaranın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Birincisi din alanında, hicri ilk
dört asırda yapılmış olan ictihadların dışına çık(a)mama ve onların etkisinden
kurtulamamadır. Başka bir ifadeyle dini, belli otoritelere dayalı olarak yaşama
alışkanlığıdır. Mezhepçilik bu alışkanlığın en açık sonucudur. Müslümanlar
kategorik ayrışmalara girmiş ve mezhepleri “farklı yorumların doğal sonucu”
olmaktan çıkarmış, “mensubiyeti ile dindarlığın kemale erdiği ve mutlak taklid
düzeyinde yaşatılan olgular” haline çevirmiştir. Bu taklid, sadece mezhep
aidiyetinin süregelmesine değil, din alanında algılama ve –yeni problemlere
çözüm- üretme kabiliyetini felce uğratmıştır.17
Taklidin müslüman toplumda sebep olduğu ikinci büyük yara ise
sosyolojik ve kültürel alanda kendisini göstermiş, müslümanlar kendi
dinamiklerinden uzaklaşarak başka milletlerin etkisi altına girmişlerdir. Bu da
16 Fazlur Rahman, “Đslam: Sorunlar ve Fırsatlar” (Çev. Abdullah Çiftçi “Đslâmî Yenilenme
Makaleler I” içinde,), Ank., 2004, s. 82; Çelebi, Đlyas, “Mutezile’nin Klasik Đslam
Düşüncesindeki Yeri ve Modern Döneme Etkileri”, Kelam Araştırmaları, 2:2 (2004), s. 3–24. 17 Alvâni, Taha Cabir, Đslam Düşüncesinin Bugünkü Meseleleri, Đst. 2008, s. 120.
8
bir özgüven problemi yaratmış ve ümmetin kişiliğini eritmiştir.18 Đşte bu
çalışmada, Selefi düşüncenin taklide karşı görüşlerine delilleriyle beraber yer
vereceğiz.
Tezimiz, esas itibariyle, iman kavramının etimolojik yönden tasdik
anlamına geldiğini kabul etmekle beraber, imanın başka unsurları da ihtiva
ettiğini, bunların ise taklide dayalı olarak gerçekleştirilemeyeceği şeklindedir.
Bunun için çalışmamızı şu soruların etrafında yapmaya çalışacağız: Đmanı
temellendirme konusunda aklın etkinliğine ilişkin klasik Kelam geleneğinde ve
Batı felsefesindeki yaklaşımlar nelerdir? Kur’an’da öngörülen iman, yapısal
olarak neleri ihtiva etmektedir? Taklid, Kur’anın önerdiği imanı karşılamakta
mıdır? Klasik Kelam ekollerinin mukallidin imanıyla ilgili görüşleri nelerdir?
Đslam düşüncesinde taklidi veya tahkiki imanı savunanların argümanları
nelerdir?
Buna ek olarak mezhep taassubu, taklidin müslüman zihniyette sebep
olduğu olumsuz sonuçlar ve buna ilişkin modern dönem Đslam düşüncesindeki
tespitler bu çalışmanın konuları arasındadır.
2. Yöntem ve Kaynaklar
Araştırmamızda öncelikle konunun kavramsal çerçevesini ele aldıktan
sonra, iman kavramının salt tasdikten ibaret olmadığını ortaya koymaya
çalışacağız. Bununla ilgili olarak gerek klasik Đslam düşünürlerinin gerekse son
dönemdeki yaklaşımların değerlendirmesi yer alacaktır. Ayrıca, iman
kavramıyla inanç arasındaki farkı da giriş bölümünde ele alacağız. Tamamen
dini bir eylem olan imanla, genel bir kavram olan inanç arasındaki farkın
belirlenmesi, taklidi imanın nasıl bir inanmaya karşılık geldiğini tespit etmek
için önem arz etmektedir.
Birinci bölümde, imanın temellendirilmesi problemini ele alacağız. Bu
noktada, klasik Kelam disiplininde nazar ve istidlal bağlamında imanın
mahiyetine ilişkin yaklaşımları ortaya koyduktan sonra, çağdaş felsefede iman-
akıl ilişkisine dair iki temel yaklaşım olan rasyonalist ve fideist nazariyeleri
tartışacağız. Ayrıca bu ikisinin ortasını ifade eden eleştirel akılcılık da bu
bölümün konuları arasındadır. Birinci bölümde son olarak Kur’an’ın iman
18 Alvâni, Đslam Düşüncesinin Bugünkü Meseleleri, s. 122.
9
kavramına bakışı, ona yüklediği anlamlar ve neticede Kur’an açısından tahkiki
imanın imkânını irdeleyeceğiz.
Đkinci bölümde ise ana konular taklid ve tahkiktir. Öncelikle Đslam
toplumunda taklidin ortaya çıkışı ve sebepleriyle, taklidi savunanların delillerini
ele alacağız. Buna karşın klasik Kelam geleneğinde “mukallidin imanı” ile
ilişkin yaklaşımları inceledikten sonra; klasik Đslam düşüncesinde taklide karşı
çıkan ve tahkiki imanı savunmuş olan Maturidi, Eş’ari ve Kadı Abdulcebbar gibi
mütekellimlerin bu konudaki özgün fikirlerine ve taklid olgusunu savunanlara
karşı delillerine ayrı ayrı yer verilecektir. Bununla birlikte, müstakil bir başlık
altında ele alınmasını gerekli görmememize rağmen, tespit edebildiğimiz
kaynaklarda yer alan ve taklidin lehinde veya aleyhinde görüşleri bulunan
isimlerin de düşüncelerine “Klasik Kelam Geleneğinde Taklidî Đmanın Değeri”
başlığında yer vermeye çalışacağız.
Đkinci bölümün önemli unsurlarından birisi de Selefî düşünürlerle
modernistlerin görüşlerine ayrı başlıklar altında değinecek olmamızdır. Burada
Kur’an ve Sünnet çerçevesinde akıl yürütme eylemini kabul eden ve dinin tüm
alanlarında taklidi reddeden Đbn Hazm, Đbn Teymiyye ve Đbn Kayyım gibi
isimlerin yaklaşımlarını ve taklid taraftarlarının argümanlarına karşı delillerini
inceleyeceğiz. Ayrıca modern Đslam düşüncesinde tahkike ve taklide bakışı
inceleme adına Cemaleddin Afgânî, Muhammed Abduh, Musa Carullah (1875-
1943) vd. ilim adamlarının görüşlerine değineceğiz. Bunu konularımızın arasına
alışımızın bir sebebi de, geçmişle günümüz arasında bağ kurmak ve problemin
güncelliğini açığa çıkarmaktır. Nitekim hicri dört ve beşinci asırda, taklidle ilgili
yapılan tenkitlere sebep olan tarihsel durum son iki asırda da aynı mecrada
seyretmektedir. Geçmişte taklidin yaygınlaşması karşısında oluşan tepkisellik,
modernist ve ihyacı düşünürlerin de görüşlerine yansımıştır.
Görüldüğü gibi çalışmamızda, iman kavramıyla ilgili klasik
yaklaşımların yanı sıra, felsefi yaklaşımı ortaya koyduktan sonra; taklid
olgusunun lehindeki ve aleyhindeki görüşleri inceleyecek ve çağdaş
düşünürlerin yaklaşımını dikkate alarak sonuca ulaşmaya gayret edeceğiz.
Bu arada, iman problemini salt itikad esaslarıyla
sınırlandırmadığımızı, hayatın bütününe etki etmesi yönüyle, konuyu geniş bir
10
perspektifte düşündüğümüzü belirtmeliyiz. Her ne kadar klasik kaynaklarda
problem, “usulü’d-din” ve “füru’u’d-din” olmak üzere iki bölümde
değerlendirmişse de biz, –bu gerçeği dikkate almakla birlikte- gerek imana konu
olan esaslarda gerekse ameli konularda taklidin aynı düzlemde ele alınması
gerektiğine inanıyoruz. Çünkü en basit manasıyla taklid, başkasının rehberliğini
sorgusuz sualsiz kabul etmek ya da itibar edilen insanların fikirlerini
sorgulamaksızın, onlara boyun eğmek demektir. Bu, ister itikadi esaslarda olsun
ister ameli konularda olsun fark etmez. Bu itibarla, “taklidi imanın” esas
itibariyle “taklidi Müslümanlık” anlamına geldiğini düşünüyoruz.
Bu çalışmamızı yaparken, Đslam düşüncesinin teşekkülünü sağlayan
klasik eserlerden faydalanmaya ve günümüzde kaleme alınmış olan bazı
makalelerden yararlanmaya çalışacağız. Özellikle klasik Kelam literatüründe
önemli kaynaklar arasında yer alan, Maturidi’nin “Kitabu’t-Tevhid”i, Eş’ari’nin
görüşlerini bize nakletmiş olan Đbn Fûrek’in (v. 406/1015) “Mücerredü
Makalati’ş-Şeyh Ebi’l- Hasan el-Eşari” adlı eseri, Kadı Abdulcebbar’ın “el-
Muğni” ve “Şerhu Usul’i-l-Hamse” adlı eserleriyle birlikte, Đbn Hazm’ın “el-
Đhkâm fi Usûli’l-Ahkam”, Đbn Teymiyye’nin, “Mecmuatü’l-Fetava” ve Đbn
Kayyim el-Cevziyye’nin “Đ’lâmü’l-Muvakkiin an Rabbi’l-Alemin” adlı eserleri
temel referanslarımız olacaktır. Bununla birlikte imanın felsefi açıdan
temellendirilmesine ilişkin başlığımızda bazı felsefi eserlere ve makalelere de
müracaat edeceğiz. Ayet tercümelerinde ise Doç Dr. Mustafa Öztürk’ün “Anlam
ve Yorum Merkezli Kur’an-ı Kerim Meali”yle Diyanet Đşleri Başkanlığının
“Kur’an Meali”ni esas aldık. Bazı ayetleri, gerekli gördüğümüz yerlerde
metniyle zikrederken, bazı yerlerde sadece sûre adı, sıra ve numarasını vermekle
yetineceğiz.
Son olarak, kaynaklardan aldığımız bilgilerin referanslarını
gösterirken ilk geçtiği yerlerde müellifin ve eserinin adını tam vermeye,
sonrasında ise kısaltarak vereceğimizi belirtmek istiyoruz.
3. Kavramsal Çerçeve:
Çalışmamızda öncelikle konumuzla ilgili olan iman, tasdik, taklid ve
tahkik terimlerinin analizini yapmaya çalışacağız. Đman kavramını incelerken
çalışmamızın hedefi doğrultusunda imanın sözlük ve ıstılahi anlamını
11
inceledikten sonra kelamcıların kavrama yükledikleri anlamlar, tasdikle ilişkisi
ve “inanç” terimiyle farklarını ele alacağız. Aynı şekilde taklid ve tahkik
kavramlarının anlamlarını ve Đslam düşünürlerinin söz konusu kavramlarla ilgili
görüşlerini kısaca da irdeleyeceğiz.
3. 1. Đman:
3. 1. 1. Lügat Anlamı:
Đman kelimesi, Arapçada “emn” sülasisinden türetilmiştir. Emanet,
emniyet, temin, teminât, itminân, emîn ve iman kelimeleri aynı kökten, yani emn
ya da emân masdarından gelmektedir. Sözcüğün aslı, nefsin mutmain, korkusuz
ve sakin olması anlamlarına gelir.19 “Emn”, bazen “insanın güven içinde olması”
manasında kullanılır.20 TVXن ءاTآ _aد dXو ayetinde21 mana, “O’na (Kâbe’ye) giren
güvene erer” şeklindedir.22 Söz konusu ayetlerde kullanılan “emn” masdarı
“korkunun ortadan kalkması üzerine ruhun rahatlaması durumu” olarak tarif
edilebilir.23 Bu bakımdan iman, bir tasdik ve güven anlamında, inanan tarafından
iradi bir davranışı veya bağlanmayı ifade eder.24
Kelime bazen “insanın emanet olarak aldığı şeyler” için de
kullanılır.25 Örneğin Enfal, 8/27’de geçen fghTiTXا أkiklhو ibaresinde bu mana
vurgulanmıştır. Buna göre ayet şu anlamdadır: “Ey iman edenler! Allah'a ve
Peygamber e hainlik etmeyin; (sonra) bile bile kendi emanetlerinize hainlik
etmiş olursunuz.”26
“El-emn” sözcüğünden if’al babında mastar olan “iman” kelimesi ise,
“bir kimseyi söylediği sözde doğrulamak, onu tasdik etmek, söyleneni
19 Râzi, Abdulkadir, Muhtaru’s-Sahah, y.y., trs. s. 26; Ebu’l-Beka, el-Külliyat, Beyrut 1993, s.
212; Đbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, “emn” mad., Beyrut 1994, c. XIII, s. 21; Aşur, Muhammed
Tahir, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, Tunus trs., c. II, s. 230. 20 Zemahşeri, Esasü'l-Belaga, Beyrut 1998, s. 17. 21 Âli Đmran, 3/97. 22 Kur’an’da aynı manadaki kullanımlar için bkz. Bakara, 2/125; Âli Đmran, 3/154; Nisa, 4/83;
Ankebut, 29/67. 23 Ebu’l-Beka, el-Külliyat, s. 212; Zemahşerî, El-Keşşaf, Beyrut 1977, c. I, s. 126. 24 Đbn Manzur, a.g.e., c. XIII, s. 22; Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Đst. 2002, s. 550. 25 Isfehânî, Ragıb, el-Müfredât, “emn” mad., Beyrut 1997, s. 90. 26 Ayrıca bkz. Ahzab, 33/72.
12
kabullenmek, itimad etmek, güven vermek, güven duymak ve gönülden
benimsemek” gibi anlamlara gelir. Đmanın zıttı ise söylenen sözü kabul etmemek
ve onu yalanlamaktır.27
“Âmene” fiili müteaddinin anlamı “başkasını güvence altına almak ve
güven vermek” şeklindedir.28 Nitekim Allah için “mümin” sıfatı bu bağlamda
kullanılmaktadır.29 Kuranda Allah’ın “el-Mü’min” ismi sadece Haşr, 59/23’te
zikredilmiştir: “O, kendisinden başka Tanrı olmayan, hükümran, çok kutsal,
esenlik veren, güvenlik veren… Allah’tır.”30
Ebu’l-Beka (v. 1095/1684), imanın söz konusu anlamlarını
mezcederek şunu kaydetmiştir: “Şayet birisine şer’i tebligat haber veriliyorsa,
iman bu haberi doğrulamaktan (tasdikten) ibaret olur. Ancak bir şeyin
emredilmesi veya yasaklanması söz konusu ise iman, tasdike ilaveten emir ve
yasağa içten tam olarak boyun eğmek (inkiyad) olur.”31
Đman edenlerin korkudan ve endişeden kurtulması, Allah’ın da
inananları böylece emniyet içerisine almasıyla insanda gönül rahatlığı ve huzur
(itminan),32 rahatlama ve güven duygusu oluşur. 33 Gam, üzüntü ve kederin
gitmesinden sonra ortaya çıkan ruh hali imanın anlam çerçevesindedir.34 Burada
sık sık bahsedilen korkunun mahiyeti ise değişkendir. Özellikle din dışı alandaki
kullanılışında, genellikle düşman saldırısından kaynaklanan korku söz konusu
iken, dini alanda Allah korkusu, ahiret ve akibet endişesi, cehenneme düşme
korkusu devreye girmekte ve müminlerin kendilerini bu tip korkulardan emin
kılmış olacağı üzerinde durulmaktadır. Yalnız bu, tam bir emniyet hissine
dönüşmemelidir. Çünkü kendini tamamen emniyette hissedip âkibet endişesi
27 Isfehânî, el-Müfredât, aynı yer; Cürcani, et-Ta’rifât, (Tah. Abdurrahman Umeyra), Beyrut
1987, s. 46;Đbn Manzur, Lisanu’l-Arab, c. XIII, s. 21. 28 Râzi, Muhtaru’s-Sahah, s. 26; Elmalılı, Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Đst., 1979, c.VII,
s. 4872; Komisyon, Kur’an Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, D.Đ.B. Yay., c. V, s. 304. 29 Topaloğlu, Bekir, Te’vilat’ül-Kuran’dan Tercümeler, Đst. 2003, s. 46. 30 Haşr, 59/23. 31 Ebu’l-Beka, el-Külliyat, s. 213. 32 Nahl, 16/112. 33 Nisa, 4/83, 103; Nur, 24/55. 34 Al-i Đmran, 3/153.
13
taşımamak, Kuranda kafir ve münafıkların en temel özelliklerinden birisi olarak
sunulur.35
Đman kavramının telkin ettiği güven ve emniyet, sadece uhrevi azaba
karşı değil, dünyada gerek mümin gerekse kafirlerden gelebilecek dünyevi
tehlikeleri de içermektedir. Bu anlamda iman eylemi, iman eden kişiyle mümin
toplumun emânlaşmasıdır. Bunun örneğini ilk olarak Hz. Peygamber döneminde
görmek mümkündür. Asayişin olmadığı, kabileciliğin ve gücün geçerli olduğu
bu dönemde can emniyeti yoktu.36 Đşte Đslam, insanları din çatısı altında
toplamak suretiyle kabile, sınıf, güç ve cinsiyet farklılıklarının üzerinde bir
birliktelik kurmuştur. Böylece iman etmiş olan insanlar, dini anlamda hem
Allah’tan hem de müminler topluluğundan emân almış ve kendisini zalim ve
dengesiz toplumun tehlikelerine karşı güvence altına almıştır. Ancak bu, ilk
Müslümanların sadece bunun için iman ettiği anlamına gelmemelidir. Her ne
kadar ilk inananlar, bilhassa zayıf ve fakir kimseler olsa da, kalp huzuruyla
birlikte grup içi emniyeti de tesis etmişlerdi. Bu da iman kavramının mahiyetine
uygun olan neticeydi.37
Đman kelimesi, Türkçeye olduğu gibi geçmiş ise de, bazen “inanmak”
fiiliyle de karşılanır ve herhangi bir inanca sahip olan kimseye “mümin” denir.
Ancak inanç kavramıyla iman birbirini tam olarak karşılamaz. Bunlara ek olarak,
Đslam’a göre iman unsuru kabul edilen esaslar, bir başka dine göre küfür sebebi
olabilir. Aynı zamanda Hıristiyan geleneğinde yer etmiş bazı inanç esasları
Hıristiyanlığa göre akide oluştururken, Đslam’a göre dinden çıkma sebebidir.38
Bu da iman kavramının; sözlük anlamı itibariyle objektif, kavramsal yönüyle
subjektif olduğunu göstermektedir.
3. 1. 2. Istılahî Anlamı:
Đman kavramı Đslam dininde, Allah tarafından Hz. Muhammed’e
vahyedilen hususları tasdik etmek ve onların gereklerini kabul etmek anlamına
35 Đsra, 17/57; Enbiya, 21/90; Secde 32/16. 36 Hamidullah, Muhammed, Đslam Peygamberi (Çev. Salih Tuğ), Đstanbul 1993, c. I, s. 16–17. 37 Yeşilyurt, Temel, “Đslam, Đman ve Fundamentalizm”, Kelam Araştırmaları, c. II, sayı 2, 2004,
s. 87–88. 38 Elmalılı, Hak Dini., c. I, s. 180-181.
14
gelir.39 Hz. Peygamber, Cibril hadisinde iman edilecek olan esasları tarif
etmiştir.40 Bununla birlikte Kur’an’da iman esasları çeşitli şekillerde ortaya
konmuştur. Bazen doğrudan doğruya söz konusu esasların tasdik edilmesi
emredilmiş, bazen bu esasları inkâr edenler yerilmiş, bazen de inananlar
övülmüştür.41
Kavramın, klasik Kelam disiplininde dildeki anlamından hareketle
‘tasdik’ anlamında kabul edildiğini ifade etmeliyiz.42 Kelam ekollerinin iman
tarif anlayışlarının kendi içlerinde homojen olmadığını belirtmekle birlikte, söz
konusu tarifleri üç ana grupta kategorize etmenin mümkün olduğunu
düşünüyoruz.
Bunların birincisi, imanın kognitif yapısına vurgu yapan anlayıştır:
Teolojik bir kavram olarak imanın yapısını ciddi bir biçimde ele alan ilk fırka
olarak Mürcilere göre iman Allah’ı bilmek, ona iman etmektir.43 Yunus b. Avn
ve arkadaşlarına göre iman; Allah’ı bilip sevmek, O’na karşı boyun eğmek ve
O’na karşı böbürlenmemektir.44 Ebu’l-Hüseyin es-Salihi de imanın bilgi, küfrün
ise cehalet olduğunu kabul eder ve bilginin Allah sevgisi ve Ona itaat olduğunu
söyler.45 Görüldüğü gibi Mürcie imanı Allah’ı kalp ile bilme, O’nu sevme ve
O’na boyun eğme şeklinde kabul etmektedir.46 Eş’arî Makalat’ında ilk
Mürcilerden Cehm b. Safvan’ın (v. 128/745) imanı “sadece kalbin marifeti”
olarak tarif ettiğini bildirmektedir.47 Sonuç olarak Cehm b. Safvan ve onun gibi
39 Taftazani, Şerhu’l Akaid, s. 277; Sabuni, el-Bidaye fi Usûli’d-Din, (Haz. Bekir Topaloğlu),
Ank. 1991, s. 88; Tevfik Efendi Mehmed, Çerkesşeyhzade, el-Đtkan fi Tahkiki'l-Đman, Đst. 1312,
s. 13; Atay, Hüseyin, Kur’an’da Đman Esasları, Ank. 1998, s. 25. 40 Buhari, Đman 37; Müslim, Đman 1, 5. 41 Atay, a.g.e., s. 26. 42 Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 608; Nesefi, Tabsira, c. I, s. 38; Cüveyni, Akidetü’n-Nizamiyye,
Marmara Ünv. Đlahiyat Fak. Vak. Yay., s. 85; Sabuni, a.g.e., s. 87; Pezdevi, Ebu Yusr,
Usulü’d-Din, (Ter. Şerafeddin Gölcük), Đst. 1988, s. 210; Đbn Hazm, el-Usûl ve’l-Fürû, Beyrut
1984, s. 8; Gelenbevi, Đsmail, Haşiyetü Gelenbevî, Đstanbul 1307, s. 519. 43 Eş’arî, Makalat, c. I, s. 213. 44 Şehristani, el-Milel, s. 142. 45 Eşari, a.g.e., c. I, s. 213. 46 Đbn Fûrek, Mücerredü Makalati’l-Ebi’l-Hasan el-Eş’arî, Beyrut 1987, s. 151. 47 Eş’arî, a.g.e., c. I, s. 338; Đbn Hazm, el-Fasl, (I-III), Kahire 1899, c. III, s. 188.
15
düşünen Mürciler, imanı Allah’ı ve Allah’tan gelmiş olan her şeyi bilmek
şeklinde kabul etmişlerdir. Buna göre bir kimse bu bilgiye sahip olmuşsa, artık
diliyle inkâr etse dahi kafir sayılmaz.48 Ancak, Allah’ı bilmeme Cehm b.
Safvan’a göre küfürdür. 49
Đmanı, marifetullah ve ikrarla tarif eden Şia’yı da bu gruba dahil kabul
etmeliyiz. Onlara göre Allah’ı ikrar eden, ama O’nu bilmeyen kimse müslüman
olmakla birlikte mümin değildir. Onların bir kısmı da ameli imandan saymıştır.50
Đkinci grup ise ameli imandan bir parça olarak kabul eden Hariciler,
Mutezililer ve Hadis taraftarları vardır. Haricilerin iman konusundaki en meşhur
görüşleri, amelin imandan oluşudur.51 Onlara göre iman, “kalben tasdik, dille
ikrar ve uzuvlarla amel etmektir.”52 Her üçü de imanın rüknüdür. Bundan
hareketle, Allah'a iman etmek, Allah'ı tanımayı ve kitap/sünnetten naklî veya
aklî delille emredilen her konuyu içine alır. Bu sebeple iman, Allah’ın bütün
emirlerini ve yasaklarını kabul etmek ve ona itaat etmektir. Buna karşın, emir ve
yasakların birisini çiğnemek imana aykırı hareket etmek ve küfre girmek
anlamına gelir.53 Amel imandan olunca, tabii olarak, iyilikler arttıkça iman artar,
azaldıkça iman da eksilir.54
Esasen Haricilerin iman konusundaki görüşleri, siyasi bağlamda
ortaya çıkmıştı.55 Emeviler devrinde siyasi durum daha da ağırlaşınca Haricilerin
görüşlerinde katılaştıkları görülmektedir. Bu çerçevede Harici düşüncenin
48 Ebu Ya’la, el-Mutemed, Beyrut 1974, s. 186-187; Eş’arî, Makalat, c. I, s. 213; Đbn Hazm, el-
Usûl ve’l-Fürû’, s. 9. 49 Ebu Hanife, tasdikten yoksun olan bilginin tek başına iman olamayacağı belirtir. Ona göre
eğer bilgi, imanla özdeş olsaydı ehl-i kitabın mümin olması gerekirdi. Halbuki bilgi bulunduğu
halde iman olmayabilir. Nitekim Yahudi ve Hıristiyanlar Hz. Peygamber’in nübüvvetini
bildikleri halde onu tasdik etmiyorlardı. Kur’an bunu haber vermiştir. Bkz. Ebu Hanife, el-
Vasiyye, s. 72; Sabuni, el-Bidaye, s. 172. 50 Eşari, a.g.e., c.I, s. 125-126. 51 Đbn Hazm, el-Usûl ve’l-Fürû’, s. 9. 52 Eş’arî, a.g.e., c. I, s. 166. 53 Eş’arî, a.g.e., c. I, s. 168; Pezdevi, Usulü’d-Din, s. 210. 54 Pezdevi, a.g.e. s. 210. 55 Đzutsu, Đman Kavramı, s. 12; Akbulut, Ahmet, Sahabe Döneminde Đktidar Kavgası, Ank. 2001,
s. 213-216.
16
‘zümre’ veya ‘cemaat’ merkezli geliştiğini ifade etmeliyiz. Bu nedenle onlar
kendi zümrelerine ‘Müminler’ veya ‘cennet ehli’ adını koymuşlar, karşı
görüştekileri ise ‘kafirler’, ‘müşrikler’ ya da ‘cehennem ehli’ olarak
adlandırmışlardır.56
Hadis taraftarlarının “Kitab’ul-Đman” adlı eserlerde, iman, akide,
ahlak ve ibadet gibi konuları genel olarak Mürcieye karşı tepkisel ve eleştirel bir
biçimde işlediği görülür. Đman nazariyelerinde Hariciliğin etkisinde kalan bu
ekol, Mürciî iman anlayışını sistematik olarak reddetmiştir. Ancak buna rağmen,
pratikte Mürcienin görüşleri doğrultusunda hareket etmişler ancak, Harici
zihniyet gibi, müminleri küfre hamletme gayesi taşımamışlardır.57 Bu bağlamda
aralarında farklılıklar olmasına rağmen, Hadis taraftarları da Hariciler gibi ameli
imana dahil etmiş ve imanı; dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve organlarla işlenen
ameller şeklinde kabul etmişlerdir.58 Muhaddis Ebu Ubeyd (H. 157/224)
Kitabu’l-Đman adlı eserinde, “Đmanı Amelsiz Söz Olarak Tanımlayanlar” başlığı
altında, aklî ve naklî deliller getirmek suretiyle bazı Mürciîlerin görüşlerini
çürütmeye çalışmaktadır.59 Đman mefhumunda niyet ve ameli öne çıkaran Ebu
Ubeyd ve Sehl b. Abdullah et-Tusteri (v. 283/896) gibi bazı Hadis taraftarları,60
şahadet kelimesinin söylenmesinden ibaret olan ikrarı da amelden kabul
etmişlerdir.61 Ayrıca imanda kalbî tasdike de önemli bir yer vermiş, bazen
tasdike, niyet, itikad, yakîn veya marifet anlamalarını da eklemişlerdir. Böylece
tasdik eylemiyle kalp arasında ilişki kurmakta ve bilgiyle tasdikin yanı sıra,
56 Watt, Montgomery, The Formative Period of Đslamic Thought (Çev. Ethem Ruhi Fığlalı), Ank.
1981, s. 43. 57 Kutlu, Sönmez, Đslam Düşüncesinde Đlk Gelenekçiler, Ank. 2002, s. 189-190. 58 Lalekai, Ebü'l-Kâsım Mansur et-Taberi, Şerhu Usuli Đ'tikadi Ehli's-Sünne, (tah. Ahmed Sa'd
Hamdân), Riyad trs., s. 885-891; Đbn Hazm, el-Fasl, c. III, s. 188-189; Beyhaki, el-Đ'tikad ve'l-
Hidaye ila Sebili'r-Reşad, (tah. Seyyid Cemili), Beyrut 1988, s. 141-142. Hadis taraftarlarının
farklı iman tarifleri için bkz. Kutlu, a.g.e., s. 76-77. Bu tariflerde ortak noktalar, ikrar, kalbin
tasdiki, amel ve marifettir. Bunların arasında en çok ikrar ve amel vurgulanmıştır. Hatta onlara
göre, bir kimseye mümin ismi verilebilmesi için, Hz. Peygamberin Allah’tan getirdiği her
şeyin, niyet, ikrar, amel, iman, tasdik ve yakîn itibariyle kabul etmesi gerekir. Bkz. a.g.e., s. 78. 59 Ebu Ubeyd, Kitâbu’l-Đman, s. 28. 60 Ebu Ubeyd, a.g.e., s. 10. 61 Ebu Ubeyd, a.g.e., s. 77-78; Đbn Teymiye, el-Đman, s. 123.
17
hudû, itminân, itaat, takva, teslimiyet, itiraf ve ihlas gibi kalbin diğer ahlaki
eylemlerini de tasdikin hasletleri olarak ifade etmekteydiler.62
Genel itibariyle imanı, kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve Đslam’ın esas
rükünlerini işlemek olarak kabul eden Mutezililerden Ebu Huzeyl el-Allaf (v.
235/849), ameli imanın rüknü olarak kabul etmiştir.63 Đbrahim en-Nazzam (v.
231/845) ise imanda büyük günahlardan sakınmayı öne almaktadır.64 Ebu Ali el-
Cübbai’ye (v. 303/915) göre imanda itaatler esastır. Bu çerçevede iman, Allah’a
itaat etmektir. Amelin imanla özdeşleştirilmesi hususunda Haricilerle aynı
zeminde olan Mutezilenin bu konudaki farklı tutumu, ameli imanın
mahiyetinden değil sıhhatinden kabul etmesidir. Bu sebeple, Haricilerin günah
işleyeni mutlak küfürle itham etmelerine karşılık, Mutezililer, bu durumda olanı,
küfürle iman arasında bir yerde (el-menzile beyne menzileteyn) kabul
etmişlerdir.65
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Mutezile, imanda aklın etkin gücünü
tartışmasız olarak kabul etmektedir.66 Eş’arî de Đslam kelamında aklî tefekkürü
ve te’vili ilk kez Mutezilenin esas aldığını belirtmektedir.67 Bunda Emevi
hanedanının kaderci tutumuyla yaptığı baskının etkisi olduğu kadar, Harici
zihniyetin aşırı yorumu ve Mürcienin ahlaki gevşekliğe yol açan iman anlayışı
da etkili olmuştur.68 Mutezilenin imanda aklın işlevselliğine yaptığı vurgu,
mukallidin imanını olumsuzlamasının da zeminini hazırlamıştır.
Üçüncü grup ise iman kavramını tasdike indirgeyen Eş’ari ve
Maturidilerdir. Esasen Eş’ari’nin imana dair iki farklı tarifi nakledilmiştir.
Birincisine göre iman, tasdike dayanan ikrar ve amelden ibarettir.69 O halde
62 Lalekai, Usuli Đ'tikadi Ehli's-Sünne, s. 911-939; Đbn Teymiye, el-Đman, s.115-123. 63 Eş’arî, Makalat, c.I, s. 329. 64 Eş’arî, a.g.e., s. 331. 65 Yazıcıoğlu, M. Said, Kelam Dersi Notları, Ank., 1998, s. 38. 66 Ardoğan, Recep, “Mu’tezile’ye Göre Allah’a Đman Konusunda aklın Gücü ve Sorumluluğu”
Marife, sayı:3 2003, s. 293–314. 67 Eş’arî, el- Đbâne an Usûli’d-Diyâne, Medine H. 1410, s. 46-51. 68 Altıntaş, Ramazan, “Kelâmî Epistemolojide Aklın Değeri”, C.Ü.Đ.F.D., c. V, sayı: II, Sivas
2001, s. 101. 69Eşari, a.g.e., s. 24.
18
Resulullah’ın getirdiklerine iman etmek ve emredilen işleri yerine getirmek
imandandır. Bu yüzden iman, artma ve eksilme özelliğine sahiptir. Bakıllani de
imanı bu boyutlarıyla kabul etmiştir.70 Ancak Eş’ari’nin ikinci tarifine göre ise
iman sadece kalp ile tasdiktir. Đmanın tasdik oluşunun dilciler tarafından da
kabul edildiğini vurgulayan Eş’arî, Yusuf, 12/17 ayetini buna delil olarak
zikreder. O, birçok kimsenin sonradan delil olarak alacağı و TsVآ ktو TVut dXwxy ziأ TX
d{|دT} ayetini öne sürerek imanı tasdik kavramına indirgemiştir.71 Onun; büyük
günah işleyen kimseyi kafir kabul etmemesi,72 temelde ameli imandan
saymadığını ve kavramı tasdike indirgeyen yaklaşıma sahip olduğunu gösterir.
Eş’ari kelam ekolüne bağlı olan Cüveyni (v. 478/1085) tanıma bir de
ilmi/bilgiyi eklemiş ve kavramın bilişsel temeline vurgu yapmıştır. Ona göre
iman tasdikten ibaret olmakla birlikte, ancak bilgiyle sabit olur. Zira inanılacak
şey hakkında bilgi sahibi olmadan iman etmek mümkün değildir.73
Ebu Hanife, akaide dair telif ettiği risalesinde imanı tasdik ve ikrar
olarak tarif etmiştir.74 O, el-Alim ve’l-Müteallim adlı eserinde ise imanı, tasdik,
marifet, yakîn, ikrar ve Đslâm şeklinde açıklar.75 Ebu Hanife’ye göre imanın
sıhhati için tek başına ikrar, marifet veya tasdik yeterli değildir. Zira yalnızca
ikrarın yeterli olduğunu kabul etmemiz durumunda “münafıkların”, yalnızca
kalben tasdikin yeterli olduğunu kabul edersek “imanını ikrar etmeyenlerin”,
sadece marifetin yeterli olması durumunda da şeytan ve ehli kitabın imanlarının
sahih olması gerekirdi. Bilindiği gibi Ebu Hanife, ameli imandan
saymamaktadır.76
70 Bakıllani, el-Đnsaf, (tah. Đmadüddin Ahmed Haydar), Beyrut 1986, s. 34, 86. 71 Eş’arî, el-Lum’a, s. 123. Đbn Fûrek de Eş’ari’nin bu tanımını nakletmektedir. Bkz. Mücerred, s.
150. Şehristani de onun imanı kalple tasdik olarak tanımladığını ve amelleri füruattan kabul
ettiğini nakleder. Bkz. el-Milel, s. 104. 72 Eş’arî, Makalat, c.I, s. 347. 73 Cüveyni, Ebu’l-Meâli, Kitabu’l-Đrşad, (tah. Muhammed Yusuf Ziya), Kahire 1950, s. 397. 74 Ebu Hanife, Fıkhu’l-Ekber, (Ali Nar, Akaid Risaleleri), Đst., 1998, s. 3 (Arapça Metin). 75 Ebu Hanife, el-Alim ve’l-Müteallim, (Ter. Mustafa Öz, “Đmam-ı Azam’ın Beş Eseri” içinde),
Đst., 1981, s. 17. 76 Ebu Hanife, el-Vasiyye, s. 73; Eş’arî, Makalat, c. I, s. 219-221;
19
Ebu Mansur el-Maturidi, Kitab’u-Tevhid’in son kısmını iman ve Đslam
kavramlarına ayırmıştır. Buna göre Maturidi, iman konusunda temelde Ebu
Hanife’nin tarifini benimsemiş ve imanın kalpten gelen tasdik olduğunu ifade
etmiştir.77 Onun bir başka tarifine göre iman, akıl ve nasların Allah’ın birliği
ilkesinin doğruluğuna ve yaratmanın da yaratılanlara hükmetmenin de kendisine
ait olup, bu konuda ortağının bulunmamasına tanıklık edilmesidir.78 Ameller ise
imana dâhil değildir. Öyleyse şirk dışındaki hiçbir günah/suç kişiyi imandan
çıkarmaz. Dil ise yalnızca bu tasdiki ifade eder. Bu yüzden Allah kalbiyle iman
etmediği halde sırf dilleriyle iman eden münafıkları yalanlamıştır.79 Maturidî,
amelin imana dâhil olmadığı hususunda Hadis taraftarlarından, Mutezile,
Havâric ve Kerramiye’den ayrılır. Buna Kur’an’dan bazı ayetleri delil olarak
getiren Maturidi,80 Allah’ın müminleri bazı davranışlarından dolayı kınamasına
rağmen, onlara yine de “mümin” hitabını kullandığını ve iman vasfını
kaldırmadığını ifade etmiştir.81
Đleride göreceğimiz gibi, Ehli Sünnet akidesinin temel dinamikleri
olan bu Eşariyye ve Maturidiyye’nin iman kavramını tasdike indirgenmeleri,
mukallidin imanını geçerli kabul etmelerine temel sebebi olarak görülmektedir.
Her ne kadar, Eş’ari ve Maturidi, taklide karşı açık bir tutum sergilemişlerse de,
onların metodolojilerini benimseyen mütekellimler, kognitifliği imanın geçerlilik
şartı olarak görmemiş ve mukallidin imanını geçerli kabul etmişlerdir.
Öte yandan imana ilişkin yapılan tarifler, sahibinin dini ve felsefi
görüşlerini, ait olduğu kelam sistemini ve hatta (Haricilerde olduğu gibi) siyasi
görüşünü de yansıtmaktadır. Ancak imanın mahiyeti ile ilgili ortak nokta onun
“tasdik”te merkezileştiğidir. Aşağıda, tasdikin iman kavramındaki yerine biraz
daha ayrıntılı bir biçimde bakmaya çalışacağız.
77 Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 608. 78 Maturidi, a.g.e., 633. 79 Maide, 5/41. 80 Saf, 61/2-4; Tevbe, 9/38; Nisa, 4/75; Hadid, 57/16. 81 Maturidi, a.g.e., s. 610.
20
3. 1. 3. Đmanda Tasdik
Đnanmanın tasdikten ibaret olup olmadığı, taklide dayalı imanın değeri
açısından önem arz etmektedir. Çünkü iman, sadece tasdik kavramıyla
açıklandığında, mukallidin imanı bunu tam olarak karşılamakta ve yeterli kabul
edilmektedir. Buna karşılık biz, inanmanın başka unsurları da ihtiva
edebileceğini düşünerek, tasdikin iman kavramını tüketen bir eylem olup
olmadığını irdelemek istiyoruz.
Tasdik, lügatte bir öneriyi, sözü, haberi ve hükmü kesin olarak kabul
etmektir. Zıddı, yalanlama, kabul etmeme ve inkar etmedir.82 Kişi, herhangi bir
önermenin doğruluğunu veya yanlışlığını zihnen tercih ediyorsa bu, ‘tasdik’ ya
da ‘itikad’dır. Klasik mantıkta tasdik kavramı, “zihnin olumlu ya da olumsuz bir
hüküm vermesi” anlamında kullanılmakta,83 dolayısıyla, tasdikin –öncelikle-
zihni bir eylem olduğu anlaşılmaktadır. Şu kadar var ki dini tasdik, bir bilgiye ve
akli delile dayanırsa herhangi bir belirsizliğe veya karışıklığa yer bırakmaz.84
Eş’ari’nin belirttiğine göre ilk defa “iman tasdik” olarak tarif eden
Mürcie’den Bişr el-Merisi’dir (v. 218/833).85 Daha sonra bu tanımı Eş’ari el-
Lum’a’da kendisi de kullanmıştır. Eş’ari imanın tasdik olduğunu bazen “iman
tasdiktir”, bazen de “iman kalp ile tasdiktir” şeklinde ifade etmektedir.86 Ancak
Eşari’nin marifeti de imandan kabul ettiği bilinmektedir. Đbn Fûrek tarafından
bildirilen formülde Eş‘ari, bilmeyle tasdik etmeyi bir araya toplamıştır: “Đman
etmek zihnî bir tasdiktir, o da iman ettiği kimsenin doğruluğuna inanan kimsenin
inancıdır.”87 Nitekim Bağdadi (v. 429/1037) de şöyle demiştir: “Eş‘arî, iman
etmek, Allah’ı ve Onun elçisini haber verdikleri hususlarda tasdik etmektir, bu
tasdik de yalnızca bilmeyle geçerli olur; onun düşüncesinde inanmamak inkar
etmektir.”88
82 Isfehâni, el-Müfredât, “sadake” mad., s. 478. 83 Özcan, Hanifi, Epistemolojik Açıdan Đman, Đst. 1997, s. 82. 84 Gazali, Đlcamu’l-Avam, (Tak. Muhammed Masum Billah Bağdadî), Beyrut 1985, s. 59. 85 Eş’arî, Makalat, c. II, s. 222. 86 Eş’arî, El-Lum’a, s. 123; Đbn Fûrek, Mücerred, s. 150-151. 87 Đbn Fûrek, Mücerredü Makalat, s. 16, 150. 88 Bağdadî, Usûlü’d-Dîn, Beyrut 1981, s. 248. Eşarilerin imanı tarif ederken tasdik ve bilgi
kavramlarına bakışlarıyla ilgili olarak bkz. Arpaguş, Hatice K., “Đlim ve Taklid: Klasik
21
Ebu Hanife, Maturidi ve Ebu’l Muin en-Nesefi de imanı tanımlarken
tasdik kavramını merkeze almışlardır.89 Mutezile ise mutlak tasdiki iman olarak
kabul etmemiş, bunun delile dayanan bilgiye yaslanması ve amelden yoksun
olmaması gerektiğini ifade etmiştir.
Đmanı tasdik olarak açıklayanlar genelde Kur’an’da Yusuf
Peygamber’in kardeşlerinin, babalarına söyledikleri “biz ne kadar doğruyu
söylesek de sen bize inanmazsın” anlamındaki ayeti delil olarak sunarlar.90
Temelde tasdik anlamına gelen iman kavramı selef tarafından amel ile iç içe
kabul edilmekteydi. Nitekim Ebu Ya’la (458/1066), selefin imanı itikad ve
amelden müteşekkil kabul ettiğini belirtir ve dolayısıyla onun artıp
eksilebileceğini söyler.91
Görülen o ki, Ebu Hanife ile başlayan süreçte Đslam kelamcıları,
imanda kalben tasdiki öne çıkarıp, pratik ameli ikinci plana ittiler. Buna karşın
Hariciler, Mutezile ve hadis ehli ise imanda şu üç unsurun olduğunu kabul
etmiştir: Kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve salih amel.
Đmanın mahiyetinde aklı ve bilgiyi esas almış olan Maturidî,
Mürciilerin imanı sadece marifetten ibaret görmelerini eleştirir. Çünkü bu tarif
öncelikle imanın etimolojisine uymamaktadır. Zira imanın lügattaki anlamı
tasdik, küfrün ise tekziptir. Bilginin zıddı ise cehalettir. Bir şeyin mahiyetini
bilmek onu tasdik etmek anlamına gelemeyeceği gibi, bir şeyi bilmemek de
inkar etmek anlamına gelmez. Yani kendi başına ‘marifet’ iman anlamına
gelmez. Maturidi böylece Cehmiyye’nin tezini çürütmüştür. Ne var ki marifetin
tasdike, cehaletin de inkara yol açtığını düşünürsek, imanın gerçekleşmesinde
Eş’arilikte (Mütekaddimun) Dini Đnancın Temelleri”, Kelam Araştırmaları, 3:2, 2005, s. 83-
126. 89 Ebu Hanife, Fıkhu’l-Ekber, s. 3 (Arapça metin); Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 604-613; Nesefi,
Tabsira, s. 38, 46. 90 Eş’arî, el-Lum’a, s. 123; Bağdadî, a.g.e., s. 247; Cüveyni, Akidetü’n-Nizamiyye, s. 85;
Taftazanî, Şerhü’l-Akaid, s. 46. 91 Ebû Ya'la, el-Ferrâ, Mesailü'l-Đman Diraseten ve Tahkiken, (tah. Suud b. Abdülazîz Halef),
Riyad 1989, s. 100.
22
marifetin önemi yadsınamaz. Ancak bu, imanın sadece bilmeden ibaret olduğu
anlamına gelmez.92
Maturidi’ye göre marifet, tasdikten sonraki aşamadır.93 Esasen kalpte
olması hasebiyle imanı en iyi bilen Allah’tır.94 Dilden dökülen ifadeler değil,
kalpten gelen duygu ve bağlılık imanın esasısıdır.95 Diğer taraftan Yüce Allah
“… kalbi imanla dolu olduğu halde inkara zorlanan hariç…” buyururken,
kalpten gelmemesine rağmen zorlamayla dilden gelen sözleri küfür sebebi
kılmamış ve bu kimselerin imanını kabul etmiştir. O halde iman, kalpte(n)
gerçekleşen bir tasdiktir.96
Bu noktada “tasdik nedir”, sorusuna cevap vermektedir Maturidi.
Tasdik, bireyin hayatında kontrol ve hükmedici, yönlendirici güce sahip olması
gereken bir teslimiyet, onay ve kabuldür.97 Aslında Đslam ve iman gerçekte aynı
anlamdadır.98 Yine bu çerçevede imanın bir tanımı olarak tasdik, ne kuru bir
vehim ne de soyut hakikatin onaylanmasıdır. Bilakis o kalpte iki şeyi
onaylanmasıdır ki, birisi peygamberin mesajının doğruluğu, ikincisi kabul edilen
bu mesajın hayata geçirilme zorunluluğudur. Tasdikin bu ikinci boyutunda,
aklıdan çok kalbin rolü vardır. Kişinin kendi iradesiyle seçtiği hayata tarzını
yaşaması bir kalp işidir.99
Gazali (v. 505/1111) de imanın lügatte tasdik anlamına geldiğini
vurguladıktan sonra, onun yerinin kalp, tercümanının ise dil olduğunu belirtir.
Bununla birlikte iman, kalbin, dilin ve tüm azaların teslimiyetidir. Bu teslimiyet,
kişiyi bütün hücrelerine kadar kötülüklerden korur ve “ataların izinden” gitmeyi
92 Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 612. 93 Maturidi, a.g.e., s. 612. 94 Nisa, 4/25. 95 Maturidi, a.g.e., s. 601, 607. 96 Maturidi, a.g.e., s. 605, 611. 97 Maturidi, a.g.e,, s. 608. 98 Maturidi, a.g.e., s. 635. 99 Pessagno, J. Meric, “Maturidi’ye Göre Akıl ve Dini Tasdik”, (Đlhami Güler, “Özgürlükçü
Teoloji Yazıları” içinde), Ank. 2004, s. 169.
23
engeller. Teslimiyet, genel bir kavramdır. Bu çerçevede her iman teslimiyettir
ama her teslimiyet iman değildir.100
Đnsanların farklı iman kategorisine sahip olabileceğini ifade eden
Gazali, bunları üçlü tasnifte göstermektedir. Birincisi, imanı taklide dayalı
olarak tasdikten ibaret olan avamın imanıdır. Bu kalpte bir düğüm gibidir. Bazen
gevşer ve çözülür bazen kuvvetlenir ve takvaya ulaşır. Bu imanda tahkik,
burhan, ibret vs. yoktur. Yahudi ve Hıristiyanların imanı gibi tartışma kabul
etmez ve kaldırmaz. Salih amel yapıldıkça da artar.
Đkincisi ise, amelin, nazarın ve tasdikin bir arada olduğu imandır. Bu
iman tahkike dayandığı için sağlam ve tamdır. Bu yüzden artmaz ve eksilmez.
Üçüncüsü ise, seçkin insanların gönüllerine inşirah veren kesin
imandır. Bunda nefis tatmin olmuştur. Elbette bunda da imanın artması ya da
eksilmesi söz konusu değildir.101
Đbn Rüşd (v. 595/1198) de, tasdik yollarını burhan, cedel ve iknaî
olmak üzere üç kısma ayırmaktadır.102 Đslam felsefesi ve kelamındaki bu
tasniflerin bir benzerini çağdaş Batı felsefesinde de görmek mümkündür.
Örneğin Swinburne’e göre de imanı delillendirmede üç metod vardır. Đlk iki yol,
evrendeki varlıklardan hareketle tümevarım ve tümdengelim metodlarıdır.
Üçüncüsü ise otoriteye dayalı imandır ki en zayıf tasdik budur.103
Görülen o ki, mütekellimlerin, mukallidin imanını eleştirmiş
olmalarına rağmen onu sahih kabul etmeleri, temelde iman kavramını tasdike
indirgemelerinden kaynaklanmaktadır. Esasen imanın tasdike indirgenmesi,
kavramın etimolojik yapısına uygun ise de Kur’an’ın iman kavramına yüklediği
anlamları karşılamamaktadır. Çünkü Kur’an’da, duygu, düşünce ve hareket
açısından imanla bağlantılı, fakat iman kökünden olmayan kavramlar da söz
konusudur ki, bunları imandan bağımsız düşünemeyiz. Mesela, vahyin ilk
100 Gazali, Kavaidü'l-Akaid fi't-Tevhid, (tah. Musa Muhammed Ali), Beyrut 1985, s. 236-237. 101 Gazali, a.g.e., s. 261-265. Aklın iman alanında pasif olduğunu savunan Fideist Karl Barth’a
(1886-1968) göre Hıristiyanlık adına, bir dini tahkike girişmek yanlış bir yola girmek demektir.
Bkz. Yaran, Cafer Sadık, Günümüz Din Felsefesinde Tanrı Đnancının Akliliği, Samsun 2000, s.
39. 102 Đbn Rüşd, Fasl’ul-Makal, (Çev. Süleyman Uludağ), Đst. 1985, s. 112. 103 Yaran, Tanrı Đnancının Akliliği, s. 67.
24
dönemlerinde Hz. Muhammed’in getirdiği dine taraftar olanlar anlatılırken, iman
lafzından ziyade ‘haşyet’104, ‘takva’105, ‘tezekki’106, ‘tasdik’107 ve ‘birr’108 gibi
kavramların kullanılması kayda değerdir.109 Đbn Teymiyye’nin ifadesiyle, kalpte
iman olgusunun gerçekleşmiş olması sadece tasdik ile değil; bunun yanında
Allah ve Resulünü sevmek ve onlara itaat etmekle mümkündür.110
Öte yandan inanmanın kuru bir kabullenme olmadığı, aklın, iradenin
ve duyguların imanda aktif olduğunu, sonuçta pratik davranışlar ortaya çıktığını
ifade etmeliyiz. Nitekim iman kavramının tasdik ekseni etrafında oluştuğunu
kaydeden Cabiri, bir yandan tasdikin hakikatine diğer yandan aklın
fonksiyonuna dikkat çekmektedir. Buna göre tasdik, gayb alemine ilişkin
haberler hakkındadır. Buna karşın duyular aleminde olan zaten hissedilir ve
bunlar iman konusu değildir. Gaib ve meçhul olanın bilgisine erişmek için izlere
(âsâr) veya ona delalet eden bir “şâhid”e ihtiyaç vardır. Şahitle gaibe istidlal
(yani algılanabilenden algılanamayanı çıkarmak), bir şeyin eserlerinden nefsine
(iz ve etkilerinden kendisine) geçme ise “akl”ın işidir, imanın alanı değil.
Öyleyse iman müşahede ve istidlal alanının dışında kalanı, başka bir deyişle
“gayb âlemi”ne ait olanı “tasdik”ten ibarettir.
Kur’an, “âkil” bir kimsenin tasdik etmediğinde “kâfir” sayılacağı, yani
şer’i anlamıyla “iman”ın kendisine nispet edilemeyeceği, gaybî konuları
belirlemiştir. Şu âyet-i kerimede bu konular sayılmıştır: “Kim Allah’ı,
meleklerini, kitaplarını, rasullerini ve ahiret gününü inkâr ederse; sapkınlığın
dibini bulmuş demektir.” 111 Buradan şu sonuca varırız: Dinî anlamıyla iman
“Allah’a, meleklerine, kitaplarına, rasullerine ve ahiret gününe iman etmeyi”
104 Nebe’, 78/26; Abese, 80/9; A’lâ, 87/10. 105 Sa’d, 38/49; Şems, 91/17; Leyl, 92/5. 106 Taha, 20/76; A’lâ, 87/14. 107 Kıyame, 75/31; Leyl, 92/6. 108 Đnfitâr, 82/13; Mutaffıfîn, 83/18 ve 22; Đnsan, 86/5. 109 Đbn Teymiye’nin bu kavramları “kalp fiilleri” olarak adlandırarak imanın varoluşsal özelliğini
açığa çıkarması Kur’an’ın yaklaşımına uygun görünmektedir. Bkz. el-Đman, s. 160-161;
Akidetü’l-Vasıtiyye, M.Ü.Đ.F. Vak. Yay. No: 41, s. 16. 110 Đbn Teymiye, el-Đman, s. 166-168. 111 Nisa, 4/136.
25
kapsar. Bunlar, duyular dünyasına değil “gayb âlemine” ait konulardır. Đşte bu
sebeple bunlara iman, bunları haber veren zatı “tasdik” olarak
vasıflandırılmıştır.112
Ancak imanın bir de marifet/bilgi, amel ve duygu yönü vardır.
Nitekim, iman konusunda bilgi düzeyinin artmasıyla tasdikin gücü arttığı gibi,
zan ya da şüphenin artmasıyla tasdik zayıflar. Aynı durum salih amellerle de
ilgilidir. Gazali’nin belirttiği gibi, Allah’a itaat bağlamında yapılan işler, imanın
ziyadeleşmesine (tasdikin güçlenmesine) sebep olur.113 Halbuki tasdik ameli
pratikleri ihtiva etmez.114 Bununla birlikte tasdik inat, büyüklenme, gaflet ve
tereddüt gibi olumsuzlukları aşarak, bilgi, irade ve boyun eğmeye dayanılarak
gerçekleştirildiği için bir değerdir ve tasdik sahibi övülür. Tasdik ağırlıklı olarak
zihni sürecin sonucudur. Bu yönüyle onun inanç kavramına karşılık geldiğini
ifade edebiliriz.115
Öte yandan imanla ilgili bir de Đslam kavramı vardır. Đslam, mücerret
dil ile ikrardan ibaret olup, “şehadeteyn” tam ve sahih olarak söylendiği sürece,
artmak veya azalmakla nitelendirilemez. Dil ile ikrar “şehadeteyn” diye tabir
olunan “La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah” ibaresine şahit olduğunu dil
ile söylemek demektir.116 Eğer tasdik tek başına yeterli olsaydı, Allah, “iman
ettik” diyen bedevilere tepki göstermez ve sadece “teslim olduk deyin”117
demezdi. Ayette, onların iman ettiklerine dair itiraflarının reddedilmesi, imanın
basit bir tasdikten ibaret olmadığının göstergesidir. Çünkü inanmak, varoluşsal
bir deneyim olup kişide yeni bir paradigma ve hayat tarzı meydana getirir.
Đmanda tasdikin gücünü, mantıki delillendirme, duygusal yaşantılar ve ameli
pratikler belirlemektedir.118 Bu da kişiden kişiye değişen bir durumdur. Đbn
112 Cabiri, Muhammed Abid, “Đslam’da Akıl ve Đman”, Kur’ani Hayat Der., Eylül 2008, sayı: 2,
s. 9. 113 Gazali, Ebu Hamid, Đhya’u Ulûmi’d-Din, (Çev. Ahmet Serdaroğlu) Đst. trs, c. I, s. 315. 114 Đbn Manzur, Lisânu’l-Arab, c. X, s. 193. 115 Güler, Đlhami, “Ebu Hanife’nin Đman Tanımının Eleştirisi” (Yazarın “Özgürlükçü Teoloji
Yazılar” adlı eserinin içerisinde), s. 56. 116 Cabiri, a.g.m. s. 11. 117 Hucurat, 49/14. 118 Güler, Đman Ahlak Đlişkisi, s. 21-23.
26
Teymiye’nin ifade ettiği gibi, insanların beş duyu organıyla algılama ve hissetme
oranı nasıl farklı farklıysa tasdik de böylece değişir. Buna karşın imanı, dille
söylenen “şehadeteyn”e indirgediğimiz zaman, onda bir değişkenlik olması
mümkün değildir. Bu bağlamda Mutezilenin kavrama bilgi faktörünü dahil
etmesi, Đbn Teymiyye’nin de kalp fiillerini öne çıkarması, onların mukallidin
imanına karşı çıkışlarına zemin hazırlamıştır.
3. 1. 4. Đman-Đnanç Đlişkisi
Đman ve inanç kavramları çoğu kez birbirlerinin yerlerine
kullanılmalarına rağmen, aralarında bazı farklar vardır. Örneğin Türkçede
“inanç” kelimesi, Đngilizcede “belief”, Arapçada “itikad” anlamındadır.
Đngilizcede “faith” kavramının karşılığı ise Arapça ve Türkçede “iman”dır.119
Öyleyse inanç kavramını imandan ayıran bazı noktalar olsa gerektir. Nitekim
Walter H. Clark’ın (1902-1994) da kaydettiği gibi, dini ifadenin ilkel düzeyine
çok daha uygun statik bir terim olan “inanç” ile daha büyük psikolojik yatırım ve
uygun bir eylemi akla getiren ve çok daha dinamik ve kapsamlı olan
“iman/inan”ın ayırt edilmesi gerekir.120
Đnanç, günlük dilde çok farklı anlamları ifade etmek için
kullanılmaktadır. Kavram sözlükte “Sanmak, kabul etmek, güvenmek, itimad
etmek, doğru diye bakmak, kanaati olmak, kanmak ve aldanmak” anlamlarına
gelir. Mesela, “artık kimseye inanmaz oldu” cümlesinde inanmak, güvenmek
anlamındadır; “fala, astrolojiye inanmak” ifadesinde, doğru diye bakmak
anlamında; “başka evrenlerin varlığına inanmak” cümlesinde bir şeyin varlığını
kabul etmek şeye itimad ederek doğru sayma” anlamına gelir.121 Görüldüğü gibi,
inanç kavramı, kullanıldığı yere göre farklı kesinlik derecelerine sahiptir.122
Bununla birlikte imanla inanç arasındaki farkı şöyle sıralayabiliriz:
1- Đnanç, sevgi, tutku ve bağlılık gibi pozitif duyguların karışmadığı,
daha çok statik bir terimdir. Buna karşın iman (faith), duyguların da içinde
119 Akarsu, Bedia, Felsefe Terimleri Sözlüğü, “inanç” mad., Đst. 1998, s. 104. 120 Clark, “Đman Problemi”, http://www.dinbilimleri.com/dergi3/imanproblemi.htm. 121 Akarsu, a.g.e., s. 104. 122 Clark, W. Houston, The Psychology of Religion, s. 220 vd.’den naklen Alper, Đmanın
Psikolojik Yapısı, s. 31-32.
27
olduğu çok daha dinamik bir kavramdır. Đnanç kavramının, inanılan obje ya da
öneriye karşı güçlü, pozitif bir tutumu ihtiva etmediğini kaydeden Clark, inancın
bu özelliğini şöyle ifade etmektedir: “Benim üzerimde fazlaca etkisi olmadan
veya herhangi bir şeyi bana yaptırtmadan, Grönland Adası’nın varlığına veya
yarın yağmur yağacağına inanabilirim. Bu, inancın ilk düzeyindeki bir kabuldür.
Entelektüel kavrayış düzeyindeki dinsel inançlar da bu kategoride yer alır.”123
Đman kavramında güçlü bir emniyet ve güven hissi vardır. Nitekim
Kadı Abdulcebbar kavramın bu anlamından ötürü, taklidin imanı ifade
edemeyeceğini vurgulamıştır.124 Bu yüzden iman, sıcak hatta tutkulu bir bağlılığı
doğurur ve sonuçta bazı fiilleri yapmayı teşvik eder.125 “Allah’a iman” tabiri,
sadece kelimelerle ifade edilmiş bir inancı akla getirmez; ayrıca kişinin
neticesinde bazı sorumluluklar üstlendiği sadakati akla getirir. Đman, inancı
oluşturan fikri altyapının üzerine kurulmuş tam bir güven ve samimiyet bağı;
maddi alemin ötesinde, aşkın olanı kabullenmek ve onun varlığına emin
olmaktır.
Gordon W. Allport (1897-1967), bu durumu şöyle açıklamaktadır:
“Đki kere ikinin dört ettiğine inandığımız gibi gözlerimizle gördüklerimize
inanırız. Oysa iyiliğin kötülüğe galip geleceğine ve Tanrının varlığına iman
ederiz. Bu bize, inancın kesin, ancak imanın daha sıcak ve kişinin yapısında
daha etkin olduğunu göstermektedir. Çünkü rasyonel bir kesinlik olmamasına
rağmen kalpten gelen tasdik, teslim olunan objeye olan güçlü bağdan ileri
gelmektedir. Bu da iman demektir. Hâlbuki inanç, olmadığında bir kaybın da söz
konusu olmadığı yüzeysel bir kabuldür.”126
Đman öyle bir teslimiyettir ki, beş duyu organından hiçbirisinin işe
yaramadığı, ama hepsinin de içinde bulunduğu bir düzlemde Tanrıyla yakınlık
kurmaktır.127 Bu yakınlık, sıradan bir arkadaşımıza olan yakınlık gibi değildir.
Bu yakınlığın bizatihi kendisi, imanın gerçekleşmesi için gerekli ama ve yeterli 123 Clark, “Đman Problemi”, http://www.dinbilimleri.com/dergi3/imanproblemi.htm. 124 Abdülcebbar, el-Muğni fi Ebvâbi’t-Tevhid ve’l-Adl, Kahire 1963, c. XII, s. 13. 125 Râzi, Muhtaru’s-Sahah, s. 26; Ebu’l-Beka, el-Külliyat, s. 212; Đbn Manzûr, Lisânu’l-Arab,
“emn” mad. c. XIII, s. 21; 126 Allport, G. W., The Đndividual and his Religion, New York trs., s. 140. 127 Topçu, Nurettin, Đsyan Ahlakı, (Çev. Mustafa Kök), Đst., 1995, s. 141.
28
değildir. Örneğin Đblis Allah’a yakındı, ama bu yakınlık onun Rabbine iman
etmesine yetmedi. Onu, itaat etmekten alıkoyan şey, “istikbar/böbürlenme”
duygusuydu.128 O halde iman, duygusal yönü inkar edilmemesi gereken bir
aksiyondur.
Mesela, girdiğimiz bir odada mükemmel bir sofraya karşılık küçük bir
çocuktan başka biriyle karşılaşmadıysak, çocuğun yetenekleriyle görünen
sofrayı meydana getirmesini mantık dışı bulur; görünen ile görünenin dışına
doğru zihnî çıkarımlarda bulunmak zorunda kalırız. Sofranın, ancak çocuğun
varlığında hazırlanıyor olması veya çocuğun eliyle hazırlanıyor olması, bizi
sofrayı hazırlayanın gerçekten o çocuk olduğuna inanma mecburiyetinde
bırakamaz. Evrendeki olgulara dikkatlice bakınca da, etken gibi görünen
sebeplerin olsa olsa birer uslu çocuk gibi olduğunu fark ederiz. Đşte tümevarım
metoduyla vardığımız nokta, alemdeki düzenden bir yaratıcının varlığına
ulaştığımız inanç seviyesidir. Bunu tamamlayan unsur ise, kalp/enfüs/iç
dünyamızda oluşan emniyet, sevgi, tutkulu bir bağlılık duygusudur. Bu bağlılık,
inanma aktını bir dizi sorumlulukları kabullenme noktasına taşıyarak, Allah ile
güçlü bir bağ kurar.
Sözgelimi Galileo (1564-1642), inandığı şey uğruna canını vermiştir.
O, dünyanın döndüğünü görmediği halde, dünyanın döndüğünden emin olan
biridir. Çünkü bu noktadaki bilgisi Galileo’ye dünyanın döndüğünü neredeyse
görüyormuşçasına bir yakınlık/yakîn telkin etmiştir. Dünyanın döndüğüne dair
Galileo’nin iç dünyasında oluşan inanç, derinlemesine bilme halinden sonra
gelmiş, ilgili konuda imanî bir tarza geçmiştir. Galileo için “Dünyanın
döndüğüne inanıyordu” gibi bir tanım yetersiz kalacaktır. “Dünyanın döndüğünü
görmüştü” demek ise, gerçeği ifade edemeyecektir. “Delilleri takip ederek
dünyanın döndüğüne dair hissinde yakîne ulaşmıştı. Dünyanın döndüğüne, âdeta
görürcesine bilir derecede inanıyordu, dünyanın döndüğünden emindi” demek
ise gerçeğin ifadesi olacaktır.
128 Bakara, 2/34.
29
O halde, inancın bilgiye dayalı tasdik, imanın ise tasdik üzerine
duyguların eklendiği tutku, istek, irade ve bağlılık olduğunu söyleyebiliriz.129
Örneğin birisine olan inanç, kin, nefret, isyan vs. düşmanlık duyguları içerebilir.
Ancak ona imanın gerçekleşebilmesi için bu olumsuz duygulardan arınmış
olması gerekir.130 Bu durumda inanç, imanın teorik altyapısını oluşturmakla
birlikte, olumlu duygusal yaşantıya sahip değildir.131 Đman ise, insanın edindiği
bilgi ve tecrübenin kalbe yansımasıdır.132 Elmalılı H. Yazır (1878-1942),
Bakara, 2/3. ayeti yorumlarken, imanda etkin olan unsurların his, kalp ve akıl
olduğunu ifade etmektedir.133
Nurettin Topçu (1909-1974), duygu faktörünün, inançla iman arasında
derece farklılığına sebep olduğunu ifade etmiştir. Đman, tek başına ruhun alanını
işgal etmek üzere, bütün diğerlerini bastırarak veya az-çok onları gözden
düşürerek gelişen bir inançtır. Bu ise imanın, inancın gelişmiş bir biçimi olduğu
anlamına gelir.134 “Bir inanç ruha hakim olur ve onda daimi hale gelirse, üstelik
diğer bütün inançları geride bırakarak şahsiyetimize, benliğimize tek başına
hükmedebilirse iman olur.”135 Allah’ın kainat üzerindeki gücüne inanmak, sırf
nazari ve objektif bir inanç olduğu halde, kendimizi üzerindeki hakimiyetine
inanç, davranışlarımıza sinmiş, samimi ve gerçek bir imandır. Birincisi zekanın,
ikincisi kalbin bilgisidir. Dindara ahlaki hayatı sağlayan da ikincisidir.136 Bu
sebeple imanla inanç arasında mahiyet farkı değil, derece farkı vardır.137
129 Özcan, Epistemolojik Açıdan Đman, s. 88-90; Güler, Đlhami, “Ebu Hanife’nin Đman Tanımının
Eleştirisi”, s. 59. Ayrıca bkz. James, William, The Varieties of Religious Experience, Edit by
Martin E. Marty, New York 1982, s. 25 130 Yeşilyurt, Temel, “Đmanın Rasyonel Temelleri”, (Yazarın “Dini Bilginin Đmkanı” adlı
eserinin içerisinde), Đst. 2003, s. 24. 131 Özcan, a.g.e., s. 58. 132 Kayıklık, Hasan, “Psikolojik Açıdan Đnanç, Đman ve Şüphe”, A.Ü.Đ.F.D., c. XLVI, 2005, sayı:
I, s. 134; 133 Elmalılı, Hak Dini, c. I, s. 172. 134 Topçu, Đsyan Ahlakı, s. 139. 135 Kök, Mustafa, Nurettin Topçu’da Din Felsefesi, Đst. 1995, s. 9. 136 Kök, a.g.e., s. 9-10. 137 Topçu, a.g.e., s. 139.
30
2- Đman ve inancın diğer farklı yönü; genel ve özel olma itibariyledir.
Buna göre inanç, imandan daha geniş anlamdadır. Çünkü imanın öznesi sadece
Tanrıyken, inanç her konuda olabilir.138 Biz yarın yağmurun yağacağına, sınavda
başarılı olacağımıza, Allah’ın varlığına inanırız. Ama bunlardan sadece Allah’ın
varlığına olan inancımız “iman” olarak adlandırılır. Bunlar, inancın hayatın her
alanındaki “inanmalarla” gerçekleştiğini, imanın ise, özel olarak dinde duygusal
yoğunlukla gerçekleştirilen bağlılığın ifadesi olduğunu göstermektedir.139
Böylece iman daha ziyade dinle irtibatlı bir kavram olarak öne çıkar. Bu
bağlamda inanç, dini bir kategori olmayıp, temelde hem Hıristiyanlıkta hem de
Đslam’da dindar insanın yaptığına inanma değil “iman” denir.140 Nitekim Kur’an,
sık sık iman kavramını kullanmış olmasına rağmen, inanç anlamına gelen itikad
kavramana yer vermemiştir.141
Görüldüğü gibi inanç ve iman kavramları arasında iki temel fark
vardır. Öte yandan Clark’a göre, inanma eylemi üç düzeyde gerçekleşir. Buna
göre inancın en alt düzeyinde çocuksu olanı vardır.142 Böyle bir inanç, çocuğun
yaşamıyla birlikte gelişmeye başlar. Çocuğa göre din hakkındaki söz, dinin
kendisi gibidir. Yetişkin konuşur, bu arada çocuğun konuşması ödüllendirilir.
Đnancın bu tür olgunlaşması, en azından bu durumun Pavlov’un meşhur
köpeğinin salyasından daha az yüksek bir zihni gelişimdir. Đnancın bu düzeyinde
otorite, taklid, teklif, sosyal baskı ve güvenlik hissi etkindir. Güvenlik hissinden
maksat, çocuğun uygun sözlerle kendisini ve ailesini koruma altına alacağı fikri
onu, inanca sevk eder.
Bu inancın bir üst düzeyi, zihni kavrayışın hakim olduğu düzeydir.
Tanrının varlığına dair kanıtlar da bu kategoriye aittir. Đnsanın Tanrı hakkındaki
fikrinden çıkan ontolojik delili; bizimki gibi böyle düzenli kâinatın bir Yaratıcısı
olması gerekir diyen kozmolojik delili; bu Yaratıcının zekası ve amacı olmalıdır
138 Akarsu, Felsefi Terimler Sözlüğü, s. 104; Şerkâvî, Muhammed Abdullah, el-Đman, Kahire
1989, s. 80; Yeşilyurt, “Đmanın Rasyonel Temelleri”, s. 24. 139 Hökelekli, Hayati, Din Psikolojisi, Ank., 1993, s. 156-157. 140 Alper, Đmanın Psikolojik Yapısı, s. 33. 141 Bkz. Abdulbaki, Muhammed Fuad, Mucemu’l-Müfehres, “akade” mad., Kahire 1988, s. 594. 142 Krş. Gazali, Đhya, c. I, s. 238.
31
diyen teleolojik delili; Tanrıya inancın güzel sonuçlar doğurduğunu söyleyen
pragmatik delili vs. içerir.
Üçüncüsü ise davranışlara yansıyan inançlardır. Gerçekte, insanı ele
veren onun davranışlarıdır. Bilinçaltında ve iç dünyasında ne olduğunu bilmesek
de davranışları insanın inançları hakkında bilgi vermeye yeterlidir. Bütün bu
aşamaların bir araya geldiği inanç ise sağlıklı ve takdire şayan olanıdır.143
Clark’ın bu tasnifine göre çocuksu olan ve bilişsel olmaktan çok taklid
düzeyinde olan inanma, inanç seviyesindedir. Çünkü klasik mantıkta itikad ve
tasdikin, bazen kabul edilenin aksi ihtimalini ortadan kaldırmadığında buna
‘zan’ dendiğini görmekteyiz.144 Đnançtaki bu “zan” boyutunu tamamen ortadan
kaldırıp onu iman seviyesine yükselten şeyler, ihlas ve takva gibi kalp fiilleriyle
birlikte ve salih ameldir.145 Bunun haricinde hem subjektif ihtimaliyet taşıyan
hem de duygusal ve pratik yönü olmayan inanç, iman demek olmaz. Gazali’nin
de kaydettiğine göre, insanların çoğunun imanı itikad/inanç düzeydedir.146
Clark’ın tasnifine göre ikinci ve üçüncü grubun inanç düzeyi ise,
bilişsel ve pratik yönü olması itibariyle tahkiki imanla benzeşmektedir. Nitekim
Clark’a göre inanç, davranış ve tutumlara yansıyıp bunlarda farklılık meydana
getirdiği ölçüde iman halini alır.147 Bu tasnife göre, mukallidin imanı, birince
seviyedeki “çocuksu iman”la açıklanabilir.
Bu noktada şöyle bir soru akla gelebilir: Herhangi bir inancın, imana
dönüşmesi mümkün müdür? Ya da başka bir ifadeyle taklidî imanın tahkike
dönüşmesi mümkün müdür? Bu sorunun yanıtını Walter H. Clark’ın, Pitirim A.
Sorokin’in The Ways and Power of Love adlı eserinden yola çıkarak yaptığı
değerlendirmede bulabiliriz:148
1- Aile etkileri vasıtasıyla dinsel gelişimin sağlanması. Bu noktada
çocukluk çok önemlidir. Đçinde bireyin sevgi ve sağlıklı dini etkilerle kuşatıldığı
normal bir aile tecrübesiyle dini tecrübe kolaylaşacaktır. Eğer pratikte 143 Clark, “Đman Problemi”, http://www.dinbilimleri.com/dergi3/imanproblemi.htm. 144 Bingöl, Abdülkuddûs, Gelenbevî’nin Mantık Anlayışı, Đst. 1993, s. 131. 145 Çerkesşeyhzade el-Đtkan, s. 54. 146 Gazali, Đhya, c. I, s. 237, 314; Çerkesşeyhzade, a.g.e., s. 53. 147 Clark, a.g.m., aynı yer. 148 Clark, a.g.m., aynı yer.
32
uygulanabilir olsaydı, dini iman konusunda sağlam bir iman arayan kişiye
verebileceğimiz en güzel cevap şu olurdu: “Gerçekten dindar bir aile içinde
doğmuş olmaya bakın.”
2- Şahıslar: Hassas ama güçlü diğer uyarıcı. Aile dışındaki bazı özel
şahıslar dindarlığı yükseltmek ve sıkı bir mümin ortaya çıkarabilmektedir.
3- Kurumlar: Bireyin dini kurumlarca şartlanması ve eğitilmesi,
üzerinde önemli derecede etkin bir rol oynamaktadır. Din eğitimi yapılan
kurumların yanı sıra, okullar ve üniversiteler de bu kategoridedir.
4- Mistik tecrübe ve ihtida, dini inancın daha canlı anlatımı için iki
farklı yoldur. Her ikisi de, inancın olgun imana dönüşmesinde iki hızlandırıcı
süreci temsil eder.
5- Dıştan gelen sarsıntı ve kriz: Kamu baskısı ya da şahsi bir felaket,
inancın gelişiminde önemli ve pozitif bir faktör olabilir. Krizin faydaları ve
zararlarının açıklanmasında Sorokin’in “Kutuplaşmanın Kanunu’’ diye
geliştirdiği şey, şuna dikkat çekmektedir: Toplumun teşekkülünde iki kutbun
ortasındaki sınıf, sıkıntılı dönemlerde kutuplardan birine meyleder, bunlardan
bazıları kendilerini eğlendirecek olan cesaret, fedakarlık ve liderlik
performansına ilişkin eylemler yapar, geri kalanlar ise toplumsal temelleri
dejenere edecek eylemlere girişirler. Bunun gibi bazı süreçler vasıtasıyla gizli
inançlar, gün yüzüne çıplak olarak çıkar.
6- Kasti davranış ve seçme faaliyeti: Özgür ve potansiyel halindeki
yaratıcı seçimler iman gelişiminin kaynaklarındandır.149
Öte yandan Ebu Hanife ve Maturidi’nin yanı sıra Eşari’nin imanı
sadece “tasdik”e indirgemelerinin,150 Kur’an’ın önerdiği imanı tam olarak
karşılamadığını belirtmiştik. Çünkü Kur’an’da imanın geçtiği yerlerde çoğu kez
amelden bahsedilir.151 Bu bağlamda iman-amel arasında bir sebep-sonuç ilişkisi
149 Clark, “Đman Problemi”, http://www.dinbilimleri.com/dergi3/imanproblemi.htm. 150 Ebu Hanife, el-Alim ve’l-Müteallim, s. 16-17; Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 608; Ebu Ya’la,
el-Mutemed, s. 188. 151 Bkz. Maide, 5/9, 55; A’râf, 7/153; Enfâl, 8/75; Tevbe, 9/18, 44; Ra’d, 13/28; Meryem, 19/60;
Hacc, 22/77; Şûrâ, 42/23; Hucurât, 49/15; Hadîd, 57/19; Beled, 90/1.
33
vardır.152 Tasdik her ne kadar imanın lügat anlamını ifade eden temel bir şart ise
de tek başına yeterli değildir. Çünkü yukarıda ifade ettiğimiz gibi iman, tasdikle
birlikte, tasdik edilen zata karşı tutkuyu, teslimiyeti, arzuyu ve sonuçta gereğince
ameli ifade eder.153 Đmanın karşıtı küfür, tasdikin karşıtı ise tekziptir. Đman, şuur
ve vicdan işi; tasdik zihin ve akıl işidir.154 Madem ki imanı sıradan bir inançtan
ayıran onun duygusal yaşantılarıdır; o halde Đbn Teymiye’nin önerdiği gibi, iman
kalp fiillerini beraberinde getirmelidir.155 Nitekim bir Maturidi kelamcısı olan
Pezdevî de, mezhebinin “tasdik” üzerine inşa ettiği iman tarifini sunduktan ve
doğruluğuna sebat ettikten sonra, “bir de buna Allah’a itaat ve boyun eğmeyi de
ekliyorum, bunlar da imandandır” demiştir.156 Gazali de buna vurgu yaptığı
ifadesinde imanın lügat anlamının tasdik olduğunu belirtmekle birlikte,
ibadetlerle özdeşleşmiş olan salih amelin kalbe tesir edeceğini ve sağlam bir
imanı meydana getireceğini belirtmiştir.157
Sonuç olarak, (taklidle ya da öğretilerek) nasıl elde edildiğine
bakılmaksızın, özneyle nesne arasındaki teorik bilgi düzeyini ifade eden bağlılık
inançtır. Đnancın duygusal yaşantıyla desteklendiği ve tutkulu bir bağlılığa
dönüştüğü düzey imandır. Đnanç seviyesinden imana yükselmek; ancak yaratıcıyı
yakından tanımakla ve O’nun kendisini terk etmediğimiz sürece bizi terk
etmeyeceğinden, zulmetmeyeceğinden, en ince meselelere vâkıf ve hâkim
olduğundan, kudretinden, azametinden, rahmetinden vs. emin olmakla
mümkündür. Dinde tahkikin gerekliliğini iddia ederken bizim durduğumuz yer,
işte bu noktadadır.
3. 2. Taklid
Taklid, Arapça k-l-d harflerinden türeyen bir kelimedir. Sözlükte
“kılıç kuşanmak, suyu havuzda ya da bir kapta toplamak, bir şeyi başka bir şeyin
üzerine bükmek, hayvanın boynuna yular takmak veya kadının boynuna kolye
152 Đman amel ilişkisinde karşıt görüşler ve bunlarla ilgili geniş bilgi için bkz. Sülün, Murat,
Kur’an-ı Kerim Açısından Đman-Amel Đlişkisi, Đst. 2000, s. 259-409. 153 Đslamoğlu, Mustafa, Đman, Đst. 2007, s. 264-266. 154 Güler, Đman Ahlak Đlişkisi, s. 59. 155 Đbn Teymiye, el-Đman, s. 5-20; Akidetü’l-Vasitıyye, s. 16. 156 Pezdevi, Usûlü’d-Din, s. 217. 157 Gazali, Đhya, c. I, s. 314-316.
34
takmak” gibi anlamları vardır.158 Hayvanın boynuna takılan gerdanlık, özelde
onun kurbanlık olduğuna alamet olarak kabul edilmiştir.159 Taklid kelimesinin
muhtelif manalarının ortak noktası; aklın hapsedilmesi ve durgunlaştırılması,
başkalarına ait inanç ve düşüncelerin bir zihne akıtılıp toplanması ve
sorgulanmadan peşinden gidilmesidir.160
Taklid kelimesinin kavramsal anlamı, “başkalarına ait söz ve fiillerin
doğruluk ya da gerçekliklerini düşünüp sorgulamadan ve herhangi bir dayanak
aramadan -hayvanın boynuna yular takılıp da peşinden götürüldüğü gibi-
peşinden gitmek ve onları olduğu gibi kabul etmektir.”161 Dini anlamda ise,
Allah’ın ve Hz. Peygamber’in dışında birisine tabi olmaktır. Bu ister sahabe,
ister tabiûn isterse herhangi bir mezhep olsun fark etmez.162 Bir başka tarife göre
taklid “bir görüşü, neye dayandığını bilmeksizin kabul etmektir.”163 Taklid,
tahkikin zıddıdır. Başkasını taklid eden kimseye ise “mukallid” denir. Mukallid
delile değil, hükmü çıkaran alime ve haberi getiren kimseye mutlak itimad eden
kimsedir.164 Mukallidin taklidi öyle bir boyuttadır ki taklitte olduğunu dahi
bilmez.165
158 Đsfehânî, el-Müfredât, “kalede” mad., s. 682; Zemahşeri, Esasü'l-Belaga, s. 678; Đbn Manzur,
Lisanu’l-Arab, “kalede” mad., c. XII, s.172-173; Şevkani, el-Kavlu’l-Müfid fî Edilleti’l-Đctihâd
ve’t-Taklîd, (tah. Ebu Musab Muhammed Said el-Bedrî), Kahire 1991, s. 101. 159 Hançerlioğlu, Orhan, Đslam Đnançları Sözlüğü, s. 608. Ayrıca Bkz. Maide, 5/2 ve 97. 160 Şevkani, Đrşadü'l-Fuhul, Beyrut, trs; s. 265; Paçacı, Đbrahim, Dini Kavramlar Sözlüğü, D.Đ.B.
Yay., 2007, s. 630-631. 161 Abdulcebbar, Usuli’l-Hamse, s. 61; Şevkani, el-Kavlu’l-Müfid, s. 101; Đbn Teymiye,
Mecmeu’l-Fetavâ, c. XX, s. 15; Đtkani, Gazi Farabi, et-Tebyin, (tah. Sabir Nasr Mustafa
Osman), Kuveyt 1999, s. 705; Elbanî, Muhammed Said Abdurrahman, Umdetü’t-Tahkik fi’t-
Taklid, Dımeşk 1997, s. 122. 162 Maverdi, el-Havi'l-Kebir hüve Şerhu Muhtasari'l-Müzeni, (tah. Ali Muhammed Muavvez-
Adil Ahmed Abdülmevcud), Beyrut 1994, c. I, s. 15; Şevkani, Đrşadü'l-fuhul, s. 265. 163 Cüveyni, Ebu’l-Meali, Kitabu’l-Đctihad, (tah. Abdulhamid Ali Ebu Züneyd), Beyrut 1987, s.
95. 164 Karaman, Hayrettin, Đslam Hukukunda Đctihad, Đst. 1996, s. 195. 165 Çubukçu, Đbrahim Agah, Gazzali ve Şüphecilik, Ank. 1964, s. 84.
35
Kur’an’da taklid, kavram olarak kullanılmamakla birlikte, on bir yerde
“tutum” olarak zikredilmiştir.166 Bunlar temelde peygamberin davetine kulak
asmayanların eski alışkanlıları ve inançları doğrultusunda hareket etmesi
çerçevesinde konu edilmiştir. Bu bağlamda yerilen tutumlar; çoğunluğa
uymak,167 atalara ya da adete/geleneğe uymak,168 sözde tanrılara ve din
adamlarına uymak,169 mesnetsiz iddia ve inanışların peşinden gitmek,170
bilgisizce hareket ederek zanna uymak171 ve aklın heva ve hevesin peşinden
sürüklenerek basiretin körelmesidir.172
Taklide muhalif isimlerden olan Đbn Hazm, kavramı şöyle tarif
etmiştir: “Taklid, ilim adamlarının üzerinde ihtilaf ettiği çeşitli konularda onların
görüşlerinden birisine iman etmektir.”173 Şevkani (v. 1250/1834) de bu tarifi
kabul etmiştir.174
Đbn Kayyım el-Cevziyye, taklidin üç kısma ayrıldığını belirterek şöyle
bir tasnifte bulunmuştur:
1- Kendisiyle hüküm ve fetva haram olan taklid. Buna göre ataları
taklid etmek ve vahiyde yüz çevirmek, Kuran ve Sünnet’e değil başkalarına
rağbet etmek yasaklanmış olan takliddir.
2- Yapılması kaçınılmaz olan taklid. Vahyi anlamak için büyük bir
gayret gösterdikten sonra, yetersiz kaldığı konularda kendisinden daha bilgili
kimseleri taklid etmek, bu çerçevededir. Bu çeşit taklidde herhangi bir sakınca
yoktur.
166 Maide, 5/104; Araf, 7/28, 38; Tevbe, 9/30, 65; Yunus, 10/78; Enbiya, 21/53; Şura, 42/74;
Lokman, 31/21; Zuhruf, 43/22, 23. 167 Enâm, 6/116; Maide, 5/100. 168 Bakara, 2/170; Mâide, 5/104; A’raf, 7/28; Yunus, 10/78; Hud, 11/109; Enbiya, 21/52-54;
Lokman, 31/21; Sâffât, 37/69; Zuhruf, 43/22-25. 169 A’raf, 7/3; Tövbe, 9/31; Ra’d, 13716. 170 Necm, 53/27-28. 171 Yunus, 10/36 ve 68; Zuhruf, 43/20; Necm, 53/23; Kalem, 68/36-41; 172 Enâm, 6/119; A’raf, 7/179; Yunus, 10/42-43; Hac, 22/46; Kasas, 28/50; Rûm, 30/29; Ahkâf,
46/26; Muhammed, 47/14; Tûr, 52/29-32. 173 Đbn Hazm, el-Đhkâm, c. II, s. 793; En-Nübzetü’l-Kafiye fi Usûli Ahkâmi’d-Din, (Tah. Ebu
Mus’ab Muhammed Said el-Bedri), Kahire 1991, s. 86. 174 Şevkani, el-Đctihad ve’t-Taklid, (tah. Đbrahim Hilal), Kahire 1979, s. 71.
36
3- Mukallidin, ameline muhalif delillerden haberdar olmasına
rağmen taklide devam etmesidir. Bu, birinci maddede zikredilen taklidden daha
kötüdür.175
Elmalılı, “batıl”ı taklid eden, ilimden, haktan ve hayırdan gafil olan
kimselerin bu taklitlerinin kabahat olduğunu vurgulamaktadır.176 Ataların gittiği
yol cehalet ve dalalet ise bu taklid yerilmiş, ancak emr-i hakka mutabık ve delil-i
hakka muvafık olan inançları bunun dışında tutulmuştur. Burada esas olan şey,
hak-batıl, menfaat mazarrat, hayır ve şer, iyilik ve kötülüktür. Bunlardan hak
olan, iyi ve hayırlı olan kimden gelirse gelsin, nesneldir ve tabi olunmaya
değerdir. Ancak, taklidin özünde, hayvanların boynuna takılan tasma misali,
öncekilerin batıl inanç ve adetlerini, hiç düşünmeden ve delil aramadan
sahiplenmek ve hakka gözlerini kapatmaktır. Kuran böylelerini şöyle tavsif
etmektedir: “Onlara, Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, biz
sadece atalarımızdan öğrendiğimiz örf, adet ve inançlara uyarız” karşılığını
verirler. Peki, ya ataları bir şey düşünmeyen ve doğru yolu bulamamış iseler!
