KUR'ÂN’IN TANIMI VE İLGİLİ KAVRAMLAR · Kur’ân’ın tanımı, isimleri, âyet ve sûre ve...
Transcript of KUR'ÂN’IN TANIMI VE İLGİLİ KAVRAMLAR · Kur’ân’ın tanımı, isimleri, âyet ve sûre ve...
İÇİN
DEK
İLER
• Kur’ân Kelimesinin Etimolojik Tahlili
• Kur’ân’ın Tanımı
• Kur’ân’ın Faziletleri
• Kur’ân-ı Kerîm’in Diğer İsimleri
• Kur’ân’ın Unsurları
• Âyet
• Âyetlerin Tertîbi
• İlk ve Son Nazil Olan Âyetler
• Sûre
HED
EFLE
R
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Kur’ân’ın nasıl bir kitap olduğunu özetle anlayabilecek,
• Kur’ân’ın lügat ve ıstılahî anlamlarını öğrenebilecek,
• İslam alimlerinin ve özellikle Hz.Peygamber’in Kur’ân tariflerini bilecek,
• Kur’ân’ın faziletleri ve isimleri konusunda özlü bilgilere vakıf olacak,
• Kur’ân-ı Kerîm’in unsurlarından âyet ve sûre ile ilgili önemli bilgileri, âyet ve sûrelerin tertibinin tevfîkî/ilâhî oluşunu kavrayabileceksiniz.
ÜNİTE
1
KUR'ÂN’IN TANIMI VE İLGİLİ KAVRAMLAR
TEFSİR TARİHİ VE
USÛLÜ
Prof.Dr. İdris ŞENGÜL
ÜNİTE
1
Kur'ân’ın Tanımı Ve İlgili Kavramlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2
Kur’ân-ı Kerîm büyük ve
gerçek insanı inşa
etmek için Allah’ın
mutlak ilim
hazinesinden insanlığa
sunulan en son ve en
mükemmel ilâhî bir
projedir.
GİRİŞ
İnsanı yaratan ve onun zaaf ve eksikliklerini en iyi bilen yüce Allah (c.c) bu
âlemde onu başıboş, kendi halinde bırakmamıştır. İlk insan Âdem (a.s)'dan
başlayarak ahirzaman ümmetine kadar insanlığa ışık tutan, onu doğruya
yönlendiren ilâhî bilgiyi, ilâhî vahyi insanlık içinde mümtaz şahsiyetler olan
peygamberler aracılığıyla göndermiştir. Şüphesiz yüce Allah ilâhî vahyin en
sonuncusunu ve en mükemmelini de, insanlığın fikir ve anlayışta genel olarak ortak
bir seviyeye ulaştığı bir dönemde, peygamberler silsilesinin son halkasını teşkil
eden Hz. Muhammed (s.a.s.) vasıtasıyla Kur'ân-ı Kerîm olarak indirmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm bizzat O'nu gönderen Allah Te'âlâ'nın beyanlarına göre
doğruluğunda asla şüphe olmayan, sözce O'ndan daha doğru kimsenin
bulunmadığı Allah katından, Uluhiyet semasından âyetlerini düşünsünler ve akıl
sahipleri öğüt alsınlar diye nüzûl eden en son ilâhî mesajdır. İndirilişinden bu yana
ins ve cinnin benzerini getiremediği ve getiremeyeceği, herhangi bir eğriliği
olmayan, insanlığa kaldıramayacakları bir teklif olsun diye değil de, Allah'tan
korkanlar için bizzat hidayete, felaha ulaştıran bir öğüt olsun maksadıyla yer ve
gökleri yaratanın katından Arapça olarak indirilen en son ilahî prensipler, kanun ve
değerler mecmuasıdır.
Gerçekten ortaçağ'ın Kureyş toplumunu şirk, zulüm, haksızlık, ahlaksızlık,
sefahet ve sefaletin bunaltan ortamından çekerek onları hakiki insanlık
medeniyetinin kurucuları, üstatları ve yöneticileri konumuna çıkaran Kur'ân-ı
Kerîm; yaklaşık 15 asırdır insanlığa ne olduğunu, nereden geldiğini, nereye
gideceğini, bu dünyada ne maksatla yaşadığını, kâinatın yaratıcısının kim olduğunu,
varlığı ve ondaki olayları yaratıp idare edeni öğretmiş, işaret edilen konularla ilgili
fıtrî sorulara; doğru, insanı tatmin eden cevaplar vermiştir.
Kur'ân muhteva itibarıyla mükemmel ve noksansız olduğu gibi, nazil olduğu
dönemden günümüze kadar gelişi itibarıyla de herhangi bir tahrif ve değişikliğe
uğramamış, ilave veya noksanlığa maruz kalmamış ilâhî bir kitaptır. Bu özelliğe
sahip olması şüphesiz Kur'ân-ı Kerim'in başta Hz.Peygamber olmak üzere,
inananları tarafından ezberlenmesi ve yine Hz. Peygamber'in (s.a.s.) emriyle
yazılması (tedvin), sonra da her vesile ile okunması, dinlenilmesi (tilavet ve sema’)
ile birlikte, bizzat Yüce Allah Kur'ân'ı koruyacağını taahhüt etmesinden
kaynaklanmaktadır. (Hicr, 15/9; Kıyame, 75/17-19)
Kur'ân'dan önce gönderilen semavî kitaplar, "...(Kendilerini Allah'a adamış)
Rabbaniler ve âlimler de Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildiklerinden
Kur'ân’ın Tanımı Ve İlgili Kavramlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3
Kur’ân; hem okunuşu,
hem ezberlenmesi hem
de yazıyla tesbit edilip
kaydedilmesi
açılarından
Hz.Peygamber’in
insanlık ufkunda
parlayan en büyük
mücizesidir.
Kur’ân kendisini inkâr
eden azılı müşrikleri
bile büyüleyen ve
zevkle dinleten eşsiz, en
son ilâhî kitaptır.
O'nunla (Tevrat'la) hüküm verirlerdi..." (Maide, 5/48) mealindeki ayetin de deliliyle
Kur'ân'a benzer bir taahhütle korunmamış, insanların korumasına bırakılmıştır.
Her peygambere, muhataplarına davalarının doğruluğunu ispat etmek için
çeşitli mucizeler verilmiştir. Hz. Peygamber'e de (s.a.s.) birçok mucizelerinin
yanında en büyük mucize olarak Kur'ân-ı Kerim vahyedilmiştir. Ebu Bekr el-
Bakillâni'nin ifade ettiği gibi "Peygamberliği Kur'ân'ın dışında birçok mucizelerle
teyid ve tasdik edilmiş olsa bile, Hz. Peygamber'in nübüvveti birinci derecede bu
"Kur'ân Mucizesi" üzerine bina edilmiştir”. İmam Maverdi'nin "Kur'ân Hz.
Muhammed (s.a.s.)'in kendisiyle peygamberliğine davet ettiği ve risaletinin birden
insanlık ufkunda parlayıp duyulduğu ilk mucizesidir. Allah, Hz.Peygamber’i Kur’ân
mucizesiyle bütün peygamberlerinden ayırmıştır.” sözü de aynı gerçeğin değişik bir
ifadesidir.
Hz. Peygamber'in en büyük ve sürekli mucizesi Kur'ân-ı Kerim'in kelam ve
beyan sahasında olması, hem insanı diğer varlıklardan ayıran en önemli iki fıtrî
özellik olan akıl ve beyan sahibi olmalarına, hem de daha önceki peygamberler için
de aynı olan ve değişmeyen ilâhî hikmete, Sünnetullah'a da uygun düşmektedir.
Kur'ân'ın mucize oluşunun, insanüstü bir mahiyet taşıdığının diğer önemli
bir delili de; Kur'ân’ın ısrarla meydan okumasına rağmen 15 asırdır, belağat
üstatları olan Kur'ân'ın ilk muhatapları dahil, kendisine karşı çıkanların herhangi bir
muarazaya güç yetirememeleridir. Ne Kur'ân'a benzer bir kitap, ne benzer on sûre,
ne de benzer tek bir sûre getirebilmişlerdir. Hiçbir zaman da getiremeyeceklerine
dair Kur'ân peşinen hükmünü açıklamıştır.
Kur'ân'ın mucizeliği ile ilgili bir başka önemli nokta da Kur'ân'ın lafız ve
ibareleri arkasında etkileyici bir rûh ve kuvvetin varlığının hissedilmesidir. Bu rûh
sebebiyledir ki, Kur'ân'ı dinleyen veya okuyan müslim veya gayr-i müslim fertlerin
her birisi etkilenmiş, hayranlıklarını ifade etmekten kendilerini alamamışlardır. Bu
gerçeğin en canlı misalini bizzat Kur'ân'ın henüz yeni nazil olduğu sıralarda ilâhi
davete karşı koyma görevini üstlenenlerin başında gelen meşhur Kureyş
liderlerinden Ebû Süfyan b. Harb, Ebû Cehl b. Hişam ve Ahnes b. Şureyk gibilerinin
geceleri gizlice Resulullah'ı Kur'ân okurken dinlemek için evinin etrafında
mevzilenmeleri hadisesidir. Üstelik aynı hâdise birkaç kere vuku bulmuştur.
Şüphesiz insanlara indirilmesi sebebiyle Kur'ân'ın hitaplarında
muhatapların durumu, seviyesi gözetildiği gibi Allah'ın kelamı oluşu hasebiyle de
beşerüstü bir üslup ve ifade kullanılmıştır. Büyük bir âlimin çocuklarla konuşurken
hem onların anlayabileceği tarzda, hem de güzel bir üslupla konuşması, bu gerçeği
anlamamıza yeterli bir misaldir. Dolayısıyla Kur'ân'da en üstün üslup şekillerinin
kullanılmasıyla birlikte herbir üslup ve ifadede aynı tarzı aramak doğru olmasa
gerektir. Çünkü muhatapların duygu ve anlayışlarına, farklı ilmî seviyelerine uygun
Kur'ân’ın Tanımı Ve İlgili Kavramlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4
Kur’ân’ın nüzûlü,
insanlık için yeni bir
milattır.
olarak yapılan hitap ve ifadede konuşanın bütün özelliklerini aramak ve onun
gerçek seviyesini görmeye çalışmak doğru bir yaklaşım değildir.
Kur’ân’la ilgili bu kısa girişten sonra Kur’ân kelimesinin etimolojisi,
Kur’ân’ın tanımı, isimleri, âyet ve sûre ve benzeri konuları ele alalım.
Kur’ân Kelimesinin Etimolojik Tahlili
Kur’ân kelimesinin kökü ve anlamı hakkında İslâm âlimleri tarafından farklı
görüşler ileri sürülmüştür. Bu kelimenin kökü ile ilgili olarak âlimler ikiye
ayrılmışlardır. Bir kısmı “Kur’ân” kelimesinin aslının hemzesiz olduğunu, bir kısmı
da aynı kelimenin hemzeli bir kökten türediğini iddia etmiştir.
“Kur’ân/قرأن” Kelimesinin Hemzesiz Bir Kökten Türediği Görüşünde
Olanlar:
a) Kur’ân kelimesi, hemzesiz “Karine/قرينة” kelimesinin çoğulu olan “el-
Karâin/القرائن” kelimesinden türemiştir. Bu görüş Ebû Zekeriyya el-
Ferrâ’ya aittir. Ona göre Kur’ân ayetlerinin bazısı bazısına benzer, birbirini tasdik ve teyid eder. Bazen bir ayet diğerine karinedir. Ancak şu bir gerçektir ki, Arapçada kelimeler ya fiilden ya da mastardan türetilir. Dolayısıyla bu görüş tutarlı görülmemektedir.
b) Kur’ân kelimesi Arapçada bir şeyi bir şeye yaklaştırmak anlamına gelen
“karene/قرن” fiilinden türemiştir. Ebu’l-Hasen el-Eş’ârî’nin savunduğu
bu görüşe göre Kur’ân’ın harf, kelime, âyet ve sûreleri birbirine bitişik ve yakındır. Bu görüşü destekler mahiyette Ebû Bekr b. Mücâhid de; Ebû Amr b.el-A’lâ Kur’ân kelimesini hemzelemezdi demektedir.
c) Bir görüşe göre de Kur’ân kelimesi hemzesiz ve “el/ال” ile ma’rife olan
Lafz-ı Mürtecel’dir. Yani hiçbir kelimeden türetilmemiş olup Hz. Resûlullah’a inen en son kitap için özel isimdir. Aynı görüşe göre
Kur’ân ismi “karae/قرأ”den türememiştir. Şayet bu kökten türemiş
olsaydı her okunan şeyin Kur’ân diye isimlendirilmesi gerekirdi. Dolayısıyla Kur’ân ismi Tevrat ve İncil isimlerinde olduğu gibi Hz. Peygamber’e indirilen en son ilâhî Kelam’ın özel ismidir. Aynı durum “Allah/” isminde de söz konusudur. Allah’tan başka hiçbir varlığa bu isim verilmemiştir. Bu görüş fıkhî dört mezhebin imamlarından birisi olan meşhur İmam Muhammed b.İdris eş-Şâfi’î’ye aittir.
Kur'ân’ın Tanımı Ve İlgili Kavramlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5
Kur’ân, Allah Teâlâ’nın
ilâhî bilgi hazinesinden
insanlığa ikramda
bulunduğu en değerli
hediyesidir.
“Kur’ân/قرأن” Kelimesinin Hemzeli Bir Kökten Türediği Görüşünde
Olanlar:
a) Kur’ân lafzı “fu’lân/فعالن” vezninde toplama anlamına gelen “el-
Kar’u/القرء” kökünden türemiştir. Arapça’da “karaytu’l-mae fi’l-
havdı/قريت الماء في الحوض” ifadesi “Suyu havuzda topladım” demektir. Bu
görüşe göre “Kur’ân/قرأن”, daha öce indirilen ilâhî kitapların
meyvelerini topladığı, insanlığın problemlerini çözebilecek yüksek dinî hükümleri, muazzam hakikatleri, derin hikmetleri, her türlü hayır, iyilik ve güzellikleri bir araya getirdiği için bu adla isimlendirilmiştir. Bu tezi Ebû Ubeyde Ma’mer b.el-Müsenna ile Ebû İshâk ez-Zeccâc ileri sürmüşlerdir.
b) Kur’ân ismi Arapça’da okumak, tilavet etmek anlamına gelen
“karae/قرأ”den müştak/türetilmiş “Fu’lân/فعالن” vezninde hemzeli bir
mastardır. “el-mekru’/ المقروء= okunan şey” gibi ism-i mef’ûl anlamını
taşımaktadır. Bu görüş de Ebu’l-Hasen el-Lihyânî’ye aittir. İslâm âlimleri arasında en kuvvetli ve tercih edilen görüş budur. Kur’ân -ı
Kerîm’deki “إن علينا جمعو وقرأنو فإذا قرأناه فاتبع قرأنو” (Kıyame, 75/17-18) âyetleri
bu görüşü desteklemektedir.
Batılı müsteşriklerin/oryantalistlerin, İslâm Dini’nin orijinal bir din olmadığı,
vahiy kaynaklı değil de beşer kaynaklı olduğu şeklindeki delilsiz iddiaları gibi, Kur’ân
kelimesinin kaynağı konusunda da aynı çarpıtıcı ve karalayıcı gaye ve hedefler
doğrultusunda görüş ve iddiaları bulunmaktadır. Onlara göre Araplar kuzeydeki
komşuları olan sâmî kavimlerden yazı sanatı ile birlikte, kitap ve yazı anlamlarına
gelen kelimeleri de almışlardır. Müsteşrik Krenkow ve R. Blachére göre Kur’ân,
kitap, kırtas/kâğıt, yaprak, kalem gibi ve benzeri daha birçok kelime yabancı
asıllardan gelmektedir. Yine Schwally, Welhausen ve Horovitz gibi müşteşrikler
Kur’ân kelimesinin Süryânice veya İbrânice “Keryânî” ve “Kiryânî” lafızlarından
türemiş olduğunu iddia etmişlerdir. Bu iddialarla Kur’ân’ın orijinal, vahiy kaynaklı
ilâhî bir kitap olmayıp değişik kültürlerden, milletlerden veya Kur’ân’dan önceki
ilâhî kitaplardan (Tevrat ve İncillerden) derlenmiş olduğunu ileri sürmeyi
hedeflemişlerdir. Ancak bu tür iddiaların, tarihî ve ilmî hakikatlerle bağdaşmayan,
delilsiz, asılsız ve kasıtlı iddialar olduğu açıktır. Çünkü ilmî bir gerçektir ki diller
arasında kelime alışverişleri tabiîdir ve doğrudur. Her dilin, etkileşimde bulunduğu
diğer dillerden bazı kelime ve terimleri almasından daha doğal bir şey yoktur.