“Atalarımızın dinini asla terk etmeyiz” diyen bu kâfirler, tıpkı çobanın
seslenişini, salt bağırtı-çağırtı olarak algılayan davar sürüsü gibidir. Dahası
onlar Allah’ın çağrısına karşı sağır, dilsiz ve kördürler. Bu yüzden onlar
hakikati anlamazlar!”177 Esasen burada vurgulanan husus, eskiyi salt eski
olduğu için taklid etmenin kötülüğü değil, zararlı ve yanlış olan şeyleri taklid
etmektir.
Elmalılı’nın yaklaşımıyla, taklid mutlak olarak batıl değildir. Eğer
taklidin öznesi pozitif bir tutum veya hakka uygun bir davranış ise, onu taklid
etmede sakınca yoktur. Buna karşın biz, objesi olumlu da olsa, taklid olgusunun
kabul edilir bir yöntem olmadığını; bunun yerine örnek ya da model almanın
tesis edilmesi gerektiğini inanıyoruz. Mesela, “Hz. Peygamber’i taklid
ediyorum” demektense, “Hz. Peygamber’i örnek alıyorum” demek daha
makbuldür. Çünkü, taklid etmeyle örnek/model alma arasında farklar vardır.
175 el-Cevziyye, Đ’lâmü’l-Muvakkiin, s. 164-165. 176 Elmalılı, Hak Dini, c. I, s. 586-587. 177 Bakara, 2/170–171.
37
Öncelikle örnek almak, bilinçli bir faaliyettir. Örnek alan kişi, örnek
aldığı objeyi/kişiyi niçin örnek alması gerektiği bilinciyle hareket eder. Diğer bir
ifadeyle örnek almak, öze ilişkin bir faaliyetken, bir şeyi altında yatan illet,
amaç, hikmet ve gayeye bakmadan olduğu gibi tekrarlamak demek olan taklid,
şekilsel, biçimsel ve bilinçsiz bir davranıştır. Bu yüzden kişi çoğu kez taklid
ettiği şeyi/kimseyi niçin taklid ettiğinin farkında olmaz. Bu yüzden “körü körüne
taklid” tabiri kullanılagelmiştir.178 Kur’an, atalarının yolundan körü körüne
gitmeyi reddederken taklidin kötülüğüne işaret etmekte,179 dolayısıyla bizden
Hz. Peygamber’i taklid etmemizi (teşebbüh) değil, örnek almamızı istemektedir.
Đnsan olması itibariyle Hz. Peygamber’in maruz kaldığı bazı yanılmalara işaret
etmesi de,180 onun bütün davranışlarını olduğu gibi taklid etmememiz gerektiğini
göstermektedir.
Nitekim Hz. Peygamber, “benim namaz kıldığımı gördüğünüz gibi
namaz kılınız”181 dediği halde, “benim gibi giyinin”, “benim gibi yiyin-için”,
“benim yattığım gibi yatın-kalkın” dememiş; kısacası kendi kişisel zevk ve
tercihlerini başkalarına dayatmaya etmeye çalışmamıştır. Örneğin kendisine
ikram edilen bir nevi iguana etini, yememiş ama yanındakilerin yemesine engel
olmamıştır.182
Öte yandan örnek alınan kişi değişse bile, örnek alma faaliyeti –örnek
almaya elverişli unsurlar olduğu sürece- bir devamlılık içerisindedir. Halbuki
bilinçsiz bir faaliyet olan taklid, objesi ve konusu değiştiğinde ya taklidine son
verir ya da değişimin farkında olmadığı için taklide devam eder. Çünkü
mukallid, taklid ettiği şahsı öncelediğinden taklid ettiği konu değil, şahıs
önemlidir.
Sonuç olarak, taklid kavramına iki farklı anlam yüklendiğini
görmekteyiz. Birincisi, mütekellimlerin “akli ya da nakli kanıtlara dayanmayan
iman” şeklindeki tarifi; ikincisi ise, Selefî düşünürlerin “Allah ve Resulü’nden 178 Ünal, Đ. Hakkı, “Sünnete Uyma: Taklit Değil Örnek Alma”, Diyanet Avrupa Der., sayı: 49,
2003, s. 8. 179 Bakara, 2/170 vd. 180 Enfal, 8/67-68; Tevbe, 9/40, 80-85; Münafikûn, 63/6; Tahrim, 66/1; Abese, 80/1-10. 181 Buhari, Ezan 18. 182 Buhari, Et’ime 10.
38
başka birsini otorite edinmek ve mezhep aidiyetine dayalı dindarlık oluşturmak”
anlamındaki yaklaşımdır. Her iki yaklaşımın da ortak noktası, “sorumluluğu
başkasının iradesine bırakmaktır.”
3. 3. Tahkik
Tahkik, yaptığı işin gereğini yerine getirmek anlamına gelir. “Allah işi
hakkıyla yaptı” derken, sağlam ve eksiksiz yerine getirdi anlamlarını içerir.183
Tahkik kavramında nazar ve istidlal vardır. Nazar, aklı kullanarak tefekkür
etmek ve delillere itibar edip bunların delalet ettiği sonuçlara varmak demektir.
Tahkik ve nazarın bir başka anlamı ise bir şeyin sebebini ve mahiyetini
bilmektir.184
Bir işi tahkiken yapmak, o konuda kesin bilgi sahibi olmak ve gerçeği
ortaya çıkarmaktır. Sözgelimi, “Suçluların hoşuna gitmese de Allah sözleriyle
gerçeği açığa çıkaracaktır”185 ayetinde tahkik bu anlamda kullanılmıştır. Bir
haberi, işi, sözü veya olayı tahkik etmek ise, onun doğru ve gerçek olup
olmadığını araştırmak, içyüzünü öğrenmek, gerçeklerini anlamak, dayanaklarını
çözmek vb. anlamlara gelir.186
Kelam disiplininde, imanla birlikte bulunan şüphe, zan, tereddüt gibi
ihtimaliyet taşıyan durumlar eleştirilmiştir.187 Neticede bütün bunlar, büyük
ölçüde cehaletin eseri olup, bilgi düzeyinin artmasıyla yerini kesin inanca
bırakırlar. Bu noktanın bir sonraki aşaması ise duygusal yoğunlukla
bağlanmaktır ki bu da imandır. Tahkiki imanın önündeki engeller ise, bilgi
yollarının kullanılmaması, taklid, heva ve hevese uyma, sorgulama yetersizliği
ve çoğunluğa uyma gibi hususlardır.
Öte yandan dinin asıllarında tahkik, amelde tahkikten önce
gelmektedir. Zira imanın doğruluğu ortaya konduktan sonra fıkhi meseleler
gelmektedir. Bu anlamda, öncelikle akidede tahkik eylemi her mükellefin
183 Zemahşeri, Esasü'l-Belaga, s. 160. 184 Amidî, Seyfüddin, el-Đhkam fi Usuli’l-Ahkam, Beyrut 1996, c. III, s. 204. 185 Yunus, 10/82. 186 Zemahşeri, a.g.e., s. 160. 187 Bkz. Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 625; Đbn Fûrek, Mücerred, s. 152; Taftazanî, Şerhu’l Akaid,
s. 287; Sabuni, el-Bidaye, s. 175.
39
sorumlu olduğu bir konudur.188 Fıkıhta uzmanlık gerektiren konularda her
müslümanın ictihad etmesi beklenmese de, akidede nazar ve tahkik böyle
değildir.189
Bununla birlikte mütekaddimûn dönemi Kelamcılarında “tahkiki
iman” kavramını bulmak mümkün değildir. “Taklidî iman” ise “mukallidin
imanı” bağlamında ele alınır ve “kendisine ilahi vahyin ulaşmamış olduğu
kimselerin” durumu, “fetret döneminde sorumluluk” ya da “nazar ve istidlale
dayanmayan imanın değeri” şeklinde işlenir.190 Nitekim Maturidi, Kitabu’t-
Tevhid’in başında, imanın delile dayanmasının gerekliliğini ve taklidin reddini
savunurken “tahkiki iman” kavramını kullanmaz.191 Kelam’da imanın tahkiki ve
taklidi şeklinde derecelendirilmesinin Gazali sonrasında ortaya çıktığı
kaydedilmiştir.192
Öte yandan, Kur’an, bilginin getirdiği sorumluluklara ve imanın
neticesinde ortaya çıkan ahlaki tutuma (takva) değinmiştir.193 Öyleyse gerçek
anlamda hidayet, bilgiyle mümkündür. Bilgiye dayanan iman, hidayet
kaynağıdır. Bütün iyiliklerin kaynağı da böyle bir imandan doğar. Kur’an’da
bununla ilgili pek çok delil vardır.194
Diğer taraftan, imanla bir arada bulunmaması gereken şüphe ve
tereddüdün, taklidî imanda bulunma ihtimali daha fazladır. Buna karşın tahkik,
imanın kognitif yanını karşılar ve oluşacak muhtemel şüpheleri gidermeye
yardımcı olur. Bununla birlikte imanda tahkikten bahsetmek, Tanrı, ahiret,
melek vs. objelerin tam anlamıyla idrak edilmesi ve bunlar hakkında herkesi
188 Yahyâ Muhammed, el-Đctihad ve’t-Taklid ve’l-Đttiba’ ve’n-Nazar Beyrut 2000, s. 209. 189 Yahyâ Muhammed, a.g.e., s. 210. 190 Eşari, Makalat, c. I, s. 225; Sabuni, el-Bidâye, s. 89-90. 191 Bkz. Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 4. 192 Yaran, Cafer Sadık, “Dini Epistemolojide Eleştirel Akılcılık ve Tahkiki Đmancılık”, O. M. Ü.
Đ. F. Der., Sayı 9, Samsun 1997, s. 218. 193 Đbn Tumert, Muhammed, Eazzu mâ Yutlab, (Tah. Abdulgani Ebu’l Azm), Rabat, trs., s. 40.
Đlgili ayetler için bkz. Bakara, 2/44; Maide, 5/63; A’râf, 7/175-178; Hud, 11/116; Hac, 22/54;
Kasas, 28/79; Fatır, 35/28; Cuma, 62/5. 194 Şura, 42/49; Nisa, 4/173; A’râf, 7/157-158; Zümer, 39/16-17; Ra’d, 13/21-24; Mücadele,
58/21.
40
tatmin edecek bilgiyi şart koşmak değil, dini önermelerin tutarlılığını, akla
uygun temelleri olduğunu ve hakikati anlamak için yetkinliğimizi kullanmanın
zorunlu olduğu şeklindedir. Bir başka ifadeyle tahkik, dinin objesi olan Tanrının
oluşturmak istediği farkındalığı elde etmektir. Buna ek olarak Selefi düşünce
tarzına göre tahkik, mezhep farkındalığından, din farkındalığına geçmektir.
41
I. BÖLÜM
KELAMĐ VE FELSEFĐ AÇIDAN
ĐMANI TEMELLENDĐRME SORUNU
Đmanın tahkiki olabilmesi için onun bilişsel yönünün olması ve rasyonel
temellere dayanması gerekmektedir. Aksi takdirde bir tahkikten söz edilemez. Her
hangi bir iman önermesi, rasyonel dayanaklara sahip değilse, tutarlı bir akıl
yürütmeyle tahkik edildiğinde çürütülerek yok edilmesi kaçınılmazdır. Böyle dini
önermelerin yaşaması için taklid, tercih edilir. Buna karşın, aklın ilkelerine ters
düşmediğini iddia eden bir din, tahkike açıktır. Đslam’da imanın tahkiki olmasını
savunduğumuz çalışmamızın bu bölümünde, gerek klasik Kelam geleneğinde,
gerekse çağdaş Batı felsefesinde imanı temellendirme tartışmalarını incelemek
istiyoruz. Şüphesiz iman, akıl, irade, duygu, sezgi, taklid gibi olgularla
temellendirilmek istenmiştir. Ancak biz, akıl yürütmeyle gerçekleştirilen tahkiki
savunduğumuz ve aklın olumsuzlanması demek olan taklidi reddettiğimiz için,
iman-akıl ilişkisi çerçevesinde yapılan tartışmalarla ilgilenmekteyiz. Bu bağlamda
hem klasik Đslam düşüncesinde imanda nazar ve istidlalin yeri, hem çağdaş
felsefede imanın akılla temellendirilmesine ilişkin yaklaşımları inceleyerek,
imanın makul olup olmadığını sorgulamaya çalışacağız.
Đmanın rasyonelliğini tartışmandan önce, “akıl” kavramını tahlil etmek
yararlı olacaktır. Akıl, “uygunluk sağlama, orantı kurma, bağlamak, tutmak ve
korumak” gibi anlamlara gelir.1 Öz Türkçede “us”la karşılanan bu kelime,
“düşünme, anlama ve kavrama ve davranışları kontrol etme yetisi,” anlamlarına
gelmektedir.2 Kur’an’da 49 yerde fiil şeklinde geçen akıl kelimesi, bilgi edinmeye
yarayan bir güç olarak takdim edilir. Đlahi kelam, “ancak bilenlerin
akledilebileceğini” beyan etmektedir.3 Bu gücü kullanmayıp aydınlanmayanlar,
akletmedikleri için “sağır, dilsiz ve kör”dürler.4 Çünkü “Allah ayetlerini
1 Đsfehani, el-Müfredât, “akl” mad., s. 578. Aklın anlam alanına giren diğer kavramlar için bkz.
Altıntaş, Ramazan, Đslam Düşüncesinde Đşlevsel Akıl, Đst. 2003, s. 48-57. 2 Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, “akıl” ve “us” mad., s. 49-51 ve 2037. 3 Ankebut, 29/43. 4 Bakara, 2/171.
42
akledesiniz diye açıklamaktadır.”5 Bu bağlamda akletme, ahmaklığın zıttı olarak
doğru anlama ve olayları temyiz gücüne delalet eder.6 Örneğin, Hz. Peygamber’le
ilişkilerinde kaba ve sert davranan bedevilerin tutumunu Kur’an, etik ve
epistemolojik içeriğiyle “akılsızlık” olarak niteler.7
Mantıkta “akıl yürütme”, hükümler arasında bağ kurarak, zihnin
bilinenlerden bilinmeyeni elde etmesi, anlamına gelir.8 Aynı şekilde Maturidi de
aklı, insana edindiği tecrübeleri ve bilgileri tasnif ederek kıyas yapma imkanı
taşıyan zihni bir güçtür.9 Dolayısıyla “akıl” veya “akletme” denildiği zaman,
kastedilen dar anlamıyla statik bir öz değil, insanın düşünme kapasitesidir.10
Bir Kelam terimi olarak akıl, insanın akletme, mantıksal çıkarımlarda
bulunma, deliller toplama ve sonuçlara gitme, böylece hakikati elde etme gücüne
vs. işaret etmektedir. Đnsan, ancak akletme ve mantıksal çıkarımlarda bulunma
gücünü kullanarak çevresi hakkında bilgi sahibi olduğu için, diğer canlılardan
ayrılır.11 Dolayısıyla akıl, insanı insan yapan güçtür. Akıl, iman etme anlamında
kullanıldığı zaman kalp, fuad, sadır, lübb gibi terimlerle birlikte kullanılmıştır.12
Diğer anlamıyla akılcılık, seküler anlamda olup, tecrübi olanın dışında
bir şeye yer vermeyen, dolayısıyla dini, akıl dışı gören yaklaşımdır. Aydınlanma
döneminin “akılcılığı” da bu anlamdadır.13
Đsfehani, (v. 425/1031) Hz. Ali’nin (v. 40/660), aklı “matbu” ve
“mesmû” diye ikiye ayırdığını belirtmektedir. “Matbû” akıl, doğuştan var olan
akıldır. Đnsanın Allah’a, insanlara ve kendisi karşı sorumlu olması bu aklın
varlığına bağlıdır. “Mesmû” akıl ise, insana doğuştan verilen matbu aklın işlevsel
5 Bakara, 2/242. 6 Đbn Manzur, Lisanu’l-Arab, “akl” mad., c. XI, s. 458. 7 Bkz. Hucurat, 49/4. 8 Öner, Necati, Klasik Mantık, Ank. 1986, s. 3. 9 Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 6. 10 Düzgün, Şaban, Allah, Tabiat ve Tarih, Ank. 2005, s. 38. 11 Düzgün, Varlık ve Bilgi, s. 196-197. 12 Al-i Đmran, 3/167; Đsra, 17/36; Necm, 53/11. 13 Cottingham, John, Akılcılık, (Çev. Bülent Gözkân), Đst. 1995, s. 10-18.
43
hale getirilmesidir.14 Matbu akla, “garizi” dendiği gibi; mesmu akla, “müktesep,
müstefâd veya tecrübi” de denmiştir.15
“Makul ya da rasyonel olmak” belli bir bağlam içerisinde bir delilin,
prensibin veya bir kuralın tanıklığını ve işleyişini göstermek demektir. Bu
durumda bir şeyin rasyonel olması, onun bir delile ya da bir kurala dayanarak
“kabul edilebilir” olmasını ve bu kabulün geçerli bir temele sahip olmasını16 ya da
en azından aklın ilkelerine ve normlarına ters olmamasını gerektirir.17 Kısacası,
herhangi bir şey, fiil, akt veya bir inanç kendi başına makul/rasyonel olmaz. Onun
rasyonel olması bir takım delillere, ilkelere ve esaslara uygun olup olmamasına
bağlıdır. O halde dini inancın makul oluşu, onun bir kontekst içerisinde anlam
taşıdığını ifade etmektedir.
1. Klasik Đslam Kelamında Đmanın Mahiyetine Đlişkin
Yaklaşımlar
Klasik Kelam geleneğinde imanın mahiyetine ilişkin öne çıkan
kavramların tasdik, ikrar, bilgi ve pratik ameller olduğunu görmekteyiz. Bununla
birlikte Kelamî ekoller, marifetullahın ya da dini bilginin imkanı ve aklın imanda
etkin olup olmadığını, “imanda nazar ve istidlal” bağlamında tartışmışlardır.
Kelamcıların terminolojisinde nazar, beş duyu organı kanalıyla
düşünme ve araştırma sonucu bilgi elde etme anlamına gelir.18 Amidî (v.
631/1233), nazarı “akılda mevcut olmayan bir şeyi elde etmek için istenilene
uygun, daha önce var olan bilgileri bir araya getirip dizmek suretiyle aklın
kullanılması” şeklinde tarif etmiştir.19 Selefiyye ve muhaddisler hariç, Mutezile
başta olmak üzere Eş’ariler ve Maturidiler dini değer bakımından nazarın
gerekliliğini kabul etmişlerdir. Mutezile ve Maturidiyye, nazarın akılla vacip
14 Đsfehani, el-Müfredât, “akl” mad., s. 577-578. 15 Đbn Fûrek, Mücerred, s. 283; Gazali, Đhya, c. I, s. 215-216; Elmalılı, Hak Dini, c. I, 566-568;
Yavuz, Y. Şevki, “akıl” mad, D.Đ.A., c. II, Đst. 1989, s. 244. 16 Yaran, Tanrı Đnancının Akliliği, s. 35. 17 Yeşilyurt, “Đmanın Rasyonel Temelleri”, s. 20. 18 Isfehani, el-Müfredât, s. 812-814; Cüveyni, Ebu’l-Meali, eş-Şamil fi Usuli’d-Din, Tahran 1981,
s. 6; Beyzavî, Tevaliü'l-Envar min Metali'l-Enzar, (tah. Abbas Süleyman), Beyrut 1991, s. 55. 19 Amidî, el-Đhkam, c. I, s. 11-12.
44
olduğunu; Eş’ariler ise nakille vacip olduğunu ve naklin asıl olduğunu kabul
etmişlerdir.20
Bununla birlikte, akla ve nazara karşı itirazlar bir kısım Đslamî olmayan
çevrelerden gelmiştir. Bunların başında Sümeniyye gelmektedir.21 Hint kökenli
bir fırka olan Sümeniyye, akıl yürütmenin tüm metodlarını inkar etmiştir.
Ancak Đslami çevrelerden de metodolojide aklı temelden reddeden
eğilimler yok değildir. Bunun en açık örneği, Hadis taraftarlarının teşbihi
çağrıştıran nasta dahi yorum yapmayacak kadar, akıl yürütmekten uzak duran
yaklaşımlarında görülmektedir. Gerek Şii gerekse Ehli Sünnet geleneğinde
görülen bu tutuma genel olarak “Haşviyye” denmiştir.22 Kur’an ve Sünnet’e
dayalı yaygın uluhiyet anlayışına aykırı çeşitli inanç ve telakkileri benimseyenler
hakkında kullanılan Haşviyye tabiri, tarihi süreç içerisinde “Allah’a sıfat nisbet
etmekte aşırılığa düşenler, bu konudaki dini metinler üzerinde yorumdan kaçınıp
teşbih ve tecsime düşenler” şeklinde anlam kazanmıştır. Esasen Haşviyyeyi,
sistematik bir mezhep olarak değil, bir yaklaşım tarzı olarak kabul etmek daha
doğru görünmektedir. Bu eğilimin ana karakteri, bütün dini konularda nasların
zahiri anlamlarına bağlı kalıp, akıl yürütmeyi kesinlikle reddetmektir.23 Đslam
düşünce tarihinde, görünümleri itibariyle aklı ve onun delillerini olduğu gibi
reddeden ve nasları salt lavzi/harfi bir bakış açısıyla kabul eden bütün zihniyetler
“Haşviyye” olarak adlandırılmıştır. Bu bağlamda Haşviyyenin görüşleri, Allah’ın
sıfatlarını insanlara atfederek bir nevi karizmatik sufi şahsiyetleri ilahlaştıran
“Salimiyye” ve “Hulmaniyye” adıyla tasavvuf24; Allah’a yön ve mekan izafe eden
“Kerramiyye” adıyla kelam; haberî sıfatlarda ve müteşabihlerle ilgili naslarda
geçen lafızları insan biçimci bir tarzda yorumlayan popülist Hanbeliler adıyla Ehli
20 Altıntaş, Đşlevsel Akıl, s. 295. 21 Đsferayani, et-Tabsir fi’d-Din, (tah. Kemal Yusuf Hut), Beyrut 1983, s. 149; Beyzavi, a.g.e., s.
65. 22 Abdulhamid, Đrfan, Đslam’da Đtikadi Mezhepler ve Akaid Esasları, (Çev. Saim Yeprem), Đst.
1994, s. 222-224; en-Neşşar, Ali Sami, Đslam’da Felsefi Düşüncenin Doğuşu II (I-II), Đst. 1999,
s. 13-17. Ayrıca bkz. Şehristani, el-Milel, s. 108; Altıntaş, Ramazan, “Haşviyye’nin Doğuşu ve
Kelami Görüşleri” C.Ü.Đ.F.D., c. III, sayı: 1, 1999 Sivas. 23 Yurdagür, Metin, “Haşviyye” mad. D.Đ.A., Đst. 1997, c. XVI, s. 426-427. 24 Đsferayani, et-Tabsir fi’d-Din, s. 130.
45
Hadis ve Allah’ın imamlarda hulul ettiğini söyleyen aşırı Şii fırkalarında temsil
edilmiştir.25
Bugün Đslam dünyasında her ne kadar bu zihniyet silinmiş görünse de,
dini metinler üzerinde akletme ve tefekkürde bulunmayı reddeden, özellikle
hadisleri anlamada metin tenkidine karşı çıkan ve geleneğe körü körüne sarılarak
taklidi kurumsallaştıran bütün fıkhı ve tasavvufi anlayışlar, hicri ikinci asrın
gerçeklerinden olan Haşviyye zihniyetiyle aynı zemindedir. Eş’arî, Kelâm’ın
gerekliliğini savunmak için yazdığı ”Đstihsânu’l-Havz fî’l-Kelâm” adlı risalesinde,
nazara karşı olanların bu yaklaşımını, kendilerine aklî inceleme ağır gelen
bazılarının indirgemecilik ve taklit eğilimiyle açıklar.26
Ashabu’l Hadis, “Ehlu’l-Hadis” ve “Ehlu’l-Âsâr” gibi farklı isimlerle
adlandırılan Hadis taraftarları da gerek usulü’d-dinde gerekse diğer meselelerde
aklın ya da reyin kullanılmasına karşı çıkmışlardır. Onlar, Hz. Peygamber, ashabı
ve halifelerinin söz etmediği konularda konuşmamayı prensip edinmiş; nazarı ve
tefekkürü bidat saymışlardır.27
Marifetin keşf ile elde edileceğini ileri süren ve ilhamı kutsallaştıran
sufîler de, akıl yürütme ve istidlale karşı çıkarlar. Sufilere göre, “marifetin yolu
ancak nefis terbiyesi ve kalbin arıtılmasıdır. Çünkü nefis, ruhanî bir yapıya sahip
olup bizzat idrak edicidir. Ondan bilgileri gizleyen cismanî örtüler ve bedensel
engellerdir. Nefis, “riyazet” yoluyla bu örtüler kaldırıp ‘Kutsal Varlık’a yönelince,
feyzi ilk kaynağından (mebde) vasıtasız olarak almaya hazır olur. (Bu
düşüncelerle) riyazet yolunu seçen ve keşfi savunan sufîler (Đnkişâfiyyûn), bilgi
alanından aklın hükmünü kaldırmışlardır.”28
25 Altıntaş, Đşlevsel Akıl, s. 316; “Haşviyye’nin Doğuşu ve Kelami Görüşleri”, s. 10-11. 26 Eş’arî, Risale fî Đstihsâni’l-Havz fî Đlmi’l-Kelâm, (neşr. McCarty), Beyrut 1953, s. 87-88. Watt,
Đslam toplumunun bazı kesimlerinde, aklın kullanılmasına karşı güçlü bir direniş görülmesini,
Arap toplumunda kök salmış bir şüphenin varlığına; çöl insanının neyin daha doğru olduğu
hesabını yapmaksızın sünnete uyarak yaşamayı daha tercih edilir buluyor oluşuna bağlar. Bkz.
Watt, W. Montgomery, Đslam Nedir?, (çev. Elif Rıza), Đst., 1993, s. 207. 27 Kutlu, Đslam Düşüncesinde Đlk Gelenekçiler, s. 57-59. 28 Fuzulî, Matla’u’l-Đtikâd fî Marifeti’l-Mebdei ve’l-Meâd, (nşr. Muhammed b. Tavid et-Tancî),
Ank. 1962, s. 11; Uludağ, Süleyman, Đslam Düşüncesinin Yapısı, Đst. 1994, s. 130-131.
46
Buna karşın ilham ve keşf, genel geçer ve bağlayıcı bir bilgi kaynağı
olamaz. Çünkü bunlar ne kaynağını Kur’an’dan alan yöntemlerdir ne de objektif
kriterlere uymaktadır. Nitekim Đbn Rüşd, sufilerin yaklaşımını tenkid ederek,
bunun Kur’an’a aykırı olduğunu belirtmiştir. Buna göre Kur’an’ın nefsi
arındırmaya çağırması, bunun kendi başına yeterli olmasından değil, aklın ve
iradenin rahat ve tutarlı bir şekilde işleyebilmesi içindir.29 Diğer yandan,
Maturidi’nin ifadesiyle, bütün dinler, içerdikleri çelişkilere rağmen hakikat
olduklarını iddia ederler. Bunların arasında hangisinin hakkaniyete uygun
olacağına karar vermek için kalp ve ilham, yeterli değildir. Çünkü her bir din
mensubu kendisine ilham geldiğini iddia ederse, bunları test edecek araç nedir? O
halde hakikatin ölçüsü ve bilginin kaynağı ilham olamaz.30
Bir de toplumda her zaman nazara güç yetiremeyen avam vardır. Đslam
düşüncesinde taklide dayalı imanın genel olarak geçerli kabul edilmesinin, akıl
yürütme ve nazara gücü yetmediğine inanılan bu kitlenin, çoğunlukta olmasından
kaynaklandığını düşünüyoruz. Böylece icmali iman avam için; nazarda bulunma
ve tafsilatlı bir biçimde dine hakim olma havas için öngörülmüştür.31 Nitekim Đbn
Rüşd’e göre, Hz. Peygamber'in delillerinden hiç birini anlayamayacak kadar idrak
düzeyi zayıf kimseler, sadece Allah’a iman etmekle mükelleftir.32
Nazarı bid’at sayanların başlıca argümanları, temelde akıl yürütmenin
şüphe ve ihtilafa yol açtığı, dini bilginin tasavvur edilemezliği ve Allah’ın
kullarından böyle bir istekte bulunmadığıdır.33 Ayrıca, nazarı yasaklayan
ayetlerin varlığı da öne sürülür: "Allah'ın ayetleri hakkında ancak kafirler
münakaşa eder.”34 Buna ek olarak Resulullah, kader meselesinde görüldüğü üzere
insanları tartışmaktan men etmiştir.35
29 Đbn Rüşd, Kitabu'l-Keşf an Menâhici'l-Edille, (çev. N. Ayasbeyoğlu), Ank. 1955, s. 52. 30 Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 12. 31 Altıntaş, Đşlevsel Akıl, s. 314-315. 32 Đbn Rüşd, a.g.e., s. 38. 33 Razî, Fahreddin, el-Muhassal, (Çev. Hüseyin Atay), Ank. 1978, s. 36. 34 Mümin, 40/5. 35 Hudarî, Muhammed b. Afîfi, Usûlü'l-Fıkh, Beyrut 1969, s. 381. Ayrıca hadisler için bkz. Buhârî,
I'tisam 5, Büyü 60, Sulh 5; Müslim, Akdiye 18.
47
Dini bilgide akla ve tefekküre karşı olan bu zihniyetlere karşı bütün
kelami ekollerin öyle ya da böyle akla değer verdiğini görüyoruz. Aralarındaki
fark ise metodlarından kaynaklanmaktadır.36
Mutezile’ye göre imana ulaşmada “insan Allah’ın varlığını neyle/nasıl
bilir?” sorusunun cevabı, onlara göre kısaca “akılla”dır.37 Akıl kendi başına
Allah’ı bilmeye kadirdir. Bu yüzden insanların Allah’ı bilmesi zaruridir.38 Ebu
Huzeyl el-Allaf, Đbrahim en-Nazzam, Cafer b. Harb (236/850) ve Muhammed b.
Abdullah el-Đskafî (v. 241/855) bu görüştedirler.39 Onlara göre, Allah’ın varlığını
bilmek ayetler ve icma ile değil, akılla vaciptir.40 Çünkü Allah, insanları akıl ve
düşünme ile diğer varlıklara üstün kılmıştır. O halde bir nimet olan “aklı” ve
“tefekkürü” tembellik ve ihmalle kaybetmek, gaflettir.41 Zira Peygamberin sözü
kendi başına vahiy için delil değildir. O halde zaruri veya nazari olsun, aklın
marifetullaha gücü yettiğine göre, iman bundan müstağni olmamalıdır.42 Bu
yüzden, Ebu Ali el-Cübbai ve oğlu Ebu Haşim el-Cübbai (v. 321/930), vahiy
olmasa bile kulların Allah’ı bilmeleri, nimeti verene şükretmeleri ve iyilikle-
kötülüğü bilmeleri gerektiğini ifade etmişlerdir.43 Cahız (v. 150/767) ise,
yaratılıştan gelen bir karakterle marifetullahın zaruri olduğunu kabul etmiş, ancak
ilahi mesajın ulaşmasını, sorumluluğun temeli olarak öngörmüştür.44
Akıl, mutezilenin beş esasından olan adalet ve tevhid ile iç içedir.
Adalet tevhidsiz, tevhid adaletsiz olmaz. Özellikle adalet, özgürlüğü içeren bir
kavramdır. Zira kişinin aklının ve özgürlüğünün olmadığı yerde adaletten söz
edilemeyeceği gibi nazari bilgiden de söz edilemez. Özgürlük, bireyi
36 Uludağ, Đslam Düşüncesinin Yapısı, s. 75-83. 37 Bağdadî, Usûlü’d-Din, s. 27, 256; Şehristani, el-Milel, s. 58; Mennai, Aişe Yusuf, Usulü'l-Akide
Beyne'l-Mu'tezile ve'ş-Şiatü'l-Đmamiyye, Doha 1992, s. 74, 93; Izutsu, Đman Kavramı, s. 134. 38 Abdulcabbar, Usûlü’l-Hamse, s. 42-43; Beyzavi, Tevaliü'l-Envar min Metali'l-Enzar, s. 65. 39 Şehristani, el-Milel, s. 64, 68. 40 Cüveynî, el-Đrşad ilâ Kavati’l-Edille fî Usûli’l-Đtikad, (tah. Muhammed Yusuf Musa), Beyrut
1992, s. 29; Taftazani, Şerhu’l-Makasıd, Beyrut 1989, c. V, s. 219. 41 Fuzulî, Matla’u’l-Đtikâd, s. 8. 42 Abdulcabbar, Usuli’l-Hamse, s. 39. 43 Abdulcebbar, el-Muhit bi’t-Teklif, (tah. Ömer es-Seyyid Azmî), Kahire trs., s. 33. 44 Ebu Ya’la, el-Mutemed, s. 30.
48
başkalarından bağımsız ve ayrıcalıklı kılan bir unsur olduğu için akıldan önce
gelir. Akıl ise sözü edilen özgürlüğe dayanır. Akıl, anlama ve yorumlama gücüne
sahip olmayı ifade den bir yetenektir. Bu nedenledir ki, akıl naklin temelidir.45 Bu
görüş, Ebu Hanife ve Maturidilerin düşüncesiyle uyuşmaktadır. Akıl, ilahi
yasadan önce gelir. Allah’ı bilme, insana akıl yüzünden farzdır.46
Kadı Abdulcebbar, akıl yürütmeyi terk etmenin iman açısından iki
olumsuz sonucu olduğunu vurgulamaktadır. Bunların birincisi imanın etimolojik
yapısıyla, diğeriyse imanın kazanımları açısındandır. Đmanda rasyonel çabanın
olmaması, insanı, huzur ve sükunet içinde olma hissinden mahrum eder. Çünkü
bilgi yönü desteklenmemiş inanma eylemi, iman kavramını tüketmez. Bu da
insanda kaçınılmaz korkulara sebep olur.
Akıl yürütmenin terk edilmesinin diğer olumsuz sonucuysa, insanın
gerçek bir imandan mahrum olmasına, dolayısıyla imanın nimetlerinden yoksun
kalmasına sebep olur. Her iki sebepten dolayı akıl yürütme vaciptir.47
Abdulcebbar, Allah’ın zarureten bilinemeyeceğini belirterek, Ona ait
bilgilerin kesbi olduğunu savunur. Çünkü insanı Allah hakkında bilgi sahibi yapan
şey aklıdır. Eğer Allah’a dair bilgimiz doğuştan olsaydı, bütün insanlar bu konuda
eşit olur48 ve kimse bir başkasından daha değerli olmazdı.49 Allah, doğuştan gelen
zaruri bilgiyle bilinemediği gibi, tecrübeyle de bilinemez. O halde marifetullah
ancak akılla mümkündür.50 Nitekim Ebu Haşim el-Cübbai, akletmenin nefsi
şüphe, tereddüt ve cehaletten arındırdığını vurgulayarak nazarın sıhhatli bir metot
olduğunu belirtmiştir. Nefis ancak bu yolla tatmin olur.51
Đman esaslarında mükellefin aklını kullanmasının vücubunu ifade eden
Abdülcebbar, “kendinden zararı def etmek” kuralı, aklın vahiy gelmeden de
45 Hanefi, Hasan, “Aydınlanmacı Đslam”, Đslamiyat V, 2002, sayı: 2, s. 38. 46 Ebu Hanife ve taraftarlarının görüşleri için bkz. Eşari, Makalat, s. 219-221; Maturidi, Kitabu’t-
Tevhid, s. 16-18. 47 Abdulcebbar, el-Muhit bi’t-Teklif, 26-27; el-Muhtasâr fî Usûli’d-Dîn (Resailu’l-Adl ve’t-Tevhid
içeirsinde), (nşr. Ma’n Ammara), Kahire 1971s. 172. 48 Abdulcebbar, el-Muhit bi’t-Teklif, s. 234. 49 Ebu Ya’la, el-Mutemed, s. 30. 50 Abdulcebbar, Usûli’l-Hamse, s. 39. 51 Abdulcebbar, el-Muğni fi Ebvâbi’t-Tevhid ve’l-Adl, Kahire 1963, c. XII, s. 69.
49
istidlalde bulunmasını gerektirir.52 Zira akıl sahibi, zararı savabilecekken bunu
yapmazsa, tüm akıl sahipleri onu zemmeder ve ona hoşlanmayacağı şeyler isnad
ederler. Bu da aklî vücub demektir. Ayrıca Abdülcebbar’a göre, nazar li-nefsihi
değil, Allah’ı bilmeye götürdüğü için ve onu terk etmenin zarar getirmesinden
duyulan endişe nedeniyle vacipken, Allah’ın sıfatlarını ve adaletini bilmek,
Allah’ın lütfuna mazhar olmak için vaciptir.53
Aklın, nazar ve tefekkürün düşünce sisteminin esasını teşkil etmiş
olduğu bir mütefekkir de Maturidi’dir. O, Kitabu’t-Tevhid’de bunu sık sık
tekrarlamış ve taklidi tenkid edip akıl yürütmeyi öne çıkarmıştır. Maturidi, En’am,
6/158. ayeti yorumlarken şu ifadeleri kullanmıştır: “Ayette geçen zamandan
maksat, Allah’ın azabının geldiği andır. Bu andaki imanın bir faydası
olmayacaktır. Çünkü azabın indiği andaki iman, bilgiye, akla veya delile dayanan
bir iman olmayıp, korkudan ileri gelen bir imandır. Gerçek tasdik, akli delile
dayanan tasdiktir. Mukallidin imanıysa, bundan yoksun olduğu için makbul
değildir. Çünkü sevap kazanmak, ancak bazı güçlükleri yenmek ve zorlukların
üstesinden gelmekle mümkün olur. Oysa imanın esasında güçlük yoktur. Asıl
güçlük, iman etme yolunda, delile dayanmak için aklı ve düşünceyi çalıştırarak
karşılaşılan şüpheleri, karşıt delilleri ve tereddütleri giderme sürecinde yaşanır.
Sevap da işte bu noktadadır. Son nefesini verirken iman eden bir kimse, bu imanın
sıhhatiyle ilgili istidlal peşinde olmanın sıkıntılarını artık çekemeyeceğinden böyle
bir imanın faydası yoktur.”54
Maturidi’ye göre bilgi ve iman, aralarında nedensel bir ilişki olan ve
birbirine sıkı sıkıya bağlı olan iki gerçekliktir. Fakat iman, sadece bilgiye değil
aynı zamanda, kalpten gelen tasdike dayanır. Kısacası ona göre iman, bilgiye
dayalı tasdiktir. Maturidi’ye göre bilgi imanın mahiyetinden olmamakla birlikte,
imana sevk eden bir nedendir.55
52 Abdulcabbar, Usûlü’l-Hamse, s. 64; el-Muhit bi’t-Teklif, s. 33. 53 Abdülcabbar, el-Muhit bi’t-Teklif, s. 33. 54 Nesefi, Tabsira, c. I, s. 39-40. 55 Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 611-613.
50
Ona göre dinin öğrenilmesinde iki vasıta vardır: Akıl ve nakil.56
Bunlardan birisi diğerinin önünde veya gerisinde değil, ikisi bir denge
içerisindedir. Çünkü ne akıl vahye ihtiyaç duymadan tek başına varlığını
sürdürebilir, ne de akıl olmadan vahyin bir önemi vardır. Böylece Maturidi, vahiy
konusunda aklın hiçbir önemi olmadığını iddia ederek bir fidesit ya da agnostik
tutumuna girmediği gibi, aklın peygamber ve onun mesajına ihtiyacı
bulunmadığını; vahyin öğrettiklerini aklın zaten bildiğini iddia ederek bir dini
sübjektivizme de girmemiştir.57 Bilakis o, aklın tek başına Allah’ın varlığını bilip,
daha sonra peygamber aracılığıyla bildirilecek olan vahye zemin hazırladığı;
peygamberi ve mesajını kabul ettirecek deliller sağlayıp, vahyedilen hakikatlere
derin bir nüfuz ve onların savunulması için bir alet olduğu kanaatindedir.58
Ona göre dini bilgi, hukuki ve itikadi olmak üzere iki kısma
ayrılmaktadır. Amel bilgisi olan ve nakli bilgi olarak adlandırılabilecek olan
hukuki bilgi, itikadi bilginin kaynağıdır. Buradaki itikadi bilgiden maksat aklın,
naklin yardımı olmadan Allah’ı ve dini bilebilmesidir. Đbret nazarıyla bakıldığı
takdirde dış dünyada bu bilgiye götürecek yeteri kadar delil vardır.59 Çünkü aklın
da kendisinden bir parça olduğu bu alemin hiçbir hikmet olmadan boş yere
yaratılmış olması mümkün değildir.60
Metodolojisinde, “fiziki alemden metafizik aleme ulaşma (istişhâd bi’ş-
şahid ale’l-gayb)” yöntemini sık sık kullanan Maturidi, bunun sonucu olarak,
aklın, vahyin yardımı olmadan sadece dış dünyadan hareketle Allah’ı bilebileceği
hükmüne varmıştır.61 Bu konuda şeriatın rolü ancak tekid ve teyittir. Zaten Şeriat,
bir şeyi iyi olduğu için emretmiş, kötü olduğu için yasaklamıştır. Din, bu konuda
akılla birlikte hareket etmektedir. Ahlaki duygu, insanın özünde zaten vardır.
Çünkü insan, yaratılışı itibariyle ahlaki bir varlıktır. Bir kısım şeylerin güzelliği ya
da çirkinliği aklen bedihi olduğu için, akıl bunları zorunlu olarak idrak ederek, ya
emreder ya da yasaklar. Mesela nimete şükretmenin doğruluğu ve adaletin 56 Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 5, 608. 57 Maturidi, a.g.e., s. 279; Özcan, Hanefi, Maturidi’de Bilgi Problemi, Đst. 1998, s. 173. 58 Özcan, a.g.e., s. 174. 59 Özcan, a.g.e., s. 172. (Maturidi, Tevilatü’l-Kur’an, 701b, 134b’den naklen) 60 Maturidi, a.g.e., s. 4. 61 Maturidi, a.g.e., s. 5, 281.
51
güzelliği, nankörlüğün, yalanın ve zulmün çirkinliği böyledir. Yalnız aklın,
karşılığında mükâfat ve ceza olacak şekilde, herhangi bir şeyi helal ve haram
kılma yetkisi yoktur. Bu, Allah’ın yetki alanında olan bir husustur. Dolayısıyla
aklın bilgisi, ahirette ceza ve mükâfat miktarını belirlemeyez. Din ise
emredilenleri yapana mükâfat vaat etmiş, zıttında da ceza ile tehdit etmiştir.
Maturidi düşünce sisteminde önemli bir nokta da, inancı ve doğru bilgiyi fiile
öncelemesi ve eylemi taklide değil sağlam bir bilgiye dayandırmasıdır.62
Diğer taraftan ameli bilgi ve imanın muhtevası peygamberlerin
bildirmesiyle bilinir. Çünkü emir, nehiy, mübah, haram vb. teklifi konularda ve
akılla bilinmesi mümkün olmayan gaible ilgili konularda Peygamberin bilgisine
ihtiyaç vardır.63
Maturidi’ye göre, körü körüne taklidi telkin eden unsur şeytandır.
Çünkü böyle bir şey ancak şeytanın işi olabilir. Amacı da kişiyi aklının
meyvelerini toplamaktan alıkoymak, fırsatları değerlendirmesine ve arzusuna
ulaşmasına vesile olan bu ilahi emaneti kullanma konusunda onu korkutmaktır.
Halbuki akıl, ahlaki hayatın temelidir. Çünkü bu, insana zaaflarını hatırlatır ve
onu çevresindeki kötü ve zararlı şeylerden korur. Đnsan ancak onunla egosunun
(nefs) arzularından kolayca uzaklaşabilir ve onunla şeytanın gönüllü oyuncağı
olmaktan kurtulabilir. Đşte bundan dolayı, o insanı hem bu dünyada hem de
ahirette zorunlu olarak helake sürükleyecek rahatlık uğruna, akıl yürütmeyi terk
etmenin taraftarı ve teşvik edicisidir.64 Hâlbuki akıl, kendisinin kullanılmasının
ihmal edilmesine karşı bir direniş temayülüne sahiptir. Tıpkı çeşitli yararları olan
diğer organların muattal halde bırakılmasının doğru olmayacağı gibi; aklı da
fonksiyonel olma zorunluluğuna sahiptir.65
Bir Maturidi kelamcısı olan Ebu Mu’în en-Nesefî, imanın bilgiye dayalı
olup olmamasını önemsememiş ve tasdikin esas olduğunu kabul etmiştir. Ona
göre delil, sadece dinler arasında tercihte bulunurken söz konusu olabilir. Bundan
62 Kutlu, Sönmez, Đmam Maturidi ve Maturidilik, Ank. 2003, s. 46 63 Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 283. 64 Maturidi, a.g.e., s. 209-210. 65 Maturidi, a.g.e., s. 158.
52
başka, akıl yürütme zorunlu olmayıp, iman konularını tasdik eden kimse,
mümindir.66
Bununla birlikte Nesefi, bir bilgi kaynağı olarak aklı güvenilir kabul
etmiştir. Onun nazar karşıtlarına verdiği cevap, imanın rasyonelliğini, küfrün ise
iradi ve duygusal niteliğini ortaya koymaktadır: “Aklın hükümleri kesinlikle
çelişik olmaz. Hataya düşmek bazen akıl yürütenin kusurundan dolayıdır. Akıl
yürütmedeki bazı öncüllere aklıyla değil de nefsi arzularıyla bakan kişi bir çeşit
zan içine düşerek buna inanır ve zannettiği şeyin (hakiki) bilgi olduğunu sanır.
Bütün öncüllerinde akıl yürütmenin şartlarına uyan ve onun doğruluğunu bilen
kimseye gelince o dalalete düşmez ve kesinlikle akıl yürütmesi hatalı olmaz.”67
Görüldüğü gibi Maturidilerde iman konularının akılla bilinebilirliği
kabul edilmiş ve imanın nazar ve istidlal yoluyla gerçekleşmesi gerektiği fikri
ağırlık kazanmıştır. Ancak imanda delile başvurmayan kişinin durumu hakkında
ihtilaf etmişlerdir. Bunu “taklidi imanın değeri” başlığı altında ele alacağımızdan
burada bununla yetiniyoruz.
Eşariyye de Allah’ı tasdikin ancak akılla gerçekleşeceği ve imana
ulaşmada düşünme ve istidlalin vacip olduğu konusunda Maturidilerle aynı görüşe
sahiptir. Onların da temel çıkış noktası Kur’an’ın öngördüğü gibi tabiattır.
Görünen alemden görünmeyeni istişhad, Eş’ari Kelam ekolünün öncelikli istidlal
metodudur.68
Eş’arî’nin mukallidi kayıtsız olarak mümin saymadığı69 yolundaki
rivayetlere bakılırsa, düşünme ve istidlali vacip gördüğü anlaşılır.70 Onun bu
görüşünde Mutezileden etkilendiği iddia edilmişse de,71 kendisinin iman
66 Nesefi, Tabsira, c. I, s. 35, 38. 67 Nesefi, a.g.e, c. I, s. 20. 68 Đbn Rüşd, Menahicü’l-Edille, s. 38; Uslu, Ferit, Felsefi Açıdan Đmanı Temellendirme, Ank. 2004,
s. 316. 69 Bağdadî, Usülü’d-Din, s. 255. Krş. Ebu Muîn en-Nesefî, Tabsira, c. I, s. 43, 57; Izutsu, Đman
Kavramı, s. 146. Bağdadî’nin tespitiyle, Eş’ari, mukallidi mümin diye isimlendirmemişse de,
O'na göre hakka taklid yoluyla inanan kimse müşrik değildir. Böylece mukallid, şirk koşmadığı
ya da inkar etmediği için, affedilmesi umulur. Bağdadî, a.g.e., aynı yer. 70 Đbn Fûrek, Mücerred, s. 248. 71 Đbn Teymiye, Mecmuatü’l-Feteva, c. XVI, s. 331.
53
nazariyesi içerisinde tutarlı bir yere oturmaktadır. Her ne kadar Eş’ari’nin el-
Đbane’de akla ve nazara karşı menfi tutumu, bu konuda soru işaretleri oluştursa
da, Đbn Fûrek’in üstadı Eş’ari’nin görüşleriyle ilgili naklettiği pasajlar, onun açık
bir şekilde Allah’ı bilmede nazar ve istidlal taraftarı olduğunu ortaya
koymaktadır.72
Eş’ari, el-Đbane’de Mutezile’yi Kur’an’dan bağımsız olarak nassı tevil
ettiği için haktan sapmış olarak nitelendirmiştir.73 O eserinin hemen başında
Mutezile’yi “rüyetullah” meselesinde nastan ve sahabenin kavlinden ayrıldıkları,
şefaati ve kabir azabını reddettikleri, Kur’anı mahluk kabul ettikleri ve kulları
fiillerinin yaratıcısı olarak kabul ettikleri vd. görüşlerinden dolayı haktan sapmış
olarak kabul etmektedir.74 Onun, nassın teviline karşı çıkan ve Hz. Peygamberle
birlikte sahabenin sözlerini önceleyen bu görüşleri “selefi” tutum olarak kabul
edilmiştir.75 Nitekim onun selefi yücelten ve onlara bağlılığı sevgiyi öne çıkartan
sözleri bu görüşü desteklemektedir.76
Ancak Eş’ari, el-Đstishân adlı eserinde, tevhid esaslarında kelamcıların
metodunu savunarak aklı önemsediğini ve kabul ettiğini ifade etmiştir. Eş’ari söz
konusu eserinde, nazara karşı olanların görüşlerini sunduktan sonra, onlara karşı
delilleri sıralar. Buna göre bazı insanlar, usûlü’d-din’de nazarı, araştırmayı ve akıl
yürütmeyi dalalet kabul ettiler. Bu metotlar onlara ağır geldiğinden aklı
küçümsemiş ve taklide yönelmişlerdir. Bu yüzden cevher-araz meseleleri ve
Allah’ın sıfatları konusunda kelamcıların metotlarını sapkınlık olarak kabul
etmişler; bunu da Hz. Peygamber’in bu konularda konuşmamış olmasıyla
delillendirmişlerdir.77
Eş’ari, dinin asıllarında akıl yürütmeyi olumsuzlayanların delilini şu
şekilde tartışmıştır: “Resulullah ve ashabının nazarı ve tefekkürü terk etmesinin
72 Đbn Fûrek, Mücerred, s. 248. 73 Öyle görünüyor ki Eş’ari’nin akla, nazar ve tefekküre verdiği öneme karşı, Mutezileyi “tevilci”
olarak dışlayarak tekfir etmesi, müslüman zihinlerde Mutezile ve onun şahsında akılcılığa karşı
olumsuz bir iz bırakmıştır. 74 Eş’arî, el-Đbane, (tah. Abdulkadir Arnavut), Beyrut 1981, s. 11. 75 Altıntaş, Đşlevsel Akıl, s. 323. 76 Bkz. Eş’ari, a.g.e., s. 24. 77 Eş’ari, el-Đstihsan, s. 87-88.
54
kaçınılmaz iki yönü vardır. Ya bu metodu78 bilmelerine rağmen, bundan uzak
durdular. Ya da dinde böyle bir yolu bilmiyorlardı. Birinci ihtimal geçerliyse;
bizim de bundan uzak durmamız ve dini meselelerde inceleme/araştırma yoluna
girmememiz gerekmektedir. Çünkü onların bundan haberdar olmalarına rağmen
uzak durmaları, bu metodun dinde olmadığını göstermektedir. Eğer ikinci ihtimal
geçerliyse; yine nazar ve akıl yürütmenin dinde olmadığı anlamına gelir. Çünkü
herhangi bir konunun dinde olmasına rağmen Peygamber ve yanındakilerin
bundan habersiz olmaları muhaldir. Onları bunu bilmiyorlarsa, Kelam’ın dinde
olmadığı ortaya çıkar. Her iki halde de nazar, usûlü’d-dinde” kabul edilemez.79
Eş’ari bu düşünceye şu üç argümanla cevap vermiştir:
1- “Eğer Hz. Peygamber, bu konularda konuşmamış ve konuşanların da
sapkın olduklarını belirtmişse, sizler de böyle deliller getirerek Hz. Peygamber’in
yasakladığı konularda fikir yürütüp konuşuyorsunuz. Böylece siz de bidatçı ve
sapkın olmuş oluyorsunuz. Halbuki, Hz. Peygamber akıl yürütmeyle ilgili
konuşmamış, kimseyi de dalaletle suçlamamıştır. Ancak siz, onun söylemediğini
söylüyor ve hak ehlini dalaletle itham ediyorsunuz.80
2- Hz. Peygamber’in bahsetmediğini ileri sürdüğünüz cevher-araz,
cisim, hareket, sükûn, cüz vd. meseleler Kur’an ve Sünnet’te icmali olarak
anılmıştır. Kur’an’da zikredilen Hz. Đbrahim örneğinde yıldızların, güneşin
hareket etmesi, batması, Yaratıcının bir yerden bir yere intikal etmesinin,
doğmasını, batmasını muhal olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde tevhid
esasları da Kur’an’dan alınmıştır: “Eğer o ikisinde Allah’tan başka ilahlar
olsaydı, her ikisi de bozulurdu.”81 Kelamcıların, vahdaniyeti savunan “imtina”
delili işte bu ayetten ilham almaktadır. Keza, Müminûn 23/91 ve Ra’d 13/16-17.
ayetler Allah’ın varlığına ve birliğine; Kaf 50/3, Muminûn 23/36-38 ve Yâsîn
36/78 ayetler ba’se; Yâsîn 36/79, Rûm, 30/26-27 ve A’râf 7/28-29. ayetler
Allah’ın yaratıcı ve kadîm oluşuna delalet etmektedir. Ayrıca başka mevzularda
78 Eş’ari burada, nazar ve tefekküre dayalı olan ve aklın işlevselliğiyle yürütülen Kelam Đlmi’nden
bahsetmektedir. 79 Eş’ari, el-Đstihsan, s. 88. 80 Eş’ari, a.g.e., s. 88-89. 81 Enbiya, 21/22.
55
Hz. Peygamber’in hadisleri delil olmuştur. Đşte bu ve diğer kelamî konular,
mütekellimlerin dayanağı olan naslardır.82 Bütün bunlar kaynağını Kur’an ve
Sünnet’ten aldığına göre, nazar ve tefekkürün hareket noktasının, naklin bizzat
kendisi olduğu anlaşılmaktadır.83
3- Kaynağı Kur’an ve Sünnet’te yer alan ve tartışma konusu olan
meseleler hakkında –o dönemde ister konuşulsun ister konuşulmasın- Hz.
Peygamber bilgisiz değildi. Hz. Peygamber başta olmak üzere sahabe de, -her ne
kadar sistematik kelam gibi olmasa da- dinle ilgili olan bütün meselelerde
araştırma/inceleme yoluna gitmişlerdir. “Ölünün arkasından yüksek sesle ağlama,
miras konusunda ninenin durumu, suçların cezası, boşanma vs.” konularda açık
bir nas yoktu ve sahabe bu konularda ihtilafa düşmüştü. Neticede vahiy gelmemiş
olan bu konularda Hz. Peygamber hüküm vermiştir.84
Eş’ari, sahabenin, yukarıda bahsedilen fürûa ait meseleleri, Sünnet’ten
yararlanarak çözdüğünü belirtmiş ve bundan dinin asıllarıyla ilgili bir çıkarım
yapmıştır: “Sahabenin, fürû-ü dinde nassın açıklamadığı konuları, Kur’an ve
Sünnet’e kıyasla ya da kendi ictihadlarıyla çözmesi; bu konuların sem’î
olmasından kaynaklanmaktadır. Ancak, akla ve duyulara dayanan usûlü’d-din
konularında gerekli hükümleri, akıl sahibi her müslüman akla dayandırmalıdır.
Çünkü şer’î hükümlerin kaynağı vahiydir. Aklî konuların kaynağı ise akıl ve
duyulardır. Bu sebeple ikisi birbirine karıştırılmamalıdır. Bunun yanında, şayet
Hz. Peygamber’in zamanında “Halku’l-Kur’an, cüz’ü la yetecezza vs.” konular
ortaya çıksaydı, şüphesiz O da bunlarla ilgili fikir beyan edecekti.
Öte yandan, her hangi bir şeyi, sadece Hz. Peygamber’in hakkında bir
şey söylememesi yüzünden reddetmek, geçerli bir sebep değildir. Çünkü öyle
konular vardır ki bunlar, Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkmış ve ümmet
bunlara çözüm üretmiştir. Kur’an sayfalarının bir kitapta toplanması, adak,
vasiyet, kölelik vs. konular bunlardandır. Hem Kur’an Hz. Ebubekir zamanında
mushafta toplanmıştı hem de Malik, Sevrî, Şafiî, Ebu Hanife ve Ahmet b. Hanbel
82 Eş’ari, el-Đstihsan, s. 89. 83 Eş’ari, kelami konulara dayanak teşkil eden ayet ve hadisleri örnekleriyle sıralamıştır. Bkz.
a.g.e., s. 89-94. 84 Eş’ari, a.g.e., s. 94-95.
56
zikredilen meselelerde uzun uzun ictihadlarda bulunmuşlardır. Eğer sizin iddia
ettiğiniz gibi, bir meselenin ya da metodun sıhhati Hz. Peygamber’in hakkında söz
söylemiş olup olmamasına bağlı olsaydı, bütün bu sayılan alimler bidat ve dalalet
ehli olması gerekirdi. Ümmetin toplu olarak saygı duyduğu bu ilim ehli, sizin
dediğinizden münezzehtir.”85
Eş’arî’ye göre imanın sıhhatinin şartı bunu aklın delaletiyle bilmesidir;
insanın bunu diliyle ifade etmesi ve karşıtıyla tartışması veya şüpheleri savmaya
kadir olması şart değildir.86 Şüphe meydana geldiğinde akidesinde kuşkuya
düşmeyip, şüpheyi ortadan kaldıracak delillerin varlığına inanırsa mümindir.87
Ancak, Eş’arî ve takipçileri, nazarın vacipliğinin vahye bağlı olduğunu kabul
etmiş, onların şer’i delillerle kavrandığını ifade etmişlerdir. Böylece onlar bu
noktada Mutezile’den ayrılırlar. Mutezile, husn-kubh konusunda, aklı gerek
bilişsel gerekse normatif olarak yetkilendirirken,88 Eş’ariler, uhrevî sonuçlar
getirmesi anlamında aklî vucûbu kesinkes reddeder. Ebu Ya’lâ’nın ifadesiyle,
nazar ve istidlalin vacipliği bir şeyin iyilik ve kötülüğü, haram ve vacipliği
hükmünü verme kapasitesi olmadığından aklın hükmünün dışında şeriat iledir.89
Burada önemli bir nokta da onların, mutlak vacibin (Allah'ı bilmenin)
dayandığı nazarı, ‘güç yeten’ bir iş olmasına bağlamalarıdır. Çünkü aksi halde
imkansızın teklifi gerekir.90 Allah'ı bilmenin imkanı, onun zarurî değil ancak
düşünmeyle kazanılan nazarî bilgi olması itibariyledir.91 Çünkü düşünme
olmaksızın, yalnızca iç saiklerle marifetullâh elde edilemez.92 Böylece taklidi
savunanların, nazar ve istidlali insan üstü kabul etmiş olmaları da Eş’ariler
tarafından reddedilmiş görülmektedir.
Mutezileden usulü’d-din konusunda etkilenmiş görünen Şia da
marifetullah konusunda ve dinin esasları hakkında aklı öncelemiştir. Nazar ve
85 Eş’ari, el-Đstihsan, s. 95, 97. 86 Sabunî, el-Bidaye, s. 89. 87 en-Nesefî, Tabsira, c. I, s. 46, 53. 88 Mennai, Usulü'l-Akide, s. 73-76. 89 Ebu Ya’lâ, el-Mu’temed fî Usûli’d-Dîn, (tah. V. Z. Harrad), Beyrut 1974, s. 21. 90 Razî, el-Muhassal, s. 133. 91 Đbn Fûrek, Mücerred, s. 248. 92 Taftazanî, Şerhu’l-Makâsıd, c. II, s. 44-45, 47.
57
tefekkür, kesin bilgi anlamına gelir ve iman konuları ancak bu yolla idrak edilir.93
Zeydî Đmam Hadî b. Yahya b. Hüseyin (v. 298), “Allah, ancak sıhhatli bir akıl ve
temiz bir kalple bilinir” demiştir. Şia’ya göre peygamber olmasa dahi akıl kendi
başına iyi ve kötü olan anlayabilecek yapıdadır.94 Özellikle Şia’nın Zeydiyye kolu
Mutezile gibi aklı, şer’î delillerin ilk sırasına koymuş, nakli delillerin ancak aklın
süzgecinden geçtikten sonra geçerli olduklarını kabul etmiştir.95
Görüldüğü gibi, müslüman düşünürler, Haşviyye olarak
adlandırılabilecek tutum hariç, aklın ve akıl yürütmenin işlevselliğine
inanmaktadırlar. Hatta Maturidi ve Mutezilede, akıl yürütme faaliyeti naklin
tahakkümünden evvel gelir.96 Haşviyye’nin dışında, sufiler de akla olumsuz bir
anlam yüklemiş ve onu reddetmişlerdir. Ancak bunların haricinde, Đslam düşünce
tarihinde yaygın olan ve derin izler bırakmış tüm ekoller, akli delillere önem
vermişlerdir. Biz, bütün bu yaklaşımların aklın etkinliğini ve gücünü tespit etme
açısından son derece önemli olduğuna inanıyoruz. Çünkü, taklidin son derece
yaygın olduğu müslüman toplumlarda, din belli otoritelere hasredilmiş, özgür
yorumun ifadesi olan mutezili yaklaşım sapıklıkla itham edilmiş ve Đslam, sanki
dogmatik naslardan oluşmuş bir dinmiş gibi bir görüntü ortaya çıkmıştır. Böylece
Đslam toplumları, aklın ve yorumun yerine mezhep kültürünün egemen olduğu bir
coğrafya haline gelmiştir. Bunun olumsuz etkileri, ahlaki, siyasi ve kültürel
alanlarda kendisini göstermektedir. Halbuki Đslam literatüründe tefekkür
yüceltilmiş ve din, insanların bütün hayatlarını ilgilendiren dinamik bir olgu
olarak kabul edilmiştir. Düşünce geleneğimizdeki bu fonksiyonel din anlayışının,
son iki asırda çağdaş Batı felsefesi tarafından aklın dışına itilen konumundan
kurtulması için, aklın işlevselliğini artırmak ve özgür düşünceyi sağlamak
gerekmektedir. Klasik Đslam düşüncesindeki akılcı yaklaşımlar, taklidin terk edilip
akılcılığın sağlanması yönünde zengin bir mirasa sahip olduğumuzu göstermekte
ve bu konuda bizlere ümit vermektedir.
93 Hıfzî, Abdullatif b. Abdülkadir, Te’sirü’l-Mu’tezile fî’l-Havaric ve’ş-Şia, Cidde 2000, s. 420. 94 Şerefi, Ahmed b. Muhammed, Şerhü’l-Esasi’l-Kebir, (tah. Ahmed Ataullah Aref),
San’a/Yemen, 1991, c. I, s. 48. 95 Hıfzî, a.g.e., s. 422. 96 Altıntaş, Đşlevsel Akıl, s. 357-368.
58
Öte yandan çağdaş Batı felsefesinde imanı temellendirme tartışmaları
dikkate alındığında, akıl-iman ilişkisi konusunda farklı yaklaşımlar vardır. Bu
yaklaşımlardan rasyonalizm, fideizm ve eleştirel akılcılığı, hem taklidi ve tahkiki
imanın felsefede neye tekabül ettiğini görmek açısından, hem de son iki asırda
dinin akla aykırı olmadığını savunan ihyacı ve modernist müslüman ilim
adamlarının söylemlerinin çıkış noktası olması itibariyle incelemenin yararlı
olacağını düşünüyoruz.
2. Çağdaş Felsefede Đmanı Temellendirme Problemi
Đmanda aklın rolünün olup olmadığı dolayısıyla imanın akılla
temellendirilme sorunu çağdaş Batı felsefesinde detaylı tartışmalara konu olmuş
ve bu konuda çok çeşitli nazariyeler üretilmiştir.97 Bu tartışmalar, akıl-iman
ilişkisi göz önüne alındığında, Đslam Kelamında tahkiki iman nazariyesiyle
ilişkilendirilebilir yapıdadır.98
Đmanı temellendirme sorununda, aklın hangi konuma sahip olduğuna
ilişkin birbirine zıt iki yaklaşım söz konusudur: Birisi, daha objektif ve akılcı
tutumu ifade eden “temelcilik/delilcilik/rasyonalizm”, diğeri ise teslimiyetçi ve bir
bakıma daha faydacı olan “imancılık/fideizm” anlayıştır.99 Bir de her ikisinin
arasında bir yerde olan eleştirel akılcılık vardır ki, o da iman konularının tamamen
anlaşılamayacağını kabul etmekle birlikte, inanmanın rasyonel temelleri olması
gerektiğini öne süren yaklaşımdır. Esasen imanın makul veya doğrulanabilir olup
olmadığı sorusuyla gündeme gelen bu konu, derin bir geçmişe sahip, çok geniş bir
literatür ve bilgi zenginliği olan, felsefe tarihinde önemini yitirmeyen ve hatta
aydınlanma ile birlikte giderek artan bir ilgiyle ele alınan bir konudur.100
97 Bkz. Cevizci, Ahmet, Felsefe Ansiklopedisi, Đst., 2003, s. 200-206; Uslu, Felsefi Açıdan Đmanı
Temellendirme, s. 87-269. 98 Bkz. Yaran, “Eleştirel Akılcılık ve Tahkîkî Đmancılık”, s. 217-238; Düzgün, Allah, Tabiat ve
Tarih, s. 35-122; Yeşilyurt, Temel, “Đnanç Önermelerinin Bilişselliği”, (Yazarın Dini Bilginin
Đmkânı adlı eserinde), s. 127-147. 99 Cottingham, Akılcılık, s. 11; Peterson, Michael vd, Reason and Religious Belief, (Çev. Rahim
Acar, Akıl ve Đnanç), Đst. 2009, s. 52, 57. 100 Özcan, Hanifi, “Birbirine Zıt Đki Epistemolojik Yaklaşım: “Temelcilik” ve “Đmancılık”,
A.Ü.Đ.F.D., Ank. 1999, c. XL, “Necmi Öner Armağanı” Özel Sayısı, , s. 157.
59
2. 1. Rasyonel Yaklaşım
Rasyonalizm ya da başka bir ifadeyle akılcılık, düşünce tarihinde klasik
felsefeden modern felsefeye, Batı felsefesinden Doğu felsefesine, epistemolojik
akılcılıktan ahlaki akılcılığa, her seferinde farklı anlamlara gelmiş ve her dönem
ya da düşünürde yeni çağrışımlarla zenginleşmiş anlamlar ifade etmektedir.
Bununla birlikte felsefi akılcılığın en genel anlamı, hayata yön verilmesinde
yegane araç olarak aklın doğru ve gereği gibi işletilmesini gören, akla uygun
yaşanmasını biricik doğru yol gören yaşama felsefesini ifade eder.101 Akılcılığın
çeşitli formlarının görüldüğü felsefe dünyasında, biz genel anlamda akıl-iman
ilişkisine dair çağdaş felsefi yaklaşımlara eğilmek istiyoruz.
“Ratio” (reason=logos), etimolojik olarak, insanın akletme, mantıksal
çıkarımlarda bulunma, deliller toplama ve sonuçlara gitme gücüne vs. işaret
etmektedir. “Rasyonalite”, Đngilizcede “rationality” kavramıyla ifade edilen bir
terim olup; normatif olan ve aklın insanı diğer canlılardan ayıran bir yeti olduğunu
dile getirdiği için, betimleyici bir kategori olarak, insanın sağlam ve geçerli akıl
yürütme ya da kanıtlamaları, iyi temellendirilmiş, apaçık inançları kabul etmesi
anlamına gelir.102 Buna göre çelişik değil de tutarlı olan ve deneyimle uyuşan
inançlar aklî veya rasyonel inançlardır. Yanlış, çelişik ve tutarsız olduğu bilinen
inançları benimsemek akıldışı ve irrasyonel bir davranıştır. “Rasyonel” olan
demek, akla ve düşünce esaslarına uygun, aklın faal olduğu, anlaşılabilir olan ve
belli bir düzen ve sistematik bir yapıda olan demektir. Bu, delillerin test edilebilir
ve herkesçe anlaşılır olması anlamına da gelir. Dini anlamda, Tanrı inancını akli
çıkarımlara dayandıran tutum “rasyonel/temelci” olarak adlandırılmıştır.103
Richard Swinburne’a göre, “ana hatlarıyla, eğer bir inanca sahip olmakla kişi
101 Cevizci, Felsefe Ansiklopedisi, c. I, s. 199. 102 Maunter, Thomas, A Dictionary of Philosophy, “rationalism” mad., Blackwell Publisher,
Cambridge 1998, s. 356-357. 103 Cevizci, Felsefe Sözlüğü, s. 871-872; Cottingham, Akılcılık, s. 10-11; Yaran, Tanrı Đnancının
Akliliği, s. 35; Bolay, Süleyman, Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Ank. 1999, s. 8-12;
Özcan, “Temelcilik ve Đmancılık”, s. 159-162.
60
epistemolojik nedenlerden dolayı haklı görülüyorsa o kişinin inancı
rasyoneldir.”104
Genelde felsefe tarihine özelde Đslam kelamına baktığımızda, Allah’ın
varlığına dair çok farklı delillerin öne sürüldüğünü ve bundan hareketle imanı
rasyonelleştirme gayretlerinin olduğunu görürüz. Özellikle Đslam Felsefesi ve
Đslam Kelamı disiplinlerinde bunu açıkça görmek mümkündür. Ontolojik Delil,
Kozmolojik Delil, Nizam ve Gaye Delili, Dini Tecrübe Delili ve Ahlak Delili
Tanrının Varlığını ispatlamak için ortaya konmuş delillerdir.105 Din Felsefesinde
ise rasyonalizmin çeşitli formları tartışılmıştır. Bunların içerisinde dini bilgiyi katı
akılcı yaklaşımıyla “gayri makul”ler alanına iten katı akılcılığa karşı, Đslam
düşünürlerinin savunduğu “tahkiki imancılık” ya da çağdaş felsefedeki
karşılığıyla “eleştirel akılcılık” üzerinde duracağız.
Katı akılcılık, bir dini inanç sisteminin akla uygun bir şekilde ve
hakkıyla kabul edilmesi için, o inanç sisteminin doğru olduğunu, her makul kişiye
inandırıcı gelecek şekilde kanıtlamanın mümkün olması gerektiğini savunur.106
Katı akılcılığın ana fikri Đngiliz Matematikçisi W. K. Clifford tarafından ortaya
konmuştur. O, inanç ile ahlak arasındaki ilişkiyi imanın kognitif olup olmamasına
bağlar. Clifford’a göre inançlar, sadece ona inanan kişileri değil, aynı zamanda
toplumu da ilgilendiren ve ahlaki sonuçları olan eylemler gibi görülmelidirler. Bu
sebeple bir takım inançların benimsenip benimsenmemesi, ahlakı da ilgilendiren
bir konudur. Bir inancı benimsemenin ahlakî olup olmadığı onun tahkiki oluşuyla
ilgilidir. Onun “bir şeye yetersiz delile dayanarak inanmak, herkes için, her
zaman ve her yerde yanlıştır” şeklindeki sözü meşhurdur.107 Böylece imanın
rasyonel olabileceğini hatta olması gerektiğini savunan Clifford, yetersiz delile
104 Swinburne, varlık, tabiat ve insan bağlamında imanın rasyonel kanıtlarla savunulabileceğini
ifade etmektedir. Bkz. “The Arguments from Design” (Edit by. Louis P. Pojman, Philosophy of
Religion: An Anthology), Canada 2003, s. 59-68. 105 Bkz. Topaloğlu, Bekir, Đslam Kelamcılarına ve Filozoflara Göre Allah’ın Varlığı. Ank. 1992;
Aydın, Din Felsefesi, s. 19-115. 106 Peterson, Akıl ve Đnanç, s. 52. 107 Clifford, William K., “The Ethics of Belief”, (Edit by. Louis P. Pojman, Philosophy of
Religion: An Anthology), Canada 2003, s. 363.
61
dayanarak bir inancı kabul etmeyi rasyonellik değil, tam tersine anormallik, gayri
ahlakilik ve hatta kabalık olarak görmektedir. 108
Eğer herhangi bir şeyi bütün yönleriyle bilir ve ona o şekilde inanırsak,
bu iman her türlü şüphe ve korkuyu ortadan kaldırır. Kabul edilen inanç, dürüst
bir araştırmanın sonucunda elde edildiğinde, güçlülük duygusu en yüksektedir ve
duyulan haz da hazların en büyüğüdür. Zira bu durumda aniden biz, onun ortak bir
değer olduğu ve bizim kadar diğer insanlar için de içinde fayda ve iyilik
barındırdığı duygusuna sahip olur, ardından da memnun oluruz. Bunun sebebi,
daha güvende ve daha güçlü olmamızı sağlayan gizli şeyleri sadece kendimizin
öğrenmiş olması değildir; bilakis hepimizin dünya üzerinde daha fazla hâkimiyet
sağlayacak olması ve yine hepimizin, kendimiz için değil, insanlık adına ve
insanlığın gelişimi adına daha güçlü hale gelecek olmasıdır. Fakat eğer inanç,
yetersiz delillere dayanılarak kabul edilmişse, elde edilen haz çalıntıdır. Böyle bir
tutumun ahlak dışı olması, sadece, gerçekten sahip olmadığımız bir güçlülük
hissini bize vererek bizi aldatmasından dolayı değil, aynı zamanda bizim insanlığa
yönelik görevimize karşı da bir hırsızlık olmasındandır. Söz konusu görev, bu tür
inançlardan kendimizi korumaktır. Bu, önce çabucak bizim vücudumuzda
kontrolü ele geçirip sonra geri kalan tüm şehir halkını etkisi altına bir salgın
hastalıktan kendimizi korumamızın gerekli olmasına benzer. Tatlı bir meyve
uğruna, bile bile kendi ailesi ve komşularına veba mikrobu bulaştırma riskine
giren biri hakkında ne düşünmelidir?109
Đmanın rasyonel temele dayanmamasının sadece kişisel değil toplumsal
sonuçları da vardır. Clifford, buna vurgu yaptığı ifadesinde şu sözlerle dillendirir:
“Yetersiz delillerle bir şeye inanma konusunda kendime izin verirsem, salt bu
inanç ile büyük bir zarar oluşmayabilir; hatta o inanç, sonuçta doğru da çıkabilir
ya da ben onu haricî eylemlerle sergileyecek imkânı hiç bulamayabilirim. Fakat
insanlığa karşı büyük bir hata yapmış olmaktan kendimi kurtaramam. O hata da
kendimi safdil -kolay aldatılır- haline getirmemdir. Tehlike, sadece toplumun
yanlış inançlara sahip olması değildir -ki aslında bu yeterince büyük bir
tehlikedir-, toplumun safdil hale gelmesi, duyduklarını test etme ve onları tahkik
108 Clifford, “The Ethics of Belief”, s. 363. 109 Clifford, a.g.m., s. 364.
62
etme yeteneğini yitirmesidir. Zira böyle olursa, toplum, ilkel vahşet dönemine geri
döner.” 110
Clifford’a göre, eğer bir kişi, çocukluğunda ya da hayatının daha
sonraki bir döneminde kazandığı bir inanca, onunla ilgili aklına gelen tüm
şüpheleri bastırarak bağlılığını sürdürüyorsa, inancını tartışmaya açan ve onu
tartışan kitaplardan ve insan topluluklarından bilinçli bir şekilde uzak duruyor ve
inancını rahatsız eden soruları dinsizlik olarak addediyorsa, o kişinin hayatı
insanlığa karşı işlenmiş büyük bir günahtır.111
Đnancını araştırmak ve sorgulamak için ter dökmekten sakınan bir
kimsenin, “ben meşgul bir insanım; benim belli bir soruyla ilgili ne yeterli
düzeyde bir yargıya ulaşmak ne de o konuda ileri sürülen kanıtların yapısını
anlayabilmek için gerekli olan uzun çalışmayı yapmaya zamanım var” diyecek
olursa, onun inanmak için de zamanı olmamalıdır.112 Đmanın rasyonelliği
konusunda katı bir yaklaşıma sahip olan Clifford, hiçbir inanç sisteminin rasyonel
kriterlere uygun olmadığını düşündüğü için, her makul kişinin inançsız olması
gerektiğini iddia etmektedir.
Esasen felsefede imanla akıl arasında bir ilişkinin kurulması ve imanın
rasyonel temele dayandırılması pek arzu edilmemişse de113 bu birçok filozofu
rahatsız etmiştir. Nitekim katı akılcı olmalarına rağmen, dinin rasyonel delillerle
savunabileceğini düşünen filozoflar vardır. Mesela Thomas Aquınas (1224-1274),
Rene Descartes (1596-1650), John Locke (1632-1704) ve Swinburne (1934- ) gibi
Hıristiyan teistler, inançlarını rasyonel delillerle savunmaya çalışmışlardır.114
Onlar inanmanın, -en azından büyük bir iddiayla olmasa da- bilinçli bir fikri
faaliyet olduğunu savunmuş;115 imanın özü itibariyle tutarlı olduğunu, akılla
arasında bir uyumsuzluğun olmadığını, bilimsel bilgiye ters düşmediğini ve bazı
110 Clifford, “The Ethics of Belief”, aynı yer. 111 Clifford, a.g.m., s. 366. 112 Clifford, a.g.m., s. 367. 113 Bkz. Kolakowski, Leszek, “Din Felsefesi Üzerine” (Haz. Ve Çev. Zeki Özcan, “Din Felsefesi
Yazıları” içerisinde), Đst. 2001, s. 185-233. 114 Peterson, Akıl ve Đnanç, s. 54. 115 Bkz. Ülken, Hilmi Ziya, Felsefeye Giriş II, Ank. 1974, s. 233 vd.
63
inançların felsefi akıl yürütmeyle de elde edilebileceğini ortaya koymaya
çalışmışlardır.116
Örneğin Swinburne, imanın rasyonel temellere dayanması gerektiğine
dair şu ifadelere yer verir: “Bir insanın herhangi bir dinin dünya ve ahiret
mutluluğunu sağlayıp sağlamaması başkalarının da mutluluğu için gereklidir. Bu
yüzden buna kafa yormaya ve zaman harcamaya değer. Özelikle anne-babalar,
öğretmenler, manevi konularda görevli ehliyetli kişiler, sorumluluklarının
bilincinde olarak doğru inanç için duyarlı olmak zorundalar. Çünkü bir takım
doğru inançlar olmaksızın, bırakınız Cennete, Londra’ya bile varamazlar.”117
A. N. Whitehead (1861-1947), akılcılığı bir başka yönüyle ele alarak,
rasyonellikle bireyselleşme arasında doğru bir orantı olduğuna dikkat
çekmektedir. Öncelikle akli bir dinde hayatın bütünlüğe ve düzene kavuşacağını
belirten Whitehead, bu şartlarda dinin kolektif özellikten bireyselliğe doğru geçiş
yaptığını ifade eder: “Birey, dini hücre olarak grubun yerine geçti. Bireysel dua
ile karşılaştırıldığında, kabilenin dansları önemini kaybetti. Bu nedenle
günümüzde bakışlarını göklere çeviren Fransa değildir; fakat şu veya bu
Fransızdır. Nirvanaya ulaşan Çin değildir; şu veya bu Çinlidir.”118 Ayrıca o,
dinde aklileşme süreci güçlendikçe, en yaygın dinler olan Hıristiyanlık ve
Budizm’in çökmeye başladığını da belirtmektedir.119 Aslında bu Kant’ın iman
sürecinde aklın yeri olmadığına ilişkin tezini de desteklemektedir. Çünkü
Whitehead, aklın egemen olmasıyla Hıristiyan öğretinin zayıfladığını öngörürken,
Hıristiyanlığın ortaya koyduğu iman esaslarının akla yatkın olmadığını ima
etmektedir.
Öte yandan, aydınlanmanın öne çıkardığı akıl, cahillik, hurafe ve
önyargılara karşı öne sürülmüş bir olgudur. Öyle ki artık bu dönemden sonra aklın
objektif kriterlerinin dışında başka bir gerçeklik yoktur. Bu dönemden önceki
insan hikâyesi, olgunluk çağına doğru yol almakta olan bir çocuğun fantezileri,
116 Özcan, “Temelcilik ve Đmancılık”, s. 173. 117 Yaran, Tanrı Đnancının Akliliği, s. 57. 118 Whiteahead, A. N., “Dinin Oluşumu” (çev. Zeki Özcan, Din Felsefesi Yazıları içerisinde), Đst.
2001, s. 150-151. 119 Whiteahead, a.g.m., s. 155.
64
hayalleri, cahilliği vs. ile karakterize olmuştur. Aydınlanma bu unsurlara karşı
mücadelenin kazanılması demekti. Artık akıl yüceltilmiş ve ondan başka bir
hakikat olmadığı iddia edilmişti. Esasen aklın, düşünme sürecine hakim olan,
cahilliği, hurafeleri ve önyargıları ortadan kaldırmaya çalışan yapısıyla dinin bir
sorunu yoktur. O halde rasyonalitenin din ile uyuşan bu veçhesinin yeni bir tanımı
olsa gerektir. Bu tanımı ve içeriği, geleneksel ve modern düşüncede ortaya konan
insan ve evren tasarımı karşılaştırması içinde keşfetmek mümkündür.120
Aydınlanmacı aklın sonucu olarak birçok Batılı, rasyonellik
düşüncesini kutsal sayılanla kutsal sayılmayan, iman ile bilgi, olan ile olması
gerekeni din ile siyaset, din ile ticaret hatta din ile ahlak arasına çizilen kalın bir
çizgilerde görmektedir.121 Salt aklı yücelten pozitivist rasyonellik, dini inancı -akli
eleştirilere karşı koyamadığı için- irrasyonelliğe mahkum etmektedir. Đmanı
“gayrı makul” olarak kabul eden tutuma “özür dileyici/apologist” denmektedir.122
Böylesine bir şekilde gelişen iman, büyük ölçüde aktif ve dinamik karakterini dışa
vurmaktan çok, savunmacı bir görünüm sergilemiştir. Bu tarz iman anlayışı
Russel’in (1872-1970) sözünü ettiği ve akıl dışı bularak reddettiği Hıristiyan
dininin içinde bulunduğu durumu ifade etmektedir.123 Dini inancın bu çizgisi,
onun gerçek karakterini ortaya koymasını engellemiş ve bunun karşısında pek çok
düşünür Aşkın uluhiyet anlayışından, peygamberlik, mucize ve ahirete imana
kadar uzanan dini inançlar alanını gayr-i makuller alanına koyarak
reddetmişlerdir.124
Görülen o ki, katı akılcılık ister din karşıtlığı isterse din adına
savunulsun, dini inanç sistemlerinin değerlendirmesinde ne mümkün, ne gerekli
ne de arzu edilir bir anlayıştır. Öncelikle bir dini inancı, objektif ve nesnel
delillerle herkesi ikna edecek bir şekilde ispatlamak hiçbir dini öğreti için
mümkün değildir. Neredeyse bütün dinlerin ittifakla benimsedikleri Tanrı ve
ölümsüzlük inançları bile, herkese tarafından kesinkes kabul edilmemişlerdir. 120 Düzgün, Allah, Tabiat ve Tarih, s. 39-40. 121 Aydın, Mehmet S., “Đslami Rasyonellik Üzerine Bazı Düşünceler”, II. Uluslararası Đslam
Düşüncesi Konferansı, Đst., 1997, s. 109. 122 Yeşilyurt, “Đmanın Rasyonel Temelleri”, s. 16. 123 Russal, Bertnard, Neden Hıristiyan Değilim, (çev. Ender Gürol), Đst., 1996, s. 7. 124 Aydın, a.g.m., aynı yer.
65
Ancak katı akılcılığın gerçekleşmesi mümkün olmayan bu kriterleri gerekli de
değildir. Bir inanca sahip olmak için herkesin onu kabul etmiş olmasını beklemek
anlamsızdır. Zaten dindar insan, iman etmekle, “nesnel” olanın ötesine geçtiğine,
risk taşıdığına ve bu özelliğiyle diğer insanlardan farklı/üstün olduğuna inanır.125
Katı akılcılığa karşı yöneltilen bir diğer eleştiri de yine dini bilginin
imkanı açısındandır. Eğer dini öğretiler, herkesçe nesnel bir biçimde bilinseydi
dine gerek kalmazdı. Bu durumda iman başta olmak üzere, vahiy, ahlaki
sorumluluk, ceza ve mükafat gibi dinin temel öğeleri anlamlarını yitirirlerdi.126
Ayrıca sadece dini öğretiler değil, felsefi ve bilimsel tezler dahi
iddialarına karşı yöneltilen eleştirilerin tümünü ikna edici bir biçimde
cevaplayamazlar. Bilimsel iddiaların tamamı eğer nesnel gerçekliğe sahip
olsalardı bugün tüm insanların aynı dünya görüşüne sahip olması gerekirdi.
Halbuki durum böyle değildir. Bu yüzden dini inançların önerilerini nesnel
biçimde ispatlaması beklenmemelidir.127
Öte yandan katı rasyonalizmin aklı kutsallaştıran formuna karşılık, din
felsefesinde William P. Alston (1921- ), Alvin Plantinga (1932- ) ve Nicolas
Wolterstorff (1932- ) Tanrının varlığı ya da yokluğu konusuna deliller açısından
bakılabileceğini, hatta bakılması gerektiğini savunmuşlardır. Felsefedeki bu
yaklaşıma “evidansiyalizm” (delilcilik ya da temelcilik) denmektedir.128
Evidansiyalizme göre Tanrının varlığı konusuna deliller ve kanıtların ışığında
bakmak gerekir. Buna göre, Tanrının varlığıyla ilgili karşılıklı deliller ortaya
konulur ve tartılır. Sonuçta ya Tanrının varlığının lehindeki ve aleyhindeki
delillerin gücüne göre Tanrıya inanmak, ya da Tanrıya inanmayı reddetmek, ya da
bu konuda yargıda bulunmayı reddetmek rasyonel ve makul olmuş olur.129
Mesela teizmin rasyonelliğini savunan Alvin Plantinga’ya göre, evrenin
düzeni, Allah’ın varlığına işaret etmektedir. Çünkü insan fıtratı etrafındaki
dünyada Onun fiillerini ve eserlerini görecek bir yapıya sahiptir. Plantinga şöyle
125 Peterson, Akıl ve Đnanç, s. 54. 126 Yaran, “Eleştirel Akılcılık ve Tahkiki Đmancılık”, s. 219. 127 Peterson, a.g.e., s. 54 128 Peterson, a.g.e., s. 147. 129 Peterson, a.g.e., s. 147-148; Yaran, a.g.m., s. 16.