Ancak bir dil başka bir dilden aldığı bir kelimeyi aynen kullandığı gibi, bazen de hem
telaffuz bakımından hem de o kelimeye yüklenen anlam bakımından değişikliğe
Kur'ân’ın Tanımı Ve İlgili Kavramlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6
Kur’ân; tekrar tekrar
okumakla doyulmayan,
asırların geçmesiyle
eskimeyen, zamanın
ihtiyarlamasıyla
gençleşen son ilâhî
mesajdır.
uğratarak yeni bir yapı ile bünyesine alır ve sahiplenir. Hele hele bu etkileşim ve
kelime alışverişi aynı dil gurubuna bağlı diller arasında olursa bu daha da olağan ve
tabiî bir gerçeklik arz eder. Dolayısıyla Arapça’daki Kur’ân, kitap, kalem, kırtas/kâğıt
gibi kelimelerin aynı Sâmî diller gurubuna giren İbrânîce, Aramice veya
Süryanice’de farklı şekillerde kullanılmasını, son ilâhî mesaj olan Kur’ân-ı Kerîm’in
kaynağını sözkonusu dillerin konuşulduğu toplumlara, kültürlere veya inandıkları
muharref Tevrat ve İncillere dayandırmak, son derece anlamsız ve gülünç bir
iddiadan öteye geçemez.
Kur’ân’ın Tanımı
Nüzûlünden bu yana İslâm âlimleri, fakihler, usulcüler, edipler, filozoflar,
şairler ve diğerleri, Kur’ân-ı Kerîm’i tarif etme, onun üstünlüklerini, güzelliklerini ve
faziletlerini ortaya koyma konusunda âdeta yarış etmişlerdir. Ancak bizzat risaletin
sahibi olan Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Kur’ân’ı tarif etmesinden daha belîğ, daha
üstün ve daha güzel bir tarif yok gibidir. O yüce Resûl bir rivayette Kur’ân’ı şöyle
tarif etmektedir:
“Kur’ân; kendisinde, sizden öncekilerin ve sizden sonrakilerin haberi, bilgisi
bulunan, aranızdaki meselelerin çözümü için gerekli hükümlerin bulunduğu Allah’ın
kitabıdır. O oyun ve şaka değil, hakla batılı ayıran bir kitaptır. Onu kim terk ederse
Allah onun belini kırar. Kur’ân’ın dışında hidayeti arayan kimseyi Allah saptırır. O
Allah’ın kopmaz, sağlam ipidir. Son derece hikmetli bir öğüt ve dosdoğru bir yoldur.
O öyle bir kitaptır ki, insanın arzuları, duyguları onunla sapmaz. Onunla diller yalan
yanlış şeyler söylemez. Âlimler ondan doymaz ve usanmaz. Tekrar tekrar okumakla
eskimez. Onun harikalıkları, insanı hayrete düşüren manaları tükenmez. Cinler
Kur’ân’ı dinledikleri zaman, bizzat Kur’ân’ın ifadesiyle şöyle demişlerdir: (Biz,
hidayete erdiren eşsiz bir Kur’ân dinledik de derhal ona iman ettik…). Kur’ân’la
konuşan doğru konuşur. Onunla amel eden mükâfatlandırılır. Onunla hüküm veren
adalet eder. Ona davet eden kimse sırât-ı müstakîme hidayet olunur.” (Tirmîzî,
Fedâilu’l-Kur’ân)
Âlimlerin ve usûlcülerin ittifak ettiği ıstılâhî/terim tarifi de şöyledir:
"هو كالم اهلل املعجز، املنزل على خامت األنبياء واملرسلني، بواسطة األمني جربيل عليه السالم، املكتوب يف املصاحف، املنقول إلينا بالتواتر، املتعبد بتالوته، املبدوء بسورة
الفاحتة، املختتم بسورة الناس"
“Kur’ân, bütün peygamberlerin ve resullerin en sonuncusuna Cebrâîl
aleyhisselâm vasıtasıyla indirilen, Mushaflarda yazılan, tevatürle bize kadar
Kur'ân’ın Tanımı Ve İlgili Kavramlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7
nakledilen, okunuşuyla ibadet edilen, Fatiha Sûresi’yle başlanıp Nâs Sûresi’yle
bitirilen Allah’ın Mu’cize Kelâmı’dır.”
Kur’ân’ın bu ıstılâhî tarifine baktığımızda Kur’ân’la ilgili çok önemli
özelliklere dikkat çekildiğini açıkça görürüz.
Kelâmullah ifadesiyle, Allah’ın dışındaki varlıkların sözleri dışarıda
bırakılmıştır. Çünkü Kur’ân ne Meleğin/Cebrâîl’in (a.s.), ne insanların ne de
cinlerin sözüdür. O Allah’ın kelâmıdır.
Mu’ciz kaydıyla, Kur’ân nazil olmaya başladığından beri ısrarla meydan
okuduğu halde ne o zamanki Arap beliğleri, şairleri, dil üstatları tarafından ne
de ondan sonra gelenler tarafından en küçük bir sûresine benzer bir şey
getirilmediği ifade edilerek Allah’ın mu’cize bir kitabı olduğu vurgulanmıştır.
Cibrîl-i Emîn vasıtasıyla Hâtemu’l-Enbiyâ’ya indirilmiş kaydıyla da Hz.
Peygamber’in hadisleri ve hadis-i kutsîler tarifin dışında bırakılmaktadır.
Mushaflarda yazılan kaydıyla da Hz. Ebûbekir ve Hz. Osman
dönemlerinde bütün ashâbın ittifakı ve onayı ile mushaflara kaydedilmiş ve
daha sonra İslâm Tarihi boyunca günümüze kadar tahrif edilmeden
mushaflarda yazılmaya devam eden ve korunmuş olan Kur’ân
kastedilmektedir.
Tevatürle nakledilmiş ifadesi ise, şaz ve zayıf olan kıraatları tarifin
dışında bırakmıştır.
Okunuşuyla ibadet edilen kaydıyla da âhâd kıraatların, hadis-i şerîflerin
veya Kur’ân’da bulunmayan duaların, ezkâr ve tesbihâtın namazlarda ibade t
maksadıyla Kur’ân’ın yerine okunmasının caiz olmadığı ifade edilerek tarifin
dışında bırakılmıştır.
Fâtiha Sûresi ile başlayan, Nâs Sûresi’yle bitirilen ifadesiyle de mucizevî
bir şekilde korunmuş olan mütevatir Kur’ân kastedilmiş, tarihteki özel
mushaflar, Kur’ân’la ilgili özel notlar kabilinden yazılmış kısmî Kur’ân nüshaları
tariften çıkarılmıştır.
Bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de de Kur’ân’la ilgili Kur’ân’ı tarif eden, onu
anlatan onun mahiyetini, faziletlerini, üstünlüğünü açıklayan çok sayıda âyet
bulunmaktadır.
Kur'ân’ın Tanımı Ve İlgili Kavramlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8
Kur’ân,
Hz.Peygamber’in de
eğitim aldığı Allah’ın
edep ve ahlâk okuludur.
Kur’ân’ın Faziletleri
Kur’ân’ın faziletleri hakkında birçok rivayet gelmiştir. Bunların bir kısmı
Kur’ân’ı öğrenme ve öğretmenin faziletleri hakkındadır. Bir kısmı Kur’ân’ı doğru
okuma, tecvid ve tertille alakalıdır. Bir kısmı da Onu ezberleme ve ezberden
okumayla ilgilidir.
Aynı şekilde Kur’ân-ı Kerîm’de Kur’ân’ın faziletleri hakkında birçok ayet
bulunmaktadır. Bu âyetler mü’minleri tedebbür ve tefekküre, onun ahkâmını tatbik
etmeye, okunurken Kur’ân’ı dikkatle ve huşu ile dinlemeye davet etmektedir. Bu
konuda kaynaklarımızda Fedâilu’l-Kur’ân, Menâfiu’l-Kur’ân ve Sevâbu’l-Kur’ân gibi
tabirler kullanılmış, müstakil eserler telif edilmiştir. Ayrıca hadis kitaplarında
Kur’ân’ın faziletleri konusunda müstakil bölümler tahsis edilmiştir. Tefsir
kitaplarında da yeri geldikçe bu hadislere yer verilmiştir. Şimdi konuyla ilgili bazı
âyetleri ve hadîs-i şerifleri görelim.
Ayet-i Kerîmeler
“Şüphesiz Allah’ın kitabını okuyanlar, namaz kılanlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden gizli ve açık Allah için infak edenler kesinlikle zarar etmeyecekleri bir ticaret (kazanç) ümit edebilirler”. (Fâtır, 35/29).
“Kur’ân okunduğu zaman ona kulak verip dikkatlice dinleyin ki size merhamet edilsin” (A’râf, 7/204).
“Onlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed, 47/24).
Hadis-i Şerifler
“Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir”. (Buhârî)
“Ümmetimin en şereflileri hamele-i Kur’ân’dır”. (Tirmizî)
“Kur’ân’ı okuyun, çünkü o Kıyamet gününde Kur’ân ehline şefaat eder”.
(Tirmizî).
“Bu Kur’ân Allah’ın edep/ahlak okuludur. O halde gücünüz yettiği kadar
Onun edep/ahlak okulundan öğrenin/eğitim alın”. (Muttefekun aleyh)
Kur’ân ilimleri sahasında eğitim gören her müminin Kur’ân’ın edebiyle
edeplenmesi ve onun ahlakıyla ahlaklanması gerekmektedir. Kur’ân ilimleriyle
uğraşanların hedefi dünyanın değersiz şeyleri değil, Allah rızası ve Ahiret yurdu
olmalıdır. Kur’ân talebesi onunla amel etmelidir ki, Kıyamet gününde kendisi için
hüccet/delil/şahit olsun. Hadis-i şerifte, “Kur’ân senin ya lehinde veya aleyhinde bir
delil/şahittir” buyrulmuştur.
Kur'ân’ın Tanımı Ve İlgili Kavramlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9
İbn Teymiyye mü’min-Kur’ân ilişkisi konusunda şöyle demektedir: “Kim ki
Kur’ân okumazsa o Kur’ân’ı terk etmiştir. Kim ki Kur’ân’ı okur, ancak onun
manalarını tefekkür edip anlamazsa o da Kur’ân’ı terk etmiştir. Kim de Kur’ân’ı
okur ve onu tefekkür ederek anlar, ancak içindekilerle amel etmezse o da aynı
şekilde Kur’ân’ı terk etmiştir”. İbn Teymiyye bu ifadelerle Allah Teâlâ’nın şu
âyet-i kerîmesine işaret etmek istemiştir: “Peygamber, “Ey Rabbim! Kavmim şu
Kur’ân’ı terkedilmiş bir şey haline getirdi” dedi”. (Furkân, 25/30).
Kur’ân’ın faziletleri konusunda İmam Şafi’î (rahimehullah)’ın yazmış olduğu
Menâfiu’l-Kur’ân adlı eserinin bu sahada ilk telif edilen eser olduğu söylenmiştir.
Bu konuda Ahmed b. Şu’ayb en-Nesâî’nin Fedâilu’l-Kur’ân’ı, İbn Kesîr’in Fedâilu’l-
Kur’ân’ı ve İbn Hacer el-Askalânî’nin el-İtkân fî Fedâili’l-Kur’ân adlı te’lifatları da
kayda değerdir.
Kur’ân-ı Kerîm’in Diğer İsimleri
Allah Teâlâ insanlığa gönderdiği en son ilâhî mesajı olan Kitabı’nı bizzat
Kur’ân-ı Kerîm’de birçok isimle isimlendirmiştir. Bunlardan en meşhurları şüphesiz
el-Kur’ân /القرآن ve el-Kitâb /الكتاب isimleridir. Bunların dışında bizzat Kur’ân
kaynaklı daha birçok isimi bulunmaktadır. Ancak bunların bir kısmı isim iken bir
kısmı da vasıf olarak kabul edilebilir. Bazı İslâm alimleri isim ve vasıf olduğunu
ayırmadan Kur’ân’ın 90’dan fazla ismi olduğunu söylemişlerse de el-Burhân fî
Ulûmi’l-Kur’ân sahibi İmam Bedruddin ez-Zerkeşî, el-Kâdî Ebu’l-Meali’den naklen,
Allah Teâlâ’nın en son ilâhî vahyini 55 isimle isimlendirdiğini ifade etmektedir.
Muhammed Abdullah Draz bu iki ismin Kur’ân’a verilmesinin hikmetli olduğunu ve
bu iki ismin Kur’ân gerçeğine uygun olduğunu söylemektedir. “Kur’ân” isminin
verilmesi Onun dillerde okunan bir kitap olduğunu, “Kitab” ismi de kalemlerle
yazılan, tedvin edilen bir kitap oluşunu ifade etmektedir. Bu iki isimle, Kur’ân’ın ne
sadece hafıza ile (ezberden) ne de yazıyla korunmasının yeterli olacağı, Onun hem
ezber olarak hem de yazıyla korunduğuna işaret edilmektedir demiştir. Bu ikili
korumaya bir de Cebrâil (a.s.) ile Hz.Peygamber’den başlayarak, mukabele
tarzındaki hocanın öğrencisini, öğrencinin hocasını dinlemesi şeklindeki “sema”
geleneğini de ilave ettiğimizde, Kur’ân’ın nasıl Allah’ın (c.c.) va’dine (Hicr, 15/9),
uygun olarak mucizevî bir şekilde üçlü sağlam bir yolla korunduğu gerçeği açıkça
anlaşılır.
Kur’ân’ın isimlerinden bazıları da şunlardır:
a) el-Furkân: Arapça’da hak ile batılı ayıran anlamında ism-i mef’ûl olarak kullanılan masdar bir isimdir. Bu manada “Alemlere bir uyarı olsun diye (Hak ile batılı ayıran) Furkân’ı kuluna indiren Allah ne yücedir.” (Furkân, 25/1)
Kur'ân’ın Tanımı Ve İlgili Kavramlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10
mealindeki ayet de bu anlamda kullanılmıştır. Bu isim, âyetleri, sûreleri farklı zamanlarda indirilen, farklı sûre ve âyetlere bölünen Allah’ın Kelam’ı anlamında ism-i mef’ûl olarak da kullanılmaktadır.
b) Ummu’l-Kitâb: Bu isim Kur’ân’da birkaç manaya gelmektedir. Bir ayette Levh-i Mahfûz anlamında (Zuhruf, 43/1-4), bir ayette de Kur’ân’ın muhkem, anlamı açık ve tefsire ihtiyaç duyulmayan ayetleri anlamında kullanılmaktadır (Âl-i İmrân, 7). Kur’ân-ı Kerîm’in özünü, esasını muhtasar bir şekilde ihtiva eden Fatiha sûresi için de bu isim kullanılmıştır.
c) el-Mesânî: Kur’ân-ı Kerîm’de hikmetler, kıssalar, mev’izeler tekrar edildiği için bu isim kullanılmıştır. el-Mesânî ismi Kur’ân’ın bütününü ifade ettiği gibi, Kur’ân (Hicr, 15/87) ve Hadis deliliyle, tekrar tekrar okunan ve kendisiyle Allah Teâlâ’nın sena edildiği, övüldüğü sûre anlamında Fatiha için de kullanılmaktadır.