66
demektedir: “Sözgelimi bir çiçeği seyre daldığımızda, semaya baktığımızda ya da
evrenin çok geniş menzilleri hakkında düşündüğümüzde “bu çiçek Tanrı
tarafından yaratılmıştır veya bu muazzam ve anlaşılması güç evren Tanrı
tarafından yaratılmıştır” türünden önermelere inanmak için içimizde bir eğilim
vardır. Diğer taraftan, adi, yanlış ve kötü olduğunu bildiğim bir şey yaptığım
takdirde, kendimi Tanrı’nın nazarında suçlu hissediyor ve yaptığım şeyi Tanrı’nın
tasvip etmediği inancını oluşturabiliyorum. Günahlarımı itiraf ettiğim ve tövbe
ettiğim taktirde yaptığım şeyden dolayı Tanrı beni affeder inancını oluşturarak,
kendimi affedilmiş hissedebiliyorum.” O halde kötü davranışlar karşısında
suçluluk hissi, nimetler karşısında minnettarlık, tehlike anında yardım dileme,
kendini Tanrının huzurunda hissetme ve kainatın çeşitli kısımlarının algılanışında
Tanrı’yı görme gibi birçok durum Tanrı’ya inanmayı gerektirmektedir. Bu tür
tecrübeler yaşayan insan için Tanrı inancı, çıkarımsal kanıtlar gerektirmeyen,
doğuştan gelen bir kaynağı olan, fıtri ve tecrübi bir inanç, başka bir ifadeyle
tamamen rasyonel/makul bir inançtır.130
Temelciliğin öngördüğü şartlanma gibi olmasa da, Đslam düşüncesinde
de dinin rasyonel gerekçelerle ispatlanabileceği kabul edilmiştir. Bu bağlamda,
Mutezile başta olmak üzere hemen bütün Kelam ekolleri akla dayalı
yöntemleriyle dini önermeleri kanıtlamaya çalışmışlardır. Esasen bu yaklaşım
kaynağını Kur’an’dan almaktadır. Bir sonraki bölümde ayrıntısıyla ele alacağımız
gibi, Kur’an, “akletme”, “fikretme”, “fıkhetme” vb. rasyonellikle doğrudan
doğruya ilgili olan fiilleri sık sık kullanmış ve kendine özgü belirleyici vasıfları
olan bir rasyonelliğe yer açmıştır. Şu da var ki Kur’an aklın öz olarak kendisine
değil, kalpten gelen duygularla beslenmiş bir biçimde kullanılmasına değer
vermiştir. Tefekkür ve tezekkürü emreden Kur’an, bağlantıları insan fıtratına
uygun tarzda kurulmamış fikri çabayı ise “akletmezlik” olarak
değerlendirmiştir.131 Örneğin Kur’an’ın mesajını reddeden hatta onu yok etmek
isteyen Ebu Cehil de “akıllı” idi. Ama onun aklı, Kur’an’ın istediği tarzda
bağlantıları Kur’an, nefsinde, dış dünyada ve tarihte olup bitenleri gören, anlayan
ve çıkarımlar yapan bir akıl değil; nefsin maddi ihtiyaçlarını ve arzularını tatmin
130 Peterson, Akıl ve Đnanç, s. 157-159. 131 Altıntaş, “Kelami Epistemolojide Aklın Değeri”, s. 98.
67
etmekle sınırlanan ve o sınır içinde hesap yaparak hâkimiyet kurmaya çalışan bir
akıldı. O, bilgide ulaştığı basamağı son basamak sayıyor;132 hakikate ulaşamadığı
için de sürekli “farklı görüşler içine düşüp”133 bir tarafa çekiliyordu. Düşünüyor,
ölçüp biçiyor”134 ama yanlış sonuçlara ulaşıyor ve böylece sadece epistemik bir
hataya düşmüyor, hem kendisine hem de ilgili varlıklara zulmederek ahlaki suç
işliyordu.135
Đnanma, “akıl yoluyla kanıtlanabilir olmayan bir iddia karşısında belli
bir duruşu” ihtiva eder. Bu anlamda iman ile bilginin aynı şeyler olmadığını ifade
etmiştik. Ancak bu, imanın bilgiden yoksun bir tutum olduğu anlamına da
gelmez. Çünkü biz onun mantıki olarak temellendirilebileceğine inanıyoruz.136
Mehmet S. Aydın din ile rasyonelliğin bağdaştırılabileceğini şu sözleriyle ifade
etmektedir: “Dine rasyonel açıdan bakmak, akıl gücümüzün imkânlarını
kullanmak suretiyle dinin ana iddialarının temellendirilmesi çabasında
gidebileceğimiz yere kadar gitmek, şeklinde anlaşılabilir. Bu çerçevede, dini
savunmak ve dinin esaslarını akli dayanaklarla kabul etmek mümkündür. Buna
karşı olan mantıkçı ve tecrübeci pozitivizmin etkisini kısa sürede yitirmesi bunu
desteklemektedir. Diğer taraftan, Đslam dini, aklî bir zemine oturduğunu,
hükümlerinin mâkul olduğunu bizzat kendisi öne sürmektedir. Hiç kimsenin,
örneğin şu yanlışlığı işlemesi hoş görülmez: “Ben akıl gücüme güvenerek
inancımın doğruluğunu ortaya koymak için bir takım deliller öne sürerim. Eğer
bu deliller görüşümü desteklerse, akla güvenirim; aksi takdirde aklın inanç
alanında bir rolü olmadığını söyler ve işin içinden çıkarım.” Esasen bu tavır
oyunda hile yapan bir insanın şu tavrından farksız olur: “Yazı gelirse ben
kazanırım, tura gelirse sen kaybedersin.” Bununla birlikte bir şeyin akılla
ispatlanamaması onun batıl olduğu anlamına gelmez. Hele ona inanılamayacağı
132 “Đşte onların erişebilecekleri bilgi sınırı budur”, Necm, 53/30. 133 “Siz çeşitli görüşler(i iddia ediyorsunuz)”, Zariyat, 51/8. 134 “Zira o ölçüp biçti. Kahrolası ne biçim ölçüp biçti! Hay kahrolası nasıl da ölçüp biçti! Sonra
baktı, suratını asıp kaşlarını çattı. Derken şişindi ve imana gelmeyi kibrine yediremeyip “bu
Kur’an” dedi; olsa olsa önceki büyücülerden nakledilen sihirli bir sözdür. Dahası sadece bir
insan sözüdür.” Müddessir, 74/18-25. 135 Aydın, “Đslami Rasyonellik”, s. 111-112. 136 Aydın, Din Felsefesi, s. 20; Özcan, Epistemolojik Açıdan Đman, s. 29
68
anlamına hiç gelmez. Zira bir şeye inanabilmemiz için başka kaynaklardan da
bilgiler gelmektedir.” 137
Bir düşüncenin rasyonelliğini göstermek, ya o düşüncenin mantıki bir
düzen içerisinde dile getirildiğini yahut doğruluğun, en azından muhtemel tecrübî
bir genellemeye dayandığını, bazen de –özellikle açıklanması çok zor olan
meseleler söz konusu olduğunda- onda bir hikmetin olduğunu ortaya koymak
demektir. Zihnimizde yer alan kavramların, ya da düşünce objelerinin mantıki bir
sıralama içinde olması gerekir. Đnsan zihni böyle bir sıralamaya daima ihtiyaç
duyar. Bunu karşılamak için de metodolojik bir takım tedbirlere başvururuz ki bu,
mantıkî düzenin önemli bir kısmını oluşturur. Fakat mantık kurallarını, sadece
birtakım çıkarımların elde edilmesine yarayan vasıtalar olarak görmek doğru
olmaz. Onlar bir bakıma, objektif düzendeki soyut ve sabit münasebetlerin
tasvirleri olarak da görülmelidir. Başka bir deyişle rasyonelliğin bir de ontolojik
veçhesi vardır.138 Bundan hareketle, bir inancın rasyonel olup olmadığı, onun
doğru olup olmadığıyla ilgili değil, nasıl elde edildiği ve neye dayandığıyla
ilgilidir.139 Buna göre, taklide dayalı, şüphelerin bastırılarak geri plana itildiği ve
sağlam temellere dayanmayan imanın, her şeyden önce rasyonel olmadığı
görülmektedir.
Tecrübe dünyasında bir düşüncenin veya tutumun mâkul olması, onun
mevcut ilmi veri ve sonuçların ışığında anlam ifade etmesine bağlıdır. “Anlam
ifade etme” sözünü biraz daha açacak olursak; endüktif bir muhakemede
muhtemel bir sonuç pekala mâkul sayılabilir. Ama doğru olduğuna inandığımız
her şeyi, kesinkes kanıtlanmış sonuçlara dayandırma imkânımız her zaman –hatta
çok kere- mümkün olmayabilir. Ne var ki, rasyonellik, doğrulanabilmeye bağlı
olacağı gibi, yanlışlaşmamış olmaya da bağlanabilir. Eğer bir fikrin mantıkî
düzene ters düştüğü yahut ilmi verilerle açıkça yanlışlandığı gösterilemiyorsa, o
fikre pekâlâ inanabiliriz. Mesela, dindar bir insan, bazı tutumlarını yahut dinen
yasaklanan bir şeyin gerekçelerini tatmin edici bir biçimde ortaya koyamayabilir.
Böyle bir durumda onun “bu yasakta benim bilmediğim hikmetler vardır”
137 Aydın, Din Felsefesi, s. 3, 11. 138 Aydın, a.g.e., s. 25. 139 Clifford, “The Ethics of Belief” s. 364.
69
demesini akıl-dışı saymamak gerekir. Fakat bu bazen gerçeklere göz kapayışın,
başka bir ifadeyle irrasyonel bir tutumu benimseyişin ifadesi de olabilir.140
Esasen dini iman, tam anlamıyla da doğrulanamasa da, olağan test
prosedürleriyle yanlışlandığı da ileri sürülemez. Rasyonelliğin sadece
doğrulanabilir olmaya değil, yanlışlanmamış olmaya da bağlı olduğunu dikkate
alırsak,141 bu, imanın bir açıdan rasyonelliğinin göstergesi olmaktadır. Ayrıca
herkesin Tanrı’ya aklî bir kabullenişle inanıp bu inancını büyük bir azimle
sürdürdüğü bir ortamda ispatlanması gereken, inancın rasyonel oluşu değil, aksine
inanmamanın irrasyonel olduğudur.142
O halde imanın rasyonelliği tezi neyi kastetmektedir? Dini bilginin ya
da imanın rasyonelliği savunulduğunda bununla kastedilmek istenen ve
amaçlanan şunlardır: 143
Birincisi; ilk önce rasyonel olan şey, ispat edebileceğimiz alanla sınırlı
değildir. Öldükten sonraki yaşamı ispat etmek mümkün değildir, ama
doğruluğuna inanmamız için birçok makul sebebimiz sebep vardır.
Đkincisi; rasyonellik (doğal) bilimlerin imtiyazında değildir. Sadece akıl
yürüten varlıklar olsaydık bile (ki öyle değildir) rasyonelliğimiz sadece bilimle
tüketilmezdi. Akıl her şeyi kuşatabilecek bir niteliğe sahiptir. Bu yüzden onu
sadece bilimsel alanla sınırlamak gibi bir indirgemecilik, hem aklı hem de aklın
bağlı olduğu algılayıp yorumladığı (iç ya da dış) gerçeklik alanını dumura uğratır.
Üçüncü olarak rasyonellik içerikle değil, metotla ilgili bir durumdur.
Bilimsel olanlar da dahil, inançlarımız bize söylediklerinin içerikleri sebebiyle
değil, söylenme tarzları sebebiyle böyledirler ve ideal olarak bu inançlar şu ana
kadar söylenenlerin en garantiye alınmışları olarak görünmektedirler.
Dördüncüsü, “rasyonel inanç” kavramı iki anlama gelebilir. Ya inancın
doğrulanabilir olduğu ya da inanan kimsenin inancını kabullenme tarzının
rasyonel olduğu ima edilebilir. Bu durumda rasyonellik kavramı, imanın
konusuyla ilgili bir şey olmaktan çıkıp, insanın inanma sebebi ve metoduyla ilgili
140 Aydın, Din Felsefesi, s. 26. 141 Aydın, a.g.e., s. 26. 142 Yeşilyurt, “Đmanın Rasyonel Temelleri”, s. 16. 143 Düzgün, Allah, Tabiat ve Tarih, s. 42.
70
bir kavram haline gelir. Mesela bir insan, Tanrı’nın var olduğunu gösteremese de,
O’na inanmanın makul olduğu düşüncesini taşıyabilir. Bu durumda rasyonellik,
inancın bir özelliği olmaktan çok inananın bir özelliği olur.
Beşincisi, inanmanın rasyonel olması, onun sadece zihinde olup biten
bir olay olduğu anlamına gelmemelidir. Rasyonellik, bizim dışımızda objektif bir
gerçekliğin izdüşümüdür. Bu sebeple, dış dünyadan bağımsız sübjektif bir
rasyonellikten bahsetmek mümkün değildir. Buna göre, Allah’a inanmanın
rasyonelliğinden bahsetmek, dış dünyada varlığının delillerinin gözler önüne seren
bir varlıktan bahsetmek anlamına gelir.144
Diğer taraftan, inancın duygu yönünün olduğu vakıadır. Ancak bu,
imanın kognitif yanının olmadığı anlamına gelmez. Belli bir uluhiyet anlayışına
sahip olmak, aynı zamanda tabiat, insan ve tarih hakkında da belli fikirlere sahip
olmak anlamına gelir. Başka bir deyişle, çevremizdeki dünya hakkındaki
fikirlerimiz, bilgilerimiz ve tecrübelerimiz ile Allah’ın varlığına olan inancımız
arasında münasebet vardır. Allah’ın varlığıyla ilgili klasik deliller, işte bu ilişkiyi
kelimelerle ifade etmeye çalışmaktadır. Bu deliller, bize Allah’ın varlığı
konusunda empirik bir sonuç veya mantıki bir çıkarım getirmezler. Dolayısıyla bu
çalışmaların insanları kaçınılmaz olarak imana sürüklemediği bir gerçektir. Fakat
bu çaba, insanın Allah’ın varlığına olan inancını kanıtlamak için, içindeki (enfüs)
ve dıştaki (âfâk) her çeşit veriyi değerlendirmek için nasıl bir gayret içerisinde
olduğunu göstermesi açısından son derece önemlidir. Eğer rasyonelliği sadece
bilim ve mantık alanıyla sınırlarsak, dinin akılla olan münasebetini ve bu
konudaki tüm çabaları boşa çıkarmış oluruz.145 Dolayısıyla bilgi, konu itibariyle
imandan ayrılsa da işlevsel açıdan onunla buluşur. ‘Külliyet intizama delildir’ ve
genel kanunlardan (kavâid-i külliye) ibaret olan bilim, Yaratıcının sanatını
açıklar.146
O halde, iman söz konusu olduğunda rasyonel delil arama çabaları
karşılıksız değildir. Hatta imanın rasyonel temele dayanması, hem onun tutarlılığı
144 Düzgün, Allah, Tabiat ve Tarih, s. 43-44. 145 Aydın, Mehmet, “Allah’ın Varlığına Đnanmanın Akliliği”, Đslam Araştırmaları Der., 1986, sayı:
2, s. 16. 146 Nursî, B. Said, Muhâkemât, Đst. 1990, 34-35.
71
hem de ahlakiliği açısından önemlidir. Buna ek olarak şüpheden arınmamış bir
inanç, korkuların bastırıldığı bir inançtır. Bu yüzden imanını akli delillerle test
etmekten kaçınan ve sadece hayatının bir anında bir şekilde edinmiş olduğu imana
sarılan insan, inancından çalıntı hazlar alıyor ve kendisini risk altında hissediyor
demektir. Bu bağlamda imanda tahkik, onu aklileştirilmesi çabasının yanı sıra
duygusal yaşantının da dışa vurumu ve toplumda kendisini kabul ettirmiş batıl
inançlardan arınma gayretidir.
2. 2. Fideist Yaklaşım
Đmancılık ya da diğer bir deyişle fideizm “dini inanç sistemlerinin
rasyonel değerlendirmeye tabi olmaması” demektir. Aslında imanın akla ve delile
ihtiyacı olmadığı gibi, her tür delil ve ispat da iman için zararlıdır.147 Çünkü bu
konuda delil ve ispatın sonu yoktur. Halbuki samimi bir mümin bizzat inanç
siteminin kendisine inanır. Zaten iman, sadece bir tasdik değil, Tanrı’ya güven ve
teslimiyettir.148 Örneğin, “Tanrı’nın varlığına ve onun bizi sevdiğine iman ettik”
demek, bunu herhangi bir kanıta veya akıl yürütmeye dayanmadan kabul ettik ve
biz Tanrının bizi sevdiğini ispatlamaya veya çürütmeye çalışan hiçbir şeyimiz
olsun istemiyoruz” demektir.149 Fideist tutum, dini bilgide aklın rolünü kısıtladığı
hatta hiç kabul etmediği için rasyonalizmin zıttıdır.150 Buna göre dini inanç akılla
değil, duygu ve iradeye dayalı olarak gerçekleşir.151
Fideizm, Tertullian (160-220), P. Bayle (1647-1706) ve S. Kierkegaard
(1813-1855) gibi filozoflar tarafından ortaya konmuştur.152 Hıristiyan teolojisinde
önemli yeri olan bu anlayış, St. Paul’un merkezi doktrinin Yunan Felsefesinin
147 Maunter, A Dictionary of Philosophy, “fideism” mad., s. 151-152. 148 Felsefede akılla iman arasına mesafe koyan bu tür anlayışlar, “radikal imancılık”, “ılımlı
imancılık”, skeptik imancılık” ve “Wittgensteinci imancılık” gibi farklı isimlerle şekillenmiştir.
Bkz. Özcan, “Temelcilik ve Đmancılık”, s. 164-170; Cevizci, Felsefe Sözlüğü, s. 417; Yaran,
Tanrı Đnancının Akliliği, s. 34. 149 Peterson, Akıl ve Đnanç, s. 57. 150 Bolay, Felsefi Doktrinler, s. 216. 151 Ülken, Felsefeye Giriş II, s. 244. 152 Maunter, A Dictionary of Philosophy, “fideism” mad., s. 152; Yaran, a.g.e., s. 35.
72
ölçütleri bakımından saçma olduğu görüşü ve Tertullian’ın “saçma olduğu için
inanıyorum” sözüne kadar uzanır.153
Kierkegaard’ın “eşyanın böylesi düzeninden, Tanrı’nın varlığını ispata
kesinlikle kalkışmayacağım. Zaten başlasam da asla bitiremem ve daimî
belirsizlikte yaşamama ek olarak, ola ki öyle korkunç bir şey aniden ortaya
çıktığında benim bir parça delilim yıkılır”154 ifadesi, delili imandan dışlayan
yaklaşıma diğer bir örnektir. Đrrasyonalist fideizm, özellikle Kierkegaard fideizmi,
(özellikle 19. yüzyılın liberal, rasyonalist teolojik eğilimlerine reaksiyonla)
Protestan ilahiyatçılar ve teist eksiztansiyalistler arasında son derece yaygındır.155
Hristiyan teolojisindeki bu yönelişlerin önemli bir sebebi, Hıristiyanlığın akıl
değil, iman (faith) üzerinde temellenmesidir.156
Fideistler “makul bir insan neden inanmaktadır?” şeklindeki soruya,
“din öyle istediği için” ya da “inanmak istediği için” şeklinde iradeyi merkeze
alacak şekilde cevap vermişlerdir.157 Bu anlayış Batı orta çağını etkilemiş olup,
günümüzde de Đskoçya Okulu ile aynı anlayışı paylaşan Hamilton tarafından
temsil edilmiştir.158
S. Kierkegaard, dinin hakikatini objektif, duygusuz bir şeklide delilde
arayanları küçümser. Şöyle der Kierkegaard: “Risk olmadan iman olmaz. Đman
kesinlikle bireyin içe dönüklüğündeki sonsuz arzu ile objektif belirsizlik
arasındaki çelişkidir. Eğer Tanrı’yı objektif olarak kavrayabilecek durumdaysam,
o zaman inanmam, fakat tam da bunu yapamadığım için inanmak zorundayım.
Eğer kendimi iman içinde korumak diliyorsam sürekli objektif belirsizliğe sıkıca
153 Popkin, Richard H., “Fideism”, The Encylopedia of Philosophy, New York 1967, c. III, s. 101. 154 Kierkegaard, Soren, “The Absolute Paradox” (The Existence of God, ed. John Hick), New York
1973, s. 212-213. 155 Popkin, “Fideism”, mad., c. III, s. 101; Yaran, “Eleştirel Akılcılık ve Tahkiki Đmancılık”, s.
221. 156 Hume, David, Đnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma, (Çev. Serkan Öğdüm), Ank. 1998, s. 138. 157 William James’e göre insanın bu noktadaki iradesi çıkar ilişkisine dayanmaktadır. Đnanmanın
riski vardır ama bu yine de onun nimetinden faydalanmamayı gerektirmez, diyor W. James. B.
Pascal ise inanmayı bir şans oyununa benzetir ve imanı, inanmanın inanmamadan daha avantajlı
olmasına bağlar. Đmanda aklın fonksiyonunu tamamen devre dışı bırakan ve iradeyi inceleyen bu
yorum “iradecilik” olarak adlandırılmıştır. Bkz. Cevizci, Felsefe Sözlüğü, s. 561-562. 158 Kök, Nurettin Topçu’da Din felsefesi, s. 16.
73
sarılmaya hep azimli olmalıyım ki böylece yetmiş bin kulaçtan daha derin suyun
üzerinde hala imanımı koruyarak kalırım”159
Đmanı “bağlanma ve risk alma” şeklinde kabul eden Kierkegaard,
bunun kişisel bir tutum olup “sıçramayla” gerçekleştirilebileceğine inanır. Zaten
mutlak yaratıcı karşısında zavallı olan insanın aracısız bir ilişkiye girmesi akıl
almaz bir durumdur. Ve işte insan buna inanmalıdır: “Tanrı’yı kazanmak için aklı
yitirmek”, işte inanç budur.160 Ancak insanlar Tanrı’yı bilmenin kolay bir mesele
olduğunu zannetme/düşünme kabalığına büründüler. Hem de Tanrı’nın vahyetmiş
olmasına, iyi önlemler almış olmasına rağmen. Kişi Tanrı’yı ancak kendisini
bilebildiği ölçüde bilir. Yani kişinin kendisini bildiğini kabul ettiği kadar Tanrı’yı
bilebilir. Bu da her türlü kabalığı ortadan kaldırmaya yeter. Öyleyse akıl kendi
işini yapmalıdır. Çünkü mutlak benzersiz olanı kavramak aklın gücünün
dışındadır. 161
Đman konularında akıl yürütmenin imkansızlığını kabul edenlere göre;
dinde akla ihtiyaç da yoktur. Eğer öyle olsaydı, inanılması gereken şeyler objektif
ve rasyonel olduğu için imanda risk olmazdı. Halbuki hiçbir iman risksiz
olamayacağı için,162 inanmanın faziletini ve ayrıcalığını riskin büyüklüğünde
aramak gerekir. Nitekim Tanrı gizli olduğundan; her türlü delil ve felsefi arayış
boşunadır. Buna göre inanma, şiddetli bir teslimiyet ve tutkusal bir bağlılıkla
gerçekleştirilir. Bunun gerçekleştirilebilmesi akılla değil, her türlü tezata rağmen
bir “kabul sıçrayışla” mümkündür.163
Tanrı inancı başta olmak üzere iman konularının bilgi konusu
olmadığını belirten John Hick (1904-1989) ise, Tanrı’nın varlığının ispatı olsaydı,
bu ispatı işiten ve anlayanların ona inanmaktan başka seçeneği olmazdı; bu
durumda iman da değerli bir şey olmaktan çıkardı. Oysa insanın imanı seçme
sürecinde bilişsel özgürlüğe ihtiyacı vardır. Kant da bu görüşü savunanlardandır.
Ona göre iman konusunda bilginin inkar edilmesinde korkulacak bir şey yoktur. 159 Peterson, Akıl ve Đnanç, s. 58. 160 Kierkegaard, Soren, Korku ve Titreme, (Çev. N. Ekrem Düzen) Đst., 1990, s. 52. 161 Kierkegaard, Soren, Günlüklerden ve Makalelerden Seçmeler, (çev. Đbrahim Kapaklıkaya), Đst.,
2005, s. 311. Ayrıca bkz. Collins, James, The mind Kierkegaard, Princeton 1983, s. 294-298. 162 Clark, “Đman Problemi”, http://www.dinbilimleri.com/dergi3/imanproblemi.htm. 163 Özcan, a.g.m., s. 167.
74
Çünkü Tanrı, inanç konusu değil de bilgi konusu olsaydı insanın özgürlüğünden
ve ahlakın otonomluğundan söz etmek mümkün olmazdı.164
Fideizmin bu iddialarına karşılık bazı problemler taşıdığı
görülmektedir. Bir risk faktörü olarak şüpheyi imana dahil eden ve imanda
şüpheyi rasyonalize eden Hıristiyan teolojinin aksine, Kur’an dilinde iman, kök
itibariyle (e-m-n) “korkunun kalkması ve emin olmak” anlamlarına gelir. Buna
göre iman, Kadı Abdulcebbar’ın kaydettiği gibi, nefsi güvenliğe sokmak ve
huzurlu olmaktır.165 Bu da şüphenin ve tereddüdün giderilmesi ve bilgi düzeyinin
artmasıyla mümkün olur. Bunun yanında, dini inancın epistemik ihtimaliyete
dayandırılması gerektiğini ileri süren fideistlerin aksine,166 kelamcılara göre,
şüpheden daha fazla epistemik ihtimaliyet taşıyan zan da ilim ifade etmediği gibi,
imanla da bağdaşmamaktadır.167
Bir diğer problem de, iman eğer bir sıçrama ise, insanın hangi imana
sıçrayacağına nasıl karar vereceği sorunudur. Halihazırda (zaten bir dine)
bağlanmış olan için, bu bir problem gibi görünmeyebilir. Fakat bir iman
arayışında olan ve önünde tercih edebileceği bir çok din bulunan kimse, seçimini
nasıl yapacaktır? Bu durumdaki kişinin, alternatiflerden birisini tercih etmek için
incelemek ve tahkik etmekten başka çaresi yoktur. Bu bağlamda, dinlerin
kendilerini kabul ettirecek makul nedenler taşıması zorunludur. Bu nedenler,
imancıların yapılamaz dedikleri şeyin kendisidir. Nitekim kuvvetli ve sağlam bir
iman, mantığa ve delile dayanarak uygun şekilde yapılan her türlü
değerlendirmeyi geçme hususunda güven içerir.168
Bununla birlikte, insan aklının tüm gerçekleri kavrayacak güçte
olmaması, imanda iradenin rolünü kaçınılmaz kılmaktadır.169 Ancak imanın iradî
bir fiil olası, onun düşünce ve bilgiden yoksun olduğu anlamına gelmemelidir.
164 Aydın, Mehmet S., Kant’ta ve Çağdaş Đngiliz Felsefesinde Tanrı-Ahlak Đlişkisi, Ank., 1991, s.
52. 165 Abdülcebbar, el-Muğni, c. XII, s. 13. 166 Yaran, Tanrı Đnancının Akliliği, s. 63 vd. 167 Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 625; Đbn Fûrek, Mücerred, s. 152; Taftazanî, Şerhu’l Akaid, s.
287; Sabuni, el-Bidaye, s. 175. 168 Peterson, Akıl ve Đnanç, s. 60. 169 Atay, Đman Esasları, s. 11-12.
75
Bilakis Đslam’da özgür iradeye dayalı iman süreci, tabiî, fikrî ve ilmî temellerle
gerçekleşmektedir.
Öte yandan fideizmin hareket noktası, iman konularında insanın idrak
kabiliyetinin sınırlı olmasıdır. Nitekim imanın konusu, algıların ötesindeki gayb
alemidir. Bilginin konusu ise algılanır ve gözlemlenebilir şeylerdir. Bu yüzden
hiçbir zaman nesnel olarak kanıtlanamayacak olan iman öğelerini ispatlamaya
çalışmak imkansız bir gayrettir. Zaten mümin için böyle bir ihtiyaç da yoktur.
Đmanın bu vasfı insan özgürlüğünün anlamlı olması ve inandığı zaman imanının
değerli olmasının zeminini oluşturmaktadır. Böylece iman, bir bağlanma ve risk
alma işidir. Kierkegaard’ın etkin bir biçimde savunduğu bu görüş, Karl Barth
(1886-1968) ve Rudolph Bultmann (1884-1976) gibi varoluşçulara da ilham
kaynağı olmuştur.170 Đslam düşüncesinde akıl yürütmeye karşı olup taklidi
meşrulaştıran şaz düşünceyle fideizmin aynı zeminde buluştuğunu görmekteyiz.
Çünkü her ikisi de temelde insanın dini bilgiyi nesnel bir biçimde test
edemeyeceği düşüncesi ve Tanrı’nın insandan böyle bir istekte bulunmadığı
düşüncesine dayanır. Bunun yerine ataların izinden gitmek ve kültürün bir parçası
olarak nesilden nesile aktarılan inançları taklid etmek her zaman daha
güvenilirdir. Ancak Đslam düşüncesindeki etkin ve yaygın görüş, inanç
konularında akıl yürütme ve aklî temellendirmedir. Buna karşılık, Batıdaki gibi
imanla aklı karşı karşıya getiren ve imanın akılla bağdaşmadığını ileri süren bir
‘radikal imancılık/katı fideizm (extreme fideism)’ Đslam’da asla yer bulmamıştır.171
Bu bağlamda felsefede imanla aklı makul bir şekilde buluşturan ve
bütün insanları zorunlu olarak ikna edecek deliller olmasa da, insanın kendi
nefsini rahatlatacak ve onun imanına tutkuyla bağlanmasına sebep olacak rasyonel
gerekçeler iddia etmenin mümkün olduğunu savunan eleştirel akılcılık üzerinde
durmak istiyoruz.
2. 3. Eleştirel Akılcılık
Günümüz din felsefesi ve epistemolojisinde kullanılan eleştirel akılcılık
terimi, daha çok Karl Popper’in (1902-1994) yazılarına dayanır. Eleştirel akılcılık,
“dini inanç sistemlerinin kesin ispatı imkansız olmakla birlikte, böyle bir sistemin
170 Peterson, Akıl ve Đnanç, s. 59. 171 Özcan, “Temelcilik ve Đmancılık”, s. 166
76
aklen eleştirilip değerlendirilebileceği ve bunun zorunlu olduğu” görüşüdür.172
Dini bilgiyi katı akılcılığın önerdiği şekilde rasyonel delillere bağlı kılarak onun
hakikatini neredeyse imkansız hale getiren katı akılcılığın yaklaşımı veya imanın
rasyonel temellendirilmesini imkansız hale getiren fideistlerin yerine, eleştirel
akılcılık fikri daha makul ve gerçekçidir. Karl Popper, “akılcılık” ile “imancılık”
arasında akılcılığın ağır bastığını ancak bunun da katı kurallarla mümkün
olmadığını belirtmiştir.173 Buna göre, katı akılcılığın aksine, dini inanç
konularında aslında mümkün olandan daha büyük bir rasyonel kesinlik iddiasında
bulunmamamız gerekmektedir. Fakat bu, fideistlerin savunduğu biçimde dini
bilgiyi akıldan büsbütün ayırmak anlamına da gelmemelidir. Aksine, belki de bu
dünya ve ahiret için en önemli kararımız olan “iman” gibi bir konuda, aklın
gerçekçi bir biçimde işlevselliği korunmalıdır. Zira dinin öngördüğü yapı, -herkes
için aynı derecede bağlayıcı olmamak kaydıyla- aklın eleştirel
değerlendirmesinden geçebilecek şekildedir.174
Bu anlayış, iman edilecek olan dini sistem için elden gelen en iyi
kanıtlarıyla birlikte alternatif sistemler ile karşılaştırılmasını da gerektirir. Böylece
söz konusu asıl inanca yöneltilen itirazlar da dikkate alınır. Fakat akla ve delile
dayalı bu yöntem, hiçbir zaman kesin sonuç elde edileceğine dair aşırı güven
oluşturmamalıdır. Çünkü dini önermeler, hiçbir zaman evrensel olarak her zaman
ve her yerdeki insanı mutlak olarak ikna edecek derecede bir kesinliğe sahip
değildir. Ancak bu durum delillerin hiçbir değeri olmadığı anlamına gelmez.
W. Bartley’in (1812-1885) de desteklediği bu anlayışa göre artık
“akılcılık” yerine “tenkitçilik” geçerlidir. Çünkü “tenkitçilik” rasyonel geleneğin
bir parçasıdır. Bu durumda “rasyonalist” olmak demek, tenkide açık olmak, “açık
zihinli” olmaktır. Đşte bu şekilde değerlendirilen bir “akıl adamı”, görüşlerinin ve
hatta kendi eleştiri standartlarının bile eleştirilmesine açık olduğu için, irrasyonel
değildir. “Đman-adamı” ise, düşüncelerine izin vermediği, daha doğrusu bu alanda
hiçbir eleştiriye açık olmadığı için irrasyoneldir.
172 Peterson, Akıl ve Đnanç, s. 63. 173 Popper, Karl, Açık Toplum ve Düşmanları: Hegel, Marx ve Sonrası, Đst. 1989, c. II, s. 202. 174 Peterson, a.g.e., s. 63.
77
W. Bartley’in öncülüğünü yaptığı “eleştirel olmak” düşüncesi şunları
içermektedir:
1- Mantıken tutarlı olmak,
2- Empirik olarak reddedilebilmeye açık olmak,
3- Gerektiğinde bir “teori” olarak ortaya konulabilmek,
4- Problem çözümüne hazır ve açık olmak.
Đşte ancak bu özellikleri taşıyan dini görüş, günümüzde rasyonel olarak
nitelendirilebilir.175
Eleştirel akılcılığın çıkış noktası, katı akılcılıkla fideizmin gerçekçi ve
tatminkar olmayışıdır. Çünkü dini inancı, bir felsefi sistem veya bilimsel
paradigma haline getirecek biçimde katı akılcılığı savunmak ne kadar yanlışsa, din
ile aklın arasını kalın çizgilerle ayırmak da o kadar yanlıştır. Esasen bu, Đslam için
de böyledir. Nitekim imanın temelinde bilginin varlığını reddetmek, Kur’an’ın
“akletmeye” yönelik çağrılarını inkar etmek demektir. Zira Kur’an bir çok yerde
insanları tefekküre, tedebbüre ve akletmeye davet etmektedir. Bununla birlikte,
akli değerlendirmeye değer verilmediği zaman, var olan birçok itikadi
önermelerin arasında seçim yapma ve hakkaniyete uygun olanı tercih etme
mümkün olmayacak, geriye adece ataların ve geleneğin bıraktığı mirasın peşinden
gitme ihtimali kalacaktır.
Ancak George I. Mavrodes’in (1926- ) belirttiği gibi, Tanrı’nın varlığını
herkese ispatlayacak bir kanıt icadı, tüm hastalıkları iyileştiren bir ilaç icadı gibi
bir şeydir. Tanrı’nın varlığının herkese açıkça doğru gelecek bir kanıtını beklemek
de zaten doğru değildir. Çünkü bilgisine sahip olduğumuz şeylerin çoğu, ne
zorunlu olarak doğru şeylerdir ne de her insanın kesin kabul ettiği şeylerdir.176
Đnsanlar arasındaki bireysel farklılıklar da göz önünde bulundurunca, tam
anlamıyla nesnel, herkesin zorunlu biçimde inanacağı açıklıkta bir delil aramanın
sonuçsuz olacağı gibi, herkesin aynı delil üzerinde yürümesini vacip saymak da
yanlıştır. Ancak bir kimsenin kendi aklıyla kavradığı evrendeki işaretlerden
sıçrayışla imana ulaşması da imanın tamamen kişisel, bireyin kendinden ve
175 Özcan, “Temelcilik v e Đmancılık”., s. 171. 176 Mavrodes, George I., Belief in God, New York, 1970, s. 47’den nakleden Yaran, “Eleştirel
Akılcılık ve Tahkiki Đmancılık”, s. 225. Ayrıca bkz. Peterson, Akıl ve Đnanç, s. 65.
78
kendisi için olma özelliğinin gereğidir. Bu, imanın kişi-göreceli (person–relative)
biçimde temellendirilmesini öngörme anlamına alınmamalı, ancak imanın
özellikle psikolojik yönünün de kayda değer olduğu göz önüne alınmalıdır.177
Diğer taraftan insanın, dininin “hak”lılığını bilmesinin bir yolu, öteki
dinleri gücü ve bilgisi oranında değerlendirmesidir. Örneğin Đslam söz konusu
olduğunda, müslümanın başka dinleri incelemesi ve kendi dini değerleriyle
kıyaslaması dinine bağlılığını arttıracaktır. Başka dinleri bilmenin diğer faydası,
dinin “tebliğ ve davet” prensibi gereği başkalarına anlatılması noktasındadır. Zira
öteki dinleri bilmeyen kimse, o din mensuplarını da kendi dinine hangi
gerekçelerle çağıracaktır? Ayrıca, iman esaslarını ve dini bilgisini rasyonel
değerlendirmeye tabi tutmak bir özgüven işidir. Đman ettiği dinin önermelerini
sorgulama cesareti buna en açık işarettir.
Eleştirel akılcılığın yaklaşımına uygun olarak dini inancın test
edilebileceğini kabul eden günümüz din filozoflarından Paul Badham, iman ve
aklı birbiriyle ilişkisiz görmek; imanı günümüzün tamamen çoğulcu ve bireyci
dünyasında herkesin arzusuna göre istediğini seçebileceği bir kişisel tercih konusu
haline getirmek demektir ki, bu da dini inancın doğasına uygun değildir. Bunun
için müminin bazı sorularla imanını sorgulaması gerekmektedir. Bunlar;
1- Đnanç anlamlı mı?
2- Đnanç için yeterli nedenler var mıdır?
3- Đnanç, sahip olduğumuz öteki iyi temellendirilmiş bilgilerle uyuşuyor
mu?
Eğer bir inanç bu üç soruya cevap verebiliyorsa o, makul bir kişi
tarafından inanılmaya değer rasyonel bir inançtır.178
Sonuç olarak, imanı felsefi açıdan temellendirmeyle ilgili olarak iki ana
düşüncenin geliştirildiğini görmekteyiz. Birincisine göre, iman herkesi ikna
edecek kanıtlara dayanmalıdır. Sadece böyle bir iman rasyonel olabilir. Ancak,
imanı rasyonel temellerle kanıtlamaya çalışan bir çok teiste rağmen bu katı akılcı
177 Yaran, “Eleştirel Akılcılık ve Tahkiki Đmancılık”, s. 226. 178 Badham, Paul, “The Relationship between Fatih and Reason”, Faith and Freedom, Vol. 45,
number 134, Summer 1992, s. 3’ten naklen Yaran, “Eleştirel Akılcılık ve Tahkiki Đmancılık” , s.
230.
79
görüş, hiçbir dini öğretinin sağlam ve yeterli delillere sahip olmadığı için rasyonel
olmadığı sonucuna varmış ve makul olan her insanın inançsız olması gerektiğini
iddia etmiştir.
Đkinci görüş ise imanda aklı büsbütün dışlayan Fideist tutumdur.
Đnanmayı temelde “risk alma” şeklinde yorumlayan ve iman sürecinde aklın
yetkin olmadığını savunan fideizm, Đslam açısından kabul edilir bir yaklaşım
değildir. Çünkü Đslam dini için iman, “yakin” derecede kesinlik taşıyan, istisna
kabul etmeyen bir bağlılık ve tasdiktir. Fideizmin Đslam düşüncesiyle ikinci
örtüşmediği nokta ise aklı dışlamasıdır. Halbuki Kur’an insanı sürekli akletmeye
çağırarak davetini akılla örmektedir. Ancak dini bilginin -Kur’an açısından-
akledilebilirliği konusunu bölümün sonunda işleyeceğimizden burada bu kadarla
yetiniyoruz.
Katı akılcılık ve fideizmin iddia ettiği iman-akıl ilişkisine alternatif
olarak geliştirilen “eleştirel akılcılığın” Đslam Kelamında Maturidi ve Mutezilenin
aklı merkeze alan tutumuyla birbirine yakın olduğunu söyleyebiliriz. Đslam
Kelamında “tahkiki iman” diye nitelendirdiğimiz “aklın, dini önermeleri kabulde
egemen olması ve iman unsurlarının akıl süzgecinden geçirilmesi” eleştirel
akılcılığın da öngördüğü tutumdur. Bu noktada Kur’an’ın iman kavramına
yüklediği anlamı dikkate alarak aklın işlevselliği ve tahkiki imanın imkanını ele
almak istiyoruz. Böylece, kelamcıların ve imanın makul nedenlerle
temellendirilebileceğine inanan filozofların kuramlarını değerlendirmiş olacağız.
3. Kur'an Çerçevesinde Đman ve Đmanı Temellendirmenin Đmkanı
3. 1. Kur’an Çerçevesinde Đman Kavramının Yapısı
Çalışmamızın giriş kısmında “Đman ve Tasdik” başlığı altında ifade
ettiğimiz gibi, iman, etimolojik olarak gayb alanına ait olan(lar)ı tasdik etmektir.
Bununla birlikte Kur’an’da iman, mantıki delillendirme, duygusal yaşantı ve dini
pratiklerle yoğrulmuş olan çok boyutlu bir süreçtir. Bunlardan mantıki
delillendirme anlamında iman-akıl ilişkisini konumuzla doğrudan ilişkili olduğu
için ayrı bir başlık altında işleyeceğimizi belirterek, Kur’anın öngördüğü imanın
duygu ve amel boyutunu ele almak istiyoruz.
80
Đman kavramı Kur’an-ı Kerim’de 800’den fazla yerde geçmektedir.179
Bunun yanında kavramın köküyle ilişkili olmayan ama maksadıyla ilgili olan bazı
kavramlar da vardır. Mesela iman etmeyi ve inananları nitelemek için “doğru
söylemek” anlamındaki sıdk kökünün, ayrıca kalbin ima sayesinde kazandığı
huzuru ifade etmek için “şüpheden uzak olarak bilmek manasındaki yakîn
kökünün türevleri180 ve “huzur bulmak, güven duymak” anlamındaki itmi’nân181
kavramı kullanılır.
Kur’an’da Hz. Muhammed’in getirdiği dini benimseyenler anlatılırken
iman kavramından ziyade haşyet, takva gibi terimler kullanılmıştır. Buna karşın
dine muhalif olanlar da istiğna, şakâvet ve tekzib gibi lafızlarla zikredilir.182
Çeşitli sebeplerden dolayı iman etmemiş kimselerden bahsedilen ayetlerde
inkarcılar; uzak durma183, sırt dönme184, yüz çevirme185, kuşkulanma ve
kararsızlık186, taaccub187, istiğna188, azgınlık ve bozgunculuk189, tekzib190,
günahkarlık191 ve suçluluk192 kavramları ile anılırlar.193
179 Abdulbaki, Mucem, “emn” mad., s. 103-118. 180 Bakara, 2/4; Maide, 5/50; Nahl, 16/30. 181 Bakara, 2/260; Ra’d, 13/28. 182 Sülün, Đman-Amel Đlişkisi, s. 67. 183 A’la, 87/11. 184 Saffat, 37/90. 185 Yunus, 10/72; Sa’d, 38/68; Duhan, 44/14; Kıyamet, 75/32; Alak, 96/13. 186 Yunus, 10/104; Hûd, 11/62,110; Đbrahim, 14/9; Sebe’, 34/54; Sa’d, 38/8; Gafir/ 40/34; Fussilet,
41/45; Şura, 42/14; Duhan, 44/9; Kaf, 50/25. 187 A’raf, 7/63; Yunus, 10/2; Sad, 38/4; Necm, 53/59. 188 Abese, 80//5; Leyl, 92/8; Alak, 96/7. 189 Sâd, 38/28; Kaf, 50/27; Tur, 52732; Kalem, 68/31; Hakka, 69/5; Şems, 91/11; Alak, 96/6. 190 Tasdik imanın en belirgin anlamıdır. Yalanlama da bunun zıttı olup Arapça karşılığı tekzibdir.
Kur’anda inkar edenlerin temel özelliği olarak yalanlamış olmak olduğuna dair pek çok ayet
vardır. Bunlardan bazıları şöyledir: En’âm, 6/21; Yunus, 10/39; Sad, 38/14; Kaf, 50/14;
Kıyamet, 75/32. Bkz. Abdulbaki, Mucem, “k-z-b” mad., s. 760-765. 191 Sâd, 38/28; Nuh, 71/27; Abese, 80/42; Đnfitar, 82/14; Mutaffıfîn, 83/7. 192 Đbrahim, 14/49; Kasas, 28/78; Yâsin, 36/59; Meâric, 70/11; Müddessir, 74/41; Mutaffıfîn,
83/29. (Başka ayetler için bkz. Abdulbaki, Mucem, “c-r-m” mad., s. 211. 193 Sülün, Đman-Amel Đlişkisi, s. 67-72.
81
Bütün bu kavramlar imanın yapısını oluşturan temel dinamikler
arasında olup, Đbn Teymiyye’nin kalp fiilleri diye adlandırdığı194 duygusal
yaşantıların birer parçasıdır.195 Allah’a ve Peygambere karşı sevgi,196 Allah’ın
büyüklüğüne saygı duyma,197 O’nun rahmetini umma,198 O’na güvenme199 vs.
kalpten gelen duygusal derinliklerin yanı sıra, şükür, tevbe ve inabe, tevekkül,
recâ, korku, rıza ve sabır, ihlas, velâ-berâ, muhabbet ve buğz gibi kavramlar da
aynı bağlamda imanın psikolojik meyvesini teşkil etmektedir.200 Đmana ait kalp
fiillerinin olumsuzları da vardır. Bunlar, imtina, nankörlük, nisyan, istikbar,
istiğna, istihfaf, kötü zan, riya ve iki yüzlülüktür.201 Đmanın amel yönünden
faydalı sonuçları ise, ibadet, takva, ihsan, birr, hidayet, istikamet, sadakat, itidal ve
hikmet gibi kavramlardır.202 Kur’an’da imanın zıttını ifade eden çerçeveyi
oluşturan kelimelerin; küfür, cahd/cuhd, inkar, irtidâd, şirk ve ilhâd olduğunu
görmekteyiz.203
Öte yandan imanın, inanç aşamasından sonraki derece olduğunu ve
duygusal yoğunluyla inançtan ayrıldığını belirtmiştik. Teorik anlamda bilgi, iman
demek değildir. Çünkü inanma, akıl yoluyla kesinkes kanıtlanabilir olmayan bir
iddia karşısında belli bir duruşu ihtiva eder. Halbuki bilgi, genel anlamda
özneyle/bilenle nesne/bilinen arasında kurulan bağdan elde edilen şeydir.204
Bilgiyi imandan ayıran şey, bilgi ifade eden bir önermenin nesnesine gitme
olanağı olduğu halde; iman konusu olan bir önermenin nesnesine nesnel bir
biçimde gitme olanağı olmayışıdır. Her ne kadar bilgi, inancı oluşturabilecek bir
unsur ise de, iman etmek için yeterli değildir. Aksi halde Đblis’in en büyük
194 Đbn Teymiye, e-Đman, s. 90-93. 195 Bkz. Güler, Đman Ahlak Đlişkisi, s. 21. 196 Bakara, 2/165; Tevbe, 9/24. 197 Furkan, 25/2; Şuarâ, 26/184; Zümer, 39/9; Müddessir, 74/56. 198 A’râf, 7/56; Enbiya, 21/90. 199 Enfal, 8/2; Nahl, 16/42. 200 Güler, a.g.e., aynı yer; Sülün, Đman-Amel Đlişkisi, s. 202-229. 201 Sülün, a.g.e., s. 233-254. 202 Sülün, a.g.e., s. 315-350. 203 Sülün, a.g.e., s. 141-152. 204 Cevizci, Felsefe Sözlüğü, s. 155.
82
Müslümanlardan olması gerekirdi.205 Zira o her şeyi görmüş ve tecrübe etmiş
olmasına rağmen istiğna ve tekebbüründen dolayı iman etmemiş; başka bir
ifadeyle gönlü elvermediği için küfrü tercih etmiştir.206 Keza Firavunu da imandan
eden benzer duygudur. 207 O halde imanı oluşturan unsurlardan birisi duygusal
yaşantıdır. O da bilgi, tasdik ve ikrar kadar önemlidir. Nitekim yukarıda
belirttiğimiz gibi Kur’an’ın şükür, tevbe, tevekkül, sabır, muhabbet vd. kalp
fiillerine yaptığı vurgular bunun delilidir.208 Đman, bütün bu sayılan unsurların bir
arada olduğu kabullenme ve boyun eğmeyi ifade eden, neticede hayat tarzını
şekillendiren bir tavırdır. Ve böyle bir iman neticesinde insan, hayatı güzel
görmeye ve çevresindeki nesnelerin estetiğini kavramaya başlayabilir.209
Đman kavramının önemli bir boyutu da ameldir. Her ne kadar etimolojik
olarak iman ameli içermese de, o amelden ayrı da düşünülemez. Nitekim ilk
müslümanlar imanı dinamik ve aktif bir biçimde yorumlamış ve amellerin
imandan ayrı olup olmadığını sorgulama ihtiyacı hissetmemişlerdir. Kelam
disipliniyse, imanı teorik plana çekmiş ve iman-amel tartışmaları çerçevesinde
imanın hayatîliği, ahlakiliği ve pratik amellerle olan ilişkisi kavram tartışması
içinde kaybolmuştur. Ayrıca ahiret yurdu ön plana çıkarılmış ve sadece uhrevi
saadeti sağlayacak olan tasdik ve ikrar anlamında iman öğretisi geliştirilmiştir.
Halbuki yeni bir benlik inşa etmek isteyen imanın tasdikten başka anlamları ve
yoğunluğu Nitekim ayet ve hadisler çok yönlü bir imandan bahsetmektedir.
Mesela Kur’an’da bazen fasıklık imanın karşısında zikredilir.210 Halbuki Ebu
Hanife ve Maturidi’ye göre iman sözlü, fısk fiili bir durumdur. Bu düşünceye
göre, sözlü inkar olmadığı müddetçe fiili olumsuz davranışlar imanın aslına zarar
205 Dinin akılla iç içe olmasına rağmen duygusal yönüne vurgu yapan makalesi bkz. Theodor
Deman, “Din ve Bilgi” (Haz. Ve Çev. Zeki Özcan, ‘Din Felsefesi Yazıları’ içerisinde), Đst. 2001,
s. 129-137. 206 Bakara, 2/34; Sâd, 38/74. 207 Kasas, 28/39 208 Đbn Teymiye, Akidetü’l-Vasıtiyye, s. 16. 209 Altıntaş, Ramazan, Đslam Düşüncesinde Tevhid ve Estetik Düşüncesi, Đst. 1997, s. 111. 210 Secde, 32/18; Mümin, 40/58
83
vermez. Buna karşın Kur’anın bahsettiği biçimde imanın fiili ve ahlaki boyutu,
bazı olumsuz davranışlarla zayıflamakta veya olumlu işlerle kuvvetlenmektedir:211
“Müminler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri
ürperir. Onun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını
artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler. Onlar namazı dosdoğru kılan,
kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayan kimselerdir.
Đşte onlar gerçekten mü’minlerdir. Onlara, Rableri katında yüksek mertebeler,
bağışlanma ve cömertçe verilmiş rızık vardır.”212
Buradaki ayetlerden maksat sadece Kur’an naslarının lafız ve ibareleri
değildir. Bilâkis amaç, bu lafız ve ibarelerin bahis konusu ettiği mahlûkat,
hadiseler ve alâmetlerdir. Bunların kendilerine has delaletleri Allah’ın kudretine,
rahmetine, iradesine veya gayb alemi hakkında daha fazla marifete işaret eder.
Böylece “zikrullah” müminin kalbinde “haşyeti” artırır. Aynı zamanda, Allah’ın
kudretine, sanatının yüksekliğine, cezalandırmasının şiddetine delalet eden
alâmetlerin zikri dahi, müminin Allah’ın varlığı konusundaki marifetinin ve O’nu
tasdikinin derecesini yükseltir.213
Đman konularındaki marifetin artmasıyla imanın güçlenmesi gibi, tasdik
derecesinin irtifa kaybetmesi ile de kuşku mertebesine düşebilir. Bu da insanda
sıkıntıya yol açar. Bu durum mecazen “kalp hastalığı” olarak isimlendirilir. Bu
hastalık hafif veya ağır seyredebilir. Bu hastalığa yakalananlar Kur’an-ı Kerim’de
“münafık” olarak nitelendirilerek sıfatları şöyle sıralanmıştır:
“Đnsanlardan, inanmadıkları halde, “Allah’a ve ahiret gününe inandık”
diyenler de vardır. Bunlar Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa
sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir. Kalplerinde münafıklıktan
kaynaklanan bir hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır.
Yalan söyledikleri için de onlara elem dolu bir azap vardır. Bunlara,
“Yeryüzünde fesat çıkarmayın” denildiğinde, “Biz ancak ıslah edicileriz!” derler.
Đyi bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat farkında değillerdir.”214
211 Geniş bilgi için bkz. Sülün, Đman Amel Đlişkisi, s. 259-410. 212 Enfâl, 8/1-4. 213 Cabiri, “Akıl ve Đman”, s. 11. 214 Bakara, 2/8-12.
84
Đmanın salih amelle ilişkisi o kadar belirgindir ki Kur’an, imanın tek
başına yeterli olmadığı, salih amelin de tamamlayıcı bir kemal şartı olduğu, en
azından kıyamet gününde imanın semerelerini kazanmak için amelin zorunlu
olduğu intibaını uyandırır. Đman ve amel ilişkisi, hemen her defasında ya dünyevi
veya uhrevî bir mükâfât, sevap bağlamında gelmiştir. Mesela şu ayet bu
cümledendir: “Eğer o memleketlerdeki insanlar iman etmiş ve Allah’a isyandan
sakınmış olsalardı elbette onlara gökten ve yerden bolluk ve bereket kapıları
açardık.”215 Bir başka ayet ise: “Đman edip salih amel işleyenler… Onlara
ahirette nimetler dolu cennetler vardır. Orada ebedîdirler. Allah’ın vaadi
haktır...”216 Görüldüğü imana eklenmiş salih amel hem bu dünyada hem ahirette
karşılık bulmaktadır. Nitekim ilk ayette vaat edilen mükafat dünyevî; ikinci
ayetteki ise uhrevîdir.217
Öte yandan iman ve salih amel ilişkisi “takva” denilen ahlaki yaşamı
doğurur. Bu yüzden takva, Kur’anda en çok zikredilen kavramlardan birisidir.
Takva sahibi, salih amelle imanın faziletlerini gerçekleştirirken, ahlaksızlıklardan
sakınmayı da ihmal etmez.218 Takva, tamamen mezcolunmuş ve bütünleşmiş insan
şahsiyeti ve bütün olumlu parçaların birleştirilmesi ile oluşan
“kararlılık/sebat”tır.219 Ancak takva kelimesinin kökü itibariyle “kendisine eziyet
veya zarar veren bir şeye karşı korunma” anlamına geldiği220 dikkate alınırsa,
takvanın iman ve amelle sıkı sıkıya ilişkisi olduğu anlaşılır. Zira dini objeye
inanmış kimse, amellerinin ve ahlaki davranışlarının sınırsız özgürlüğünden
bahsedemez. Takva, müminin, amelde ve ahlakta Allah’ın sınırlarına saygı
göstermesidir. Bu bağlamda mümin takvayı terk ettiği zaman kafir olmaz ama,
fasık olur.221 Bu da tasdikin derecesini zayıflatan en önemli amillerden birisidir.
Kur’an’ın ortaya koyduğu iman kavramının akıl ve düşünce boyutunun
yanı sıra duygusal yaşantıyı da içerdiği; salih amelin ise bunun kaçınılmaz sonucu
215 A’raf, 7/96. 216 Lokman, 31/8-9. 217 Cabiri, “Akıl ve Đman”, s. 12. 218 Cabiri, a.g.m., aynı yer. 219 Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’an, (çev. Alpaslan Açıkgenç) Ank. 1996, s. 75. 220 Isfehani, el-Müfredât, “v-q-y” mad., s. 881. 221 Cabiri, “Akıl ve Đman”, aynı yer.
85
olduğu anlaşılmaktadır. Kur’an’a göre kalpten gelen fiiller ve salih amellerle kişi
gerçek anlamda mümin olur: Şu ayetler bu içeriği açıkça ortaya koymaktadır:
“Müminler, yerin ve göklerin yaratılışını düşünürken: “Ey Rabbimiz,
sen bu kainatı boş yere yaratmadın, derler”222
“Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri
ürperir; ayetleri okunduğu zaman imanları artar ve onlar yalnız Allah’a
güvenirler. Namaz kılar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarf
ederler. Đşte gerçek müminler bunlardır. Onlara Rableri katında mağfiret ve
cömertçe verilmiş rızıklar vardır.”223
“Gerçekte müminler Allah’a ve Resulüne iman edenler, sonra bütün
şüphelerden uzak duranlar ve Allah yolunda mallarıyla canlşarıyla cihat
edenlerdir. Đşte bunlar sözlerinde duran kimselerdir”224
Sonuç olarak, Ebu Hanife ve Maturidi başta olmak üzere birçok
Kelamcının iddia ettiğinin aksine iman, sadece tasdikten ibaret değildir. Maruf
kapsamına giren birtakım tutum ve davranışların yanı sıra duygusal yoğunluk da
iman kavramıyla iç içedir.225 Her ne kadar sözlük anlamı itibariyle iman tasdik
anlamına gelse de; kavramın mahiyetinde olan emniyet ve güven duygusu onun
tasdikten öte bir bağlılık ve teslimiyeti de kapsadığını göstermektedir. Kur’an,
insanın neye iman etmesi gerektiğini açıkladıktan sonra, iman sürecinde etkin olan
amilleri harekete geçirmek için onları uyarır. Bu amiller, akıl, bilgi, duygu ve
iradedir. Amel ise imanın kaçınılmaz sonucudur. Ve aralarında sebep-sonuç
ilişkisi vardır. Đmanla amel arasındaki ilişki ateş ile duman arasındaki ilişkiye
benzer. Đnanç-iman ayrımından hareketle, inancı imana dönüşmemiş kişiler meyve
vermeyen ağaca, tatsız, kokusuz, besin değeri olmayan ota benzerler. Đnancı
imana dönüştüremediği için salih amel yerine büyük günah işleyenlere Kur’an’da
özel bir sıfat atfedilmez. Bunların konumunu Mutezile “el-menzile beyne’l
menzileteyn” olarak, iki arada bir derede kalanlar olarak adlandırmıştır.226 Bu 222 Al-i Đmran, 3/191. 223 Enfal, 8/2-4. 224 Hucurat, 49/15. 225 Cabiri, “Akıl ve Đman”, s. 12; Mert, Muhit, “Nesefi’de Đman-Bilgi Đlişkisi”, Dini Araştırmalar,
Ocak-Nisan 2001, c. III, s. 115. 226 Şehristani, el-Milel, s. 61.
86
yüzden, ameli imandan sayan hadisçilerle, Mutezile ve Haricilerin görüşü Kur’an
bağlamında daha isabetli görünmektedir. Ancak günahkar müminin ahirette
“cehennemlik” olan bir kafir olduğuna dair Kur’an’dan referans yoktur. Bu
bağlamda Mürcie, Ebu Hanife, Maturidi ve Eş’ari’nin görüşü daha doğrudur.227
3. 2. Kur’an’a Göre Dinin Fıtrî Oluşu
Din en geniş anlamıyla dünya görüşüdür. Ferdin hayatını anlamlandıran
ve ona meşruiyet kazandıran bir bilgi, inanç ve yaşantı sistemidir. Đlahi din, Hz.
Adem ile Hz. Muhammed arasında çok sayıda peygamberin Allah’tan vahiy
yoluyla aldıkları öğretidir.228 Din kavramı, Kur’anda doksan iki yerde
geçmektedir. Vahiy sürecinin Mekke ve Medine dönemleri dikkate alındığında,
Mekke döneminde kavramın; “tarihin akışına ve tabiatın gidişine yön veren,
zamana ve aleme hükmeden, dini ortaya koyan, hesap gününü elinde tutan
Allah’ın otoritesi” şeklinde bir muhteva kazandığı görülür. Medine döneminde ise
kavramın muhtevası genişleyerek, “kişinin Allah’a bağlı bir hayat sürmesi,
müslüman topluluğa karşı görevlerini yerine getirmesi, Allah’ın mutlak tasarruf
ve hâkimiyete sahip olması” gibi anlamlara gelmiştir.229 Ancak, söz konusu
terimi, tevhid kavramı paydasında birleştirmek mümkündür.230 Bu bağlamda
Allah’ın tüm elçileri, özde aynı yapıya sahip olan öğretiyi tebliğ etmişlerdir.231
Bu öğretinin/dinin Allah katında değişmeyen adı Đslam’dır: “Allah katında din
Đslam’dır.”232 Evrensel Đslam, tarih ve toplum içinde, peygamberlerin somut
şeriatlarında tebellür eden, her nebevi çağrıda tekrar edilen metafizik ve ahlaki
özdür.233
Đtikad, ahlak ve Allah’a saygı gibi temel kaideler, her insanın uyması
gereken genel kurallar olup; aklın ve gönlün algısı ve idraki içerisindedir.
Sözgelimi en güzel sosyal, ekonomik ve politik nizama sahip olmak, toplumun
hayrını ve iyiliğini istemek, yeryüzünde salih ameli ve adaleti hakim kılmak,
227 Güler, “Ebu Hanife’nin Đman Tanımının Eleştirisi”, s. 59. 228 Özsoy-Güler, Đlhami, Konularına Göre Kur’an, s. 89. 229 Tümer, Günay, “din” mad., D. Đ. A., Đst. 1994, c. IX, s. 312-313. 230 Özsoy-Güler, a.g.e., s. 89. 231 Güler, Đlhami, Sabit Din Dinamik Şeriat, Ank. 2002, s. 11-13. 232 Al-i Đmran, 3/19. Ayrıca bkz. Al-i Đmran, 3/85. 233 Özsoy-Güler, a.g.e., s. 164.
87
şerrin ve her türlü bozukluğun önüne geçmek vs. prensipler ve hedefler dinin ana
hedefleridir. Bu özelliğinden dolayı insan fıtratı, dini idrak etmede ve onu
kabullenmede zorlanmaz.234 Bu itibarla, dinin temel unsurlarından birisinin insana
göre oluşu ve onun akla uygunluğu olduğu anlaşılmaktadır.
Öte yandan “fıtrat” kelimesi, sözlükte, “yarmak, ikiye ayırmak;
yaratılış, tabiat, kabiliyet ve seciye” gibi anlamlara gelir.235 Bazen tabiat, fıtratın
yerine kullanılmaktadır. Đbn Manzur (v. 711/1311), bu kelimeyi “Allah’ın
mahlukatını kendisini bilip tanıyacak şekilde yaratması” şeklinde
açıklamaktadır.236 “Tabiî din” ifadesi ise Đslam literatüründe fıtrî yani insanın
tabiatına, yapısına uygun olan din anlamlarına gelir. Kur’an, hak dinin fıtrî/tabiî
olduğunu ve Hz. Đbrahim’den geldiğini, mitoloji ve paganizmin izlerinden arınmış
olduğunu237 söylemektedir: “De ki; biz Hanif dininde Đbrahim’in milletine
bağlıyız”238, “Đbrahim’in milletinden ve dininden ancak sefih olanlar döner”239,
“Ey Peygamber! Artık yüzünü -her türlü şirkten ve asılsız inançtan arınmış olan-
Hanif dinine, yani Allah’ın insanı yaratırken özüne nakşettiği Tevhid inancına
çevir. Đşte doğru din budur, lakin insanların birçoğu bunu bilmez.”240 Bu
bağlamda şöyle denebilir: “Đslam dini insana, tabiatına uygun olmayan şeyleri
emretmez.”241
Fıtrî oluşun temel boyutu, dinin insan aklına aykırı veya onun idrak
seviyesinin dışında bir şeyi emretmemesidir.242 Bu çerçevede aklın
hoşlanmayacağı şeyler emir konusu değildir. Akideye konu olan hiçbir esasın
evhama dayanmaması bunun delilidir. Dinin, insanın bedenî yapısına uygun
olmayan bir şeye emretmemesi de onun fıtrî oluşunun neticesidir. Beşerin
234 Elbanî, Umde., s. 57. 235 Đsfehani, el-Müfredât, “ftr” mad., s. 640. 236 Đbn Manzur, Lisanu’l-Arab, “f-t-r” mad., c. V, s. 55. 237 Ülken, Hilmi Ziya, Đslam Düşüncesine Giriş I, Đst. 1954, s. 38, 79. 238 Bakara, 2/135. 239 Bakara, 2/130. 240 Rum, 30/30. 241 Elbanî, a.g.e., s. 55. 242 “Đslam dini, kuvvetini esas itibariyle mucizelerden değil akıldan almaktadır.” Ülken, a.g.e., s.
76-77.
88
gücünün yetmeyeceği ya da tatbiki mümkün olmayan hiçbir şey
emredilmemiştir.243
Đslam diniyle insan fıtratı tam bir uyum içerisindendir. Çünkü insan,
tabiatı, tevhidi ve Đslam’ın getirdiği diğer şeyleri kabul etmeye yatkındır. Aklı
selim bir insan, alemden hareketle bir yaratıcının var olması gerektiğini bilir.
Đdrak seviyesi iyi olan insanlar da bunu anlarlar. Bunun yanında insan, ahlakın iyi
olarak vasıflandırdığı şeyleri güzel; kötü olarak gördüğü şeyleri de çirkin olarak
bilir. Din de bunları bu sebepten dolayı ya emretmiş ya da yasaklamıştır. Bundan
dolayı dini emirlerin her zaman ve mekanda anlaşılması ve uygulanması
kolaydır.244
Bu yönüyle din akılların isteğine ve ihtiyacına cevap vermekte ve fıtrata
uygunluk arz etmektedir. Hz. Peygamber’in “her çocuk Đslam fıtratıyla doğar”245
şeklindeki hadisinde de, insanın “din” mefhumuna yatkınlığı ve bu yatkınlığın hak
din olan Đslam ile karşılığını bulduğu, dolayısıyla Đslam dininin her insanın
yaratılışına uygun bir muhtevaya sahip olduğu vurgulanmıştır.246 Takiyyuddin es-
Sübki (v. 756/1355), Allah’ın insana doğuştan verdiği bu özle, hakikate yani
tevhid dini olan Đslam’ı kabule hazır vaziyette olduğunu belirtmektedir. Ancak
çocuklar, “ataları taklid etme hastalığı” yüzünden fıtrat olarak Đslam’a yatkın
olmalarına rağmen babaları tarafından Hıristiyan, Yahudi ya da başka dine
yönelmektedirler.247 Burada insan zihnin normal bir gelişim süreci sonucunda
Đslam dinine doğru gideceğine işaret edilmiştir. O halde, insanın dine yatkın bir
fıtrata sahip olmasına karşın ateist olması ya da başka dinlere meyletmesi, fıtratına
muhalif davranması anlamına gelmektedir.248
Öte yandan, “Đnsan Hakları ve Hukuk Devleti” öğretilerinin temelinde
olan değişmez değerler; evrensel olup, bunların temeli, ilahi kelam tarafından
243 Elmalılı, Hak Dini, c. VI, s. 3824-3825. 244 Elbanî, a.g.e., s. 56. 245 Geni bilgi için bkz. es-Sübki, Takiyyuddîn, Küllü Mevlüdin Yûledu ale’l Fıtrati, (Tah.
Muhammed Seyyid Ebu Âmme), Tanta 1990. 246 Hökelekli, Hayati, “fıtrat” mad. TDV Đslam Ans., Đst. 1996, c. XIII, s. 47. 247 Sübkî, Küllü Mevlüdin Yûledu ale’l Fıtrati, s. 16-17. Ayrıca bkz. Đbn Teymiye, Der’ü
Teâruzi’l-Akl ve’n-Nakl (I-XI), Riyad 1979, c. VIII, s. 359. 248 Elmalılı, a.g.e., c. VI, s. 3823-3824.
89
atılmıştır. Đslam, bu anlamda müspet ilim kanunlarına dayanan fıtrat dini, tabii ve
ilahi hukuk ve ahlaktır.249 Bu bağlamda dinin emirleri, yasakları ya da diğer
hükümleri; kimisi bedihi olarak, kimisi vicdani kimisi de delile dayalı olarak
anlaşılır ve kabul edilir. Nitekim ilahi hitabın içeriğiyle ilgili olarak insanın
tefekküre teşvik edilmesi öncelikle vahyin anlaşılır olmasını sağlamaktır.250
Dinin varlık çerçevesinde sunduğu Allah inancını, evreni oluşturan
realitelerin toplamından çıkarmak mümkündür. Ancak, Allah’a dair bilgilerimizle
diğer varlıklar hakkındaki bilgilerimiz arasındaki fark, O’nun varlık kategorisinin,
evrendeki diğer varlıklardan tamamen farklı olması kadar kaçınılmazdır. Diğer
taraftan, Allah’a inanan bir mümin, Allah’ın kendisine kainatı açmasında
hareketle O’nun hakkında bilgi elde etmenin imkanına inanır. Bu inanç, Allah’ın
her zaman “Yaratıcı” ve “Vahyedici” tarzda yarattıklarıyla ilişkili ve mutlak güç
olduğu şeklinde kendisini gösterir. Bu yönüyle iman, agnostisizm ve fideizmi
ortadan kaldıracak tarzdadır. Çünkü evren, her zerresiyle O’nun kudretinin her
yerde var oluşuna işaret eder tarzdadır. Kainattaki bu semboller, Tanrı hakkındaki
bilgilerimizi/farkındalığımızı alevlendirir. Ancak bu sembollerin apaçık olduğu da
söylenemez. Öyle olsaydı, iman; gerçekleştirilmesi aksi ihtimalden çok daha
kolay hale gelirdi. Ancak bunu kolaylaştıran bir unsur vardır ki o da niyettir.
Allah-insan ilişkisinde insanın bu niyeti son derece önemlidir.251
Bununla birlikte Tanrı’ya dair bilgide, “yaratma” ve “vahiy” kavramları
öne çıkmaktadır. Yaratma sembolü bir hakikat olarak yaratılan her şeye sinmiştir.
Dolayısıyla bunlara dayalı olarak Tanrı hakkında konuşmak, bize gerçek bilgi
vermektedir. Vahiy ve yaratma aktında, Tanrı kendisini dünyayla öyle
ilişkilendirir ki kendisine dair bilgi, istidlali ya da mantıksal yolla keşfedilebilir
hale gelir. Ancak, Tanrı hakkındaki bilgiyi elde etmenin bizzat kendisi zorluklar
taşıdığından, bir ön hazırlığı gerektirir. Aslında bu hazırlık, fıtrat denilen,
yaratılışta altyapısı hazırlanmış olan ontik bir yapıdan başka bir şey değildir.
249 Hatemi, Hüseyin, “Đslam’da Akılcı Yöntem”, II. Uluslararası Đslam düşüncesi Konferansı, Đst.,
1997, s. 142. 250 Düzgün, Şaban Ali, “Đnsanın Yetkinliğini Teolojik Olarak Temellendirmenin Đmkanı”, AÜĐFD,
c. XLVI, Ank. 2005, sayı: 2, s. 25. 251 Düzgün, Allah, Tabiat ve Tarih, s. 130-131. Ayrıca bkz. Varlık ve Bilgi, s. 94-98 ve 269.
90
“Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir. Allah’ın insanları üzerinde
yarattığı Allah’ın fıtratına sımsıkı sarıl…”252 ayetinde bu istidlal ve mantıksal
çıkarım gerçekleştirmek için yapılması gereken işaret edilmiştir. O halde, insanın
hakikati keşfetmede dayanacağı kaynaklardan birisi de bu fıtrattır.253
Fıtrat kavramı, hem Allah ile insanlar arasındaki birlikteliğin hem de
farklılığın zeminidir. Yukarıdaki ayet, bu birlikteliğe taban sağlarken, terimin kök
anlamı, Allah ve insan arasındaki farklılığı göstermektedir. Nitekim fıtrat,
yazmak, ayırmak ve açmak suretiyle yeni bir şey yaratmak anlamlarına
gelmektedir.254 Bu da Allah’ın kendi mahiyetinden farklı olarak meydana getirdiği
ve kendine has özellikleriyle donattığı bir varlık alanı demektir. Bu farklı fıtratlara
sahip olma durumu insan için geçerli olduğu gibi, diğer varlıklar için de
geçerlidir. Đşte insan, fıtratın el verdiği ölçüde evrendeki varlıklardan bilgi elde
edilebilir. Zira fıtrat, insanın kendisine göre yaratıldığı prototiptir. Bu prototip,
insanın sınırlarını çizmekte ve onun kapasitesini göstermektedir. Đnsanın bu ontik
yapısının, çerçevelediğimiz bu alanda iş görmesi ise, ancak epistemik yapının,
zihinsel bir ön hazırlığın ve bilincin varlığıyla mümkündür.255
Dinin fıtrî oluşuna dair bir nokta da Tanrı-insan ilişkisidir. Zira Allah’a
atfedilen isim ve sıfatların izdüşümü insanda mevcuttur. Allah’ın zatî sıfatları
hariç, bütün isimler insana yansımıştır. Nitekim Allah’ın insanı görür ve işitir
kılması256 ve ruhundan ona üflemesi257 insanın hem epistemik hem de ontik olarak
nasıl bir planın parçası haline getirildiğine işaret eder.258 Đnsanın bu isim ve
sıfatlara sahip olması, onun Tanrı inancına sahip olmasını kolaylaştırmaktadır.
Burada Hasan Hanefi’nin, dinleri tabiî ve tabiatüstü şeklindeki tasnifine
dikkat çekmek istiyoruz. Buna göre Đslam dini tabiî bir din olmasına karşın,
Hıristiyanlık ve Yahudilik tabiatüstü dinlerdir. Đslam’ın tabiî bir din olmasının
sebepleri ise şunlardır:
252 Rum, 30/30. 253 Düzgün, Allah, Tabiat ve Tarih, s. 132. 254 Đsfehani, el-Müfredat, s. 640. 255 Düzgün, a.g.e., aynı yer. 256 Đnsan, 76/2. 257 Hicr, 15/29; Sâd, 38/72. 258 Düzgün, a.g.e., s. 136.
91
1- Tabii bir din, tektanrıcıdır. Tektanrıcılık tabii düzeydeki Uluhiyyetin
ifadesidir. Buna karşın Hıristiyanlıktaki Baba Allah, Oğul ve Kutsal Ruh, ilkel
dinlerdeki çoktanrıcılığa yakın olan örgülerdir.
2- Tabii bir din akıl doğrultusunda işler. Vahyin temelini akıl oluşturur.
Akıl, duyular, tecrübeler, tabiat kanunları, tarihin akışı, adetler ve bütün delilleri
içine alır. Đman, aklın eylemidir. Akıl, basiret ve iradeyle insan tabii bir biçimde
dini kavrayabilir. Böyle bir dinde hiçbir esrar yoktur. Hakikat basittir. Açık ve
berrak, algılanabilir, kavranabilir ve muhakeme edilebilir. Bu yüzden dinde
cehalet, şüphe, vehim ve ilham bilgi kaynağı değildir. Akıl ve gerçeklik üzerine
kurulan tabii dinde bilgi ve bilim ardından gelir. Nitekim Đslam yayıldığı
toplumlarda bu boyutlara ulaşmayı hedeflemiştir. Đslam nereye ulaşmışsa
okulların kapılarını bilgiye ve öğrenmeye açar. Düşünme noktasında öğrenciler
üstatlarıyla eşittir.
3- Tabii din, özgür iradeye dayanır. Harici güce gerek yoktur. Mesela
Allah’ın varlığı ve nübüvvetin ispatı gibi konularda aklın ve iradenin gücü
yeterlidir.
4- Tabii dinin bir diğer özelliği, sorumluluğun ferde ait olmasıdır. Đnsan
sorumluluğu kendisi üstlenmiştir. Kimse onun adına günah işleyemez. Aynı
zamanda kimse onu necata erdiremez. Đlk günah diye bir öğreti olamaz. Hz.
Adem, günah işlemiş, tevbe etmiş ve affedilmiştir. Herkes günahsız doğar ve
yaptıklarının karşılığını görür.
5- Tabii bir din insanı doğrudan doğruya Allah’la ilişkiye sokar.
Böylece bu dünyada başka hiçbir kimse Allah’la kul arasına giremez. Nitekim
Đslam’da din adamları ve ruhbanlık sınıfları ya da kilise otoritesi yoktur. Đtaat
sadece Allah’adır. Allah’la insan arasında hiçbir ikona yer yoktur. Sözde ilkel
dinlerin gelecekten haber veren ya da inanlar ile ruh arasında şefaatçi olduğunu
iddia edenler olabilir. Fakat aklın hakim olduğu tabii dinde bunların anlamı
yoktur.
6- Tabii bir din dogmaya değil gündelik hayata dayanır. Hayatın bizzat
kendisi dinin bilgisidir. Đnananlar rasyonelleştiğinde dogmalardan uzaklaşır ve
pratik hayatı temel alan dine yönelirler. Đslam’ın egemen olduğu toplumda akıl,
sosyal adalet ve eşitlik hakimdir. Her türlü sömürü ve tekel kaldırılmıştır. Hiçbir
92
sosyal sınıfın üstünlüğü yoktur. Üstünlük takvadadır.259 Yerlerin ve göklerin
sahibi Allah’tır. Đnsanın sahip olduğu sadece kullanma hakkıdır.260
Öte yandan, vahyin sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde cereyan etmesi ve
okuyucunun akıl ve tecrübesine hitap etmesi, insan ile metin arasındaki ilişkinin
imkanına delalet eder. Akıl ve vahiy arasındaki karşılıklı ilişkiyi mümkün kılan bu
durum, vahyin dogma olarak adlandırılmasını engeller. Zira dogma, yapısına
nüfuz edilemeyen ve tartışılmadan kabul edilen doğruluk iddiaları için kullanılır.
Vahyin, kendisini anlayacak ve yorumlayacak insanlara gelmiş olması ve aklın
süzgecinden geçerek ifadelendirilmiş olması, dogma olarak tanımlandırılmasını
imkânsızlaştırır. Aynı şekilde, Kur’an’ın ilke ve hükümlerinin belli sebeplere –
illetlere- dayandırılmış olması, sürekli delillere dayanan ifadelere yer vermesi,
hükümlerin uygulanmasında esneklikler gösterilmesi, ictihada kapı aralaması
onun dogmalar bütünü olmadığını göstermektedir. Savaş zamanında hırsızlık
yapana ceza uygulanmaması ictihad ve makasıda birer örnektir.261 Bunlar, dinin
bünyesinde insana açılan geniş alanı göstermektedir.262
Kur’an, beşere hitap ederken doğal olarak beşeri bir dil ve terminoloji
kullanır. Kur’an’ın bu özelliği vahiyle insanı aynı düzlemde buluşturmaktadır.
Đnsanın, vahyin taşıdığı anlamı idrak edecek fıtrî ve bilgisel özelliği vardır.263
Nitekim Kur’an’ın insana tanıdığı hareket alanının ifadesi olarak ictihat, istihsan,
istislah, kıyas, illet vs. insanın dindeki yetkinliğinin bir ifadesidir.264
Dinin insan fıtratına uygunluğunun yanı sıra, insan fıtratı da “din”
olgusuna hazır vaziyette yaratılmıştır. “Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü
dine çevir. Allah’ın insanları üzerinde yarattığı, Allah’ın fıtratına sımsıkı
259 Hucurat, 49/13. 260 Hanefi, Hasan, “Müslüman Aklının Eleştirisi Ya Da Đslam Düşüncesinin Yeniden Đnşası”, II.
Uluslararası Đslam düşüncesi Konferansı, Đst., 1997, s. 117-122. 261 el-Cevziyye, Đbn Kayyım, “Maslahat, Niyet, Şart, Ortam ve Zamanın Değişmesine Göre
Fetvanın Değişmesi”, (çev. Pehlül Düzenli), Ahmet Yaman, Makâsıd ve Đctihad adlı eserinin
içinde, Konya 2002, s. 317. 262 Düzgün, “Đnsanın Yetkinliğini Teolojik Olarak Temellendirmenin Đmkanı,” s. 21-22. 263 Düzgün, a.g.m., s. 25. 264 Düzgün, a.g.m., s. 26-28.
93
tutun…” 265 ayetinde, insanın istidlal ve mantıksal çıkarımına ve gerçekliği
keşfetmesine imkan veren ontik yapıya, “fıtrat” olarak işaret edilmektedir. Đnsan,
fıtratın izin verdiği ölçüde varlık hakkında bilgi sahibi olabilir. Zira, fıtrat; insanın
kendisine göre yaratıldığı prototiptir ve insanı kapasitesini ve sınırlarını
göstermektedir.
Đnsanın fıtrî yapısının işlevsel olabilmesi, bilgisel ve zihinsel bir ön
hazırlığın oluşturulması ve bilincin varlığıyla mümkün olabilmektedir.266 Esasen
insan fıtrat olarak, iyiyi ve kötüyü bilerek bu ikisi arasında ayırım yapabilecek
güçte yaratılmıştır.267 Bu yüzden onun ruh dünyası ne kadar gelişmişse, iman
etme donanımı ve imanının derinliği de o kadar fazla olacaktır.268
Đbn Sina (980-1037), Đbn Tufeyl (1106-1186), Đbn Nefis (1213-1288)
insanın ontik yapısına yerleştirilen tecrübe ve akletme yetenekleriyle yetkinliğe
ulaşabileceğini göstermeye çalışmışlardır. Buna göre, kimsenin yerleşik olmadığı
bir adada yetişen bir insan, kendi tecrübesi ve akıl yürütmesiyle felsefi ve teolojik
hakikatleri keşfedebilmektedir. Đbn Tufeyl’in Hayy b. Yakzan ve Đbn Nefis’in er-
Risaletü’l-Kamiliyye fi Sireti’n-Nebeviyye, adlı eserlerinde birbirlerine benzer
şekilde ıssız bir adada yaşayan bir insanın gelişimi anlatılmakta ve bundan dini,
felsefi ve bilimsel çıkarımlar yapılmaktadır.269 Söz konusu eserlerde vurgulanan
şudur: “Bir ceylan tarafından ıssız bir adada yetiştirilen bir çocuk gözlem ve
mantıksal dedüksiyonlarla temel insan bilgisinin bütün köşe taşlarını keşfetmekte
sonunda mistisizmin derinliklerine kadar ulaşmaktadır. Önce ölü hayvanları
parçalayarak öğrendiklerinden bitkilerin anatomisine geçmekte, buradan
meteorolojik olgulara ulaşmakta, ardından semavi cisimlerle ilgili bilgileri
keşfetmekte ve sonunda Yaratıcının varlığı ve sıfatları bilgisine erişmekte, bu
sıfatlar üzerindeki refleksiyonu onu Allah’a karşı yükümlülüklerine
götürmektedir.”270
265 Rum, 30/30. 266 Düzgün, “Đnsanın Yetkinliğini Teolojik Olarak Temellendirmenin Đmkanı,” s. 15. 267 Düzgün, a.g.m., s. 29. 268 Hasan Kayıklık, Psikolojik, Açıdan Đnanç, Đman ve Şüphe, s. 136. 269 Kahya, Esin, “Đbnü’n-Nefis” mad. D.Đ.A., Đst., 2000, c. XXI, s. 175. 270 Düzgün, a.g.e., s. 20.
94
Cüveyni, Şehristanî (469-548)ve Đbn Teymiye gibi alimler de insan
fıtratında bir Kadir-i Mutlak’a ihtiyaç olduğunu ve Allah’ın yüceliğinin gönülde
sabit olduğunu ifade etmişlerdir.271 Đnsan fıtratının Allah’ı bilme ve tanımada
gerekli kudret ve kabiliyete doğuştan sahip olduğunu kabul eden Mutezilî düşünür
Cahız, “bütün bilgilerimiz doğuştandır. Kim bir şey bilirse, öğretim ve Allah’ın
yaratmasıyla değil, ancak tabiatı gereği bilir” demiştir.272 Burada onun
bilgilerimizin doğuştan olduğunu kastetmesi, fıtratta mevcut bulunan güç ve
yetenekle anlamalıyız.273 Nitekim insana özgü akıl, yetenek ve irade gibi
özelliklerle insana tanınan, ayrıcalığa Kur’an’da pek çok ayete vurgu vardır:
“Göklerde ve yerde olanları, hepsini sizin buyruğunuz altına vermiştir. Doğrusu
bunda düşünen insanlar için dersler vardır”274
Öte yandan, “Allah sizi annelerinizin karnından bir şey bilmediğiniz
halde çıkardı”275 ayeti, insanın hazır bir bilgiyle dünyaya gelmediğini
vurgulamaktadır. Bu yüzden insanın yaratılışından itibaren tevhid inancına sahip
olduğu fikri doğru değildir. Nitekim, marifetullahın kesbi mi, nazari mi olduğu
tartışmaları bu noktayı ilgilendirir. Ancak Abdulcebbar’ın ifade ettiği gibi, şayet
insanlar doğuştan böyle bir bilgiye sahip olsalardı, insanların tamamının mümin
olması gerekirdi.276 Halbuki durum, böyle değildir. Bununla birlikte Şems, 91/7-
10. ayetlerde, insanın doğuştan iyiyi ya da kötüyü bilme ve bunlardan birisine
meyletme kabiliyetiyle yaratıldığına vurgu vardır.
Taklid olgusunu savunanların temel argümanları arasında yer alan,
insanın dini anlamaya yeteneği olmadığı ya da dini bilginin anlaşılamazlığı,
kaydettiğimiz bu bilgilerle birlikte geçerliliğini yitirmiş olmaktadır. Çünkü insan,
dini anlayabilecek kabiliyete/doğaya sahiptir. Nitekim insanın bu yetkinliği, onun
teklife muhatap olmasının kaçınılmaz şartıdır. “Allah insanlara sadece güç
271 Şehristani, Nihayetü’l-Đkdam, (tah. Alfred Guillaume), London 1934, s. 125; Đbn Teymiye,
Mecmûu’l-Fetava, c. I, 48 ve c. XVI, s. 344. 272 Đsferayani, et-Tabsir fi’d-Din, s. 81. 273 Düzgün, “Đnsanın Yetkinliğini Teolojik Olarak Temellendirmenin Đmkanı,” s. 41. 274 Casiye, 45/13. Diğer ayetler için bkz. Ra’d, 13/12; Đbrahim, 14/32-33; Nahl, 16/12; Hacc,
22/65; Ankebut, 29/61; Lokman, 31/20; Fâtır, 35/13; zümer, 39/5; Zuhruf, 43/13. 275 Nahl, 16/78. 276 Abdulcebbar, el-Muhit bi’t-Teklif, s. 234.
95
yetirebilecekleri şeyleri yükler”277 Ayrıca, iman edilmesi istenen dini bilgi de,
insanın tabiatıyla paralellik içerisindedir. Başka bir ifadeyle dinin kendisi, bizatihi
tabii olduğu için, önyargılardan arınmış ve doğru bilgiyle donatılmış her insanın
kolaylıkla iman edeceği yapıdadır. Buna rağmen, insanın aklî yetkinliğini terk
ederek dinini taklide dayandırması ve atalarının izinden gitmeyi meşru görmesi,
Nurettin Topçu’nun sosyolojik ahlaki bir zaafiyettir.278 Ancak ilahi kelam,
farkındalık oluşturmak ve yeni bir benlik inşa etmek için, insanda var olan bu
kabiliyete sürekli vurgu yapmakta ve onu düşünmeye davet etmektedir.
3. 3. Kur’an’da Aklın Đşlevselliği ve Tahkiki Đmanın Đmkanı
Đmanın salt tasdikten oluşmadığı, bilakis başka unsurları da ihtiva
ettiğini ve Kur’an’da imanın mantıki delillendirme, kalp fiilleri ve amel
bağlamında ifade edildiğini belirtmiştik. Çalışmamızın bu kısmında Kur’an
temelinde imanda aklın işlevselliği ve bunun sonucunda tahkiki imanın
imkanından bahsedeceğiz. Bu bağlamda Kur’an’ın insanın aklını harekete
geçirmek için hangi objeleri kullandığını da ortaya koymaya çalışacağız.
Öncelikle insanın her konuda olduğu gibi, din konusunda da aklıyla
önemli olduğu ve aklını kullandığı kadar insan olma vasfını işlevselleştirdiği açık
bir gerçektir. Nitekim aklın otoritesi, insanın özerkliğinin başlangıcıdır.279
Özellikle, ta’akkul,280 tefekkür,281 tedebbür,282 tezekkür,283 tefakkuh,284 şuur,285
furkan286 ve nazar 287 gibi akletme yeteneğine dair Kur’an’daki bütün bu
277 Bakara, 2/286. 278 Topçu, Đsyan Ahlakı, s. 136. 279 Hanefi, “Müslüman Aklının Eleştirisi.”, s. 124. 280 Mülk, 67/10; Bakara, 2/164, 170,171; Maide, 5/58; Enfâl, 8/22; Yunus, 10/6; Ra’d, 13/4; Nahl,
16/12; Hac, 22/46; Furkan, 25/44; Ankebut, 29/35, 63; Rum, 30/24; Yasin, 36/68; Zümer, 39/43;
Casiye, 45/5; hucurat, 49/4; Haşr, 59/14. 281 Bakara, 2/219, 266; Al-i Đmran, 3/191; Enam, 6/50; Araf, 7/176, 184; Yunus, 10/24; Ra’d,
13/3; Nahl, 16/11; Rum, 30/8; Sebe’, 34/46; Zümer, 39/42; Casiye, 45/13; Haşr, 59/21;
Müddessir, 75/13. 282 Nisa, 4/82; Müminûn, 23/68; Sad, 38/29; Muhammed, 47/24. 283 Mümin, 40/53-54; Hâkka, 69/48; Kaf, 50/5-8. 284 Nisa, 4/78; Enam, 6/25; Münafikun, 63/2-3; Araf, 7/179. 285 Bakara, 2/9; Nahl; 16/26; Şuara, 26/113. 286 Enfal, 8/29.
96
kavramlar insanın epistemik yeteneğine işaret eder.288 Bu yüzden akıl, insanın
mükellef tutulmasının temel şartı kabul edilmiş, sorumluluğun akla raci olduğu
konusunda ittifak edilmiştir.289
Ancak bu kavramlar arasındaki farklar ve ilişkiler dikkate alınmadan,
aklı sadece rasyonalistlerin yaptığı gibi zihne, ampiristlerin yaptığı gibi deneye
veya sufilerin yaptığı gibi işraka indirgemek hatalı olur. Çünkü insanın maddi
dünyası olduğu kadar duygu yüklü dünyası da vardır. Kur’an, insanı negatif
olabilecek her türlü normatif değerden arınmış ahlaki akıl anlamında “ulu’l-elbâb”
kavramıyla vicdan sahibi olmaya davet eder. Bunun en çarpıcı örneği, Hz.
Đbrahim’in ilah konusunda kavmiyle olan mücadelesidir. Söz konusu ayetlerde
Hz. Đbrahim’in kavmi, vicdanlarına yapılan çağrıya rağmen onu duymazdan
gelerek küfürde ısrarcı olmuşlardır.290
Allah, hem iman konularında hem de dinin diğer bütün meselelerinde
bilgi sahibi olanları övgüyle anmış; varlığına ve birliğine kendisini, melekleri ve
ilim erbabını şahit tutmuştur.291 Şüphesiz bilgi sahiplerinin tevhide ve ahlaka
katkılarıyla övülmesi, dinde bilginin anlamına yapılan en açık vurgudur. 292
Aslında aklı ve düşünceyi öne çıkartan Kur'an, imanın ilme, ilim denmeyi hak
edecek bilgiye dayanmasını öngörmektedir.
Öte yandan Kur’an heva ve hevesi akıldan ayırmış; geleneğe, gayri
ahlakî yerleşik kültüre ve dogmaya bağlılığı reddetmiş; eleştiri, sorgulama ve bilgi
aktlarını etkin bir şekilde kullanıma teşvik etmiş ve vakıayı önemli bir biçimde
dikkate almıştır. Kuruntu eseri batıl inanç ile cehalet arasında bağ kurulmuş, tüm
287 Al-i Đmran, 3/137; Enam, 6/11; Araf, 7/84; Yunus, 10/39, 73, 101; Yusuf, 12/109; Nahl, 16/36;
Neml, 27/14, 51, 69; Kasas, 28/40; Ankebut, 29/2; Rum, 30/9; Fatır, 35/44; SAffat, 37/73; Gafir,
40/21, 82; Zuhruf, 43/25; Muhammed, 47/10. 288 Düzgün, “Đnsanın Yetkinliğini Teolojik Olarak Temellendirmenin Đmkânı”, s. 21; Bulaç, Ali,
Tarih, Toplum ve Gelenek, Đst. 1996, s. 179. 289 Bolay, S. Hayri - Yavuz, Y. Şevki, “Akıl” mad., D.Đ.A., Đst., 1989, c. II, 239; Düzgün, Varlık ve
Bilgi, s. 196. 290 Enbiya, 21/62-67. 291 Elmalılı, Hak Dini., c. II, s. 1056-1059. Đlim ehlinin övüldüğü diğer bazı ayetler ise; Bakara,
2/269; Al-i Đmran, 3/18; Taha, 20/114; Zuhruf, 43/86. 292 Đbn Tumert, E’azzü ma Yutlab, s. 306.
97
hurafelerin çıkış noktası olarak cehalet gösterilmiştir.293 Örneğin Bakara 2/78.
ayetinden hareketle, kimi insanların vahiysiz ve kitapsız dindarlığın açığını, sahte
kutsallar icat ederek kapattığı, taklidle ayakta duran bu inanç formülasyonlarının
ise ancak zan ifade ettiği vurgulanmıştır.294
“Tezekkür”, “tefekkür” “taakkul” gibi fiilleri sık sık kullanan Kur’an,
aklı isim olarak değil, eylem olarak anmış ve onun pozitif kullanımını teşvik
etmiştir. Dolayısıyla bu, pozitivist rasyonalizmin yücelttiği akılcılıktan farklıdır.
Pozitivist akılcılık, nesnel bilgi dışında hiçbir şeyin hakikatini kabul etmezken,295
Kur’an’ın teşvik ettiği akıl yürütme faaliyeti, tabiattan ilham alarak, Yaratıcısının
varlığını keşfeden ve ona şükretmeyi ödev kabul eden sürecin adıdır. Bu sebeple
aklın fonksiyonu hiçbir zaman olumsuz değildir, ancak kullanımdaki maksat ve
yöntemlerde olumsuzluk bulunabilir. Bu olumsuzlukları gösterecek yegane otorite
de yine aklın kendisidir. Yanlış çözümlere vardığında, başka verilerle bunların
yanlışlığını anlama ve bunlardan dönüp yeni yargılara ulaşabilme, düşünme
yetisinin bir başka özelliğini oluşturur. Aslında akıl, idrak ve tecrübelerle sürekli
yenilenen ve gelişen bilgi ve formülasyonlar toplamıdır.296 Bu noktada vahyin
fonksiyonu da bir yandan insan zihninin işleyişindeki belli prensip ve
formülasyonların yerleşmesi yanında, bizzat bu işleyişin kendi kendini kontrolünü
sağlamaktır.297
“Bir millet, kendi durumunu değiştirmedikçe Allah o millete müdahale
edip değiştirmez.”298 Đnsanoğlu ilk adımı atarak varlığının iç zenginliğini açığa
çıkarmalıdır. Aksi halde terakki halindeki hayatın içten gelen hamlesini duyamaz
hale gelir. Bu noktada ruh katılaşır ve cansız madde seviyesine düşer. Fakat
insanın hayatı ve ruhunun ileri yürüyüşü, karşılaştığı hakikatle rabıtaların
teessüsüne bağlıdır. Bu rabıtaları tesis eden ilimdir, ilim ise akıl ve anlayışla
293 Özsoy-Güler, Konularına Göre Kur’an., s. 81. 294 Đslamoğlu, Mustafa, Kur’an Meali, Bakara 2/78’in mealinde 2. dipnot. 295 Cottingham, Akılcılık, s. 10. 296 Pezdevî, Usûlü’d-Din, s. 297. 297 Ardoğan, Recep, “Kelâmî Açıdan Đnsan Haklarının Temellendirilmesi Sorunu”, A.Ü.S.B.E.,
Basılmamış Doktora Tezi, Ank. 2003, s. 84-85. 298 Ra’d, 13/11.
98
işlenmiş his ve idraktir.299 Kur’an, böylece muhataptan aklını kullanması talep
etmiştir. Bu, Đslam kelamcılarının “fıtrî, garizi ya da matbu akıl” olarak
adlandırdığı ve insanı din için sorumluluk sahibi yapan akıldır. Felsefede ise buna
“potansiyel akıl, bi’l-kuvve ya da heyulani akıl” denmiştir.300 Bu akıl işlendiği
zaman artık mesmu ya da müktesep akıl durumuna geçer ve insna yetkinliği
derinleşir.
Öte yandan Kur’an, tabiat, tarih ve bizzat vahyin özel yapısıyla
muhatabının ilgisini çekmeye, onun aklını harekete geçirmeye ve böylelikle ikna
etmeye çalışır. Şimdi bunlardan tabiatla ilgili olanına kısaca göz atalım.
1- Allah’ın varlığıyla ve sıfatlarıyla ilgili bilgi veren en temel vahiy
alanı tabiattır.301 Kur’an bir ibret alanı olarak tabiata birçok kez dikkati
çekmektedir. Kur’an tabiattan bahsederken onun yaratılışı,302 insanın hizmetine
verilişi303 ve orada bir nizamın varlığını zikreder.304 Bütün bunlar tabiatı yöneten
gücün birliğine işaret etmektedir. Evrenin düzenli olması ve insanın yaşamı için
emrine verilmiş olması bir nimettir. Đnsanın tabiatta sunulan nimetlerden
kendisine olan rahmeti, inayeti ve lütfu idrak etmesi istenir. Vahiy bunun için
299 Đkbal, Muhammed, Đslam’da Dini Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, (Çev. Sofi Huri), Đst. 1999 s.
29. 300 Đsfehani, el-Müfredât, “akl” mad., s. 577-578. Đbn Fûrek, Mücerred Makalat, s. 283; Gazali,
Đhya, c. I, s. 215-216. 301 Düzgün, Allah, Tabiat ve Tarih, s . 165. 302 En’âm, 6/38, 97, 99; Hicr, 15/85;Enbiya, 21/16; Nur, 24/45; Furkan, 25/61;Lokman, 31/10;
Secde, 32/4; Kaf, 50/6, 38; Rahman, 55/19-25; Talak, 65/12. 303 Bakara, 2/22, 29, 189; En’âm, 6/99; A’râf, 7/10, 26; Yunus, 10/5, 67; Hicr, 15/16-23; Nahl,
16/5-18, 80-81; Đsra, 17/12, 66, 70; Taha, 20/52-55; Enbiya, 21/31; Hac, 22/63; Mu’minûn,
23/18-23; Furkan, 25/45-50; Neml, 27/86; Kasas, 28/73; Rum, 30/48-49; Lokman, 31/20; Secde,
32/27; Fatır, 35/12; Yasin, 36/71-73; Mü’min, 40/61, 64, 79-80; Zuhruf, 43/10-14; Casiye,
45/12-14; Rahman, 55/10-13; Mülk, 67/15; Müddessir, 74/11-14; Mürselât, 77/25-27; Nebe,
78/6-16; Naziât, 79/27-33; Abese, 80/23-32. 304 Bakara, 2/189; En’âm, 6/96; Yunus, 10/5; Ra’d, 13/2; Đbrahim, 14/32-33; Hicr, 15/16-23; Đsra,
17/12; Taha, 20/50; Enbiya, 21/33; Hac, 22/65; Mu’minûn, 23/18; Nur, 24/43-45; Furkan, 25/1-
2, 45-46, 53, 61; Neml, 27/88; Lokman, 31/10; Secde, 32/5-6; Fatır, 35/13; Zümer, 39/5;
Fussilet, 41/10-12; Şura, 42/11; Zuhruf, 43/10-11; Casiye, 45/12; Ahkaf, 46/3; Kaf, 50/6;
Zariyat, 51/7-8, 20-23, 47-49; Kamer, 54/49; Rahman, 55/5-7, 19-21; Mülk, 67/3-5; Nebe, 78/6-
7; A’lâ, 87/2.
99
“inzar” ve “tenzir” faaliyetini girişir. Kur’an’da benzer ifadelerin ve aynı
temaların tekrar tekrar ifade edilmesi bunun kanıtıdır. Bu bağlamda Kur’an’ı bir
bilgi kaynağı olarak değil, aklı doğru kullanmak için bir tür usûl kaynağı olarak
görmek daha doğrudur.305
Dış dünyanın ispat temeli olarak kullanılması Kelam’da “Tabii
Teoloji”ye zemin hazırlamıştır.306 Nitekim kelamcılar, “istişhad biş-şâhid ale’l-
gayb” deliliyle görünen alemden görünmeyen varlıklara gitmeyi hedefler.307
Onlara göre iman, duyuların aktif olarak içinde olduğu bir sürecin ürünüdür.308
Duyularını, fıtratına ters bir biçimde kullanan ve imandan uzaklaşan insanlar,
Kuran tarafından şu şekilde betimlenmektedir: “Onların kalpleri vardır, fakat
anlamazlar; gözleri vardır, fakat görmezler; kulakları vardır, işitmezler. Đşte
bunlar hayvan gibi hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar gafildir.”309 Gözünü,
kulağını ve gönlünü eşyanın mana yönüne kapatmış olan insan, Kur’an’ın
ifadesiyle “akıl ve şuur sahibi olmayan hayvan” gibidir.310
Kur’an’ın Allah’ın varlığıyla ilgili, insanın bizzat kendi nefsini ve
kâinatı ibret için sahneye çıkarması, Đslam kelamcılarının ve filozoflarının
kullandıkları delillere ilham kaynağı olmuştur. Bunların arasında “gaye ve
nizam/inayet ve ihtira” delili Kur’an’ın metoduna en yakın olanıdır.311 Bu delil,
insanın alemi aktif bir biçimde gözlemlemesini esas alır.312 Denebilir ki, kâinat,
305 Bakara, 2/119; Furkan, 25/1; Ahzab, 33/45; Mülk, 67/26; Müddessir, 74/36 vb. ayetler. Bkz.
Özsoy-Güler, Konularına Göre Kur’an,. s. 59. 306 Düzgün, Allah, Tabiat ve Tarih, s. 166. 307 Harputi, Tenkihu’l-Kelam, s. 36; Düzgün, Varlık ve Bilgi, s. 245-246. 308 Maturidi, Kiatbu’t-Tevhid, s. 152-155; Đbn Fûrek, Mücerred Makalat, s. 287. 309 A’râf, 7/179. Ayrıca bkz Ali Đmran, 3/190-191; Hac, 22/465; Fussilet, 41/44; Kâf, 50/37. 310 Elmalılı, Hak Dini., c. IV, s. 2338-2339. 311 Kainattaki varlıkların Allah’ın iradesi ve kudretiyle bir sebep için yaratıldığı ve hepsinin bir
gayeye hizmet ettiğinden hareketle Allah’ın varlığını ispatlamaya çalışan “Đnayet Delili”ni
Farabi; Alemdeki varlıkların mükemmel bir şekilde işleyişinden hareketle “Gaye ve
Nizam/Đnayet ve Đhtira Delili”ni Mutahhar Tahir el-Maqdisi (355/966), Gazali, Đbn Rüşd, Đbn
Kayyım el-Cevziyye vd. düşünürler kullanmışlardır. Genişi bilgi için bkz. Topaloğlu, Allah’ın
Varlığı, s. 60, 104-107, 173-174. Ayrıca bkz. Razî, el-Muhassal, s. 37; Altıntaş, Tevhid ve
Estetik Düşüncesi, s. 113-116. 312 Bkz. Bakara, 2/164; Enâm, 6/97-99; Rûm, 30/22; Gaşiye, 88/17.
100
varlık amacını keşfetmesinde insan için bir laboratuar durumundadır.313 Nitekim
Kur’an’da anlatılan Hz. Đbrahim kıssası da314 buna açık bir örnektir.315
Đbn Rüşd de Kur’an’ın bu çağrısına vurgu yaparak, şunu söylemiştir:
“Şeriat, var olanları akılla değerlendirmeye ve bu yolla onların bilgisini
araştırmaya davet etmektedir. Nitekim “ey basiret sahipleri ibret alın”316 ayeti ve
buna benzer “düşünesiniz”, “akledesiniz” şeklindeki ayetler, tabiattan kıyasla,
Yaratıcının varlığına ve mükemmelliğine gitmenin vacip olduğunu
göstermektedir.” Böyle bir akıl yürütme faaliyetinin adı “burhan”dır.317
Öte yandan, kelamcıların ve filozofların geliştirdikleri deliller, tabiatta
Allah hakkında bilgi sahibi olmayı mümkün kılan kavram ve kategorilerin var
olduğundan hareket eder. Bununla birlikte onların delilleri halkın idrak seviyesini
zorlamıştır. Nitekim Đbn Hazm, iman edilecek hususları cevher-araz
polemikleriyle Kitap ve Sünnet’ten uzaklaştıran kelamcıları ve filozofları
eleştirmiştir. Bu anlamda o, imanda istidlal arayışına ve bu konudaki soyut
tartışmalara karşıdır.318 Nitekim kıyasın öncüllerinden alemin hudusunu, cevher,
araz, hareket ve sükun gibi, her biri başka mantıkî kıyas ve müsellemlere dayalı
kavramlardan çıkarsamak felsefî bir yoldur. Halk ise, alemin yaratıldığı sonucuna
varırken basit delillere ilgi duyar. Esasen dini makul kılmak, onu felsefi hale
getirmek değildir.319
Gerçekte Allah’ın varlığını gösteren işaretler basit ve apaçıkken,
kelâmcıların ve filozofların kullandıkları delillerin teorik ve karmaşıklığı, onların
kesinliğe ulaşmaması veya tasdik edilenin ispatlanmış olup olmaması ile ilgili 313 Đkbal, Đslam’da Dini Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, s. 31. 314 En’âm, 6/75-79. Đbrahim (as)’ın güneş ve yıldızın batmasından sonra “ben batanları sevmem”
ifadesi hem akıl yürütmeyi hem de duygusal yoğunluğu göstermektedir. Bu sonuç insanın
duygularıyla düşünceleri arasında tutarlılık aradığının/araması gerektiğinin göstergesidir. Bkz.
Alper, Đmanın Psikolojik Yapısı, s. 177. 315 Sabri, Mustafa- Carullah, Musa, Đlahi Adalet: Rahmeti Đlahiye Burhanları, (Sad. Ömer H.
Özalp), Đst. 1996, s. 81-84. 316 Haşr, 59/2. 317 Đbn Rüşd, Fasl’ul-Makal, s. 64. 318 Đbn Hazm, “Risaletü’l-Beyan an Hakikatü’l-Đman” (Resâilu Đbn Hazm Endülüsî (I-IV)
içerisinde, Beyrut 1981, c. III, s. 193, 195. 319 Đkbal, Đslam’da Dini Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, s. 18.
101
değil, yalnızca inanılan bilginin alanıyla ilgilidir. Çünkü iman, algılanabilir
olmayan gayb alemi ile ilgilidir ve doğruluğu test edilebilir bir nesnel formülle
ispatlanamaz. Öyleyse herkes için belli kavramları bilmeyi ve belli bir yolla
istidlal etmeyi vacip kılmak gereksizdir. Ayrıca kelâmcıların hudûs delilinde
cevher, araz, hal, mahal gibi tanımı güç kavramlarla oluşturdukları literatür sadece
kendileriyle sınırlı kılmıştır.320 Halbuki, Đkbal’in vurguladığı gibi, Kur’an direkt
kavranan objelerden hareketle varlığın amacını idrak etsin diye, insanın bakışını
bu aleme çevirmiştir.321
Kur’an’ın insanları dış dünyaya yönlendirmedeki amacının şunlar
olduğunu düşünüyoruz:
1- Đnsanın Allah hakkındaki bilgilerini arttırmak ya da Allah’ın
varlığının ispatına yardımcı unsurlara işaret etmek.
2- Đnsanda bir farkındalık/takva duygusu oluşturmak. Böylece insanın
varlık alemindeki yerini görmesini sağlamak.322
Görüldüğü gibi her iki sebep de neticede insanın ahlaki yapısına
ilişkindir.323 Çünkü Kur’an bütün bu delillere rağmen inanmamayı bencillik
duygusuna bağlar ve bunu “hastalık” olarak adlandırır.324
O halde kainatın yaratılışı, düzeni ve insanın hizmetine sunulmuş
olması Kur’an’ın beyanıyla sabittir. Tabiat gerçekten o kadar mükemmel örülmüş
ve o kadar düzenli çalışmaktadır ki, Allah’ın en büyük mucizesi olarak Kur’an’da
Allah’ın varlık ve birliğinin en büyük delili olarak zikredilmiştir.325 Bu yüzden
insanın kainatı ve kainatın düzenini düşünerek Allah’ı bilmesi imkansız
değildir.326 Nitekim Maturidi, Allah’ın varlığıyla ilgili argümanlarını sürekli
olarak tabiata dayandırmıştır.327
320 Bkz. Bakıllani, el-Đnsaf, s. 39; Cüveyni, Akidetü’n-Nizamiye, s. 16-17; Râzi, el-Erbaîn fi
Usûli’d-Din, Haydarabad 1353, s. 27, 86. 321 Đkbal, a.g.e., s. 157. 322 Düzgün, Allah, Tabiat ve Tarih, s. 172. 323 Güler, Đman-Ahlak Đlişkisi, s. 20. 324 Bakara, 2/10; Maide, 5/52; Enfal, /49; Hac, 22/53; Ahzab, 33/12; Müddessir,, 74/31. 325 Fazlur Rahman, Ana Konularıyla, s. 125-147. 326 Cabiri, Muhammed Abid, Arap Aklının Oluşumu, Đst. 2001, s. 160. 327 Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 17, 50, 157.
102
Kur’an’ın aklın işlevselliği için ortaya koyduğu ikinci argüman “tarih
kitabı”; peygamberler, resuller ve onların milletlerinin tarihidir: “Onlar,
yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğuna bakmadılar
mı? Onlar kendilerinden daha kuvvetli idiler. Yeryüzünü sürüp işlemişler ve orayı
kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Onlara da peygamberleri
apaçık deliller getirmişlerdi. Allah onlara asla zulmediyor değildi. Fakat onlar
kendilerine zulmediyorlardı. Sonra, Allah’ın âyetlerini yalanladıkları ve onlarla
alay etmekte oldukları için, kötülük işleyenin sonu daha da kötü oldu.”328
Tarih, hem geçmiş milletlerin zaman dilimlerinde cereyan etmiş
olayları hem de özgür irade sahibi olan insanın eylemlerini ve sonuçlarını ifade
eder. Tarih, teolojinin en kapsamlı ufku ve Allah hakkında bilgi veren genel vahiy
alanıdır.329 Kur’an, geçmiş milletlerin itikadi-ahlaki yapılarına değinerek onların
akibetlerini anlatır. Öyle ki bu kıssalar, Kur’an metninin üçte birini teşkil eder.
Bunların anlatılmasındaki amaç şüphesiz salt hikayecilik, edebiyat ya da tarih
yapmak değildir. Gaye, insanların geçmiş milletlerin başına gelenlerden ibret
almaları ve kendilerine çekidüzen vermeleridir. “Ey Muhammed, bunlardan önce,
diyar diyar dolaşan bunlardan daha güçlü nice nesilleri yok etmişizdir. Kurtuluş
var mı? Bunda kalbi olana ya da hazır bulunup kulak verene ders vardır.”330
Kur’an böylece, yeni medeniyetlerin ve toplumların tarihte olup bitenlerden ders
almaları gerektiğini hatırlatır. Geçmiş kavimlerin başına gelenler, aynı şartlar
oluştuğunda şimdikilerin de başına gelebilir.331 Çünkü “ Allah’ın yasasında hiçbir
değişiklik bulamazsın.”332 Kur’an bu yüzden insanın yeryüzünde gezip dolaşması
ve kendinden öncekilerin akıbetini bizzat kendisinin müşahede etmesini
istemiştir.333
328 Rum, 30/9-10. 329 Düzgün, “Đnsanın Yetkinliğini Teolojik Olarak Temellendirmenin Đmkanı,”, s. 215. 330 Kaf, 50/36. 331 Fazlur Rahman, Ana Konularıyla, s. 108-112. 332 Fatır, 35/43. 333 Ali-Đmran, 3/137; En’âm, 6/11, A’râf, 7/84, 86, 103, 128; Yunus, 10/39, 73; Yusuf, 12/109;
Nahl, 16/36; Neml, 27/14, 51, 69; Kasas, 28/40, 83; Rum, 30/9, 42; Fatır, 35/44; Saffât, 37/73;
Mü’min, 40/21; Zuhruf, 43/25; Muhammed, 47/10.
103
Bunun içindir ki Kur’an iki çeşit bilgiyi insan için yararlı görmektedir:
Birincisi, insana hizmet verecek duruma gelen tabiat bilgileri, yani tabii ilimler.
Bunun içerisine insanın kendisiyle ilgili bilgileri de dahil etmek mümkündür.
“Onlara hakikatin iyice belli olması için dış dünyada ve iç alemde
işaretlerimizi/ayetlerimizi göstereceğiz…”334 Đkinci tür bilgi, tarih (ve coğrafya)
bilgisidir. Çünkü Kur’an insanı sürekli “yeryüzünde gezmeye” ve bizzat kendi
gözleriyle görmeye teşvik etmiştir ki, geçmiş milletlere neler olduğunu ve neden
yükselip çöktüklerini anlayıp ibret alsın. Bu, bir anlamda ilmi bir bilgidir.335
Çünkü duyularla yapılan gözleme ve akla dayanmaktadır. Kur’an böylece insanın
yeteneklerini tahrik ederek, neler yapmaya muktedir olduğunu açığa çıkarmasını
istemektedir.
Đlahi kelam, tarihi peygamberlerin başından geçen olaylar bağlamında
işlediğinden, onu okuyan kimse, sanki tarihin sadece peygamberler etrafında
cereyan etmiş olduğu hissine kapılır. Bu, insana varlığından beri sürekli tevhid-
şirk mücadelesi içinde olduğunu hatırlaması için kullanılan etkin bir metottur.
Đnsanlık tarihinin geçmişini tamamen kuşatan bu mücadelede zafer sürekli
peygamberlerin olmuş ve Allah’ın kelimesi yükselerek “akıl” egemen olmuştur.
Kur’ana göre iman etme rasyonel, şirk ve inkar ise irrasyoneldir. Çünkü şirk, aklın
kabul etmeyeceği bir olgudur: “Yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı,
yer ve gök fesada uğrardı”336
Geçmiş milletlere gönderilen peygamberler bu dünyadan göçtükçe,
insanlar onların mesajlarını ya tamamen ya da kısmen unutmuş veya tahrif
etmişlerdir. Bu durumda yeni bir elçiyle tarih yeniden inşa edilmelidir. Kıyamete
kadar başka bir başlangıcı olmayacak “gerçek tarih” son Peygamber Hz.
Muhammed (s.a.v.) ile başlamıştır. Onun risaleti genel ve kapsamlıdır. Bir yandan
tüm insanları ve dönemleri ilgilendirirken diğer yandan kendinden önceki dinleri
ilga değil, aksine onlara yapılan tahrifatı tashih ederek insanları asıl dine; Đbrahim
(a.s.)’ın dinine dönmeye çağırmaktadır.337
334 Fussilet, 41/53. 335 Fazlur Rahman, Ana Konularıyla, s. 82. 336 Enbiya, 21/22. 337 Cabiri, Arap Aklının Oluşumu, s. 155.
104
Kur’an’ın insanı imana davet ederken, ikna etmek için kullandığı
üçündü delil vahyin bizzat kendisidir. Nitekim, ilahi kelamın muhatabına tabiatı
ve tarihi göstererek imana davet etmesine karşı, irrasyonele bağlanıp kalmış olan
müşrikler, tabiat ötesinden deliller istemektedir. Bu geçmiş milletlerin
peygamberlerine verilen mucizelerdir. Buna karşın Kur’an, mucizelerle değil,
tabiat ve tarih kitaplarına ilave olarak bizzat vahyin eşsizliğine ve Đslami öğretinin
tabii oluşuna dikkatleri çeker. “Kur’an’ı inceleyip düşünmüyorlar mı? Eğer
Allah’tan başka birinden gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık ve çelişki
bulurlardı.”338 Đkna olacak olana bu kitap bile tek başına kâfidir: “Kendilerine
okunan kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Şüphesiz bunda inanan
bir kavim için bir rahmet ve bir öğüt vardır. De ki, “Benimle sizin aranızda şahit
olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde olanları bilir. Batıla inanıp Allah’ı inkâr
edenler var ya; işte onlar asıl ziyana uğrayanlardır.”339 Sonra bunun bir
benzerini getirmeleri konusunda onlara meydan okur: “Yoksa onu (Muhammed
kendisi) uydurdu mu diyorlar? De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi siz de
onun benzeri bir sûre getirin ve Allah’tan başka, çağırabileceğiniz kim varsa
onları da yardıma çağırın...”340
Hz. Musa ve Hz. Đsa’nın, insanları peygamberliklerini tasdike sevk
etmekte başvurduğu temel araç ise mucizelerdir. Bunlar, Hz. Musa için, birincisi
yılana dönüşen asa olmak üzere on “âyet”, Hz. Đsa için ise ölüleri diriltme ve
cüzzamlıları iyileştirme gibi harikulade olaylardır. Đncil ve Tevrat da aklı
yüceltmekte ve aklın hakemliğine davet etmekle birlikte Hz. Muhammed’in da-
vetinin, aklı muhatap alarak onu öncelemesi, Đslam’ı Yahudilik ve Hıristiyanlıktan
ayıran bir fenomendir. Muhammedî davetin Kureyşli hasımları, kendisinin
gerçekten Allah katından gönderilmiş olduğunu anlamak ve onu tasdik etmek için,
Hz. Peygamber’den sürekli olarak önceki peygamberlere verilenlerin benzeri
mucizeler talep etmişlerdi.341 Fakat cevap bu meydan okumanın reddidir. “Bizi
338 Nisa, 4/82. 339 Ankebut, 29/51-52. 340 Yunus, 10/38. 341 Cabiri, “Akıl ve Đman”, s. 13.
105
mucizeler göndermekten alıkoyan şey, evvelkilerin onları yalanlamış
olmasıdır…”342
Öte yandan, akıl sahipleri için Kur’an’ın gücü, mucizelerden daha
etkilidir. Nitekim Kur’an’ın kendisi de mesajın yüksek gücüne işaret etmektedir:
“Biz bu Kur’anı bir dağa indirseydik Allah korkusundan onu baş eğmiş ve
paramparça olmuş görürdün. Bu örnekleri insanlara düşünmeleri için
vermekteyiz.”343 Müşrikler vahiyden etkilenmemek için birbirlerini Kur’an’ı
dinlemekten sakındırıyorlardı: “Đnkar edenler dediler ki: Bu Kur’anı dinlemeyin,
okunursa gürültü yapın. Böylece belki ona galip gelirsiniz.”344 Kur’an’ın bu
etkileyici özelliğinden dolayıdır ki müşriklerin durumu “arslandan kaçan ürkmüş
yaban eşeklerine”345 benzetilmiştir.346
Muhammed Hamidullah (1908-2002), Hz. Peygamber’in siyerini
işlediği eserinde mucizelerin ancak idrak düzeyi düşük insanları etkilediğini,
Kur’an’ın ise mucizeden daha etkin olduğunu şöyle ifade etmiştir:
“Denebilir ki henüz gelişmemiş ruhi-manevi yapıya sahip olan ikinci
derecedeki insanlar ancak mucizeyle iman ederler. O halde mucizeler ancak
sınırlı derecede insanları etkilerler. Mucizeler gönül ve kalbimize sığmayan
şeyleri kabule zorlarlar. Mucize bir çeşit cebir vasıtasıdır; cebir ve zor altında
kalarak gösterilen itaat ve teslimiyet bir değer taşımaz. Kur’an bu durumu şöyle
izah eder: “Müşrikler, Ona Rabbi tarafından mucizeler verilmesi gerekirdi, değil
mi, diyorlar… Kendilerine tebliğ edilen bu Kur’an’ı sana göndermiş olmamız
yetmiyor mu? Şüphesiz Kur’an’da iman etmeye niyetli olanlar için rahmet ve öğüt
vardır.”347 Böylece Kur’an kemale ermiş toplulukların Allah katında pek kolay ve
basit şeyler olan mucizeler peşinde koşup durmamaları hususunda ısrar etmekte
ve dikkatleri bizzat Đslamî öğretinin tahkikine çekmektedir. Bu yüzden bütün
muteber ve sahih hadislerde yer alan ve bu sebeple üzerinde hiçbir şüphe izi
bulunmayan, tarihe malolmuş bu mucizelerin felsefesini ve bunların olabilirlik 342 Đsra, 17/59. 343 Haşr, 49/21. 344 Fussilet, 41/26. 345 Müddessir, 74/50-51. 346 Fazlur Rahman, Ana Konularıyla, s. 180. 347 Ankebut, 29/50-51.
106
şartlarını ele alıp uzunca münakaşa etmenin lüzumuna kani değilim. Aksine
inanıyorum ki, bir inanış manzumesinin yahut davranışlar ve eylem nizamının
akla uygunluğu ve mantıkîliği bizzat o sistem vasıtasıyla ispatlanır, yoksa sadece
mucizelerle değil.”348
Esasen evrenin düzeni, kısas-ı enbiyanın dersleri ve Kur’an’ın beyanı
delalet bakımından eşit ve birbirini tamamlayıcı unsurlardır: Evrenin düzeni
Allah’ın varlığını ve birliğini ortaya koyar. Kısas-ı enbiyada Allah’ın kuvvetinin,
rahmetinin ve intikamının delili vardır. Kur’an’ın beyanında Hz. Muhammed’in
peygamberliğinin ve risaletinin doğruluğunun delili vardır. Bu üç tür delil
birbirini destekleyerek “makul”ü yani rasyoneli teşkil eder. Đrrasyonel ya da gayri
makul olan ise yukarıda belirttiğimiz gibi, Kur’an lisanında Allah’a şirk koşma,
yeniden dirilişi inkâr ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’in risaletini yalanlamadır.349
Sonuç olarak aklın işlevselleştirilmesi için Kur’an’ın temel argümanları
tabiat, tarih ve vahyin kendisidir. Bütün bunlar imanın mahiyetini oluşturan
mantıki delillendirmenin saikleridir. Đslam, bunlarla imanda tahkikin yolunu
açmaktadır. Nitekim Đslam’da inanç esasları, bizatihi irrasyonel birtakım dogmalar
değildir. Ne var ki insan, dogmatik davranma zafiyetine sahiptir.350 Kur’an, iman
konularında oluşabilecek herhangi bir kuşkunun bastırılmasını veya bir şekilde
üstesinden gelmesini değil, aksine akli araştırmaya bağlı olarak onun ortadan
kalıdırılmasını ve olabildiğince kesinliğe kavuşturulmasını ister.351 Bu bağlamda
dini inançların ahlaki sonuçlarının olması mantıki delillendirmeyi önemli
kılmaktadır. Eğer Tanrı varsa, evreni yaratmışsa ve ayakta tutuyorsa, insanlara
emirler göndermişse o zaman insanların ahlaki yükümlülükleri var demektir.
Doğru dini inancı keşfetmek, ilişkili olduğu ahlaki sonuçlarından dolayı
önemlidir. Bu da ancak aklın tutarlı kanıtlardan hareket etmesiyle elde
edilebilecek bir olgudur.
348 Hamidullah, Đslam Peygamberi, c. I, s. 120-125. 349 Cabiri, “Akıl ve Đman”, s. 13. 350 Ülken, Đslam Düşüncesine Giriş I, s. 60-61; Aydın, “Allah’ın Varlığına Đnanmanın Akliliği”, s.
18. 351 Yeşilyurt, “Đmanın Rasyonel Temelleri”, s. 19.
107
Đslam düşünürlerinin Allah’a imanda aklın değeri ve akılcı yöntem
olarak nazar ve istidlalin yöntemsel değerine dair farklı yaklaşımları olsa da,
aslında kelam ve felsefe yapmanın bizzat kendisi, taklidi reddetmek ve tahkiki
savunmaktır.352 Buna karşın Batı felsefesindeki gerek katı rasyonalizm gerekse
fideizm tahkiki imanı mümkün kılmamaktadır. Ancak Kur’an’ın bizzat kendisi
aklı işlevsel hale getirmek için belli argümanları kullanmıştır. Bu yüzden
rasyonalizm ile fideizmin orta noktası olarak düşünebileceğimiz eleştirel akılcılık,
Đslam düşüncesinde “tahkiki imancılık” paralel görünmektedir.
Freud’ün gelenek haline dönüşen dini tenkit için ortaya attığı farklı bir
aklileştirme vardır. Bu aklîleştirme, inanma beklentilerinin neye dayandığı
sorusunun birbirine pek de iyi uymayan üç cevabında görülür: “Birincisi, bu
öğretilere inanmaya değer, çünkü ilk atalarımız bunlara inanmıştır; ikincisi, aynı
ilkel çağlardan bize aktarılan kanıtlara sahibiz; ve üçüncüsü, bunların
doğruluğunu sorgulamak yasaktır.”353 Kur’an’ın taklidi reddederken bu zihniyete
karşı çıktığı açıktır. Taklit ya da katı fideizmde imanın bir risk olgusu olarak
düşünülmesi ve sorgulanamaz kabul edilmesi, aslında, insanın düşünce ve
tutumlarında bir rasyonellik arama eğilimine, tutarlı ve doğrulanabilir
açıklamalara dayalı imanı daha değerli bulan bir psikolojiye sahip olduğunu
göstermektedir.354 Dolayısıyla, imanda tahkik aklî-tabiî bir gerekliliktir. Taklid
geleneğinde rasyonellik arama eğilimi, önkabullerle aklı biçimlendirmeye,
tahkikte ise inancı akla göre oluşturmaya sevk eder. Yani akıl, her iki durumda da
sürecin içinde olmakla birlikte, birincide nesne iken, ikinci de öznedir. Başka bir
ifadeyle, birinci de irade sosyal etkenler ve bireysel temayüller yönünde aklı
yönlendirirken, ikincide akıl, nispeten özgür zihinsel süreçlerle iradeyi
geliştirmekte ve güçlendirmektedir.355
Bütün bu noktalar dikkate alındığında, Đslam inanç sisteminde vahyin
doğruluğu ve güvenilirliği hakkındaki özgüven, Đslam düşünürlerini istidlali imanı
352 Uludağ, Đslam Düşüncesinin Yapısı, s. 76. 353 Freud, Sigmund, “Bir Yanılsamanın Geleceği”, (Çev. Selçuk Budak, Uygarlık Din ve Toplum
içerisinde), Ank. 1995, s. 204. 354 Alper, Đmanın Psikolojik Yapısı, s. 173-175. 355 Ardoğan, “Kelamcılara Göre Akıl Yürütmenin Değeri” s. 133-157.
108
dillendirmeye sevk etmiştir.356 Bu durum en azından bize dinde tahkikin mümkün
olduğunu, hatta bundan da öte, Kur’an’ın önerdiği biçimde bir iman duygusunu
yaşamak için bunun zorunlu olduğunu ortaya koymaktadır.
356 Özcan, Epistemolojik Açıdan Đman, s. 99.
109
II. BÖLÜM
ĐSLAM GELENEĞĐNDE KATEGORĐK ĐMAN AYIRIMI:
TAKLĐD VE TAHKĐK
1. Đmanda Taklid Meselesi
Taklid, genel itibariyle Đslam tarihinde reddedilmiş bir olgudur.
Sosyal ve kültürel hayatta olduğu gibi, dinin iman ve ibadet alanında da
görülen taklid, aslında sosyolojik olarak toplumda kaçınılmaz bir gerçektir. Ne
var ki, çalışmamızın bu kısmında göreceğimiz gibi, taklidin müslüman
toplumlarda sebep olmuş olduğu tahribat, onun bir kez daha sorgulanması
gerektiğini göstermektedir. Tezimizin bu kısmında, taklid olgusunun Đslam
tarihinde ortaya çıkışını, Kelam geleneğinde mukallidin imanına ilişkin
yaklaşımları ve taklidi savunanların delillerini ele alacağız.
Đslam geleneğinde taklid, iki farklı bağlamda tartışılmıştır. Birincisi,
imanın kanıtlara dayanmasının gerekliliği hususudur. Bu, mütekellimlerce
konu edinilmiş bir problemdir. Taklidin diğer tartışılma alanı ise, dinde Allah
ve Resulü dışında herhangi bir objenin otoriteleştirilmesi meselesidir. Buna
göre, ister itikadi ister ameli konularda olsun mezhep taklidi tenkid edilmiştir.
Taklide bu yönde eleştiriler, Selefî düşünce yapısına sahip alimler tarafından
getirilmiştir.
Diğer taraftan taklid konusu, klasik kaynaklarda usulü’d-din ve
füru’ud-din olmak üzere dinin iki temel alanı ayrılarak işlenmiştir. Aslında bu,
bir bakıma kaçınılmaz bir ayrımdır. Çünkü dinin iman, ibadet ve ahlak
kategorileri olduğu bilinen bir gerçektir. Đman ve ibadet alanı, birbiriyle ilişkili
olmakla birlikte aynı değildir. O halde dinin pratikleri taklid farklı, asıllarında
farklı hüküm taşıyabilir. Ancak biz, amelin imandan sonra ve onunla iç içe olan
bir unsur olması ve imanın hayatın bütününe etki eden güçlü bir akt olması
hasebiyle, taklidi, iman-amel ayrımına tabi tutmadan bir bütün olarak
tartışmaya çalışacağız.
1. 1. Taklidî Đman Olgusunun Ortaya Çıkışı ve Sebepleri
Đslam Kelamında erken dönemden itibaren, iman kavramının
mahiyeti tartışılmıştır. Bu tartışmaların arasında imanın oluşmasında akıl
110
yürütmenin ve nazarın etkinliği de vardır. Bu bağlamda gerek Ebu Hanife,
Maturidi ve Eş’ari gerekse Mutezili alimler imanda akıl yürütmenin
zorunluluğunu kabul etmişlerdir.1 Onların bu problemle ilgili tartışmaları,
imanın kanıtlara dayanması gerekip gerekmediğinde odaklanmaktadır. Bu,
muhtemelen dönemin getirdiği şartlar gereğidir. Çünkü müslümanlar bir
yandan Yunan Felsefesiyle karşılaşmış, diğer yandan Hz. Peygamber’in
bıraktığı mirası onun otoritesinin yokluğunda gelişen şartlarda yeniden
anlamaya ve çözmeye çalışmışlardır.2 Çok sayıda problemin çözülmesi
gerektiği bu dönemde, “kendisine ilahi vahyin ulaşmadığı kimsenin iman etme
sorumluluğu” ve bununla ilişkili olarak “peygamber gönderilmeden evvel insan
aklının Allah’ı bilme imkanı ve sorumluluğu” tartışılmıştır. Bunlar temelde
aklın işlevselliğine bakışla ilgili problemlerdir.3 Sorunun tartışıldığı ikinci
nokta ise, imanın mahiyeti bağlamında tasdikle ilişkisidir. Yani iman, tasdik
kavramına indirgenebilir mi? Bununla ilgili tartışmalara ise birinci bölümde
değinmiştik.
Öte yandan Hicri dördüncü asırdan itibaren ortaya çıkmış olan
mezheplere bağlılık ve onları taklid etme, Đbn Hazm, Đbn Abdiberr, Đbn
Teymiyye ve Đbn Kayyım gibi isimler tarafından sert bir biçimde eleştirilmiştir.
Onların problemi, Kur’an ve Sünnet’ten başka bir şahsın ya da mezhebin
görüşünün delil teşkil edip etmeyeceği ve mezhep aidiyetinin meşruluğu
çerçevesinde ele aldığını belirtmek gerekir.
Bu anlamda taklidin ise, Đslam dünyasında tedrici olarak ortaya
çıktığını görüyoruz. Öncelikle Hz. Peygamber’in ashabı övülmeye değer bir
gayretle ayet ve hadisleri talep etmiş, sıhhat ölçülerine uyan hadisi bulduğunda
onunla amel ederek, bunlara iman etmişlerdir. Bu arada öğrendiklerini başka
beldelerde yaşayanlara aktarmışlar ve birbirlerini taklid etmemişlerdir.4
Đnsanlar, mesela Hz. Ömer’den aldığı bir görüşten sonra Hz. Ali’ye danışmış; 1 Bağdadî, Usûlü’d-Din, s. 27, 256; Şehristani, el-Milel, s. 58; Mennai, Usulü'l-Akide, s. 74, 93;
Izutsu, Đman Kavramı, s. 134. 2 Şehristani, a.g.e., s. 33-45. 3 Nesefi, Tabsira, c.I, s. 39-40; Bağdadî, a.g.e., s. 255. 4 Đbn Hazm, el-Đhkâm, c. II, s. 858; Muhammed, Yahya, el-Đctihad ve’t-Taklid ve’l-Đttiba’ ve’n-
Nazar, Beyrut 2000, s. 92.
111
ama herhangi bir şahsın usulünü benimseyip “Ömerî”, “Osmanî” ya da “Alevi”
olmamışlardır.5 Aslında bu, o dönem için mümkün de değildir. Çünkü henüz,
sahabenin tedvin edilmiş usulleri söz konusu değildir.6
Mezhep aidiyeti anlamında taklidin ortaya çıkışıyla ilgili kayıtlara
baktığımızda, bunun hicri ikinci asırda görülmeye başladığı belirtilmektedir.
Örneğin Đbn Hazm ve Đbn Kayyım, taklidin hicri 2. asırdan itibaren ortaya
çıktığını, ancak mezhep taklidi şeklindeki olgunun hicri dördüncü asırla birlikte
yaygınlaştığını belirtmişlerdir.7
Veliyullah Dihlevi ise mezhep mensubiyeti anlamında taklidin ilk iki
asırdan sonra görüldüğünü ifade ederek, Ebu Talib El-Mekki’nin (v. 386/996)
konuyla ilgili şu tespitini nakleder. “Kitaplar ve mecmuaların hepsi sonradan
ortaya çıkmıştır. Hicri birinci ve ikinci asırda yaşayan müslümanlar arasında,
alimlerin ictihadlarına dayanarak fetva vermek, belli bir mezhebe dayanmak,
her konuda bağlı bulunduğu mezhebi taklid etmek ve hep onlarla amel etmek
diye bir durum yoktu. Hicri II. asırdan sonra “müctehid imamlar” dönemi
başladı. Artık herhangi bir mezhebe bağlanmayan insanların sayısı
diğerlerinkinden azdı.”8
Görülen o ki, “tabiûn” ile birlikte, halkın alimlere hürmeti artıp, ilme
ilgisi azalınca taklid ortaya çıkmaya başlamıştır. O döneme kadar müslümanlar
taklidi, münafık ve kafirlerin iman etmelerinin önündeki engel olarak
görmüşlerdir. Đbn Kayyım’ın kaydettiğine göre, Ömer b. Abdulaziz (v.
101/719) ve Hasan Basrî (v. 110/728) gibi alimlerle birlikte müslümanlar,
onların varlığında fetva vermeye çekinmişlerdir. Bu çekingenliğin ortalama
halkın üzerinde uyandırdığı hayranlık ve hürmet ile karışık korku, bu kişilerin
hukuki görüş ve talimatları için delil sorulmasına yönelik isteksizlik aşılamıştır.
Bununla birlikte bu dönemde halen bazı insanlar, fetvaların ve görüşlerin
delilini sormuş, alimler de cevap vermek zorunda olduklarından bunlara
5 Şevkânî, el-Bedru’t-Tâli, c. II, s. 89; Elbanî, el-Umde, s. 135-136. 6 Ebu Zehra, Muhammed, Đslam Hukuku Metodolojisi, (Çev. Abdulkadir Şener), Ank. 1997, s.
23-24. 7 Đbn Hazm, el-Đhkâm, c. II, s. 855, 858; Đbn Kayyım, Đ’lâmü’l-Muvakkiin, s. 186. 8 Dihlevi, Veliyyullah, el-Đnsaf, (şrh. Kusay Muhibüddin Hatîb), Kahire 1978, s. 40-41.
112
delilleri anlatmışlardır.9 Nitekim Dihlevi de, avam-havas ayrımının bu dönemle
başladığını belirtmiştir.10
Bu dönemden sonra, Ebu Hanife, Malik b. Enes (H. 93/179) ve Şafiî
(H. 150/204) gibi ilim adamlarının çevresindekilerden zayıf olanlar, onların
usulünü yol edinerek mezhebe dayalı bir dini hayat tesis etmeye
başlamışlardır.11 Buna karşın Ebu Yusuf (731-798), Züfer (H. 110-158), Đmam
Muhammed (H. 132-176), Ebu Sevr (v. 240/54) vb. ilim adamları zaman
zaman hocalarına muhalefet etmişler ve onlara karşı düşüncelerini ve
iradelerini açıkça belirtmişlerdir. Eğer isabetli olan, büyüklerinin fetvalarını
tahkik etmek idiyse, onlar hocalarını taklid etmekle hata yapmış olurlardı. Yok
eğer onları taklid etmek gerekseydi, talebeleri düşünmek ve tahkik etmek
suretiyle yanlış davranmışlardır. O halde her iki durumda da yanlış tutum
içerisinde olmuşlardır ki hatadan korunmak farzdır. Bu sayılan isimler de
hatadan sakınmış ve tahkiki tercih etmişlerdir.12
Taklid, kaçınılmaz olarak taassubu da beraberinde getirmiştir. Ebu
Muhammed Đzzeddin b. Abdisselam (v. 660/1262), taklidin toplumda taassuba
neden oluşunu şöyle ifade etmektedir: “Öteden beri müslümanlar, meselelerini
bir mezhep kaydı ve kaygısı olmaksızın, âlimlere sorarlardı. Ve bu şekilde
davranan hiç kimse kınanmazdı. Mezhepler ve mukallidler ortaya çıkıncaya
kadar bu böyle devam etti. Dinde taklid ortaya çıkınca ardından taassup da
oluştu. Bu mutaassıp mukallidler, görüşleri Kitap ve Sünnet’e uzak olsa bile,
mezhep imamına tabi olmakta ve sanki bir peygambermiş gibi onu taklid
etmektedirler. Oysa bu durum, haktan ayrılmanın ve doğruluktan uzaklığın bir
göstergesidir.”13
Mezhep taklidinin yerleşik hale gelmesinin sebepleriyse, öncelikle
fakihler arasındaki ilmi tartışmalar sonucunda ortaya çıkan muhtelif fetvalardır.
9 Đbn Kayyım, Đ’lâmü’l-Muvakkiin, s. 207; Alvâni, Đslam Düşüncesinin Bügünkü Meseleleri, s.
116. 10 Dihlevi, Veliyyullah, Ikdü'l-ciyd, Kahire 1978, s. 41. 11 Đbn Hazm, el-Đhkâm, c. II, s. 855; Đbn Kayyım, a.g.e. s. 185. 12 Đbn Hazm, a.g.e., c. II, s. 856. 13 Đzzeddin, Ebû Muhammed, Kavaidü'l-Ahkâm fî Masalihi'l-Enam (I-II), Beyrut trs., c. II, s.
135-136.
113
Fakihlerin bu münazaraları öyle bir seviyeye gelmiştir ki, fıkıh metodolojisi “o
öyle dedi, bu böyle dedi” gibi tartışmalar doldurmuştur. Bu süreçte
müslümanlar mezhep mensubiyetini içselleştirmiş ve tabi oldukları imamların
fetvalarını olduğu gibi taklid etmeye başlamışlardır. Daha önce müminler Kitap
ve Sünnet üzerinde konuşurken, artık Şafiî, Hanefi vd. mezhepleri konuşmaya
ve onları tartışmaya başlamışlar; esas gayelerinin ise, mezheplerin hükümlere
esas aldıkları illetleri belirlemek ve fetva usûlünü tespit etmeye çalışmak
olduğunu ifade etmişlerdir. Müslümanlar, zamanlarını ve enerjilerini doğrudan
Kur’an’ı anlamaya değil, mezhepleri anlamaya ayırmışlardır.14
Böylece bir tarafta çoğu nazari konularda yapılan cedeller, diğer
tarafta zihni tembelliğe hapsolmuş ve üretilen fetvaları taklid etmekten başka
dinde bir şey yapmayan mukallidler toplumu oluşmuştur. O dönemde “fakih”,
fukahanın sözlerini kuvvetli zayıf demeden ezberleyen kimseler demektir. Bu
dönemde başlayan taklid, sonraki dönemlerde sistematik hale gelerek Đslam
dünyasında yaygın bir hale geldi.15
Öte yandan mezheplerin teşekkül edip yaygınlaşması ve taklidin
ictihadın yerini almasının diğer sebepleri şunlardır:
1- Siyasi zaaf, baskı ve ihtilaf.
2- Đctihad kültürünün değişmesi ve zayıflaması.
3- Mezhepler etrafında meydana gelen kümeleşme ve taassup.
4- Taassuba bağlı olarak yeni müctehidlere gösterilen tepki.
5- Kaza müessesesinin belirli mezheplerin sultası altına girmesi.
6- Medrese vakıfları ve tedris şartlarının muayyen mezheplere
bağlanması.16
Diğer taraftan, mezheplerin oluşmasından bir süre sonra cehalet,
taklid ve taassub oluştu. Đbn Haldun bu taklid ve taassubu, insanın içinde var
olan kötü huylu bir meleke olarak tarif eder.17 Artık mutaassıp mukallidler,
delil üzerine değil, mezhep üzerinde duruyor, başka mezhepleri kötüleyerek,
14 Đbn Haldun, Mukaddime, c. I, s. 240. 15 Dihlevi, el-Đnsaf, s. 55. 16 Karaman, Đslam Hukukunda Đctihad, s. 224. 17 Đbn Haldun, a.g.e., c. I, s. 241.
114
delili zayıf da olsa müntesibi olduğu mezhebi üstün göstermeye çalışıyordu.18
O döneme kadar “ictihad” ve “müctehid” kavramları vardı. Ancak, taklidle
beraber mezhepçilik yaygınlaştı ve “mutlak müctehid”, “mezhep müctehidi”,
“fetva müctehidi” ve “mukallid” gibi kavramlar gelişti.19
Esasen, on asır önce bir olgu haline gelen taklid, günümüzde de aynı
şekilde devam etmektedir. Nitekim Suriye’nin önde gelen ilim adamlarından
Ramazan el-Butî (1929- ), “Ella Mezhebiyye” adlı eserinin mukaddimesinde,
Đslam dünyasında dini aidiyet yerine mezhep aidiyetinin öncelendiğini
belirterek, taklidin mezhep taassubuna sebep olduğunu, bunun da müslümanları
kalın çizgilerle böldüğünü ve müslümanları bıraktığını kaydetmektedir.20
Bugün, taklidin halen yaygın olmasının en önemli nedenlerinden birisi, erken
dönem alimleri yüceltmek ve onların entelektüel düzeylerini ulaşılamaz kabul
etmektir. Đlk asırlardaki fakihlerin keskin bir zekaya ve derin bir bilgiye sahip
olduğunu benimsemiş olan müslümanlar, şimdiki ilim adamlarının bundan
mahrum olduğu fikrine saplanmışlar, bu da belli başlı alimlerin ve mezheplerin
sarsılmaz, otoriter yapıya kavuşmasına yol açmıştır. Bu da, fikri daralmayı
kaçınılmaz kılmıştır.21
1. 2. Klasik Đslam Geleneğinde Taklidî Đmanın Değeri
Taklid olgusunun ortaya çıkışı ve sebeplerini ele aldıktan sonra,
özellikle Selefi düşüncenin taklid taraftarlarına getirdikleri eleştirileri ileride
ele alacağız. Ancak burada, imanın kanıtlara dayanması açısından, mukallidin
durumuna ilişkin, klasik Kelam ekollerinin yaklaşımlarından bahsetmek
istiyoruz. Burada zikredeceğimiz görüşler, müstakil bir başlık altında
zikredilemeyecek şekilde olup, kimisi taklidin lehinde, kimisi aleyhindedir.
Đslam düşüncesinde akıl yürütme ve nazar, olumlanmış, taklid tenkid
edilmiş ve mukallid -en azından- günahkâr kabul edilmiştir. Bununla birlikte
taklidi imanın değeriyle ilgili klasik Đslam geleneğinde bazı farklı yaklaşımlar
18 Karaman, Đslam Hukukunda Đctihad, s. 162-63. 19 Peters, Rudolph, “Idjtihad and Taqlid in 18th and 19th century Islam”, Die Welt des Đslams,
XX, Netherlands 1980, 3-4, s. 131-145. 20 Buti, Ramazan, Ella Mezhebiyye, Beyrut 1996, s. 9-10 21 Schacht, J., “taklid” mad. M.E.B.Đ.A., Ank. 1979, c. XI, s. 682.
115
vardır. Öncelikle, açıkça taklidi reddetmiş olan Mutezilenin yaklaşımını
incelemek istiyoruz.
Đslam düşünce tarihinde Mutezililer, aklın etkili bir şekilde
kullanımını sağlayan cedel yöntemini benimsemiş ve bu yöntem ile muhatap ve
hasımlarıyla tartışmışlardır. Bu çerçevede onlar, Đslam inancını akli önerme ve
kıyaslarla açıklayan ve bunun savunmasını ilk kez üstlenerek Kelam ilminin
teşekkülünü sağlayan düşünürlerdir.22
Genel olarak iman konularında bilgiyi zaruri gören Mutezile, zan ve
cehaletin ifadesi olan taklidi reddetmiştir.23 Ancak Mutezilenin taklidi
reddetmesine karşın, mukallidin hükmü konusunda homojen bir kanaate sahip
olduğu söylenemez. Örneğin Basra ekolünden olan Ubeyd b. Hasan el- Anberî
taklidin caiz olduğunu kabul ederken;24 Ebu Haşim el-Cübbaî, mukallidi kafir
kabul etmiştir.25 Yine Bağdat ekolünün önde gelenlerinden Cafer b. Harb ve
Cafer b. Mübeşşir’e göre avamın fürua ait meselelerde dahi taklid caiz
değildir.26 Ancak genel olarak onların, istidlali terk ettiği için günahkar kabul
ettikleri mukallidi “el-menzile beyne’l menzileteyn” kapsamında gördüklerini
ifade edebiliriz.27
Taklidi reddeden Mutezililerin başında Đbrahim en-Nazzam
gelmektedir. Ona göre “bir müslümanın, kesin olarak iman etmesi istenen
konuların hepsinde taklidden sakınması gerekir. Zira taklid, dinin en önemli
konularında başka birisinin ya da mezhebin görüşünü körü körüne alıp kabul
etmektir. Bizim alimlerimiz ve büyüklerimiz, tevhid, ilahiyyat ve nübüvvet
22 Ardoğan, Recep, “Mutezile’ye göre Allah’a Đman Konusunda Aklın gücü ve Sorumluluğu”,
s. 293-314. 23 Taftazani, Şerhu’l-Makasıd, c. V, s. 221; Çerkesşeyhzade, el-Đtkan, s. 55; Işık, Kemal,
Maturidi’nin Kelam Sisteminde Đman Allah ve Peygamberlik Anlayışı, Ank. 1980, s. 62. 24 Amidî, el-Đhkam, c. III, s. 348; Hudarî, Usülü’l-Fıkh, s. 375; el-Bağdadî, Hatip, el-Fakih ve'l-
Mütefakkih (I-II), Riyad 1969, c. I, s. 66; Đbn Teymiye, Mecmu’u’l-Fetava, c. XVI, s. 331;
Đbn Emiru Hac, et-Takrir ve't-Tahbir, Beyrut 1983, c. III, s. 343; Seffarinî, Muhammed b.
Ahmed, Beyrut trs., Levamiü'l-Envari'l-Behiyye, c. I, s. 269. 25 Taftazani, a.g.e., c. V, aynı yer; es-Sefarinî, a.g.e., c. I, s. 274. 26 Sünevî, Abdurrahman b. Hasan, et-Temhid, Beyrut 1981, s. 526. 27 Taftazani, a.g.e., c. V, aynı yer.
116
bahislerinde taklidi haram kabul ederler. Buna delil olarak da Allah’ın
tedebbür, tefekkür ve nazarı emretmiş olmasını gösterirler.”28
Bu bağlamda, iman gerçekte dil bakımından sadece tasdik anlamına
gelmediği için, mutlak anlamda tasdik, iman için yeterli değildir. Aksine iman,
“nefsi güven altına almak” anlamına gelir. Kendisine bir haber verilen kimse
haberin dayanağını düşünür. Eğer bir delille haberin doğruluğuna inanırsa
tasdik eder. Yani haberin doğruluğuna dair delillerden hareketle kendisini
aldatılmış, kandırılmış ya da saptırılmış olmaktan emin gördükten sonra tasdik
eder. O halde delile dayanmayan mutlak tasdik iman değildir.29 Bununla
birlikte Kâdi Abdülcebbar Hz. Peygamber’in sünnetini almanın taklid
olmadığını, çünkü bunun bizzat kendisinin delil olduğunu belirttikten sonra,
dinde taklidin yasak olduğunu vurgular.30
Mutezile’ye göre taklid, imanın kognitif temelini oluşturamaz.
Çünkü “bir şeye olduğu gibi itikad”ı sağlayan unsur bilgidir. Ebu Ali el-Cübbaî
bu tarife “zarurî olarak veya delil vasıtasıyla”, Ebu Haşim el-Cübbaî’ de “nefs
güvenliği ile” ilavesini yapmışlar ve bilgiye dayalı imanın kişiye huzur ve
güven verdiğini kabul etmişlerdir. Ancak bir bilgi kaynağı olmayan taklid,
kişiye imanın edinimlerini sağlayamaz.31 Ebu Reşîd Saîd b. Muhammed (v.
400/1009) de taklid yoluyla itikadın iç huzuru sağlayamamasından dolayı bir
bilgi olarak kabul edilemeyeceğini belirtir. Çünkü en basitinden de olsa
mukallid, şüpheyle örülmüş bir iman dünyasına sahiptir. Bir habere taklid
yoluyla itikatta, haberi getirenin yalan söyleme ihtimalinden dolayı, nefis
mutmain olmazken, Peygamber’e istidlal yoluyla imanda şüphe bulunmaz.
Taklid, insanı tatmin edecek bir tutum olsaydı, akıl yürütme abes ve kötü
olurdu.32
Genel itibariyle kelamcılar, itikadî konularda düşünme ve istidlalin
vacip olduğunda birleşirken, Mutezile bunu aynı zamanda imanın bir şartı 28 Seffarinî, Levamiü'l-Envar, c. I, s. 267-268. 29 Nesefi, Tabsira, c. I, s. 45-46. 30 Abdulacabbar, Usuli’l-Hamse, s. 61, 63. 31 Bağdadî, Usûlu’d-Dîn, s. 8; Nesefi, Tabsira, c. I, s. 10, 60. 32 en-Nisaburî, Ebu Reşîd Saîd b. Muhammed, el-Mesail fi’l-Hılâf beyne’l-Basriyyîn ve’l-
Bağdadiyyin, (tah. M. Ziyade, R. es-Seyyid), Beyrut 1979, s. 302.
117
sayar. Bu ikinci görüş, “usûl-ü hamse” içinde yer alan büyük günah işlemenin
(vacip bir fiili terk veya haram bir fiilde bulunmak) kişiyi iman ile küfür
arasında bir konuma (el-menzile beyne’l-menzileteyn) düşüren bir fısk olduğu
teorisiyle ilgilidir. Buna göre, bir vacip olan nazar ve istidlali terk ettiği için bir
kimse taklid yoluyla itikat etmiş de olsa, netice itibariyle iman-dışı konuma (el-
menzile) düşecektir. Bu durumda taklidî iman geçersiz olmaktadır.33
Mutezilenin taklidi reddederken önemli bir gerekçesi de, böyle bir
imanın, külfetten yoksun olmasıdır. Onlar, sevap ve mükafatı Allah’ın lütfuna
bağlayan Eş’ariyye’nin aksine,34 sevabı “meşakkate tahammül”de aramışlardır.
Böylelikle, meşakkat tasdikin kendinde değil, tasdike götüren deliller üzerinde
düşünmektedir. Ancak taklidî imanın faydasızlığı, meşakkate tahammülün
olmayışındandır.35
Neticede Mutezilenin taklidî imanı şu gerekçelerle reddettiği
anlaşılmaktadır:
1- Hz. Peygamber’in getirdiklerine iman etme, yeni bir paradigmayı
kabul etme ve onu tüm yönleriyle benimseme demektir. Bu, insanda zihniyet
değişikliği yaratır. Bunun en önemli göstergesi, iman kavramındaki “kalpten
gelen duygularla sükunetin oluşmasıdır.” Taklid ise iç huzuru kazandıracak
olan kesinliği sağlayamaz.
2- Đman, kognitif yönü olan bir eylemdir. Bilgi onun
vazgeçilmezidir. Zaruri olsun kesbi olsun, Allah’ı bilmeden, iman mümkün
değildir. Kendi başına dini bilgiyi elde etme gayreti bile sevaba vesiledir. Buna
karşın zan ifade eden taklid, imanın kognitif yanını karşılamaz. Başkasının
otoritesine dayalı iman, istidlal gayretinden yoksun olduğu için insana bir şey
kazandırmaz. Bu yüzden taklidi iman caiz değildir.
Maturidiyye de, usuli’d-din konusunda nakle bağlı kalmakla beraber
aklı öncelemiştir. Ekolün kendisine nispet edildiği Maturidi’nin Kitabu’t-
Tevhid’in hemen başında akılıcılığa yer vermesi, taklidi tenkid etmesi ve nazar
33 Bağdadî, Usülü’d-Din, s. 255; Taftazanî, Şerhu’l-Mekâsıd, c. II, s. 220. Burada, mukallidi
doğrudan kafir sayan Ebu Haşim istisna edilmelidir. en-Nesefî, Tabsira, c. I, s. 43. 34 Taftazanî, a.g.e., s. 219. 35 en-Nesefî, a.g.e., c. I, s. 44.
118
ve tefekkürü müdafaa etmesi bunun açık kanıtıdır. O, istidlali zorunlu görüp
akıl yürütmenin vücubiyetini savunurken Kur’an’da tabiatın yaratılışına,
düzenine ve insanın hizmetine sunulmuş olmasına vurgu yapan ayetleri
kullanarak,36 -Eş’arilerde de öne çıkan- “istişhad bi’ş-şahid ale’l-gaib” delilini
kullanır. 37 Onun gibi takipçileri de imana götüren akıl ve tefekkürün görünen
alem üzerinde yapılması gerektiğini öngörmüşlerdir.
Açık bir şekilde taklide karşı olan Maturidi’nin görüşlerini müstakil
bir başlık altında inceleyeceğimiz için, burada onun düşünce sistemini takip
eden bazı isimlerin görüşlerine değinmek istiyoruz.
Bağdadi, Maturidi’nin üstadı olan Ebu Hanife’nin, mukallidi olarak
mümin kabul ettiğini kaydetmiştir: “Bu kişiye (mukallid) bakılır: Eğer
mukallid kendisinde oluşan şüpheden emin değil ve tereddüt ettiğinde ‘emin
değilim’ derse, bu kimse mümin değildir. Eğer kişi hiçbir delili öğrenmeden
iman eder ve bu imanını zedeleyecek hiçbir şüpheye yer vermezse mümindir. O
inancı ve ibadetleriyle itaatkar bir müslümandır. Ancak delilleri öğrenmeyi
terk ettiği için günahkardır. Şafiî, Malik, Evzaî (H. 88/157), Sevrî, Ebu Hanife,
Ahmed b. Hanbel (H. 164/241) ve Zahirilerin görüşüdür.”38
Aklın ve nazarın imanda etkin olması gerektiğini savunan Nesefi’ye
göre taklid, dinlerin doğruluğu test etmek için ölçü değildir. Ona göre bir iddia,
başkasının iddiasına dayanarak değil, ancak bir kanıta dayanarak doğru
olabilir.39 Nesefi, taklidin kendi başına bilgi kaynağı olmadığını kabul etmesine
rağmen, mukallidin imanını sahih kabul etmiştir. Bunun iki sebebi vardır:
1- Ona göre ister bir delile dayansın, ister dayanmasın; imanın rüknü
tasdiktir. Çünkü iman, sözlükte doğrulamak ve tasdik etmek anlamına gelir.
Küfür ise, yalanlama ve inkar etmedir. Öyleyse özgür iradesiyle iman
konularını tasdik eden kimse mukallid dahi olsa mümindir. Ancak bu tasdikin
anlam kazanması için irade hürriyetiyle gerçekleşmesi gerekir.40
36 Bkz. Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 16. 37 Toplaoğlu, Bekir, Kelam Đlmi, Đst. 1996, s. 122-123. 38 Bağdadî, Usûlu’d-Dîn,s. 254. Ayrıca bkz. Nesefi, Tabsira, c. I, s. 41-42. 39 Nesefi, a.g.e., c. I, s. 35. 40 Nesefi, Tabsira., c. I, s. 38, 42; Sabunî, el-Bidaye, s. 89.
119
2- Đmanın dayanması gereken kanıt, aklî olmak zorunda değildir.
Bilakis, Ebu’l-Hasan el-Rüstüğfani’nin kabul ettiği gibi Kur’an ve diğer
mucizeler imana delil teşkil edebilir. Bu yüzden bir kişi, peygamberin
gösterdiği mucizeleri görerek ya da bunları bir başkasının ilettiği haberlerle
öğrenerek peygambere iman ederse veya Kur’an ifadelerinin diğer kitaplardan
üstün olduğunu kabul ederse imanı geçerli olur.41
Maturidi’den farklı olarak, Nesefi’nin mukallidin imanını sıhhatli ve
meşru görmesinin bir nedeni de, çok yaygın olan taklidi iman gerçeğini
dikkate alıp halkın imanını geçerli kabul etmek ve onları tekfir etmemektir.42
Onun bu konudaki dayanağı, Hz. Peygamberin ve sonraki ilim ehlinin akli
deliller olmaksızın iman eden herkesi mümin kabul etmeleridir.43 Maturidi
geleneğinde onun bu düşüncelerinin benzerini gerek Ebu Yusr el-Pezdevi
gerekse Nureddin es-Sabunî’de (v. 580/1184) de görmekteyiz.44
Semerkand âlimlerinden olan Debûsî (v. 430/1039) ise, taklidin
temelde batıl olduğunu kabul etmiştir. Çünkü Kur’an’da, hiçbir delile
dayanmadan, ataların dinini taklid etmeyi nehyeden ayetler buna delalet
etmektedir. Herhangi birisini taklid etme, ondan gelen habere ve bilgiye
güvenmek demektir. Halbuki haberin doğru veya yanlış olma ihtimali vardır.
Buna karşın, iman konuları hiçbir ihtimaliyete yer vermeyecek kadar kesindir.
Bunu kanıtlayan ise Hz. Peygamber’in mucizeleridir. Onun dışındakilerin
doğruluklarını kanıtlayan böyle bir delil yoktur. Ayrıca, kimse dini otorite
olarak Hz. Peygamber konumunda olamaz. Bu yüzden Hz. Peygamber’in
dışında başka birisine tabi olmak caiz değildir. Bu bağlamda, herhangi bir
alimin görüşünün doğruluğunu ve hakkaniyet ölçüsünü test edecek tek şey ise
nazar ve istidlaldir.45
Debûsî, mukallidle polemiğe girerek şu teklifi yapar: “Şayet taklid
ehliysen beni taklid et. Ben de akılcıyım. Eğer beni taklid edersen taklidi
41 Nesefi, a.g.e., c. I, s. 42. 42 Mert, “Nesefi’de Đman-Bilgi Đlişkisi”, s. 118. 43 Nesefi, a.g.e., c. I, s. 52. 44 Pezdevi, Usulü’d-Din, s. 219; Sabûnî, a.g.e, s.174. 45 Debûsî, Ebu Zeyd, Takvimu’l-Edille, (tah. Halil Muhyiddin Meys), Beyrut 2001, s. 389-390.
120
reddetmiş, aklı yüceltmiş olursun. Eğer beni taklid etmeyi reddedersen taklidin
kendisini de reddetmiş olursun. Ayrıca sen, imamını taklid ederken, ya onun
hak yolda olduğundan ya da batıl olduğundan dolayı taklid ediyorsun. Üçüncü
ihtimal ise onun hakkında bilgi sahibi değilsin. Eğer ikinci ve üçüncü sebepten
dolayı taklid ediyorsan seninle münazara edilmez. Çünkü taklid ettiği şey
hakkında bilgi edinemeyecek durumda olan ya da batıl olduğunu bile bile bir
yola giren insanın aklı yok demektir. Aklı olmayanın da dini yoktur. Şayet hak
olduğu için taklid ediyorum dersen, taklid ettiğin şeyin tutarlı oluşunu
delillendirecek bir kanıtın olmadan bunu da ispatlayamazsın. Zaten ispatlama
gücün varsa mukallid sayılmazsın.” 46 Bütün bunlardan dolayı mukallid,
tembellikten dolayı başkasının yoluna körü körüne girdiği için tedaviye ihtiyacı
vardır. Onunla tartışmak dahi gereksizdir. Esasen yetkinlik vasfı olan akletme
ve tefekkürü terk eden kimse, adeta hayvanlaşmıştır.47
Görüldüğü gibi, taklidi reddetmiş olan Debûsî, imanın dayanması
gereken kanıtın Hz. Peygamber’in mucizeleri olduğunu belirtmiştir. Bu, idrak
düzeyi en düşük olanların dahi reddedemeyecekleri delillendirme yöntemidir.
Çünkü geçen bölümde ifade ettiğimiz gibi, bilişsel düzeyi yükselmiş olan
insanların akıl yürütme yöntemleri, tabiat ve tarihe dayanmaktadır. Buna karşın
mucizeler, Hz. Peygamber zamanında yaşayan insanları etkileyebilecek
unsurlar olmakla birlikte, ondan sonra gelen insanlar için başka iman saiklerini
öne çıkarmak gerekmektedir. Bunun için vahyin bizzat kendisi, kainatın
varlığı, tarihte olup bitenler ve zihnin bizzat kendi çabası, tahkikin kaynağı
olabilir. Nitekim tabiat, mütekellimlerin genelinde olduğu gibi, Maturidilerde
de yöntem kaynağı olmuştur.
Onlara göre iman, dayandığı delillerin yetersizliğinden dolayı bilgiyi
aşan iradi bir tasdik değildir.48 Akıl doğru kullanıldığında insanı doğruya
götürecek yapıya sahiptir.49 Buna rağmen Maturidiler, mukallidin imanının
46 Debûsî, a.g.e., aynı yer. 47 Debûsî, a.g.e., s. 390. 48 Uslu, Felsefi Açıdan Đmanı Temellendirme, s. 314. 49 Nesefi, akıl yürütme ve çıkarımda bulunmayı inkar eden Sümeniyye ve Berahime gibi
fırkalara karşı çıkarak, şunu söylemektedir: “Akıl yürütmenin bilgi kaynağı oluşuna delil,
121
sıhhatli kabul etmişlerdir.50 Onların bu tutumunda, imanı etimolojik olarak
“tasdik” kavramına indirgemiş olmalarının etkisi büyüktür. Ayrıca mukallidi
kafir ilan etmenin uhrevi sorumluluğu da küçümsenmemelidir.
Ebu’l-Hasan el-Eş’ari’ye nisbet edilen Eş’ariyye ise, taklid
konusunda ortak bir kanaate sahip değildir. Onlar her ne kadar imanda aklın ve
nazarın etkinliğini savunmuşlarsa da tahkiki imanı zorunlu görmemişlerdir.51
Çünkü iman, tasdik demek olup, mukallidde küfür ifade eden söz ya da fiil
yoktur. Bilakis o, dinin hakikatini tasdik etmiştir. Tasdikte ise esas olan
vakıaya mutabık kesin inancı ifade eden “yakin”dir. Bazen taklid de hiçbir zan,
tereddüt ve şüphe bulundurmayabilir. Bundan dolayı geçerli olur.
Bakıllanî’ye (v. 430/1013) göre taklid, usulü’d-dinde batıl; füruda
caizdir.52 Onun bu konudaki yaklaşımını şöyle özetleyebiliriz:
1- Dinin füruâtı zannın zararlı olmadığı meselelerdir. Bu yüzden
haber-i vahid, usulde delil olarak kabul edilmezken, füruda hüküm kaynağı
olarak kabul edilmektedir. Bu yüzden bu meselelerde avam, fetva makamına
danışıp ona göre hareket edebilir. Ama tevhid, nübüvvet, ahiret gibi usulü’d-
din konuları, insanın hayatında her zaman etkin olan ve ihtimaliyete yer
verilmemesi gereken konulardır. Bundan dolayı bunlarda taklid caiz değildir.
2- Dinde ameli konular zamanın ve şartların değişmesiyle farklı
hükümler almaktadır. Bu sebeple, avamın fürua ait meselelerde dinamik bir
bilgiye sahip olması mümkün değildir. Bundan dolayı, avamın gücünün
yetmemesi ve dünyaya ait işlerini aksatmaması için ameli konularda bir
mezhebi taklid etmeleri caizdir. Ancak, dinin asılları sabittir. Đctihada mahal
yoktur. Đnsan onları bir kere öğrendiği zaman artık tekrar yenilemesi gerekmez.
şartlarını yerine getirerek bununla meşgul olanın, bilgiye ulaşmasıdır.” Bkz. Tabsira, c. I, s.
27-28. 50 Nesefi, Ebü'l-Berekat, el-Umde fî’l-Akaid, (çev. Temel Yeşilyurt), Malatya 2000, s. 40; Kari,
Ali, Fıkh-ı Ekber Şerhi, (Çev. Hüseyin S. Erdoğan), Đst. trs., s. 384. 51 Taftazani, Şerhu’l-Makasıd, c. V, s. 218-219. 52 Bakıllani, Temhidü'l-Evail ve Telhisü'd-Delail, (tah. Đmadüddin Ahmed Haydar), Beyrut
1986, s. 399.
122
Ayrıca itikadi konuların öğrenilmesi insanın gücünü aşan bir durum değildir.
bu yüzden bu alanda taklid caiz değildir.53
Görüldüğü gibi önemli bir Eş’ari düşünürü olan Bakıllani, taklidi
olumsuzlamış ve iman konularında onu caiz görmemiştir. Onunla benzer
görüşleri Cüveyni de paylaşmıştır. Cüveyni’ye göre avamın fetva makamına ve
alimlere tabi olması, nasslara ve icmaya uymasıyla aynı şeydir. Bu yüzden
onlara mukallid denmesinden çok “nasslara sıkı sıkıya tutunan” denmesi daha
isabetlidir.54 Ancak bütün müminlerin akaid esaslarında kesin bir imana sahip
olması gerekir. Allah’ın isimleri ve sıfatlarının bilinmesi ve akidenin sağlam
temel bir üzerine bina edilmesi için, dinin asıllarının herkesçe bilinmesi
gerekir. Bunlar da ancak nazar ve tefekkürle olur.55
Usulü’d-Dinde taklidin geçerli olduğuna dair kitap ve Sünnet’ten de
bir delil getirmenin mümkün olmadığını vurgulayan Cüveyni, bunlara
bağlılığın ise taklid değil ittiba olduğunu vurgulamaktadır.56
Taklidi savunan kimselerle Cüveyni şu polemiğe girmektedir:
“Taklid, bir bilgi kaynağı mıdır, değil midir? Eğer taklid bilgi kaynağı değildir,
diyorsanız içinde bulunduğunuz cehaleti ve dalaleti itiraf ediyorsunuz
demektir. Ancak “biz taklidin bir bilgi kaynağı olduğunu biliyoruz” diyorsanız,
bunu ya zaruri ve bedihi olarak ya da kesbi olarak biliyorsunuz. Eğer zaruri
olarak biliyoruz, diyorsanız size diyecek bir şeyimiz yoktur (çünkü siz taklide
şartlanmışsınız, bizim delillerimiz sizin için bir şey ifade etmez). Ancak
delillere dayanarak taklidin bilgi kaynağı olduğunu kabul ediyoruz diyorsanız,
siz aslında mukallid değil, nazar ve tefekkür ehlisiniz. Siz bizzat mukallid
değilsiniz. Akli delillerden hangisini ortaya koyarsanız koyun sonuç değişmez.
Çünkü bir delile dayanarak taklidi savunmak aslında taklidin karşısında
olmaktır.”57
53 Bakıllani, et-Temhid, s. 401-402. 54 Cüveyni, Kitabu’l-Đctihad, s. 98. 55 Cüveyni, a.g.e., s. 100. 56 Cüveyni, a.g.e. s. 103. 57 Cüveyni, Kitabu’l-Đctihad, s. 102-103.
123
Eş’ari Kelam sisteminin önemli temsilcilerinden Gazali’nin, taklid
ile ilgili yaklaşımıysa net değildir. Çünkü o, bir yandan mukallidin imanını
mütekellimden daha sağlam görürken,58 diğer yandan taklidi mutlak kabul eden
ve nazarı reddeden Haşviyye’yi tenkid etmiştir.59
Gazali’ye göre geniş bir kitle olan avamın imanı, taklide dayalı,
manevi yönü olmayan ve tasdikten ibaret olan imandır.60 Bu iman, ipe atılan
düğüm gibi kalbe manevî kapı açılmaksızın atılan düğüme benzemektedir.
Dolayısıyla bu imanın zayıflaması mümkün olduğu gibi güçlenmesi de
mümkündür. Suyun ağacı besleyip, büyümesini sağladığı gibi, ameller de
kalpteki düğümü sağlamlaştırır. Bunlar, bedenî ibadetlerdir ve bu ibadetler,
kalpten gelip tekrar kalbe dönerek onun güçlenmesine zemin hazırlarlar.61
Öte yandan avamın imanı, doğruluğuna güvendiği ve yalan
söylemeyeceğine inandığı bir kimsenin dünya ve ahiret ile ilgili öğrettikleriyle
oluşur. Bu, sadece inanmak ve tasdik etmekten ibarettir. Mukallidin imanı,
ergenlik çağına ulaşan çocukların ebeveynine güvenip, onlardan iman
esaslarını duyup öğrenmesi şeklinde gerçekleşmektedir. Ancak bunları imana
götüren haber nakil yoluyla ve şifahî kanalla geldiğinden hata ihtimali söz
konusudur.62
Bununla birlikte avam, fıkhi konularda taklide mecburdur. Çünkü
onların dini meselelerde yanılma ihtimalleri öyle yüksektir ki bunun dahi
farkına varmaktan acizdirler.63
Gazali bir taraftan imanın bedenî amellerle artması üzerinde
dururken diğer taraftan da bu imanın -özellikle avam için- kelâm ya da
cedelden uzak tutulması konusunda oldukça hassastır. O, kelamla uğraşacak
kimse hakkında kaygılıdır. Bu kaygısı, mütekellimin delillerle uğraşırken
58 Gazali, Đhya, c. I, s. 237 59 Gazali, Mustasfa, Beyrut 1324, s. 388. 60 Gazali, a.g.e., c.I, s. 237, 314. 61 Gazali, a.g.e., c.I, s. 314. 62 Gazali, a.g.e., c. I, s. 314. 63 Gazali, Mustasfa, s. 384.
124
imanını kaybetmesidir. Bunun için ancak keskin zekalı, sağlam iradeli ve ilme
aşık kimseler kelamla uğraşabilir.64
Avamın kelam ve cedelden uzat tutulması gerektiğini belirten
Gazali, buna rağmen Kelam ilminin faydalı olduğu gerçeğini teslim eder.
Ancak yine de ona göre mukallidin imanı, mütekellimden imanından daha
sağlamdır. Avam içerisinde salih amel ve takva sahibi olan kimselerin imanı
yüksek dağ gibi; kelamcıların imanı ise rüzgarın estiği yöne savrulan iman
gibidir.65 Gazali’nin bu yaklaşımına esas olan unsurun salih amel ve takvaya
verdiği önem olduğunu düşünüyoruz. Çünkü onun salih amel ile kalbin
selameti arasında bağ kurmuş olması,66 -amelle imanı farklı kabul etmesine
karşın- ameli imanın asli unsurlarından olarak gördüğünün işaretidir.67
Diğer taraftan Haşviyye’nin taklidi herkes için zorunlu görmesi de
yanlıştır. Çünkü taklid, usulde de füruda da kognitif değer taşımaz. Bu yüzden
imanda da füruda da bilişsel bir olgu olarak kabul edilmemelidir. Nitekim
taklide dayalı olarak iman eden kimse, Resulullah’ın peygamberliğinin neye
dayandığını, Allah’ın kelamının neyden ibaret olduğunu ve Hz. Peygamber’den
gelen haberlerin mahiyetini ve sıhhatini bilemez. Bu bağlamda taklid, cehalet
ve sapkınlıktır. Nitekim Yahudi ve Hıristiyanları da dalalete düşüren bu idi.
Onlara hak din tebliğ edilince “atalarımız şöyle şöyle yapardı. Biz de onların
yolundan gideriz” dediler. Taklid bakımından, ehli kitabın düştüğü hata ile
müslüman mukallidlerin arasında fark yoktur. Her ikisi de usulen batıl bir
yoldadır.68
Öte yandan mukallid, doğrulunu ya da yanlışlığını bilmediği bir şeyi
taklid etmektedir. Buna sebep olarak, çoğunluğun gittiği yola uymanın
gerekliliğini göstermesi de yanlıştır. Çünkü bu, Allah’ın beyanına aykırıdır:
“Yeryüzünde insanların çoğunluğuna uyarsan seni Allah’ın yolundan
64 Gazali, Đhya, c.I, s. 248-249. 65 Gazali, a.g.e., c. I, s. 238. 66 Gazali, a.g.e., c. I, s. 314-315. 67 Arpaguş, Hatice Kelpetin, “Đman Bağlamında Kelamda Taklid ve Mukallid (Gazzâlî
Örneği)”, Kelam Araştırmaları, 3:1, 2005, s. 138. 68 Gazali, Mustasfa, s. 387.
125
saptırırlar. Çünkü onlar sadece inandıkları şeye tabi oluyorlar.”69 O halde
hakkaniyet, sayısal çoklukla tespit edilebilecek bir olgu değildir.70
Taklidi yeterli görenlerin, akıl yürütmeyi riskli, taklidiyse emin
kabul etmelerine Gazali şöyle cevap vermektedir: “Yahudi ve Hrıstiyanlar gibi
mukallidlerin de saptıkları sıklıkla görülmektedir; siz kendi taklidiniz ile “Biz
atalarımızı, bir ümmet üzere bulduk”71 diyen kafirlerin taklidini ne ile
ayırıyorsunuz? Öte yandan, marifet vacip olduğuna göre taklid, cehalet ve
dalalet demek olur. Bu durumda sîz adeta, şayet bir şey yiyecek ya da içecek
olsa boğazında kalacağı endişesiyle, bir şey yiyip-içmeyerek kendisini açlıktan
ya da susuzluktan öldüren kişi gibi, yahut ilaçta hata etme endişesiyle ilaç
içmeyi terk eden hasta gibi, bir afet gelebilir endişesiyle ticaret ve tarımla
uğraşmayı terk ederek sonunda aç ve fakir kalan kimse gibi, şüpheye düşme
endişesinden dolayı aklı terk edip taklidi kabul etmiş oluyorsunuz. Halbuki
dinde yanlış bir düşünceye sahip olur diye Müslümanları taklide mecbur
kılmak da yukarıdaki sonuçlara benzer bir şekilde hüsrana götürür.”72
Bu sebeplerle taklidi batıl gören Gazali, istidlal ve nazarın gerekliliği
açısından Eş’ari’den farklı düşünmüş ve imanın sıhhati açısından nazarın
gerekli olmadığını kabul etmiştir. Ona göre önemli olan Allah’ın kullarını
mutlak imanla mükellef tutmuş olmasıdır. Yoksa onlardan iman edecekleri
şeyin mahiyeti üzerine düşünmeyi, isbat delillerini bulmayı ve tahkikine
girişmeyi kısacası istidlale gitmeyi istememiştir.73 Mesela Arabın avamı,
bedevisi, göçebesi bu anlamdaki imanla mükellef tutulsaydı, onların iman etme
süreçleri oldukça uzun olabilir, ya da hiç iman etmezlerdi. Bundan dolayı
Gazzâlî, iman esaslarını bütün delilleriyle bilen bir alimin iman derecesinin,
kör bir mukallidden üstün olduğunu ifade etmekle birlikte, iman sahibi olmak
69 En’âm, 6/116. 70 Gazali, el-Mustasfa, s. 387. 71 Zuhruf, 43/22. 72 Gazali, a.g.e., s. 388. 73 Gazali, Đhya, c. I, s. 238.