Bu isimlerin dışında Kelam, Nûr, Hudâ, Rahmet, Şifa, Mev’iza, Zikr, Hikmet,
Müheymin, Hablullah, Ahsenu’l-Kasas, Fasl, Kayyîm, Tenzîl, Ruh, Vahy, Beyan,
Belâğ, Hakk, Urvetu’l-Vüskâ, Tezkire, Adl, Sıdk, Büşrâ, Mecîd, Azîz, Beşîr gibi isimler
de vardır.
Kur’ân’ın Unsurları
Âyet
Lügatte “âyet/آية” kelimesi birçok manaya delalet etmektedir. Bunlardan
birkaçını zikredelim.
a) Mu’cize/المعجزة : Kur’ân-ı Kerîm’de, “İsrâiloğullarına sor; biz
onlara nice apaçık âyetler verdik…” (Bakara,2/211) âyetinde olduğu
gibi.
b) Açık alamet, işaret/ هرةالظا العالمة : Bu manada Kur’ân-ı Kerîm’de
birçok defa kullanılmıştır. ..إن آية ملكه." (Bakara,2/248) ve “ قال رب.âyetlerinde olduğu gibi (Âl-i İmrân, 3/41) ”اجعل يل آية...
c) Hayret edilecek, şaşılacak iş/وجعلنا ابن مريم وأمو آية“ : األمر العجيب”
(Mu’minûn, 23/50) âyetinde olduğu gibi.
d) İbret/إن في ذالك آلية“ : العبرة” (Al-i İmrân,3/49) de olduğu gibi.
e) Burhân ve Delil/ومن آياتو خلق السماوات واالرض …“ :البرىان والدليل” (Rûm,
30/22) âyetinde de burhan ve delil anlamında kullanılmıştır.
Kur'ân’ın Tanımı Ve İlgili Kavramlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11
Kur’ân’da en uzun âyet
“Müdayene”, en kısa
âyet ise “والضحى”
kelimesidir. Harf olarak
ise, bir âyet sayılan “Yâ-
sîn”dir.
Bunların dışında iz, emâre, nişâne ve cemaat anlamlarına da gelmektedir.
Kur’ân ilimleri ıstılahında ise âyet; “Kur’ân’ın herhangi bir sûresindeki
başı ve sonu bulunan, bir veya birkaç kelime ya da cümleden oluşan kelama”
denmektedir. Çünkü Kur’ân âyetleri hem mu’cize, hem Peygamber efendimizin
nübüvvetine delil, hem düşünenler için ibret, hem hayret ve hayranlık uyandıran
nâdir bir şey, hem de hidayet delilleridirler.
Bir görüşe göre de Kur’ân âyetlerine âyet denmesi; her birisinin Kur’ân
harflerinin birer topluluğu veya gurubundan ibaret olmasından dolayıdır.
Âyet kelimesinin çoğulu ây, âyât ve âyâ(آياء) dır. Âyetin son kelimesine, iki
âyeti birbirinden ayırdığı için fâsıla, kelimenin son harfine de “harfu’l-fâsıla”
denmektedir. Kur’ân sûrelerinde sınırlı sayıda fasıla harfleri bulunur. Mesela
Yâ-sin sûresindeki fâsıla harfleri nûn ile mîm’dir.
Kur’ân-ı Kerîm’de en uzun âyet, tam bir sahifeden ibaret Müdayene (Bakara,
2/282) ayetidir. En kısa âyet ise “والضحى” (Duhâ, 93/1) kelimesidir. Harf olarak ise,
bir âyet sayılan “Yâ-sîn”dir (Yâ-sin, 36/1). “Yâ-sin” bir âyet sayıldığı halde,
benzeri olan “Tâ-sîn” âyet olarak sayılmamıştır. Bu da âyetlerin
belirlenmesinin tevkîfî olduğunu göstermektedir. Kur’ân’daki âyetlerin sayısı
hakkında farklı görüşler bulunmaktadır. Mesela İbn Abbâs bu sayının 6216,
Basra ekolü 6204, Medineliler 6219, Şamlılar 6226, Kûfeliler ise 6236
olduğunu söyler.
Ekollere, âlimlere ve kurra imamlara göre âyetlerin sayısındaki bu farklılık
içtihâdî değildir. Bu tamamen âyet sonlarının neresi olduğu, sûre başlarındaki
besmelelerin âyet olup olmadığı ve hurûf-i mukattaanın müstakil âyet sayılıp
sayılmayacağına dair farklı rivayetlerden kaynaklanmaktadır. Başka bir ifade ile bu
durum; rivayetler çerçevesinde, Kur’ân âyetlerini farklı sayıdaki âyetlere bölme
meselesidir. Yoksa kesinlikle Hz.Peygamber’den günümüze kadar ezberlenerek,
yazılarak ve sema yoluyla gelen ve farklı mezheplere rağmen bütün Müslümanlar
tarafından ittifakla kabul edilen elimizdeki Kur’ân’a herhangi bir şekilde eksiklik
veya fazlalık iddiasında bulunmayı ifade etmez.
Kur’ân’daki kelimelerin sayısı ise 77 934 olarak tespit edilmiştir.
Kur'ân’ın Tanımı Ve İlgili Kavramlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12
Kur’ân’ın nüzul tertibi,
ilk muhatapları
açısından son derece
hikmetli olan tarihsel
tertibini, elimizdeki
Mushaf tertibi de
evrensel tertibini ifade
eder.
Âyetlerin Tertîbi
Gerek Kur’ân âyetlerinin belirlenmesi, gerekse belirlenen âyetlerin sûre
içindeki tertibi içtihad veya kıyasla olmayıp, Şâri’ (Allah Teâlâ) tarafından “tevkîfî”
olarak belirlenmiştir. Bugün elimizde bulunan Mushaflardaki sûrelerin âyetleri,
harfiyyen Cibrîl-i Emin’in Allah Teâlâ’dan aldığı emirler çerçevesinde Hz.
Peygamber’e verdiği bilgiler sonucunda belirlenmiş ve tertîb edilmiştir. Dolayısıyla
hiç kimsenin bunları değiştirme hakkı yoktur. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu şekilde
ezberlemiş, namazlarda bu şekilde okumuş, vahiy kâtiplerine bu şekilde yazdırmış
ve yazdırdıktan sonra okutmuş, vefatından önceki Ramazan’da iki kere olmak üzere
(arza-i âhire), her Ramazan ayında Cebrâîl (a.s.)’a aynı şekilde okuyup arz etmiştir.
Demek oluyor ki, âyetlerin tertîbi tevkîfî/ilâhîdir. Bu tarîhî hakikate, Kur’ânî
olguya delalet eden pek çok hadis ve rivayet bulunmaktadır. Bu konuda icma-i
ümmet vardır. Şüphesiz âyetlerin Mushaf tertîbi nüzul sırasına göre değildir.
Kur’ân-ı Kerîm ebediyyen mu’cize olarak kalmak üzere nüzul sırasından farklı bir
şekilde tertîb edilmiştir. es-Sebbâğ “Lemehât fî ‘Ulûmi’l-Kur’ân” adlı eserinde
konuyla ilgili Muhammed el-Medenî’nin şu güzel ifadelerini nakletmektedir:
“Şayet Kur’ân nüzul sırasına göre tertîb edilseydi bazı insanlar, ya Kur’ân
âyetlerinin, nazil olduğu asrın olaylarına ait olduğu veya sadece Hz.Peygamber’in
yaşadığı dönemdeki problemlerin geçici çözümleri için indiği şeklinde anlardı.
Hâlbuki Allah Teâlâ, herhangi bir asra veya herhangi bir kavme hasretmeksizin
Kitabı’nın evrensel ve ebedi olmasını murad etmiştir. Bundan dolayıdır ki, Allah’ın
hikmeti, bu Kur’ân’ı sözkonusu evrensellik ve ebediliği gerçekleştirecek bir tertiple
tertîb etmesini ve sadece nazil olduğu asra uygun olan bir hikmete indirgeyen
tarihsel bir tertîbden uzak olmasını iktiza etmiştir”.
İlk ve Son Nazil Olan Âyetler
Müddessir, Fatiha ve Besmele’nin ilk nazil olduğunu söyleyenler varsa da,
âlimlerin çoğunluğuna göre ilk inen âyetler Alak sûresinin ilk beş âyetidir. Vahyin ilk
Tart
ışm
a • Âyet kavramının hem Kur’ân âyetleri için, hem kâinâttaki varlıklar için, hem de peygamber mucizeleri için kullanılmasının sebepleri üzerinde tartışınız.
Kur'ân’ın Tanımı Ve İlgili Kavramlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13
gelişini bildiren Hz. Aişe validemizin rivayet ettiği hadis-i şerîf de (Bed’u’l-Vahy) bu
gerçeği teyid etmektedir. Son nazil olan âyet hakkında ise görüş ayrılığı
bulunmaktadır. Bu farklı görüşlere göre en son inen âyetler şunlardır:
Bugün size dininizi“ اليوم أكملت لكم دينكم وأمتمت عليكم نعميت ورضيت لكم اسالم دينا -1
ikmal ettim. Üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.” (Maide, 5/3). Bu âyet nazil olduktan sonra artık ahkâm âyeti inmemiştir. Bu âyetten sonra Resûlullah 81 gün yaşamıştır.
”إذا جاء نصراهلل والفتح ورأيت الناس يدخلون في دين اهلل أفواجا ..." -2(Nasr, 110). Nasr sûresi’nin son inen sûre olduğu söylenmiştir.
واتقوا يوما ترجعون فيو إلي اهلل ثم توفي كل نفس ما كسبت وىم ال يظلمون -3 (Bakara,
2/281). Bu âyet nazil olduktan sonra Resûlullah 9 gece yaşamıştır. Âlimlerin ekseriyeti en son inen âyetin bu olduğu görüşündedirler.
Sûre
Sûre kelimesinin lügat manası yüksek mevki, rütbe, şeref, yüksek bina, sûr,
binanın bölümü veya katlarıdır. Çoğulu suverdir. Ulûmu’l-Kur’ân ıstılahı olarak ise;
en az üç âyetten meydana gelen, başı ve sonu bulunan müstakil Kur’ân parçası
demektir. Çünkü Kur’ân parçaları, yerli yerinde kelimelerden meydana gelen ve
omuz omuza vererek birbirine destek olan âyetlerden örülmüş sağlam ve yüksek
bir şehir sûru gibidir.
Kur’ân-ı Kerîm’de 114 sûre bulunmaktadır. En kısası 3 âyetli Kevser sûresi, en
uzunu ise 286 âyetli Bakara sûresidir. Kur’ân’ın sûrelere ayrılması, belirlenmesi
Allah Teâlâ’nın tevkîfı/emri ve Hz. Peygamber’in talimatı ile olmuştur. Bir sûrenin
bazen iki veya daha fazla ismi bulunabilir. Ancak ekseriyetle Kur’ân sûrelerinin tek
ismi vardır. Tam sûre olarak nazil olan ilk sûre Fatiha sûresi, en son nazil olan ise
Nasr sûresidir.
Sûrelerin isimlendirilmesi
Sûreler isimlerini; ihtiva ettikleri konularla ilgili bir kelimeden (Bakara, Sebe’
gibi), kıssasını ihtiva ettikleri şahsiyetlerden (Nuh, Hûd, İbrahîm, Yusuf, Âl-i İmrân,
Muhammed gibi), muhtevasında anlatılan topluluklardan (Cin, Münafikûn,
Mutaffifîn ve Melâike gibi). Sûrenin ilk kelimelerinden (Kad Semia, Elif Lâm Mîm,
Tenzîl, Sübhân, Lem Yekun gibi) veya başlarındaki hurûf-i mukatta’adan (Tâ-hâ, Yâ-
sîn, Kâf, Sâd gibi) almışlardır.
Sûrelerin isimlendirilmesi tevkîfî olmadığından bazen bir sûrenin birden fazla
ismi de olabilmektedir. İnsan-Dehr, Fâtır-Melâike, İsrâ-Benî İsrâîl gibi. Fatiha
Sûresinin ise; es-Seb’u’l-Mesânî, Fâtihatu’l-Kitâb, Ummu’l-Kitâb, Ummu’l-Kur’ân,
Kur'ân’ın Tanımı Ve İlgili Kavramlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14
Esâs, Salât, Dua, Vâfiye, Kâfiye, Şâfiye gibi 20 kadar ismi vardır. Bazen de birden
fazla sûreye müşterek isim verilmiştir. Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerine Zehrâvân,
Felak ve Nas sûrelerine Muavvizetân, İhlâs, Felak ve Nas sûrelerine Muavvizât,
Hadîd, Haşr, Sâff, Cumua, Teğâbun ve A’lâ sûrelerine Müsebbihât, Hâ Mîm’lerle
başlayan sûrelere Havamîm, Tâ Sîn Mîm veya Tâ sîn’le başlayanlara Tavâsîn denilir.
İmam Zerkeşî gibi sûrelerin isimlendirilmesinin tevkîfî olduğu görüşüne
meyledenler de vardır.
Sûrelerin Tertîbi
Sûrelerin bir kısmı tam olarak bir defada, bir kısmı da parça parça
indirilmiştir. Bazen bir sûre tamamlanmadan diğer bir sûrenin nazil olduğu, hatta
birden fazla sûreye ait âyetlerin bir anda vahyedildiği olmuştur. Bugün elimizde
mevcut mushaflardaki sûreler nüzûl tarihine göre tertip edilmemiştir. O halde
sûrelerin tertibini kim yapmıştır? Neye göre yapılmıştır? Bu konuda başlıca üç
görüş bulunmaktadır.
1-Sûrelerin tamamının tertibi Allah Teâlâ’nın emrine ve Hz. Peygamber’in
talimatına dayanmaktadır. Yani sûrelerin tertîbi tevkîfîdir. Bu görüşte olanların
delili; Hz. Osman’ın istinsah ettirdiği mushaflardan İmam Mushafı’nı, özel mushafa
sahip olanlar da, bütün ashâbın ittifakla kabul etmesidir. Şüphesiz İmam
Mushaf’ındaki sûrelerin tertîbi, bugün elimizde bulunan mushafların tertibinin
aynısıdır. Sûrelerin tertibinin tevkîfî olduğunu kabul edenler arasında Ebû Ca’fer
en-Nahhâs, el-Kirmânî, Ebû Bekr İbnu’l-Enbârî vardır. İmam Beyhâkî ile İmam
Suyûtî de Enfâl ve Tevbe sûreleri dışında bu görüşü kabul etmektedirler. Subhî
Sâlih de bu görüşü benimseyenlerdendir. Çünkü bütün ashabın üzerinde ittifak
ettiği resmî mushaftan farklı tertiplere sahip olan sahabenin özel mushafları,
tamamen şahsî birer çalışma ve hususi notlardan ibarettir. Zaten özel mushafa
sahip olan sahabelerden hiçbiri diğer Müslümanları tertîb konusunda kendi özel
mushaflarını kabûle davet etmemiştir.
Bir
eyse
l Et
kin
lik • Kur’ân surelerinin isimlendirilmelerindeki hikmet
ve incelikleri araştırınız.
Kur'ân’ın Tanımı Ve İlgili Kavramlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15
2- Sûrelerin bir kısmı Allah’ın emri ve Hz.Peygamber’in talimatı ile, bir kısmı
da sahabenin içtihadı ile tertîb edilmiştir. İbn ‘Atıyye, Zerkânî ve bir kısım âlimler
bu görüşte olmakla birlikte hangi sûrelerin tertîbinin tevkîfî olduğu konusunda
aralarında ihtilaf vardır.
3-Kur’ân sûrelerinin tamamının tertîbi sahabenin içtihadı ile gerçekleşmiştir.