126
bakımından “bir alim nasıl mümin ise, mukallid de mümindir” diyerek iman
açısından Allah nezdinde aralarında fark bulunmadığına işaret etmiştir.74
Öte yandan Gazali’ye göre, Kaderiyeden bazıları delili bilmesi
gerektiğini ve masum imama uymanın gerekliliğini söylemişlerse de bu
batıldır. Çünkü öncelikle sahabe insanlara fetva veriyor ama onlardan delilini
bilmeyi şart koşmuyorlardı. Ayrıca halkın tümünden dinde tahkik ve ictihad
seviyesinde olmasını istemek toplumu ayakta tutan sanat, tarım, sanayi vb.
işlerin sekteye uğramasına sebep olur. Bununla birlikte ilim ehlinin Hz.
Peygamber’in dışında hiçbir kimseyi taklid etmemesi gerekmektedir. Nitekim
Şafiî, taklidi batıl kabul etmesine rağmen, Hz. Peygamberin taklidini bunun
dışında tutmuştur.75 Esasen dinde fetva makamında olan kimsenin ilim ve
adaletinin eksiksiz olması gerekir.
Onun son olarak ifade ettiği bu görüşlerinden hareketle, dinde körü
körüne taklidi savunduğunu söylemek hata olur.76 Đhya’da, “Kur’an’ın
manasını anlamaya mani olan perdeler dörttür” başlıklı bölümün ilgili
yerlerine iktibasen yer vermek istiyoruz: “(Kur’an’ın manasını anlamaya mani
olan ikinci sebep) Taklid yoluyla bir mezhebe bağlanarak, inceleme yapmadan
yalnız duyduğuna inanmak suretiyle körü körüne orada donup kalmaktır.
Taklid ile edindiği inancı, başka bir şey düşünmesine mani olduğu için
müşahedesi hissine bağlanmış olur. Ve şayet kendisine bir ışık deliği açılır da
inancının hilafına bir hakikate muttali olursa, hemen taklid şeytanı ona
saldırarak “ecdadının inancına uymayan bu gibi şeyleri hatırına nasıl
getiriyorsun?” der. Bu bîçare adam da muttali olduğu bu hakikati, şeytanın
vesvesesi sayarak ondan uzaklaşır ve bu gibi şeylere düşmekten kaçınır.
Đşte bu gibi ilimlere Sofiyye: “Đlim perdedir” dedi ve bu sözleriyle
yalnız taklidle birçok insanın bağlandığı yahut mezhep mutaassıplarının cedel
yoluyla yazıp bıraktıkları itikat ilimlerini kastetmişlerdir. Yoksa basiret nuru
74 Gazali, Đlcam, s. 128. 75 Gazali, el-Mustasfa, s. 389. 76 Bolay, Süleyman Hayri, “Gazzâli ve Taklid”, Nesil Der., c. 2, sayı: 10, Temmuz-2006, s. 53-
54.
127
ile keşif ve müşahedeye dayanan ilim; hicap ve perde olamaz. Hatta asıl
özlenen, bu ilimdir.
Bu gibi taklidî itikadların bazıları batıl olduğu için, hakikatleri
anlamaya mani olur. “Đstiva” kelimesinden, arş üzerinde oturup yerleşme
manasını anlamak gibi. “Kuddûs” ism-i şerifinden, yaratıklar için caiz olan
her şeyden münezzeh olduğunu anlayabilen kimsede, bu şekilde bir taklid
itikadının yerleşmesine imkan yoktur. Fakat batılı taklid, bu gibi düşüncelere
mani olur ve onları atmaya çalışsa da hakikatlere muttali olamaz. Bu
taklidlerin bazısı hak olduğu halde yine keşif ve hakikatleri anlamaya mani
olur. Zira inanılması insanlara teklif edilen hakikatlerin; mertebeleri,
dereceleri, zâhiri başlangıçları ve bâtınî derinlikleri vardır. Tabiatların zahire,
görünüşe bağlanmaları; batınî derinliklere inmeye mani olur.”77
Gazali ayrıca rey ehlinin yorumlarını kökten reddeden ve temelde
taklidi yol edinenleri tenkid etmiştir. Ona göre Kur’an’ı anlamaya engel olan
sebeplerden birisi de; ilahi kelamın lafızlarını sadece Đbn Abbas, Mücahid ve
benzerlerinin rivayet yoluyla yaptıkları tefsirlerle anlamak, ancak reye dayalı
diğer tefsirlerin sahiplerinin cehennemlik olduklarına inanmaktır.78 O bu
sözleriyle bir bakıma taklidin temelinde olan taassubu, tekdüzeliği ve
ezberciliği eleştirmiştir.
Sonuç olarak Gazali, taklide tenkidler getirmiş olmasına karşın,
mukallidin imanını geçerli kabul etmiştir. Bu, büyük ölçüde onun imanı tasdike
indirgeyen Eş’ariliğe bağlığından kaynaklanmaktadır.79 Avam için taklidin
kaçınılmaz olduğunu kabul etmesinin sebebi ise, toplumun akıldan ziyade
duygularıyla hareket eden kimselerden müteşekkil olduğuna inanmasındandır.
Dolayısıyla, halkın dinden uzaklaşmaması için onlara verilecek dinî öğretinin
de bu yapıya uygun olması gerektiğini vurgulamıştır. Ayrıca o, her ne kadar,
değişik yerlerde mukallidin imanının kelâmcının imanından daha kuvvetli ve
üstün olduğunu söylese de, aslında kendisi de Kelam ilminin gerekliliğini
kabul etmiştir. Gazali, taklidi imanı kendi bağlamında ele aldığı yerlerde ise
77 Gazali, Đhya, c. I, s. 805. 78 Gazali, a.g.e., c. I, s. 806-807. 79 Arpaguş, “Đman Bağlamında Kelamda Taklid ve Mukallid”, s. 117-140.
128
zayıf olmakla tenkid etmiştir. Nitekim onun “taklidi sıradanlaştırmak,
insanların dinde anlayış sahibi olmalarını engelleyecek, cehaleti
meşrulaştıracak ve aklı, tefekkürü ortadan kaldıracaktır” şeklindeki görüşü
bunu açıkça ortaya koymaktadır.80 Görüldüğü kadarıyla Gazali, Đbn Hazm’ın
da benzer şekilde savunduğu gibi,81 cevher-araz polemikleri etrafında cereyan
eden istidlali reddetmekte; salih amel ve salim bir kalple beslenmiş ve şüpheye
yer olmayan imanı tercih etmektedir.82
Bir diğer Eş’ari kelamcısı Şehristani, avamın ameli konularda
herhangi bir müctehidi taklid etmesini geçerli kabul etmiştir. Zira sıradan
insanın mezhebi, sorduğu ve danıştığı kimsenin mezhebidir. Bir Şafiî’nin Ebu
Hanefi’ye, Hanefî’nin de Şafiî’ye uyması karışıklığa sebep olur. Halbuki
usulleri farklı olan her iki müctehid de isabetlidir ve hiçbirisini tekfir etmek
mümkün değildir. Bu yüzden avamın bunlardan birisine uyması gerekmektedir.
Şehristani böylece mezhep mensubiyetini zorunlu görmekte ama taassubu
reddetmektedir. Çünkü ictihad açısından müctehidlerin yöntem ve usulleriyle
hakikate muvafık olduklarını, dolayısıyla füruda onlardan herhangi birisinin
taklid edilebileceğini belirtir. Hatta bir beldede yaşayan insanların, oradaki en
bilgili müftüden fetva alması gerektiğini vurgularken, mezhep taassubuna yol
açacak ifadelerden kaçınmakta ve Şafi’nin “Benim görüşümle karşılaşıp,
görüşümün hilafına bir haber bulduğunuzda, bilin ki benim görüşüm o
haberdir” şeklindeki sözünü nakletmektedir.83 Onun mezhep aidiyetini kabul
ettikten sonra, taassuba karşı ifadeler kullanmasının pek anlamlı olmadığını
düşünüyoruz. Çünkü mezhep taklidinin, taassubu doğurması inkar
edilemeyecek bir gerçektir.
Taftazani ise mukallidin imanının sıhhatli olduğunu kabul ederek,
imanda asıl olanın kesin/yakınî tasdik olduğunu vurgulamıştır. Buna göre,
imanın bilgiye dayanması zorunlu değildir. Nitekim müşrikler Hz. Peygamber
zamanında yaşamış olmalarına ve onun peygamberliğine ilişkin mucizelere
80 Gazali, el-Mustasfa, s. 389-390. 81 Đbn Hazm, Usûl-i Din, (Çev. Đbrahim Aydın), Đst. 1997, s. 83. 82 Gazali, Đlcam, s. 118. 83 Şehristani, el-Milel, s. 205-206.
129
şahid olmuş olmalarına rağmen inanmamışlardır. Halbuki müminler görmemiş
olmalarına rağmen hem Hz. Peygamber’e hem de gayb alemine iman ederler.84
Taftazani, mukallidin imanını ümitsizlik anında yapılan imana
kıyasla faydasız kabul eden Maturidi’yi eleştirmiştir. Çünkü, her ne kadar yeis
halindeki imanın geçersiz olduğuna dair nas var ise de, ayette bunlarla
mukallid arasında bağ kurulmamıştır. Yani söz konusu ayetler mukallidin
imanını olumsuzlamamıştır.85 Ayrıca ölmek üzere olan kimsenin artık ne
kendisi ne de bir başkası üzerinde tasarruf gücü kalmadığı için imanı geçerli
değildir. Halbuki mukallid için hayır ve şer yolu açık olup kendisinde her
ikisini de yapacak kudret mevcuttur.
Görüldüğü gibi Eş’ariler imanın nazar ve tefekkürle desteklenmesini
kabul etmekle birlikte,86 bunun zorunlu olup olmadığında ya da başka bir
ifadeyle taklide dayanan imanın hükmü konusunda ihtilaf etmişlerdir. Onlara
göre, taklid eğer şüpheyle beraber bulunuyor ve şüpheyi yok etmek için de
herhangi bir gayret sarf edilmiyorsa böyle bir kimse aslında mümin değildir.
Ancak taklidi olarak inanmasına rağmen hiçbir şüphe taşımıyorsa böyle bir
kimse hakkında Eş’ariler ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmı nazar ve istidlali terk
ettiğinden dolayı günahkâr olmasına rağmen Allah’a itaat etmiş olması ve diğer
salih işlerinden dolayı böyle bir kimse mümindir, demişlerdir. Mukallid hiçbir
şüphe taşımadan inanmasına karşın, imanını tahkik seviyesine çıkarmadan
ölürse ebedi olarak cehennemde kalmaz, şefaat edilmesi umulur.87 Bir kısmı
da, mukallid gerçeğe inanmış olması nedeniyle küfürden çıkmıştır. Çünkü
tevhit ve nübüvvete iman ile küfür aynı şahısta toplanmaz, bunlar birbirine zıt
şeylerdir. Fakat bununla birlikte mümin adını da hak etmemektedir. Şayet
âlemin yaratıcısının birliğinin, nübüvvetin sıhhatinin ve âlemin sonradan
yaratılmış olduğunun bazı delillerini bilirse bu mukallidin imanı geçerli kabul
84 Taftazani, Şerhu’l-Makasıd, c. V, s. 218-219. 85 Taftazani, a.g.e., s. 221. 86 Senûsi, Muhammed, “Akidetü Senûsiyye” (Haz. Ali Nar, Akaid Risaleleri içerisinde) s. 48. 87 Đbn Emiru Hac, et-Takrir, c. III, s. 343.
130
edilir, görüşündedirler. Bu görüşü savunanlar, bu durumdaki kişinin delilleri
ikrar etmesini şart koşmazlar.88
Usulü’d-dinde Mutezile’ye yakın sistematiğe sahip olan Şia’ya
göre,89 tehvid, nübüvvet, imamet, mead, adl gibi konularında nazar ve tefekkür
vacip olup,90 mükellefin Yaratıcısını ve sıfatlarını aklıyla bilmesi gerekir.91
Taklidin batıl olduğuna dair onların delili marifetullahın vücubiyetine dayanır:
“Allah’ı bilmek vacip ise, nazar ve istidlal de vaciptir. Çünkü
marifetullah zaruri bir bilgi değildir. Ateşin yakması, birin ikinin yarısı olması
gibi zaruri olsaydı, herkes Allah’ı bilirdi. Halbuki Allah’ı herkes bilmediği gibi
onun sıfatları ve isimleri konusunda birçok ihtilaf da vardır. Allah, duyularla
hissedilemeyeceğine göre O’nu bilmek ve tanımak için aklın devreye girmesi
şarttır. Böylece nazar ve istidlal vacip olur. Bu konuda taklid ise caiz değildir.
Taklid, bir başkasının görüşünü delile dayanmadan almak ve kabul etmektir.
Bunun caiz olmadığını biri akli, diğer nakli olmak üzere iki nedene
bağlamaktayız: Birincisi, insanlar farklı itikadi yapılara sahiptir. Mukallid
bunların hangisinin hak hangisinin batıl olduğunu bilmediğine göre, taklidinde
neye göre hareket edecektir? Eğer hak olduğunu bildiği için birisini tercih
edecek güce sahipse, zaten bu taklid olmaz. Çünkü kendisinde doğruyu seçme
imkanı sağlayan bir bilgi mevcuttur. Eğer bundan mahrumsa, rastgele tercih
yapmak zorunda kalacaktır. Halbuki insan için en önemli konu olan itikadi
meseleler, bu şekilde tercih edilemez. Bu taklidin butlanı anlamına gelir. Đkinci
88 Bağdâdî, Usûlu’d-Dîn, s. 254-255. 89 Hıfzî, Te’sirü’l-Mu’tezile, s. 420. 90 el-Hıllî, Allame, el-Babü’l-Hadi Aşer, (tah. Dr. Mehdi Muhakkık), trs., y.y., s. 3; Sadr, Rıza,
el-Đctihad ve't-Taklid, Beyrut trs, s. 483; Gölpınarlı, Abdulbaki, Tarih Boyunca Đslam
Mezhepleri ve Şiilik, Kum 1991, s. 229; Fığlalı, Ethem Ruhi, Çağımızda Đtikadi Đslam
Mezhepleri, Ank. 1998, s. 167; Schacht, J., “taklid” mad. M.E.B.Đ.A., Ank. 1979, c. XI, s.
682; Algar, Hamid, “merci-i taklîd” mad., T.D.V.Đ.A., c. IXXX, s. 172; Elbanî, Umde, s. 123. 91 Tabatabai, Allame, Đslam'da Şia, Qum 1998, s. 104; Hıllî, a.g.e., s. 4; Sadr, a.g.e. s. 483,
547-548; Bahrülulum, Đzzeddin, et-Taklid fi'ş-Şeriati'l-Đslâmiyye, Beyrut 1981, s. 274.
131
delil ise, Allah’ın mukallidleri tenkid ettiği beyanlarıdır.92 Bütün bunlardan
dolayı, dinin asıllarında nazar ve tefekkür vacip, taklid batıldır.”93
Bu hususta Allame Tabâtabâî şunları kaydetmektedir: “Đlim tahsili
dini vazifelerden biridir, ilim talep etmek her müslümana farzdır. Bu ilimden
kastedilen Đslâm’ın üç ana temeli; tevhîd, nübüvvet ve meaddir. Ayrıca her fert,
ayrıntılı olarak ihtiyaç duyduğu ölçüde Đslam kanunlarını ve ahkâmını
bilmelidir. Elbette usûlü’d-dîni, icmalî delillerle bilmenin herkes için mümkün
ve kolay olduğu açıktır. Ama dini kuralların ve ahkâmın ayrıntılarını kendine
has yöntemlerle kitap ve sünnetten çıkarmak, istidlale dayalı fıkıh herkes için
mümkün olmayıp ancak bazı fertler bu yeteneğe sahip olurlar. Bu yüzden dinin
yasalarını ve ahkâmını delil üzere bilmek vâcib-i kifâi olarak söz konusu
yeteneğe ve güce sahip olanlara mahsustur. Diğerlerinin görevi müctehid ve
fakîh diye adlandırılan âlimlere müracaat etmektir. Bu taklid, usûlü'd-dîndeki
yasaklanan taklidden ayrıdır. Allah, usûlü'd-dînde başkasını taklidden men
ediyor. Ayrıca hayatta olmayan müctehidi taklid (taklid-i meyyit) etmenin caiz
olmadığını bilmeliyiz”94
Şia’nın füru’u-dinde taklidi vacip görmesine rağmen usulü’d-dinde
reddetmesi temelde mezhepleşmeyi engellemek içindir. Buna göre dinin
asıllarında her bir müslümanın bilgi sahibi olması ve onun kanıtlarını bilmesi
öncelikle Müslümanların bölünmesini ve fırkalaşmayı engeller. Amelde olduğu
gibi, itikadda da taklid vacip olsaydı, her müctehidin farklı yorumlarından
kaynaklanan itikadi fırkalar ortaya çıkacaktı. Usulü’d-dinde bilgi eksikliği ve
şüpheyi ifade eden taklid, kişiyi ahiret azabına karşına emin kılmaz. Bu yüzden
ilahiyyat, nübüvvet ahiret ve imamet gibi dinin asıllarında tahkik yükümlülüğü
vardır.95
Ancak avamdan olan insanlar veya kendisinde ictihad yapabilecek
kudreti göremeyenler için taklid vaciptir. Taklidi reddeden ayetler,
92 Ataların ve büyüklerin izinden gitmeyi kınayan ayetleri daha önce sıralamıştık. 93 Hıllî, el-Babü’l-Hadi Aşer, s. 4-5. 94 Tabatabai, Đslam'da Sia, s. 104. 95 Bahrülulum, et-Taklid, s. 275-276; Hıfzî, Te’sirü’l-Mu’tezile, s. 420.
132
müşriklerden bahsettiği için müslümanlar bunun dışındadır.96 Müctehidlerinse
başka müctehidleri taklid etmeleri caiz değildir. Bunların ictihad etmesi ve
kendi ictihadlarına göre amel etmeleri farzdır.97 Zamanla kendisinde ictihad
şartları oluşmuş kimseler ise taklidden ayrılabilirler.98 Ebu Cafer’in
(Muhammed b. Bakır, H. 57-114) şöyle dediği nakledilir: “Sizden biriniz
birkaç fersahlık yola çıktığı zaman, kendisi için mutlaka bir yol kılavuzu bulur.
Göklerin yollarını bilmeyişin yeryüzündeki yolları bilmeyişinden daha kesindir.
Şu halde göklerin yollarını bilen bir rehber edin.”99
Ethem Ruhi Fığlalı, konuyla ilgili ifadelerinde şunları belirtir:
“Müctehid, Đmamiyye Şia’sına100 göre Kur’an ve sünnetten hüküm çıkarma
gücüne ulaşmış din adamı demektir. Bu hususta resmi bir imtihan söz konusu
değildir. Risaleler ve kitaplar yayınlamak veya vaazlar ve ilmi münazaralara
katılmakla bir müctehid, taraftar ve talebe kazanmaya başladığı gibi başarı
durumuna göre sırasıyla “Hüccetü’l-Đslam, Ayetullah ve Ayetullahi’l-Uzma”
unvanları alır… Müctehidler, şeriatı kendi anlayışlarına göre açıklama gücüne
ulaşmış kimselerdir. Ancak bu açıklamaların, büyük ve derin ayrılıklar
göstermemesine dikkat edilir. Ayetullah’lar topluca bir “merci-i taklid” teşkil
ederler.101 Bu, “taklid” makamı olup, Đranlı müslümanlar din ve dünya
96 Bahrülulum, et-Taklid, s. 41; Gölpınarlı, Đslam Mezhepleri ve Şiilik, s. 229. 97 Bahrülulum, a.g.e. s. 43, 52. 98 Bahrülulum, a.g.e, s. 43. 99 Kuleyni, Usul-ü Kafi (I-II), (Çev. Vahdettin Đnce), Đst. 2002, c. I, s. 252. 100 Hz. Peygamberin vefatında sonra Hz. Ali ve sırasıyla onun iki oğluyla torunlarını Allah’ın
emiri, Peygamberin tayini ve vasiyeti ile meşru imam kabul eden ve böylece “on iki imama
inanmayı” dinin rükünlerinden kabul eden mezheptir. “Đsnâaşeriyye ve Caferiyye” adıyla da
anılmaktadır. Bugün “Şia” denilince genellikle bu fırka anlaşılır. Bkz. Fığlalı, Đtikadi Đslam
Mezhepleri, s. 140; Öz, Mustafa, “Đmâmiyye” mad., T.D.V.Đ.A., c. XXII, s. 207-209. Bizim
Şia’nın taklid ilgili görüşlerini ortaya koymaya çalıştığımız bu bölümde, çok çeşitli kollara
ayrılmış olan Şiî mezheplerin tamamının bakış açısını incelememiz konunun hedefinden
uzaklaştıracağından, Şia’nın en yaygın temsilcisi durumunda olan Đmamiyye’nin
görüşlerinden bahsetmeye çalışacağız. 101 “Taklid için müracaat edilecek kişi” anlamına gelen “merci-i taklid”, Đmamiyye Şiasının
çoğunluğu tarafından , XVIII. yüzyılın sonlarında itibaren benimsenen, Usulü fıkıh ekolünce
133
işlerinde tabi oldukları Ayetullah’ı taklid etme durumundadırlar. Müctehidler,
başka bir ifadeyle “ayetullah”lar, bulundukları bölgelerdeki din adamlarının,
yani mollaların ve “mukallid” denilen halkın üzerinde yegâne
otoritedirler.”102 Mukallidin aynı dönemde birden fazla müctehid bulunması
durumunda içlerinde en alim olanı seçmesi; birden fazla müctehidi taklidden
sakınması gerekmektedir.103
Öte yandan Şia’da, Şeyh Muhammed Kazım Tabâtabâî Yezdî (v.
1919) döneminden itibaren, bütün ibadetlerin bir müctehidin taklidiyle
yapılmasının zaruri olduğu kabul edilmiştir. Öyle ki, müctehidi taklid etmeyen
bir kişi, ömrü boyunca namaz kılsa ve oruç tutsa yaptığı bu ameller batıldır.
Cahilin alimi taklidi, apaçık ve fıtri olan bir durumdur.104 Ancak Rıza Sadr,
avamın amelde herhangi bir müctehidin fetvasına mutabık olarak hareket
etmesini yeterli görmüştür.105 Şia’nın amelde taklidin vücubu ile ilgili olarak
öne sürdüğü ayetler, genel olarak taklidi savunanların öne sürdüğü
ayetlerdir.106 Şia’ya göre, mükelleflerin istedikleri müctehidleri taklid etme
özgürlüğü, Ehl-i sünnetin dört mezheple sınırlanmış ve dogma haline gelmiş
olan yapısından daha makuldür. Çünkü Şiî öğretiye göre ferdin tercih hürriyeti,
belirli bir mezhebe mensubiyeti esas alan Sünnî paradigmadan daha
özgürlükçüdür.107
Đslam tarihinde itikadi ve siyasi ekollerden birisi olarak Hariciler,
taklidi reddetmiş ve taklidi mubah görenlere de karşı çıkmışlardır. Bir tekfir
cemaati olarak belirginleşen bu mezhep, ilk küfür hadisesinin taklidden dolayı
çıktığını öne sürmüştür. Dinde sadece kitap ve sünnete tabi olunabileceğini
benimsenen ictihad derecesine sahip yetkin alime verilen ismi ifade eder. Bkz. Hamid Algar,
“merci-i taklîd” mad., D.Đ.A.,c. XXIX, s. 172. 102 Fığlalı, Đtikadi Đslam Mezhepleri, s. 151-152. 103 Algar, “merci-i taklîd” mad., T.D.V.Đ.A., c. IXXX, s. 172. Algar, bu prensibin teoriden
pratiğe geçmediğini belirtmiştir. Öğrenim, siyasi çıkar veya akrabalık bağları müctehid
seçiminde etkin olmaktadır. Coğrafi ve etnik aidiyet de bazen bu seçimde rol oynamaktadır. 104 Enbiya, 21/7 ve Tevbe, 9/122. 105 Sadr, el-Đctihad ve't-Taklid, s. 75. 106 Bahrülulum, et-Taklid, s. 62-64. 107 Bahrülulum, a.g.e., s. 125.
134
vurgulayan Haricilere göre ictihad da taklid de haramdır.108 Esasen onların
Kuranı önceleyen söylemleri sadece siyasi ve ictimai yapıda değil, itikadi ve
ameli hayatta da sürmüştür. 109 Onların taklidi reddetmesinin, sebebi Kuranda
ataların dinine uymaktan ve heva ve hevese tabi olmaktan men edilmiş
olmasıdır. Hariciler, avamın dahi taklidinin caiz olmadığını kabul etmişlerdir.
Çünkü birtakım mükellefiyetler sunan din, ancak gücümüzün yettiği şeylerden
bizleri mesul tutmuştur. Ancak dini anlamadığını ve cehaletini öne süren
kimseler mümin değildir. Zira onların aklı olsa bunu anlarlardı. Dinde aklı
olmayanın sorumluluğu olmayacağına göre böyle kimseler de mükellef
değildirler. Haricilere göre taklid, sadece kişinin imanını sekteye uğratmaz aynı
zamanda Đslam devletinin çöküşüne sebep olur. Bu en hayati mesele olan dinde
Müslümanların dinlerini sınırlı sayıda şeyhlere ve önderlere teslim etmiş
olmasından kaynaklanmaktadır.110 Onların taklide karşı olan bu görüşlerine
karşılık, Mürcienin bir kısmı nazar ve istidlalden yoksun mukallidin imanını
sahih olarak kabul ederken diğer kısmı mukallidin imanını kabul etmemiştir.111
Klasik Đslam geleneğinde öne çıkan ekollerin taklidle ilgili
görüşlerini ortaya koymaya çalıştık. Eş’ari, Maturidi ve Kadı Abdulcebbar’ın
görüşlerini müstakil başlıkta inceleyeceğimiz için onların düşüncelerini burada
ayrıntılı olarak ele almadık.
1. 3. Taklidi Savunanlar ve Argümanları
Đslam kelamında aklın ve nazarın gerekliliğini bütün ekoller kabul
ederken, bunun batıl olduğunu ve taklidin mutlak geçerli olduğunu kabul eden
düşünceye Haşeviyye denmiştir.112 Bu zihniyet, taklidin insanın tabiatında olan
bir gerçek olduğuna inanmaktadır. Nazar ve tefekkür ise insanı hangi sonuçlara
götüreceği belli olmayan tehlikeli bir yoldur. Bu yüzden akıl yürütmenin terk
edilmesi ve taklidin kabul edilmesi kaçınılmaz bir görevdir. 113
108 Celi, Ahmed, el-Havaric ve'ş-Şia, Riyad 1988, s. 146-147. 109 Watt, The Formative Period of Đslamic Thought, s. 25. 110 Celi, a.g.e., s. 148. 111 Eşari, Makalat, c. I, s. 225. 112 Cüveyni, Kitabu’l-Đctihad, s. 100; Amidî, el-Đhkam, c. III, s. 348; Gazali, el-Mustasfa, s.
388. 113 Amidî, el-Đhkam c. III, s. 349; Debûsî, Takvimu’l-Edille, s. 389.
135
Öte yandan, dini bilginin konusu nesnel olmadığı için, onda akıl
yürütmek imkansızıdır. Çünkü bir önermeyi elde etmenin imkânı, konuyu ve
yüklemi tasavvur etmeye bağlıdır. Oysa ilahi hakikatler tasavvur edilemez.
Đnsan, ancak duyularıyla ve aklıyla bulduğu nesneleri tasavvur edebilir. Đlahi
hakikat bu alanın dışında olduğu için, tasdikin ön şartı olan tasavvur
bulunmamış, dolayısıyla teklif ortadan kalkmış olur.114 Bu yüzden şeriat, dinin
asıllarında nazarı, istidlali ve akıl yürütmeyi yasaklamıştır.115
Buna ek olarak taklid taraftarları, dini bilginin anlaşılmasının zaruri
olmadığını kabul etmişler ve bunun aksini savunanlara (Allah’ın hikmetsiz bir
şey yaratıp yaratmayacağı problemiyle de ilgili olan)116 şu soruyu sormuşlardır:
“Allah’ın insana anlayamayacağı bir tarzda konuşması neden kabul edilemez
olsun?” Madem ki Allah’ın ne fiilleri ne de emirleri kulda bulunan bir şeyle
sınırlanamaz,117 o halde Allah, insan aklının anlayamayacağı bir beyanda
bulunabilir. Allah’ın emir ve yasaklarının bir hikmete veya illete bağlı olması
gerekli değilse, “akledilebilir” olması da gerekli değildir. Böylece dinde
tahkikin gerekliliği ortadan kalkmış olur. Böylece dini bilginin imkanı ve akıl
yürütmenin vacip olmadığı noktasından taklidin meşru olduğu anlaşılmaktadır.
Bununla ilgili deliller şöyledir:
1- Kur’an, nazarı ve onun sonucunda ortaya çıkan tartışmayı
reddetmektedir: “Đnkar edenler müstesna, hiç kimse Allah’ın ayetleri hakkında
tartışmaz. Onların her yerde rahatlıkla gezip dolaşması seni aldatmasın.”118
Hıristiyanların Hz. Đsa’ya karşı tepkilerinin tenkid edildiği diğer bir ayette ise;
“bizim tanrılarımız mı hayırlı, yoksa o mu? dediler. Bunu sana ancak
114 Razî, el-Muhassal, s. 39; Tatftazani, Şerhu’l-Makasıd, c. V, s. 218-219. 115 Amidî, el-Đhkam, s. 350. 116 Eşariler ve Cebriye Allah’ın fiillerinin birtakım garaz, hikmet, maksat ve illetlerle muallel
olması, O’nun şanına aykırıdır, demekte ve fiillerde hikmet aranmaması gerektiğini kabul
etmektedir. Mutezile ve Maturidiler ise Allah’ın fiillerinde bir illet olmasını O’nun kemal
vasfının neticesi olarak görmekte ve ilahi fiillerde hikmetin zorunlu olduğunu kabul
etmektedirler. Bkz. Taftazani, Şerhu’l-Akaid, s. 244. 117 Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 207. Ayrıca bkz. Đbn Hazm, el-Đhkam, c. II, s. 823. 118 Mümin, 40/4.
136
tartışmak için söylediler. Aslında onlar kavgacı bir toplumdur.”119 Her iki ayet
de inanç esaslarında “cedelin” men edildiğine delalet eder. Çünkü
cedel/tartışma ihtilaf sebebidir. Ve bu yüzden sonucu güvenilir değildir.120
Akıl yürütme ve fikri mücadelelerden sadece spekülatif konuşmalar ortaya
çıkabilir. Bundan dolayı yapılacak en güvenilir iş akletmeyi terk etmektir. Bu
yolla Allah fikri, insanda güven meydana getirir. Akıl yürütmeye karşı bu
itirazın özünde akletme yönteminin güvensizliği yatmaktadır.121
2- Đmanın anlamı, hakikati yalanlamaktan ve inkar etmekten nefsi
emin kılmaktır. Delille de olsa taklidle de olsa, iç huzuru ve güveni sağlayan
her iman aynı derecede değerlidir.122
3- Taklid, nazardan daha emin ve sorunsuz bir yoldur. Çünkü bunda
tartışma ve kavga yoktur. Nitekim Hz. Peygamber, sahabenin kader konusunda
konuştuklarını görünce şöyle dedi: “Sizden öncekiler bu konuda derin
tartışmalara girdikleri için helak oldular.” Şayet nazar vacip olsaydı, bunu
yapmaya en çok layık olanlar Hz. Peygamber’in ashabıdır. Mademki
Resulullah onları men etmiştir, bu nazarın terk edilmesi gerektiğine delildir.
Ayrıca Hz. Peygamber’in “dinde aciz kimseler gibi olun” sözü de, akıl
yürütme ve tartışmanın terkine delildir.123
4- Şeriatın usulü de fürûu da yükümlülük açısından eşittir. Şayet
fürûda taklid caiz ise, usulde da caizdir. Gizlilik ve kapalılık açısından usulü’d-
dinin delilleri füru’ud-dinden daha zordur. Đnsanları zorluklardan kurtarmak
adına zorluğu herkesçe bilinen usulde taklid mutlak olarak caizdir. Ayrıca
tahkik, şüphe ve tereddüde yol açan bir metottur ki bu, imanda caiz değildir.124
5- Eğer Allah’a dair bilgi vacip olsaydı, söz konusu mesuliyet ya bu
konuda bilgi sahibi olanlara ya cahil olanlara ait olacaktı. Eğer bilenler için bir
vücubiyetten bahsedilecekse, bu mümkün değildir. Çünkü bu zümre zaten bilgi
119 Zuhruf, 43/58. 120 Amidî, el-Đhkam,, s. 350. 121 Sübkî, Takiyyuddin, Cem’ul-Cevâmi, (Tah. Abdusselam b. Abdulhadi Şennar), Beyrut
2002, s. 621. 122 Taftazani, Şerhu’l-Makasıd, c. V, s. 221. 123 Amidî, a.g.e., 350; Ayrıca bkz. Seffarinî, Levamiü'l-Envar, c. I, s. 271-272. 124 Amidî, a.g.e., s. 349-350.
137
sahibidir. Đkinci ihtimale göre vücubiyet cahillere yöneliktir. Allah’ı bilmek
nazara, nazar da cahillere vaciptir. Halbuki cahiller akıl yürütme yetkinliğine
sahip olsalardı cahil olmazlardı. Böylece teselsül ortaya çıkar ki bu, batıldır.125
6- Hz. Peygamber, kimseden tafsili ve istidlali iman istememiştir.
Hangi şartlarda olursa olsun, tevhide iman eden herkesin beyanını ve imanını
kabul etmiştir.126 Nitekim imanda önemli olan nokta, şüphesiz ve tereddütsüz
olmasıdır. Bir kimse taklidle olmasına rağmen kalbinde şüphe duymadan
Allah’ın varlığına, birliğine ve Hz. Peygamber’e vahyettiklerine iman edebilir.
Nitekim Đmam Nevevî de (1233-1277) bu görüşü savunmuştur. Nazarın
makbul olmasının sebebi, kesin bir imana ulaşmaktır. Eğer mukallid kesin bir
şekilde iman etmişse bu yeterlidir.127
Öte yandan tahkik yoluyla Allah'ı bilme emri, -mümkün olsa bile-
vâkî olmamıştır. Nitekim emredilen şey, ister taklitle ister ilimle olsun yalnızca
(hakikate) mutabık bir itikattır. Çünkü Hz. Peygamber kimseyi bu delillerle
yükümlü tutmamıştır.128
7- Taklidin kaçınılmaz olmasının bir sebebi de insan aklının
yeterliliği sorunudur. Çünkü her akıl iman konularını kavrayacak düzeye sahip
değildir. Bu yüzden Kur’an’da nazar ve istidlal emredilmişse bile, bu sadece
akıl ve idrak açısından yeterli olanları kapsayan kayıtlı bir emirdir. Mesela
Allah’ın “zekatı verin” emri, nasıl nisaba sahip olanlarla sınırlıysa, nazar ve
tefekkürü emreden ayetler de ancak buna gücü yetenlerle sınırlı olup,129 avamı
ve özellikle kadınlardan çoğunu kapsamaz.130 Bu sebeple, müslümanların
sistematik mezheplerden birisine mensub olması ve onları taklid etmesi
gereklidir.
Đman kavramı ve nazar ve istidlalin gerekliliği bağlamında öne
sürülen bu delillere, Maturidi, Eş’ari ve Kadı Abdulcebbar’ın yaklaşımları
125 Amidî, el-Đhkam, s. 350. 126 Eş’ari, el-Đstihsan, s. 87-88. 127 Seffarinî, Levamiü'l-Envar, c. I, s. 270. 128 Razî, el-Muhassal, s. 39; Amidî, a.g.e., s. 350; Taftazani, Şerhu’l-Makasıd, c. V, s. 222 129 Razî, a.g.e., s. 40. Razi, onların bu görüşüne karşı, nazar ve tefekkür ayetleriyle bu tür
ayetlerin farklı bağlamlarından dolayı kıyas edilemeyeceğini belirtmiştir. 130 Taftazanî, Şerhu’l-Makasıd, c. V, s. 222.
138
cevap niteliğindedir. Bu yüzden, söz konusu isimlerin taklide karşı fikirlerini
incelediğimiz başlıklarda, bu delillere yöneltilen cevapları zikredeceğiz.
Buna ek olarak, Đbn Kayyım el-Cevziyye de, dinde mezhep taklidini
savunan kimselerin delillerini “Đ’lâmü’l-Muvakkiin an Rabbi’l-Alemin” adlı
eserinde sıralamıştır. Özellikle ameli konularda taklidin meşruluğunu öngören
bu deliller özetle şu şekildedir:131
1- Sahabenin tamamı fetva vermeye ehil olmadığı için, aralarında
belli başlı kişileri taklid etmişlerdir. Şa’bî’nin (v. 103/721), Đbni Mesud’dan (v.
63/683) naklettiğine göre “sahabeden altı kişi fetva verirdi. Bunlardan
Abdullah b. Mesud (v. 32/652), Ebu Musa el-Eşari (v. 44/664) ve Zeyd b. Sabit
(v. 45/665) kendi görüşlerini sırasıyla Hz. Ömer, Hz. Ali ve Ubeyy b. Ka’b’ın
(v. 21/642) görüşleri namına terk ederlerdi.132 Böylece onlar da dinde ictihad
seviyesine ulaşmış kimseleri taklid etmişlerdir.
Örneğin sahabe, cemaatle kılınan namazın bir kısmını kaçırınca önce
bunu kılar, sonra imama uyardı. Bir gün Muaz b. Cebel (v. 18/639) bunun
tersini yaparak önce imama uyup, imam selam verince de kalkıp geçirdiği
rekatları eda edince; Resulullah, “Muaz size bir yol gösterdi, artık siz de öyle
yapın” buyurmuştur.
2- Allah bazı otoritelere uymamızı emretmiştir. Mesela Allah’a,
Resulüne ve ulu’l-emre itaat etmemizi isteyen;133 muhacir ve ensara iyi bir
şekilde tabi olanları öven134 ayetler bu bağlamdadır. “Ulu’l-emr” alimler ve
idarecilerdir. Onlara itaat etmek, verdikleri fetvaları taklit etmekle mümkün
olur. Eğer taklid olmasaydı, onlara itaat da söz konusu olmazdı.
Ayrıca Hz. Peygamber de “Ashabım ümmetimin yıldızları gibidir;
hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz” buyurarak ashabına; “benden
sonra Ebu Bekir ve Ömer’e uyun”135 şeklindeki tavsiyesiyle de raşid halifelere
uyulmasını emretmiştir. Başka bir örnekte de Đbn Zübeyr’e (624-692),
131 Đbn Kayyım, Đ’lâmü’l-Muvakkiin, s. 179-185. 132 Amidî, el-Đhkam, c. III, s. 349; Şevkani, el-Kavlu’l-Müfid, s. 5. 133 Nisa, 4/59. 134 Tevbe, 9/100. 135 Şevkani, el-Kavlu’l-Müfid., s. 8.
139
kardeşlerle beraber dedenin mirası sorulduğunda “–Ebu Bekir’i kastederek-
şöyle dedi: Hakkında Resulüllah’ın ‘eğer dünyada dost edinseydin onu dost
edinirdim’ buyurduğu şahıs dedeyi –miras hükmünde- baba yerine koymuştur”
şeklinde cevap vermiş ve bu ifadesiyle –kendi görüşünü izhar etmektense- Ebu
Bekir’i taklid edilmeye daha layık görmüştür.
3- Müminlerin bir kısmının savaşa çıktığında, diğer bir kısmının da
geride kalarak dini öğrenmesi gerektiğini emreden ayette “… harpten
döndükleri zaman –ilim yapanlar- onları sakındırsın diye…” ifadesi vardır.136
Bu da onların taklid edilmesi anlamına gelmektedir.
4- Dini, sosyal, kültürel vb. alanlarda karşılaştığımız sorunları
alanının uzmanı kimselerin görüş ve direktifleriyle çözmekte ve onlara
uymaktayız. Mesela fizyonomi uzmanı, meteoroloji uzmanı, adli/tıbbi bilir kişi,
elçi vs. gibi kimselerin sözlerine itimad etmemizi ve bunlara uymamızı ister ki
bu da onları taklid etmenin lüzumudur.
Yine et, sebze ve meyve çeşitli yiyeceklerimizin yanı sıra giydiğimiz
elbiselerin nasıl üretildiğini ve elde edildiğini sorup araştırmadan tüketiyoruz.
Bütün bunlarda dayandığımız nokta, üreticilerin beyanıdır. Onların sözlü ve
yazılı olarak verdikleri bilgiler doğrultusunda onlara inanıyor ve böylece
tüketim hayatımızı bir başkasına göre şekillendirmiş oluyoruz.
Aynı şekilde körün kıbleyi bulmada başkasını, cemaatini temizlik ve
kıraatte imamını, namaz vakitlerinde halkın müezzini, hayız ve iddet süresinin,
başlayıp sona erdiğine ilişkin durumlarda koca ve velisi kadının beyanatına
dayanmaktadır. Đşte sosyal hayatın tüm safhalarında zaruri olan “bir başkasının
görüşüne, beyanatına ve bilgisine bağlılık” taklidi zorunlu kılmaktadır.
5- Bütün insanlar müctehid ve din âlimi olmakla mükellef
kılınsalardı, zanâat, ticaret, ziraat gibi zaruri işler yapılamazdı. Allah’ın sünnet
ve kanunları buna engeldir.137 Nitekim Allah insanları çeşitli kabiliyetlerde
136 Tevbe, 9/122. Bu ayeti Şia taklide delil olarak getirmiştir. Ancak ayet, ilim talebinin
aksamaması ve halkı kötülüklerden sakındıracak ilim erbabının yok olmaması için önerilen
bir yöntemdir. Bkz. Muhammed, el-Đctihad ve’t-Taklid, s. 104; D.Đ.B., Kuran Yolu Türkçe
Meal ve Tefsir, Ank. 2006, c. III, s. 74. 137 Bkz. Sünevî, et-Temhid, s. 526.
140
yaratmıştır. Elbette ilmi anlamda herkes birbirine denk değildir. Talebenin
üstadını taklid etmesi, çırağın ustasını ya da az bilenin çok bileni taklid etmesi
kaçınılmazdır. Bu yüzden, Allah’ın herkesin müctehid seviyesinde olmasını
istemesi muhaldir.138
6- Müctehid imamlar açık bir şekilde taklide kapı aralamışlardır.
Mesela, Muhammed b. Hasan (v. 189/805) “âlimin daha bilgin olanı taklid
etmesi caizdir” demiştir. Şafi de “-bazı meselelerde- Ömer’i, Osman’ı, Zeyd’i
taklid ederek söylüyorum…” demiştir. Bir başka imam olan Malik’in görüşleri
ise, Medine fukahasının görüşlerinden pek dışarı çıkmamıştır.
Görüldüğü gibi genelde pratik hayatta taklidin geçerliliğini öngören
bu delillerin birçoğu, imanla hatta dini hayatla ilgili değildir. Bununla birlikte,
onların her konuda taklide delil getirmelerinin sebebini, bunun meşru bir
yöntem olduğunu ispatlama çabalarına bağlayabiliriz. Bununla birlikte, dini ve
sosyal konularda ileri sürülen delillerin birçoğu bağlamından koparılmıştır.
Bunu, iki, üç ve dördüncü maddede öne sürülen argümanlarda görmek
mümkündür.
Bununla birlikte Đbn Hazm, Đbn Teymiyye ve Đbn Kayyım el-
Cevziyye, yukarıda zikredilen argümanlara karşı çıkmış ve bunlara ayrıntılı bir
şekilde cevap vermiştir. Onların bu delillere karşı argümanlarını ayrıca ele
alacağız.
Đbn Abdilberr (v. 463/1070),139 Hatip el-Bağdadî (v. 463/1070), Ebu
Şâme (v. 665/1267), Şâtıbî (v. 790/1338) ve Şah Veliyullah (v. 1176/1762) gibi
ilim adamları dinde –en azından avam için- bazı şartlarla taklidin geçerli
olduğunu kabul etmişlerdir. Onlara göre mükellefiyet bakımından insanlar üç
gruba ayrılırlar:140
a- Müctehidler: Bunların başkalarını taklid etmeleri caiz değildir.141
138 Dihlevi, Ikdü'l-ciyd, s. 20-21; Elbanî, Umde, s. 126; Muhammed, el-Đctihad ve’t-Taklid, s.
99. 139 Genel anlamda taklide karşı olmasına rağmen dinde karineleri anlayamayacak durumda
olanlar için taklidi mümkün görmektedir. Bkz. Đbn Abdilberr, Ebu Ömer, Câmiu Beyâni'l-Đlm
ve Fazlihi, Beyrut, trs., c. I, s. 119. 140 Dihlevi, a.g.e., s. 26; el-Đnsaf, s. 55; Karaman, Đslam Hukukunda Đctihad, s. 206. 141 Şatıbî, el-Đ’tisam, Beyrut 1996, c. I, s. 534.
141
b- Müttebiler: Eğer müctehidlerin delillerini inceleyebilecek
durumdaysalar, delilsiz amel etmeleri caiz değildir. Ancak delile ulaşmaları
mümkün olmayan durumlarda taklidle yetinmeleri caizidir.
c- Avâm: Bunlar, delili bulma ve anlama imkanına sahip değildirler.
Bu yüzden şu şartlarda taklid edebilirler:
1- Müctehidin veya alimin, bizzat itaat ve taklide ehil olduğuna
inandığı için değil, kitap ve sünnetin aslına uygun fetva verdiklerine inandıkları
için taklid etmeleri gerekir. Çünkü mutlak taklide layık olan yegane otorite
Allah ve Resuludür.
2- Taklidin basit veya zanni de olsa bir tercihe dayanması; bazı
karine ve emarelerle taklid ettiği kimsenin en alim ve layık kişi olduğuna
inanması.
3- Mukallidin taassuptan uzak durması gerekmektedir. Bu bağlamda
taklid ettikleri alimin yanılabilir olacağını kabul edip, alimin görüşüne
uymayan sahih bir nas ile karşılaşınca, imamının görüşlerini terk ederek nası
tercih etmeleri.
4- Taklid ettiği hususun dinin esaslarından olan namaz, oruç, zekatın
farz, içki zinanın haram olduğu… gibi herkesin bilmesi gereken “zarurât-ı
diniyyeden” olmaması.
Taklidin caiz oluşunu, temelde dinde hataya düşme ihtimaline
bağlayanlar, bundan dolayı güvenilir bir alimin taklid edilmesini daha iyi
görmüşlerdir.142 Aslında taklidde güvenilir merci aramak, sahabenin yerine
mezhep taklitçiliğine sebep olmuştur. Bu doktrine göre, sahabenin tedvin
edilmiş bir mezhebi olmadığı için mukallid neyi taklid edeceği hususunda
tereddüde düşebilir. Bu yüzden mukallid, sistemli bir usule sahip olan dört
imamın mezhebinden birisine uymak zorundadır.143
Taklidi pratik dini hayatta yeterli görenlerin de aslında onun ideal bir
olgu olmadığını kabul ettiklerini de ifade etmeliyiz. Sözgelimi Dıhlevi, taklidin
kaçınılmaz bir yöntem olduğunu kabul etmesine karşın, herkesin temel dini
142 Đbn Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-Đlm, c. I, s. 117, 171; Dihlevi, Veliyyullah, el-Huccetü’l
Baliğa, Beyrut 1990, c. I, s. 285-290; Şatıbî, el-Đ’tisam, c. I, s. 543 ve c. II, s. 342-343. 143 Dihlevi, Ikdü'l-ciyd, s. 22; Sünevî, et-Temhid, s. 527.
142
bilgiye sahip olması gerektiğini ifade etmiştir. Nitekim Selefin metodunda
taklid olmadığı gerçeğinin altını çizen Dıhlevi, Hz. Peygamber devrinden uzun
süre geçtiği için, onun Sünnet’ine herkesin sağlıklı bir şekilde
ulaşamayacağını, dolayısıyla taklidin bu yüzden zaruri olduğunu belirtmiştir.
Buna rağmen o, taklid her zaman vaciptir ya da haramdır, demenin doğru
olmadığını şöyle örneklendirmiştir: “Mesela, Hindistan’da ya da
Maveraünnehir’de cahil bir insan bulunsa, oralarda da Şafiî, Malikî veya
Hanbelî bir imam ya da kaynak bulunmasa, bu takdirde o cahil kimsenin Ebu
Hanife’nin mezhebini taklid etmesi vacip olur. Üstelik o mezhepten çıkması da
haram olur. Aksi takdirde o kimse, şeriat bağını boynundan çıkarmış ve
değerini kaybettiğinden dolayı da terk edilmiş olarak yapayalnız ortada kalır.
Oysa Mekke ya da Medine’de bulunan bir kişinin durumu öyle değildir. Bu
kimse istediği her mezhebin bilgilerine ulaşabilir. Dolayısıyla böyle bir kişinin,
kesin ilim varken, zanna tabi olması yahut Đslam dünyasında meşhur olmayan
bir kaynağa uyması doğru değildir.”144
Taklidle ilgili olarak, onun vücubiyetini ya da geçerliliğini kabul
edenlerin argümanlarına baktığımız zaman, iki ana grup ortaya çıkmaktadır.
Birincisi, iman dahil pratik dini hayatın taklide dayalı olması gerektiğini
savunanlar, diğeri ise, imanın nazar ve istidlale dayandırılmasının gerekli
olmadığını savunarak taklidin meşruiyetini savunanlardır. Đslam Kelamında
Bunlardan birinci gruba en büyük eleştiri “Selefi” hareket olarak adlandırılan
akımın145 önde gelen isimleri olan Đbn Hazm, Đbn Teymiyye ve Đbn Kayyım el-
Cevziyye tarafından yapılmıştır.
Diğer eleştiri ise, taklidi imanın reddi ve imanda tahkikin
zorunluluğu bağlamında Maturidi, Eş’ari ve Kadı Abdulcebbar tarafından dile
getirilmiştir. Şimdi her iki grubun argümanlarını ayrı ayrı ele almaya
çalışacağız.
144 Dihlevi, el-Đnsaf, s. 48-49. 145 Uludağ, Đslam Düşüncesinin Yapısı, s. 35-36.
143
2. Đmanda Tahkik Meselesi
2. 1. Klasik Kelam Geleneğinde Tahkiki Đmanın Savunucuları ve
Argümanları
Đslam düşünce geleneğinde Kelam disiplini denilince, itikadi
esasların akıl yoluyla tartışılması ve savunulması anlaşılır. Başka bir ifadeyle
Kelam yapmak, bizzat akıl yürütmek, tartışmak ve kıyas yapmaktır.
Mütekellimlerin ilahiyyat, nübüvvet ve meâd başlıkları altında ele aldıkları
meseleleri metodolojik farklılıklar olsa da akıl yürütme yöntemiyle tartıştığı
kesindir. Nitekim birinci bölümde değindiğimiz gibi aklın fonksiyonelliğini
ifade eden nazar, tefekkür ve istidlal gibi yöntemleri olumsuzlayan bir Kelam
ekolü yoktur
Ne var ki, mütekellimlerin taklid olgusuna karşıtlığı da aynı değildir.
Kelam geleneğinde ekollerin mukallidin imanına ilişkin yaklaşımlarında da
zikrettiğimiz gibi, Ebu Muin en-Nesefi, Şehristani, Ebu Yusr el-Pezdevi, ve
Taftazani vb. ilim adamlarının mukallidin imanını sıhhatli görmelerine karşılık,
Maturidi, Eş’ari ve Kadı Abdulcebbar taklide karşı kesin bir tavır
takınmışlardır. Ayrıca Mutezile ekolünde daha birçok isim taklide karşıdır.
Ancak eserlerinin bugüne ulaşmış olması ve konumuzla ilgili olarak elimizde
oldukça bilgi bulunması itibariyle biz, Kadı Abdulcebbar’ın görüşlerini ayrı bir
başlık altına ele almayı uygun bulduk. Bu bağlamda taklide karşı olan,
dolayısıyla tahkiki savunan bu isimlerin görüşlerini ve delillerini incelemek
istiyoruz.
2. 1. 1. Maturidi
Din anlayışını, temelde aklın işlevselliği ve özgürlüğü üzerine kuran
Maturidi, iman konusunda da aynı düşünce yapısına sahiptir. Onun, Kitabu’t-
Tevhid’in ilk pasajlarını, aklın fonksiyonel olmasının zorunluluğuna ayırmış
olması, tahkiki imanı kabul ettiğinin en önemli işaretidir. O bu hususta
Eş’arilerle birlikte Mutezileyle aynı görüştedir.146 Şöyle demiştir, Maturidi
“insanların mezheplere ve dinlere bağlanma hususunda farklı tutumlar
sergilediklerini, din benimsemekte ayrılığa düştükleri halde herkesin kendisinin
tuttuğu yolun hak, diğerininse batıl olduğu noktasında ittifak ettiğini
146 Işık, Maturdi’nin Kelam Sisteminde, s. 60.
144
görmekteyiz. Ayrıca onların tamamı, taklid edilmesi gereken büyüklerinin
bulunduğunu da ittifakla kabul ederler. Bu realite, körü körüne başkasını taklid
etmenin, sahibinin mazur görülmeyeceği sonucuna götürmektedir. Çünkü
herkes birbirinin aksi kanaate sahip olmasına rağmen kendisinin hak olduğuna
inanmakta ve bunu sadece taklid ettiği selefin akidesine bağlamaktadır. Şu var
ki inanç ve telakkinin kaynağını oluşturan kişi, iddiasının doğruluğunu
kanıtlayan rasyonel bir delile sahip bulunuyor ve inatçı olmayanlara
haklılığını kabule mecbur edecek derecede güçlü bir burhan sunuyorsa iş
değişir. Her kim böyle bir delili ortaya koyuyorsa, hakkın kendisinden yana
olması hasebiyle diğerlerini kendisine tabi olmaya zorunlu kılar. Artık
hakkaniyet akli bir temele dayandığından taklide dayalı diğer inançlar batıl
olmuş olur.”147
Maturidi’nin, imanla mükellef olmayı ancak aklın varlığına
dayandırması ve imana konu olan hususların ancak aklın tefekkür ve istidlâl
kabiliyetiyle mümkün olabileceğini vurgulaması,148 onun temelde rasyonel
iman anlayışına sahip olduğunu göstermektedir. Ancak bu, entelektüele has
olmayıp herkesin mükellef olduğu bir imandır. Maturidi’nin imanda aklın
önceliğini ve akli performansın gerekliliğini Kitabu’t-Tevhid’de görmek
mümkündür. Nitekim eserdeki “Taklidin Geçersizliği ve Dini Delil Vasıtasıyla
Bilmenin Mecburiyeti”, “Bilgi (Đlim) ve Akl (Nazar) ın Kullanılmasının
Savunulması” ve “Đman Kalp veya Bilgiye Dayanan Tasdiktir” şeklindeki
bölümler -birbirinden uzak aralıklarla yer almasına rağmen- akıl ve iman
ilişkisi konusunda Maturidi’nin görüşünü sunma açısından organik bir fikrî
bütünlük arz eder.149 Zira Maturidi, akletmeyi fıtri bir eylem olarak görmekte
ve insanın kendisini eğitmesi durumunda akletmenin faydalarını göreceğini
vurgular. Akıl ve zihin kapasitesi doğrultusunda insan dini anlar ve ona
dayanak sağlar. O halde din bir noktada akıl ve zihin işidir.150 Bununla birlikte
peygamberlerin Allah’tan getirdikleri emir ve nehiylerde aklın anlayamayacağı
147 Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 4-5. 148 Maturidi, a.g.e., s. 608. 149 Pessagno, “Maturidi’ye Göre Akıl ve Dini Tasdik”, s. 161. 150 Maturidi, a.g.e., s. 3, 4, 7, 608.
145
nice hikmetler vardır. Bunun için peygamberlere ihtiyaç vardır.151
Öte yandan akıl, ihmal edilmeye karşı direnç gösteren bir yapıdadır.
Tıpkı vücudun diğer azalarının muattal olmaya tahammülü olmadığı gibi. Bu
yüzden aklın işlevsel olması ve yaratıcının kendisi için yarattığı nesneler
hakkında tefekkür etmesi gerekmektedir.152
Maturidi, rasyonel düşüncesini tabiata dayandırmış bir düşünürdür.
Bunu yine onun Kitabu’t-Tevhid’inden anlamak mümkündür. Söz konusu
eserinde alemin yaratılmışlığı, kainatın yaratıcısı, duyular alemin duyular ötesi
aleme delil teşkil etmesi (Đstişhad bi’ş-şahid ale’l-gaib), kainatın yaratılış
sebebi ve insanların kainat hakkındaki farklı görüşlerini tartışan Maturidi,
kainatla yaratıcısı arasındaki bağın ancak akılla kurulabileceğine vurgu
yapar.153 Bilgi edinme yollarını izah ederken aklın işlevini açıklayan Maturidi,
şöyle der: “Kainattaki hikmetlerin bilinmesi gerekmektedir. Çünkü bu kainatın
hikmetten uzak olarak meydana getirilmiş olması imkansızdır. Ayrıca evrende
bulunan nesnelerin kadim mi hadis mi olduğunun da bilinmesi gerekir. Bütün
bunlar istidlalden başka yöntemle bilinemez… Ayrıca olağanüstü durumlarda
ve bazı şüpheler ortaya çıktığında baş vurulacak tek şey akıl yürütmek ve
tefekkür etmektir.”154
Maturidi imana götüren akıl yürütmenin Eş’ari’de olduğu gibi
“şahidin gaibe delaleti” yöntemiyle yapılması gerektiğini savunmuştur.
Kainatın mahiyetinden hareketle yaratıcısına delalet edişine akıl yürütmeyle
varan Maturidi, bir yandan tahkiki imanın imkanını kanıtlamakta, bir yandan
“kainat, tahkiki imanın nesnesi olabilir mi?” sorusuna cevap vermektedir.
Şöyle der, Maturidi: “Allah kendi birliğine ve hikmetine kılavuzluk eden bir
alem yaratmıştır. O’nun, mükellefleri buna vakıf olmaktan mahrum bırakması
düşünülemezdi. Zaten bu takdirde alemi yaratmasının anlamı da olmazdı.155
Kainatın gelişmeye ve yok oluşa, ayrıca aynı durumdaki bir nesnede zıtların
151 Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 158. 152 Maturidi, a.g.e., s. 158. 153 Maturidi, a.g.e., s. 17. 154 Maturidi, a.g.e., aynı yer. 155 Maturidi, a.g.e., s. 157.
146
bir araya gelişine müsait oluşu, yaratılmışlığına delalet etmiştir. Yine onun
dayandığı prensiplerden habersiz oluşu ve tahrip olan yerlerini onarma
kabiliyetine sahip olmaması, mevcudiyetinin kendisinden olmadığına delildir.
Evrende zıtlıklar olmasına rağmen, maddelerin kendi özyapılarında bir ahenk
içerisinde olmaları hepsinin yaratıcısının ve yöneticisinin tek olduğunu
göstermektedir. Ayrıca alemin bahsettiğimiz bu yapısı, idarecisinin kudretine,
hikmetine ve ilmine delalet eder. Hülasa kainata ait müşahededen çıkan
ipuçları çerçevesinde onun kılavuzluğu farklı şekillerde tecelli etmiştir.
Tabiatın acziyyeti, yaratıcısının varlığına delil olmuş; kendisini bilmeyişi de
yaratıcısının bilgisine kanıt olmuştur. Böylece, tabiatta hakim olan zaruret ve
ihtiyaçlar kaçınılmaz bir şekilde tabiat ötesi bir varlığa işaret eder.”156
Maturidi, eserinin bir başka yerinde ise insanın kendi öz yapısından hareketle
de Allah’ı bilebileceğini belirtmiştir.157 Böylece Maturidi, dini bilginin
imkanını kabul etmiş ve tahkiki imanın mümkün, hatta zaruri olduğunu
benimsemiştir.
Maturidi, iman konularının akılla bilinmesinin gereğini ve
mahiyetini şu şekilde açıklamıştır.
1- Eğer Allah’ın varlığı ve kainatın hüdusu gibi konulara akılla
ulaşmak mümkün olmazsa, bu durumda bunlara dinen iman etmekle
emrolunmuş kişi, bunlara ulaşmaya güç yetirememesi sebebiyle teklifin dışında
kalır. Çünkü Allah’ın kulun aklıyla anlamadığı şeyi ona emretmesi uygun
değildir. Bilakis, aklın vazifeli kılındığı ya da kendisine hitap ettiği hiçbir emir
yoktur ki, Allah, onun anlaşılması için yol göstermiş olmasın. Nitekim insan
kendisine emredilen ya da yasaklanan şeylerin çeşitli yönlerini öğrenmek için
onlar üzerinde düşünme ve onları anlama kabiliyetine sahiptir.158 Maturidi’nin
bu düşüncesi, taklidi yeterli görenlerin, Allah’ın fiillerinde bir hikmet
aranmaması ve insan aklının da bunları anlayacak kapasitede olmadığı
şeklindeki argümantasyonuna da cevap niteliğindedir.
156 Maturdi, Kitabu’t-Tevhid, s. 50. 157 Maturidi, a.g.e., s. 159. 158 Maturdi, a.g.e., s. 209.
147
2- Allah, emrettiği şeyleri bilmeleri için insanlara deliller yaratmış
olmasaydı, tıpkı bir kölenin efendisine “benim davranışımın seni
öfkelendirdiğini bilmiyordum, eğer bunu bilseydim asla yapmazdım”
demesinin geçerli bir mazeret oluşturduğu gibi; bu da insana, ahirette Rabbine
karşı bir mazeret teşkil ederdi. Buna karşın gerek Allah’ı gerekse O’nun emrini
bilmek ancak istidlalle idrak edilebilecek kesbi-iradi bir olgudur. Bu sebeple,
Allah, kulları için kanıtlar yaratmış ve çeşitli ibretlerle uyarmıştır. Bunları
dikkate almayan ve ayetler üzerinde tefekkür etmeyen kulun mazereti
kalmamıştır.159
3- Đmanın tahkiki olması, mutlak olarak aklın kullanılması demektir.
Bu bazen salt düşünce bazen de duyularla birlikte olur. Örneğin Hz. Đbrahim
atalarını taklid ederek değil, mahlukat üzerinde düşünüp araştırarak Rabbini
bilmiştir. Bundan hareketle dinde akıl yürütmek ve delilleri aramak
zannedildiği gibi kötü değil bilakis övülen bir tavırdır. Hatta her müslümanın
düşünmeye ve araştırmaya ihtiyacı vardır. Esasen duyulara dayanan deliller
anlaşılması en kolay ve net karinelerdir.160
Đmanın geçerli olması için akli delillere dayanması gerektiğini
savunan Maturidi’ye göre, taklidin batıl olmasının sebeplerini şunlardır:
1- Đman kognitif bir eylemdir. Taklid ile dini bilgi elde edilemez.
Çünkü bilginin kaynakları nakil ve akıldır. Dini bilgilerin ve imana dair
esasların gereği gibi bilinmesi ve tasdik edilmesi ancak bu iki yolla
mümkündür. Gerçek iman aklî ve naklî delillere dayanan imandır. Allah’ın
varlığına ve birliğine vakıf olmanın, peygamberlerine iman etmenin yolu fikri
çaba ve aklî istidlalden geçer.161 “Görmedin mi” şeklinde başlayan ayetlerin
dinde ve özellikle tevhid konularında akıl yürütmeye ve delil getirmeye davet
anlamını taşıdığını belirtmekte ve bundan hareketle dinde akla etkin bir rol
159 Maturdi, Kitabu’t-Tevhid, s. 211. 160 Maturidi, Te’vilatü’l-Kur’an (I- ), (Haz. Ahmet Vanlıoğlu), Đst. 2005, c. I, s. 159;
Hamidullah, Đslam Peygamberi, c. I, s. 121-123. 161 Maturidi, a.g.e., s. 60.
148
biçildiğini vurgulamaktadır.162 Bunlardan yoksun bir tasdik ise taklidi iman
olmaktan öteye geçmez.
Bir kimsenin körü körüne taklid edilmesi, herhangi bir delile veya
araştırma/incelemeye gerek duymaksızın ardından gidilmesi şüphesiz makbul
bir iman değildir. Çünkü bu iman, sağlam bir dayanağa sahip olmadığından her
an yıkılma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bunun içindir ki taklid, dinlerin ve
mezheplerin doğruluğunun bir kıstası olamaz.163
2- Kişinin kendi özgür iradesi ve ihtiyarıyla gerçekleşmemiş olan
iman, hakiki iman olamaz. Örneğin ölümün gelip çattığı veya azapla karşı
karşıya kaldığı bir anda kişinin iman etmesinin kendisine hiçbir faydası yoktur.
Asıl iman, güzelliğini ve hakikatini kişinin kendisinin keşfettiği imandır. Böyle
bir iman hiç kimse tarafından saptırılamaz. Al-i Đmran, 3/99. ayette Ehl-i
Kitabın Allah’ın yolundan çevirmeye çalıştığı müminler işte bu
mukallidlerdir.164
3- Mukallidler, cahil, tembel ve kabiliyeti olmayan büyük halk
kitlesinden başka bir şey değildir. Hâlbuki benimsediği dindeki doğruyu
bilmek her müminin görevidir. Bu noktada doğru olduğu iddia edilen
önermenin delillere dayanılarak ispatlanması ve tatmin edici bir duygu
oluşturması gerekmektedir. Sahih bir din bilgisinin ihtiyaç duyduğu ilk şey,
alimin şahsi sadakatine dinleyeni ikna edecek delildir. Đkinci olarak öğrenilen
objektif hakikatin açık bir kanıtı gereklidir. Bu iki şart gerçekleşince hak din
bilinebilir.
Maturidi’nin burada zikrettiği delilin kriteri, insaf sahiplerini ikna
edebilecek şekilde olmasıdır. Karışık önyargılardan arınmış bir şekilde
dinlemeye arzulu ve yetenekli olma, dinleyicide yegane aranan hususiyettir.165
4- Dinlerini166 taklide bina etmiş olanların en güçlü silahları
162 Wensinck, A. J., The Muslim Creed, New Delhi, 1979, 2. Baskı, s. 265. 163 Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 3. 164 Maturidi, Te’vilatü’l-Kur’an, c. II, s. 373. 165 Maturidi, a.g.e., aynı yer. 166 Maturidi, Tevbe, 9/33. ayeti yorumlarken din ve imanı aynı anlamda kullanarak, şu yorumu
yapmıştır: “Çünkü iman, dindir. Dinler, inanılan şeylerdir. Onların itikadlarını taşıyan şey ise
kalptir. Mezhepler de bunun gibidir. Gerçi lügatte iman, tasdik etmek demektir. Ve imanın
149
sayılarının çokluğu ve kalabalık bir kitle oluşturmuş olmalarıdır. Halbuki bir
bilginin doğruluğu onu taklid edenlerin çokluğuyla değil, delillerinin sağlıklı
olmasıyla mümkündür. Doğru olduğu açıkça bilinen bir bilginin karşıtları ise
yanlıştır. O halde sağlam bir delile dayanmayan, sadece taklide dayanan bilgi
şüphelidir ve güvenilir değildir. Bu anlamda mukallid tatmin edici olmayan,
yetersiz bir yol tutmuştur.167
5- Taklid zihniyetinin kökeninde nefse uyma, kolayı tercih edip
tembellik yapma vardır. Sözgelimi kainatın varlığı hakkında akıl yürütmeyi
terk eden kimse, öncekilerin teorileriyle yetinip, onların görüşlerine tabi olmayı
inceleme ve analiz yaparak emek sarf etmeye tercih eder. Böylece taklid ettiği
kimselerin isabet oranlarına bel bağlar. Bu tembellik öyle bir noktaya gelir ki
başka konularda da aklın dumura uğramasına ve neticede diğer kötü alışkanlara
zemin hazırlar.168
6- Đmanın kendi başına değerli olabilmesi ve mükafatlandırılmaya
layık olabilmesi için meşakket ve zahmet içermesi gerekir. Đmanı elde etmek
için gerekli olan, akli çıkarım ile ona ulaşma çabası ve şüpheleri uzaklaştırmak
için gösterilen gayret, imandaki zorluğu oluşturur. Dolayısıyla iman, birtakım
mahiyeti zorlama ve cebre ihtimali olmayan bir şekildedir. Zorlamaya ve cebre ihtimali
olmayan şey ise, kalpte bulunan dinin ta kendisidir. Zira yaratıklardan hiçbirisinin gücü
kalptekini etkilemeye yetmez. Özet olarak deriz ki iman, dil ya da dilin ifadesi değildir. Đman
kalbin fiilidir ve kalpte taşınır. Binaenaleyh ne Hak dinin ne de Allah’a ve peygamberlere
imanın hiç kimse tarafından sökülüp atılması mümkün değildir. Emir ve nehiylere muhatap
olan kimselerden iman fiilinin yok olması imkansız olmakla birlikte, öyle birtakım durumlar
vardır ki, kişi o durumda ‘diliyle’ kitaplara, peygamberlere, öldükten sonra dirilmeye vb.
inandım, demekten nehyedilir. Mesela namazda iken. Buna göre iman men edilen bir şey,
Đslam Dini de kişinin ibadetini bozan bir unsur konumuna girer. Halbuki Allah imanı ibadetin
makbul olmasının şartı kılmıştır. Keza Allah dini, daimi, değişmezi yerine bir başkası
konulamaz ve nesh kabul etmez bir mahiyete kavuşturmuştur.” Bkz. Tevilatü’l-Kur’an, c. VI,
s. 359-360. Bundan da anlaşılacağı üzere Maturidi’ye göre hak din bazen, Allah’ın dini ve
iman birbirlerinin yerine kullanılmıştır. Şahin, Hasan, Maturidi’ye Göre Din, Kayseri 1987,
s. 17-19. 167 Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 4. 168 Maturidi, a.g.e., s. 172.
150
akli çıkarımlar sonucu elde edildiği için değerli ve mükafata layık olur.169
Görünen o ki Maturidi, zihinsel özürlülerin dışında herkesin belli bir
sorumluluğa sahip olduğuna işaret etmektedir. Her insan entelektüel
kapasitesine uygun olarak akletme zorunluluğu taşır. Maturidi’nin görüşleri
akıl, burhan, hikmet vb. kavramların yerine, sorgulanmaz veya sorgulanamaz
dini otoritelerin geçirilmesini savunan teorilere saldırıdır.
Böylece Maturidi, akılcıl bir iman görüşüne sahip olup, taklide
temelden karşıdır. Ancak onun savunduğu iman anlayışının rasyonelliği, ne
entelektüel veya filozofa has kılınmıştır ne de aklın zorunlu sonucu olan bir
şeydir. Ama o akılla dini tasdiki birbirine zıt kuvvetler olarak görmez. Bilakis
her ikisini de Allah emretmiştir. Böylece taklidin temelinde yatan
“akletmezlik” Allah’ın emrine muhalif bir tutum olarak ortaya çıkmış, imanı
tehlikeye sokmuş ve bu yüzden reddedilmiştir.170 Bununla birlikte onun
mukallide “kafir” dememiş olduğunu da kaydetmek gerekir. Esasen, taklide
karşı olmak ve tahkiki savunmanın, mukallide kafir hükmünü vermeyi
gerektirmediğini düşünüyoruz. Çünkü en azından imanın anlamı tasdik olup;
tasdik sahibinin inkar edenle bir tutulması ahlaki değildir.
2. 1. 2. Eş’ari
Ebu’l-Hasan el-Eş’arî’nin iman konusunda el-Đbane ve el-Đstihsan
adlı eserlerinde iki farklı tutum ortaya koyduğunu ifade etmiştik. Onun bu
konudaki görüşlerini kapsamlı bir biçimde takipçisi Đbn Fûrek (v. 941/1015)
nakletmiştir. Gerek Đbn Fûrek gerekse diğer Eş’arî kelamcılar üstadlarının
mukallidin imanını sahih kabul etmediğini belirtmişlerdir.171 Bunun nedeni ise
onun Allah’ı bilmede nazar ve tefekkürü vacip kabul etmesidir. Đbn Fûrek’in
aktardığına göre Eş’ari, bize görünen bir kitaptan onun katibi olduğunu ya da
bir binaya bakıp, onun bir inşa edicisi olduğunu bildiğimiz gibi bir fiilden de
onun faili olduğunu biliriz, aynı bu şekilde Allah’ı da fiilleriyle bilebiliriz,
169 Nesefi, Tabsira, c. I, s. 44. 170 Pessagno, “Maturidi’ye Göre Akıl ve Dini Tasdik”, s. 170. 171 Taftazani, Şerhu’l-Makasıd, c. V, s. 221; Şevkani, Đrşadu’l-Fühul, s. 266; Işık, Maturdi’nin
Kelam Sisteminde, s. 61.
151
demiştir.172 Bu, kelamcıların “istidlal bi’ş-şahid ale’l-gâib” yöntemidir. Böyle
bir kıyas için insanın akıl gücü yeterli düzeyde mevcuttur. Bu yüzden, imanın
sahih olabilmesi için istidlal şarttır.173 Buna karşın bilgiden yoksun iman,
faraziyeler üzerine kurulmuştur. Halbuki iman, ihtimal ve şüpheden arınmış bir
zihinsel ve duygusal fiildir.174
Đbn Fûrek, Eş’ari’nin iman tarifini şöyle nakletmektedir: “Đman,
tasdik demektir. Çünkü Araplar, bu kelimeyi Đslam’dan önce de bu şekilde
anlıyorlardı. Kişinin yaratıcısını bilmesi ve Kur’an’da belirtilen isim ve
sıfatlarına layıkıyla teslim olması da imanın mahiyetindendir. Allah’ı tazim
etmek ve onu sevmek bir anlamda onu tasdik etmek ve Ona iman etmektir.
Buna karşılık cehalet küfür sebebidir ki, istikbar ve tahfîf, cehaletin eseridir.
Bu bir çeşit şirktir. Ameller imanın şeâirindendir. Namazın, orucun, zekatın,
temizliğin vs. iman olduğunu söyleyenle, imanın tasdik ve ikrardan ibaret
olduğunu söyleyen arasında dil farkı vardır.”175 Eş’ari böylece, ameli, imanın
lügat anlamında olmaması yönüyle tecrit etmiş; ama Kur’an’dan hareketle
iman-amel yakınlığını da görmezden gelemeyeceğinin altını çizmiştir.
Eş’ari’nin imanın kognitif yapısıyla ilgili görüşlerini Nesefi şöyle
nakleder: “Akıl yardımıyla Hz. Peygamber’in sözünün doğru olduğunu bilmesi
gerekli olup, bunu diliyle ikrar etmesi ve muarızıyla tartışabilecek kadar
derinlemesine bilgi sahibi olması şart değildir. Bu kişi itikadi konularda aklî
delile dayanmadıkça ve bu itikat konularını kalbiyle bilmedikçe mümin
sayılmaz, dili ile bunları seslendirmesi gerekmez ama hasmıyla mücadele
ederken basiretli ve şüpheleri bertaraf edebilecek bir durumda olması istenir.
Bununla birlikte o kimse nazar ve istidlâli terk etmesinden dolayı
günahkârdır.”176 Nitekim Bağdadî ve Đbn Furek de onun iman kavramının
bilişsel yönüne vurgu yaptığını nakletmişlerdir.177
172 Đbn Fûrek, Mücerred Makalat, s. 287. 173 Đbn Fûrek, a.g.e, s. 194; Kari, Fıkh-ı Ekber Şerhi, s. 384. 174 Bağdadî, Usulü’d-Din, s. 254. 175 Đbn Fûrek, a.g.e., s. 155. 176 Nesefi, Tabsira, c. I, s. 28-29; Taftazani, Şerhu’l- Makasıd, c. V, s. 220. 177 Đbn Fûrek, Mücerred, s. 150-151; Bağdadî, Usûlü’d-Dîn, s. 248
152
Eş’ari, iman konularındaki bilginin kesbi/çıkarımsal olduğunu kabul
eder. Aksi halde insanlar bununla denenmezler, bu konuda şüpheye düşmez ve
küfre girmezlerdi. Halbuki bazı insanlar Allah’ı bilip ona inanırken, bazıları
çok farklı Tanrı tasavvurlarına sahiptir. Kimisi de Tanrının varlığına hiç
inanmamaktadır. Buna karşın zaruri bilgilerde ihtilaf olmaz. Đnsanların iman
konularındaki farklı tutumları, bu konudaki bilginin zaruri değil, çıkarımsal
veya akıl yürütme ile elde edilebileceğini göstermektedir.178
Öte yandan Allah’ı bilmek her insana vaciptir. Bunun aksine iman
konularında cehalet ve bilgisizlik dinde yasaklanmıştır. “Ey insanlar,
Rabbinizden korkunuz”179 ayetiyle emredilen “takva”, tabii olarak dini bilgiyi
gerektirir. Çünkü insan, kudretini, amacını, vaatlerini vs. hiçbir şeyini
bilmediği bir objeden korkmaz. Ayrıca Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını
öğrenme ve bu konularda belli bir bilgi düzeyine sahip olmayı teşvik eden,
öven ve yücelten her ayet dini bilginin vacip olduğuna işarettir.180
Ona göre ergenlik çağına ulaşan kimselerin mükellef oldukları ilk
şey, nazar ve istidlal ile Allah’ı bilmeleridir. Çünkü ona dair bilgi sadece bu
yolla elde edilir. Bunun da bazı şartları ve kendisine göre bir metodu vardır.
Öncelikle akıl sahibi bir insanın ön hazırlık yapması ve bazı hususlara dikkat
etmesi gerekir. Bunlar önyargılardan kurtulma, gönlüne ya da çıkarına göre
hareket etmeme bilinci oluşturma, herhangi bir mezhebi, büyüklerini, geleneği
vs. otoriteleri taklid etmeme gibi ön koşullardır. Sonrasında akıl yürütme şöyle
yapılır: Bu zikredilen ön hazırlığı gerçekleştiren kişi, hakkı bulacağına dair
inançla araştırma yapmaya karar verir. Bu çerçevede objektif akıl yürütme
amacına matuf olarak her türlü iddiaya, mezhebe vs. görüşlere karşı eşit
mesafede durur. Bunlar hakkındaki zaruri bilgileri edindikten sonra, öğrenmek
istediği şeyleri araştırır. Zorunlu bilgileri, öğrendiği şeylerin kıstası veya ölçütü
olarak kullanır. Böylece zaruri bilgiye uyanla uymayanı tespit eder. Hakikatle
arasında yukarıda belirttiğimiz hususlar (önyargı, taklid ve çıkar çatışması)
178 Đbn Fûrek, Mücerred Makalat, s. 249. 179 Nisa, 4/1; Lokman, 31/33. 180 Bakara, 2/196, 235; Enfâl, 8/25; Hud, 11/14; Muhammed, 47/19.
153
engel olmadıkça, elde ettiği bilgilerden hareketle gerçeği bulması
kaçınılmazdır.181
Eş’ari, böylece başkalarını da taklide şartlanmamış her makul
kişinin, kendini önyargılardan arındırdığında imana ulaşacağını belirtmektedir.
Bu bir anlamda “delillerin götürdüğüne inan” şeklinde ifade edilebilecek bir
yaklaşımdır. Bu Batı felsefesinde Thomas Aquınas tarafından dillendirilen
“kişinin görevi delille desteklenene inanmaktır” şeklindeki görüşüyle benzerlik
taşımaktadır. Onun imanı bir sıçrayış olarak kabul eden “fideizm”e yer
vermediği ve kanıta dayanan imanı savunduğu anlaşılmaktadır.
Bu yüzden aklı olmasına ve yetmesine rağmen nazarı ve tahkiki terk
eden mukallidi, akıl tembelliğine tutulmuş olarak tasavvur eden Eş’ari, onun
mutlak mümin olmadığını kabul etmiştir.182 Çünkü o, imanında şüpheden emin
değildir. Burada imana zarar veren şüphe, gelenekten gelen bilgi, düşünce ve
inançların imana karışmasıyla oluşan ve delile engel olan unsurdur.183
Eş’ari’ye göre, yakınî bir iman oluşturmadığı için dinin asıllarında
taklidin terk edilmesi gerekir. Çünkü taklid edilen tüm mezhepler ya haktır ya
da batıldır. Eğer mukallid, fasit bir mezhebi taklid ediyorsa, ömrünü heba etmiş
demektir. Taklid edilen mezhebin sıhhatiyse, ancak illetlerinin bilinmesiyle
anlaşılabilir. Ayrıca, karşı fikirde olanlarla tartıştığında, onlara inancını
anlatamayacak veya savunamayacak olması, dininden hayır görmemesi
anlamına gelir. Mukallidin bunu reddetmesi ise, ancak aklın ve tefekkürün
zorluğundan kaçmasından dolayıdır. Bu ise, akidelerini sorgulama ve
gerçekliğini araştırma zahmetinden kaçınan – ve taklidden başka bir şey
yapmayan- Yahudi ve Hıristiyanların yaptığını meşrulaştırmaktan, dolayısıyla
küfrü kabul edilebilir kılmaktan başka bir şey değildir.184
181 Đbn Fûrek, Mücerred Makalat, s. 250. 182 Eş’ari, Đstihsân, s.87. 183 Işık, Maturdi’nin Kelam Sisteminde., s. 61. 184 Đbn Fûrek, a.g.e., s. 319.
154
Bununla birlikte Eş’ari, mukallidi kafir olarak isimlendirmemiştir.
Bunun sebebi de, küfre zıt olan “tasdik”in mukallidde mevcut olmasıdır. Fakat
mukallid günahkardır.185
Görünen o ki, Eş’ari’nin taklidi reddetmesinin temelinde, bunun
bilgi ifade etmediği düşüncesi yatmaktadır. Bağdadî bu konuyla ilgili olarak
şunları ifade etmiştir: “Abdullah b. Said, Haris el-Muhasibi, Abdulaziz el-
Mekki vd. şöyle derler: Hakka inanan kişi bu inancıyla küfürden çıkmış olur.
Çünkü küfürle tevhid bir araya gelemeyecek kadar iki zıt şeydir. Bununla
beraber bu kişi, mümin ismini de almaya hak kazanamaz. Ancak alemin
sonradan var olduğunun, Yaratıcının birliğinin ve Peygamber’in sıhhatinin
doğruluklarını birtakım kanıtlara dayanarak bilirse bu ismi (mümin) alabilir.
Bu Eş’ari’nin de kabul ettiği görüştür. Ona göre, taklidi olarak hakka inanan
ne müşrik ne de kafirdir. Fakat ona koşulsuz olarak da mümin de denemez.
Onun bağışlanmasının mümkün olduğu bu konudaki isabetli görüştür. Zira
Eş’ari’ye göre o ne müşriktir ne de kafirdir.”186
Eş’ari’nin mukallidi mümin olarak kabul etmemesine karşılık kafir
hükmünü uygun görmemesi çelişki gibi görünse de, bunu onun iman anlayışı
çerçevesinde anlamak mümkündür. Çünkü o imanı etimolojik açıdan tasdik
olarak tarif etmiş;187 dini açıdan imanı amellerle ve kalpten gelen yoğun
duygularla ilişkilendirmiş188 ve epistemolojik değer taşıması için imanın
bilgiye ve kanıta dayanması gerektiğini zikretmiştir. Böylece Eş’ari, imanın
kognitif yanını karşılamadığı gerekçesiyle taklidi reddetmiş; mukallidi de
(kamil) mümin kabul etmemiştir. Ancak tasdik ve amel sahibi olması hasebiyle
mukallidi küfürle de itham etmemiştir.
2. 1. 3. Kadı Abdulcebbar
Basra Mutezilesinin son dönem kelamcıları arasında yer alan Kadı
Abdulcebbar, entelektüel değeri yüksek eserleriyle Đslam düşünce tarihine adını 185 Taftazani, Şerhu’l-Makasıd, c. V, s. 220; Kari, Fıkh-ı Ekber Şerhi, s. 384; Arpaguş, Hatice
K., “Đlim ve Taklid: Klasik Eş’arilikte (Mütekaddimin) Dini Đnancın Temelleri”, Kelam
Araştırmaları, s. 102. 186 Bağdadi, Usulü’d-Din, s. 255. 187 Eş’ari, el-Lum’a, s. 75. 188 Đbn Fûrek, Mücerred Makalat, s. 151.
155
yazmıştır. Yetiştiği ilmi, kültürel ve sosyo-politik ortam açısından Eş’arî ve
Şafiî geleneğe bağlı olan Abdulcebbar, olgunluk döneminde Basra Mutezili
ekolünün tesirinde kalmış ve özellikle Ebu Haşim el-Cübbaî’den etkilenmiştir.
Onun ilmi çalışmaları sadece Đslam düşüncesine katkı yapmakla kalmamış,
ayrıca Mutezile alimlerinin görüşlerini derleyerek mezhebi sistematik hale
getirmiştir.189
Daha önce Maturidi ve Eş’arî’de gördüğümüz gibi, kelamcıların bir
kısmı imanın akli temellendirmesini, tabiattan metafizik aleme kıyasla
gerçekleştirmişlerdir. Nesefî, Taftazanî, Cüvyenî vb. kelamcılarda ise haber
asıldır. Đman için mucizeyle desteklenmiş olan peygamberin sözü delildir.
Ancak her iki yaklaşım da aklı ya da haberi bilgi kaynağı olarak görmesine
karşılık, bunu bir temellendirme yöntemi olarak tartışmamışlardır. Onlar,
sonuçta iman eylemini gerçekleştiren tasdik kavramını öne çıkarmışlardır.
Buna karşın Abdulcebbar’da yöntem, kendi başına bir problemdir. Çünkü bu
bir açıdan temellendirme sorunudur.190 Rasyonel düşünce yapısına sahip olan
Abdulcebbar, doğal olarak nazar yöntemini benimsedi ve bunu geliştirdi. O,
bilgi teorisine el-Muğnî adlı eserinin bir bölümünde “el-Kelâm fi’n-Nazar ve’l-
Meârif” başlığıyla, konuyu uzunca tartışmıştır.191 Bu başlığın altında ise, “Fi
Beyâni Fesâdi’t-Taklid” alt başlığıyla taklidin geçersiz olduğunu savunmuştur.
Akılcı bir kelamcı olarak Kadı Abdulcebbar, düşünce yapısına paralel
olarak, insanların akıllarıyla Allah’ı bilmelerinin zaruretine vurgu yapmış ve
aklın, tefekkürün ve zihnin aksiyonunu iptal eden taklide kesin bir biçimde
karşı çıkmıştır. Ona göre Allah’ın insanlara böyle bir yetenek vermesi lütuftur.
Bahşedilen nimetin kullanılması ise zorunludur. Çünkü burada söz konusu olan
şey nefis korumaktır (küfür, dalalet vs.). Eğer insan, kendisini yaratan ve
şekillendiren bir varlığın olduğuna inanırsa elbette ki onun emirlerini yapmak,
yasakladıklarından da sakınmak için gayret edecektir. Burada lütuf olarak
bahsedilen şey, işte bu bilgiyi elde edecek aklın insana hediye edilmiş
189 Yurdagür, Metin, “Kâdi Abdülcebbâr” mad., D.Đ.A., Đst. 2001, c. XXIV, s. 103. 190 Aslan, Đbrahim, “Kadı Abdulcebbar’da Kelam Yöntemi”, Basılmamış Doktora Tezi,
A.Ü.S.B.E., 2007, s. 19. 191 Abdulcebbar, el-Muğni, c. XII, s. 123.
156
olmasıdır. Nitekim biz, diyor Abdulcebbar, neyden sevap kazanacağımızı
hangi şeyden günah kazanacağımızı bu aklımızla bilmekteyiz. Đşte bu bir
lütuftur.192
Bu bağlamda taklid, akıl nimetine nankörlük anlamına geldiğinden
dolayı batıldır. Ayrıca bu, bizatihi meşru bir yöntem olmadığı için, ister inkara
ister tevhide dayalı olsun kabul edilir bir olgu değildir.193 Onun taklidi
reddetmesinin diğer gerekçeleri ise şunlardır:
1- Đman, kognitif temeli olan bir eylemdir. Halbuki taklid, bilişsel bir
yöntem değildir. Nitekim, mukallid, inandığı objenin hak veya batıl olduğunu
temyiz edecek imkana sahip değildir. Örneğin, cisimlerin hâdis olduğunu kabul
edeni taklid etmekle, bunların kadîm olduğunu kabul edeni taklid etme
arasında fark yoktur. Şu bir gerçek ki, taklid edilenin yalan veya yanlış
söyleme ihtimali her zaman vardır.194 Yani taklid, iki zıt objeye de uyulmasını
emredebilir ama, onların hakkında tutarlı ve güçlü bir bilgi kaynağı olmadığı
için bireyi inandığı şey hakkında bilgilendirmez. Buna karşın, iman edilen
şeyin hakikatini ancak akıl yürüterek anlayabiliriz. Dinin bütün konuları da bu
şekilde olduğunda dinde akla dayanmak zaruridir.195
Taklidin bilgi değeri olmamasından dolayı, Hz. Peygamber’in de
sözünü delilsiz almak caiz değildir. Çünkü peygamberliği kesin olarak
bilinmeyen birisinin sözü delil kabul edilemez. Bu yüzden öncelikle onun
Peygamber olduğunun anlaşılması gerekir. Bunun ölçütü de akıldır. Đnsan aklı
sayesinde Müseyleme gibi yalancı peygamberlerle gerçek peygamberin arasını
ayırt edebilir. Bununla ilgili olarak, Yunus 10/101, Zâriyât 51/21, Gaşiye 88/17
ve Yusuf 12/105. ayetler delildir.196
2- Taklidin batıl olmasının ikinci sebebiyse, kişiyi psikolojik olarak
tatmin edememesidir. Çünkü iman, içtenlikle güvenilen ve teslim olunan bir
objeye karşı gerçekleştirilir. Nitekim kavramın, nefsi korkudan ve
192 Abdülcebbar, Usûli’l-Hamse, s. 64. 193 Abdulcebbar, el-Muhtasâr, s. 252. 194 Hudarî, Usülü’l-Fıkh, s. 380. 195 Abdülcebbar, Usûli’l-Hamse, s. 62-63; el-Muğnî, c. XII, s. 124. 196 Abdulcebbar, el-Muhtasâr, s. 171.
157
huzursuzluktan arındırdığını ve sükunet hissi meydana getirdiğini ifade
etmiştik. Bu ise ancak bilgiyle temellendirilmiş bir imanla mümkündür. Çünkü
bilginin anlamı da ruh dinginliği ve nefis sükunetidir.197 Buna karşın bilginin
zıttı olan yollar ise tebhît198, zan ve takliddir.199 Mukallid, akıl yürütmeyi terk
ederek, sağlıklı bir metod olmayan taklide sürüklendiği için mutlak olarak bir
korku içerisindedir. Bu korku, ya itikadi konularda ihtilafa düşen insanların
birbirlerini dalâlet ve küfürle itham ettiklerini görmek suretiyle veya içine
doğan bir fikirle (hâtır) yanlış bir inanca sapmaktan ibarettir. Her iki durumda
da insan zarardadır. Ne var ki akıl, gerek aşikar gerekse zannî veya mevhum
olsun zararı gidermeyi emreder. Bu korkuyu gidermenin tek yolu ise nazardır.
Dolayısıyla nazar vaciptir.200
3- Taklid mutlak olarak batıldır. Mutezile’den Ebu’l-Kasım b.
Muhammed el-Ka’bî’nin (H. 273-319), taklid neticesinde ulaşılan bilginin,
hakikate uygun olması durumunda imanın da geçerli olacağına ilişkin
görüşünün aksine, taklidle birlikte sahih bir inanca ulaşılsa bile bu geçerli
değildir.201 Çünkü taklidin doğruluğunu kabul etmek, bir açıdan hakikati inkar
etmek demektir. Hakikat ise taklidin epistemolojik değeri olmadığıdır. Bundan
dolayı taklide dayalı bilginin güvenilirliği yoktur.
4- Mukallidin, taklidini “çoğunluğun görüşüne uyma” şeklindeki
dayanağı da geçersizidir. Çünkü hakikat, sayısal olarak taraftarı çok olana göre
değişmez. Bazen haklı olan, sadece bir kişi olabileceği gibi, çoğunluğun da
sapıklıkta birleşmesi pekala mümkündür. Nitekim Allah “Onunla beraber pek
azı inandı”202 ve “fakat onların çoğu haktan hoşlanmıyorlardı”203 ayetleri
197 Abdülcebbar, el-Muğni, c. XII, s. 13. 198 Tesadüfen, şans eseri ve delile dayanmaksızın bir şeye inanmak anlamına gelir. Türkçedeki
baht kelimesi de aynı kökten gelmektedir. Abdulcebbar’ın, bilginin karşısına koyduğu bu
terimin, mefhum’u muhalifiyle iman bir şans ya da tesadüf konusu değil; bilgi ve irade
konusu olan bilinçli bir eylem olarak tanımladığı sonucunu çıkarabiliriz. 199 Abdulcebbar, a.g.e., c. XII, s. 23. 200 Abdülcebbar, el-Muhtasar, s. 170, 172; Usûli’l-Hamse, s. 64. 201 Abdülcebbar, el-Muğnî, s. c. XII, 124-125. 202 Hûd, 11/40. 203 Mü’minûn, 23/70.
158
buna örnektir. Ayrıca Hz. Peygamber, risalet vazifesinin ilk yıllarında pek az
taraftarıyla yola çıkmıştı.204 Bu noktada “aleyküm bi’s-sevâdi’l-azam”
şeklindeki Hz. Peygambere atfedilen söz veya buna benzer haberler de,
çoğunluğun görüşünün taklid edilmesine referans değildir. Çünkü bu gibi
haberlerin aslı “icma”ya vurgu yapmaktır.205
5- Maide, 5/3. ayeti öne sürerek dinin tamamlandığını, dolayısıyla
nazar ve tefekkürün yeri olmadığını, dolayısıyla taklidin meşru olduğunu iddia
etmek geçerli değildir. Çünkü bu ayet, dinde akıl yürütmenin işlevinin
sonlandırıldığı anlamına değil; Đslam’ın diğer dinlere karşı eksiksiz ve
mükemmel oluşuna işarettir. Akıl yürütme ise, Allah’ı bilme konusunda
vaciptir. Bu, insanın mükellef olmasının da sebebidir. Abdulcebbar, bu
bağlamda nazar ve tefekkürü emreden ayetleri delil getirerek, teklifi ahlaki ve
rasyonel temele dayandırmaktadır.206
Abdulcebbar, taklid çevrelerinin nazarı reddetme nedenlerini
dayanakları açısından birer motiv olarak su şekilde değerlendirmiştir: “Ortaya
koyduğumuz yaklaşım, taklid çevresinin tezlerini temelsiz kılmaktadır. Buna
göre onlar, batılı olduğu gibi nazarı da bir taklid olarak ya da onda hiçbir
faydanın olmadığına itikad ederek terk etmiş olabilirler. Veya kabul
edildiğinde meşakkatli olan nazarın terkinde rahatlık olduğu için, nazarı
reddeden ve meşru olmadığına inananlara bir kin olarak ya da onu ve
meşruiyetini kabul edenlere olan düşmanlığından dolayı terk etmiş olabilir.
Nazarı reddedenlerin üzerinde bir avantaj elde etmek ve onlara etkide
bulunmak için olabilir. Kur’an’da nazarın temelsiz olduğuna ilişkin bir
delâletin bulunduğuna inanmasından, gerekliliğini bilebileceği nazarı ihmal
etmesinden, her müctehidin dinde isabet ettiğine olan inancından veya
başkasının tekfir ettiği alana girme riskini almamasından kaynaklanmış
olabilir. Ya da nazarı reddedenlerin memnuniyet doğuracak destek ve
ayartmasından,…. Nazarın terkinin selamete daha yakın olacağına ilişkin
204 Abdulcebbar, el-Muhtasar, 172; el-Muğnî c. XII, s. 123 205 Abdülcebbar, el-Muhtasar, s. 171; el-Muğnî, s. 123-124. 206 Abdulcebbar, el-Muğnî, c. XII, s. 440-444.
159
kanaatinden, mütevatir, naklini sahih zannettiği iyimserlikten dolayı düşünmeyi
terk etmiş olabilir.”207
Görüldüğü üzere Abdulcebbar, taklidin yaygın tutumlar dizisi olarak
kültürleşmesinin nedenlerini bireysel, toplumsal, ekonomik, pragmatik, teolojik
ve hakikat algısından kaynaklanabilecek farklı nedenlere dayandırmaya
çalışmıştır.208 Bununla birlikte onun taklide karşı ortaya koyduğu delillerin bir
kısmı Maturidi’nin bu konudaki argümanlarıyla benzerlik arz etmektedir.
Öte yandan Basra Mutezilesi gibi Abdulcebbar da, avamın füru-u
dinde alimleri taklidinin mutlak olarak caiz olduğunu kabul etmiştir. Dini
konularda yeterli bilgiye sahip olmayan insanların, kıyas yapması mümkün
olmadığından bilgili insanların görüşlerine başvurması kaçınılmazdır. Ayrıca
alimden cahile doğru bir bilgi akışı, Kuran’ın emrettiği şeyi yapmak olarak
algılanmalıdır. “Eğer bilmiyorsanız bilenlerden sorunuz”209 ayeti bunun
delilidir. bu yapılması gereken bir emirdir, taklid olarak nitelenemez.210
Nitekim Ebu Ali el-Cübbaî de ictihadî meselelerde avamın müctehidleri taklid
edebileceğini, ancak ictihada konu olmayan meselelerde taklidin geçerli
olmadığını ifade eder.211 Aynı şekilde Cahız (v. 255) da aklî melekesi yetersiz
olan kimselerin “teklîf-i mâlâ yutâk” prensibi gereği tahkikten sorumlu
tutulamayacağını belirtmiştir.212
Görüldüğü gibi Maturidi, Eş’ari ve Abdulcebbar temelde imanı
kognitif bir eylem olarak kabul etmişler ve bilgi kaynağı olmayan taklide karşı
çıkmışlardır. Bunun, mukallid hakkında kafir ya da mümin hükmünü
vermekten daha yararlı ve önemli olduğunu düşünüyoruz. Çünkü tekfirin, her
ne kadar dünyada bazı sonuçları var ise de, esas neticesi, ahirettedir. Halbuki
imanın, bireyin özgürlüğüne dayanan mantıksal sürece dayalı olduğunu kabul
etmek, onun fonksiyonelliğini arttırır. Ayrıca tahkik, imanın amacına
207 Abdulcebbar, el-Muğnî, c. XII, s. 182-183. 208 Aslan, Đbrahim, “Kadı Abdulcebbar’da Kelam Yöntemi”, Basılmamış Doktora Tezi,
A.Ü.S.B.E., 2007, s. 98-102. 209 Enbiya, 21/7. 210 Abdulacabbar, Usuli’l-Hamse, s. 63; el-Muğni, c. XII, s. 125. 211 Sünevî, et-Temhid, s. 526. 212 Hudarî, Usülü’l-Fıkh, s. 374.
160
ulaşmasına imkan sağlayan, onun kognitif yönünü tüketen ve ahlaka zemin
hazırlayan aksiyondur.
Taklidin diğer boyutu ise, Allah ve Resulü dışında bir objenin
otoriteleştirilmesidir. Buna en büyük eleştiriyi Selefi düşünceye sahip Đbn
Hazm, Đbn Teymiye ve Đbn Kayyım yapmıştır. Ayrıca modern dönem Đslam
düşüncesinin ihyacı ve modernist temsilcilerini de, “dinin asıllarına dönme ve
taklidi reddetme” şeklindeki söylemlerinden hareketle aynı başlık altında
zikredebiliriz.
2. 2. Selefî Düşüncede Taklid Karşıtları ve Argümanları
Selefî düşüncede taklid olgusuna karşı olan söylemi tartışmadan
önce, selefî anlayış üzerinde biraz durmak istiyoruz. Selefîlik, dinin Hz.
Peygamber’in zamanında yaşandığı şekliyle algılanması ve anlaşılması
gerektiğini, bu konuda sadece Kur’an, Sünnet ve sahabeyle sonraki gelen
neslin söz ve davranışlarını esas alan zihniyettir.213 Kelam tarihinde
“Selefiyye”, “Eseriyye”, “Ehl’l-Hadis”, “Sıfatiyye” ve “Đsbatiyye” gibi
isimlerle anılır. Fığlalı, bu düşüncenin bir ekol olarak belirginleşmesini Hicri
üçüncü asra dayandırmaktadır. Bununla birlikte müteşabih ayetlerin Kur’an’da
zikredildiği gibi anlaşılması ve tevil edilmemesi gerektiğini savunan Ma’mer b.
Reşid (v. 153/770), Evzâî, Sufyân-ı Sevrî, Malik b. Enes ve Sufyân b. Uyeyne
(v. 198/814) gibi muhaddisler, daha sonra “Selefiyye” olarak anılacak olan
anlayışın ilk temsilcileri arasında yer alır.214
Gazali, Selefî düşüncenin temel yapısını ve müteşabih ayetler
karşısındaki yaklaşımlarını Đlcâmu’l-Avam an Đlmi’l-Kelam adlı eserinde ortaya
koymuştur. Buna göre selef, neyi ifade ettiği tam ve kesin olarak bilinemeyen
ayetler karşısında akıl yürütüp riske girmektense, tevilden sakınmış ve altı esas
çerçevesinde hareket etmeyi prensip edinmiştir. Bunlar; “takdis”, “tasdik”,
“acz”, “sükût”, “imsak” ve “kef”tir. Bu kavramlar, genel olarak selefin
bahsettiğimiz yaklaşım tarzını çok iyi özetlemektedir.215 Buna göre,
213 Yörükan, Yusuf Ziya, Đslam Akaid Sisteminde Gelişmeler, (Haz. Turhan Yörükan), Đst.
2006, s. 87. 214 Fığlalı, Đtikadi Đslam Mezhepleri, s. 70. 215 Gazalî, Đlcamu’l- Avam, s. 53-84.
161
Kur’an’dan bağımsız bir akıl yürütme faaliyeti batıldır. Allah’ın isimleri ve
sıfatları Kur’an’da belirtildiği gibidir. Ancak akıl yürütme eyleminin insanın
vazgeçilmez bir özelliği olsa gerek, onların mantık ve kelama karşı olmalarına
karşılık özellikle Ahmed b. Hanbel örneğinde görüldüğü üzere itikadi esaslarda
münakaşalara katılmışlardır. Đbn Hanbel, Allah’ın sıfatları meselesinde
Mutezile ve Cehmiyye’yle tartışmaya girmiş ve Allah’ın sıfatlarını Kur’an’da
belitilen zahiri anlamlarıyla savunduğu için “teşbih” anlayışına yaklaşmıştır.216
Öte yandan Selef ekolünün günümüze kadar üç dönemden geçtiğini
görmekteyiz. Yukarıda bahsettiğimiz özellikler, Selefî düşüncenin ilk
döneminde yaygın olan anlayıştır. Bununla birlikte Đbn Teymiye ve Đbn
Kayyım gibi Selefî düşünceyi savunan isimler bu ekolün ikinci dönemini
oluştururlar.217 Bunlar ilk Selefîlere göre akla daha çok yer vermekle birlikte
akıl yürütmeyi Kur’an’la sınırlandırmışlardır. Daha çok kabir ve türbe
ziyaretleri ve mezhep taklidiyle mücadele eden Đbn Teymiye ve Đbn Kayyım,
Đslam dünyasında gelişmiş olan kelam ve tasavvuf hareketine karşı fazla etkin
olamamışlardır. Ancak Đbn Teymiyye’nin fikirleri, Muhammed b.
Abdulvahhab (1703-1791) üzerinde etkili olmuş ve bugün halen Suudi
Arabistan’da hakim olan Vehhabiliğin temellerini oluşturmuştur. 218
Đbn Teymiyye’nin metodolojisi son iki asırda bazı modernist veya
ihyacı Đslam mütefekkirlerinin de hareket noktası olmuştur. Cemaleddin
Afganî, Muhammed Abduh, Muhammed Đkbal, Reşid Rıza ve Mehmet Akif
gibi isimlerin öne çıktığı modern dönem Selefî hareketinin özelliği, kelam veya
felsefe yapmadan, aklın kullanılması, Đslam dininin dogmatik olmadığının
kanıtlanması ve taklid olgusunun reddedilme çabasıdır. Onların bu söylemleri,
özellikle aydınlanmayla birlikte Batı felsefesinde dine karşı yöneltilen ağır
eleştirilerin yanı sıra, müslümanların gelişmiş toplumlara göre geri kalmış
olmalarına bağlanmaktadır.
Çalışmamızın bu kısmında Selefî düşünce yapısıyla Đslam düşünce
216 Yörükan, Đslam Akaid Sisteminde Gelişmeler, s. 88; Hilmi, Mustafa, Kavaidü Menheci’s-
Selefî fi Fikri’l-Đslamî, Đskenderiye 1991, s. 216. 217 Uludağ, Đslam Düşüncesinin Yapısı, s. 35-36. 218 Yörükan, a.g.e., s. 91-117.
162
tarihinde yer etmiş olan Đbn Hazm, Đbn Teymiyye ve Đbn Kayyım’ın taklide
ilişkin görüşlerini ve argümanlarını ele alacağız.
2. 2. 1. Đbn Hazm
Dinde taklid olgusunu köklü bir biçimde reddeden bir isim olarak
Đbn Hazm dikkat çekicidir. Tezimizin bu bölümünde onun görüşlerine yer
verirken, “dinde taklidin reddi” bağlamında düşüncelerini önemsediğimizi
belirtmeliyiz. O, daha çok fıkıh usulü alanındaki çalışmalarıyla tarihe geçmişse
de, kelamcılar ve felsefecilerle giriştiği polemiklerle felsefe ve mantıkta da
adından söz ettirmiştir.219 Bu yüzden, onun taklidle ilgili yaklaşımı daha fazla
önem kazanmaktadır.
Onun yaşadığı dönem taklidin henüz Đslam toplumunda yaygınlaştığı
bir zamana tekabül eder. Maturidi ve Eş’ari’nin zamanında müslümanlar
arasında henüz “mezhep taklidi” yerleşik hale gelmediği için, onların konuyu
ele alış biçimleri farklı bir düzlemde oldu. Onlar, itikadi konularda aklın
işlevselliğine dayalı tahkiki imanı savunurken, Đbn Hazm imanda teorik
tartışmaların gereksiz hatta zararlı olduğunu ifade ederek, Kur’an’a, Sünnet’e
ve Đcma’ya dayalı iman, amel ve ahlak kültürü oluşturmaya çalıştı. Buna göre
şer’î nassları bilmek farzdır. Ancak bunları ayrıntısıyla bilmek herkes için
mümkün olmadığından her meselede istidlal vacip değildir.220
Đlmi Hazm’ın düşünce yapısını en iyi tanımlayan kavram,
“Zahirilik”tir. Kıyas, rey, istihsan, taklid ve ta’lil metodlarının kullanılmasına
karşı çıkan ve yalnız literal (lafzi, zahiri) metodun doğruluğunu iddia eden Đbn
Hazm, Zahiriliği bir mezhep olarak değil, bir yöntem ve yaklaşım tarzı olarak
kabul eder. Bu kanaatimizin sebebi, Zahiri olanları da dahil olmak üzere, şahıs
ve mezhep taklidini sert bir biçimde eleştirmiş olmasıdır. Esasen diğer Đslam
hukuk ekollerinin hemen hepsi bir şahıs ismine nispet edilirken, Zahiriliğin her
hangi bir şahsın adına nispet edilmemiş olması da bunun göstergesidir.221
219 Yavuz, Yusuf Şevki, “Đbn Hazm” mad., D. Đ. A., c. XX, s. 52-53. 220 Đbn Hazm, el-Đhkâm, c. II, s. 860; Usul-i Din, s. 80-81; Đbn Teymiye, Mecmuatü’l-Fetava, c.
XX, s. 211-212; Đbn Kayyım, Đ’lâmü’l-Muvakkiin, s. 178, 187; Şevkânî, Kavâidü’l-Müfid, s.
22-27; Sen’ânî, Đrşâdu’n-Nakkâd, s. 69. 221 Apaydın, H. Yunus, “Đbn Hazm” mad., D. Đ. A., c. XX, s. 42.
163
Đbn Tumert (v. 524), Đbn Hazm’dan elli yıl sonra, aynı çizgide
hareket ederek, bu zihniyetin Muvahhidler Hanedanının222 yarı resmi düşüncesi
haline gelmesine sebep oldu. Đbn Tumert’in ideolojik silahı “taklidi bırakıp
asıllara dönmek” dini silahı ise, “iyiliği emretmek ve kötülüğü bırakmak” idi.
Onun Fas’ta kurulmuş olan “Murabıtlar Devletine” karşı başlattığı devrimci ve
ıslahatçı hareketin nüvesini fıkıh ve akaide taklidin reddi oluşturmaktaydı.223
Fıkhi meselelerde bütün kıyas metodlarını reddeden Đbn Hazm,
zararlı ve anlamsız gördüğü Kelam mezheplerini de devreden çıkarır. Daha
sonra Đbn Teymiye, Đbn Kayyım el-Cevziyye ve Şevkanî gibi isimler tarafından
ağırlıklı olarak kabul görecek ve yaygınlaştırılacak olan bu düşünce tarzı,
bilgiye Kur’an’dan elde edildiği kadarıyla ulaşılabileceği; fakat Allah’ın
sıfatlarını, isimlerini, cevher terkibini vb. konularını tartışmanın Allah’ın
muradına aykırılık olduğunu öngörmektedir. Đbn Hazm’ın temel düşüncesinde
Kur’an lafızlarıyla yetinmek ve onun dışında kıyas ve reyle itikadi yorum,
te’vil ve eklemelerden sakınmaktır.224
Öte yandan Đbn Hazm’ın imanla ilgili görüşüne baktığımız zaman,
onun kavramı klasik Kelam ekollerinin kabul ettiği gibi tasdike indirgediğini225
ve ameli imanın mahiyetine dahil eden Hadis taraftarlarını tenkid ettiğini
görmekteyiz.226 Bununla birlikte o, “emredileni yapıp yasaklanan hususlardan
kaçınmak suretiyle ilahi buyruklara itaat etmek” şeklindeki tarifinde iman
kavramında amele yer açmıştır. Buna göre iman, ameli ihtiva etmemekle
birlikte, ondan büsbütün soyut değildir. Örneğin namaz gibi bazı amellerin
imandan olduğuna dair deliller mevcuttur.227 Ayrıca imanın artıp eksileceğini
222 Kuzay Afrika ve Endülüs’te 1130-1269 yılları arasında hüküm süren Berberî hanedanıdır.
Đbn Tûmert’in ilmi ve fiili öncülüğünde ortaya çıkan ve gelişen bir ıslah hareketidir. Bkz.
Özdemir, Mehmet, “muvahhidler” mad., D. Đ. A., c. XXXI, Đst. 2006, s. 410-412. 223 Bkz. Cabiri, Arap Aklının Oluşumu, s. 354. 224 Fahri, Macid, Đslam Felsefesi Tarihi, Đst. 2000, s. 391. 225 Đbn Hazm, el-Muhalla, (tah. Ahmed Muhammed Şakir), Kahire 1347,c. I, s. 40. 226 Đbn Hazm, el-Fasl, c. III, s. 194, 221. 227 “…Kıblenin değiştirilmesi, Allah’ın doğru yola eriştirdiği kimselerden başka herkes için
kabullenilmesi zor bir durumdur. Ey Müminler! Allah Beyt’i Makdis’e yönelerek kıldığınız
namazları geçersiz saymayacaktır” Bakara, 2/143. Ayetin bu şekildeki tercümesi Mustafa
164
belirten Tevbe, 9/124. ayet de buna delidir. Bu ayetlerde salih amel, imanın
kaçınılmaz sonucu olarak anlaşılmalıdır. Bu yüzden amellerinde eksiklik olan
kafir değildir. Küfür ancak inkar durumunda söz konusu olur.228 Onun
etimolojik olarak iman kavramını tasdik olarak kabul etmesine karşın, imanla
ameli ilişkilendirmesinde ilgili ayet ve hadislerin yanı sıra sahabenin
haberlerinin de etkili olduğunu düşünüyoruz. Onun itikadi konuları salt teorik
alana hasrettiği için başta Mutezile olmak üzere Kelamcıları tenkid ederken,
onları sahabenin selefin yolundan ayrılmakla suçlaması229 bizce bunun
göstergesidir.
Đbn Hazm’ın usulde kıyas ve reye karşı olması, aklın işlevselliğine
karşı olması şeklinde anlaşılmamalıdır. Nitekim, ona göre bilginin
kaynaklarından birisi akıldır. Đnsan bilgiden yoksun olarak doğar. Fiziki
gelişimine bağlı olarak akıl yürütme gücü Allah tarafından yaratılır ve temel
bilgileri öğrendikten sonra bunlarla istidlali ve iktisabi bilgileri üretir. Đnsanın
varlık ve olayları tanıyıp tahlil etmesinin yanı sıra dini bilgilerin doğruluğunu
bilmesi de ancak akli bilgilerle olur.230
Yukarıda belirttiğimiz gibi, Đbn Hazm’ın bu çalışmada
zikredilmesinin ana sebebi onun taklide karşı sert tutumudur. O, el-Đhkam fi
Usuli’l-Ahkâm adlı eserinin otuz altıncı bölümüne “Taklidin Đptali” başlığını
vermiş ve burada taklidin butlanı üzerinde uzunca durarak, sahabe de dahil
olmak üzere özellikle de mezhep imamlarının taklid edilemeyeceğini uzun ve
Öztürk, tarafından yapılmıştır. Ancak, gerek Elmalılı’nın tefsirinde gerekse Diyanet Vakfı
Mealinde ilgili bölüm “Allah imanlarınızı zayi etmeyecektir” şeklinde çevrilmiştir. Buna
karşın müfessir Ebu Hasan el-Vahidî, (v. 468/1075) ayetin nüzul sebebi olarak; sahabenin,
bazı müslümanların kıble değiştirilmeden önce ölmüş olmalarından dolayı, kılmış oldukları
namazların boşa gittiği şeklindeki endişelerini göstermektedir. Bu yüzden ayette geçen
“iman” lafzının namaz şeklinde çevrilmesi daha isabetli görünmektedir. Bkz. el-Vahidi, Ebu
Hasan, Esbâbü’n-Nüzûl, Kahire 1998, s. 41; Öztürk, Mustafa, Kur’an-ı Kerim Meali Anlam
ve Yorum Merkezli Çeviri, Ank. 2008, ilgili ayet; D. Đ. B. Kur’an-ı Kerim Meali, ilgili ayet,
Elmalılı, Hak Dini., c. I, s. 521; 228 Đbn Hazm, el-Usul ve’l-Fürû, s. 8-14; El-Fasl, c. III, s. 269-270. 229 Yavuz, “Đbn Hazm” mad., D. Đ. A., c. XX, s. 52-53. 230 Đbn Hazm, a.g.e. c. I, s. 40-42, 150.
165
ayrıntılı bir şeklide ele almıştır.231 Eserinin taklidle ilgili bu bölümünde,
genelde pratik dini yaşantıların taklid yoluyla gerçekleştirilmesine karşı olan
Đbn Hazm, açık bir şekilde usul ve füru ayrımı yapmamış ve taklidi yöntem
olarak reddetmiştir. Biz de çalışmamızın bu kısmında, Đbn Hazm’ın adı geçen
eserine sadık kalarak, konuyla ilgili görüşlerini ve muarızlarına karşı delillerini
aktarmaya çalışacağız.
Đbn Hazm’ın taklid kavramına verdiği anlam, onu diğerlerinden
ayırır. Ona göre taklid; “ilim adamlarının üzerinde ihtilaf ettiği konularda
onların görüşlerinden birisine iman etmek”tir.232 Bu tarifte iki nokta dikkat
çekmektedir. Birincisi, taklidin “ihtilaf edilen” konularda söz konusu
olmasıdır. Böylece o, mezhep taklidini reddedeceğinin ipucunu verir. Đkincisi
ise, taklid olgusunu “herhangi birisine iman etmek” bağlamında ifade
etmesidir. Halbuki iman, sadece dini bağlamda kullanılan bir kavramdır. Đbn
Hazm’ın taklide karşı sert tutumunun kaynağında bu olsa gerektir. Çünkü
mezhep aidiyeti, bir anlamda mukallidin imamına sorgusuz sualsiz bağlanması
ve onun görüşlerini dinin aslındanmış gibi kabul etmesi anlamına gelmiştir.
Đşte bu yüzden Đbn Hazm, taklidi mutlak olarak reddeder.
Onun bu konuda öne sürdüğü Tevbe, 9/31. ayet, taklide karşı olan
bir çok kimsenin kullandığı delildir.233 Sahabeden Adiyy b. Hatim’in (v.
68/687) naklettiğine göre; o bir gün Hz. Peygamber’in yanına geldi. Boynunda
bir altın haç vardı. Hz. Peygamber’in emri üzerine onu çıkarıp atar. Sonra
Resulullah, “Allah'ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i
rabler edindiler. Hâlbuki onlara ancak tek ilaha kulluk etmeleri
emrolundu…”234 ayetini okudu. O da ‘biz onlara ibadet etmiyorduk’ dediğinde;
onlar size helalı haram, haramı helal kılmıyorlar mıydı? diye sordu. O da, evet,
dedi. Hz. Peygamber, “işte bu onlara kulluktur”, dedi.”235 Đbn Hazm, bu
231 Đbn Hazm, el-Đhkâm, s. 793-887. 232 Đbn Hazm, a.g.e., c. II, s. 793. 233 Đbn Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-Đlm, c. I, s. 109-110; Đbn Kayyım, Đ’lâmü’l-Muvakkiin, s.
169. 234 Tevbe, 9/31. 235 Şatıbî, el-Đ’tisam, c. I, s. 542; Bağdadi, el-Fakih ve'l-Mütefakkih, s. 66; Elmalılı’nın ayete
getirdiği yorum benzer bir şekildedir: “Bu rivayetler şunu isbat eder ki, herhangi birini “rab”
166
ayetten hareketle şunu söyler: “Peygamber, Allah ve peygamberleri haricinde
hüküm koyanlara olduğu gibi uymayı “onlara kulluk” olarak adlandırdı. Bu
bağlamda, yanılabilir olan fetva makamını taklid eden, haramı helal, helalı
haram olarak kabul etmiş olabilir. Bu durumdaki kimse ayette bahsedilen
kimselerin durumuna düşmüş olmaktadır. Bu anlamda da mukallid, büyük bir
sorumluluk altındadır.”236 Ayette din adamlarının Tanrı yerine konmasından
dolayı yapılan tenkidle, Đbn Hazm’ın taklide yüklediği anlam uygunluk arz
etmektedir. Çünkü o da, mukallidin, taklid ettiği kimseye bir anlamda iman
etmiş olduğunu ve onu Tanrılaştırdığını öne sürmüştür.
Đbn Hazm’ın bu meseleyle ilgili temel yaklaşımdan birisi, Kur’an,
Sünnet ve Đcma’ya uymanın taklid olmadığıdır. Hz. Peygamber’e tabi olan
kimse, mukallid değildir.237 Allah’ın mucizeyle desteklemediği, hakkında ayet
indirmediği ve hatadan masum kılmadığı insanları taklid etmek ve bu konuda
ısrarcı olmak dalalettir. Taklid edilen kim olursa olsun sonuç
değişmeyecektir.238 Öte yandan Đbn Hazm’ın mukallidin ‘biz taklid etmiyoruz,
tabi oluyoruz’ şeklindeki ifadesini de eleştirmesi, bunu sadece psikolojik
savunma mekanizması olarak kabul ettiğini göstermektedir. Ayrıca, “Hz.
Peygamber’in dışında birisinin görüşünü ‘o böyle dedi, şöyle dedi’ diyerek
bağlandıkları müddetçe Allah’a asidirler”239 şeklindeki ifadesi yaşadığı
dönemde müslümanların dini hayatlarını neye göre tesis ettiğiyle ilgili fikir
vermektedir.
ittihaz etmiş olmak için ona behemehal “rab” namını vermiş olmak şart değildir. Allah’ın
emrine muvafık ve ya muhalif olduğunu hiç hesaba almayarak onun emrine itaat etmek ve
alelhusus ahkama mutaallık olan hususatta onu vâzıı ahkam ve hukuk gibi tanıyıb da o ne
söyler ne emrederse hak oluverir gibi farzetmek, ona itaatle Allah’ın emr-ü hükmüne
muhalefet eylemek onu Allah’tan başka rab ittihaz eylemek ona tapmak demektir.” Bkz. Hak
Dini, c. IV, s. 2512. 236 Đbn Hazm, el-Đhkâm, c. II, s. 848. 237 Đbn Hazm, el-Muhalla, c. I, s. 69. 238 Đbn Hazm, el-Đhkâm, c. II, s. 801, 843; Usul-i Din, s. 18, 68. 239 Đbn Hazm, a.g.e., c. II, s. 793.
167
Bu noktada Hz. Peygamber’e itaati ve ona tabi olmayı emreden
ayetlerin,240 ne anlama geldiği sorusu ortaya çıkmaktadır. Biz, söz konusu
ayetlerin bağlamından hareketle bunların iki anlama gelebileceğini
düşünüyoruz: Birincisi, henüz iman etmemiş insanları tevhid dinine davet
etme; ikincisi ise, müminleri, onu örnek almaya çağırma şeklindedir.
Çalışmamızın Giriş kısmında taklidle örnek alma ya da model edinme
eylemlerinin farklı olduğunu vurgulamıştık. Bu yüzden itaat ve ittibadan
bahseden ayetleri, müminleri Hz. Peygamber’i örnek almaya davet ettiği
şeklinde anlamak daha isabetlidir: “Ey müminler! Gerçekten Allah’ın elçisi,
ölüm sonrasında Allah’a ve ahirete kavuşmak isteyen sizler için son derece
güzel bir örnek teşkil etmektedir”241
Taklid problemiyle ilgili bu kavram tahlilinden sonra, Đbn Hazm’ın
konuyu nasıl ele aldığını incelemek istiyoruz. Çünkü onun bu mevzuda, Kur’an
ve Sünnet’ten örnekler verme, mantıki delillendirme ve diyalektik tartışma
yöntemiyle ortaya koyduğu iddialar dikkat çekicidir. Bu çerçevede meseleye
bakışını ve argümanlarını şu şekilde sıralayabiliriz:
Birincisi, sahabenin birbirini taklid etmediğine ve onların da
taklidinin caiz olmadığına dair delillerdir: Đbn Hazm’ın sahabenin taklid
edilmesinin meşru olmadığına dair düşüncesi, onunla aynı dönemde yaşamış
olan Đbn Abdilberr en-Nemerî tarafından da ifade edilmiştir.242 Ancak kendisi
gibi taklidi reddeden Đbn Kayyım ve Şevkani gibi isimler sahabe taklidini
meşru kabul etmişlerdir.243
Đbn Hazm’ın taklidi reddederken, ilk olarak sahabe taklidinin caiz
olmayışından bahsetmesi, taklidi mutlak olarak reddettiğini göstermektedir.
Çünkü hiçbir müslüman, Đslam tarihinde sahabenin taşıdığı önemi görmezden
gelemez. Hal böyleyken, onların bile taklidi caiz değilse, başkasının taklidi
hiçbir şekilde caiz olmamalıdır. Böylece Đbn Hazm konunun henüz başında,
240 Ahzab, 33/36; Âl-i Đmran, 3/31-32; Nisa, 4/13-14, 59, 64-65, 80; Nur, 24/51-52, 54. 241 Ahzâb, 33/21. 242 Đbn Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-Đlm, c. I, s. 117-118. 243 Đbn Kayyım, Đ’lâmü’l-Muvakkiin, s. 166; Şevkani, el-Kavlu’l-Müfid., s. 101.
168
problemi bu boyutuyla ele alarak, sonuçta nasıl bir hükme varacağı hakkında ip
ucu vermiştir.
Taklidin geçerliliği tartışması çerçevesinde, sahabenin birbirinin
görüşüne uyduğu iddia edilmişse de, Đbn Hazm’ın buna muhalif olarak
getirdiği örnekler, onların döneminde hicri dördüncü asır itibariyle görülen
mezhep taklidinin söz konusu olmadığını göstermektedir.244 Ayrıca taklidi
savunanların bununla ilgili öne sürdükleri Đbn Mesud’un Hz. Ömer’in görüşünü
aldığı, Hz. Ömer’in Hz. Ebu Bekir’e muhalefet etmekten haya ettiği vs. istisnai
rivayetlerin, Đbn Hazm haklı olarak dinde mezhep taklidine delil olamayacağını
belirtmiştir. O, sahabeyle ilgili bu rivayetlere karşın, yüzden fazla meselede
ihtilaf olduğunu belirtir.245
Nitekim, Hz. Ömer’in Hz. Ebu Bekir’le “mürtedler” konusunda
ihtilafı meşhurdur.246 Başka bir örnek ise, Hucurat, 49/2. ayetin nüzul sebebi
olarak, vuku bulan bir hadisedir. Abdullah b. Zübeyr (624-692), Temim
kabilesinden birisinin Resulullah’ın yanına gelmekte olduğunu söyleyince Hz.
Ömer ve Hz. Ebu Bekir gelenin kimliği hakkında ihtilaf etmiş ve tartışırken
seslerini yükseltmişlerdir. Bunun üzerine şu ayet nazil olmuştur: “Ey iman
edenler, seslerinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin…”247 Onların –
Hz. Peygambere en yakın kimseler olmalarına rağmen- bazı konularda ihtilaf
ettiklerini göz önüne alırsak, çeşitli konularda birbirlerinin görüşlerine tabi
244 Ayrıntılı bilgi için bkz. Đbn Hazm, el-Đhkâm, c. II, s. 794-798. Đbn Hazm ikisinin ihtilaf ettiği
meselelerden bazılarını da burada sunmuştur. 245 Đbn Hazm, el-Đhkâm, c. II, s. 797, 799, 805, 807, 814-816. Bakıllani de, sahabenin birbirini
taklid etmediğini ancak, istişare ettiğini ve tartışılan meselelerde delilleri test ettiğini
belirtmektedir. Bkz. et-Temhid, s. 415-420. 246 Hz. Ömer’le Hz. Ebu Bekir arasında vuku bulan bazı ihtilaflar için bkz. el-Đhkam, c. II, s.
798-799. 247 Hucurât, 49/2. Ebu Hasan el-Vahidi’nin naklettiği nüzul sebeplerinden birisi de bu
rivayettir. Đbn Zübeyr, Hz. Ömer’in bu ayetten sonra Hz. Peygamber’e karşı sesini kısarak
konuştuğundan, Hz. Peygamber’in onu zor duyduğunu nakletmektedir. Bkz. Vahidî,
Esbâbü’n-Nüzûl, s. 305.
169
olmalarını, mukallidlerin Ebu Hanife, Malik vb. kimselere olan bağlılığıyla
karşılaştıramayız.248
Bu bağlamda Đbn Hazm “Ashabım ümmetimin yıldızları gibidir.
Hangisine tabi olursanız olun doğru yoldasınızdır”249 şeklindeki sözü ele
alarak, bunun Hz. Peygamber’e ait olmadığını belirtir. Çünkü bu rivayetin
senedinde yer alan Ebu Süfyan, hadis rivayetinde zayıftır. Ebu Vehb es-Sakafî
ve Sellam b. Süleyman da uydurma hadisler rivayet etmişlerdir. Senedindeki
bu zayıflığın yanı sıra, sözün metni de Allah’ın kelamına uygun değildir.250
Çünkü, aralarında ihtilaflar olmuş olduğu sabit olan sahabe hakkında, ümmetin
arasında ayrılıklar çıkmasına sebep olacak bir tavsiye, din adına her konuştuğu
delil olan251 Hz. Peygamber’den çıkmış olamaz. Başka bir ifadeyle, Hz.
Peygamber’in, her biri farklı yorum taşıyan sahabeye taklidi emretmesi
mümkün değildir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi onlar da bazı konularda ayrı
düşünmüşler; kiminin helal kıldığını diğeri haram, haram kabul ettiğini de helal
kabul etmiştir. Eğer bizim sahabeye tabi olmamız ve onları taklid etmemiz
emredilmiş olsaydı, Semira b. Cündeb’in fetvasına uyup içki satışının caiz
olduğunu, Ebu Talha’ya göre oruçlunun dolu yemesinin orucuna zarar
vermeyeceğini kabul ederdik. Hâlbuki sahabeden diğerleri bu görüşlerin
zıddını kabul etmiştir. O halde, sahabe arasında ihtilaf vuku bulduğu bir
gerçektir.252
248 Đbn Hazm, el-Đhkâm, c. II, s. 816. 249 Hadisin farklı bir varyantı daha zikredilmiş ve metinde “ashabım” yerine “ehli beytim” lafzı
kullanılmış ve her iki rivayetin de uydurma olduğu belirtilmiştir. Bkz. Ali Hindi, Tezkiretü’l-
Mevduat, Beyrut trs., s. 98. Nitekim Đbn Hazm da bu rivayetin senedini ayrıntısıyla zikreder
ve bunun Resulullah’a ait olmadığını söyler. A.g.e., c. II, s. 810. Ayrıca bkz. Đbn Kayyım,
Đ’lâmü’l-Muvakkiin, s. 219. 250 Elbanî, Ebu Süfyan’ın hadis rivayetinde zayıf olduğunu kabul etmemekle beraber, Sellam b.
Süleyman’ın hadis rivayetinde zayıf olduğunda ittifak olduğunu belirtir. Bkz. Silsiletü’l-
Ahadisi’d-Zaife (XIV), Riyad 1992 c. I, s. 144. Đbn Abdilberr hadisin senedindeki Haris b.
Gusayn’in meçhul olduğunu, dolayısıyla hadisin delil olamayacağını belirtmiştir. Câmiu
Beyâni'l-Đlm, c. II, s. 91. 251 Necm, 53/3-4. 252 Sahabe arasındaki diğer ihtilaflar ve Hz. Peygamberin bu görüşler karşısındaki tutumuna
dair diğer örnekler için bkz. Đbn Hazm, a.g.e., c. II, s. 811-814 .
170
Đbn Hazm, sahabeyi taklidden men etmenin onların faziletini ve
saygınlığını inkar etmek anlamına gelmediğinin altını çizmekte253 ve aynı
tavrın onlardan sonraki nesil tarafından da gösterilmiş olduğunu ifade
etmektedir. Esasen, sahabeyi yüceltmenin onları taklid etmekten değil, onların
bıraktığı dini düşünceye talip olmaktan geçtiğini düşünmekteyiz. Ayrıca Đbn
Hazm’ın “her Müslüman kendi dindarlığını oluşturmakla mükelleftir. Ancak
sonraki nesillerin nassa dayanan fetvalarını almakta da bir sakınca yoktur”
şeklindeki ifadeleri de,254 onun rey’e dayanan fetvaların bağlayıcılığını
reddettiğini, ama kaynağı Kur’an ve Sünnet olanlara uyulabileceğini kabul
ettiğini göstermektedir.
Konunun ikinci noktasını, sahabe ve mezhep imamlarının insanları
taklidden bizzat kendilerinin men ettiğine dair deliller oluşturmaktadır. Đbn
Hazm’la birlikte Đbn Teymiyye ve Đbn Kayyım, sahabe ve mezhep imamlarının
kendilerinin taklid edilmemeleri yönündeki sözlerini dile getirmişlerdir.
Sahabeden Muaz b. Cebel’in, Đbn Abbas’ın yanı sıra, sonraki dönemde, Đslam
dünyası için o dönem önde gelen isimleri arasında yer alan Ebu Davud
Sicistâni (v. 275/889), Đbrahim Harbî (v. 285/898), Osman b. Said ed-Dârimî
(v. 280/894), Ebu Hatim (v. 382/934), Buhari (v. 256/870), Müslim (v.
197/813) gibi muhaddisler ve Ahmed b. Hanbel, Ebu Hanife, Malik b. Enes ve
Şafi de bu anlamda sözler sarf etmişlerdir.255
Đmam Şafi’nin talebesi Müzeni’nin (v. 264/877) “el-Muhtasar” adlı
eserinin başlangıcındaki ifade, Đbn Hazm’ın bu düşüncesini desteklemektedir.
Müzeni, hocası Đmam Şafi’nin, kendisini ve başka fakihleri taklidden men
ettiğini belirtmekte ve şunları söylemektedir: “Bu kitabı Đmam Şafiî’nin
ilminden süzdüm. Böylece onun ilmini isteyenlerin istifadesine verdim. Bununla
beraber, Đmam Şafiî gerek kendisinin gerekse başka fakihlerin taklid
253 Đbn Hazm, el-Đhkâm, c. II, s. 817. 254 Đbn Hazm, a.g.e., c. II, s. 823. 255 Đbn Hazm, a.g.e., c. II, s. 802-803, 836; Đbn Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-Đlm, c. I, s. 111;
Cüveyni, Kitabu’l-Đctihad, s. 108; Đbn Teymiye, Mecmuatü’l-Fetava, c. VI, s. 213-216; Đbn
Kayyım, Đ’lâmü’l-Muvakkiin, s. 231-234; Sen’anî, Đrşadu’n-Nukâd, s. 70.
171
edilmelerini yasaklamıştır ki; herkes kendi dinini kendisi düşünsün ve ihtiyatlı
yaşamayı öğrensin.”256
Maverdi (v. 450/1058), Müzeni’nin Muhtasar’ına yazdığı şerhte bu
ifadeyi şu şekilde yorumlamıştır. “Neden Đmam Şafiî taklidi men etmiştir, diye
sorulacak olursa şunu deriz: Taklid, bir başkasının delilsiz olarak kabul edip
peşinden gitmektir. Bu bağlamda taklidin kısımlara ayrılmaktadır. Bunların bir
kısmı caizdir, bir kısmı değildir. Mesela, mütevatir haberi almak ve ona uymak
vaciptir. Ancak ahad haberi almak vacip değildir. Eğer haberi veren kimse
zahiren doğru bir kimseyse ve haber kaynaklara uyuyorsa alınır, uymuyorsa
alınmaz ve taklid edilmez.”257
Gerek Đbn Hazm, gerekse çağdaşı Đbn Abdilberr’in konuyla ilgili
rivayetleri, sahabenin taklidle ilgili menfi düşüncelerini açıkça yansıtmaktadır.
Onların kendi aralarında birbirlerinin düşüncelerini kabul etmiş olmaları ve
bazen birinin diğerine uymuş olması, asla bizim tenkid ettiğimiz taklid
olgusuyla ilgili değildir. Burada Đbn Hazm’ın vurguladığı gibi, erken dönem
ilim adamlarının taklide karşı çıkan sözlerine rağmen, Đslam toplumu
tarafından adlarına nispet edilen mezheplerin dinamikleri haline gelmesi,
sorunun ne kadar dramatik olduğunu ortaya koymaktadır.
Đbn Hazm’ın taklid meselesinde üzerinde durduğu üçüncü nokta, dini
pratiklerin uygulanmasında zaruretten dolayı başkasının rehberliğine ihtiyaç
duyanların bu durumunun taklid olmadığıdır. Örneğin kör olan birisine ya da
denizde seyir halindeki gemide yer alan yolculara kıble gösterildiğinde veya
namaz vakti bildirildiğinde bunlara uyup namaz kılmak taklide delil değildir.
Çünkü burada taklid edilen şey, birisinin ictihadı ya da fetvası değildir. Veya
dinde haram kılınan bir şeyin mubahlaştırılarak buna tabi olunması, farz
olmayan bir şeyin farz kılınması ya da farzın iptal edilmesi değildir. Burada
insanların bir kişiye güvenerek verilen bir haberi veya bilgiyi kabul etmesi söz
konusudur.258 Bu bağlamda Abdullah Đbn Mektum (v. 14/636) örneği de dikkat
çekicidir. O fecrin doğuşunda “sabah oldu, sabah oldu” denilinceye kadar ezan
256 Müzeni, Muhtasarü’l-Müzeni, (haz. Muhammed Abdulkadir Şahin), Beyrut 1998, s. 7. 257 Bkz. Maverdi, el-Havi'l-Kebir, c. I, s. 14-33. 258 Đbn Hazm, el-Đhkâm, c. II, s. 800.
172
okumamıştır. Đnsanların vaktin girişinde müezzine uyması da aynen böyledir.
Hücredeki bir insanın namaz, oruç, iftar vs. vakitleri bildirene göre hareket
etmesi de aynı çerçevededir. Yabancı dildeki mektubun çevirisine güvenip ona
göre davranmamız da bu bağlamdadır. Bütün bunlar, sadık bir kimsenin verdiği
habere uyulmasıyla ilgili olup, tahkiki savunanların reddettiği taklidle ilgisi
yoktur.259
Dördüncü nokta ise, taklidin meşruiyetinin sayısal çoğunluğa
bağlanamayacağıdır. Maturidi, Abdulcebbar ve Gazali’nin de tenkid ettiği bu
iddiaya göre, ümmetin büyük ölçüde güvendiği ve inandığı otoritelerin taklidi
sahihtir. Halbuki, bu rasyonel bir yaklaşım değildir. Çünkü hiçbir meselede
çoğunluğun tespiti mümkün değildir. Eğer öyle olsaydı, taklidi ehlinin, hangi
görüşe uyacaklarını bu şekilde belirlemesi gerekecekti. Bu ise muhaldir.260
Beşinci nokta ise mukallidlerin, nazar ve tefekkürün emredilmemiş
olmasını taklidi meşrulaştırdığı iddialarının geçersiz oluşudur. Dinde nazar ve
tefekkürün emredilmediğini savunanlar, bunu şu nedenlere
dayandırmaktadırlar:
Birincisi; akıl ve idrak yetersizliğidir. Đbn Hazm, buna karşı çıkarak
şu soruyu sormaktadır: “Allah, sizi -mükellef olma sebebiniz olan- akıldan mı
men etti?” Halbuki Allah şöyle buyurur: “Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı?
Yoksa kalpleri mi kilitli?”261, “ey iman edenler! Siz kendinize bakın…”262,
“herkesin kazanacağı yalnızca kendisine aittir”263, “Allah her şahsı ancak
gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar.”264 Eğer gücünüz yetmeseydi Allah sizi
Kur’an’ın ayetlerini anlamak ve onları düşünmekle sorumlu tutar mıydı? Eğer
idrakiniz Peygamberi anlamaya yeterli olmasaydı; ne ona anlatmayı emrederdi
ne de size itaati emrederdi. Ayrıca, nasıl oluyor da Allahın kelamını anlamada
259 Đbn Kayyım, Đ’lâmü’l-Muvakkiin, s. 227. 260 Đbn Hazm, el-Đhkâm, c. II, s. 819. Taklid taraftarlarının bu iddiasına karşılık Maturidi ve
Gazali’nin cevapları ilgili bölümlerde değinmiş ve onların da bu iddiayı geçersizi kabul
ettiklerini ifade etmiştik. 261 Muhammed, 47/24. 262 Maide, 5/105. 263 En’âm, 6/164. 264 Bakara, 2/286.
173
yetersiz kalan aklınız, Ebu Hanife’nin, Şafi’nin ve Malik’in sözlerini
anlayabiliyor!265 “Dinde aklı yetmediği için taklid ile memur olan ümmet,
taklid için hangi müftüyü hangi sebepten tercih edecek ve bu konuda akıl
yürütmeden bunu nasıl yapacaktır?”266
Đkincisi ise, akıl yürütmenin insanın hayatını olumsuz etkilediği
şeklindedir. Aslında insanın hayatını sürdürmesinde ve dinini yaşamasında en
büyük gücü aklıdır. Bu yüzden her mükellef, dinde kendisiyle ilgili şeyleri
bilmek zorundadır. Namaz, oruç, zekat vs. mesuliyetlerin hükümlerini bilmek,
dinde neyin haram neyin helal olduğunu araştırmak ve öğrenmek her
müslümanın görevidir. Allah ve Resulü dinde bundan başka bir akıl yürütmeyi
emretmemiştir. Biz, emredilen şeyleri yerine getiririz. Bunların arasında –
varsa- sarhoş edici içkileri terk edip dökmek, meşru şekilde kesilmeyen eti
yememek, ribadan uzak durmak vs. şeyler vardır. Hâlbuki bunlar mubah
kılınmış olsaydı -belki de- bize mali anlamda kazanç sağlarlardı. Ancak
Yaratıcı, zararlarından dolayı bunları yasakladı. Buna karşın dinde nazarı,
tefekkür ve tahkiki yasaklamadı. Çünkü bunlar sonuçları itibariyle
işlevselliğimizi arttırır ve Allah’ın emirlerini hakkıyla yerine getirmemizi
sağlar.267
Onun taklidi reddederken nazar ve tefekkürle ilgili görüşleri, dini
düşüncesinin rasyonelliğini ortaya koymaktadır. Ancak bu rasyonellik,
kaynağını nastan almalıdır. Esasen onun bu pragmatik akılcı yaklaşımı, ibadet
konularında geçerli olduğu gibi, itikadi konularda da geçerlidir. Nitekim, Ebu
Ahmed Tayâtılî’ye (v. 450/1058) yazdığı mektupta itikadi meselelerde de
taklidi reddettiğini ve tefekkürün gerekliliğini kabul ettiğini açıkça ortaya
koymaktadır: “Ben taklidi mubah görmek zorunda değilim. Hatta onu ne
tevhid meselelerinde ne de başka hususlarda asla mubah saymadığımı
belirtmeliyim. Bana göre mukallid hırsız gibidir. Bir şey çalmak için yola
çıkmış ve çalınacak bir şey bulduğu için muvaffak olmuş kimse gibi. Mukallid,
imanında isabetli olmuş olabilir ama taklid ettiği için günahkârdır. Kur’an’ın
265 Đbn Hazm, el-Đhkâm, c. II, s. 848. 266 Đbn Hazm, a.g.e, c. II, s. 823. 267 Đbn Hazm, a.g.e., aynı yer.
174
tamamına baktığın zaman onda araştırma ve tefekküre yönlendirme ve teşvik
olduğunu görürsün ama taklidi övdüğünü göremezsin. Bilakis taklidin batıl
olduğunu belirttiğini ve onu yerdiğini görürsün. Ayrıca Allah’ın “babalarının”
izinde, “büyüklerinin, efendilerinin, ruhbanlarının ve atalarının” peşinden
gidenleri eleştirdiğini de görürsün. Her halükarda Allah taklidi men etmiştir.”
268
Böylece o, itikadi konularda taklidin haramlığını öncelikle Kur’an’ın
tutumuna bağlamaktadır. Đkinci olarak taklidin bilgi değeri taşımaması ve “zan
ve şüphe” içermesindendir.269 Taklidin epistemik değeri olmadığı için
reddedilmesi, Maturidi ve Eş’ari gibi kelamcıların yanı sıra, Đbn Abdilberr, Đbn
Teymiyye, Đbn Kayyım ve Şevkani’nin de argümantasyonudur.270
Taklidin kesinlikle caiz olmayan kısmı ise iman konularıdır. Tevhid,
nübüvvet, ba’s, haşr, Hz. Peygamber’in nübüvveti ve getirdikleri hususunda
kimseye taklid caiz değildir. Bunlarla istidlal etmek, bunların mahiyetini
kavramak ancak akılla mümkündür. Akıl ise bütün mükelleflerde zorunlu
olarak vardır. Çünkü o, vahye muhatap olmanın temel şartıdır.271 Bu anlamda
kimsenin bir başkasını taklid etmesi caiz olmaz.272
Bununla birlikte Đbn Hazm da, diğer Đslam düşünürleri gibi,
mukallide kafir dememiştir. Böyle bir kimse asi olmakla birlikte, başka din
mensuplarına karşı savunamayacağı bir imana sahiptir.273 Böylece, o da
mukallidin imanını geçerli kabul etmiştir. Onun da diğer alimler gibi, kavramın
etimolojik yapısından etkilendiğini düşünüyoruz. Ayrıca o, “istidlal”in
kaynağının teoride değil, ifadesini Kur’an ve Sünnet’te bulan somut delillerde
olduğunu kabul etmiştir. Şöyle der Đbn Hazm, “Peygamber’in sözüne uymak
taklid değildir. O her insanı tevhide davet etmiştir. Ancak o, hiç kimseyi istidlal
ile tartışarak ya da cevher-arazı öğrenerek iman etmeye çağırmadı. -Allah
268 Đbn Hazm, “Risaletü’l-Beyan an Hakikatü’l-Đman”, c. III, s. 187-202. 269 Đbn Hazm, el-Đhkâm, c. II, s. 842. 270 Đbn Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-Đlm, c. I, s., 119; Đbn Teymiye, Mecmuatü’l-Fetava, c. IV, s.
198; Đbn Kayyım, Đ’lâmü’l-Muvakkiin, s. 168; Şevkani, Đctihad ve Taklid, s. 75. 271 Đbn Hazm, a.g.e., c. II, s. 861. 272 Maverdi, el-Havi'l-Kebir, c. I, s. 16. 273 Đbn Hazm, a.g.e, c. II, s. 873.
175
korusun- Böyle bir şey olsaydı -Mutezile ve Eşariler hariç- Peygamber de dahil
birçok müslümanın imanı sakıt olurdu. Zira bu tartışmaları Đslam’a onlar
soktular. Esasen Peygamber’in sözüne kim kalben iman ederse o insan hak
ehlindendir. Kim ancak delille ikna olacaksa ona da deliller sunulur. Nitekim
Peygamber de bunu yapmıştır. Kim hüccet istediyse ona ayetleri delil olarak
sunmuştur.”274
“Hatice, Aişe, Ebu Bekir, Ali b. Ebi Talib, Sa’d b. Ebi Vakkas, Bilal
vs. nasıl Müslüman oldular? Hangisi delil ya da mucize istedi? Hâlbuki
sahabeyi ve akabede Peygambere biat edenleri Allah övmüştür.275
Sen, ergenlik çağına ulaşır ulaşmaz mükellef oldun. Zaten müslüman
bir anne babadan doğduğun için müslümandın. Ancak şimdi istidlal
peşindesin. Öyleyse buluğ çağından bugüne kadarki ömrünü -Allah korusun-
küfürle tanımlayabilir misin?
Ben taklidi zemmederken, yukarıda saydığım seçkin sahabelerin
imanından bahsetmiyorum. Benim eleştirdiğim ve reddettiğim taklid, kişinin
Peygamber’in dışında, uyulması istenmeyen birisinin peşinden gitmektir. Böyle
birisi sonuçta doğru bir inanca sahip olmuşsa bile sonuç değişmez. Ancak
Allah’ın uyulmasını emrettiği kimseye –ki o Peygamber’dir- tabi olmak taklid
değildir. Đmanda, ibadette ya da başka hükümlerde olsun Resulullah’ın izinde
gidene mukallid denmez.
Buna ek olarak şunu da söylemeliyim ki imanı Allah yaratmıştır.
Kiminde taklide dayalı kiminde istidlale. Ne olursa olsun hepsi geçerlidir.276 O
halde iman, kalben tasdik ve dil ile ikrardır. Đnancını delillendirsin veya
delillendirmesin fark etmez. Allah, “haram aylar çıkınca müşrikleri
bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayın, hapsedin ve onları her gözetleme
yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekatı da
verirlerse artık yollarını serbest bırakın…”277 ayetinde müşriklere istidlali şart
274 Đbn Hazm, el-Đhkâm, c. II, s. 193, 195. 275 Fetih, 48718; Hucurât, 49/7. 276 Đbn Hazm, a.g.e., c. II, s. 201. 277 Tevbe, 9/5.
176
koşmamıştır. Resulullah da tebliğ vazifesinin hiçbir aşamasında istidlali imana
zorlamamıştır.”278
Böylece Đbn Hazm’a göre iman, Kur’an’ın öngördüğü ölçülere
uygun şekilde olmalı, şüpheden ve körü körüne taklidden uzak olmalıdır.
Özellikle başka din mensuplarıyla birlikte yaşayanlar için ayrıca iman,
kanıtlarıyla bilinmelidir. Ancak bu kanıtlar, felsefi ve kelami değil, Kur’an’ın
ortaya koyduğu şekliyle sade ve gerçekçi olmalıdır. Ayrıca vurgulanması
gereken bir nokta, ona göre Kur’an ve Sünnet’te anlatıldığı şekliyle iman
etmek yeterlidir. Ancak batıl olan husus; iman konularının Hz. Peygamberin
dışında bir kimsenin sözünü mesnet ve mezhep edinerek kabul etmektir.279
Esasen bu yaklaşım, modern dönemde Đslam düşünürlerinin de üzerinde
durduğu ve müslümanların içinde bulunduğu durumu müsebbibi olarak
gördükleri taklid anlayışıyla aynıdır.
Taklid meselesiyle ilgili altıncı nokta, Đbn Hazm’ın, dinde taklidi
temelden reddetmesi ve bu konuda avam-havas ayrımı yapmamasıdır. Daha
önce zikrettiğimiz gibi, özellikle klasik Đslam geleneğinde taklid
reddedilmesine karşın, avam için meşru hatta kaçınılmaz kabul edilmiştir.
Buna karşın Đbn Hazm’a göre dini öğrenme konusunda herkes aynıdır.280
Nitekim taklidi zemmeden ve aklı öven ayetlerde Allah alim-ümmî ayrımı
yapmamıştır. Onun bu ifadelerine rağmen, delili olmayanın bilginlere tabi
olmasını mazur görmesi,281 kendisinin de aslında bir anlamda böyle bir
kategorik ayırmı kabul ettiğini göstermektedir. Ancak burada, avam-havas
ayrımı olmaksızın taklidin batıl olduğu ifade etmesi, hiç kimsenin bir ömür
boyunca yalnız bir mezhebe bağlı olarak yaşamaması gerektiği şeklinde
anlaşılmalıdır.
Đbn Hazm, eserlerinde çokça kullandığı diyalektik tartışma metodunu
taklid sorununu ele alırken de sık sık kullanmıştır. Taklidin sıhhatine ilişkin
278 Đbn Hazm, el-Muhalla, c. I, s. 40. Ayrıca bkz. Usul-i Din, s. 83. 279 Đbn Hazm, el-Đhkâm, c. II, s. 836. 280 Đbn Hazm, Usul-i Din, s. 81. 281 Đbn Hazm, en-Nübze, 90; Usul-i Din, s. 84.
177
iddiaları, farklı açılardan çürütmeye yönelik bu pasajlardan bazı örnekler
vermek istiyoruz:
“Avamın taklidine cevaz verenlere ayrıca şu soruyu sormak gerekir:
Avam kimi taklid etmelidir? “Memleketin en bilgili alimini” derlerse, şöyle
deriz: Eğer ülkede iki farklı görüşe sahip alim varsa –ki çoğu zaman bu
böyledir- ne yaparız? Onlardan dilediğimizin görüşünü mü alırız? Şüphesiz bu
yeni bir din edinme gibi olur. Birinin helal dediği bir meseleye diğerinin haram
demesi, iki ayrı din anlayışının varlığı değil midir? Endülüs’tekilerin Malik’i,
Yemenlilerin Şafiî’yi, Horasanlıların Ebu Hanife’yi taklid ettiklerini dikkate
alırsak, -söz konusu imamların farklı anlayışlarından hareketle- her
memleketin ayrı dini olmuş olur. Bu, dinde tutarsızlık anlamına gelir. Hâlbuki
bu Allah’ın muradına aykırıdır. O bunu şöyle ifade etmiştir: “Hala Kur’an
hakkında gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası
tarafından gelmiş olsaydı onda tutarsızlıklar olurdu.”282
Mezheplerin faziletini öven sözlerin283 uydurma olduğunu ifade eden
Đbn Hazm, bu rivayetleri şöyle tenkid etmiştir: “Kureyş’lileri, Medine’lileri,
Fars’ları ve Kufe’lileri öven hadislerin, Şafiî’ye, Malik’e, Ebu Hanife’ye
delalet ettiğini nereden bileceğiz? Şüphesiz bu bölgelerde onlardan daha üstün
ve daha bilgili insanlar vardı. O halde neden onları değil de adı geçen
imamları taklid ediyorsunuz? Ayrıca Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve Ebu
Muhammed, Hanefî miydiler? Şafi, Şafiî miydi? Hayır, onlar kimseyi taklid
etmediler. Bilakis onların kendilerinin taklid edilmelerine karşı çıktılar.”284
Đbn Hazm, mukallide son olarak şu can alıcı soruyu yöneltir: “Sizin
taklid ettiğiniz imamla başkalarının taklid ettiği imam arasındaki fark
nedir?”285 Ya da “sizinle taklid ettiğiniz kimse arasındaki fark nedir?”286 Eğer,
282 Nisa, 4/82. 283 Đslam tarihinde siyasi, itikadi ve fıkhi mezhep mensupları, meşruiyetlerini sağlamak için
kazanmak için sık sık hadis uydurma girişiminde bulunmuşlardır. Bu tür rivayetlerle ilgili
ayrıntılı bilgi için bkz. Cihan, Sadık, Uydurma Hadislerin Doğuşu Siyasi ve Sosyo-Politik
Olaylarla Đlgisi, Samsun 1996. 284 Đbn Hazm, el-Đhkâm, c. II, s. 846-847, 855. 285 Đbn Hazm, el-Muhalla, c.I, s. 18, 65. 286 Đbn Hazm, el-Đhkâm, c. II, s. 838.
178
aradaki farkın bilgi ve fazilet olduğu söylerseniz; her iki konuda da Hz.
Peygamberden daha üstün olan kimse yoktur, deriz. Öte yandan, imanda ve
amelde, kimin daha faziletli olduğuna dair bir kestirmede bulunmak mümkün
değilken, mukallid, taklid ettiği kimsenin en faziletli kimse olduğunu nereden
bilecektir? Ayrıca, Kuranın nüzulüne ve Peygamberin hükümlerine bizzat şahid
olmuş olan Ebu Bekir, Aişe, Ali, Ömer, Muaz ve Đbn Mesud’un; Süfyân-ı Sevri,
Evzâî, Malik, Ebu Hanife, Ebu Yusuf, Şafi, vd. sahabeden daha alim ve daha
faziletli olduğu her mümin tarafından tereddütsüz bilinen bir husustur. Öyleyse
onlar varken neden mezhep imamlarını taklid ettin? “Onlardan sonra bunlar
geldiği için”, derse, “bunlardan sonrakileri niçin taklid etmiyorsun? Eğer
“onlardan sonra olma” bir faziletse taklid ettiklerinden sonra gelenlerin de
faziletli olması gerekir. Onları neden taklid etmiyorsun?”287
Sonuç olarak Đbn Hazm’ın yaşadığı dönemde ciddi bir problem
haline gelmiş olan taklide karşı durduğu anlaşılmaktadır. Onun reddettiği
anlayış, dinin asıl kaynakları olan Kur’an, Sünnet ve Đcma’nın dışında kalan
herhangi bir otoriteyi kabul etmektir.288 Buna göre herkes diniyle ilgili asıl
bilgileri bilmek zorundadır.289 Ayrıca taklid, tevhid, nübüvvet, kader, iman,
vaîd, imamet, ibadetler vs. tüm muamelatta yasaklanmıştır.290 Esasen
kendisiyle aynı dönemde yaşayan ve ahlakın ve dini mükellefiyetin esası
olması bakımından aklın dinden önce geldiğini kabul eden, Maverdi’nin ve
Đbn Abdilberr (v. 463/1071) de fakih olmalarına karşın itikadda benzer fikirleri
paylaşmış olması,291 dönemin düşünce yapısı hakkında ip uçları vermektedir.
Görülen o ki, o dönemde mezhep taklidinin yaygınlaşmasına karşın, bazı ilim
adamları sert bir tutum takınmışlar ve bu düşüncelerini sadece fıkıhta değil,
itikadi alanda da ortaya koymuşlardır.
Şu da var ki, onların anlayışına göre, imanı mantıki delillerle
ispatlama anlamında kelamcı ve filozofların yöntemiyle istidlal vacip değildir.
287 Đbn Hazm, el-Đhkâm, c. II, s. 839. 288 Đbn Hazm, a.g.e., c. II, s. 836; el-Muhalla, s. 70. 289 Đbn Hazm, el-Muhalla, c. I, s. 66. 290 Đbn Hazm, el-Đhkâm, c. II, s. 861. 291 Maverdi, el-Havi'l-Kebir, c. I, s. 16; Đbn Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-Đlm, c. I, s. 109-118.
179
muhtemelen o dönemde müslümanların böyle bir ihtiyacı da yoktu. Ya da en
azından bu belli başlı ilim adamlarına has bir zorunluluktu. Ancak bu halkın
taklide yönelmesi ve tamamen mezhepler bağlamında dinini yaşaması
anlamına gelmemeliydi. Bu sebeple, -Allah’ın tevfikiyle- hak dine uymuş olan
kimse, mukallid de olsa ehl-i haktandır. Ancak ne yazık ki taklid, sonuç
itibariyle sahibini batıla sevk eder. Çünkü eğer taklid edilen husus küfür ise
kafir olur, dinde yanlış bir şey ise fasık olur, doğru akide ise hatalı kimse olur.
Yani taklidin en iyimser sonucu günahkârlıktır.292
2. 2. 2. Đbn Teymiye
Bütün gücünü, -kendisinin anladığı şekliyle- Kur’an ve Sünnet
öğretisine dayalı ilk dönem Đslam’ın normatif toplumunu yeniden keşfetmeye
ve entelektüel açıdan yeniden oluşturmaya sarf eden Đbn Teymiyye, dinin
temelini teşkil eden itikadi konularda Kitap ve Sünnet’te yer alan ve Selef
alimleri tarafından benimsenen naslara dayalı “dini akılcılık” metodunu tercih
etmiştir. Đbn Teymiyye Kur’an’a aykırı herhangi bir akıl yürütme metodunu
kabul etmemiştir.293 Çünkü Kur’an yeteri kadar akli delile yer vermiştir.294
Dolayısıyla dinde delil olan şer’i hüccetler, Hz. Peygamber’in haber verdiği ve
Kur’an’ın delalet ettiği nakli delillerin yanında, mevcudatın şehadet ettiği akli
delilleri de ihtiva ettiğ için akıl ve nakil bütünlüğü sağlar. Dinen meşru
olmayan deliller ise, bunların dışında kalan cedele dayalı iddialardır.295
Dinde aklın işlevselliğini savunan Đbn Teymiye, akli delillerin
Kur’an’da olduğunu kabul etmiştir.296 Ona göre, Selef uleması, akli delillere
ve aklın doğru kullanılmasına itiraz etmemiş; ancak aklın Kitap ve Sünnet’e
muhalif sonuçlara varabildiği iddiasını reddetmişlerdir. Halbuki tam aksine
dinle çelişen her şey, akıl tarafından da yanlış bulunur.297 Bununla birlikte Đbn
Teymiye, dini kaygı taşımayan ve dini kaynakları tanımayan kimselere karşı,
292 Đbn Hazm, “Resâilu Đbn Hazm Endülüsî”, s. 188-192. 293 Đbn Teymiye, Mecmuatü’l-Fetava, c. XVI, s. 471. 294 Fussilet, 41/53. 295 Özervarlı, M. Sait, “Đbn Teymiye” mad. D.Đ.A., Đst. 1999, c. XX, s. 405. 296 Đbn Teymiye, a.g.e., c. XVI, s. 470-471. 297 Đbn Teymiye, Der’u Tearuzi’l-Akl ve’n-Nakl, c. I, s. 194.
180
onların dilleriyle mücadele edilmesi gerektiğini kabul ederek, kelamcılarla bu
noktada uzlaşmıştır.
Đbn Teymiye’ye göre insan, kainatın bir yaratıcısı olması gerektiğini
hudûs ya da imkan delilini kullanmadan da anlayabilir. Nitekim Kur’an’ın
insanı “akletmeye” davet ettiği pasajlar,298 bunu desteklemektedir. Ancak gerek
filozofların gerekse kelamcıların Allah’ın varlığıyla ilgili delillerinin
entelektüel değeri de yadsınmamalıdır. Bununla birlikte toplumda her insanın
bu tür delillere sahip olma imkanı olmayabilir. Đbn Teymiye, bu görüşünü,
Allah’ı bilmenin insan fıtratından saklı bir güç halinde olduğunu belirterek
delillendirmektedir. Ayrıca istidlalde bulunmanın zorunlu olmaması,
peygamberlerin insanları dine davetlerinde onları ibadete yöneltmekle işe
başlamaları, müminlerin kalplerinin derinliklerinde Allah sevgisinin bulunması
ve bunun tezahürlerinin her an görülmesi gibi psikolojik ve sosyal deliller,
dolayısıyla iç ve dış gözleme dayalı bir tefekkür ve sevgiye dayalı iman, sırf
teorik istidlallere ihtiyaç bırakmadan daha kolay şekilde inanmayı sağlar.299
Ona göre bunlar, usulü’d-dinden olup, bu hususlarla uğraşmak farz-ı kifayedir.
Đdrak seviyesi yeterli olmayanların ise sadece körü körüne taklidden
sakınmaları zorunludur.300
Dindarlık anlayışını, dinamik bir iman üzerine bina etmek isteyen
Đbn Teymiye, “iman” kavramının “kalp fiillerini” içerdiğini belirtmiş ve imanın
bu fiilleri gerektirdiğini vurgulamıştır.301 Mürcienin kabul ettiği iman tarifini
reddeden Đbn Teymiye,302 “Kitabu’l-Đman” adlı eserinde, hayatın merkezinde
olması gereken bir imanın temelini atmaya çalışarak, baştan sona, amel,
duygusal yoğunluk ve ilimle örülmüş bir imanın savunuculuğunu yapar. Bu
bağlamda o, Kur’an ve hadislerde imanın birçok kez salih amelle veya ilimle
birlikte zikredildiğini belirten Đbn Teymiye bu yüzden imanın fonksiyonel
olmasıyla Allah korkusuna dayalı amel arasındaki yakın ilişki üzerinde önemle
298 Đbn Teymiye, Mecmuatü’l-Fetava, c. II, s. 311-312. 299 Đbn Teymiye, a.g.e., c. XX, s. 17. 300 Đbn Teymiye, a.g.e., c. II, s. 311-312. 301 Bkz. Đbn Teymiye, el-Đman, s. 8-17, 63-86, 113-114. 302 Mürcienin iman tanımına yaptığı itiraz için bkz. Izutsu, Đman Kavramı, s. 210-213.
181
durur. Đman konusunda hassasiyeti olan kimse, onu canlı tutmak için dikkatli
olur. Kur’an’da ibadetlerde samimiyete riayet edilmesi, müminlerin kurtuluşa
erme şartı olarak zikredilir.303
Şüphesiz onun, iman kavramına eklediği bu anlamlar, imanın
varoluşsal boyutunu öne çıkarmıştır. Bu yaklaşım, Kur’an’ın öngördüğü iman
kavramına da uymaktadır. Nitekim Kur’an’da imansızlık, akletmemenin
neticesi olarak zikredilir.304 Bu da imanla bilgi/ilim arasındaki güçlü bağın
işaretidir. Ancak bu bilgi pragmatik anlamdadır. Yani kişinin sadece kendi
lehine ve aleyhine olan şeyleri bilme zaruridir. Đbn Teymiye, Kur’an ve
Sünnet’ten bağımsız aklın faydalı olmadığını şu sözleriyle ifade eder:
“Bilinmelidir ki bu meselelerde biri yanlış yola kaymış yahut gerçeği bilmede
acze düşmüşse, bunun sebebi Hz. Peygamber’in getirdiklerine uymakta kusur
etmesi, kendisini hakka ulaştıracak olan tefekkür ve istidlal yolunu terk
etmesidir.”305
Đbn Teymiyye, Đslam dünyasındaki fikri durgunluğun sebebini,
metodolojik problemlerin yanı sıra taklid ve mezhep taassubunda görmüştür.306
Bu bağlamda o, dinde mutlak olarak taklide karşıdır. Onun taklidle ilgili öne
sürdüğü kanıtlar, büyük ölçüde Đbn Hazm’ın delilleriyle aynıdır. Bu yüzden
tekrardan sakınmak için onun Đbn Hazm’dan farklı olarak ele aldığı yönleriyle
meseleyi incelemeye çalışacağız.
Đbn Teymiyye, Hz. Peygamber’in hadislerini doğrudan öğrenme
imkanına sahip olamadığımız için, onun haberlerini ulaştıranlara uymanın bir
anlamda ona tabi olunmuş anlamına geleceğini vurgulamaktadır. Tıpkı, bir
bölgede devlet başkanını temsil valiler ve idareciler gibi. Allah’ın dinini
anlatmak ve ona uygun fetva vermekle mükellef olan alimlere tabi olmak
vaciptir. Ancak bu, onların ameli ve itikadi her görüşleri taklid edilir, anlamına
gelmez. Aksi halde, imamlarını hatadan masum kabul eden Đmamiyye
303 Mü’minûn, 23/1-2. 304 Mülk, 67/10. 305 Đbn Teymiye, Der’u Tearuzi’l-Akl ve’n-Nakl, c. I, s. 54. 306 Đbn Teymiye’nin Đhya ve Reform hareketlerindeki yeri ve yukarıdaki ifadeleri i için bkz.
Fazlur Rahman, Đslam’da Đhya ve Reform, (Çev. Fehrullah Terkan), Ank., 2006, s. 175-215.
182
Rafızilerinin yaptığı hataya düşülür. Her kim, idarecilerini, emirlerini,
kadılarını ve alimlerini her konuda taklid ederse, onları Peygamber yerine
koymuş ve hatadan masum kabul etmiş olur.307 Bu insanlar, amelde, imanda ve
bütün işlerinde uydukları kimseler tarafından dalalete sürüklenme tehlikesiyle
karşı karşıyadırlar: “Ey Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da
onlar bizi yolda saptırdılar, derler.”308
Taklid, kendi başına kötü bir tutum olduğu için, Müslüman,
Hıristiyan ve Yahudiler için farklılık arz etmez.309 Her ne kadar onların inancı
batıl, Müslümanlarınki hak da olsa, delile dayanmayan ve Allah ve
Peygamber’in haricinde başka birisini taklid eden kimse aynı konumdadır.
“Onlara: Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, "Hayır! Biz
atalarımızın yolundan gideriz" dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu
da bulamamış idiyseler?310 Dinini “örf ve adet” üzerine şekillendiren kimse,
haktan sapmış ve Yahudi ve Hıristiyanların durumuna düşmüş olur.311 Burada
Đbn Teymiye’nin tenkid ettiği örfün, Đslam hukukunda Hanefi ve Maliki
bilginlerce, nass bulunmayan yerde asıl kaynaklardan birisi olarak kabul edilen
teknik anlamdaki “örf” olmadığını düşünüyoruz. Çünkü onların kabul ettiği
örf, Kur’an ve Sünnet’te hükmü belirtilmeyen konularda geçerlidir.312 Bu ise
Kur’an ve Sünnet’e muhalefet anlamına gelmez. Đbn Teymiyye’nin tenkidinin,
taklidin örf haline gelmesi ve geleneğin otoriteleştirilmesi bağlamında
olduğunu düşünüyoruz.
Nitekim Đbn Teymiye, mezhep taklitçiliğine karşıdır. O bunu
diyalektik tartışma metoduyla şöyle ortaya koyar: “Bir kimse mezhebimizi
307 Đbn Teymiye, Mecmuatü’l-Fetava, c. XIX, s. 69-70. 308 Ahzâb, 33/67. 309 Bu görüşünde Đbn Abdilberr’den etkilendiği görülmektedir. Bkz. Câmiu Beyani’l-Đlm., c. I,
s. 109-110. Onun bu konuda delil olarak öne sürdüğü diğer ayetler ise Bakara, 2/165-167;
Zuhruf, 43/23-24; Enbiya, 21/52; Ahzab, 33/67. 310 Bakara, 2/270. Bu anlamda diğer ayetler bkz. Maide, 5/104; Araf, 7/28, 170, 173; Yunus,
10/78; Enbiya, 21/53; Lokman, 31/21; Zuhruf, 43/22-23; Şuarâ, 26/74. 311 Đbn Teymiye, Mecmuatü’l-Fetava, c. IV, s. 197-198. Onun bu konuda öne sürdüğü ayetler:
Bakara, 2/160, 165-166; Đbrahim, 14/21; Furkan, 25/27-28. 312 Ebu Zehra, Đslam Hukuku Metodolojisi, s. 234.
183
sorsa, “Muhammedîyim” deriz. Herhangi bir mezhebe mensup değilsen senin
mezhebin şeytanîdir, denirse; Hz. Ebubekir ve sonraki halifelerin mezhebi
nedir, diye sorarız. Bilakis bunlardan herhangi birisine mensup olman gerekli
değildir, deriz. Bütün insanların yükümlü olduğu şey, mezhep edinmek değil,
sadece Allah ve Resulü’ne tabi olmaktır.”313
Onun taklidi reddetmesinin bir sebebi de, bu olgudan dolayı
Müslümanların fırkalara bölünmüş olmasıdır: “Rafiziler, Hariciler ya da bir
başkası; kim mezhebinin sözcülüğünü yapıyor ve temel dinamiklerden
ayrılıyorsa bu Müslümanlığını da bir kenara koymuş demektir. Çünkü mezhep
mutaassıplarının hedefi, dini ya da hakikati değil, kendi imamlarını ve
davalarını savunmaktır. Halbuki bütün Müslümanların görevi, birbirlerini
korumak ve kardeşliği yaygınlaştırmaktır.”314 “Buna karşın Đslam dünyasında
müslümanlar mezhep mukallidliğini öyle benimsemişlerdir ki, bir Şafiî
Hanefî’yi ya da Hanefî, Malikî’yi dinde küçük görüp, bazen de dinin dışına
itivermektedir. Đşte dinde böyle bir sonuca sebep olduğu için taklidi
reddediyoruz.”315
Öte yandan fikri gelişmenin dumura uğraması, mezhep taklidinin
yaygınlaşmaya ve müslümanların ana kaynaklardan çok, mezhep usullerini
tartışmaya başladığı zamana denk gelir. Đbn Teymiye, bu durumun somut bir
şekilde görüldüğü hicri üçüncü asır sonrası fakihlerini, düşünce yoksunu ve
geçmiş otoriteleri gözü kapalı taklid eden mukallidler olarak nitelemiştir:
“Çoğu sadece kendi imamının ekolünü bilir. O, en iyi ihtimalle kendisine miras
kalan bilgiye sahiptir. Dolayısıyla nass ve icma tarafından açıkça
kesinleştirilmiş olan meselelerle, o ekolün kendine has özellikleri ve ictihad
usulleri arasında ayrım yapmaz. Böyle bir alim, sadece eski kitapları
(anlamaksızın) taşıyan bir merkep gibidir.”316 Nitekim mütekellimler de bu
313 Đbn Teymiye, Mecmuatü’l-Fetava, c. XX, s. 208, c. XXII, s. 252-253, c. III, s. 421. 314 Đbn Teymiye, a.g.e., c. XXII, s. 252-253 ve c. III, s. 421. 315 Đbn Teymiye, a.g.e., c. XXII, s. 254. Đbn Teymiye, mezhep taassubuna karşı fikirlerini
belirtirken, Müslümanların herhangi bir mezhebe atfen “Şafiî, Hanefî, Malikî, Hanbeli,
Haricî vs.” şeklinde isimlendirilmesini de eleştirmeyi ihmal etmez. Bkz. Đbn Teymiye, a.g.e.,
c. III, s. 420-421. 316 Đbn Teymiye, el-Đstikame, (tah. Muhammed Reşad Salim), Riyad 1983, c. I, s. 50.
184
fakihleri eleştirmişlerdir.317 Muhammed Ebu Zehra’nın belirttiğine göre bu
dönemde mezhep etkisi altında kalan bazı fakihler, öncelikle imamlarının
varmış oldukları fıkhi ictihadların doğruluğunu ispata çalışmış ve mezheplerini
destekleyecek kaideleri zikretmişlerdir. Buna karşın bazı fakihler, Kelam
araştırması yapar gibi, taklide saplanmaksızın araştırmalar yapmışlar, bu yolda
kelamcıların metodlarından faydalanmışlardır. Hatta bazen Kelam ilminin
konularına –dinin asılları olduğu için- girmişlerdir. Bu fakihlerin metoduna
“mütekellimlerin usulü” denmiştir. Cüveyni’nin Kitabu’l-Burhan’ı ve
Gazali’nin el-Mustasfa’sı bu usulde telif edilmiş eserlerdendir.318 Öyle
sanıyoruz ki, Đbn Teymiye’nin kastettiği mütekellimler işte bu fıkıhla ilgilenen
kelamcılardır.
Onun taklide karşı çıkarken açık bir şekilde iman-amel ayırımı
yapmadığı görülmektedir. Her ne kadar taklidi reddederken verdiği örneklerin
birçoğu ameli hayata ilişkin konular ise de, iman kavramına yüklediği anlam,
imanda da taklidi reddettiğinin göstergesidir. Çünkü o, imanla ameli kalın
çizgilerle ayırmamış ve imanı duygusal yoğunluğu olan bir teslimiyet şeklinde
tarif etmiştir. Onun taklidi reddetmesinin temelinde, söz konusu olgunun heva
ve hevese tabi olmanın neticesi, zandan ve şüpheden arınmamış bir imanın
kaynağı ve tefrikanın sebebi olmasıdır. Bununla birlikte, Đbn Teymiyye, taklide
karşı olmasına karşın, aklî durumu istidlale yeterli olmayanların taklide
sarılmasını olağan görmektedir. Ancak onları sınırlayan çizgiler de Kitap ve
Sünnet olmalıdır.319
Esasen sosyolojik olarak toplumun en temel dinamiklerinden birisi
taklid olgusudur. Bu anlamda o dinde de yadsınamaz bir gerçektir. Nitekim
Nurettin Topçu, taklidin fikir ve inançlarda, örf ve adetlerde ve insani
karakterde olduğunu vurgulamaktadır.320 Buna paralel olarak Đslam’ın ilk üç
asrı, ilim dünyasının canlılığını koruduğu dönemdir. Ancak, ilmi gayret ile
taklid, avam-havas bağlamında iki ayrı sınıfa ayrılınca toplumun büyük bir
317 Đbn Teymiye, el-Đstikame, c. I, s. 49. 318 Ebu Zehra, Hukuk Metodolojisi, s. 29-30. 319 Đbn Teymiye, Mecmuatü’l-Fetava, c. XIX, s. 262. 320 Topçu, Đsyan Ahlakı, s. 136.
185
bölümü taklid tarafına yerleşmiş ve akıl, fikir, düşünce vs. rasyonel eylemler
canlı olarak korunamamıştır. Dahası din, statik hale getirilmiş ve mezhep
mensubiyetine endeksli dindarlık meydana gelmiştir. Đşte Đbn Hazm ve Đbn
Teymiyye’nin ısrarla karşı durduğu taklid olgusu da, her ne kadar sosyolojik
olarak kaçınılmaz bir gerçekse de, sebep olduğu olumsuzluklar inkar edilemez.