Bu görüş sahipleri; Hz. Ali, Abdullah ibn Mes’ûd, Ubeyy b. Kâ’b, Ebû Mûsa el-Eş’ârî
ve Hz. Aişe validemiz gibi sahabîlere ait hususi nüshaları tertip farklılıklarına delil
olarak göstermektedirler. Ancak daha önce de işaret edildiği gibi, özel notlar
mahiyetindeki nüshaların muttefekun aleyh olan sûrelerin tertîbinde delil olmaları
zayıf görünmektedir. Aynı zamanda özel mushaftaki sûrelerin tertîbinin delil
olabilmesi için aralarında bir ittifakın olması gerekirdi.
Sûrelerin Tasnifi
Kur’ân-ı Kerîm’deki sûreler, uzunluk ve kısalıkları itibarıyla şu şekilde tasnif
edilmiştir.
1- es-Seb’u’t-Tuvel: En uzun yedi sûre demektir. Bunlar Fatiha’dan sonra
gelen Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ, Maide, En’âm, A’râf, Enfâl-Tevbe’dir. Bazıları bu
guruba Enfâl-Tevbe yerine Yûnus sûresini koymaktadır.
2-el-Miûn: Yedi uzun sûreden sonra gelen ve âyet sayıları 100’e yaklaşan
veya biraz geçen sûrelerdir.
3-el-Mesânî: Âyetleri 100’den az olan sûrelerdir. Bunlar da Ahzâb
sûresinden Kâf sûresine kadar olan sûrelerdir. Ferrâ’ya göre âyetleri az olması ve
daha çok okunup tekrar edilmesi sebebiyle bu isim verilmiştir.
4-el-Mufassal: Kur’ân-ı Kerîm’in son bölümü olup Kâf sûresinden Nâs
sûresinin sonuna kadar olan kısımdır. Kısalıkları sebebiyle besmele ile sık sık
ayrıldıkları için bu isim verilmiştir. Bu gurup da üçe ayrılmaktadır.
a) Tıval-ı Mufassal (uzun): Kâf ve Burûc arasındaki sûreler. b) Evsât-ı Mufassal (orta): Târık ve Beyyine arasındaki sûreler. c) Kısâr-ı Mufassal (kısa): Zilzâl ve Nâs arasındaki sûreler.
Kur'ân’ın Tanımı Ve İlgili Kavramlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16
Öze
t •İnsanı yaratan yüce Yaratıcı onu dünya serüveninde başıboş ve yalnız bırakmamış, ilk insandan bu yana elçiler aracılığıyla ivahiy ile rehberlik etmiştir. Son Peygamberine 23 senede nazil olan Kur’ân’ı Kerîm ilk indiği dönemden kıyamete kadar geçerli olacak en son ve en mükemmel İlahî Kitap ve Hz. Peygamber’in en büyük mucizesidir.
•Kur’ân, geçmiş ve gelecekten haber veren, hukukî hükümler ihtiva eden, hakla batılı ayıran, müttakîler için hidayet rehberi, tekrar tekrar okunmaktan usanılmayan, manaları tükenmez, kendisiyle amel edenin mükâfatlandırılacağı, asırlar geçtikçe asla eskimeyen, zaman yaşlandıkça gençleşen en son ilâhî mesajdır.
•Hz.Peygamber Kur’ân ahlakıyla ahlaklanmış olduğu gibi, her mü’min de Kur’ân edebiyle edeplenmeli ve Onun ahlakıyla ahlaklanmalıdır.
•El-Kitâb, el-Furkân, el-Mesânî, Ummu’l-Kitâb, Kelâm, Nûr, Hudâ, Rahmet, Şifa, Mev’iza, Zikr, Hikmet, Müheymin, Hablullah, Fasl, Tenzîl, Ruh, Beyan, Belâğ, Hak, ‘Urvetu’l-Vüskâ, Tezkire gibi Kur’ân-ı Kerîm’in başka özel isimleri de vardır.
•Kur’ân-ı Kerîm; harfler, kelimeler veya cümlelerden oluşan âyetlerin bir araya gelmesiyle meydana gelen sûrelerden oluşur. Sûreler isimlerini; ihtiva ettikleri konularla ilgili bir kelimeden, kıssasını ihtiva ettikleri şahsiyetlerden, muhtevasında anlatılan topluluklardan, sûrenin ilk kelimelerinden veya başlarındaki hurûf-i mukatta’adan almışlardır. Sûrelerin isimlendirilmesi tevkîfî olmadığından bazen bir sûrenin birden fazla ismi de olabilmektedir. Kur’ân Sûreleri uzunluk ve kısalıkta farklı farklıdır.
•Kur’ân ayetlerinin iniş sırası ile mushaftaki sıralaması farklıdır. Kur’ân’ın iniş sırasına göre değil de farklı bir sıralamayla tertip edilmesi içtihad veya kıyasla olmayıp Şâri’ (Allah Teâlâ) tarafından “tevkîfî” olarak belirlenmiştir. Kur’ân’ın nüzul tertibi, ilk muhatapları açısından son derece hikmetli olan tarihsel tertibi; elimizdeki Mushaf tertibi de evrensel tertibini ifade eder.
Kur'ân’ın Tanımı Ve İlgili Kavramlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17
Değerlendirme
sorularını sistemde
ilgili ünite başlığı
altında yer alan “bölüm
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi Kur’ân-ı Kerîm’in tarif etmiş olduğu hususiyetlerinden biri değildir?
a) Doğruluğunda asla şüphe olmaması
b) Allah katından ve Arapça olarak indirilmesi
c) Akıl sahiplerinin öğüt alması için indirilmesi
d) İnsanlara yapamayacağı bazı sorumluluklar yüklemesi
e) Takva sahipleri için bir hidayet olması
2. Aşağıdakilerden hangisi Allah Teâlâ’nın Kur’ân’ı kıyamete kadar koruma taahhüdünün bir göstergesidir?
a) Kıraat - Tecvid - Tertîl
b) Rivayet - Dirayet - Tefsir
c) Hıfz - Kitabet – Sema
d) Tilavet - Tahlîl - Tenkîd
e) İman - İlim - Amel
3. Hz. Muhammed (s.a.s)’in en büyük mucizesi nedir?
a) İsra ve Mirac
b) Şefaat
c) Kur’ân-ı Kerîm
d) Mekke’nin Fethi
e) Sevr Mağarası’na örümceğin ağ örmesi ve kuşların yuva yapması
4. Aşağıdaki Mekke’lilerden hangisi Kur’an-ı dinleyip onun lafız ve ibarelerinden, îcaz ve belağatinden etkilendiği halde iman etmeyenlerden değildir?
a) Ebû Süfyan b. Harb
b) Ahnes b. Şureyk
c) Velid b. Muğîre
d) Amr b. Hişâm
e) Ömer b. el-Hattâb
Kur'ân’ın Tanımı Ve İlgili Kavramlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18
5. Kur’ân kelimesinin etimolojik tahlili ile ilgili olarak: “Kur’ân kelimesi hemzesiz ve “el/ال” ile ma’rife olan Lafz-ı Mürtecel’dir. Yani hiçbir kelimeden türetilmemiş olup Hz. Resûlullah’a inen en son kitap için özel isimdir. Aynı durum “Allah/” isminde de söz konusudur. Allah’tan başka hiçbir varlığa bu isim verilmemiştir.” görüşü kime aittir?
a) Ebû Zekeriyya Yahya b.Ziyâd el-Ferrâ
b) Ebu’l-Hasen el-Eş’ârî
c) Ebu’l-Hasen Ali b.Hâzım el-Lihyânî
d) Muhammed b. İdris eş-Şâfi’î
e) Krenkow ve R. Blachére
“Kur’ân; kendisinde, sizden öncekilerin ve sizden sonrakilerin haberi, bilgisi bulunan, aranızdaki meselelerin çözümü için gerekli hükümlerin bulunduğu Allah’ın kitabıdır. O oyun ve şaka değil, hakla batılı ayıran bir kitaptır. Onu kim terk ederse Allah onun belini kırar. Kur’ân’ın dışında hidayeti arayan kimseyi Allah saptırır. O Allah’ın kopmaz, sağlam ipidir. Son derece hikmetli bir öğüt ve dosdoğru bir yoldur. O öyle bir kitaptır ki, insanın arzuları, duyguları onunla sapmaz. Onunla diller yalan yanl ış şeyler söylemez. Âlimler ondan doymaz ve usanmaz. Tekrar tekrar okumakla eskimez. Onun harikalıkları, insanı hayrete düşüren manaları tükenmez. Cinler Kur’ân’ı dinledikleri zaman, bizzat Kur’ân’ın ifadesiyle şöyle demişlerdir: “Biz, hidayete erdiren eşsiz bir Kur’ân dinledik ki biz ona iman ettik…”. Kur’ân’la konuşan doğru konuşur. Onunla amel eden mükâfatlandırılır. Onunla hüküm veren adalet eder. Ona davet eden kimse sırât-ı müstakîme hidayet olunur.”
6. Yukarıdaki Kur’ân tarifi kime aittir?
a) Hz. Muhammed (s.a.s.)
b) Abdullah b. Mes’ud (r.a.)
c) Ebû Hureyre (r.a.)
d) İmam Âzam Ebû Hanîfe
e) İmam Tirmizî
7. Aşağıdakilerden hangisi Kur’ân’ın ıstılahî tarifinden çıkan bir sonuç değildir?
a) Son Nebî ve Resûl’e Cebrail vasıtasıyla indirilmiş son kitap olması
b) Sadece indirildiği döneme ait tarihsel bir metin olması
c) Mushaflarda yazılı olması
d) Tevatürle nakledilmiş olması
e) Kıraati ile ibadet edilmesi
Kur'ân’ın Tanımı Ve İlgili Kavramlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19
8. Kur’ân-ı Kerîm’in ıstılâhî tarifinde ifade edilen “kelâmullah” ifadesiyle kastedilen nedir?
a) Allah’ın dışındaki varlıkların sözlerinin haricinde ve sadece Allah’ın kelâmı olması.
b) Allah’ın insanlarla konuşmak için onlara elçi göndermesi.
c) Allah’ın subûtî sıfatlarından birisi olan “Kelâm” sıfatının ezelî olması.
d) Sözlerin en güzelinin Allah’a ait olması.
e) Allah’ın yarattıklarıyla konuşması gerçeği.
9. Yalan üzere birleşmeleri aklen mümkün olmayan büyük bir topluluk tarafından rivayet edilerek nesiller boyu aktarıla gelen bilgiye ne denir?
a) Müteradif
b) Mütefâvit
c) Mütevâtir
d) Müteselsil
e) Müteşâbih
10. Aşağıdakilerden hangisi Kur’ân’ın diğer isimlerinden değildir?
a) el-Furkân
b) Ummu’l-Kurâ
c) el-Mesânî
d) ez-Zikr
e) el-Kitâb
Cevap Anahtarı
1-d, 2-c, 3-c, 4-e, 5-d, 6-a, 7-b, 8-a, 9-c, 10-b
Kur'ân’ın Tanımı Ve İlgili Kavramlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Itr, Nuru’d-Dîn, (1996). Ulûmu’l-Kur’âni’l-Kerîm, Dımeşk.
Bakillânî, İmam Ebû Bekr Muhammed b.et-Tayyîb, (1986). İ’câzu’l-Kur’ân, Beyrut.
Bûtî, Muhammed Sa’îd Ramazan (tsz), Min Reva’ii’l-Kur’ân, Dımaşk.
Cerrahoğlu, İsmail, (1997). Tefsir Usûlü, TDV Yay. Ankara.
Dartma, Bahattin (2010). Kur’ân’ın Tanıtımı ve Unsurları, Anadolu Ü. Yay. 2. Ünite,
Eskişehir.
Demirci, Muhsin (2001). Tefsir Usûlü ve Tarihi, İFAV Yay. İstanbul.
Draz, Muhammed Abdullah, (1970). en-Nebeu’l-‘Azîm Nazarâtun Cedîde fi’l-Kur’ân,
Dâru’l-Kalem, Kuveyt.
Draz, Muhammed Abdullah, (1983). Kuranın Anlaşılmasına Doğru, çev. Salih
Akdemir, Mim Yay. Ankara.
Ebû Zehra, Muhammed (1970), el-Kur’ân, Dâru’l-Fikr, Mısır.
Ferhât, Ahmed Hasan (2001). fî ‘Ulûmi’l-Kur’ân, Ammân.
Ğazâlî, Muhammed (1992). Keyfe Nete’âmelu Ma’a’l-Kur’ân, Mansûre-Mısır.
İbnu Hişam, (tsz) es-Sîretu’n-Nebeviyye, Beyrut.
Kardâvî, Yusuf (1999). Keyfe Nete’âmelu Ma’a’l-Kur’ân’il-Azîm, Kahire.
Keskioğlu, Osman, (1987). Nüzulünden İtibaren Kur’ân-ı Kerîm Bilgileri, TDV
Kutub, Muhammed, (1982). Dirâsât Kur’âniyye, Mısır.
Kutub, Seyyid (1980), fî Zılâli’l-Kur’ân, Dâru’ş-Şurûk, Beyrut.
Kutub, Seyyîd, (1983). et-Tasvîru’l-Fenniyyu fi’l-Kur’ân, Dâru’ş-Şurûk, Kahire.
Menna’u’l-Kattân, (1986). Mebâhis fî ‘Ulûmi’l-Kur’ân, Müessesetu’r-Risâle, Beyrut.
Mevdûdî, Ebu’l-A’lâ, (1978). el-Mebâdiu’l-Esâsiyye li Fehmi’l-Kur’ân, Kuveyt.
Rostovdonî, Mûsa Cârullah, (H:1323). Târîhu’l-Kur’ân ve’l-Mesâhif, Petersburg.
Şahin, Abdussabûr, (1993). Târîhu’l-Kur’ân, Kahire.
Sebbâğ, Muhammed b.Lutfî, (1986). Lemehât fî ‘Ulûmi’l-Kur’ân, Beyrut.
Şengül, İdris (1994). Kur’ân Kıssaları Üzerine, Işık Yay. İzmir.
Şengül, İdris (1998). Kur’ân Üzerine, A.Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, cilt: 37. Ankara.
Kur'ân’ın Tanımı Ve İlgili Kavramlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21
Şengül, İdris, (2004) Hz.Osman (r.a.) Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in İstinsahı,
Çoğaltılıp Neşredilmesi. (“Kur’ân’ın Mu’cizevî Korunması” adlı ortak kitaptan), s.89-
117. Işık Yay. İstanbul.
Sicistânî, İbn Ebî Dâvûd (1936). Kitâbu’l-Mesâhif, Tahk: Arthur Jefry, Mısır.
Sofuoğlu, Mehmet, (1981). Tefsire Giriş, Çağrı Yay. İstanbul.
Subhî es-Sâlih, (1979). Mebâhis fî ‘Ulûmi’l-Kur’ân, Dâru’l-‘İlm, Beyrut.
İÇİN
DEK
İLER
• Önceki İlâhî Kitaplar
• Kur’ân-ı Kerîm’in Evrenselliğinin Şartları
• Kur’ân-ı Kerîm’in İnsanlığın Tüm İhtiyaçlarını Karşılayan Evrensel İlkelerinden Örnekler
HED
EFLE
R
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Bütün peygamberlere gönderilen dinin esasta bir olduğunu, ancak o peygamberlerin dönemine göre bir kısım hükümlerin iptal edilip yeni bazı hükümlerin getirildiğini öğrenebilecek,
• Tevrat ve İncil gibi önceki ilâhî kitaplara rağmen son olarak Kur’ân-ı Kerîm’in niçin indirildiğinin sebep ve hikmetlerini bilecek,
• Kur’ân-ı Kerîm’in evrenselliğinin şartlarını kavrayabilecek,
• Kur’ân-ı Kerîm’in insanlığın ihtiyaçlarına cevap veren evrensel ilkelerinden örnekleri anlama fırsatı bulabileceksiniz.