Nitekim taklidin müslümanları, Đslam’ın ana kaynaklarından uzaklaştırmasına
bir tepki de Đbn Kayyım el-Cevziyye’den gelmiştir.
2. 2. 3. Đbn Kayyım el-Cevziyye
Yeni Hanbelilik veya Selefilik diye adlandırılan akımın önde gelen
isimlerinden ve Đbn Teymiye’nin öğrencisi Đbn Kayyım el-Cevziyye, bu
konudaki görüşlerini “Đ’lâmü’l-Muvakkiin an Rabbi’l-Âlemin” adlı eserinde
ayrı bir başlık halinde ve uzunca bir biçimde ele almıştır.321 Onun söz konusu
eserinde ortaya koyduğu delillerin birçoğunun Đbn Hazm’ın argümanlarıyla
benzerlik içerisinde olduğu görülmektedir. Bu çerçevede o da, dini Kur’an ve
Sünnet bağlamında anlamayı ve yaşamayı esas almış ve mezhep taklidine karşı
çıkmıştır. Çünkü mezhep aidiyeti, kaçınılmaz olarak dinin asıllarının yanı sıra,
sahabe ve tabiune doğrudan ulaşma imkanını ortadan kaldıracaktır. Ayrıca
filanca mezhebin, sistematik bütünlüğü içerisinde dikkate alınmayıp göz ardı
edilen bazı sahabe görüşleri de saf dışı kalmış olacaktır.322
Akaid konularını Selefiyye anlayışına göre inceleyen ve nası te’vil
ettiği için kelamcılarla filozofları tenkid eden Đbn Kayyım, buna rağmen aklın
fonksiyonel özelliğini inkar etmemiştir.323 Ona göre, düşünme ve akıl
yürütmenin her türlü hayır ve kalbi amellerin anahtarı olduğu kesindir. Ancak
aklın naklin önüne geçmesi hatalıdır. Bu yüzden, akıl yürütmeyle elde edilen
bilgilerin doğruluğunu, peygamberlerin getirmiş olduğu ve hak olduğu kesin
olarak bilinen nassa başvurarak değerlendirmek gerekir. Bu bağlamda iman,
Hz. Peygamber’in getirdiği vahyi kesinlikle tasdik edip ikrar etmek ve severek
321 Đbn Kayyım el-Cevziyye’nin söz konusu eserinde yer alan bölüm, Mustafa Yiğit tarafından
“Taklid Risalesi” adıyla Türkçeye kazandırılmıştır. Bkz. el-Cevziyye, Đbn Kayyım, Taklid
Risalesi, (Çev., Mustafa Yiğit), Kayseri 1999. 322 Apaydın, H. Yunus,“Đbn Kayyim el-Cevziyye” mad., D.Đ.A., c. XX, s. 110. 323 Yavuz, Yusuf Şevki ,“Đbn Kayyim el-Cevziyye” mad., D.Đ.A., c. XX, s. 125.
186
ilahi buyruklara göre yaşamaktır. Böylece o, imanın duygusal ve ameli
boyutuna dikkat çekmiş bulunmaktadır. Nitekim, imanın bu iki boyutu onu
inançtan ayıran özelliklerdir. Đbn Kayyım’a göre günahın sonucu, Allah
sevgisinden mahrum olmaktır. Günah işleyenin imanı azalır; itaatler ise imanın
arttırır. Küfür ise açık bir nası reddetmektir. Küfrün sebebi kibir, hased, gazap
ve şehvettir.324 Bütün bu bilgiler, Selefi düşünce yapısının özelliğini taşımakta
ve Đbn Teymiye’nin iman anlayışını hatırlatmaktadır.
Ona göre taklidin batıl oluşunun temel dayanağı epistemik değeri
olmayışıdır. Nitekim Allah, “bilmediğin bir şeyin ardına düşme”
buyurmaktadır.325 Öyleyse taklid bilgiye dayalı bir tutum ya da bilgi olarak
kabul edilebilecek bir şey değildir. Buna karşın vahye tabi olmak, ilahi bilgiye
talip olmak ve onun ardından gitmektir. “De ki, Rabbim açık ya da gizli tüm
kötülükleri, yasaklanmış şeyleri ve haksızca saldırıları; hakkında hiçbir delil
indirmediği bir şeyi Allah’a ortak koşmayı ve O’nun hakkında bilmediğiniz
şeyler söylemenizi kesinlikle haram kılmıştır.”326 O halde, bir adamı,
düşünceyi, mezhebi vs. otoriteyi taklid etmek, sahih olmayan yoldan edinilen
bilgiye güvenmek demektir ki, bu da zikredilen ayetlere muhalefettir.327
Đbn Kayyım, üstadları Đbn Hazm ve Đbn Teymiyye gibi mezhep
taklidine mutlak olarak karşıdır. Bununla ilgili şu sözleri ilgi çekicidir: “Siz
yarın Allah’ın huzurunda kulların cinayetleri, nikahları, malları ve cezalarıyla
ilgili mesellerde taklide dayanarak verdiğiniz hükümlerden ve Allah’ın dininde
bu helaldir, bu haramdır diye verdiğiniz fetvalardan dolayı sorguya
çekileceğinizi biliyorsunuz. Allah “bu fetvaları neye göre verdiniz” diye
sorarsa, nasıl cevap vereceksiniz? Kiminiz, “Đmam Muhammed, “Kitabu’l-
Asl” adlı eserinde Đmam Ebu Hanife ve Đmam Ebu Yusuf’un görüşlerini rivayet
etmiştir. Biz de o kitaptaki görüşlere göre fetva verdik” diyecek, kiminiz de
peşinden gittiği diğer imamların eserlerine zikredecek. Böylece Allah ve
324 el-Cevziyye, Đbn Kayyım, el-Fevâid, (yay. Ahmet Ratib Armuş), Beyrut 1986, s. 140, 206-
207. 325 Đsra, 17/36. 326 A’raf, 7/33. 327 Đbn Kayyım, Đ’lâmu’l-Muvakkiin, s. 166.
187
Resulünden tabaka tabaka aşağı indiğinizi itiraf edeceksiniz. Ne var ki dinin
kaynakları bellidir. Allah’ın huzurunda bunlardan başkası delil olarak kabul
edilmeyecektir.”328
Esasen bu konuda Đbn Hazm’dan daha esnek olan ve ameli
konularda avamın taklidinin meşru olduğu kanaatini taşıyan Đbn Kayyım’ın
mezhep taklidine karşı çıkmasının temel sebeplerinden birisi de taassuptur.
Ona göre, taklid ehli için tutundukları mezhebi savunmak, dini savunmaya göre
öncelikli ve önemlidir. Hatta bazen taklid ettikleri kimsenin sözü, ayet ve
hadise aykırı ise, çok büyük gayretlerle –gerektiğinde mensuh olduğunu
söylemek ya da tevil etmek şeklinde- yorumlayarak mezheplerini tashih
etmeye çalışırlar.329 Bu yaklaşım, dinde tefrika çıkaran ve Müslümanları bölük
bölük yapan anlayıştır. Her fırka kendi taklid ettiğini savunur ve karşıdakini –
başka bir dine mensupmuş gibi- yerer. Sadece böyle bir sonuca sebep olduğu
için bile olsa taklid haramdır.330
Đbn Kayyım’ın öne sürdüğü argümanlardan birisi de Kur’an’ın
kolaylığı, anlaşılabilirliği ve açıklığıdır. Kur’an bu vasıflara sahip olduğu için,
taklid yoluyla kendisinden uzaklaşılmamalıdır. Esasen sahabe ve sonraki gelen
nesil, dinde üzerine düşeni yapmıştır. Ne var ki, sonradan gelenler sadece
taklidle yetinerek, imamlarının fikirlerini yaşatmış, ancak gayet açık ve seçik
olmasına rağmen Kur’an ve Sünnet’ten uzaklaşmışlardır.331 Ayrıca, akideyi ve
ameli mezhep imamlarının kavillerine dayandıran mukallidlerin, mezhepleri
hakkındaki bilgileri Kur’an ve Sünnet’le ilgili bilgilerinden fazladır.332
Đbn Kayyım’ın taklidi yeterli görenlerin delillerine karşılık
argümanlarınıysa kendi dilinden şöyle özetleyebiliriz:
Birincisi, Allah’ın 'bilmiyorsanız zikir ehline sorun”333 ayetini delil
olarak getiriyorsunuz. Hâlbuki bu sizin aleyhinize bir delildir. Çünkü Allah,
Resulullah’ın hanımlarına “Evlerinizde okunmakta olan Allah’ın ayetlerini ve 328 Đbn Kayyım, Đ’lâmu’l-Muvakkiin, s. 188. 329 Đbn Kayyım, a.g.e., s. 189. 330 Đbn Kayyım, a.g.e., s. 220-221. 331 Đbn Kayyım, a.g.e., s. 189-190. 332 Đbn Kayyım, a.g.e., s. 206. 333 Nahl, 16/43.
188
zikri hatırlayın”334 diye emretmiştir. Bu ayetteki “zikir” ifadesi hikmeti ve
bilgiyi ifade etmektedir. Kim bu bilgiden yoksun ise bilgi sahibine
danışacaktır. Sahabe de böyle yapmıştır. Abdullah b. Abbas Resulüllah’ın
sözünü, fiilini ve sünnetlerini sormuştur. Diğer tüm sahabeler de Hz. Aişe’ye
Hz. Peygamber’i sormuşlardır. Sonuçta onlar Hz. Peygamber’in Sünnet’ine
tabi olmuş ancak başkasının uygulamalarını merak etmemişlerdir. Şafi de
Ahmed b. Hanbel’e “Ya Ebu Abdullah, sen hadisleri benden daha iyi
biliyorsun. Sahih hadisleri bana bildir de Şamlı, Kufeli veya Basralı da olsa
ben ona gideyim ve gereğince amel edeyim” demiştir. Selef, hiçbir zaman
bunların yerine bir kimsenin şahsi reyini sormamıştır. Kısacası bu ayette
zikredilen husustan taklidin vücubu değil, Allah ve Resulü’nden başkasına
ittibanın nehyi çıkar. Ayrıca Allah ve Resulü’ne uymak ise taklid değildir.335
Đkincisi, Muhacir ve Ensar gibi bazı kimselerin otorite olduğunu,
dolayısıyla onlara uyulması gerektiğine gelince, bundan maksat dini hayatta
onların yolundan yürümek demektir. Nitekim, onların hiçbirisi Kitap ve
Sünnet’i bir kişinin reyi için terk etmemişlerdir. Sonraki ilim adamları ise her
ne kadar bir imama tabi olsalar da, uydukları kimseyi en çok eleştiren de yine
onlardı. Örneğin, Đbn Teymiye’nin “Đbnu’l-Hanbelî Medresesi”nde336 ders
vermesine, kimi taklid ehli “bu medrese Hanbelîlere vakfedilmiştir, ama Đbn
Teymiye Hanbelî değildir” diyerek karşı çıkmışlardı. Đbn Teymiye ise,
“Ahmed’in mezhebinden bazı şeyleri aldım ve onları dindeki doğruluğundan
dolayı benimsedim. Ama ben onu taklid etmiyorum”, diyerek duruşunu
sergilemiştir.
Mesela Malik’e en çok ittiba eden kimse Đbn Vehb (v. 197/812) ve
onun tabakası idi. Ama buna rağmen Malik’in görüşlerini en çok sorgulayan da
yine onlardı. Keza Ebu Yusuf ve Đmam Muhammed de Ebu Hanife’ye talebe
olmuş ve onun usulünü benimsemiş kimseler olmalarına rağmen, bazı
görüşlerinde ona muhalefette bulunmuşlardır. Buhari, Müslim, Ebu Davud,
334 Ahzab, 33/34. 335 Đbn Kayyım, Đ’lâmu’l-Muvakkiin,, s. 211 336 Đbn Teymiye’nin 695/1296’ta Dımaşk’ta ders vermeye başladığı Hanbeli öğretinin esas
alındığı medrese. Koca, Ferhat, “Đbn Teymiye” mad., D.Đ.A., Đst. 1999, c. XX, s. 391.
189
Ebu Bekir b. Esrem (v. 260/874) ve Ahmed b. Hanbel’in arkadaşlarından olan
bu tabakadaki kimseler, Ahmed b. Hanbel’in mezhebine bağlı olan ve sırf onu
taklid eden taklitçilere nispeten, ona daha fazla ittiba ediyorlardı. Bundan
dolayı, o medreseyi, imamların ilim ve hüccet ehli gerçek tabilerine vakfetmek,
taklitçilere vakfetmekten daha evladır.337
Üçüncüsü, Resulullah, hayattayken sahabenin fetva vermesini
taklidin meşruluğuna delil kabul edenlere gelince, onların fetvası öncelikle
Kitap ve Sünnet’te olanı tebliğ etmekten ibarettir. Kendilerine danışanlara
“Resulullah şöyle emretti, O’nun şöyle yaptığını gördüm vs.” cevapları bunu
doğrulamaktadır. Hakkında nass olmayan meselelerde ise kendi yorumlarını
yapıyor; kendilerini başkalarının yorumlarına şartlandırmıyorlardı. Sahabenin
arasında, bugün mukallidlerin yaptığı gibi ümmetten birisinin helal dediğine
helal, haram dediğine haram diyen kimse yoktur.338
Dördüncüsü, “Her topluluktan bir grubun toplanıp dini iyice
öğrenmeleri ve kavimleri kendilerine dönüp geldikleri zaman Allah’ın yasak
kıldığı şeylerden kaçınmaları için onları uyarmaları gerekmez mi?”339 ayetinin
taklide delil olduğu iddiası bir kaç yönden geçersizdir. Öncelikle Allah bu
ayette dinin hayatiyetini mücahitler ve alimlerin varlığına bağlamıştır.
Mücahitler savaştan dönünce alimler, onların gıyabında nazil olan ayetleri ve
varid olan hadisleri kendilerine tebliğ edecek, onları -bilmeyerek- ayetlere
muhalefet etmekten sakındıracaklardır. Tebliğ edilen nassa ittibaya taklid
deniyorsa biz de bu çeşit taklidi kabul ediyoruz. Fakat bir alimin bütün
görüşlerini kabul edip, nasları da ancak onun görüşlerine uymak şartıyla kabul
etmek anlamındaki taklidi ise biz reddediyoruz. Bu ayeti anlamanın bir başka
yolu da; geride kalan alimlerin mücahitlere din adına bir söz söylediklerinde
bunu, onların yokluğunda inen ayet ve zikredilen hadisle desteklemeleri
337 Đbn Kayyım, Đ’lâmu’l-Muvakkiin, s. 217-218. 338 Đbn Kayyım, a.g.e., s. 225. 339 Tevbe, 9/122. Đbn Hazm, bu ayetten hareketle dinde tefakkuhu iki kısma ayırır. Kişiye has
olan tefakkuh ve halkın uyarılması amacıyla genele ait olan tefakkuh. Buna göre her
toplumda dini bilen takva sahibi insanların, diğerlerine yardımcı olmak maksadıyla fetva
vermesi helaldir. Bunun dışında resmi makamların yetkin olmayan kişileri fetva için
görevlendirmeleri haramdır. El-Đhkam, c. V, s. 131.
190
böylece delillerle onlara dinlerini tebliğ etmeleri emredilmektedir. Dolayısıyla
taklid değil, delillendirme tavsiye edilmektedir.340
Beşincisi, insanlar, taklid ile değil ictihad ile mükellef kılınsalardı
dünya işleri ziyana uğrardı şeklindeki iddiaya gelince bu birkaç açıdan
yanlıştır:
a- Allah bizi rahmet ve şefkatinden dolayı taklid ile mükellef
kılmamıştır. Eğer taklid vacip olsaydı, sayıları yüzleri bulan bütün müctehidleri
taklid edecek, bu takdirde bir şeyi aynı anda hem helal hem de haram kabul
etmek zorunda kalacaktık. Ya da en âlim olanı taklid ile mükellef kılacak; bunu
ise değil mukallidler, müctehidler bile tespit edemeyecekti. Zira Kitap ve
Sünnet’in tespit ettiği hükümleri bilmek, hangi müctehidin daha âlim olduğunu
anlamaktan daha kolaydır. Yahut içlerinden istediğimiz herhangi birisini taklid
ile mükellef kılınacak; bu takdirde ise iş bizim arzu, irade ve isteğimize bağlı
kalacaktı ki bu da mükelleflerin Kitap ve Sünnet’le irtibatını vasıtalı hale
getirecek ve âlimleri mübelliğ oluşları itibariyle değil, şahısları itibariyle
taklide varacağından, bu da dinin ruhuna aykırı olacaktı.
b- Sosyal düzen ve din işlerinin düzeni, problemleri tefekkür ve
tartışmayla oluşur. Hata yapma ihtimali olan insanları körü körüne taklid etme
ise, işleri çıkmaza sokar ve suistimallere yol açar.
c- Hepimiz Resulullah’ın haber verdiklerini tasdik ve
emrettiklerine itaat ile sorumluyuz. Bu ise onları bilmeden olmaz. Bilgi
bozukluğun değil, düzenliliğin kaynağıdır. Bu yüzden alemin harap olması
bilgiden değil, cehaletten kaynaklanmaktadır. Bir yerde ilim yaygınsa orada
dünya işleri de yolundadır. Ahmed b. Hanbel’in ifade ettiği gibi, insanlar
yiyecek ve içeceğe günde iki-üç kez; ama bilgiye her an ihtiyaç duyar.
d- Her kul kendisini ilgilendiren mükellefiyetleri bilmekle
sorumludur. Bu kadarını öğrenmek, insanları işlerinden alıkoymaz.
e- Bütün ahkâm ayetleri beş yüz, hadisleri de dört bin kadardır.
Allah bunları idrak etmede kullarına yardımcı olmuştur: “Yemin olsun ki,
340 Đbn Kayyım, Đ’lâmu’l-Muvakkiin., s. 226-227.
191
Kur’an’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mu?”341 Şüphesiz
bunları öğrenmek belli bir imamın tüm görüşlerini kavramaktan zor değildir.342
Öte yandan Allah’ın insanları çeşitli kabiliyetlerde yarattığı için
herkesin farklı mesleklere yönelmesi tabiidir. Bu bağlamda, çırağın ustasını
taklid etmesi de kaçınılmazdır. Fakat bununla bizim reddettiğimiz taklidin bir
ilgisi yoktur. Taklid, dinde delilini sormadan, sözü hüccet olmayan bir
kimsenin ictihadına uymaktır. Hâlbuki Allah insanların fıtratına körü körüne
taklidi değil, delil arama ve sorgulama, merak etme, ilgi gösterme gibi
duygular yerleştirmiştir. Bunun içindir ki Allah gönderdiği peygamberlerini
sıdkını delil ve mucizeleriyle ispat etmiştir.343
Esasen herkesin gücünün ve idrakinin aynı olmadığı, bizce de kabul
edilmesi gereken bir gerçektir. Bu yüzden herkesi her meseleyi bir delile
dayandırması gerektiğini savunmuyoruz. Ancak biz, sahabe, tabiun ve imam
konumunda olan alimlerin reddetmiş olduğu taklide karşıyız. Hicri dördüncü
asırdan itibaren ortaya çıkmış olan ve bir şahsı imam edinmeyi; onun
fetvalarını Şâri’nin yerine koymayı; o fetvaları nasların önüne geçirmeyi; onun
sözlerini bütün alimlerin sözlerine tercih etmeyi; hükümleri Kitap, Sünnet ve
sahabe sözlerinden alma yerine mezhebi taklidle yetinmeyi reddediyoruz. Buna
karşılık, Allah’ın kullarına güçleri yettiği ölçüde takvayı emrettiğini kabul
ediyoruz.344 Takvanın aslı, takvaya konu olan şeyleri bilmek ve bunlara göre
davranmaktır. Öyleyse her insan, üzerine farz ve haram olan şeyleri bilmek
zorundadır. Dinde bunları bilmeden, sadece taklid üzerine hareket etmek
Allah’ın insan fıtratına yerleştirdiği akıl ve muhakeme gücünü akim bırakmak
demektir. Diğer taraftan Allah’ın insana gücünün yetmediği bir şeyi
emretmediğini biliyoruz. Bu yüzden aklın yeterli olmadığı durumlarda
başkalarından yararlanmak mümkündür.345 Bu, Allah’ın rahmeti gereğidir.
Ancak Allah kullara âlimlerden birini seçip onu vahye mihenk etmelerini ve
341 Kamer, 54/17. 342 Đbn Kayyım, Đ’lâmu’l-Muvakkiin, s. 228-230. 343 Đbn Kayyım, a.g.e., s. 234. 344 Bakara, 2/286. 345 Đbn Kayyım, a.g.e., s. 235-236.
192
hükümleri vahyin dışında bir şeyden elde etmelerini farz kılsaydı, bu onun
hikmetine ve rahmetine uygun düşmezdi.
Altıncısı, mukallidlerin, “bir kimseyi taklidden, hataya düşmesin
diye men ediyorsunuz, halbuki o bizzat ictihad ederse daha çok hata eder”
şeklindeki sözlerine gelirsek;
a- Taklidden men eden biz değiliz. Allah’ın mukallidleri
zemmetmesi,346 Kitap ve Sünnet’in hâkim kılınmasını emretmesi,347 hükmün
yalnız kendisine ait olduğunu haber vermesi,348 dinde Allah ve Resulü’nden
başkasına ittibayı yasaklaması,349 Kitab’a sımsıkı sarılmayı emretmesi,350
başka bir varlığın helal ve haram kılacak şekilde Tanrı edinilmesini
yasaklaması,351 Resulü’ne gönderdiklerini tanımayanları hayvandan aşağı bir
dereceye indirmesi,352 anlaşmazlık çıkınca yalnız elçisini hakem kılıp, onun
verdiği hükme, gönül hoşluğu ile kabullenmedikçe mümin olamayacağımıza
yemin etmesi ve hükmüne mutlak bağlılık istemesi,353 Kitap ve Sünnet’e davet
edilen kimsenin ne sebeple olursa olsun bu davetten yüz çevirmesi durumunda
bir musibete düşeceğini bildirmesi354 ve Resulü’nün lisanıyla bir hüküm
verilince, buna herkesin uymasının zorunlu olduğunu beyan etmesi355 Allah’ın
taklidi men ettiğine delalet etmektedir.
b- Mukallid, bir çok müctehidden birini taklid ettiğinde,
hükümlerindeki hata veya isabeti bilemez. Hatasından af, isabetinde de ecir
alamaz. Fakat ictihad ederse her iki durumda da ecir alır.
346 Maide, 5/104; Lokman, 31/21; Zuhruf, 43/22-23. 347 Nisa, 4/59. 348 En’âm, 6/57; Yusuf, 12/40. 349 Tevbe, 9/16. 350 Al-i Đmran, 3/103. 351 Tevbe, 9/31. 352 A’râf, 7/179. 353 Nisa, 4/65. 354 Nûr, 34/63. 355 Ahzâb, 33/36.
193
c- Đsabet ihtimalinin artması, ancak müctehidlerin delillerine bakarak
hükümlerini benimsemekle mümkün olur; bu ise taklid değil ittibadır.356
Görüldüğü gibi Đbn Kayyım’ın batıl olduğunu ispatlamaya çalıştığı
taklid, Allah ve Resulü haricinde herhangi birisine, tüm şartlarda ve
hükümlerde tabi olarak uymaktır. Onun taklid ehline karşı sorduğu soruların
temelinde dinde taklidi çürütmek vardır. Bu soruların sonuncusu Đbn Hazm’ın
muarızlarına sorduğu sorudur: “Her biriniz kendi meşruiyetinizi savunursunuz.
O halde sizin taklid ettiğiniz kişiyi diğer kimselerin taklid ettiği kimselerden
buna daha layık yapan şey nedir? Hangi ayet ve hadistir? Ümmet, bu taklid ve
taassuptan dolayı şu ayete muhatap olmadı mı? “… Đşlerini aralarında parça
parça edip çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her grup, kendi yanında bulunanla
mutlu olmaktadır.”357 Herkes taklid ettiğine davet ediyor ve kendisi gibi
olmayanları ötekileştiriyor. Ümmetin arasını açan ve gruplaşmaların ortaya
çıkmasına sebep olan, işte bu taklid ruhu ve asabiyetidir.”358
Bütün bu kanıtlarıyla Đbn Kayyım taklidi reddettiğini ortaya
koymakta ve bu konudaki görüşünü ayetlere, Sünnet’e ve ilim adamlarının
sözlerine dayandırmaktadır. Đbn Kayyım’ın taklidi reddetmesinin özellikle üç
sebebi vardır. Bunlar,
a- Taklidin dinde olmayan bir usul olması ve epistemik değeri
olmayışı,
b- Toplumda gruplaşmaya sebep olması,
c- Düşüncede donukluğa yol açması.
Bununla beraber, gerek Đbn Kayyım gerekse Đbn Teymiyye, ictihad
ve taklid konusunda Đbn Hazm’a nispeten daha esnek davranmışlardır. Buna
göre herkes, ictihad etme yetkinliğine sahip olmadığından, taklid edilmesi
mümkün olan kimselere uyulması caizidir. Burada taklid edilebilmenin imkanı,
Kur’an ve Sünnet doğrultusunda hüküm beyan etmeye bağlıdır. Ancak, taklide
mecbur kalan kimsenin, uyduğu görüşü diğerlerinden üstün görmeye hakkı
356 Đbn Kayyım, Đ’lâmu’l-Muvakkiin, s. 239- 242. 357 Rum, 30/31. 358 Đbn Kayyım, a.g.e, s. 243-244.
194
yoktur. Halbuki Đbn Hazm, her ikisinin aksine taklidi mutlak olarak
reddetmiştir.
Tespit edebildiğimiz Đbn Hazm, Đbn Teymiyye ve Đbn Kayyım’la
birlikte, o dönemde taklidi reddeden bir isim de Ebu Muhammed Đzzeddin b.
Abdisselam’dır (v. 660/1262). O da Kavaidü'l-Ahkâm fî Masalihi'l-Enâm, adlı
eserinde benzer görüşleri ortaya koymuştur. Son dönemde ise bu anlayışın
temsilcileri olan Senusî (v. 1276/1859) Đkazü'l-Vesnan fi'l-Amel bi'l-Hadis ve'l-
Kur’an adlı eserinde; Şevkani de Đrşadu’l-Fühul ve el-Kavlu’l-Müfid fî
Edilleti’l-Đctihâd ve’t-Taklîd adlı eserlerinde benzer sebeplerle taklidi
reddetmişlerdir.
2. 3. Modern Dönem Đslam Düşüncesinde Taklid Karşıtlığı
Taklid probleminin son dönemde ele alınıp alınmadığını
incelediğimizde, son iki asırda modernist veya ihyacı müslüman düşünürlerin
konuya ciddi anlamda önem verdiğini görmekteyiz. Bir yönüyle Selefi izler
taşıyan bu yorumlar, hem çağdaş Batı felsefesinin iddialarına karşılık vermiş
hem de taklide karşı sert bir tutum ortaya koymuştur.
Özellikle Hindistan, Mısır ve Đstanbul gibi önemli merkezlerde
gelişen bu hareket, Cemaleddin Afganî, Seyyid Ahmed Han (1817/1898),
Muhammed Abduh, Reşid Rıza (1865-1935), Ferid Vecdi (1878-1954), Ahmed
Emin (1886-1954), Hasan el-Benna (1906-1949), Seyyid Kutup (1906-1966),
ve Mevdudi (1903-1979) gibi isimlerle öne çıkmıştır.359 Onlar özellikle
özgürlüğü, akılcılığı, tabiatı ve fıtratı öne çıkarmışlar, mezhepçiliği ve taklidi
reddetmişlerdir.360
Öte yandan Musa Carullah Bigi ile Kırımlı Đsmail Gaspıralı (v. 1914)
gibi din ve düşünce adamlarının da “usûl-i cedid” adıyla yeni bir hareket
başlattıkları bilinmektedir. Bunlar içinde ilâhiyat konusunda tecdidin öncüsü
olan Musa Carullah “Rahmet-i Đlahiyye Bürhanları, Hallü Meseleti'l-kader, 359 Çelebi, Đlyas, “Mutezile’nin Klasik Đslam Düşüncesindeki Yeri ve Modern Döneme
Etkileri”, Kelam Araştırmaları, 2:2 (2004), s. 3–24. 360 Fazlur Rahman, Đslam: Sorunlar ve Fırsatlar (Đslâmî Yenilenme Makaleler I içinde, Çev.
Adil Çiftçi), Ank., 2004, s. 82; Çelebi, a.g.m., s. 16. Ayrıca bkz. Fazlur Rahman, Đslam’da
Canlandırma ve Reform Hareketleri, (Đslâmî Yenilenme Makaleler III içinde, Çev. Adil
Çiftçi), Ank. 2002, s. 35-58.
195
Büyük Mevzularda Ufak Fikirler, Halk Nazarında Bir Nice Mesele ve Ebü'l-
Alâ el-Maarrî (v. 449/1057)'den tercüme ettiği Lüzûmiyyât gibi çalışmalarında
taklidin reddi, tecdidin gerekliliği, aklın önemi ve insanın hür oluşu, teori
yerine pratiği vurgulayışı, imanda tasdik yanında amelin de gerekliliği gibi
konuları dile getirmesi, Đslam’ın fıtrat dini olduğunu vurgulayışı son derece
önemlidir.
XX. yüzyılın ikinci yarısında etkisini gösteren modernist Đslâmî
akımların, başta Fazlur Rahman (1919-1988), Muhammed Arkoun (1928- ),
Taha Cabir Alvâni (1935- ), Hasan Hanefi (1935- ), Muhammed Abid el-Cabiri
(1936- ) ve Roger Garaudy (1913- ) olmak üzere, ileri gelen entelektüelleri de
bireysel özgürlüklerin öne çıkarılması ve taklidin reddi, aklın yetki ve alanının
arttırılması, maksat ve gayenin öncelikle göz önünde bulundurulması,
maslahatın esas alınması, bilimsel verilere önem verilmesi ve mezheplerin
arasını bulmak gibi fikirleri paylaşmaktadırlar.361 Ayrıca XIX. yüzyılda
Afgani’yle başlayan ve bu asırda da zikredilen isimler tarafından temsil edilen
akım, Đbn Teymiyye anlayışına yakın olduğu için onun devamı olarak
“Neo/yeni Selefilik” şeklinde adlandırılmıştır. Mezhep taklidini yasaklayan ve
dinin asıllarına dönmeyi esas alan bu hareket, erken dönem
müslümanların/selefin anlayışıyla uyuşmakla birlikte, dinin anlaşılmasında
akılcılığa verdiği önemle Maturidi ve Mutezile ile de benzeşmektedir.362
Hindistan, Pakistan, Mısır, Türkiye ve Afrika’da gelişen bu
hareketlerin gayesi sadece Đslam’ın yabancı unsurlardan arındırılması değil,
aynı zamanda Kuran ve Sünnet’in her şeyi aşan otoritesini de yeniden aktif
hale getirmekti. Böylece ilk dönem Đslamiyetine dönmek mümkün olacaktı.
Bununla beraber aklın işlevsel hale getirilmesi yönündeki gayretin karşısında
gelenek vardı. Yani ortaya çıkan çatışmanın konusu akıl-vahiy değil, akıl-
gelenekti.363
361 Çelebi, “Mutezile’nin Klasik Đslam Düşüncesindeki Yeri”, s. 3–24. Bu dönemde Đslam
dünyasında ortaya çıkan çeşitli ıslahat hareketleriyle ilgili olarak bkz. Fazlur Rahman, Đslam,
s. 268-327 ve Özervarlı, M. Sait, Kelamda Yenilik Arayışları, Đst. 1998. 362 Uludağ, Đslam Düşüncesinin Yapısı, s. 36. 363 Fazlur Rahman, Đslam, s. 297.
196
Öte yandan birinci bölümde belirttiğimiz gibi, Batı felsefesinde katı
akılcılar, imanın objektif ve nesnel delillere dayanması gerektiğini savunmuş;
ama imanın herkesi ikna edecek şekilde kanıtlanamayacağından hareketle,
dinin irrasyonel olduğunu öne sürmüşlerdir. Fideistler ve agnostikler ise iman
ve akıl ilişkisini reddetmiş ve inanmayı tamamen iradeye bağlı kılmışlardır.
Buna karşın gerek Batı felsefesinin pozitivist akılcı yaklaşımını çürütmek ve
naklin arkasında kalmış olan aklı yeniden işlevsel konuma getirmek gayesiyle
ortaya çıkan modernist hareket, bunu bir ölçüde başarmıştır.
Bu hareketin öncüsü sayılabilecek isim Cemaleddin Afganî’dir.
Çalışmamızın bu bölümünde onun ve diğer bazı düşünürlerin konumuzla ilgili
görüşlerine yer vereceğiz.
2. 3. 1. Cemaleddin Afgânî
Đslam toplumuna fikri ve ahlaki standartların yükseltilmesi için genel
bir çağrıda bulunan isimlerin başında Cemaleddin Afganî gelir. Afgânî,
Đslam’ın ana ilkelerinde akıl veya bilimle uzlaşmayan hiçbir unsurun
bulunmadığını ifade etmiştir. Đnsanı merkeze alan bu söylem, temelde
“Đslam’ın amansız bir akıl düşmanı olmadığını” kanıtlamaya çalışmıştır.364 Bu,
bir anlamda Đslam’ın rasyonalist yapısına da vurgu yapmaktır.
Aslında bu görüş çok önceleri Kelam’da Mutezile ve Maturidilerce,
usulde de mütekellim fakihlerce dillendirilmişti. Buna göre akıl, vahyin
bahsettiği ya da bahsetmediği ahlaki fiillerin doğasını kavramak için yeterli
güce sahiptir.365 Vahiy bu gerçekleri teyid eder. Daha da önemlisi vahyin gayb
alemi dışındaki fonksiyonu, insanı ahlaki fiiller konusunda uyarmak veya
müjdelemektir. Yani hüküm illete, hikmete ve maslahata dayanır. Yoksa hiçbir
gayelilik, faydalılık veya gerekçe olmadan Allah’tan çıkmış kesin emirler
şeklinde değildir.366 Vahiy Allah’ın insanlara bir lütfudur.367 Halbuki
Abdulcebbar’a göre akıl bir lütuftur.368
364 Fazlur Rahman, Đslam, s. 301. 365 Đbn Hümam, el-Müsayere, Kahire trs., s. 35. 366 Şatıbî şer’i hükümlerin bir maksada matuf olduğunu belirttiği eserinde bu gayelerin insan
için olduğunu ifade eder. Bu çerçevede Şeriat insanın kudretinde olan şeyleri talep etmiş ve
insan bu kavrayabildiği ölçüde sorumluluk yüklenmiştir. Müellif eserinin bir bölümünü
197
Afganî, en temel insanî vasıf olan “akıllılık” özelliğine sık sık vurgu
yaparak, taklidin bu vasfı yaraladığını dolayısıyla dini de tahrip ettiğini ifade
etmiştir. Hatta taklid zihniyeti, akla ve dine verdiği zarardan dolayı
Materyalizm kadar tehlikelidir.369
Afganî, ilimde ve ahlakta gelişmeyi dört şeye bağlı görmüştür:
1- Aklın, doğru düşünmeyi engelleyen vehim ve hurafelerden
kurtulması ve tevhid esaslarına dayanan bir akidenin ortaya konması.
2- Fertlerin ve toplumların başkalarından daha az kabiliyetli
olmadıkların, her iyi ve güzel şeyi yapabileceklerine, peygamberlikten başka
her kemali elde edebileceklerine inanmaları. Nitekim Đslam, insanların bu
açılardan eşit olduğunu beyan etmiş, üstünlüğü akıl ve ahlaki fazilete
yüklemiştir.
3- Bilgi ve imanın sağlam delillere dayanması ve taklidle
yetinilmemesi. Đslam bu konuda belki de tek dindir. Zira mensuplarını
düşünmeye, akletmeye ve inanç esaslarını sağlam delillere dayandırmaya, zan
ve vehmin peşinden gitmemeye çağırır. Körü körüne başkalarının dediğini
diyen ve yolundan gidenleri kınar. Diğer dinlerse dinin dogmatik olduğu ön
kabulü üzerine oturur. Halbuki aklın mahiyetini kavrayamadığı bir şeyi,
eserleriyle tanıyıp bilmesi başka, imkansız gördüğü bir şeyi tasdike zorlanması
başkadır.
4- Her toplumda insanları iyiliğe sevk edip kötülüklerden
uzaklaştıracak rehberlerin ihdas edilmesi gereklidir.370
Afgani’nin diğer dinlerin dogmatik olduğunu öne sürmesi, bir
anlamda Batıda katı rasyonalist ve Fideist filozofların imanın akla
dayandırılamayacağı iddialarına da haklılık payı vermesi şeklinde anlaşılabilir.
Zira bu görüş, onların bu sonuca, dogmatik bir din olan Hıristiyanlık yüzünden
“Kitabu’l-Makasıd” başlığıyla bu konuya ayırmıştır. Bkz. Şatıbi, El-Muvafakat (Çev.
Mehmed Erdoğan) (I-IV), Đst. 2003, c. II. 367 Güler, “Đslam Anlayışımıza Dair”, s. 89. 368 Abdülcebbar, Usûli’l-Hamse, s. 64. 369 Đşcan, M. Zeki, M. Abduh’un Dini ve Siyasi Görüşleri, Đst., 1998, s. 236. 370 Karaman, Hayrettin, “Efgani” mad., D.Đ.A., c. X, s. 461.
198
vardığını göstermekle birlikte; akılcı bir din olan Đslam için bunun geçerli
olmadığını ifade etmektedir.
Afganî’nin Hindistan’dayken 1881’de “Hakikat-ı Mezheb-i Neyçiri
ve Beyan-ı Hal-i Nehçiriyan” adlı maddeciliğe karşı yazdığı reddiye
Muhammed Abduh tarafından “el-Red ale’l-Dehriyyîn” adıyla Arapçaya
çevrilmiştir. Bu eserinde de Đslam dininin faziletini ve akla verdiği önemi
anlatan Afganî, taklidi gelişmenin önündeki engellerden birisi olarak gördüğü
için reddettiğini vurgular. Çünkü mukallid, aklını ihmal ettiği için anlayış
kabiliyetini de kaybeder. Onun zihni, bir işten hüküm çıkarmak ya da ortaya
atılan fikirlerden yeni bir oluşum meydana getirmek gibi aklın en mühim
vazifelerini dahi yapamayacak kadar atalete uğrar ve nihayet sükut eder.371
Dolayısıyla Afgani, taklidi düşünceden uzak ve taklitçi düşünceyi
reddeden birisidir. Bu yüzden o, geçmiş bazı alimlerin görüşlerine saygı
göstermekle birlikte, onları bazı görüş ve tutumlarından dolayı eleştirme
cesaretini göstermiştir. Afgani’nin yaşadığı 19. Asrın şartları düşünüldüğünde
bunun ne derece zor ve önemli olduğu daha iyi anlaşılır. Her türlü mezhebin
egemen olduğu, zaman zaman insanların sırf mezheplerinden dolayı tekfir
edildiği bir ortamda o, mezheplerin dışına çıkabilmiş ve cesaretle taklide karşı
mücadele etmiştir.372
2. 3. 2. Muhammed Abduh
Afganî’den sonra Muhammed Abduh ve Seyyid Ahmed Han da aklı
yeniden işlevsel hale getirmeye çalıştılar. Onların temel anlayışı da Kur’an’ın
metodolojiisne benzeyen şekilde akıl yürütmenin zarureti üzerindedir.
Abduh’ın savunduğu tez, Đslam’ın aklı özgürleştirdiğidir. Đslam, taklid zincirini
kırmış ve aklı, hikmetine ve hükmüne göre karar verdiği kendi alanına irca
ettirmiştir. Ancak akıl, kendi gücüne kavuşmasına rağmen, sadece Allah’ın
önünde eğilecektir. Đnsan böylece iki büyük şeyi kazanır: Đrade özgürlüğü ve
söz-fikir özgürlüğü.373
371 Afganî, Cemaleddin, Tabiatçılığı Red, (Çev. Aziz Akpınarlı), Ank., 1956, s. 110. 372 Esen, Muammer, Afganî Kelamî ve Felsefî Görüşleri, Ank. 2006, s. 207-208. 373 Abduh, Tevhid Risalesi, s. 196.
199
Abduh, Müslümanların görevinin dini asli şekilde yaşamak olduğunu
vurguladıktan sonra şunları söylemiştir: “Şu iki hususu gerçekleştirmek ve
insanları ona çağırmak için bütün gücümle çalıştım: Bunlardan birisi
düşünceyi taklid zincirinden kurtararak dini tefrikaya düşmeden önce ilk
Müslümanların anladıkları şekilde anlamak, ikincisi Arapçayı ıslah
etmektir.”374 Anlaşılan, Abduh’un da Đbn Hazm, Đbn Teymiyye vb. taklid
karşıtları gibi düşüncesi, taklidin bir tefrika sebebi olduğudur. Bu yüzden o,
“Menar Tefsiri”nde “Đslam’ın taklid ve mezhep farklılaşması yüzünden
zayıflaması” başlığında taklidin Đslam aleminde sebep olduğu tahribatı
anlatmış, ve bunu sert bir şekilde tenkid etmiştir.375 Abduh’a göre müslümanlar
taklidi reddetmeli ve ilk müslümanlar gibi Kur’an’ı kendileri anlamaya
çalışmalıdırlar.376
O, “Tevhid Risalesi” adlı eserinde tevhidin kaynaklarını tespit için
sadece Kur’an’ı ve çok az sayıdaki Peygamber hadisini kullanmıştır. Abduh
eserin giriş kısmında Đslam dininin Tevhid dini olduğunu vurgulamış ve bunun
farklı temellere oturmadığına dikkat çekmiştir: “Her insana farz olan görev
Allah’ı ve O’nun kemal sıfatlarını bilmek ve körü körüne nakle bağlanarak
değil, akli delillere dayanarak O’nun peygamberlerine iman etmektir. Đşte
Kur’an’ın bize öğrettiği gerçek budur. Kur’an bunun için aklımızı
kullanmamızı ister. Aynı şekilde atalarının yoluna uyan kimselerin başlarına
gelenleri haber vererek bizi taklidden uzaklaştırmaya çalışır. Zira taklitçi
milletler taklid sınırları içine kapanarak hayatlarının dayandığı temelleri
yıktılar. Ve neticede milli varlıklarını kaybettiler. Kur’an’ın söylediği haktır.
Çünkü taklid hem hak hem de batıl için olabilir. Öyleyse taklid hayvan için
mazur görülebilir. Ancak bu bir dalalet oluştursa da insanla
bağdaştırılmaz.”377
374 Abduh, Muhammed, Tevhid Risalesi, Ank. 1986, s. 49. 375 Rıza, Tefsirü’l-Menâr, c. II, s. 76. 376 Şehhade, Abdullah Mahmud, Menhecü'l-Đmam Muhammed Abduh fî Tefsiri'l-Kur'âni'l-
Kerim, Kahire 1984, s. 53. 377 Abduh, a.g.e., s. 88.
200
Abduh’a göre taklide boyun eğmek, Kur’an’ın yerine masum
olmayan insanların sözlerini mutlak hakikat olarak benimsemektir. Bir başka
ifadeyle taklid, Müslümanları Allah’ın kitabı yerine üstadların sözleriyle amel
eden insanlar durumuna düşürmektir.378 Halbuki Đslam dini, ataları olduğu gibi
taklid etmeyi “ahmaklık” ve “sefihlik” olarak tanımlamakta ve onlara
bağlanmayı men etmektedir. Çünkü daha önce gelmiş olanların ne irfan ne akıl
ne de fikir yönünden üstünlüğü yoktur. Bilakis sonraki nesiller geçmişteki
olayları bilir, onun üzerinde düşünür ve onlardan faydalı sonuçlar çıkartarak
ibret alırlar. Onların ulaştıkları bu sonuçlar sonraki nesiller için ilham kaynağı
olur.379 Aksi halde öncekilerin başına gelen onların da başına gelebilir. “De ki,
yeryüzünde gezip dolaşın. Sonra da yalanlayanların nasıl bir akıbete uğradığın
bakın…”380 Görüldüğü gibi Abduh, taklidi reddeden diğer düşünürler gibi,
fikirlerini Kur’an’ın “atalar dinine” uymayı reddetmesiyle
temellendirmektedir.381
Bunun yanında o, kelamcıların yaptığı gibi, tabiatın da iman ve
akletme için bir obje olduğuna vurgu yapmıştır. Ona göre Đslam Dini, fıtratta
saklı olan potansiyeli açığa çıkarmış; kainattan elde edilen bilgi ve olgular
arasındaki ilişkiyle hakikati bulma imkanı sağlamıştır. Nitekim Đslam hak
ehlini ““sözü dinleyenler ve onun en güzeline tabi olanlar”382 şeklinde tarif
etmiştir. Ayrıca Đslam otorite olmak isteyen reislere karşı çıkmıştır. Onları,
hükmetme konumundan çıkarıp, onların da ümmet tarafından gözetim altında
olduğu gerçeğini ortaya koymuştur.383
Abduh’un kaydettiğine göre taklid, insanın akıl ve fikir özelliğini
sınırlandırmaktadır. Halbuki amellerin sınırlarını belirlemede ve Şer’i esasları
vaz’ etmede Allah, tektir. Onun bu vasfını belirten ismi “Samet”tir.384 Bu
378 Abduh, Muhammed, Tefsirü Cüz’i Amme, Kahire 1904, s. 176. 379 Abduh, Tevhid Risalesi, s. 195-196. 380 En’am, 6/11. 381 Şehhade, Menhecü'l-Đmam, s. 53. Abduh’un bunun için zikrettiği ayetler, Lokman, 31/21 ve
Zuhruf, 43/22’dir. Bkz. Abduh, Tevhid Risalesi, s. 196; Rıza, Tefsirü’l-Menar, c. II, s. 90. 382 Zümer, 39/18. 383 Abduh, a.g.e., s. 195. 384 Đhlas, 112/2.
201
yüzden herhangi bir şahıs ya da mezhebin kendiliğinden vahyin konumunu
tespit etmesi caiz değildir. Aslında her insanın Kur’an’dan faydalanma imkanı
eşittir. Eğer anlayamadıkları hususlar varsa başkasına sorulabilir. Bunun
yanında tüm insanların Kitabı öğrenme ve anlama sorumluluğu vardır. Böyle
yapılmadığı takdirde görüşler karışıklığa götürecek kadar çoğalır. Bunlara
dayalı mezhepler Kitabın önüne geçer. Böylece Kur’an’ın anlamı kalmaz ve
indirilmesinin hikmeti ortadan kalkar. Halk masum olmayanların sözüne
bağlanır ve Hz. Peygamber’i terk eder.385
Abduh, taklidin sebebini cebrî tutuma bağlamaktadır. Bu, bireyin
Allah karşısında iradesi ve gücü olmadığını kabul eden zihniyetin bir ürünüdür.
Bunun neticesinde fert, hem şahsiyetini ve özgüvenini kaybetmekte hem de
kendisini bir başkasına bağımlı hissetmektedir.386
Đslam aleminin siyasi ve kültürel zafiyetlerinin kaynağını da büyük
ölçüde aklın ataletine ve taklid zihniyetine bağlayan Abduh’a göre “toplumsal
ıslahın temel şartlarından birisi, asırlardır mezhep otoritesiyle perçinlenen
nasların bir tarafa atılarak, aklın iktidarını egemen kılmak ve bütün meselelerin
serbestçe tenkidinin yapılmasıdır.”387 Aklın hakim kılınmasının ilk şartı ise
taklid zincirini kırmaktır. Çünkü fikir, ancak mutlak hürriyette çalışabilir. Đslam
düşünceyi tüm bağlardan kurtarmak ve aklın otonomluğunu sağlamak için
gelmiştir. Đşte bu yüzden müslümanlar taklidi terk etmelidirler.388 Taklid, Đslam
aleminde ilk iki asırda görülmemesine rağmen sonraki nesiller bu gaflete düştü
ve öncekilerin yolundan gitmeyi dindarlık olarak addetti. Hâlbuki bu alışkanlık
hem Đslam toplumunun mezhep ve fırkalara bölünmesine hem de
Müslümanların diğer milletlerden geri kalmasına sebep oldu.389
Görüldüğü gibi, onun bu konudaki fikirleri oldukça açık ve etkindir.
Bir taraftan aklın işlevselliğiyle ilgili gayretleri, XIX. yüzyıl Batı felsefesinde,
dinin “akıl dışı” olduğu iddialarına cevap niteliği taşımaktadır. Đkincisi, dinin
385 Abduh, Tefsirü Cüz’i Amme, s. 176. 386 Đşcan, M. Abduh’un Dini ve Siyasi Görüşleri, s. 239. 387 Şehhade, Menhecü'l-Đmam, s. 54. 388 Abduh, Tevhid Risalesi, s. 196-201. 389 Rıza, Tefsirü’l-Menâr, c. II, s. 76.
202
asıl kaynaklarından öğrenilmesi gerektiğini savunurken Selefin yaklaşımını
yansıtmıştır. Nitekim kendisi ve kendisi gibi düşünen modernistler, selefiliğin
üçüncü dönemi olarak kabul edilebilir.390
Đslam dünyasında taklide karşı bir diğer katı tutum Seyyid Ahmed
Han tarafından ortaya kondu. Seyyid Ahmed Han bununla ilgili görüşlerini, şu
ifadeleri özetlemektedir: “Eğer halk taklidi bırakmaz, Kur’an ve hadiste
mevcut nuru araştırmaz ve din ile günümüz ilmini uzlaştırmaz ise Đslam
Hindistan’da yok olup gidecektir.”391 “Đnsanlar, taklidle birlikte atalarının
örflerini başka bir tanrı olarak görmeye başlamışlar; aynı şekilde son
Peygamber Hz. Muhammed’in yanında kendilerine yeni peygamberler yaratıp,
Kur’anın yanında da kitaplar edinmişlerdir. Bu yanlış tanrılara, ek kitaplara
ve sözde peygamberlere atamız Đbrahim (as)’ı yaptığını yapıp, hak dinle gerçek
irtibatı yeniden kurmak gerekir.”392
Abduh ve Seyyid Ahmed Han gibi Reşid Rıza da mezhep taklidini
sert bir şekilde reddetmiştir. O, Tefsirinde Bakara, 2/166. ayeti yorumlarken şu
ifadelere yer vermektedir: “Başka insanların din anlayışlarına ve görüşlerine
uydukları için bu ayet mukallidler için sarsıntı vericidir. Taklid ettikleri
kimseler ölü ya da diri fark etmez. Taklid edilen konunun akaid, ibadet ya da
ahkam olması da önemli değildir. Bunlardan herhangi birinde başkasını taklid
eden kimseler, taklid ettiklerinin kendilerinden uzaklaşıp yalnız
bırakılacaklarını ve azaba düşeceklerini bilmelidirler. Çünkü mukallidin
arkasından gittiği kimse, günahtan masum değildir. Ne bir tanrı ne de
peygamberdir. Ancak Allah ve Resulünün yolu takip edilebilir.”393
2. 3. 3. Musa Carullah Bigi
Taklidi Müslümanların geri kalmasının sebepleri arasında gören bir
diğer düşünür Tatar alimi ve düşünürü olan Musa Carullah Bigi’dir.
Yenileşmeyi savunan, ictihadın serbest olması gerektiğine inanan ve
görüşlerinde Selefi ve tasavvufi unsurların ağır bastığı Musa Carullah, Đslam
390 Fahri, Đslam Felsefesi Tarihi, s. 413-428. 391 Fazlur Rahman, Đslam, s. 320. 392 Đşcan, M. Abduh’un Dini ve Siyasi Görüşleri, s. 236. 393 Rıza, Tefsirü’l-Menâr, c. II, s. 79, 82.
203
dünyasının gerilemesinin sebebini taklide bağlamıştır. Ona göre Đslam
aleminde taklid kadar zararlı bir musibet olmamıştır. Bu afet hem akıllara hem
de gönüllere sekte vurmuş; Đslam dinini de bir hayat dini olmaktan çıkarmıştır.
Son asırda ortaya çıkan siyasi ve sosyal sıkıntıların temel sebebi de takliddir.
Söz konusu taklidin iki boyutu vardır: Birincisi, geçmişi taklid; ikincisi ise
Batıyı taklid.394
Đslam dininin aslında akla önem veren bir din olduğundan dolayı,
çeşitli ictihadlar ve mezheplerin varlığına dikkat çeken Musa Carullah,
mezhebin değil, taassubun karşısındadır.395 Bunun için müslümanların ictihad
özgürlüğünü kabul etmesi ve mezhepleşmeyi düşmanlığa çevirmemesi
gerekmektedir. Böyle bir düşünceden hareketle tabii olarak mezhepler ortaya
çıkacak ama bunların bağlayıcılığı ya da birbirine üstünlüğü söz konusu
olmayacaktır.396
Ayrıca geleneği oluşturan değerlere sahip çıkılması ve tarihi mirasın
ayak bağı olarak görülmemesi veya bu hale getirilmemesi gerekmektedir.
Esasen Kuran ve Sünnet varken, dini kültürün birer unsuru olan mezheplerden
birisine ait olmak veya onları taklid etmek vacip değildir. Hatta Carullah, “var
olan ya da var olacak mezheplerden birini taklid etmek vaciptir demenin, o
mezheple Kuran nesh kılındı anlamına geleceğini” iddia etmiştir.397
Daha önce, taklidin ortaya çıkmasının sebeplerinden birisinin,
toplumun belli başlı ilim adamlarına aşırı saygı ve tazim duyguları beslemesi
onları “ilimde ulaşılamaz” kabul etmeleri olduğunu belirtmiştik. Bigiyef’e göre
bu, büyük müctehidlere hürmet değil; Đslam’a yapılmış en büyük haksızlıktır.
Ömür boyu bir kişinin şahsi görüşleriyle iman edip onunla amel etmek, o
görüşlerde taassup ederek şer’i nasları ta’til etmek; dinin kaynaklarından
uzaklaşmak ve cehaleti hakim kılmak anlamına gelir. Buysa o alimlerin
muradına tamamen aykırıdır. Bununla ilgili Bigiyef şunları kaydetmektedir:
“Ben Đslam aleminde zahir olan bütün mezheplere mukallidlerin her birinden
394 Görmez, Mehmet, Musa Carullah Bigiyef, Ank. 1994, s. 129-130. 395 Bigi, Musa Carullah, Büyük Mevzularda Ufak Fikirler, Ank., 2001, s. 24. 396 Musa Carullah, Büyük Mevzularda Ufak Fikirler, s. 25. 397 Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s. 131.
204
elbette fazla ihtiram ederim. Ancak yakınî imanın gereği, Đslamiyetin bütün
mezheplerden üstün olduğuna itikad ederim. Đslamiyeti mezheplerin birisine
yahut hepsine hasretmek müctehidlere hürmet olmaz. Zira böyle bir dava
Đslamiyeti neshetmek derecesine indirir. Binaenaleyh ben, fakihlerin
mezheplerini, kelamcıların cedellerini, sufilerin hayallerini, filozofların
kıyaslarını siyasetçilerin hevalarını, sosyologların teorilerini hiçbir suretle
Kuranın ayetlerine Hz. Peygamberin sünnetlerine takdim etmem.”398
Öte yandan Đslam’ın herkese açık şeffaf bir din olması ve Allah’ın
dini anlaşılır kılmış olması da dinde taklidin batıl olmasına sebeptir.399 Buna
karşın dinde birtakım sırlar ve gizli hakikatler olduğunu iddia ederek, onu
kendi otoriteleri altına almak isteyenler halkı Đslam’dan uzaklaştırmışlardır. Bu
çerçevede şöyle der Bigiyef: “Bizim Đslam Hukukunda dini sırlar yoktur. Dini
bir hakikati ya da ilmi bir meseleyi halktan gizlemek de yoktur. hakikatin
gizlenmesinde bir fayda, bilinmesinde bir zarar siyasette olursa da saf ve
sadece ilmi meselelerde bunun hiçbir zaman bir faydası olmaz. Geçmiş
dinlerin rahipleri, kahinleri, dinde “esrar” fikrini kullanıp, kendi çıkarlarına
yarayan “gizlilikten” faydalanmışlarsa da, Đslamiyet böyle “esrar” ve
“gizlilik” felsefesinden faydalanmak gibi siyaswtlerden temizdir…”400
Musa Carullah da Đbn Hazm gibi, dini anlama ve dini meseleler
hakkında bilgi sahibi olma konusunda “havas-avam” ayrımına karşıdır:
“Kâhinlerin “esrar”larında gizlilik felsefeleri eski zamanlarda kendi
çıkarlarına hizmet etmiştir. Fakat ilmi meselelerin gizlilikleri hiçbir millete
yarar sağlamamıştır. ‘Ben tahammül ederim, fakat aman gizle, avam buna
tahammül edemez; sabret vakti gelir söylersin!’ felsefesi, kendilerine çok büyük
değer verip insanları aşağılayan kendini beğenmiş “hakim”lere yakışabilir bir
kibir felsefesidir… Đslam’ın akidesini böyle tedbirlerle korumaya çalışmak bir
zaaftır. Đslamiyetin senin benim tedbirlerime ihtiyacı yoktur. Bir değil,
398 el-Maarrî, Ebu’l A’lâ, Lüzumiyyât, (Şerh Musa Carullah), y.y., 1907, s. 187-188. 399 Bkz. Yusuf, 12/2. 400 Bigi, Musa Carullah, Rahmeti Đlahiye Burhanları, (Sad. Hikmet Akpur, Evrensel Kurtuluş –
Çıkış Yolu-), Đst., 1991, s. 68.
205
milyonlarca senin benim gibilerin hücumlarıyla Đslamiyetin bir direği ya da bir
dalı düşmemiştir.
Dini anlamada Türk de birdir, Arap da. Dini meseleleri nasıl
söylersen söyle hiçbir insana zarar gelmez. Ancak öyle bir zaman geldi ki,
Đslam alimleri, Hıristiyan papazlarını taklid ederek, güya yalnız kendilerince
bilinmesi gereken meseleleri “avam” diye aşağıladıkları insanlardan gizleme
yoluna girdiler. Bu ise sadece Đslam’ın büyüklüğüne, dolayısıyla insanlara
zarar verdi.”401 Esasen, onun kendisinden on asır önce benzer fikirleri ortaya
koyan Đbn Hazm’la aynı eleştirileri yapmış olması, müslümanların asırlardır
aynı sorunları yaşadığını da göstermektedir.
Çağdaş Đslam düşünürlerinin söylemine hakim olan Kur’an ve
Sünnet’e geri dönme ve taklidi terk etme düşüncesi Türkiye’de de taraf
bulmuştur. Bunun en iyi örneklerinden birisi Mehmet Akif Ersoy’dur (v.
1936). Özellikle Đslam âleminin içinde bulunduğu üzücü durumu konu edinmiş
olan Mehmet Akif Ersoy, yazılarında taklid karşıtlığını belirgin bir biçimde
ortaya koymuştur. O, “Sebil’r-Reşad” dergisinde yayımlanan tefsirlerinde
Bakara, 2/170. ayeti yorumlarken, şu ifadeleri kullanır: “Tercüme ettiğimiz
nazm-ı celilin üslub-ı hakimine dikkat olunursa görülür ki; körü körüne taklid
edenleri, yani görenek denilen o “akaid-i batıla hülasasının” kuyruğuna
yapışıp gidenleri; Allah’ü zü’l-Celal’in lisan-ı şeriatla, lisan-ı fıtratla tebliğ
eylediği hakikatlere karşı gözlerini yumup kulaklarını tıkayanları, Hallak-ı
Azim, velev ‘itab olsun, hitabına layık görmüyor da onların halini hikaye
suretinde beyan buyuruyor. Anlayana bundan büyük ibret, görenekçiler için de
bu kadar ağır bir hakaret olamaz.
Hakikat, gerek dine, gerek dünyaya ait işlerde evâmir-i ilahiyyeyi
dinlemek; kendi aklının, kendi vicdanının hükmünü iptal ile başkalarının
evhamına tapınmak kadar saçma bir hareket mutasavver midir?”402
Akif, dinin aslından oldukça uzak hale getirildiğini ve bidatlere
boğulduğunu şu sözleriyle belirtmektedir: “Emr-i dini taklid ile kaim bilmenin
401 Musa Carullah, Rahmeti Đlahiye Burhanları, s. 69-70. 402 Abdülkadiroğlu, Abdülkerim-Nuran, Mehmed Akif’in Kur’an-ı Kerimi Tefsiri, Ank. 1992, s.
64-65.
206
seyyiesidir ki batından batına birer ikişer bid’at, üçer beşer hurafe miras ola
ola bugün akaidimiz, tâatımız, muâmelâtımız âdeta hurâfe mecmuası, bid’at
yığını haline gelmiş! Dinin şekl-i sahihini kolay kolay tahattur bile edemiyoruz!
Bugün bir bid’at-ı seyyieyi dinden çıkarıp atmak dinin en büyük erkanından
birini yıkmak demektir; belki ondan ziyade galeyanı mûcib olur!
Görenek dinimizi tahrip ettiği kadar dünyamızı da etmiştir. Zaten
Müslümanlıkta din ile dünya birbirinden ayrılmaz ki. Đşte tarih meydanda
duruyor. Millet-i Đslamiyye şeriatı safvet-i asliyesiyle muhafaza ettikçe hem
dini, hem de dünyası mamur imiş; o dini böyle bir sürü bid’atla bulandırınca
hüsrandan hüsrana düşmüş.
Ne garibdir ki; şarkta, garbda, şimalde, cenubda hasılı dünyanın her
tarafında, milletin avam kısmı “atalarımızdan böyle gördük” velvele-i itirazını
her nidâyı irşada karşı müdhiş, en müstahkem bir siper gibi yükseltir dururken;
müteffekir olması icab eden havâs tabakası atalarından gördüğü iyi şeyleri de
mutlaka atmak, hüviyeti milliyelerini tepeden tırnağa kadar değiştirmek
sevdasında! Yeniliği iyiliğinden, husûsiyle lüzumundan dolayı almak; eskiyi de
fenalığı sabit olduğu için atmak kimsenin aklına, daha doğrusu işine
gelmiyor!”403
Neticede varlığını taklide dayandırmış olan bir millet olduğumuzu
vurgulayan Akif, böyle bir anlayışla gerçek anlamda bir kimlik sahibi
olamayacağımızı ifade etmektedir. “Dini taklid, dünyası taklid, âdâtı taklid,
kıyafeti taklid, selâmı taklid, kelamı taklid hülasa her şeyi taklid olan bir
milletin efradı da insan taklidi demektir ki kabil değil, hakiki bir hey’et-i
ictimaiye vücuda getiremez; binaenaleyh yaşayamaz.”404
Đhyacı ve modernistlere göre Đslam dünyasında belirli bir süreden
sonra geçmişe sarılma ve geleneği tavizsiz bir biçimde takip ve taklid etme
anlayışı derin bir biçimde yerleşmiştir. Eski formülasyonları korumaya yönelik
bu tavır, taklidle ayakta durmuştur. Bu yüzden taklid ve mezhep taassubu, 19.
asırda başlayan ihya ve modernist hareketlerin biricik konusu olmuştur. Belki
de bu dönemin belirgin tutumu, mezhep taassubundan, her halükarda bir
403 Abdülkadiroğlu, Mehmed Akif’in Kur’an-ı Kerimi Tefsiri Ersoy, Sebilü’r-Reşad, s. 65. 404 Abdülkadiroğlu, a.g.e., aynı yer.
207
mezhebi taklitten uzaklaşması, fikir yürütme, tercih ve eleştirilere yer verme ve
körü körüne bağlanmayı reddetmesidir.405 Bu bağlamda Şiblî Numânî (1857-
1914) ve Đzmirli Đsmail Hakkı’nın yanı sıra günümüzde Yusuf el-Kardavi’nin
(1926- ) de bu sorunu tespit ettiklerini ve benzer sebeplerle taklidin terk
edilmesi gerektiğini ifade ettiklerini belirtmeliyiz.406
Nitekim, düşüncesini aklın işlevselliği üzerine bina etmiş olan Fazlur
Rahman ise tabiatla insan arasında bir benzetme ve sonrasında kıyas yaparak
insanın vazifesini ortaya çıkarır. Buna göre evrendeki her şey özüne
yerleştirilmiş kanunlar çerçevesinde Allah’ın emriyle cereyan etmektedir. Bu
anlamda kainat müslümandır. Yani Allah’ın emrine teslim olmuştur. Bu
evrensel kanunun tek istisnası insandır. Çünkü emredileni yapıp yapmama
tercihi sadece insana verilmiştir.407
Đnsanla diğer mahlukat arasındaki fark şudur: Bütün mahlukat kendi
mahiyetinin gereğini otomatik olarak yerine getirirken; insan emredileni kendi
iradesiyle ifa etmektedir. Đşte buradaki buyrukluğu ahlakî olana çevirmek, hem
insan için çok yüksek bir yetkidir hem de onun yegane riskidir. Allah’ın
insanla yaptığı ana sözleşmenin anlamı da budur. “Rabbin, âdemoğullarından
bütün nesilleri çıkardığı zaman onları kendilerine şahit tutarak: ‘Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?’ diye sordu. Onlar da: ‘Evet, Rabbimizsin, buna
şahidiz’ dediler. Böylece kıyamet günü biz bundan habersizdik demeyesiniz.
Daha önce babalarımız şirk koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesil
olduğumuz için (şartlandırıldık). Bizi bundan dolayı cezalandıracak mısınız?
Diye söylemeyesiniz.”408 Anlatılmak istenen şudur: Bütün insanlar ve
toplumlar devamlı kendi vicdanlarını araştırmalıdır. Kalplere nakşedilmiş bu
“ana sözleşme” gereği, hiçbir fert “atalarının” kurulmuş düzenleri ve ırsî
hafızaları tarafından şartlandırılmış olma bahanesine sığınamaz. Đşte
405 Özervarlı, Kelamda Yenilik Arayışları, s. 128-129. 406 el-Kardavi, Yusuf, Kur’an ve Sünnet Işığında Öncelikli Meseleler Fıkhı, (çev. Abdullah
Gündüz), Đst., 2007, s. 78-80; Özervarlı, a.g.e., aynı yer. 407 Şems, 91/7-10. 408 Araf, 7/172-173.
208
peygamberlerin en önemli görevleri insanların kalbindeki bu şifreli yazıyı
çözebilmesi için vicdanını uyandırmaktır.409
Müslümanların Kur’an’ı anlamak için yeterli gayreti göstermesi
gerektiğini, bunun için de sağlam bir yöntem belirlemesinin zorunluluğuna
vurgu yapan Fazlur Rahman, herkesten daha fazla imtiyazlı bir zihnin otorite
haline getirilmesinin sakıncalarından bahsetmektedir. Bir fazilet ve bilgi
abidesinin her konuda nihai ictihadda bulunacağını düşünmek hem saflıktır
hem de tehlikelidir. Düşünen insanlar din üzerinde kafa yoracaktır. Elbette
bunların bir kısmı daha iyi diğeri daha zayıf kalabilir. Nitekim Đslam’ın ilk
dönemlerinde atalarımız da böyle yapmıştı. Ne var ki, başta teşekkül asırları
olmak üzere, sonraki dönemlerde Đslam’ın gelişimi konusundaki genel
bilgisizliğimizden dolayı, kendileriyle beraber yaşadığımız sosyal, siyasi ve
ekonomik kurumları neredeyse Kur’an’dan daha kutsal bir otorite olarak kabul
ettik.410
Son iki asırda Đslam düşünürlerinin taklid olgusuyla ilgili olarak
şöyle bir sonuç çıkartmak mümkündür: Modernist ve ihyacı hareketi sosyal ve
siyasal gelişmelerden bağımsız okumak hatalı olacaktır. Şöyle ki, aydınlanma
dönemi ve endüstri devriminden sonra Batı’nın bilim, teknoloji, ekonomik ve
askeri güç alanlarında elde ettiği güç, bütün dünyayı olduğu gibi Doğu’yu da
siyasal, sosyal ve kültürel açıdan etkisi altına almıştır. Doğunun sürekli
yenilgiye uğraması ve Đslam ülkelerinin önemli bir kısmının işgal edilerek
sömürge haline getirilmesi de bu süreci sonuçları arasındadır. Bu
mağlubiyetler, uzun zamandan beri ilmi ve fikri hayatında bir durgunluk
yaşayan Đslam dünyasında, gittikçe derinleşen ve canlanan bir uyanışa ve
hareketliliğe sebep olmuştur.411 Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu hareketler
Đslam toplumunda ortaya çıkan ihyacı ve modernist hareketlerdir.
Đbn Hazm ve sonrasında Đbn Teymiyye ile başlayan ve Şah
Veliyyullah’a kadar uzanan bu süreç, XIX. asırda Cemaleddin Afgani’yle
409 Fazlur Rahman, Ana Konularıyla, s. 68-69. 410 Fazlur Rahman, Đslam: Sorunlar ve Fırsatlar, s. 92-93. 411 Karaman, Hayrettin, “Modernist Proje ve Đctihad” (Haz. Ahmet Yaman, Makâsıd ve Đctihad,
s. 429-439), s. 429.
209
birlikte yeniden canlanmıştır. Her ne kadar modernist ya da ihyacıların temel
düşünce ve metodolojilerinde farklılıklar mevcutsa da, ortak noktalardan birisi
taklid olgusuna karşı menfi tavırdır. Mutezile ve Maturidi çizgisine yakın bir
biçimde aklın özgürlüğünü savunan bu düşünürler, taklidin sosyal hayatta da
yansımalarını dikkate alarak daha geniş bir biçimde yorumlamış ve sorunun
büyük zararlarına dikkat çekmişlerdir. Bunun bir benzeri, Đbn Hazm tarafından
geliştirilen teoride savunulmuş ve taklid, dinin her alanında reddedilmiştir. Her
iki zihniyetinde ortak noktası taklidin mezhepler bağlamında gerçekleştiği ve
taassuba neden olduğudur.
Bunun yanında taklidin yaygınlaşması ve aklın, fikrin gelişimin
dumura uğraması büyük ölçüde gelenekselci anlayıştan kaynaklanır. Nitekim
Hasan Hanefi, insanların taklide yönelmesini toplumların gelenekselcilikten
kaynaklanan yapılarına bağlar. Zira geleneksel toplumlarda, fertler çeşitli
vesayetler altındadırlar. Adetler, gelenekler, atalar, önderler, büyücüler,
kahinler vs. kusurlu ve anlayıştan mahrum olduğu ilan edilen insanın
yardımına koşarlar. Bunun için insanın tutunduğu yegane yol takliddir. Bu
nedenledir ki yabancı güçler, hâkimiyetleri altındaki toplumlarda böylesi
sınıfları ve unsurları desteklerler, çünkü bu sınıflar kitle psikolojisini yabancı
vesayetine hazırlarlar.
Buna karşılık, rasyonel delil otorite delilinin yerini alır almaz bir
kurtuluş hareketi başlar. Çünkü insan, bilmeye muktedirdir. Dışarıdan gelen
hiçbir yardıma muhtaç değildir. Đnsan duyuyu, tecrübeyi ve olgusal tahlili
içeren akla dayanır. Yabancı güçlerin yürüttüğü mistikleştirme ve sahtekârlık
süreçleri keşfedilir ve gün ışığına çıkarılır.412
Klasik ve çağdaş modernistlerin geliştirdikleri akla dayalı bu söylem,
Batı’da ortaya atılan iman-akıl karşıtlığına tepki niteliğindedir. Ayrıca,
müslüman toplumlarda mevcut olumsuzlukların sebebini büyük ölçüde taklide
ve fikri atalete bağlayan ve uyanışı dinin asıllarına dönmekle mümkün gören
ihyacı modernist hareketin bu yaklaşımı son derece önemlidir.
412 Hanefi, “Müslüman Aklının Eleştirisi.”, s. 124.
210
3. Taklid ve Tahkikle Đlgili Görüşlerin Değerlendirilmesi
Taklidi savunanların görüşleri ve karşıt düşünceleri ortaya
koyduktan sonra, bu argümanları genel bir değerlendirmesini yapmak istiyoruz.
Đslam düşüncesinde taklid problemine ilişkin eleştirilerin, iki farklı bağlamda
ele alındığını görmekteyiz. Bunların birincisi mütekellimlerin yaklaşımı, diğeri
ise Đbn Hazm ve çağdaşlarıyla başlayıp, Đbn Teymiyye, Đbn Kayyım vb.
Selefilerle devam eden ve sonunda modern dönem Đslam düşünürleriyle temsil
edilen yaklaşımdır. Birincisi, akıl yürütmenin zaruri olduğundan hareketle,
imanın aklî temellere dayanması gerektiğini savunmakta ve taklidî imanı
reddetmektedir. Đkincisi ise, Kur’an ve Sünnet’ten başka bir otoritenin ardından
gitmenin, Đslam’dan uzaklaşma anlamına geldiğini öne sürerek, herhangi bir
şahıs ya da mezhebi taklid etmeyi reddetmektedir. Böylece, bu iki düşüncenin
taklid kavramına yükledikleri anlamın da farklı olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü
mütekellimler taklidi, “kanıtlara dayanmayan iman” şeklinde tarif ederken;413
Đbn Hazm ve onun gibi düşünenler, “Allah ve Resulünden başka birisine tabi
olmak” şeklinde tanımlamışlardır.414
Taklidî imanı savunan kesimin temel dayanağı nazar ve istidlalin
vacip olmadığı ve bunun Hz. Peygamber tarafından da zorunlu kılınmadığı
şeklindedir.415 Buna karşın Kelam ekollerinin tamamının nazar ve istidlal
olgusunu kabul ettiğini görmekteyiz.416 Maturidi, Eş’ari ve Kadı Abdulcebbar
kesin bir biçimde taklid zihniyetini reddetmişlerdir.417 Onların bu meseledeki
anlayışları, imanda aklın işlevselliğine dayanır.418 Buna göre mütekellimlerin
taklid karşıtı delillerini ise şöyle özetleyip değerlendirebiliriz:
413 Abdulcabbar, Usuli’l-Hamse, s. 61; Cüveyni, Kitabu’l-Đctihad, s. 96. 414 Đbn Hazm, el-Đhkâm, c. II, s. 793; Maverdi, el-Havi'l-Kebir, c. I, s. 15; Şevkani, Đrşadü'l-
fuhul, s. 265. 415 Eş’ari, el-Đstihsan, s. 87-88; Amidî, el-Đhkam, c. III, s. 349; Debûsî, Takvimu’l-Edille, s.
389. 416 Đbn Fûrek, Mücerred Makalat, s. 248; Nesefi, Tabsira, c. I, s. 20; Pezdevi, Usulü’d-Din, s.
299; Abdulcebbar, a.g.e., s. 39. 417 Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, 3, 4, 7, 608; Taftazani, Şerhu’l-Makasıd, c. V, s. 221. 418 Ancak özellikle Eş’ari’nin taklidî imana karşı oluşuna rağmen takipçilerinin taklidi
meşrulaştırmaları ve aklın etkinliğini geri plana iten düşünce yapıları Đbn Rüşd tarafından
211
1- Kur’an’da nazar ve tefekkürü reddettiği öne sürülen ayetler,
bağlamından koparılarak yorumlandığı için böyle bir iddiada bulunulmuştur.
Çünkü söz konusu ayetlerden Mümin, 40/4, Mekke putperestlerinin Kur’an’ı
reddetmek için ortaya çıkardıkları tartışmadan bahsetmektedir.419 Zuhruf,
43/58. ayetinse nazar ve istidlali olumsuzlamakla ilgisi yoktur. 420 O halde
“cedel” kendi başına olumsuzlanan bir yöntem değildir. Çünkü Kuran,
“onlarla en iyi şekilde mücadele et”421 ve “ehli kitapla ancak güzel bir şekilde
mücadele edin”422 buyururken, mücadelenin –fikri olsun fiziki olsun- güzel
yöntemle olması durumunda geçerli hatta gerekli olduğunu vurgulamıştır.
Ayrıca, Al-i Đmran, 3/190-191, Muhammed, 47/10 ve Gaşiye 88/17-21 açıkça
tefekkürü emretmektedir. Bu yüzden, Allah’ı bilmek Haşviyye hariç, Mutezile,
Şia, Maturidi ve Eş’arilere göre icmayla vacip kabul edilmiştir.423
2- Akletmeyi, tahkiki ve fikir yürütmeyi, insanların akidelerinde
şüpheye ve dalalete yol açar diye reddetmek, doğru bir yaklaşım değildir.
Çünkü akletmenin kendisi özü itibariyle faydalı bir iştir. Zaten insan bu
özelliğiyle tabiatta diğer canlılardan ayrılır.424 Nitekim Kuranda bununla ilgili
birçok ayet olduğuna işaret etmiştik. Bu ayet tefekkürün konumunu açıkça
ortaya koymaktadır: “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri
eleştirilmiştir. Đbn Rüşd’e göre, Eş’ariliğin sebep-sonuç ilişkisine karşı oluşu, gerçekler
dünyasının unutulup her şeyin himmete, ruhani tasarruf ve kerametlerle halledildiği hayali bir
dünya anlayışının hakim olmasına yol açtı. Artık her şeye rıza göstermek, kayıtsız şartsız bir
tevekkül, mutlak surette kadere teslim olmak, Müslümanların “alın yazısı” haline geldi. Bu
anlayışın doğurması mümkün olan ne kadar mahzur varsa hepsi ortaya çıktı. Müzminleşen ve
had safhaya ulaşan zihnî illetten ve kalbi marazdan tedavi suretiyle kurtulmak oldukça
zorlaştı. Kirlenen zihin için, “tathîr-i ezhân”, paslanan ve küflenen ruh için “tasfiyeyi kalb”
ameliyesi acil ihtiyaç olduğu halde ve bu mesele, mütefekkirlerce bilindiği halde, taassup ve
taklid zihniyeti yeni bir anlayışın önünde güçlü bir perde oldu. Đbn Rüşd, Fasl’ul-Makal, s.
110. 419 D.Đ.B., Kur’an Yolu, c. IV, s. 640. 420 Amidî, el-Đhkam, s. 350. 421 Nahl, 16/125. 422 Ankebut, 29/46. 423 Amidî, a.g.e., s. 351. 424 Bulaç, Tarih, Toplum ve Gelenek, s. 179.
212
ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.
Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı
anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle
derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi
cehennem azabından koru.”425 O halde, aslı itibariyle iyi olan bir şeyi, arızî
olarak mevcud olan zararlı bir sebep yüzünden reddetmek makul değildir. Đbn
Rüşd’ün de dediği gibi, kötü bir inceleme ya da nefsî davranmadan dolayı
felsefe ve hikmetten zarar görüyor diye, insanları bunlardan men etmek
yanlıştır. Nitekim Resulullah, ishal hastalığına yakalanan kardeşine bal şerbeti
içirmesini bir şahsa emretmiş, adam kardeşine bal şerbetini içirince ishali
artmış; bunun üzerine hastanın kardeşi Resulullah’a bundan yakınmıştı. O
zaman Hz. Peygamber adama: “Allah doğru söyledi, ama kardeşinin karnı
yalan söylüyor!” buyurmuştu. Adam kardeşine tekrar bal içirince ishal
durmuştu. Đbn Rüşd, bu örneği verir ve balın aslında iyi bir şey olduğunu,
ancak bazen geçici zararlar verebileceğini belirtir.426 Bundan hareketle,
inceleme ve araştırma yapmayı engellemek de temelde yanlıştır.
Öte yandan, eşyada varlığın güzelliğini ve estetiğini keşfetmek,
taklidden araştırmaya geçtikten sonra aklın karşısında boyun bükmektir. Bu,
sadece hislerle değil bilgi ve şuur ikilisinin katılımıyla içten gelen bir
onaylamadır.427
3- Hz. Peygamber’in, ashabını kader konusunu tartışmaktan men
etmesine gelince; Allah Resulü’nün misyonu, insanları imana davet etmektir.
Ayrıca kendisine inanmış olan insanların, dindarlıklarına zarar verecek
şeylerden korumak da yine onun göreviydi. Bu yüzden kader gibi içinden
çıkılması zor bir konu üzerinde tartışmanın, muhtemelen fayda yerine zarar
getireceğini düşünmüş ve bundan men etmiştir. Ancak bu, hiçbir zaman,
alemin yaratılışı, Allah’ın varlığı ve birliği, insanın varlık amacı ve sonuç
itibariyle alemin varlığının gayesi gibi konularda tefekkür etmeyi; dinin usulü
ve füruunü öğrenmeyi engelleyen bir yasaklama olarak kabul edilemez.
425 Al-i Đmran, 3/-190-191. 426 Đbn Rüşd, Fasl’ul-Makal, s. 108. 427 Altıntaş, Tevhid ve Estetik Düşüncesi, s. 111.
213
4- Hz. Peygamber ve ashabının, avamın taklide dayalı dindarlığına
karşı olmadığı şeklindeki iddiaların da yerinde olmadığını düşünüyoruz.
Öncelikle sahabenin Hz. Peygamber’le beraber olduğu ve karşılaştığı sorunları
bizzat kendisiyle çözdüğünü dikkate alırsak, o dönem için zaten taklid diye bir
problemin olmadığı görülür.
Diğer taraftan gerek Hz. Peygamber gerekse ashabıyla ilgili,
tefekkür hakkında bir rivayetin olmadığını savunmak; marifetullah konusunda
onların ya doğuştan bilgi sahibi olduğunu ya da bu konuda cahil olduklarını
iddia etmektir. Halbuki Allah’a dair bilgimiz doğuştan itibaren mevcut
değildir. Eğer öyle olsaydı, tefekküre gerek kalmazdı. Ancak Kur’an’da sürekli
akletmeye yapılan çağrılar, insanın doğuştan bu bilgiyle gelmediğini; bilakis,
aklını kullanarak Rabbini ve Rabbinin nimetlerinin farkına varması gerektiğini
hatırlatmaktadır. Ayrıca Kadı Abdulcebbar ve Ebu Ya’la’ın kaydettiği gibi,
herkes bu bilgiye doğuştan sahip olsaydı, tüm insanların müslüman olması
gerekirdi.428
Buna ek olarak sahabenin, aklı kullanmayan insanlar olduğunu iddia
etmek hatalıdır. Esasen Đslam’ın yaşandığı bir ortamda doğup büyüyen birisinin
mukallid olma ihtimalinden bahsedilebilir. Ama, ömrünün bir kısmını müşrik,
ehl-i kitap ya da ateist olarak geçirdikten sonra, peygamberliğini ilan eden
kimseye iman etmiş olmak, sağlam bir zihnin, iradenin, isyanın ve aksiyonun
eseridir. Bütün bunlar akıl sahibi insanlar için geçerlidir. Bu yüzden sahabenin
akıl ve tefekkürden yoksun olduğu iddialarına katılmadığımızı ifade etmek
istiyoruz. Onlarla ilgili ancak, iman konularında ciddi tartışmalar yaşamadıkları
söylenebilir. Bunda gerçeklik payı vardır. Nitekim Amidî’nin kaydettiği gibi
onların zihinleri henüz metodik şüpheyle tanışmamış; dolayısıyla akideleri saf
bir şeklide kendisini korumuş durumdadır.429
Bununla ilgili son olarak şunu kaydedelim ki, imanda akıl yürütme
ve nazarın vücubiyetini savunmak, taklidi imanın geçersiz olduğunu kabul
etmeyi gerektirir. Ancak, bütün Kelam ekollerince nazar ve istidlal kabul
görmüş olmasına rağmen, mukallide kafir hükmü verilmemiştir. Bu konuda,
428 Abdulcebbar, el-Muhit bi’t-Teklif, s. 234; Ebu Ya’la, el-Mutemed, s. 30. 429 Amidî, el-Đhkam, s. 350.
214
sadece Mutezileden Ebu Haşim el-Cübbaî’nin “mukallid kafirdir” şeklindeki
hüküm verdiği tespit edebildik.430 Mukallidin kafir kabul edilmemesinin iki ana
sebebi olduğunu düşünüyoruz. Birincisi, imanın etimolojik yönden
tasdik/doğrulama anlamına gelmesidir. Buna göre tasdikin zıttı
tekzip/yalanlamadır. Halbuki mukallid, sadece imanının dayandığı kanıtları
araştırmamış, ancak kalpten gelen tasdikini de muhafaza etmiştir. Buna göre
mukallid kafir olamaz.431 Nitekim, kavramın dildeki anlamı dikkate alındığında
mukallidin tekfir edilmemesi haklı görünmektedir. Eş’ari’nin kaydettiğine göre
Araplar, iman kavramını Đslam’dan önce de tasdik anlamında
kullanıyorlardı.432 Bu yüzden mukallide kafir denmemelidir. Ancak iman
kavramının, Kur’an’da çok yönlü olarak ele alındığını düşünürsek, kavramı salt
tasdike indirgemenin doğru olmadığı sonucuna varırız. Çünkü Kur’an, imanı
mantıki delillendirme, duygusal yaşantı ve pratik davranışlar çerçevesinde
sunmaktadır. Bu yüzden Kelam ekollerinin her biri, imana bilgi, amel, ikrar,
yakin gibi farklı ıstılahi anlamlar yüklemişlerdir. O halde mukallidin imanı her
ne kadar geçerli olsa da; yetersiz bir eylemdir.
Kelam ehlinin mukallidi tekfir etmeyişinin ikinci sebebinin ise,
böyle bir hükmün uhrevi sorumluluğudur. Halkın büyük bir kısmının imanın
delillerini bilmediğini, dolayısıyla mukallid olduğunu göz önüne alırsak bu
yaklaşımın da haklı olduğu anlaşılır.433 Her ne kadar taklid, şüphe içermesi
muhtemel bir olguysa da Gazali ve Nurettin Topçu’nun dediği gibi bazen güçlü
bir tasdikin ifadesi de olabilir.434 Bu ihtimale binaen mukallidi tekfir etmemek
gerekmektedir.
Taklid olgusunun ele alınması gereken ikinci yönü de mezhep
aidiyeti bağlamındadır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Đbn Hazm’ın sistematik
bir biçimde reddettiği taklidin bu yönünü savunanların temel argümanı; insan
aklının dini anlamada yetersiz olduğu ve belli başlı şahıs ya da mezheplere 430 Taftazani, Şerhu’l-Makasıd, c. V, s. 221; Seffarinî, Levamiü'l-Envar, c. I, s. 274. 431 Bağdadî, Usulü’d-Din, s. 254. Ayrıca bkz. Nesefi, Tabsira, c. I, s. 41-42; Đbn Emiru Hac,
et-Takrir, c. III, s. 343. 432 Đbn Fûrek, Mücerred Makalat, s. 153. 433 Mert, “Nesefi’de Đman-Bilgi Đlişkisi”, s. 118. 434 Gazali, Đhya, c. I, s. 238; Nurettin Topçu, Đsyan Ahlakı, s. s. 135.
215
taklid etmenin kaçınılmaz olduğudur.435 Esasen mezhep taklidinin
yaygınlaşmaya başladığı ve ictihadlarının yol/mezhep edinerek, imam/otorite
haline getirilen ilim adamlarının aşırı yüceltilmesi, bu gerekçeyi
doğrulamaktadır. Buna karşın Đbn Hazm’ın eleştirisi son derece serttir. O
taklidi bu yönüyle eleştirmiş ve yegane otoritenin Allah ve Resulü olduğunu
belirterek, bunlardan başkasına tabi olmanın taklid olduğunu ifade etmiştir. Đbn
Teymiyye ve Đbn Kayyım da bu görüşü benimsemelerine karşılık, aklın Kur’an
ölçüsünde işlevselliğini ve Kur’an’a dayanan görüşlere tabi olmanın taklid
olmadığını belirterek, meseleye Đbn Hazm’dan daha esnek yaklaşmışlardır.
Mezhep taklidini savunanlar, bunun dışında taklide dayanak olarak
bir çok rivayet zikretmiş ve iddialarını bunlara dayandırma yoluna gitmişlerdir.