ÜNİTE
2
KUR’ÂN’IN EVRENSELLİĞİ
TEFSİR TARİHİ VE
USÛLÜ
Prof.Dr. Ömer ÇELİK
ÜNİTE
2
Kur'ân’ın Evrenselliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2
GİRİŞ
Kur’ân-ı Kerîm’in evrenselliği, son ilâhî kitap olarak getirdiği hükümlerin,
ifade ettiği anlam ve işaretlerin zaman ve mekân üstü olmasıdır. Bu hükümler, ilk
olarak hitap ettikleri insanlar için geçerli olduğu kadar, daha sonra gelecek insanlar
için de geçerlidir.
Kur’ân-ı Kerîm evrenseldir. Çünkü peygamberlerin gönderilmesi Hz.
Muhammed (s.a.v) ile sona erdiği gibi, dinî hükümleri açıklamak üzere Allah
tarafından peygamberlere gönderilen vahiy de Kur’ân-ı Kerîm ile son bulmuştur.
“Muhammed Allah’ın rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur” (Ahzâb
33/40) âyet-i kerîmesinin açıkça bildirdiği üzere Hz. Muhammed (s.a.s)
peygamberler silsilesinin son halkası, ona indirilen Kur’ân-ı Kerîm de ilâhî kitapların
sonuncusudur. Bundan sonra başka bir peygamber gelmeyeceği ve başka bir kitap
inmeyeceğine göre, Kur’ân-ı Kerîm’in içerdiği anlam ve mesajların evrensel olması
zaruri bir durum arz etmektedir.
Buna göre, Tevrat ve İncil gibi daha önce indirilmiş ilâhî kitapların durumunu
nasıl değerlendirmek gerekir?
ÖNCEKİ İLÂHÎ KİTAPLAR
Hz. Âdem ilk insan ve ilk peygamberdir. Allah Teâlâ ona bir kısım sahifeler
indirmiştir. İlk insan topluluğunu ilgilendiren ve onların ihtiyaçlarını karşılayan
vahiyler göndermiştir. Daha sonra gelen peygamberlere de zamanlarının ihtiyacına
göre kitaplar ve vahiyler gelmiştir. Bu bağlamda Hz. Musa’ya Tevrat, Hz. İsa’ya da
İncil verilmiştir. Bütün peygamberlere vahyedilen dinin ismi İslâm’dır. Hepsinin özü
birdir. İçerdikleri inanç esasları aynıdır. Çünkü hepsinin kaynağı Yüce Allah’tır. Bu
konuyu açıklamak üzere âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
O, "Dini doğru anlayıp hükümlerini uygulayın ve o hususta tefrikaya
düşmeyin!" diye, din esasları olarak Nuh’a emrettiğini, hem sana vahyettiğimizi,
keza İbrâhim’e, Mûsâ’ya, Îsâ’ya emrettiğimizi sizin için de din kıldı. Senin insanları
dâvet ettiğin esaslar, müşriklere çok ağır gelmektedir. Halbuki Allah dilediği
kullarını bu din için seçer ve kendisine gönülden yöneleni doğru yola iletir. (Şûrâ
42/13)
Bu sebeplerdir ki, inanç esaslarımızdan biri de önceki tüm peygamberlere ve
kitaplara inanmaktır. Allah’tan geldikleri şekliyle tek din olan İslâm’ı öğretmeleri
itibarıyla aralarında bir farklılık olmadığını kabul etmektir. Konuyla ilgili âyet-i
kerîmelerde şöyle buyrulur:
Kur'ân’ın Evrenselliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3
İlâhî kitaplarda, indikleri
zaman ve toplumun
durumuna göre bir
gelişme takip edilmiştir.
“Ey mü’minler siz de şöyle deyin: «Biz Allah’a, bize indirilene; İbrâhim, İsmâil,
İshak, Yâkub ve torunlarına indirilene; yine Mûsâ’ya ve Îsâ’ya verilene, hülâsa
Rableri tarafından bütün peygamberlere gönderilene iman ettik. Biz o
peygamberler arasında hiçbir ayrım yapmayız. Biz, sadece Allah’a boyun eğen
Müslümanlarız.»” (Bakara 2/136)
“Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de iman
ettiler. Hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar da;
«O’nun peygamberleri arasında hiçbir ayırım yapmayız» dediler…” (Bakara 2/285)
Önceki kitapların içerdiği temel esaslar aynı olmakla birlikte, bunların zaman
ve mekân itibarıyla furuâta ait meselelerde bir kısım farklılıklar göstermesi tabiidir.
Çünkü zaman ve mekânın değişmesiyle birlikte ihtiyaçlar da değişmektedir.
Oldukça sade bir hayat yaşayan ilk insanların ihtiyaç duyduğu şeylerle, daha
sonraki dönemlerde yaşayan ve günümüzün oldukça kompleks hayatı içinde
yaşayan insanların hayat tarzları arasında büyük farklılıklar olduğu kolaylıkla
görülebilir. Örneğin Hz. Adem’in çocukları arasında nüfus azlığı sebebiyle, farklı
batından doğan erkek ve kız kardeşin evliliği caizdi. Nüfus arttıkça bu tür evlilikler
yasaklanmıştır. Önceki vahiylerin öğretilerine göre ibadet sadece mabetlerde
yapılırdı. Peygamberimizle birlikte bu hüküm kaldırılmış ve temiz olmak şartıyla
yeryüzünün her tarafı mescit kılınmıştır. Önceleri Müslümanların savaşlarda elde
ettikleri mallardan yani ganimetten yararlanmaları haramdı. Peygamberimizle
birlikte Müslümanlara ganimet mallarını yemek helal kılınmıştır.
Bu sebepledir ki insanı yaratan, onu en iyi şekilde bilen ve ihtiyaçlarını
karşılayan Allah Teâlâ, her dönemde insanlara gerekli mesajları ulaştırmış, son
noktayı ise Hz. Muhammed (s.a.s) ile koymuştur. Ondan sonra bir peygamber
gelmeyeceği için, artık vahiyde bir değişiklik olmayacak, insanlar hayatlarını artık
bu nihâî vahye göre düzenleyeceklerdir.
Peygamberimizle birlikte dinin kemale erdiğini şu âyet-i kerîmeler açıkça
haber verir:
“Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve
sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.” (Mâide 5/3)
“Şüphesiz Allah katında tek makbul din İslâm’dır. Ehl-i Kitap, ancak
kendilerine Peygamber’in hak olduğuna dair bilgi geldikten sonra, aralarındaki
kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Artık kim Allah’ın âyetlerini inkâr
ederse, şunu bilsin ki Allah, elbette hesabı çok çabuk görendir.” (Âl-i İmrân 3/19)
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, şunu bilsin ki, aradığı din ondan asla
kabul edilmeyecektir; o, âhirette de kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân 3/84)
Kur'ân’ın Evrenselliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4
“Evrenselliğin en
önemli şartı ilahi
kaynaklı olmaktır.
Mealini verdiğimiz âyet-i kerîmelerin ifade ettiği üzere Allah katında tek
makbul din olan ve Peygamberimizle birlikte kemâle eren İslâm’ın temel kaynağı
Kur’ân-ı Kerîm’dir. İslâm dini, Allah tarafından koruma altına alınan ve ebedi
mucize olan Kur’ân-ı Kerîm sayesinde Kıyamete kadar devam edecektir. Bu açıdan,
Kur’ân-ı Kerîm’in evrenselliği kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır.
Şunu ifade edelim ki bir dinin veya bir düşüncenin evrensel olabilmesi için
onda belli şartların aranması gerekir:
KUR’ÂN-I KERİM’İN EVRENSELLİĞİNİN ŞARTLARI
A. Kur’ân-ı Kerîm’in hem aslı itibariyle hem de mevcut haliyle ilâhî kaynaklı
olması:
Kur’ân-ı Kerîm’i Allah Teâlâ indirmiştir. O’nun ezelî ve ebedî sözüdür. O, asla
bir insan sözü değildir; olamaz. Konuyla ilgili bir kısım âyet-i kerîmelerde şöyle
buyrulur:
“Hâ. Mîm. Kur’ân, çok merhametli, çok şefkatli Allah tarafından parça parça
indirilmektedir. O, doğrunun ve güzelin kıymetini bilen bir toplum için âyetleri
Arapça okunup rahatlıkla anlaşılan bir metin olarak iyice açıklanmış ve belli bir
sistem dâhilinde dizilmiş bir kitaptır. Müjdeleyici ve uyarıcı olarak! Ama insanların
çoğu ondan yüz çevirmekte ve ona kulak vermemektedir.” (Fussılet 41/1-4)
“Kâfirler: «Kur’ân, Muhammed’in uydurduğu yalandan başka bir şey değildir;
üstelik bir başka grup da bu hususta ona yardım etmektedir» dediler. Böylece onlar
korkunç bir zulüm işleyip dehşetli bir yalan uydurdular. Dediler ki: «Bu Kur’ân
öncekilerin masallarıdır. Peygamber onu kendisi için başkasına yazdırmıştır. Bu
masallar ona sabah akşam gizlice okunup duruyor.» Rasûlüm! De ki: «Bu Kur’ân’ı
göklerin ve yerin tüm gizliliklerini bilen Allah indirmiştir.» Şüphesiz O çok
bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Furkân 25/4-6)
“Yok, yok! Yemin ederim gördüğünüz her şeye ve göremediğiniz her şeye ki:
Bu Kur’ân, çok şerefli bir elçinin getirdiği sözdür. O, bir şâir sözü değildir. Fakat ne
de az inanıyorsunuz? O, bir kâhin sözü de değildir. Fakat ne de az düşünüp ders
alıyorsunuz? O, Âlemlerin Rabbinden bölüm bölüm inmekte olan bir kitaptır. Eğer o
Peygamber, bizim adımıza birtakım sözler uydursaydı, elbette onu kıskıvrak
yakalar, sonra da onun can damarını koparırdık! İçinizden hiç kimse de buna mâni
olamazdı.” (Hâkkâ 69/38-47)
Şu bir gerçektir ki, evrenselliğin ilk ve en önemli şartı olan “ilâhî kaynaklı
olma” ilkesini bugün ancak Kur’ân-ı Kerîm taşımaktadır. Onun dışında hiçbir kitap
Kur'ân’ın Evrenselliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5
mevcut haliyle bu özelliğe sahip değildir. Bir sonraki madde altında bu konuya yer
verilecektir.
B. Kur’ân-ı Kerîm’in, Allah tarafından koruma altına alınmış olması:
Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’i Peygamberimiz (s.a.s)’e en güvenilir yolla
indirmiş, indirdiği şekilde günümüze kadar korumuş ve bundan böyle de
koruyacaktır. Bu özellik de sadece Kur’ân-ı Kerîm’e aittir. Zira önceden indirilmiş
olan Tevrat ve İncil insanlar tarafından tahrif edilmiştir. Bu gerçeği iki yolla
öğrenmekteyiz:
1. Kur’ân-ı Kerîm, Tevrat ve İncil’in tahrif edildiğini şöyle haber verir:
“Yazıklar olsun şu kimselere ki, kitabı kendi elleriyle yazarlar, sonra da küçük
bir dünya menfaati için: «Bu Allah tarafından gönderilmiştir!» derler. Yazıklar olsun
elleriyle yazdıkları yüzünden onlara, yazıklar olsun kazandıkları yüzünden onlara!”
(Bakara 2/79)
“Ehl-i Kitap’tan bir kısmı; aslında kitapta olmadığı halde, sizin kitapta öyle
olduğunu sanmanız için kitabı okurken dillerini eğip büker; başka manaya gelecek
şekilde kelimelerin vurgu ve okunuşunu değiştirirler. Sonra bu yaptıklarını, asla
Allah katından olmadığı halde: «Bunlar, elbette Allah katındandır» diye takdim
ederler. Hayır, onlar Allah hakkında bile bile yalan söylemektedirler.” (Âl-i İmrân
3/78)
“Fakat verdikleri sözden dönmeleri yüzünden onları lânetledik ve kalplerini
kaskatı yaptık. Onlar Tevrat’ın kelimelerini, kastedilen manayı bozacak şekilde
yerlerinden oynatıp değiştiriyorlar. Kendilerine bildirilen ilâhî hükümlerin büyük bir
kısmını da unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan dâima hâinlik görürsün.
Yine de sen onları affet ve yaptıklarına aldırış etme, katlan! Şüphesiz Allah, iyilik ve
ihsan sahiplerini sever.” (Mâide 5/13)
2. Tevrat ve İncil’in muhtevalarında yer alan pek çok uydurma bilgiler de
onların tahrif edildikleri gerçeğini ortaya koymaktadır. Örneğin peygamberlerle
ilgili şu iftiraları, bırakalım Allah kelamı olan bir kitabı, insaflı sıradan bir insanın bile
söyleyemeyeceği sözler cümlesindendir. Tahrif edilip Tevrat’a konan bu ifadelere
göre:
- Hz. Nûh, Tûfân’dan sonra üzüm yetiştirip şarap üreten ve içki içen bir
alkoliktir. Birgün o kadar içer ve kendinden geçer ki, çadırının içinde sızıp kalır. Bu
sırada küçük oğlu Hâm, içeri girer. Bakar ki babası çıplak… Diğer kardeşleri Sâm ve
Yâfes’e söyler. Onlar gelip babasının üzerini örterler. Nûh ayılınca, küçük oğlunun
kendisine kötülük yaptığını anlar... Bunun üzerine Nûh, bu işi yapan oğlunu değil
de, oğlunun oğlunu, yâni torunu Kenan’ı lânetler. Bu yüzden Kenan adı,
Yahûdîlik’te en kötü isimlerden biri olarak kabûl edilir. (Tekvîn, 9/20-29)
Kur'ân’ın Evrenselliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6
Peygamberlerin sahip
olmaları gereken ahlak,
iffet ve şahsiyete aykırı
bilgiler, Tevrat ve İncil
gibi ilahi kitaplarda
tahrif yapıldığının en
açık göstergesidir.
- Sodom ve Gomore şehirleri helâk edildikten sonra Hazret-i Lût ve iki kızı
kurtulur. Bir mağaraya sığınırlar. Hazret-i Lût, uykuya dalar. Kızları: “Memlekette
neslin devâmı için varabileceğimiz er kişi kalmamıştır. Babamıza şarap içirelim!..”
diyerek babalarıyla zinâ ederler. (Tekvîn, 19/30-36)
- Hz. Ya’kûb, babasının duâsını alma husûsunda ikiz kardeşi Iys’a hîlekârlık
yapar. (Tekvîn, 27. bâb) Yine Hz. Ya’kûb’un kayınpederi ile yapmış olduğu
anlaşmada bir hîleye başvurarak sürünün en iyi koyunlarını kendisine ayırdığı
söylenir. (Tekvîn, 30/32-42, 31/7-16)
- Hz. Süleyman’ın bin tane karısı olduğu halde âhir ömründe putperest
kadınların peşinde koşarak putlara tapar. Böylece Hz. Süleyman’ın da “Rabbın
gözünde kötü olanı yaptığı” nakledilir. (I. Krallar, 11/1-7)
Bunların hepsi, gerçekle hiçbir ilgisi olmadığı halde yahûdîlerin ortaya
attıkları çirkin iftiralardır.
İncillerin durumu da Tevrat’tan farksızdır. Yazılış tarihleri hususunda ittifak
eden iki müellif bile bulunmayan dört İncîl’i Îsâ (a.s) ne görmüş ne de yazdırmıştır.