Đbn Kayyım el-Cevziyye, bu rivayetleri “Đ’lâmü’l-Muvakkiin an Rabbi’l-
Alemin” adlı eserinde toplamış ve bunları tenkid etmiştir.436 Đbn Hazm’ın
bunların bir çoğunu uydurma kabul ettiğini belirtmeliyiz.437
Diğer taraftan, taklidi reddeden Đbn Hazm ve onun gibi düşünenlerin
yaklaşımlarıyla, mütekellimlerin yaklaşımları farklıysa da büsbütün ayrı
değildir. Çünkü her ikisinin de amacı farkındalık yaratmaktır. Nitekim iman
etmek, yeni bir paradigmayı kabul etmek demektir. Kur’an bunun en yolunun
takva ve ihsan olduğunu haber vermektedir. “Gerçek müminler” diye söze
başlayıp ideal müminin anlatıldığı pasajlar, inanmanın insanda oluşturması
gereken aksiyonu betimlemektedir.438 Bütün bunlar, dinini tahkik eden bir
müminin keşfedeceği yaşantılardır.439 Burada mütekellimlerin öngördüğü
tahkik, kaynağını tabiattan alan akılla gerçekleşecektir. Ancak Selefi
düşünceye göre söz konusu tahkik, Kur’an’ı tefekkür etmekle elde edilecektir.
435 Razî, el-Muhassal, s. 40; Taftazanî, Şerhu’l-Makasıd, c. V, s. 222. 436 Đbn Kayyım, Đ’lâmü’l-Muvakkiin, s. 179-185. 437 Đbn Hazm, el-Đhkâm, c. II, s. 846-847, 855. 438 Enfal, 8/4; Tevbe, 9/112; Mu’minûn, 23/1-11; Furkan, 25/63-68 ve 72-74. 439 Izutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, s. 245-248.
216
Öte yandan Đbn Hazm’ın itikadi konularda taklidi reddederken,
imanda akıl yürütme ve tefekkürün geçerliliğini kabul etmiş;440 buna karşın
mütekellimlerin savundukları istidlali eleştirmiştir.441
Esasen imanda taklidi reddetmek, salt itikadi alanla sınırlı bir tezi
savunmak değildir. Đman ve din kavramlarının, birbirinden bağımsız
olmadığını düşünürsek bu sonuca varılır. Đman, bizatihi dini olan bir şeydir.442
Diğer yandan din sözcüğü bütün ilahi yasalarla birlikte, hem imanı hem de
Đslam’ı içine alır.443 Örneğin Ebu Hanife “el-Fıkhu’l-Ebsat” adlı eserinde, “din
nedir?” şeklindeki soruya, “imana sarıl ve onu öğren” şeklinde cevaplamış ve
imanın hakikatini Hz. Peygamber’e dayandırdığı hadisle açıklamıştır.444 Ayrıca
Ona göre din iman, Đslam ve şeriatların hepsine birlikte verilen isimdir.445
Muhammed Esed’in ifadesine göre “din terimi, hem ahlaki olarak emredici
kanunlar muhtevasını ve hem de onlara uygun davranmayı ifade eder ve
sonuçta terimin anlam çerçevesini yansıtır. Yani, içerdiği akidevi prensipleri
ve bu prensiplerin pratik yansımalarını olduğu kadar, insanın biat ettiği objeye
karşı yaklaşımını, dolayısıyla “itikad” kavramını da içine alır.”446 Bu sebeple,
taklid olgusunun iman ve ibadetlerde ayrı ayrı değerlendirilmesini yerinde
bulmadığımızı belirtmek istiyoruz.
Öte yandan taklid, geleneğin eşliğinde ve mezhep çatısı altında
varlığını sürdürmektedir. Hicri dördüncü asırdan itibariyle Đslam toplumunda
kanıksanmış olduğu görülen mezhep aidiyeti, bugün halen yaygındır. Buna
karşın, din, kendisinin fıtri, anlaşılır ve akla yatkın bir karakterde olduğunu
apaçık beyan etmiş olmasına rağmen,447 müslümanlar sadece büyüklerinden ve
çevreden gördükleri ve duyduklarıyla yetinmekte ve geleneğin mirasından
440 Đbn Hazm, “Risaletü’l-Beyan an Hakikatü’l-Đman”, s. 187-202, el-Đhkâm, c. II, s. 842. 441 Đbn Hazm, el-Muhalla, c. I, s. 40; Usulü-i Din, s. 83. 442 Ebu Ya’la, el-Mutemed, s. 192. 443 Ebu’l-Münteha el-Mağnisavi’den naklen Izutsu, Đman Kavramı, s. 85. 444 Ebu Hanife, Fıkhu’l-Ebsat, (Haz. Mustafa Öz, Đmam-ı Azamın Beş Eseri içerisinde), s. 37.
(Arapça Metin). 445 Ebu Hanife, Fıkhu’l-Ekber, s. 3. (Arapça Metin). 446 Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı, (Çev. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, Đst. 1999,c. I, s. 78. 447 Al-i Đmran, 3/19. Ayrıca bkz. Al-i Đmran, 3/85.
217
öteye gidememektedir. Halbuki, sağlıkta olduğu gibi, dinde de zaruri maksatlar
vardır.448 Bilindiği gibi, her insan, sağlığını korumak için, hastalıklara karşı
önceden tedbir alır. Bu “koruyucu hekimlik” denilen uygulamadır. Buna göre
herkes, doktor kadar tıbbi bilgiye sahip olmasa da, kendisine yetecek kadar
sağlık bilgisine sahip olmalıdır. Đşte bunun gibi, dinde de herkes ilim adamları
kadar uzman olmak durumunda değilse de, vahyin maksatlarına ulaşabilmek
için, onun mahiyetini oluşturan zarûriyyâtın bilinmesi gereklidir.449 Nitekim
iman, düşünce ve duygusal yaşantı; din ise imanın zorunlu sonucu olarak amel
boyutlarıyla bir bütündür.450 Bunlar herkesin eşit seviyede sorumluluk taşıdığı
meseleler olup, insanların bunlar hakkında bilgi elde edecek yetkinliğe
sahiptir.451 Dünya ve ahiret saadetini ilgilendiren bu alanda, sağlıklı bir bilgi
kaynağı olmayan taklidle yetinmek, makul bir anlayış değildir. Nitekim taklide
karşı olan düşünürlerin bu konudaki ortak argümanlarından birisinin, taklidin
insanı şüpheden arındırmadığı, zan ifade ettiği ve kesin bir bilgi kaynağı
olmadığıdır.452 Bu yüzden, her ferdin dinin özünü teşkil eden ve “zarûriyyât”
olarak adlandırılan ana unsurları bilmesi ve bu konuda şüpheye yol verecek
tutumdan sakınması gerekmektedir.
Ayrıca imanda, salt taklid üzerine hareket etmek, dinin maksadını
gerçekleştirmesine engel olabilir. Nitekim Hatip el-Bağdadi’nin de belirttiği
gibi, Đslam’ın özünü oluşturan iman esasları ve namaz, oruç, hac, zekat vd. farz
oluşu; zina, içki, kumar vd. nin haramlığı konusunda taklid olmamalıdır.453
448 Şer’i hükümler, bazı maksatların elde edilmesine ve korunmasına yöneliktir. Bu maksatlar
a- Zaruri, b- Hâcî c- Tahsini olanlar şeklinde üç kısma ayrılır. Burada bahsi geçen zaruriyyât,
din ve dünya işlerinin iyi bir şekilde yürümesi için varlığı zorunlu olan hususlardır. Bunların
bulunmaması durumunda dünya ve ahiret hayatı fesada uğrar. Đman, namaz, oruç, zekat, hac
vb. ibadetler, dinin zaruri unsurlarındandır. Diğer unsurlarise can, mal, nesil, ve akılla ilgili
hususlardır ki, din bunların tamamında iyi olanı yaşatmak, kötü olanı da ortadan kaldırmak
ve engellemek ister. Bkz. Şatıbi, el- Muvâfakât, c. II, s. 7-9. 449 Amidî, el-Đhkam, c. III, s. 348. 450 Güler, Đman Ahlak Đlişkisi, s. 23. 451 Düzgün, “Đnsanın Yetkinliğini Teolojik Olarak Temellendirmenin Đmkanı”, s. 21-22. 452 Amidî, el-Đhkam, s. 349-350; Işık, Maturdi’nin Kelam Sisteminde, s. 61; Karaman,
Hayrettin, “Efgani” mad., D.Đ.A., c. X, s. 461. 453 Bağdadi, el-Fakih ve'l-Mütefakkih, s. 67-68.
218
Ancak, dinde uzmanlar gereken konularda ise halkın alimlere uyması ve
onların görüşleriyle hareket etmesi doğaldır. “Bilmiyorsanız bilene sorun”454
anlamındaki ayet de işte buna işaret etmektedir.455 Bu yüzden taklide şartlı
cevaz veren Đbn Abdilber, Veliyyullah Dıhlevi ve Şatıbi gibi isimler de bu tür
konularda taklidin caiz olmadığını belirtmektedirler.456
Taklidin tekfir sebebi olmadığını belirtmekle birlikte, meşru, sıradan,
normal ve sıhhatli bir olgu olmadığının da altını çizmek istiyoruz. Çünkü taklid
bir yandan imanın kognitif yanını karşılamaz. Kur’an’ın “ataların ve babaların”
izinden giden ve hakikate karşı kör olan taklid ehlini kınadığı bir gerçektir.457 u
çerçevede, taklid, Kur’an’da, ‘hevaya uyma’ ve ‘zan’ olarak nitelenir ve
akidenin zan üzerine kurulması da reddedilir. Kur'an'ın müşriklerin
şüphelerinin eleştirilmesi de, bunun arayış içindeki ya da metodik şüphe değil,
psikolojik bir eğilim olmaktan başka ilmî düşünmeye fırsat vermeyen taklidin
sonucu yahut mevcut sosyal yapının değişeceği endişesiyle ilgili bir bahane
olmasındandır.458 Ayrıca Izutsu’nun kaydettiği gibi, Kur’an’da ilim, dinî-ahlakî
bir değer, zan ise bunun tam aksi menfi bir değeri ifade etmektedir.459
Đman, kognitif temli olan bir eylemdir. Nitekim inanan insan,
Allah’la ve dinin diğer alanlarıyla ilgili bilgilerini geliştirdikçe, kendisini
inancına göre değiştirme imkanı bulur. O halde, imanda bilgi düzeyinin
derinleşmesiyle onun hayata aksetmesi doğru orantılıdır.460 Toplumsal ve
tarihsel bir varlık olan insan tekamül eden bir canlıdır. Bu sebeple iman,
zamana ve toplum göre değişiklik arz edebilir. Farklı yaşlarda farklı iman
454 Nahl, 16/43. 455 Ebu Ya’la bununla birlikte Nisa, 4/83 ve Tevbe, 9/122. ayetlerine dayanarak, füru’u dinde
avamın alimi taklidinin caiz olduğunu kabul etmektedir. Bkz. Ebu Ya’la el-Ferrâ, el-Udde fi
Usuli’l-Fıkh, c. IV, s. 1225. 456 Đbn Abdilberr, Câmiu Beyani’l-Đlm, c. I, s. 117, 171; Dihlevi, el-Huccetü’l Baliğa, c. I, s.
285-290; Şatıbî, el-Đ’tisam, c. I, s. 543 ve c. II, s. 342-343. 457 Bakara, 2/166-167, 170-171; Enbiya, 21/52-53; Lokman, 31/21; Ahzâb, 33/66-67; Zuhruf,
43/23-24. 458 Yunus, 10/78; Đbrahim, 14/9. 459 Izutsu, Toshihiko, Kur’an’da Dinî-Ahlakî Kavramlar, Đst. trs., s. 182. 460 Özcan, Epistemolojik Açıdan Đman, s. 28.
219
dereceleri olabilir. Bir başka ifadeyle, imanın hayata yansıması yaşa, topluma,
kültüre, dile vs. göre değişebilir. O halde “iman” kavramını basmakalıp
düşünmemek gerekmektedir. Bahsedilen etkenlerin yanı sıra; ferdin tahkiki
imana sahip olması büyük ölçüde kendi elindedir. Tahkik derecesi yükselen bir
imanın aksiyonu fazlalaşır.461
Đkbal’in işaret ettiği gibi, hiç kimse şüphe götüren prensiplerle tüm
benlik ve yaşamını şekillendirmeyi göze alamayacağına göre, hakikatte işleyişi
bakımından dinin temel prensiplerinin aklî temele bilimin dogmalarından daha
çok ihtiyaç duyar.462 Kur’anın açıkça reddettiği bir tutum olarak taklid, her ne
kadar ameli konularda sınırlı olarak geçerliyse de, dinin esaslarında meşru bir
yol değildir. Kur’anın Hz. Đbrahim’in iman süreciyle ilgili kıssası, tahkiki
imana iyi bir örnektir.463 Bu yüzden gerek dinin asıllarını gerekse Hz.
Peygamberin sünnetini doğru bir şekilde anlamak ve hayata geçirmek için, aklı
işlevsel hale getirmek ve vahyin maksadını öncelemek gerekir.464
Taklidin mezhep mensubiyeti anlamında tenkid edilmesi ise,
özellikle dinin asıllarıyla aradaki ilişkiyi koparması sebebiyledir. Nitekim Hz.
Peygamber’in vefatından sonra Emeviler’in sonu ile Abbasilerin döneminde,
gerek müctehid imamlar gerekse bunların talebeleri, ictihad derecesine varmış
olsun olmasın, her mükellefin, dinin iki ana kaynağı “Kitap ve Sünnet” ile
devamlı temaslarını sağlamaya çalıştı. Nassın yerine fukahânın sözlerinin
ikame edilmesi tehlikesine karşı, Müslümanları ya ictihada ya da delilini
inceleyip beğendiği ve tercih ettiği alime ittibaya teşvik edip, taklidden men
ettiler. Nitekim o dönemlerde “tek mezhebe bağlılık” görülmez.465
Taklid düşüncesinin bireysel bir tutum olmaktan çıkıp kitlesel bir
boyut kazanması dinin hukuk alanında ictihad kapısının kapandığı şeklindeki
kabulün yaygınlaşması, kelamda da Mutezile’nin “fırka-i dâlle” hükmüne
sokularak, akla dayalı girişimlerin sekteye uğratılıp ümmetin belli mezhepler 461 Özcan, Epistemolojik Açıdan Đman, s. 32. 462 Đkbal, Đslam’da Dini Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, s. 18. 463 Bkz. En’am, 6/74-81. 464 Ünal, Đ. Hakkı “Sünnete Uyma: Taklit Değil Örnek Alma”, Diyanet Avrupa Der., sayı:49,
2003, s. 9. 465 Karaman, Đslam Hukukunda Đctihad, s. 223.
220
çevresinde kümelenmeye başlamasıyla ortaya çıkmıştır.466 Mezheplerin ortaya
çıkmasıyla mukallidler, dinden çok mezhebi incelemiş ve tabi olduğu
mezhebin görüşlerini dinin korur gibi korumaya başlamıştır.467 Taklide karşı
olmanın bir yönü mezhep taassubunun yerini ferdin özgürlüğüne dayanan
dindarlığı ikame etmektir.
Taklidi reddedenlerin öne sürdüğü ayetlerden olan Tevbe 9/31. ayet,
Yahudi ve Hıristiyanların, din adamlarını ilahlaştırmış olduklarından
bahsetmekte ve Hz. Peygamber de söz konusu din adamlarının müntesipleri
tarafından putlaştırılmış olduğunu vurgulamaktadır.468 Tam karşılığı olmasa da
Đslam aleminde “mezhep” çatısı altında birbirlerini karşı kalın çizgilerle
ayırmış bulunan müslümanlar da benzer sorunsalı yaşamaktadır. Đşte bu yüzden
taklid, müslümanlar arasında mezhep taassubuna ve ictihadı ölümsüzleştirilmiş
bir zümrenin tekevvününe sebep olduğu için terk edilmelidir.
Taklid olgusunun sebeplerinden birisi olan gelenek ve göreneğe
bağlanma, Đbn Rüşd’e (1126-1198) göre doğu insanın karakteristik özelliğidir.
Doğu insanının ahlakına hisler hakimdir. Sevdiğini ölçüsüzce sever ve ona
bağlanır. Gerçekleri görmek istemez. Geleneğe aşırı derecede bağlı olduğundan
faydalı, lüzumlu ve mantıklı dahi olsa gerçeklere yüz çevirebilir. Batı insanının
ahlakına ise his değil akıl hakimdir. Gerçek ve makul olan şey örfe, adete veya
dinine aykırı olsa dahi onu kabul etmekten kaçmaz.469
Diğer taraftan, dinde hükümleri anlayacak bir zihne sahip
olmayanlar, ibadet, muamelat ve diğer konularda taklid edebilir mi, bu soru
tartışılmıştır. Kimisine göre delili de öğrenmek kaydıyla avam, güvenilir bir
alimi taklid edebilir.470 Bu yüzden taklidin genel geçer bir yöntem olmadığı
sadece zorunlu durumlarda belirli kimseler için kabul edilebilir olduğunu
görmekteyiz.471 Şatıbî (v. 790/1338), insanların hepsinin müctehid derecesinde
466 Apaydın, Yunus, “Đctihad”, DĐA, c. XXI, s. 443. 467 Senusi, Đkazu’l -Vesnan fi'l-Amel bi'l-Hadis ve'l-Kur’an, Kahire 1960, s. 93. 468 Đlgili hadisi farklı varyantları için bkz. Bağdadi, el-Fakih ve'l-Mütefakkih, s. 66-67. 469 Đbn Rüşd, Faslu’l-Makal, s. 80-81. 470 Ebu Ya’la el-Ferrâ, el-Udde fi Usuli’l-Fıkh; c. IV, s. 1227; Ebü'l-Hüseyin el-Basri, el-
Mu'temed fî Usuli'l-Fıkh (I-II), Dımeşk 1964, c. II, s. 934. 471 Celi, el-Havaric ve'ş-Şia, s. 147.
221
olamayacağını, dolayısıyla dini taklid yoluyla öğrenip yaşayabileceklerini
vurgulamasına rağmen,472 mukallidlerin şu hatalara düşebileceğini ifade eder:
1- Ataların dinine körü körüne tabi olma.473
2- Đmamiyye’nin iddia ettiği gibi, imamın masumiyetini kabul edip,
onu taklid etmeyi vacip görme.
3- Mukallidin mezhep imamını mutlaklaştırması ve diğer alimlerin
görüşlerini toptan reddetmesi.
4- Tasavvuf ehlinin tarikat liderini, şeyhini, velisini mutlak otorite
kabul edip, alim, müftü, müctehid vs. fetva makamlarının görüşlerini
küçümseme ve onları reddetme.
5- Tasavvuf ehlinin, otoritelerinin görüşlerini mutlak kabul etme ve
onu sorgulamama. Şeriatın zahirine aykırı bile olsa, “ilham”ı asıl kabul etme,
ve ismet sıfatıyla vasıflandırdığı şeyhinin görüşlerini tahkik etmeme.
6- Mezhep aidiyetini meşrulaştırma ve genel geçer kılma adına,
mezhebinin görüşünü her şartta kabul etme. Bazen mezhebinin görüşünün
yanlış olduğunu görse bile “alimlerin ihtilafı rahmettir” diye hatasını örtme.
7- Alimlerin görüşlerini tahkik etmememden dolayı onlarda
olabilecek muhtemel hataların farkına varamama. Bu, alimlerin Tevbe 9/31’de
bildirilen rahip ve hahamların ilahlaştırılması tehlikesini doğurur. Çünkü Hz.
Peygamber, Yahudi ve Hıristiyan din adamlarının fetvalarıyla Allah’ın
hükümlerini tersyüz edildiğini, halkında bunlara koşulsuz uyması neticesinde
onları Tanrı yerine koymuş olduklarını beyan etmiştir.
Bütün bunlardan dolayı taklid ehlinin dinde sadece Kuran ve sünnete
tabi olması, tabi olduğu mezhep, alim, müftü vs.nin görüşlerini mutlak doğru
kabul etmemesi gerekir.474
Taklide karşı olanların amacı, ferdi sorumluluğu canlandırmak ve
Kuran ve sünnete yeniden dönüşü sağlamaktır.475 Nitekim Maturidi’yle
başlayan akla vurgu, Đbn Hazm, Đbn Teymiyye, Şevkani, Đbn Abdilber gibi
472 Şatıbî, el-Đ’tisam, c. I, s. 534-536. 473 Bkz. Zuhruf, 43/23-24 ve Mu’minun, 23/24. 474 Şatıbî, a.g.e., c. I, s. 537-543. 475 Peters, “Idjtihad and Taqlid in 18th and 19th century Islam”, s. 131-145.
222
düşünürler bunun en önemli temsilcileridir. Onların taklide karşı kullandıkları
rivayetleri klasik kaynaklarda görmek mümkündür.476
Dinde esas olanın tahkik olduğu, taklidin ise tavsiye edilmediği ve
reddedildiğine bir delil de, Kur’an’ın Hz. Peygamber’le ilgili tutumudur. Zira
Kur’an, Hz. Peygamber’in kişiliğine ve erdemlerine temas ettiği halde onun
giyim-kuşam ve yeme-içme gibi beşeri yönlerine hiç değinmez.477 Çünkü onun
beşeri yönü örnekliğe konu teşkil etmemektedir. Bu yüzden Kuran ona itaati
emrederken peygamberlik misyonuna, örnek gösterirken de ahlaki
meziyetlerine dikkat çekmiştir.478
Göklerin yaratılışını, ayın, yıldızların hareketini, kendi nefsinde olup
bitenleri tefekkür etmeyip, Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını nazar etmeyenler
kendilerine farz olan bir görevi ihmal etmişlerdir. Böyle kimseler mümindir.
Ancak ihmalkârlıklarından dolayı günah işlemişlerdir. Ayrıca mukallidlerin
imanı sağlam temele oturmadığı için ölümlerinden önce imanlarını kaybetme
tehlikeleri vardır.479
Son olarak modern dönemde Đslam düşünürlerinin taklid olgusuna
dair yaklaşımları, klasik Đslam düşüncesindeki her iki anlayışı da ihtiva
etmektedir. Cemaledddin Afgânî ve Muhammed Abduh gibi çağdaş
düşünürler, XIIX. Asırda aydınlanma çağı düşünürlerinin dini dogmatik ve akıl
dışı alana mahkum eden fidesit ve katı rasyonalist anlayışlarına karşın, dinin
akıl dışı olmadığını kanıtlamaya çalışmışlardır. Đslam’da imanın yapısal olarak
rasyonel oluşuna ilişkin bu vurgu aslında, Maturidi ve Mutezilenin düşünce
yapısının bir uzantısıdır. Nitekim Abduh ve öteki modernist ve ihyacıların
görüşlerini de bu bağlamda değerlendirmek mümkündür.480
Öte yandan modern dönem Đslam düşüncesinin temel özelliği,
taklidin reddi, tecdidin gerekliliği, aklın önemi ve insanın hür oluşu, teori
476 Bkz. Sen’ânî, Đrşâdu’n-Nakkâd, s. 69-74. 477 Âl-i Đmran, 3/159; Tevbe, 9/128; Ahzâb, 33/23; Kalem, 68/4. 478 Ünal, “Sünnete Uyma: Taklit Değil Örnek Alma”, s. 9. 479 Çerkesşeyhzade, el-Đtkan, s. 23. 480 Bkz. Abduh, Tevhid Risalesi, s. 49, 88, 195-196; Tefsirü Cüz’i Amme, s. 176; Rıza,
Tefsirü’l-Menâr, c. II, s. 79, 82; Fazlur Rahman, Ana Konularıyla, s. 68-69; Đslam: Sorunlar
ve Fırsatlar, s. 92-93; Musa Carullah, Büyük Mevzularda Ufak Fikirler, s. 25.
223
yerine pratiği vurgulayışı, imanda tasdik yanında amelin de gerekliliği gibi
konuları dile getirmesi, Đslam'ın fıtrat dini olduğunu vurgulayışıdır.481 Bu
anlayışıyla onun, Hicri beşinci asırda Đbn Hazm ve çağdaşlarının başlattığı
mezhep taklidi karşıtlığı arasında benzerlik olduğu görülmektedir. Bir yandan
dinin akılcı yapısını kanıtlamaya çalışan modernist düşünce, diğer yandan başta
din alanında olmak üzere toplumsal geriliğe sebep olması itibariyle taklid
olgusunu reddeder. Burada onların üzerinde durduğu problem, kanıtlara
dayanması açısından imanın istidlali olması değildir. Đslam toplumunu içinde
bulunduğu durumdan kurtarmak için zihniyet değişimini hedefleyen ve Batı
felsefesinde dini dogma olarak kabul eden pozitivist anlayışa tepki olarak
ortaya çıkan bu hareketin, istidlali iman gibi bir problemi yoktur. Çünkü
modernist hareket, sistematik bir düşünce yapısına sahip olmaktan çok,
tepkiseldir.482 Böyle olunca, o gün problem olmayan konular tartışılmamıştır.
Böylece, taklid olgusunun; gerek klasik Đslam Kelamında
Mutezileyle birlikte Maturidi ve Eş’ari tarafından, gerekse Đbn Hazm ile
başlayan ve Maverdi, Đbn Abdilberr, Đbn Teymiyye, Đbn Kayyım el-Cevziyye,
Şevkani gibi ilim adamlarınca sistematik olarak reddedilmiş olduğunu
görmekteyiz. Ayrıca, modern dönem Đslam düşünürlerinin de taklidi, Đslam
dünyasındaki en önemli problemler arasında kabul ettiğini ve buna şiddetle
karşı çıktığını tekrar vurgulamalıyız.
481 Fazlur Rahman, “Đslam’da Canlandırma ve Reform Hareketleri”, s. 35-58. 482 Fahri, Đslam Felsefesi Tarihi, s. 414-416.
224
SONUÇ
Fıtratında akıl, özgür irade ve iş yapabilme kudreti olmasına rağmen,
kendi yağıyla kavrulamayan ve görme, algılama, hareket etme kabiliyeti felç
olmuş olan insana Allah; peygamberler ve kitaplar gönderir. Bunlar, “kalkın,
uyanın” nidalarıyla toplumun temel dinamiklerini harekete geçirmeye ve insanın
gözünü açmaya çalışırlar. Nitekim ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ın
gelişiyle insanlık yeni bir ilmi ve fikri döneme girmiştir. Kur’an Yaratıcının
varlığı, birliği, kudreti, ilim ve hikmetin idraki için her türlü bilgi kaynağına
başvurulmasını teşvik etmiştir.
Mesela bunun için, insanın kendi varlığı da dahil olmak üzere tabiat,
Allah’ın varlığına inanma ve ahlaki doğruyu bilme imkanı verecek şekilde
düzenlenmiştir. Allah, tabiatı, tarihi, insanı ve vahyin i’cazını kullanarak insanın
inanmasını istemiştir. Esasen denenmenin merkezinde yer alan unsur imandır.
Yeni bir benlik inşa etmek isteyen vahyin, amacına ulaşmasının temel şartı
imandır. Bu yüzden inanmak, yeni bir paradigmayı kabul etmek, hayata bakışı
değiştirmek ve yeni bir iç ve dış dünya kurmaktır. Bu bağlamda iman, hem
bireyin hayatında hem de sosyal hayatta temel dinamikler arasında yer alır.
Öte yandan Nurettin Topçu’nun da dediği gibi, toplumun değerlerini
oluşturan unsurlar taklid yoluyla nesilden nesile geçer. Bunların içerisinde inanç
da vardır. Ancak inanç, taklitçide uzun süre canlı olarak kalmaz. Bir süre sonra
yerini konformizme/uysallığa bırakır ve kenara çekilir. Bazen de mukallidin
elinde yeni bir kimlik kazanır ve belki de gelişir. Đnançların taklid edilme gibi
kaçınılmaz eğilimleri vardır. Bu yüzden her inanç, bulunduğu muhitte taklid
edilme eğilimine sahiptir. Ne var ki bu, çoğu zaman körü körüne bir taklidle
gerçekleşir. Bu da uysallığı doğurur. Uysallık onu bazen devam ettirirse de çoğu
zaman inancı gözden düşürür. Đnancın gözden düşmesi, ona ilk verimliliğini,
feyzini kazandırmak gayesiyle buhranlara ve kaçınılmaz isyanlara sebep olur.
Böylece teşekkül eden ve bir inancın taklidiyle yaşayan sosyal kurum, onu canlı
bir şekilde koruyamadığı gibi, kendi eline teslim edilmiş olan bu inancın yıkıcısı
haline gelir. Ve inançları yıkan kurum, beşeri hareketlerin ve düşüncenin istismar
merkezi haline gelir. Bu durumda ferde düşen görev yaratıcı ruhu yeniden
teşekkül etmektir.
225
Bununla birlikte Kur’an’a göre inanma, sadece taklid yoluyla aktarılan
veya mantıki olarak çıkarılan bir sonuç, görüş ya da kanaat değildir. Đnanma, dini
anlamda iman objesi olan Allah’a karşı duygusal yönü olan varoluşsal bir
kabuldür. Böyle bir iman, Allah’ın sıfatlarının varoluştaki, (tabiat) zengin
tezahürlerini doğru değerlendirme ve O’na kulluk anlamındaki ibadetlerle
gerçekleştirilir ve korunur.
Nitekim Kur’an’da öngörülen imanın muhtevası göz önüne alındığında,
onun Ebu Hanife ve Maturidi başta olmak üzere birçok mütekellimin iddia ettiği
gibi sadece tasdikten ibaret olmadığı görülür. Her ne kadar sözlük anlamı
itibariyle iman, tasdik anlamına gelse de; kavramın mahiyetinde olan emniyet ve
güven duygusu onun tasdikten öte bir bağlılık ve teslimiyeti de kapsadığını
göstermektedir. Maruf kapsamına giren birtakım tutum ve davranışların yanı sıra
mantıki delillendirme ve dinin objesine karşı olumlu duygular da iman kavramıyla
iç içedir.
Öte yandan Đslam’da imanın, irrasyonel birtakım kabuller ve
dogmalardan oluşmaması, Kur’an’ın bu süreçte akletmeye vurgu yapmasına
imkan sağlar. Bunun için ilahi kelam, sürekli olarak insanın idrakini ve zihinsel
yeteneğini dikkate alarak onu akletmeye çağırır.1 Kur’an’a bakıldığında çoğu
dinin, özellikle de şirkin yalnızca kültürel hegemonyasından ve insanın aidiyet
duygusundan güç alması, aynı şekilde insanların düşünmeden ve bilgiye
dayanmadan atalarının dinini sürdürmek istemelerinin düşündürücü sorularla
tenkit edildiği görülür.2 Bu çerçevede iman edişi bir akıl işi, imansızlığı ise
akılsızlık olarak nitelendiren Kuran, insanı, tefekkür, tedebbür ve teemmül ile,
şirkten tevhide, sapkınlıktan hidayete, zulümden adalete ve dengesizlikten
dengeye yönlendirmek istemektedir. Bu yüzden, düşünce, duygu ve amelde köklü
değişiklikler yaratan bu ilahi mesajın akıl dışı veya akıl üstü olması imkânsızdır.
Bu anlamda, imanın bizzat kendisinin aklî olduğunu düşünüyoruz.3
1 Bakara, 2/242. 2 Şuara, 26/70-74. 3 Đlgili Ayetler için bkz. Al-i Đmran, 3/137; Enam, 6/11; Araf, 7/84; Yunus, 10/39, 73, 101; Yusuf,
12/109; Nahl, 16/36; Neml, 27/14, 51, 69; Kasas, 28/40; Ankebut, 29/2; Rum, 30/9; Fatır, 35/44;
SAffat, 37/73; Gafir, 40/21, 82; Zuhruf, 43/25; Muhammed, 47/10.
226
Đmanın akılla temellendirilmesi probleminde Batı felsefesinde katı
rasyonalistlerin ya da fideistlerin dini inancı akıl üstü ya da akıl dışı gören
yaklaşımları, Đslam Dini açısından geçerli değildir. Nitekim ilahi kelam bizzat
insan aklına hitap eder. Aklın işlevselleştirilmesi için Kur’anın temel argümanları
tabiat, tarih, insan ve vahyin bizzat kendisidir. Bütün bunlar imanın mahiyetini
oluşturan mantıki delillendirmenin saikleridir. Nitekim gerek Maturidi gerekse
Eş’ari, nazar ve istidlal metodlarını tabiata dayandırmış ve “istişhad ya da istidlal
bi’ş-şahid ale’l gaib” metodunu kullanmışlardır. Kadı Abdulcebbar ise zihnin
aksiyoner olduğu yöntemle yani salt nazar yöntemiyle imanı rasyonel
temellendirme çabasına gitmiştir. Bütün bunlar, Đslam’da imanın tahkiki oluşunun
argümanları olarak kabul edilebilir.
Đmanın tahkike açık bir olgu olmasına karşın, insanların taklide
yönelmelerinin en önemli sebebi, dogmatik davranma zafiyetidir. Bu yüzden
Kur’an, iman konularında oluşabilecek herhangi bir kuşkunun bastırılmasını veya
bir şekilde üstesinden gelmesini değil, aksine akli araştırmaya bağlı olarak onun
şüphelerin giderilmesini ve inanmanın olabildiğince kesinliğe kavuşturulmasını
ister.
Bu itibarla, gerek felsefede gerekse Kelam’da, imanda rasyonellik
arayışları, anlamlı ve önemli çabalardır. Çünkü imanın rasyonel temele dayanması
hem onun tutarlılığı hem de ahlakiliği açısından önemlidir. Buna ek olarak
şüpheden arınmamış bir inanç korkuların bastırıldığı bir inançtır. Bu yüzden
imanını akli delillerle test etmekten kaçınan ve sadece hayatının bir anında bir
şekilde edinmiş olduğu imana sarılan insan, inancından çalıntı hazlar alıyor ve
kendisini risk altında hissediyor demektir. Bu bağlamda imanda tahkik, onun
aklileştirilmesi çabasının yanı sıra duygusal yaşantının da dışa vurumu ve
toplumda kendisini kabul ettirmiş batıl inançlardan arınma gayretidir.
Öte yandan taklid problemi, Đslam düşüncesinde iki farklı bağlamda ele
alınmıştır. Bunlardan birincisi mütekellimlerin yaklaşımıdır. Buna göre vahyin
mahiyetini öğrenmemiş olmasına rağmen, duyduğu habere itibar ederek, onun
nasıllığını ve niceliğini bilmeden, dinin objesi olan Allah’a iman eden kimse
mukalliddir. Mukallid, iman kavramını karşılayan tasdik sahibi olduğu için
mümindir. Ancak klasik Kelam geleneğine göre o, inandığı esasların
dayanaklarını bilemediği için günahkârdır.
227
Kelamda taklidî imanın reddiyle ilgili Maturidi, Eş’ari ve Kadı
Abdulcebbar’ın yaklaşımları öne çıkmaktadır. Maturidi’nin Kitabu’t-Tevhid adlı
eserinin ilk pasajları, tabi olunacak dini bilgiyi elde etmenin ancak akıl ve nakille
mümkün olduğu ve soru sormaksızın, manevi bir önder ya da alimin görüşlerine
uymakla bu bilginin kazanılabileceğine inanan mukallidlerin eleştirisini ihtiva
eder. Taklidin geçerliliğini ortadan kaldıran en önemli şey, özü itibariyle saçma
oluşudur. Çünkü bu durumda taraflar, biricik hakikate sahip oldukları iddiasıyla,
karşı tarafa akli olarak bütünüyle karşı çıkarken şu basit temele dayanmaktadır:
“Şöyle şöyle denildi.” Hâlbuki çok sayıda insanın o yolda toplanması o görüşün
hakikate uygun olduğunu kanıtlamaz. Sahih bir din bilgisini hakikati iki yolla
bilinir: Đlki âlimin şahsi sadakatine dinleyeni ikna edecek aklî delildir. Đkinci
olarak, öğrenilen objektif hakikatin açık bir kanıtı (burhan) gereklidir. Dinin
hakikati ancak böyle bilinir.
Taklidin geçersizliğinin diğer bir sebebi de ihtiva ettiği şüphedir.
Halbuki amacı insanı derinden etkilemek ve yönlendirmek olan sahih iman
olgusu, ihtimaliyete dayanmaz. Dolayısıyla zan ve şüphe taşıyan ve entelektüel
desteği olmayan iman, kişinin hayatında fonksiyonel olamaz. Başkalarının
sözlerini anlamadan kabul edenler de fikri bütünlük ve tutarlılıktan yoksun
oldukları için, güçlü bir itirazla ya da aksi bir iddiayla karşılaştıklarında
inançlarını terk ediverirler.
Taklid probleminin ikinci boyutuysa, Đbn Hazm, Đbn Teymiyye ve Đbn
Kayyım gibi düşünürlerin, Allah’tan başkasını otorite edinme anlamında taklidi
reddetmeleridir. Bu otorite bir şahıs, mezhep ya da kurum olabilir. Onlar,
akletmenin imkânını kabul etmelerine karşılık bunu Kur’an ve Sünnet’le
sınırlamışlardır. Bu çerçevede mütekellimlerin alemden Allah’a, kıyas yoluyla
yaptıkları akıl yürütmeleri ya da zihnin mantıki çıkarımlarını reddetmişlerdir.
Bunun sebebi ise Kur’an’nın son derece sade ve anlaşılır olan metodunun
kelamcıların ve felsefecilerin yöntemiyle zorlaştırılmış olduğuna inanmalarıdır.
Öte yandan onların taklide karşı olmalarının başka sebepleri de vardır. Ancak
hepsinin temelinde Allah’tan başka otoritelere boyun eğmek vardır. Bunlar ise
müslümanlarca çoğu zaman dini kimliğin önüne geçirilmiş olan mezheplerdir. Bu
yüzden özellikle Đbn Hazm taklidi mutlak olarak reddetmiştir.
228
Esasen kıyasa ve reye karşı olmasına rağmen Đbn Hazm’ın; kelami ve
felsefi akıl yürütmeyi reddetmiş olmalarına rağmen Đbn Teymiyye ve Đbn
Kayyım’ın taklide karşı olmaları yadırganmamalıdır. Onlar, aklın işlevselliğini
kabul etmekle birlikte bunu Kur’an’la sınırlandırmış ve ferdin özgürlüğüne dayalı
Müslümanlık tesis etmeye çalışmışlardır. Bunu savunurken, mezhep kültürüne
karşı çıkmışlar, ama mezhep imamı konumunda olanların fikirlerinden de
yararlanmada bir sakınca görmemişlerdir. Buna göre müslüman akıl, herhangi bir
fikirden, görüşten ya da fetvadan yararlanabilir. Fakat onu, kendisine ömür boyu
takip edeceği bir yol/mezhep edinemez. Şu da var ki Đbn Teymiyye ve Đbn
Kayyım, her müslümanın dinde yetkin konuma sahip olmasının mümkün
olmadığını, böylelerinin ise Kitap ve Sünnet’e dayandığı bilinen kimselere
uymalarında sakınca olmadığını kabul ederek, taklidi şartlı olarak mümkün
görmüşlerdir.
Öte yandan mezhep taklidi, geleneğin hakim olduğu toplumlarda
sosyolojik bir gerçektir. Nitekim Hasan Hanefi’nin de kaydettiği gibi, bireyler bu
tür toplumlarda alışkanlıklar, örf ve adetler, atalardan kalma inançlar, mezhepler,
liderler, şeyhler, medyumlar, kahinler vs. çok sayıda yönlendiricinin etkisinde
bulunurlar. Buna göre insan kıt anlayışa sahip olduğu için bu otoritelerin
yardımına ve rehberliğine ihtiyaç vardır. Ancak bunlar Kuranın diliyle, toplumsal
matrisin belirleyici ve sınırlayıcı değerlerinin dışına çık(a)mayan bu gelenek ve
ata dini tapıcıları “ölü” ve “sağır”dır: “Bil ki sen ölülere işittiremezsin, arkalarını
dönüp giderlerken sağırlara da çağrıyı duyuramazsın”4
Bununla birlikte taklid, çocukluk döneminin temel öğrenme
yöntemlerinden birisidir. Bu yüzden dinini taklid üzere yaşayan insan da, belki bir
döneme kadar mazur görülebilir. Ancak taklidden öteye geçemeyen kimse, ömür
boyu dinini sadece çocukluk düzeyinde yaşamış demektir. Onun imandan elde
edeceği kazanç ise bir çocuğun büyüğünü taklid ederek bir şeyi öğrenmesi kadar
olacaktır. Denebilir ki mukallid, dini çocuksu düzeyde yaşayandır.
Đnsanın otonomluğu aklın otoritesiyle mümkündür. Buna karşı taklid,
ferdiyeti küçülten bir alışkanlık olarak kabul edilmiştir. Bu, müslümanlarda ferdî
sorumluluğun sönmesine sebep olmuştur. Serbest sorgulama düşüncesi ortadan
4 Neml, 27/80; Rum, 30/52
229
kalkınca, insanın özgürlüğü de ortadan kalkmış, taklid kurumsallaştırıldığından
muhtevanın anlaşılması problemi de ortaya çıkmıştır. Vahyin fonksiyonel olması
ve insan özgürlüğünün yeniden teşekkülü için, taklidin meşruiyetinin
reddedilmesi ve müslümanların dinin asıllarına yönelmesi gerekmektedir.
Bununla birlikte geleneğin sunduğu zengin birikimden faydalanmalı, ancak onu
otoriteleştirmemelidir. Çünkü Allah’a iman etmek, ilahi kelamın oluşturmak
istediği kimliğe bürünmeyi istemek demektir. Bu varoluşsal durum, ancak tahkiki
imanla mümkünüdür.
Son olarak Đbn Teymiyye ve Đbn Kayyım’ın da kaydettiği gibi, avamın
dini ritüeller konusunda, Kur’an ve Sünnet’e dayandığı bilinen kimseleri taklid
etmelerinin kaçınılmaz olduğunu düşündüğümüzü belirtmeliyiz. Esasen, Ebu
Hanife, Şafi, Ahmed b. Hanbel, Malik vs. ilim adamlarının kendi usulleriyle
yaptıkları ictihadlar, Kur’an ve Sünnet’ten başka bir şeye dayanmamaktadır. Bu
alimler kendilerinin taklid edilmelerini istememiş olmalarına rağmen, sosyolojik
bir olgu olarak müslümanlar onların usulünü sistemleştirmiş ve taklid yoluyla
günümüze kadar yaşatmıştır. Şu da bir gerçektir ki, çoğu, Hz. Peygamber’in
uygulamalarına dayanan dini ritüelleri asıl kaynaklarından öğrenmek bir çok
müslüman için mümkün değildir. Buna bir de dil problemini eklersek konunun
zorluğu bir kat daha artar. Bu yüzden biz de, müslümanların geçmişten gelen bu
mirastan faydalanmasının olağan olduğuna inanıyoruz.
Ancak bu noktada gerek Đbn Hazm gerekse modern dönem Đslam
düşünürlerinin tenkitlerini de göz ardı etmemeliyiz. Zira mezhep mensubiyeti,
Đslam toplumunda öyle bir hal almıştır ki, müslümanlar, dinin sadece mezhepler
üzerinden anlaşılabileceğine ve yaşanabileceğine inanmakta ve mezhep aidiyetini
zorunlu görmektedirler. Halbuki müslümanlar, mezhepleri tarihi birikim olarak
kabul etmeli ve onları kutsallaştırmamalıdır. Aksi halde, yeni bir kimlik inşa
etmek isteyen ilahi vahyin amacına ulaşması imkansız olacaktır.
230
ÖZET
Ünverdi, Mustafa, “Đmanda Taklid ve Tahkik”, Doktora Tezi, Danışman: Prof. Dr.
Đlhami Güler, Ankara Üniversitesi Đlahiyat Fakültesi, 247 s.
Đman, sadece bir tasdik ya da kabullenme değil, aynı zamanda varoluşsal bir
eylemdir. Onun bu özelliği konularının tabii oluşu ve akla yatkınlığıyla doğru
orantılıdır. Đslam’da iman esasları akıl dışı birtakım önermeler değildir. Bu yüzden
Kur’an, insanı sürekli aklını kullanmaya, yani tahkike çağırmaktadır. Buna karşın
taklid, insanın düşünme ve üretme yeteneğini söndüren bir olgudur.
Mukallidin iki anlamı vardır. Birincisi, iman ettiği hususların dayanaklarını
bilmeyen ve sadece yüzeysel olarak inanan kimsedir. Đkincisi ise, Kur’an ve
Sünnet’e değil, içinde doğup büyüdüğü geleneğe dayalı olarak, yalnız bir
mezhebin prensipleri doğrultusunda dinini yaşayan kimsedir. Birincisi
mütekellimlerin, ikincisi ise Selefi düşünürlerin saldırılarına maruz kalmıştır. Đşte
bu çalışma, Kelamcıların ve Selefîlerin delilleri çerçevesinde, taklidin reddini ve
tahkikin savunulmasını amaçlamaktadır.
Çalışmamızın birinci bölümünde, imanı temellendirme problemine yer verdik.
Öncelikle klasik Đslam geleneğinde nazar ve istidlalin yeri tartışılmıştır.
Mütekellimlerin farklı metodolojiyle de olsa nazarı savunduğu zikredilmiştir.
Ayrıca çağdaş felsefede imanı temellendirmeyle ilgili nazariyelerden rasyonel ve
fideist yaklaşımla birlikte eleştirel akılcılık ele alınmış; bunlardan eleştirel
akılcılıkla tahkiki imancılık anlayışının yakın olduğu tespit edilmiştir.
Tezimizin ikinci bölümünde ise, taklidin sebebi, ortaya çıkışı ve Đslam Kelam
ekollerine göre hükmü ele alındıktan sonra, taklide karşı olan mütekellimlerin,
Selefilerin ve modern dönem Đslam düşünürlerinin görüşleri ve argümanları
incelenmiştir. Bu çerçevede, imanın felsefi delillerle kanıtlanmasından çok,
Kur’an’da yer aldığı şekliyle, işlevsel olması gerektiği ortaya konmuştur. Bu da
kalpten gelen tasdikle birlikte bilgiye dayalı ve sonucunda salih ameller üreten bir
eylemdir. Böyle bir iman, tüm benliği saran bir gerçeklik olduğu için, taklidle elde
edilebilecek bir olgu değildir.
231
ABSTRACT
Ünverdi, Mustafa, “Taqleed and Tahqiq in Faith”, Phd Thesis, Advisor: Prof. Dr.
Đlhami Güler, Ankara University The Faculty of Theology, 2009, 247 p.
Faith is not only a confirmation or an appropriation but also an existential
fact. This characteristic is directly proportional to its subject which is natural and
rational. The articles of faith are not irrational postulates in Islam. Therefore, the
Qur’an calls people to use their brains, in other words for enquiry. On the other
hand, taqleed is a fact that reduces thinking and producing ability of human.
Muqallid has two meanings. One of them is that, the person who believes
superficially and doesn’t know the basis of what he/she had faith in. Second one is
that, the person who doesn’t live his/her religious life rely upon Qur’an and
Sunnah but lives according to the tradition that he/she born and grow within and
only one madh’hab’s principals. They have been exposed to attack, first group by
mutakallim and second group by Salafi thinkers. This study aims to reject taqleed
and to defend tahqiq within the framework of the Mutakallimiin’s and Salafis’
evidences.
The problem of grounding of faith is taken part in the first section of the
study. First, the place of reasoning and consideration are discussed in the classical
Islamic tradition. It has been mentioned about that, Mutakallimiin defended
consideration in different methodology. Also, critical rationalism examined
together with rational and fideist approach within the framework of contemporary
philosophy and theories about grounding of faith, and between them it is
determined that the critical rationalism and the understanding of the “tahqeeq of
faith-assertion” are close to each other.
In the second part of the thesis, Mutakallimiin’s and Salafis’, who is
against to taqleed, opinions and arguments are examined after the reason and
emergence of taqleed is discussed according to the provision of the Islam Kalam
school. In this context, it has been put forth that faith should be functional as in
the shape that mentioned in the Qur’an instead of verifying it with respect to
philosophical evidence. This is the fact which comes from the heart with
knowledge-based certification and that produces result as good deeds.
232
BĐBLĐYOGRAFYA
- A. J. Wensinck, The Muslim Creed, New Delhi 1979, 2. Baskı.
- Abduh, Muhammed, Tefsirü Cüz’i Amme, Kahire 1904.
- Tefsirü’l-Menâr (I-XII), y.y., 1954.
- Tevhid Risalesi, Ankara 1986.
- Abdulbaki, Muhammed Fuad, Mucemu’l-Müfehres, Kahire 1988, 2. Baskı.
- Abdulcebbar, Ebu'l-Hasan Kadı (v. 415/1025), el-Muğni fi Ebvâbi’t-Tevhid
ve’l-Adl (I-XVII), Kahire 1963.
- el-Muhit bi’t-Teklif, (tah. Ömer es-Seyyid Azmî), Kahire trs.
- el-Muhtasâr fî Usûli’d-Dîn, (Nşr. Ma’n Ammara, Resailu’l-Adl
ve’t-Tevhid içerisinde), Kahire 1971.
- Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, (Tah. Abdulkerim Osman), Kahire 1965.
- Abdulhamid, Đrfan, Đslam’da Đtikadi Mezhepler ve Akaid Esasları, (Çev.
Saim Yeprem), Đstanbul 1994.
- Abdulkadiroğlu, Abdülkerim-Nuran, Mehmed Akif’in Kur’an-ı Kerimi
Tefsiri, Mev’ıza ve Hutbeleri, Ankara 1992.
- Afganî, Cemaleddin, Tabiatçılığı Red, (çev. Aziz Akpınarlı), Ankara 1956.
- Ahmed Celî, Ahmed Muhammed, el-Havaric ve'ş-Şia, Riyad 1988.
- Akarsu, Bedia, Felsefe Terimleri Sözlüğü, Đstanbul 1998.
- Akbulut, Ahmet, Sahabe Döneminde Đktidar Kavgası, Ankara 2001.
- Ali Hindi, Muhammed Tahir el-Feteni, Tezkiretü’l-Mevduât, Beyrut trs.
- Allport, G. W., The Đndividual and his Religion, New York trs.
- Alper, Hülya, Đmanın Psikolojik Yapısı, Đstanbul 2002.
- Altıntaş, Ramazan, Đslam Düşüncesinde Đşlevsel Akıl, Đstanbul 2003.
- Đslam Düşüncesinde Tevhid ve Estetik Düşüncesi, Đstanbul 1997.
- “Haşviyye’nin Doğuşu ve Kelami Görüşleri” C.Ü.Đ.F.D., c. III, sayı:
1, Sivas 1999.
- “Kelâmî Epistemolojide Aklın Değeri” C.Ü.Đ.F.D., c. V, sayı: 2,
Sivas 2001.
- Âlûsî, Ebü's-Sena Şehabeddin Mahmûd b. Abdullah (v. 1270/1854), Ruhü'l-
Meani fî Tefsiri'l-Kur'âni'l-Azim ve's-Seb’i’l-Mesânî (I-XVII),
(tsh. Muhammed Hüseyin Arab), Beyrut 1997/1417.
233
- Alvâni, Taha Cabir, Đslam Düşüncesinin Bugünkü Meseleleri, Đstanbul
2008.
- Amidî, Ebü'l-Hasan Seyfüddin (v. 631/1233), el-Đhkam fî Usuli’l-Ahkâm (I-
III), Beyrut 1996.
- Ardoğan, Recep, “Kelâmî Açıdan Đnsan Haklarının Temellendirilmesi
Sorunu”, A.Ü.S.B.E., Basılmamış Doktora Tezi, Ank. 2003.
- “Kelamcılara Göre Allah’a Đmanda Akıl Yürütmenin Değeri”,
C.Ü.Đ.F.D., c. VIII/I, Sivas Haziran 2004.
- “Mu’tezile’ye Göre Allah’a Đman Konusunda aklın Gücü ve
Sorumluluğu” Marife, sayı:3 2003.
- Arpaguş, Hatice K., “Đlim ve Taklid: Klasik Eş’arilikte (Mütekaddimin) Dini
Đnancın Temelleri”, Kelam Araştırmaları, 3:2, 2005, s. 83-126.
- “Đman Bağlamında Kelamda Taklid ve Mukallid (Gazzâlî Örneği)”,
Kelam Araştırmaları, 3:1, 2005
- Aşur, Muhammed Tahir (v. 1390/1970), Tefsirü’t-Tahrîr ve’t-Tenvîr (I-
XXX), Tunus trs.
- Atay, Hüseyin, Kur’an’da Đman Esasları, Ankara 1998.
- Aydın, Mehmet S., Kant’ta ve Çağdaş Đngiliz Felsefesinde Tanrı-Ahlak
Đlişkisi, Ankara 1991.
- Din Felsefesi, Đzmir 1999, 7. Baskı.
- “Đslami Rasyonellik Üzerine Bazı Düşünceler”, II. Uluslararası
Đslam Düşüncesi Konferansı, Đstanbul, 1997.
- “Allah’ın Varlığına Đnanmanın Akliliği”, Đslam Araştırmaları Der.,
sayı: 2. Đstanbul 1986.
- Bağdadi, Ebu Mansur Abdulkahir (v. 429/1037), El-Fark Beyne’l-Fırak,
(Çev. Ethem Ruhi Fığlalı), Ankara 2001.
- Usûlü’d-Din, Beyrut 1981.
- Bağdadî, Ebû Bekr el-Hatîb, (463/1071), el-Fakih ve’l-Mütefakkih (I-II),
Riyad 1969.
- Bahrülulum, Đzzeddin, et-Taklid fi'ş-Şeriati'l-Đslâmiyye, Beyrut 1985.
- Bakıllani, Ebu Bekir (v. 403/1013), Temhidü'l-Evail ve Telhisü'd-Delail,
(tah. Đmadüddin Ahmed Haydar), Beyrut 1986.
234
- Kitabu Temhîdi’l-Evâil ve Telhîsi’d-Delâil, (Tah. Đmâdu’d-Din
Ahmed Haydar), Beyrut 1986.
- el-Đnsaf fima Yecibu Đ'tikaduhu ve la Yecuzü'l-Cehlu bihi, (tah.
Đmadüddin Ahmed Haydar), Beyrut 1986.
- Basri, Ebü'l-Hüseyin Muhammed b. Ali (v. 436/1044), el-Mu’temed fî
Usuli’l-Fıkh (I-II), Dımeşk 1964.
- Beyhaki, Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyin (v. 458/1066), el-Đ'tikad ve'l-
Hidaye ila Sebili'r-Reşad, (tah. Seyyid Cemili), Beyrut 1988.
- Beyzavi, Ebû Saîd Nasırüddin (v. 685/1286), Tevâlü'l-Envar min Metâli'l-
Enzâr, (tah. Abbas Süleyman), Beyrut 1991.
- Bigi, Musa Carullah, Büyük Mevzularda Ufak Fikirler, Ank., 2001
- Rahmeti Đlahiye Burhanları, (Sad. Hikmet Akpur), Đstanbul 1991.
- Bingöl, Abdülkuddûs, Gelenbevî’nin Mantık Anlayışı, M.E.B. Yayınları,
Đstanbul 1993.
- Bolay, Süleyman Hayri, Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Ankara
1999, 8. Baskı.
- “Gazzâli ve Taklid”, Nesil Dergisi, c. 2, sayı: 10, Temmuz-2006
- Buhari, Ebu Abdullah Muhammed b. Đsmail, Camiu’s-Sahih (I-VIII),
Đstanbul 1982.
- Bulaç, Ali, Tarih, Toplum ve Gelenek, Đstanbul 1996.
- Buti, Muhammed Saîd Ramazan, Ella Mezhebiyye, Beyrut 1996.
- Cabiri, Muhammed Abid, Arap Aklının Oluşumu, Đstanbul 2001.
- “Đslam’da Akıl ve Đman”, Kur’ani Hayat Dergisi, sayı: 2, Đstanbul
Eylül 2008.
- Celi, Ahmed, el-Havaric ve'ş-Şia, Riyad 1988.
- Cevizci, Ahmet, Felsefe Ansiklopedisi, Đstanbul 2003.
- Felsefe Sözlüğü, Đstanbul 2002, 5. Baskı.
- Cevziyye, Đbn Kayyım (691-751), Taklid Risalesi, (Çev., Mustafa Yiğit),
Kayseri 1999.
- el-Fevâid, (yay. Ahmet Ratib Armuş), Beyrut 1986.
- Đ’lâmü’l-Muvakkiin an Rabbi’l-Alemin, (tahric Muhammed el-
Mu’tasım-Billah el-Bağdadi), Beyrut 1998, 2. Baskı.
235
- Cihan, Sadık, Uydurma Hadislerin Doğuşu Siyasi ve Sosyo-Politik
Olaylarla Đlgisi, Samsun 1996.
- Clark, Walter Houstun, “Đman Problemi”,
http://www.dinbilimleri.com/dergi3/imanproblemi.htm
- Clifford, William K., The Ethics of Belief, Philosophy of Religion: An
Anthology, Edit by. Louis P. Pojman, Canada 2003.
- Collins, James, The Mind Kierkegaard, Princeton 1983.
- Cottingham, John, Akılcılık, (çev. Bülent Gözkân), Đstanbul 1995.
- Cürcani, Seyyid Şerif (v. 816/1413), et-Ta’rifât, (tah. Abdurrahman
Umeyra), Beyrut 1987.
- Cüveyni Ebü'l-Meâli (v. 478/1085), eş-Şamil fi Usuli’d-Din, Tahran 1981.
- Kitabu’l-Đctihad, (tah. Abdulhamid Ali Ebu Züneyd), Beyrut 1987.
- Akidetü’n-Nizamiyye, Marmara Üniversitesi Đlahiyat Fakültesi
Vakfı Yayınları, no: 41.
- Kitabu’l-Đrşad (tah. Muhammed Yusuf Ziya), Kahire 1950.
- el-Đrşad ilâ Kavati’l-Edille fî Usûli’l-Đtikad, (tah. Muhammed
Yusuf Musa), Beyrut 1992.
- Çelebi, Đlyas, “Mutezile’nin Klasik Đslam Düşüncesindeki Yeri ve Modern
Döneme Etkileri”, Kelam Araştırmaları, 2:2, 2004.
- Çubukçu, Đbrahim Agah, Gazzali ve Şüphecilik, Ankara 1964.
- Debûsî, Ebû Zeyd Abdullah b. Ömer b. Đsa (v. 430/1039), Takvimü’l-Edille
fî Usuli’l-Fıkh, (tah. Halil Muhyiddin Meys), Beyrut 2001.
- Dıhlevi, Şah Veliyyullah (1702-1763), el-Đnsaf fî Beyâni Sebebi'l-Đhtilaf
fi'l-Ahkâmi'l-Fıkhiyye, (Şrh. Kusay Muhibüddin Hatîb), Kahire
1978, 2. Baskı.
- Ikdü'l-Ciyd fî Ahkâmi'l-Đctihad ve't-Taklid, Kahire 1978, 2.
Baskı.
- Huccetü’l Baliğa (I-II), Beyrut 1990.
- el-Đnsaf, (şerh. Kusay Muhibüddin Hatîb), Kahire 1978.
- Düzgün, Şaban Ali, Allah, Tabiat ve Tarih, Ankara 2005.
- Varlık ve Bilgi, Ankara 2008.
236
- “Đnsanın Yetkinliğini Teolojik Olarak Temellendirmenin Đmkânı”,
A.Ü.Đ.F.D., c. XLVI, sayı: 2, Ankara 2005.
- “Đnsanın Yetkinliğini Teolojik Olarak Temellendirmenin Đmkanı”,
A.Ü.Đ.F.D., c. XLVI, Ankara 2005.
- Ebu Hanife Numan b. Sabit (v. 150/767), el-Vasiyye, (Mustafa Öz, Đmam-ı
Azam’ın Beş Eseri), Đstanbul 1981.
- Fıkhu’l-Ekber, (Ali Nar, “Akaid Risaleleri” içinde), Đstanbul 1998.
- el-Alim ve’l-Müteallim, (Mustafa Öz, “Đmam-ı Azam’ın Beş Eseri”
içinde), Đstanbul 1981.
- Fıkhu’l-Ebsat, (Mustafa Öz, Đmam-ı Azamın Beş Eseri içerisinde),
- Ebû Talib el-Mekki, Đbn Atıyye el-Harisi (386/996), Kûtü'l-Kulûb fî
Muameleti'l-Mahbub, (neşr. Mustafa el-Babi el-Halebi), Kahire
1961.
- Ebu Ubeyd, Kâsım b. Sellâm, Kitabu’l--Đman ve Meâlimihî ve Sünenihî ve
Derecâtıhî, (tah. Muhammed Nâsiruddîn el-Elbânî), Beyrut 1983, 2.
Baskı.
- Ebu Ya’lâ el-Ferra (458/1066), Mesailü'l-Đman Diraseten ve Tahkiken,
(tah. Suud b. Abdülazîz Halef) Riyad 1989.
- el-Mu’temed fî Usûli’d-Dîn, (Tah. V. Z. Harrad), Beyrut 1974.
- Ebu Zehra, Muhammed, Đslam Hukuku Metodolojisi, (Çev. Abdulkadir
Şener), Ankara 1997, 7. Baskı.
- Ebu’l-Beka, Muhibüddin Abdullah (v. 616/1219), el-Külliyat, Beyrut 1993.
- Elbanî, Muhammed Nâsıruddin, Silsiletü’l-Ahâdisi’z-Zaîfe (XIV), Riyad
1992.
- Elbanî, Muhammed Said Abdurrahman (H. 1294-1351), Umdetü’t-Tahkik
fi’t-Taklid ve’t-Telfîk, Dımeşk 1997.
- Emin, Ahmed (v. 1353/1924), Zuhru’l-Đslâm (I-VI), Kahire 1964.
- Esed, Muhammed (1900-1992), Kur’an Mesajı (Meal Tefsir, I-III), (çev.
Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, Đstanbul 1999.
- Esen, Muammer, Afganî Kelamî ve Felsefî Görüşleri, Ankara 2006.
- Eş’ari, Ebu’l-Hasan (v. 324/936), Kitabu’l-Lum’a Fi’r-Reddi alâ ehli’z-
Zeyği ve’l-Bidei, Kahire 1975.
237
- el-Đbane an Usuli’d-Diyane, (tah. Abdulkadir Arnavut), Beyrut
1981.
- Đstihsânu’l-Havd fî ‘Đlmi’l-Kelâm (neşr. R. J. McCarthy), Beyrut,
1952.
- Makalatü’l-Đslamiyyin ve Đhtilâfu’l-Müsallîn (I-II), (Tah.
Muhammed Muhiddin Abdulhamid, I-II), Beyrut 1995.
- Fahri, Macit, Đslam Felsefesi Tarihi, Đstanbul 2000, 5. Baskı.
- Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kuran, (çev. Alpaslan Açıkgenç) Ankara
1996, 3. Baskı.
- Đslam, Ankara 1996, 4. Baskı.
- Đslam’da Đhya ve Reform, (Çev. Fehrullah Terkan), Ank., 2006.
- “Đslam’da Canlandırma ve Reform Hareketleri”, (Çev. Adil Çiftçi,
Đslâmî Yenilenme Makaleler III), Ank., 2002
- “Đslam: Sorunlar ve Fırsatlar” (çev. Adil Çiftçi, Đslâmî Yenilenme
Makaleler I içinde), Ankara 2004.
- Fığlalı, Ethem Ruhi, Çağımızda Đtikadi Đslam Mezhepleri, Ankara 1998.
- Freud, Sigmund, “Bir Yanılsamanın Geleceği”, (Çev. Selçuk Budak,
Uygarlık Din ve Toplum içerisinde), Ank. 1995
- Fuzulî, Muhammed b. Süleyman el-Bağdâdî (v. 963/1556), Matla’u’l-Đtikâd
fî Marifeti’l-Mebdei ve’l-Meâd, (neşr. Muhammed b. Tavid et-
Tancî), Ankara 1962.
- Gazalî, Ebu Hamid Muhammed (v. 505/1111), Kavaidü'l-Akaid fi't-Tevhid,
(tah. Musa Muhammed Ali), Beyrut 1985.
- Đhya’u Ulûmi’d-Din (I-IV), (Çev. Ahmet Serdaroğlu) Đstanbul trs.
- Đlcamu’l-Avam, (Tak. Muhammed Masum Billah Bağdadî), Beyrut
1985.
- el-Mustasfa min Đlmi’l-Usul (I-II), Beyrut 1324.
- Gazi Farabi Đtkani, Kıvamüddin Emir Katib b. Emir (v. 758/1357), et-
Tebyin, (tah. Sabir Nasr Mustafa Osman), Kuveyt 1999.
- Gelenbevi, Đsmail, Haşiyetü Gelenbevî, Đstanbul 1307.
- Gölpınarlı, Abdulbaki, Tarih Boyunca Đslam Mezhepleri ve Şiilik, Kum
1991.
238
- Görmez, Mehmet, Musa Carullah Bigiyef, Ankara 1994.
- Güler, Đlhami, Đman Ahlak Đlişkisi, Ankara 2003.
- Özgürlükçü Teoloji Yazıları, Ankara 2004.
- Sabit Din Dinamik Şeriat, Ankara 2002.
- Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 1997, 3. Baskı.
- Hamidullah, Muhammed, Đslam Peygamberi (Çev. Salih Tuğ), Đstanbul
1993, 5. Baskı.
- Hançerlioğlu, Orhan, Đslam Đnançları Sözlüğü, Đstanbul 1984.
- Hanefi, Hasan, “Aydınlanmacı Đslam”, Đslamiyat V, 2002, sayı: 2
- “Müslüman Aklının Eleştirisi Ya Da Đslam Düşüncesinin Yeniden
Đnşası”, II. Uluslararası Đslam düşüncesi Konferansı, Đstanbul
1997.
- Hatemi, Hüseyin, “Đslam’da Akılcı Yöntem”, II. Uluslararası Đslam
Düşüncesi Konferansı, Đstanbul 1997.
- Hıfzi, Abdullatif b. Abdülkadir, Te’sirü’l-Mu’tezile fî’l-Havaric ve’ş-Şia,
Cidde 2000.
- Hıllî, Allame (v. 826/1423), el- Babü’l-Hadi Aşer, (tah. Dr. Mehdi
Muhakkık), y.y., trs.
- Hilmi, Mustafa, Kavaidü Menheci’s-Selefî fi Fikri’l-Đslamî, Đskenderiye
1991.
- Hökelekli, Hayati, Din Psikolojisi, Ankara 1993.
- Hucvirî, Ali b. Osman (465-1072), Keşfu’l-Mahcûb (çev. Süleyman
Uludağ), Đstanbul 1982.
- Hudarî, Muhammed b. Afîfi, Usûlü'l-Fıkh, Beyrut 1969.
- Hume, David (1711-1776), Đnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma, (çev.
Serkan Öğdüm), Ankara 1998.
- Işık, Kemal, Maturidi’nin Kelam Sisteminde Đman Allah ve Peygamberlik
Anlayışı, Ank. 1980
- Izutsu, Toshihiko, Kur’an’da Dinî-Ahlakî Kavramlar, Đstanbul trs.
- Đslam Düşüncesinde Đman Kavramı, (çev. Süleyman Ayaz)
Đstanbul 2000.
239
- Đbn Abdilberr, Ebu Ömer Nemerî, (v. 436/1071), Câmiu Beyâni'l-Đlm ve
Fazlihi vema Yenbaği fî Rivayetihi ve Hamlihi (I-II), (tah.
Abdurrahman Muhammed Osman) Beyrut, trs.
- Đbn Abidin, Muhammed Emin b. Ömer b. Abdülazîz Dımaşki (1252/1836),
Şerhu Manzume-i Resmi'l-Müfti (I-II), y.y. trs.
- Đbn Asâkir, Ebu’l-Kasım Ali b. El-Hasan Hibetullah (v. 571/1176), Tebyinu
Kezibi’l-Müfteri fi Ma Nusibe ile’l-Ebi’l-Hasan el-Eşari, Dimaşk,
H. 1347.
- Đbn Cevzî, Ebu’l-Ferec Abdurrahman (v. 597/1201), Telbîsü Đblîs, (neşr. M.
Mehdi el-Đstanbulî), y.y. 1976.
- Đbn Emiru Hac, Ebû Abdullah Şemseddin (v. 879/1474), et-Takrir ve’t-
Tahbir (I-III), Beyrut 1983, 2. Baskı.
- Đbn Fûrek, Ebu Bekir Muhammed (v. 406/1015), Mücerred Makalati’ş-Şeyh
Ebi’l-Hasan el-Eş’ari, (tah. Daniel Gimaret) Beyrut 1987.
- Đbn Hazm, Ebu Muhammed b. Ali (v. 456/1064), el-Đhkâm fi Usûli’l-Ahkam
(I-II), (tah. Ahmed Muhammed Şakir), Kahire 1970.
- el-Muhalla (I-XI), (tah. Ahmed Muhammed Şakir), Kahire 1347.
- “Risaletü’l-Beyan an Hakikatü’l-Đman” (Resâilu Đbn Hazm el-
Endülüsî I-IV içerisinde), tah. Đhsan Abbas, Beyrut 1987.
- El-Fasl fi'l-Milel ve'l-Ehva ve'n-Nihal (I-III), Kahire 1899.
- el-Usûl ve’l-Fürû’, Beyrut 1984.
- En-Nübzetü’l-Kafiye fi Usûli Ahkâmi’d-Din, (tah. Ebu Mus’ab
Muhammed Said el-Bedri), Kahire 1991.
- Usûl-i Din, (Çev. Đbrahim Aydın), Đst. 1997.
- Đbn Hümam, Kemâleddin Muhammed b. Abdülvahid (861/1457), el-
Müsayere fi Đlmi’l-Kelam ve’l-Akaidi’t-Tevhidiyyeti’l-Münciyye
fi’l-Ahire, Kahire trs.
- Đbn Manzur, Ebü’l-Fadl Muhammed b. Mükerrem (v. 711/1311), Lisanu’l-
Arab (I-XVI), Beyrut. 1994, 3. Baskı.
- Đbn Murtaza, Ahmed b. Yahyâ el-Mutezilî (v. 840/1437), Kitâbü'l-Kalâid fî
Tashîhi'l-Akâid (neşr. A. Narî Nâdir), Beyrut 1985.
240
- Đbn Rüşd, Ebü'l-Velid Muhammed b. Ahmed el-Kurtubi (v. 520/1126),
Kitabu'l-Keşf an Menâhici'l-Edille, (Çev. Nevzat Ayasbeyoğlu),
Ankara 1955.
- Fasl’ul-Makal, (Çev. Süleyman Uludağ), Đstanbul 1985.
- Đbn Teymiye, Ebü'l-Abbas Takıyyüddin (728/1328), Mecmuatü’l-Fetava (I-
XXXVII), (Haz. Amir Cezzar-Enver Baz), Riyad 1997.
- Akidetü’l-Vasıtiyye, M.Ü.Đ.F. Vak. Yay. No: 41
- Der’u Tearuzi’l-Akl ve’n-Nakl (I-XI), Riyad 1979.
- Đmanu’l-Evsat, (Çev. Salih Uçan), Đstanbul 2002.
- el-Đman, Darü’l-Hadis trs.
- el-Đstikame, (I-II), (Tah. Muhammed Reşad Salim), Riyad 1983.
- Đbn Tumert, Ebû Abdullah Muhammed b. Abdullah b. Tumert Berberi,
(524/1130), E’azzi ma Yutlab, (tah. Abdülganî Ebü’l-Azm), Rabat
trs.
- Đkbal, Muhammed, Đslam’da Dini Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, (çev.
Sofi Huri), Đstanbul 1999.
- Đsfehanî, Ebu Kasım Ragıp (v. 502/1108), el-Müfredatü Elfâzi’l-Kur’an,
(tah. Safvân Adnan Davudî), Beyrut 1997, 2. Baskı.
- Đsferayani, Ebü'l-Muzaffer (v. 471/1078), et-Tabsir fi’d-Din ve Temyizü'l-
Fırkati'n-Naciye ani'l-Fırak, (tah. Kemal Yusuf Hut), Beyrut 1983.
- Đslamoğlu, Mustafa, Đman, Đstanbul 2007.
- Đsmail Hakkı, Đzmirli (1366/1946), Đslâm’da Felsefe Akımları, (neşr. N.
Ahmet Özalp), Đstanbul 1997.
- Đşcan, M. Zeki, M. Abduh’un Dini ve Siyasi Görüşleri, Đstanbul 1998.
- Đzzeddin, Ebû Muhammed, Kavaidü'l-Ahkâm fî Masalihi'l-Enam (I-II),
Beyrut trs.
- James, William, The Varieties of Religious Experience, Edit by Martin E.
Marty, New York 1982.
- Karaman, Hayrettin, Đslam Hukukunda Đctihad, Đstanbul 1996, 2. Baskı.
- Kardavi, Yusuf, Kur’an ve Sünnet Işığında Öncelikli Meseleler Fıkhı,
(Çev. Abdullah Gündüz), Đstanbul 2007.
241
- Kari, Ebu Hasan Nureddin Ali (v. 1064/1606), Fıkh-ı Ekber Şerhi, (Çev.
Hüseyin S. Erdoğan), Đstanbul trs.
- Kayıklık, Hasan, “Psikolojik Açıdan Đnanç, Đman ve Şüphe”, A.Ü.Đ.F.D., c.
XLVI, 2005, sayı: I.
- Kierkegaard, Soren (1813-1855), Günlüklerden ve Makalelerden Seçmeler,
(çev. Đbrahim Kapaklıkaya), Đstanbul 2005.
- “The Absolute Paradox” (The Existence of God, ed. John Hick),
New York 1973.
- Korku ve Titreme, (Çev. N. Ekrem Düzen) Đstanbul 1990.
- Komisyon, Dini Kavramlar Sözlüğü, Diyanet Đşleri Başkanlığı, Ankara
2007.
- Komisyon, Kuran Yolu Türkçe Meal ve Tefsir (I-V), Diyanet Đşleri
Başkanlığı, Ankara 2006.
- Kök, Mustafa, Nurettin Topçu’da Din Felsefesi, Đstanbul 1995.
- Kuleynî, Ebu Cafer Muhammed b. Yakub (v. 329/940), Usul-ü Kafi (I-II),
(Çev. Vahdettin Đnce), Đstanbul 2002.
- Kuşeyrî, Ebu’l-Kasım Abdulkerim b. Hevazin (v. 465/1072), er-Risâletu’l-
Kuşeyriyye fî Đlmi’t-Tasavvuf, (tah. M. Zerîk, A. A. Baltacı),
Beyrut 1990.
- Kutlu, Sönmez, Đslam Düşüncesinde Đlk Gelenekçiler, Ankara 2002, 2.
Baskı.
- Đmam Maturidi ve Maturidilik, Ankara 2003.
- Lalekaî, Ebu Kasım et-Taberî (v. 418/1027), Şerhu Usuli Đ’tikadi Ehli’s-
Sünne ve’l-Cemaa mine’l-Kitâbi, (tah. Ahmed Sa'd Hamdân),
Riyad trs.
- Maarrî, Ebu’l A’lâ, Lüzumiyyât, (Şerh Musa Carullah), y.y., 1907.
- Maturidi, Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Muhammed (333/944),
Kitabu’t-Tevhid (Tah. Fethullah Huleyf), Đstanbul 1979.
- Te’vilatü’l-Kur’an (I- ), (Haz. Ahmet Vanlıoğlu), Đstanbul 2005.
- Maunter, Thomas, A Dictionary of Philosophy, Blackwell Publisher,
Cambridge 1998.
242
- Maverdi, Ebü'l-Hasan Ali b. Muhammed (450/1058), el-Havi'l-kebir hüve
Şerhu Muhtasari'l-Müzeni (I-XVIII), (tah. Ali Muhammed
Muavvez, Adil Ahmed Abdülmevcud), Beyrut, 1994/1414.
- Mert, Muhit, “Nesefi’de Đman-Bilgi Đlişkisi”, Dini Araştırmalar Dergisi, c.
III, Ocak-Nisan, Ankara 2001.
- Muhammed, Yahya, el-Đctihad ve’t-Taklid ve’l-Đttiba’ ve’n-Nazar, Beyrut
2000.
- Muhâsibî, Ebu Abdillah el-Hâris b. Esed (v. 243/857), Kitabu’r-Riâye li-
Hukûkillâh, (Neşr. Margaret Smith), Londra 1940.
- Müzeni, Ebû Đbrâhim Đsmail b. Yahyâ (v. 264/878), Muhtasarü’l-Müzeni fî
Furui’ş-Şafiiyye, (haz. Muhammed Abdülkadir Şahin), Beyrut,
1998.
- Nesefî, Ebu Muîn (v. 508/1115), Tabsiratü’l-Edille fi Usûli’d-Din (I-II),
(tah. Hüseyin Atay), Ankara 2004.
- Nesefî, Ebü'l-Berekat (v. 710/1310), el-Umde fî’l-Akaid, (çev. Temel
Yeşilyurt), Malatya 2000.
- Neşşar, Ali Sami, Đslam’da Felsefi Düşüncenin Doğuşu II, Đstanbul 1999.
- Nisaburî, Ebu Reşîd (v. 400/1009), el-Mesâil fi’l-Hılâf beyne’l-Basriyyîn
ve’l-Bağdadiyyin, (tah. Ma’n Ziyade), Beyrut 1979.
- Nursî, Said (1873-1960), Muhâkemât, Đstanbul 1990.
- Öner, Necati, Klasik Mantık, Ankara 1986.
- Özcan, Hanifi, Epistemolojik Açıdan Đman, Đstanbul 1997.
- Maturidi’de Bilgi Problemi, Đstanbul 1998.
- “Birbirine Zıt Đki Epistemolojik Yaklaşım: “Temelcilik” ve
“Đmancılık”, A.Ü.Đ.F.D., Ank. 1999, c. XL, “Necmi Öner
Armağanı” Özel Sayısı.
- Özcan, Zeki, Din Felsefesi Yazıları, Đstanbul 2001.
- Özervarlı, M. Sait, Kelamda Yenilik Arayışları, Đstanbul 1998.
- Öztürk, Mustafa, Kur’an-ı Kerim Meali Anlam ve Yorum Merkezli
Çeviri, Ankara 2008.
- Pessagno, J. Meric, “Maturidi’ye Göre Akıl ve Dini Tasdik”, (Çev. Đlhami
Güler, Özgürlükçü Teoloji Yazıları içinde), Ankara 2004.
243
- Peters, Rudolph, “Idjtihad and Taqlid in 18th and 19th century Islam”, Die
Welt des Đslams, XX, Netherlands 1980.
- Peterson, Michael vd., Akıl ve Đnanç, (Çev. Rahim Acar), Đstanbul 2009.
- Pezdevî, Ebu Yusr Muhammed b. Muhammed (v. 493/1100), Ehl-i Sünnet
Akaidi, (Ter. Şerafeddin Gölcük), Đstanbul, 1988, 2. Baskı.
- Popper, Karl, Açık Toplum ve Düşmanları: Hegel, Marx ve Sonrası,
Đstanbul 1989.
- Razî, Ebû Bekr Muhammed b. Zekeriyyâ (313/925), Muhtârü's-Sıhah:
Mu’cemü'r-Razi, (haz. Mahmûd Hatır), y.y., trs.
- Razî, Ebu Abdullah Fahreddin (606/1209), el-Muhassal, (Çev. Hüseyin
Atay), Ankara 1978.
- el-Erbaîn fi Usûli’d-Din, Haydarabad 1353.
- Rıza, Reşid, Tefsirü’l-Menâr (I-XII), y.y., 1954
- Russal, Bertnard, Neden Hıristiyan Değilim, (çev. Ender Gürol), Đstanbul
1996.
- Sabri, Mustafa-Carullah, Musa, Đlahi Adalet: Rahmeti Đlahiye Burhanları,
(Sad. Ömer H. Özalp), Đstanbul 1996.
- Sabunî, Ebu Muhammed Nureddin (v. 580/1184), el-Bidaye fi Usûli’d-Din
(Haz. Bekir Topaloğlu), Ankara 1991, 4. Baskı.
- Sadr, Rıza, el-Đctihad ve’t-Taklid, Beyrut trs.
- Seffarinî, Ebü'l-Avn Şemseddin Muhammed b. Ahmed b. Salim (v.
1188/1774), Levamiü’l-Envari’l-Behiyye ve Sevatiü’l-Esrari’l-
Eseriyye Beyrut trs.
- Sen’anî, Ebû Đbrâhim Đzzeddin Muhammed b. Đsmail Emir (v. 1182/1768),
Đrşadü'n-Nukkad ila Teysiri'l-Đctihad, (haz. Muhammed Subhi
Has Hallak), Beyrut 1992.
- Senûsî, Ebû Abdillah el-Hattabi (v. 1276/1859), Đkazü'l-Vesnan fi'l-Amel
bi'l-Hadis ve'l-Kur’an, Kahire 1960.
- Akidetü Senûsiyye (Haz. Ali Nar, “Akaid Risaleleri” içinde)
Đstanbul 1998.
- Sıdkî, Muhammed Tevfik, (v. 1330/1912), ed-Dîn fî Nazari’l-Akli’s-Sahih,
Mısır 1323.
244
- Sübkî, Abu Hasan Takiyyuddin (v. 756/1335), Cem’ul-Cevâmi, (Tah.
Abdusselam b. Abdulhadi Şennar), Beyrut 2002.
- Küllü Mevlüdin Yûledu ale’l Fıtrati, (Tah. Muhammed Seyyid
Ebu Âmme), Tanta 1990.
- Sülemî, Ebû Muhammed Đbn Abdüsselam (v. 660/1262), Kavaidü'l-Ahkâm
fî Masalihi'l-Enam, Beyrut trs.
- Sülün, Murat, Kur’an-ı Kerim Açısından Đman Amel Đlişkisi, Đstanbul
2000.
- Sünevî, Abdurrahman b. Hasan, et-Temhid, Beyrut 1981
- Sünevî, Ebu Muhammed Abdurrahman b. Hasan (v. 776), et-Temhid Fi
Tahrici’l-Fürûi ala’l-Usulî, (tah. Muhammed Hasan Hîtu), Beyrut
1981.
- Swinburne, Richard, “The Arguments from Design” Edit by. Philosophy of
Religion: An Anthology, Edit by. Louis P. Pojman, Canada 2003.
- Şahin, Hasan, Maturidi’ye Göre Din, Kayseri 1987
- Şatıbi, Ebu Đshak (v. 790/1388), el- Muvâfakât (I-IV), (Çev. Mehmet
Erdoğan), Đstanbul 2003, 3. Baskı.
- el-Đ’tisam (I-II), Beyrut 1996.
- Şehhade, Abdullah Mahmud, Menhecü'l-Đmam Muhammed Abduh fî
Tefsiri'l-Kur'âni'l-Kerim, Kahire 1984.
- Şehristanî, Ebu’l-Feth Taceddin (v. 548/1153) el-Milel ve’n-Nihel, (Çev.
Mustafa Öz), Đstanbul 2005.
- Nihayetü’l-Đkdam fi Đlmi’l-Kelam, (tah. Alfred Guillaume),
London 1934.
- Şerefî, Ahmed b. Muhammed, (v. 1069/1659), Şerhü’l-Esasi’l-Kebir Şifau
Süduri’n-Nas bi-Şerhi’l-Esas (I-II), (tah. Ahmed Ataullah Aref),
San’a/Yemen, 1991.
- Şerkâvî, Muhammed Abdullah, el-Đman, Kahire 1989.
- Şevkani, Ebû Abdullah Muhammed b. Ali b. Muhammed el-Havlani
(1250/1834), Đrşadü’l-Fuhul ila Tahkiki’l-Hak min Đlmi’l-Usul,
Beyrut, trs.
245
- el-Bedru’t-Tâli (I-II), (tah. Muahmmed b. Muhammed b. Yahya b.
Ziba’râ), Beyrut trs.
- el-Đctihad ve’t-Taklid, (tah. Đbrahim Hilal), Kahire 1979.
- el-Kavlu’l-Müfid fî Edilleti’l-Đctihâd ve’t-Taklîd, (tah. Ebu Musab
Muhammed Said el-Bedrî), Kahire 1991.
- Şeyhzade, Abdurrahim b. Ali el-Mueyyed (v. 944/1537), Nazmu'l- Feraid ve
Cemu’l-Fevâid, Đstanbul 1288.
- Tabatabai, Muhammed Hüseyin Allame, (v. 1401/1981), Đslam’da Şia,
Đslami Kültür ve Đlişkiler Merkezi Tercüme ve Yayın Müdürlüğü,
Qum 1998.
- Taberî, Đbn Cafer Cerir (v. 310/923), Tefsir-ü Taberi (I-XXV), (tah.
Abdullah b. Abdulmuhsin et-Türkî), Riyad 2003.
- Taftazani, Sadeddin (v. 792-1390), Şerhu’l-Makasıd (I-V), Beyrut 1989.
- Şerhü’l-Akaid, (Haz. Süleyman Uludağ), Đstanbul 1991, 3. Baskı.
- Tahavi, Ebu Cafer (v. 321/933), Akîdetü’t-Tahaviye, (Haz. Ali Nar, “Akaid
Risaleleri” içinde), Đstanbul 1998.
- Tevfik Efendi, Çerkesşeyhzade Mehmed, el-Đtkan fi Tahkiki'l-Đman,
Đstanbul 1312.
- Topaloğlu Bekir, Đslam Kelamcılarına ve Filozoflara Göre Allah’ın
Varlığı. Ankara 1992.
- Kelam Đlmi, Đstanbul 1996, 5. Basım.
- Te’vilat’ül-Kuran’dan Tercümeler, Đstanbul 2003.
- Topçu, Nurettin, Đsyan Ahlakı, (Çev. Mustafa Kök), Đstanbul 1995.
- Uludağ, Süleyman, Đslam Düşüncesinin Yapısı, Đstanbul 1994.
- Ülken, Hilmi Ziya, Đslam Düşüncesine Giriş I, Đstanbul 1954.
- Felsefeye Giriş II, Ankara 1974.
- Đslam Felsefesi, Đstanbul 1983.
- Ünal, Đsmail Hakkı, “Sünnete Uyma: Taklit Değil Örnek Alma”, Diyanet
Avrupa Der., sayı: 49, 2003.
- Vahidi, Ebu Hasan Ali b. Ahmed (v. 468/1075), Esbâbü’n-Nüzûl, Kahire
1998.
- Watt, W. Montgomery, Đslam Nedir?, (çev. Elif Rıza), Đstanbul 1993.
246
- Watt, Montgomery, The Formative Period of Đslamic Thought (Çev. Ethem
Ruhi Fığlalı), Ankara 1981.
- Yaman, Ahmet, Makâsıd ve Đctihad, Konya 2002.
- Yaran, Cafer Sadık, Günümüz Din Felsefesinde Tanrı Đnancının Akliliği,
Samsun 2000.
- “Dini Epistemolojide Eleştirel Akılcılık ve Tahkiki Đmancılık”, O.
M. Ü. Đ. F.D., Sayı 9, Samsun 1997.
- Yazıcıoğlu, M. Said, Kelam Dersi Notları, Ankara 1998.
- Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili (I-X), Đstanbul
1979.
- Yeşilyurt, Temel, Dini Bilginin Đmkanı, Đstanbul 2003.
- “Đslam, Đman ve Fundamentalizm”, Kelam Araştırmaları c. II, sayı
2, 2004.
- Yörükan, Yusuf Ziya, Đslam Akaid Sisteminde Gelişmeler, (Haz. Turhan
Yörükan), Đstanbul 2006.
- Zemahşerî, Ebü'l-Kâsım Cârullah Mahmud b. Ömer (v. 538/1144), Esasü'l-
Belağa, (tah. Mezid Naim, Şevki Maarri), Beyrut 1998.
- el-Keşşaf An Hakâiki’t-Tenzil ve Uyûni’l-Ekâvîl, (I-IV), Beyrut
1983.