Bunun içindir ki onlarda bulunan sayısız yanlışlık, tenâkuz ve tahriflerin hiçbiri
gözden kaçmaz. Aynı hâdiseler, farklı İncîller’de hattâ aynı İncîl’de iki, üç veya daha
fazla şekilde ve çelişkilerle dolu olarak anlatılmaktadır. Örnek vermek gerekirse:
- Matta İncîli’ne göre Hz. Yahyâ’nın “İlya” olduğu belirtilirken, (Matta, 11/4)
Yuhanna İncîli’nde olmadığı ifâde edilmektedir. (Yuhanna, 1/21)
- Hz. Îsâ’nın Sur ve Sayda bölgesine geldiği sırada, cine tutulan kızını iyi
etmesi için ondan yardım isteyen bir kadının milliyet ve memleketi husûsunda açık
bir şekilde çelişkili bilgiler vardır. Kadının, Matta’ya göre Kenanlı (Matta, 15/21-22),
Markos’a göre Yunanlı olması (Markos, 7/26), ilâhî addedilen bu kitaplar için pek
tuhaftır.
- Îsâ (a.s), İncîller’de ulûhiyet isnâdıyla zikredilmesine rağmen birçok yerde
de “insanoğlu” ve “Rabbın kulu” olarak ifâde edilmektedir. (Matta, 12/17-18;
Elçilerin İşleri, 3/13, 4/27-28) Bir kimsenin, hem Allâh’ın oğlu, hem de insanoğlu
olması nasıl îzâh edilebilir? Bu durumda ancak insan = Allâh olması gerekirdi ki,
bunun tartışılması bile imkânsızdır. Zîrâ Allâh yaratıcı, insan ise yaratılandır.
- Hz. Îsâ’nın tutuklanma gecesinde meydana gelen hâdiseleri, dört İncîl de
teferruatlı olarak anlatmaktadır. Ancak bu hususta da birinin beyânı, diğerinin
beyânına ters düşmekte; büyük farklılıklar ve çelişkiler arz etmektedir. (Matta,
26/47-56; Markos, 14/13-52; Luka, 22/47-53)
- Hz. Meryem’in kocası Yûsuf, Luka İncîli’ne göre Helin’in, Matta’ya göre
Yâkub’un oğludur. (Luka, 3/23; Matta, 1/16)
Kur'ân’ın Evrenselliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7
İnciller arasında var
olan çelişkilerin miktarı
tahmin edilenin çok
ötesindedir.
Kur’ân’ın önceki
kitaplarla
münasebetinde iki
özellik: Musaddık ve
müheymin olması
dikkat edilmesi gereken
çok önemli bir noktayı
gösterir.
Böyle çelişkilerle dolu bir kitabın ilahi kaynaklı olma özelliğinin devam
ettiğini söylemek mümkün değildir. Bu bilgiler, bu kitapların tahrif edildiğinin açık
kanıtlarıdır.
İşte Kur’ân-ı Kerîm, Tevrat ve İncil’in tahrif edilmesi sebebiyle, bu kitaplara
karşı insanlar arasında oluşan güvensizliğin kendisine karşı da oluşmaması için,
daha ilk âyetlerinde kendi muhataplarına bu konuda şöyle garanti vermektedir:
“Elif. Lâm. Mîm. Kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan şu yüce Kitap,
müttakîler için bir yol göstericidir.” (Bakara 2/1-2)
Bu âyet-i kerîmelerin açık ifadesine göre, Kur’ân-ı Kerîm’in gerek Allah
katından geldiğinde, gerek bozulmadan günümüze ulaştığında, gerekse ifade ettiği
bilgiler ve verdiği haberlerin doğruluğunda hiçbir şüphe bulunmamaktadır.
Şu âyet-i kerîme ise Kur’ân-ı Kerîm’in korunmasının Yüce Allah’ın garantisi
altında olduğunu kesin ifadelerle haber verip müjdeler:
“Şüphesiz ki Zikr’i biz indirdik; onu muhafaza edecek olan da biziz.” (Hicr
15/9)
Âyet-i kerîmede geçen “Zikir” kelimesinden maksat Kur’ân-ı Kerîm’dir. Âyet-i
kerîmede şu mana ifade olunmuştur: “Biz Kur’ân’dan olmayan herhangi bir şeyin
ona karışmasına veyahut onda olan herhangi bir şeyin ondan eksilmesine engel
oluruz. Ondaki herhangi bir hükmün eksilmesine razı olmayız ve müsaade
etmeyiz.”
Kur’ân-ı Kerîm üzerindeki ilâhî koruma o kadar etkili ve büyüktür ki,
Peygamberimiz (s.a.s)’e Kur’ân âyetleri inmeye başlamadan önce cinler göklere
yükselir, oradan meleklerin konuşmalarına kulak verir, aldıkları bilgileri ilave
ettikleri yalanlarla birlikte kâhinlere aktararak, onların bir kısım yalan yanlış
şeylerle insanları kandırmalarına yol açarlardı. Ancak Kur’ân-ı Kerîm inmeye
başlayınca Yüce Allah kutsal vahyini cinlerin ve şeytanların saldırılarından korumak
üzere onların göklere yükselmesini yasaklamış, gökleri ve vahyin geliş yollarını en
sağlam bir şekilde koruma altına almıştır. Bu hususta şu âyet-i kerîmeler oldukça
ilginçtir:
“Cinler şöyle dediler: «Doğrusu biz, melekleri dinlemek için göğe yükselmek
istedik. Bir de ne görelim: Orası sert ve güçlü bekçilerle, alev fışkırtan mermilerle
dopdolu. Oysa önceleri biz, haber dinlemek için orada oturacak yerler bulup
otururduk. Fakat şimdi, Kur’ân inmeye başladıktan sonra, artık kim göğe çıkıp
melekleri dinlemeye kalksa, kendisini gözetleyen bir alev topuyla karşılaşıyor!
Göğün böyle sıkı denetim altına alınmasıyla yeryüzü ahalisi için bir kötülük mü
kastedilmiştir, yoksa Rableri onlar için bir iyilik mi dilemiştir; onu biz bilemeyiz.»”
(Cin 72/8-10)
Kur'ân’ın Evrenselliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8
“Biz göğü taşlanan ve kovulan bütün şeytanlardan koruduk. Ancak
içlerinden, kulak hırsızlığıyla göğün sırlarından bir bilgi, bir haber kapmaya
teşebbüs eden olursa, onu da hemen apaçık, yakıcı bir alev topu kovalar.” (Hicr
15/17-18)
Hasılı Kur’ân-ı Kerîm en sağlam bir şekilde korunmuştur. Dolayısıyla onun
tahrif edilmesi söz konusu olmadığı gibi, onun üzerinde oluşabilecek şaibeler de
bertaraf edilmiştir. Bu haliyle Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden sonra da bir vahiy
gönderilmeyeceği için Yüce Allah’ın dinini katıksız olarak temsil eden yegâne kitap
konumundadır.
C. Kur’ân-ı Kerîm’in önceki vahiyler üzerinde doğrulayıcı ve gözetleyici
olması:
Kur’ân-ı Kerîm’in evrensel bir kitap olmasının gereklerinden biri de onun
Tevrat ve İncil başta olmak üzere önceki kitaplar üzerinde doğrulayıcı ve gözetleyici
bir mevkide bulunmasıdır. Kendisinde hiçbir tahrif olmayan Kur’ân bu haliyle,
muharref Tevrat ve İncil’de mevcut olan, ancak vahiy ile ilgisi bulunmayan pek çok
yanlış şeylerin doğrularını da ortaya koymaktadır. Onun bu özelliği şu âyet-i
kerîmede haber verilmektedir:
“Rasûlüm! Sana da Kur’ân’ı, musaddık: Kendinden önceki kitapları
doğrulayıcı ve müheymin: onları koruyup denetleyici olarak her yönden gerçeğe
uygun bir tarzda indirdik…” (Mâide 5/48)
Bu âyet-i kerîmede geçen “müheymin” kelimesi sözlükte “koruyan, gözeten,
muhafaza eden” gibi anlamlara gelmektedir. Bu kelimede “şahit” anlamı da vardır.
Kur’ân-ı Kerîm bu sıfatıyla aynı zamanda önceki kitaplar üzerinde bir şahittir.
Kur’ân-ı Kerîm’in önceki kitaplar üzerinde doğrulayıcı, gözetleyici ve şahit
olmasından şunu kastetmek mümkündür:
Daha önce gönderilen kitapların verdiği bilgiler eğer Kur’ân’ın verdiği
bilgilere uygunluk arz ederse o zaman doğrudur. Bunun aksine eğer o bilgiler
Kur’ân’a aykırı iseler, bu yazılanlar yanlış ve batıldır. Kur’ân-ı Kerîm’i bu konuda
yetkili kılan gerekçe ise, onun ilâhî kitapların sonuncusu ve en mükemmeli
olmasıdır. Şunu belirtelim ki Yüce Allah, daha önce indirdiği kitaplarda mevcut olan
bütün güzellikleri Kur’ân-ı Kerîm’de toplamış ve bu güzelliklere önceki kitaplarda
mevcut olmayan diğer pek çok güzel şeyler de ekleyerek Kur’ân-ı Kerîm’i üstün
kılmıştır. Nitekim şu âyet-i kerîme bu gerçeğe ışık tutmaktadır:
“Allah, sözün en güzeli olan Kur’ân’ı, âyetleri birbiriyle âhenkdâr, uyumlu,
tutarlı, gerçekleri farklı üsluplarla tekrarlayan bir kitap hâlinde indirdi. Rablerine
karşı derin bir saygı duymakta olanların onun tesiriyle derileri ürperir; sonra da
hem derileri, hem kalpleri Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu kitap, Allah’ın
Kur'ân’ın Evrenselliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9
doğru yol rehberidir ki, dilediğine onunla yol gösterir. Allah kimi de saptırırsa artık
onu doğru yola getirecek kimse yoktur.” (Zümer 39/23)
Kur’ân-ı Kerîm, önceki kitaplar üzerinde doğrulayıcı, gözetleyici ve şahit
olması özelliği ile, önceki vahiylerde değiştirilerek insanlara yanlış olarak sunulan
ilâhî kuralların doğrularını ortaya koymuştur. Bu onun evrensel bir kitap oluşunun
çok önemli bir yönünü teşkil eder. Vereceğimiz şu örnekler, bu hususu daha iyi
anlamamıza yardımcı olacaktır:
1. Kur’ân-ı Kerîm öncelikle Allah inancı konusunda önceki vahiylerde yer alan
yanlışları düzeltir. Örneğin, Hz. Musa Yahudilere gerçek tevhid inancını getirdiği
halde onlar bunu daha sonraları değiştirmişler ve tevhid inancından sapmışlardır.
Nitekim onlar hakkında: “Yahudiler: «Üzeyr Allah’ın oğludur» dediler” (Tevbe 9/30)
buyrulur. Yine onlar: “Allah fakirdir, biz zenginiz” (Âl-i İmran 3/182) ve “Allah
cimridir” (Mâide 5/64) diyerek Allah Teala’ya, zatına yakışmayacak noksan sıfatlar
izafe etmişlerdir. Hristiyanlar da: “Mesih Allah’ın oğludur” (Tevbe 9/30) dediler. Üç
ilah edindiler: Baba, Oğul, Ruhu’l-Küdüs. Teslis inancına sahip olan bu insanlar
Kur’ân-ı Kerîm tarafından şöylece ikaz ve tehdit edilmektedirler:
“«Allah, ancak Meryem oğlu Mesih’tir» diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır.
Halbuki Mesih onlara şöyle demişti: «Ey İsrail oğulları! Benim de sizin de Rabbiniz
olan Allah’a kulluk edin. Şunu bilin ki, kim Allah’a şirk koşarsa, Allah ona cenneti
haram kılmıştır ve onun varacağı yer ateştir. O gün zâlimler için hiçbir yardımcı da
yoktur.» «Allah, üçün üçüncüsüdür» diyenler de hiç şüphesiz kâfir olmuşlardır.
Halbuki tek olan ilahtan başka hiçbir ilah yoktur. Eğer söyleye geldikleri bu
iddiadan vazgeçmezlerse, onlardan inkâra saplananlara pek acıklı bir azap
dokunacaktır. Öyleyse, hâlâ samimi bir tevbe ile Allah’a dönüp, O’ndan kendilerini
bağışlamasını istemeyecekler mi? Allah çok bağışlayıcı, engin merhamet sahibidir.”
(Mâide 5/72-74)
Bu âyetler, teslis inancını ortaya çıkaranların kesinlikle kâfir olduklarını ve bu
görüşlerinden dönmedikleri takdirde kendilerine acıklı bir azabın dokunacağını
haber vermektedir. Ayrıca bu âyetlerle teslis inancı reddedilmekte ve hristiyanların
bu iddialarının aksine sadece tek bir İlahın varlığı teyid edilmektedir. Nitekim bir
sonraki âyette Kur’ân-ı Kerîm, Hz. İsa ile ilgili doğru olan bilgiyi şöyle öğretir:
“Meryem oğlu Mesih ancak bir peygamberdir. Ondan önce de nice
peygamberler gelip geçti. Annesi de doğru sözlü, iffetli ve dürüst bir hanımdı. İkisi
de diğer insanlar gibi yemek yerlerdi. Bak, biz onlara gerçekleri delilleriyle nasıl
açıklıyoruz, ama gel gör ki onlar, belli tesirler altında akılları çelinip, bâtıl sevdalar
peşinde koşup duruyorlar.” (Mâide 5/75)
Kur'ân’ın Evrenselliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10
Doğru bir Allah inancı
konusunda Yahudilerin
de, Hristiyanların da,
müşriklerin de çok
büyük yanılgıları vardır.
Görüldüğü üzere Kur’ân-ı Kerîm, bütün bunların Allah inancı hakkındaki
yanlış görüşlerini dile getirip reddetmekte ve doğru olan Allah inancını
öğretmektedir. Buna göre “Allah birdir. O hiçbir şeye muhtaç değildir.
Doğurmamıştır ve doğmamıştır. Hiçbir şey O’nun dengi ve benzeri değildir” (İhlas
112/1-4) Allah tüm âlemlerin Rabbidir. (Fatiha 1/1) O, asla eş ve çocuk
edinmemiştir. (En’am 6/101) Daha yüzlerce âyet-i kerîme doğru Allah inancının
nasıl olacağını beyan etmektedir.
2. Yahudiler, Hristiyanlar ve önceki diğer din mensupları aynı şekilde
peygamber inancı, melek inancı, âhiret inancı konusunda; haramlar ve helaller
hususunda pek çok yanlışlar içine düşmüşlerdir. Kur’ân-ı Kerîm, Allah inancında
olduğu gibi bütün bu yanlış düşünce, inanç ve uygulamaları tek tek dile getirerek,
evrenselliğinin bir gereği olarak onları düzeltmekte, ebediyyen doğru olacak
bilgileri vermektedir. Buna Kur’ân-ı Kerîm’den yüzlerce örnek vermek mümkündür.
D. Kur’ân-ı Kerîm, bütün insanlara gönderilmiştir ve onları kendi mesajından
faydalanmaya çağırmaktadır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Ey insanlar! Rabbınizden size kesin bir delil geldi ve size yolunuzu aydınlatan
apaçık bir nûr indirdik.” (Nisa 4/174)
Bu âyette geçen “nûr” isminden maksat Kur’ân-ı Kerîm’dir. Yine bu âyetin
başında yer alan “Ey insanlar!” hitabı, Kur’ân mesajının hiçbir istisnâ olmaksızın
bütün insanlara yönelik olduğunun açık bir delilidir. Ayrıca bu âyet-i kerîme, Fâtiha
sûresinin son âyetinde “gazaba uğrayanlar ve sapıtanlar” diye tanıtılan Yahudi ve
Hrsitiyanların yolunun aksine Kur’ân’ın bir hidayet kaynağı olduğuna işaret
etmektedir. Böylece bu âyet-i kerîme, Tevrat ve İncil’in kendilerini doğru yola
ulaştırmasından ümidini kesen Ehl-i Kitap içerisindeki sağduyulu insanlar da dâhil
olmak üzere bozulmamış fıtratı üzere Müslüman olarak yaşamak isteyen herkese
Kur’ân-ı Kerîm’i yeni, taptaze bir hidâyet kaynağı olarak takdim etmektedir. Şu
âyet-i kerîme ise artık tüm insanlığın Peygamberimiz (s.a.s)’e ve Kur’ân-ı Kerîm’e
inanmalarını şart koşar:
“Öyleyse ey insanlar, Allah’a, Rasûlü’ne ve ona indirdiğimiz Kur’ân’a iman
edin! Allah, yaptığınız her şeyden haberdardır.” (Teğabun 64/8)
Âyetin sonunda “Allah, yaptığınız her şeyden haberdardır” buyrularak,
Kur’ân’a inanan ve inanmayanların bütün yaptıklarının birer karşılığı olacağını,
özellikle ona inanmayanların uğrayacağı hazin akıbeti ihtar etmektedir.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, Ehl-i Kitab’a da kendisine inanmaları için defalarca
çağrıda bulunur. (bk. Bakara 2/40-41) Tevrat ve İncil’le birlikte Kur’ân-ı Kerîm’e de
inandıkları takdirde kendilerine iki kat mükâfât verileceğini va’deder. (bk. Kasas
28/52-54; Hadid 57/28)
Kur'ân’ın Evrenselliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11
Kur’ân-ı Kerîm’in daveti evrensel ve tüm insanlığa yönelik olduğu gibi,
şüphesiz onu bize getirip tebliğ eden Peygamberimiz (s.a.s)’in risaleti ve mesajı da
aynı şekilde evrenseldir. Allah Teala onu bütün alemlere rahmet olarak
göndemiştir. (bk. Enbiyâ 21/107) Şu âyet-i kerîmeler onun bu özelliğini çok açık bir
şekilde haber vermektedir:
“Ey insanlar! Ben Allah’ın, sizin hepinize gönderilmiş peygamberiyim…” (A’râf
7/158)
“Seni ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.” (Sebe’
34/28)
E. Kur’ân-ı Kerîm, tüm insanları kendine iman etmeye çağırdığı gibi, kendi
mesajını kabul etmeyenleri şiddetli bir şekilde tehdit eder. Şu âyet-i kerîmeler son
derece uyarıcıdır:
“Ehl-i Kitap, Allah’ın dilediği kuluna lütufta bulunarak peygamberlik
vermesini kıskanıp Kur’ân’ı inkâr ederek kendilerini ne kötü bir şeye sattılar.
Böylece onlar gazap üstüne gazaba uğradılar. Zâten kâfirler için alçaltıcı bir azap
vardır.” (Bakara 2/90)
“… İnkâr edenleri dünyada da ahirette de şiddetli bir şekilde
cezalandıracağım. Onlar için hiçbir yardımcı olmayacaktır.” (Âl-i İmrân 3/56)
“Ey kendilerine kitap verilenler! Biz birtakım yüzleri silip dümdüz ederek
arkalarına çevirmeden yahut cumartesi gününe saygı göstermeyen kimseleri
lânetlediğimiz gibi sizi de lânetlemeden önce, yanınızdaki Tevrât’ı doğrulamak
üzere indirdiğimiz Kur’ân’a iman edin. Allah’ın emri mutlaka yerine gelecektir.”
(Nisâ 4/47)
F. Kur’ân-ı Kerîm, evrenselliğinin bir gereği olarak, kendi mesajına inananları
diğer insanlardan ayrı tutmakta ve onlarla dost olmalarını yasaklamaktadır. Âyet-i
kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Ey iman edenler! Kendi din kardeşlerinizden başkasını dost ve sırdaş
edinmeyin. Çünkü onlar size ellerinden gelen kötülüğü yapmaktan geri durmaz; her
zaman sıkıntıya düşmenizi isterler. Baksanıza, size olan şiddetli öfkeleri
ağızlarından taşıyor. Kalplerinde gizledikleri kin ve düşmanlık ise daha
korkunçtur…” (Âl-i İmran 3/118)
“Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları dost ve sırdaş edinmeyin. Çünkü
onlar birbirinin dostudur. Sizden kim onları dost edinirse, kesinlikle onlardan olur.
Şüphesiz ki Allah, zâlimler topluluğunu doğru yola erdirmez.” (Mâide 5/51)
Kur’ân-ı Kerîm, kendilerine Ehl-i Kitap dediğimiz Yahudi ve Hristiyanlara
yaptığı davetine onlardan olumlu cevap alamayınca, kendilerini azapla korkutmuş
Kur'ân’ın Evrenselliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12
ve mutlaka Kur’ân’a ve Peygamberimiz’e inanıp Müslüman olmaları gerektiğini
bildirmiştir. Ancak bu çağrıya onlardan çok az sayıda kişi müspet anlamda icabet
etmiştir. Böyle olunca da Kur’ân-ı Kerîm artık kendi davetini kabul etmeyen bu
insanların Müslümanlardan ayrı bir güruh olduklarını vurgulamıştır. İslâm dışı
grupların Müslümanlardan soyutlanmaları, onların hem Müslümanlara düşmanlık
yapmaları, hem de yanlış inançlar ile Müslümanların itikatlarını bozmaya
yönelmeleri sebebiyledir. Allah Teâlâ bu yolla Müslüman ümmeti onların
kötülüklerinden koruyup iyiliğin, hakkın ve adaletin temsilcisi olmalarını ve tüm
insanlığa İslâm’ın güzelliklerini ulaştırmalarını murat etmiştir. (bk. Bakara 2/143; Âl-
i İmrân 3/10)
KUR’ÂN-I KERİM’İN İNSANLIĞIN TÜM İHTİYAÇLARINI
KARŞILAYAN EVRENSEL İLKELERİNDEN ÖRNEKLER
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’i Arapça indirmiş, onu Arap kabilelerinin en üstün
lehçesi olan Kureyş lehçesiyle tanzim buyurmuştur. Böyle bir kitap şayet Allah
katından indirilmeyip yeryüzünde ortaya çıksaydı gerek içerdiği kanunlar, kurallar
ve fikirler itibarıyla, gerekse üslup ve metot bakımından çevre, bölge veya
aralarından çıktığı ve dillerini kullandığı milletin eğilimlerinden şu veya bu şekilde
etkilenirdi. Nitekim söz konusu durum bütün kitap ve telifler için geçerli olmuştur;
bunlar, içinden çıktığı çevrenin rengini mutlaka almıştır. Fakat Kur’ân’a bakıldığında
onda nazil olduğu çevrenin izlerine rastlanmaz. Arapça olmasının ötesinde onda ne
şekil ve metot bakımından ne de muhteva ve öz bakımından millet, kabile veya
aşiret karakterinin herhangi bir tezahürü görülmez. Bu durum Kur’ân-ı Kerîm’in
beyan buyurduğu inançla ilgili esaslar, her türlü hukûkî düzenlemeler ve ahlakî
prensipler için aynı seviyede geçerlidir. Onun bütün öğretileri insanın yaratılışına
tam uygun düşer. Bu konuda ne bir eksiklik söz konusudur, ne de bir fazlalık. Ne
kadar incelersek inceleyelim onda insan toplumlarından hiçbirine veya herhangi bir
Tart
ışm
a
• Tevrat ve İncil’in mevcut hallerini ve Kur’ân-ı Kerîm’in onlarla ilgili verdiği bilgileri değerlendirerek önceki kitapların tahrifi konusunu tartışınız.
Kur'ân’ın Evrenselliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13
Kur’ân’ın Arapça
indirilmiş olması, onun
belli bir bölgenin ve
ırkın kitabı olduğu
şeklinde anlaşılmasına
asla neden olmamalıdır.
tarih dönemine mensubiyet özelliği bulamayız. Ne içerik ve konu bakımından ne de
görünüm ve tarz bakımından onda bu tür bir mensubiyet yoktur.
Kur’ân-ı Kerîm’in içerdiği konuları çok genel bir sınıflandırma ile inanç, hukuk
ve ahlâk esasları olarak özetleyebiliriz. Bu sınıflandırmanın dışında kalanlar ise,
bunları teyit edici mahiyettedir. Bu konularda Kur’ân-ı Kerîm’in öğretilerinin ne
ölçüde insan fıtratına uygun düştüğüyle ilgili şu izahlar yapılabilir:
İnanç Esasları
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’ın varlığını, birliğini, uluhiyetini, rububiyetini ve
bütün evrene hükümranlığını anlatır. Ancak bunu yaparken O’nun bu özelliklerini
herhangi bir millete tahsis etmez; bir bölge ile diğer bölge arasında ayırım yapmaz.
Kur’ân-ı Kerîm’e göre Allah Teâlâ, sadece İsrail oğullarının veya Arapların ya da
herhangi bir ırkın ilâhı değil, bütün insanların ilâhıdır. Âyet-i kerîmelerde şöyle
buyrulur:
“Hamd, alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” (Fatiha 1/1)
“Hamd, göklerin Rabbi, yerin Rabbi bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur.” (Casiye 45/ 36)
Kur’ân-ı Kerîm, insanın Allah’a kulluğunu tespit ederken, bu kullukta bir ırk
veya çevre ile diğer bir ırk ve çevre arasında hiçbir fark olmadığını açıkça ortaya
koyar. Buna göre, Arap olsun olmasın hiçbir millet diğerinden farklı imtiyazlara
sahip değildir. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Araplar arasından çıkması ve onlara
mensubiyeti ile Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça inmesi, İslâm ölçülerine göre, Araplara
hukuk alanında veya dünyevî muamelelerde ya da Allah’a yakınlık hususunda
birtakım ayrıcalıklar vermeyi gerektirmez. Nitekim şu âyet-i kerîme bu gerçeği
haber verir:
“Göklerde ve yerde bulunan herkes, istisnası olmaksızın, ancak Rahmân’a kul
olarak gelecektir. Şüphesiz Allah onları ilmiyle ve kudretiyle her yönden kuşatmış;
onları ve amellerini birer birer saymıştır.” (Meryem 19/93-94)
Kur’ân-ı Kerîm, insanların dikkatlerini Cenâb-ı Hakk’ın varlığına ve birliğine
çekerken, belirli bir çevreye özgü veya belirli bir toplumun alışkanlıklarına uygun
düşen ya da bir kısım aydınların anlayabileceği deliller serdetmez. Nerede
bulunursa bulunsun, hangi düşünce ve kültür seviyesinde olursa olsun tüm
insanların her yerde ve her zaman anlayabileceği deliller kullanır. Allah’ın varlığına
ve birliğine delil teşkil eden âyetler Kur’ân-ı Kerîm’de çokça zikredilir. Bunlara
bakıldığında, onların, farklı grup ve topluluklardaki genel insan düşüncesine hitap
ettiği görülür.
Kur'ân’ın Evrenselliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14
Kur’ân, Allah’ın
birliğinin delillerini
açıklarken, hangi dil,
renk ve ırktan olursa
olsun herkesin
kolaylıkla anlayabileceği
konulara temas eder.
HUKÛKÎ DÜZENLEMELER
Kur’ân-ı Kerîm’deki hukûkî düzenlemelere ve onun tamamlayıcısı olan
sünnetin açıklamalarına bakıldığında onda belirli bir ırka temayül, herhangi bir
çevreden ya da muayyen geleneklerden etkilenme kesinlikle görünmez. Kur’ân
hukuku, mutlak insan esas ve ilkelerini temel alan bir hukuk olduğu için, tüm
ahkâm ve fürûları, bütün insanların ihtiyaç ve maslahatlarıyla tam bir uyum
içerisinde bulunur. Vereceğimiz şu örnekler konunun daha iyi anlaşılmasını
sağlayacaktır:
1. Nisa sûresi, aile düzeni, kadın hakları, yargı sistemi, adaleti tesis ve özünü
korumaya ilişkin dinî hükümleri konu edinen surelerden biridir. Surenin, daha
sonra gelecek olan hükümlerin temel dayanağını tesis ederek nasıl başladığına
dikkat edelim. Bu hususu dikkatle izlediğimizde sûrenin esas hedefinin olanca
kapsamıyla insanlık ailesi olduğunu, değişmeye maruz özel şartlara önem
vermediğini anlarız. Birinci âyet bütün insanlara hitap ederek şöyle başlar:
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da eşini var eden, bu
ikisinden de birçok erkek ve kadın üretip yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının.
İsmi hürmetine birbirinizden dilekte bulunduğunuz o Allah’a saygısızlık etmekten ve
akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Çünkü Allah, üzerinizde kusursuz bir
gözetleyici ve koruyucudur.” (Nisa 4/1)
Demek ki tüm ahkâm ve bunlara tabi hukukların tesisinin çıkış noktası,
kapsamlı insanlık ailesidir.
Sûreyi okumaya devam edince, söz konusu kapsamlı insanlık ailesini
ilgilendiren hüküm ve düzenlemelerin, bir zincirin birbirine bağlı halkaları gibi
devam ettiğini görüyoruz: Yetim hakları, kadın hakları, miras taksimatı, aile
değerleri, yargı düzeni, hâkimin otoritesi, sosyal adalet ve dengeleri. İyice bakınca
sûre, esası ve çıkış noktası itibarıyla bütün insanlara şamil bakış açısını konu
edindiğinden, bu dalların hiçbirinde, belirli bölge veya ırka ait görüşün ya da sınıfsal
ayrıcalıkların yansımasını bulamayız.
2. Zaferoğulları’ndan ve Ensar’dan Tu’me b. Ubeyrık, komşusu Katâde bin
Nu’mân’ın evinden bir zırh çalmıştı. Zırh, içinde un bulunan bir çuvalda idi. Çuval da
yırtık olduğundan evine kadar un dökülerek gitmişti. Sonra çaldığı zırhı
Yahudilerden Zeyd bin Semîn adında bir adamın yanına sakladı. Çalınan zırh
Tu’me’nin yanında aranıp bulunamayınca o:
“– Vallahi ben almadım ve onun hakkında bir bilgim de yok” diye yemin etti.
Zırhın sâhipleri:
Kur'ân’ın Evrenselliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15
Kur’ân, mü’min-kâfir
ayırımı yapmadan tüm
insanların, hatta tüm
canlıların haklarını eşit
bir şekilde korur.
“– Hayır, vallahi zırhı o çaldı. Gece karanlıkta bize geldiğini gördük, zırhı aldı,
evine girinceye kadar da izini sürdük, zaten un izini de görmüştük” dediler. Ancak
Efendimiz hırsızlık suçlamasını reddeden Tu’me’ye yemin teklif edip, o da
çalmadığına dâir yemin edince zırhın sâhipleri mecburen Tu’me’yi serbest
bıraktılar. Un izini takip ederek nihâyet Yahudinin evine geldiler ve onu tutup Allah
Rasûlü’ne getirdiler. Yahudi:
“– Zırhı bana Tu’me bin Ubeyrık verdi” dedi ve Yahudilerden bir cemâat de
buna şâhitlik etti. Tu’me’nin kabilesi olan Zaferoğulları ise:
“– Gelin, Rasûlullah’a gidelim” dediler ve Efendimiz’e gelip Tu’me’nin
durumunu anlattılar. Arkadaşlarını müdafaa sadedinde:
“– Ey Allah’ın Rasûlü! Eğer hırsızlığı Yahudinin yaptığını ilân ederek onu
cezâlandırmazsan arkadaşımız helâk olacak, rezil rüsvâ olacak, Yahudi de suçsuz
çıkacak” dediler (Taberi, V, 362-364; Vâhidî, s. 183)
Bunun üzerine Yüce Allah şu âyetleri indirerek, kimin hâin, kimin temiz ve
günahsız olduğunu açıkça bildirdi ve Rasûlullâh (s.a.s)’a da doğruyu gösterdi:
“Rasûlüm! Doğrusu biz, ilâhî gerçekleri ortaya koyan bu Kitâbı sana, insanlar
arasında Allah’ın gösterdiği şekilde hüküm verebilesin diye indirdik. Sakın, hâinlerin
savunucusu olma! Allah’tan bağışlanma dile! Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayıcı ve
çok merhametlidir. Haksızlık yaparak kendilerine hâinlik edenleri savunma!
Şüphesiz Allah, hâinlikte ve günah işlemekte aşırı gidenleri hiç sevmez. Onlar,
yaptıkları hainlik ve işledikleri günahları insanlardan gizlemeye çalışırlar da, hayâ
edip Allah’tan gizlemezler. Halbuki onlar, bilhassa gece karanlığında gizli gizli
Allah’ın razı olmayacağı ihânet planları yaparken Allah onların yanıbaşındaydı.
Allah, onların yaptıkları her şeyi ilmiyle kuşatmış durumdadır. Haydi diyelim, siz
dünya hayatında onları savunmaya çalıştınız; peki Kıyamet günü Allah’a karşı
onları kim savunacak? Yahut kim onlara vekil olacak? Kim bir kötülük yapar veya
nefsine zulmeder de sonra Allah’tan bağışlanma dilerse, şüphesiz Allah’ı çok
bağışlayıcı ve çok merhamet edici olarak bulur. Günah işleyen kimse, onu ancak
kendi aleyhine işlemiş olur. Allah, her şeyi hakkıyla bilen, her işi ve hükmü hikmetli
ve sağlam olandır. Kim de bir hata yapar veya günah işler de sonra onu suçsuz
birinin üzerine atarsa, muhakkak ki büyük bir iftira etmiş ve apaçık bir günah
yüklenmiş olur.” (Nisa 4/105-112)
Bu âyetlere iyice dikkat edilecek olursa ırkçılık, hısımcılık, aşiretçilik,
ulusçuluk ve millet ayırımcılığı gibi değerlerin, İslâm hukukundaki adalet
terazisinde nasıl eriyip yok olduğu kolaylıkla görülür. Bu âyetlerde bir tek itibar
dikkate alınmıştır: o da mutlak insan değeri. O insan değeri ki, Yahudi bir adamı
Kur'ân’ın Evrenselliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16
beraat ettirip Müslüman bir şahsı mahkûm etmek üzere peşpeşe dokuz âyetin
inmesini gerektirmiştir.
3. Allah Teâlâ, “Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize
borçlandığınız vakit onu yazın. Bir kâtip onu aranızda adaletle yazsın...” buyurarak
başladığı Bakara sûresinin 282. âyetinde bir sayfa boyunca alış veriş ve
borçlanmalarda yazmanın ve şahitliğin önemini ve şartlarını beyan etmektedir. Bu
âyet sanki yazının yaygınlaşıp, hukuk kurallarının olgunlaştığı medeni ve kültürlü bir
toplum hakkında inmiştir. “Kitabet (yazma)” kelimesi, yalnızca bu âyette dokuz
defa tekrar edilmiştir. Bu âyet, akitleri tevsik hususunda, şekil ve muhtevada
günümüze kadar uygulanagelen medeni bir yol çizmiştir. Bu hukukî talimatın,
değişik bölge ve yörelerdeki bütün nesillere hitap ettiği açık bir gerçektir. Arap
Yarımadasının rolü, bu buyruğu dinlemede diğer insanlarla müşterek olmaktan
öteye gitmez. Her ne kadar bu bölge o sırada bunun gereğini ümmiliğin fazlalığı ve
hayatın basitliği sebebiyle yerine getirmeye hazır değil idiyse de yarımadadaki
şartlar gelişme ve ilerleme temayülündeydi. Kur’ân’a ait bu hukukun evrenselliğini,
yani, çevre, millet, muhit gerçeğinden uzak olduğunu gösteren bu delilden daha
üstün bir delil bulunabilir mi!?
Ahlâkî Esaslar
Kur’ân-ı Kerîm’e göre ahlâk ve fazilet, bir taraftan insanın temiz fıtratıyla
uyum halinde olan, diğer taraftan fert ve toplum için insan saadetinin esaslarını
tesis eden değer hükümlerinin ve davranış metotlarının yekûnudur. Bu sebeple, bu
davranış metotlarında bir çevre ile diğeri arasında değişme ve farklılık görülmez.
Zira bunlar, belirli bir çevrenin gelenek ve görenekleri içerisinde neş’et etmemiş,
insanın kapsamlı fıtratından beslenip vücut bulmuştur.
İnsanın dünya hayatında beş gayesi bulunmaktadır. İnsan hayatı bu beş şey
üzerine kurulur. Şerefli bir hayat, ancak bunlar sayesinde mümkün olabilir. Bunlar;
dîni muhafaza, hayatı muhafaza, aklı muhafaza, nesli muhafaza ve malı
muhafazadır. Bu gayeleri gerçekleştirmede dikkate alınacak ölçüler ise zarûriyât,
hâciyât ve tahsiniyât ölçüleridir. Kur’ân’daki ahlakî esaslar, insanın fıtrî özelliklerini
ve ihtiyaçlarını dikkate alarak bunlar arasındaki dengeyi en sıhhatli bir şekilde
kurmuştur. Bu husustaki başarı, Kur’ân’ın ahlâkî ölçülerinin evrensellik boyutunu
net olarak ortaya koymaktadır.
Vereceğimiz şu örnekler konunun zihinlerde netlik kazanmasını
sağlayacaktır:
1. Kur’ân-ı Kerîm’deki ahlâk esaslarından biri, farklı ırk, nesep ve çevrelerdeki
bütün insanları tek bir insan haysiyeti ve hürriyeti ölçüsünde değerlendirmesidir.
İnsanlar birbirlerinden ancak değerli ve faydalı çabaları ile ortaya koydukları özel
Kur'ân’ın Evrenselliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17
Kur’ân’daki ahlâkî
esaslar, tüm insanlığın
ortak değerleridir.
başarıları sayesinde üstün olabilirler. Bu gerçek, şu âyette açık bir şekilde haber
verilmektedir:
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık. (Soy sopunuzla
birbirinize karşı övünesiniz diye değil) birbirinizi tanıyıp kaynaşasınız diye sizi
milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en şerefliniz, Allah’a karşı saygısı,
korkusu ve O’nun yasaklarından kaçınıp emirlerine itaati en yüksek olanınızdır. Hiç
şüphesiz Allah, her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat 49/13)
2. Kur’ân-ı Kerîm’deki bir diğer ahlâk esası, çocuklara, ana-babalarına iyi
muamele etmelerini ve onlara şefkat ve merhamet kanatlarını germelerini
emretmesidir. Taraflar arasında inanç ve düşünce bakımından farklılık olsa bile bu
ahlakî prensip geçerlidir. İşte bu ahlâkî prensip, muayyen bir ırk ya da tabiatı nazar-
ı dikkate almayan insanî bir ilkedir. Bunu, toplumun çekirdeği mesabesinde olan
aileden tedricî olarak yükselen insanlık ailesinin güvence altına alınması konusu
gerekli kılar. Bu konuda düşünce veya din ayrılıklarını da dikkate almaz. Cenab-ı
Hak şöyle buyurur:
“Biz insana, anne-babasına mümkün olan en iyi şekilde davranmasını
emrettik. Annesi onu nice zahmetlere katlanarak karnında taşımış; sütten kesilmesi
de iki yılı bulmuştur. Onun için, ey insan, bana şükret, ana-babana da teşekkür et.
Unutma ki, sonunda bana dönecek ve yaptıklarının hesabını vereceksin. Eğer anne-
baban seni, ilâhlığına dair bilgin olmayan şeyleri bana ortak koşmaya zorlayacak
olurlarsa, o takdirde onlara itaat etme. Fakat yine de dünyada onlara gerektiği
ölçüde sahip çık. Her işinde bütün gönlüyle bana yönelmiş, sürekli benim rızâmı
arayan seçkin kulların yolunu izle. Sonunda dönüşünüz bana olacak, ben de bütün
yaptıklarınızı size tek tek haber vereceğim.” (Lokman 31/14-15)
3. Kur’ân-ı Kerîm’in getirdiği bir başka ahlak ilkesi de şudur: İnsan ancak
yapmış olduğu şeylerden hesaba çekilir; başkasının işlediği bir amel yüzünden ya
da tabiattaki tezahür ve hâdiselerden herhangi bir şeyle suçlu bulunmaz. Cenab-ı
Hak şöyle buyurur:
“Biz her insanın sevabını ve günahını boynuna doladık; öyle ki, Kıyamet günü
önüne, her şeyi açık açık kaydedilmiş bulacağı bir defter çıkaracağız. Ona: «Oku
şimdi defterini! Bugün sana hesap görücü olarak kendi nefsin yeter!» diyeceğiz.
Artık kim doğru yolu seçerse ancak kendi iyiliği için seçmiş olur. Kim de doğru
yoldan saparsa, ancak kendi zararına sapmış olur. Hiç kimse bir başkasının günah
yükünü çekmez ve onunla yargılanmaz. Ayrıca biz, peygamber göndermedikçe
kimseye azap etmeyiz.” (İsrâ 17/13-15)
Netice itibarıyla, Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği ahlakî esaslarda insan fıtratı,
onun gereklerinin yerine getirilmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması gayesinin
Kur'ân’ın Evrenselliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18
güdüldüğü görülür. Bu gaye, söz konusu esaslara davette ve bunları emretmede
temel ögedir. Bu prensipler incelendiğinde, bunların herkese şâmil genel prensipler
olduğu ve bütün insanların uygulayabileceği türden ilkeleri içinde barındırdığı
açıkça anlaşılır.
Bir
eys
el
Etki
nlik
• Kur’ân-ı Kerîm’in hukûkî düzenlemelerinin evrenselliği üzerinde düşününüz.
Kur'ân’ın Evrenselliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19
Öze
t
•Peygamber Efendimiz’in bi’setinden itibaren Kıyamete kadar insanlığın hayatını düzenlemek üzere gönderilen Kur’ân-ı Kerîm’in evrenselliği tartışma götürmez bir gerçektir. Çünkü kendisine beşer eli dokunmamış, tahrif ve tağyir edilmemiş, Allah’tan geldiği şekilde korunmuş tek ilâhî kaynak Kur’ân-ı Kerîmdir. Kur’ân-ı Kerîm’in dışındaki Tevrat ve İncil gibi kitaplar tahrif edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm bu gerçeği açıkça bildirdiği gibi, bizzat kendi muhtevası da buna şahittir. Tarafsız ve insaflı bir nazarla bakıldığı zaman Kur’ân’ın ihtiva ettiği tüm itikâdî, hukûkî, ahlakî… kanun ve kuralların bütün insanlığın özellik ve ihtiyaçlarını dikkate alan zaman ve mekân üstü esaslar olduğu görülecektir. Bu esaslar, dünya hayatında huzur içinde yaşamayı temin eden, âhiret hayatında da ebedî saadeti kazandıran ilahî düsturlardır.
Kur'ân’ın Evrenselliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20
Ödev gönderimi
Etkileşimli Alıştırmalar
Alış
tırm
alar
• Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla
pekiştirebiirsiniz. Ö
dev
• Peygamberimiz (s.a.s)’in son peygamber oluşu ve Kıyamet’e kadar tüm insanlığı uyarmak için gönderilişiyle ilgili ayet ve hadisleri bulup değerlendiriniz.
Kur'ân’ın Evrenselliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21
Değerlendirme
sorularını sistemde
ilgili ünite başlığı
altında yer alan “bölüm
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Rasulullah (s.a.s)’in son peygamber olduğunu haber veren âyet hangisidir?
a) Bakara 2/100
b) Nisâ 4/75
c) Teğâbün 64/4
d) Ahzâb 33/40
e) İhlâs 112/1
2. Önceki kitapların içerdiği temel esaslar aynı olmakla birlikte, bunların
zaman ve mekân itibarıyla furuâta ait meselelerde bir kısım farklılıklar
göstermesinin en önemli sebebi nedir?
a) Bu kitapların farklı peygamberlere gelmesi.
b) Bu kitapların farklı dillerde inmesi.
c) Zaman ve mekânın değişmesiyle birlikte ihtiyaçların da değişmesi.
d) İnsan nüfusunun artması.
e) Peygamberin Allah’tan özel istekte bulunması.
3. Aşağıdakilerden hangisi Tevrat’taki tahrif örneklerinden değildir?
a) Hz. Nuh’un şarap üreten ve içki içen bir alkolik olduğu iddiası.
b) Hz. Lût’un kendi kızlarıyla zinâ ettiği iddiası.
c) Hz. Ya’kûb’un, babasının duâsını almak için ikiz kardeşi Iys’a
hîlekârlık yaptığı iddiası.
d) Allah’ın birliğini ve ahiretin varlığını bildirmesi.
e) Hz. Süleyman’ın âhir ömründe putperest kadınların peşinde koşarak
putlara taptığı iddiası.
Kur'ân’ın Evrenselliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22
4. Kur’ân’ın “müheymin” vasfıyla ilgili aşağıdakilerden hangi mana doğrudur?
a) Önceki kitapları doğrulayıcı olması.
b) Önceki kitapları koruyup denetleyici olması.
c) Kur’ân’ı Cebrail’in getirdiğini ifade etmesi.
d) Kur’ân’ın vahiy kâtipleri tarafından yazıldığını göstermesi.
e) Hem Mekke hem de Medine’de inmeye devam ettiğini belirtmesi.
5. Kur’ân-ı Kerîm’in “nûr” ve “burhan” oluşundan bahseden Nisâ sûresi 174.
âyetin başındaki “Ey insanlar!” hitabı hangi şeyin delilidir?
a) Kur’ân mesajının bütün insanlara yönelik olduğunun,
b) Kur’ân’ın Peygamberimiz’e indiğinin,
c) Sahabenin Kur’ân’ı çok iyi anladığının,
d) Hz. Peygamber’in vefat ettiği yıl Kur’ân’ın tamamını Cebrail’e
okuduğunun,
e) Kur’ân’da 114 sûre olduğunun.
6. Kur’ân-ı Kerîm’in mü’min-kâfir bütün insanların haklarını eşit seviyede
koruduğunu gösteren Nisâ sûresi 105-112. âyetlerin iniş sebebi
aşağıdakilerden hangisidir?
a) Hudeybiye seferinde sahabe arasında anlaşmazlık çıkması.
b) Bedir savaşında müşriklerin Müslümanlardan sayı ve teçhizat
bakımından çok olması.
c) Hz. Ömer’in bu konuda ayetlerin inmesini istemesi.
d) Peygamberimiz’in Muaz b. Cebel’i Yemen’e göndermesi.
e) Zaferoğullarından Tu’me bin Ubeyrık’ın, komşusu Katâde b.
Nu’mân’ın evinden bir zırh çalıp bu suçu bir Yahudi’nin üzerine
atması.
Kur'ân’ın Evrenselliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23
7. “Ana-babaya iyilik” Kur’ân’ın hangi alandaki evrensel ilkesidir?
a) İnanç
b) Temizlik
c) Ahlâk
d) Hadler ve cezalar
e) Kıssalar
8. Kur’ân’ın evrenselliğinin ilk ve en önemli şartı aşağıdakilerden hangisidir?
a) Arapça olması
b) Kadir gecesi inmeye başlaması
c) Sûre ve âyetlerden oluşması
d) İlâhî kaynaklı olması
e) Levh-i mahfuzda bulunması
9. Kur’ân-ı Kerîm’in korunmasının Yüce Allah’ın garantisi altında olduğunu
açıkça haber veren âyet aşağıdakilerden hangisidir?
a) İsrâ 17/1
b) Kehf 18/6
c) Cin 72/10
d) Yâsîn 36/36
e) Hicr 15/9
Kur'ân’ın Evrenselliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24
10. Aşağıdaki ayetlerden hangisi “İslâm’da sorumluluğun ferdî olduğunu”
gösterir?
a) “Allah hiç kimseyi gücünün yetmeyeceği şeyle sorumlu tutmaz.”
(Bakara 2/286)
b) “İnsanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”
(Zâriyât 52/56)
c) “Hiç kimse bir başkasının günâh yükünü çekmez ve onunla
yargılanmaz.” (İsrâ 17/15)
d) “Biz insanı en güzel şekilde yarattık.” (Tîn 95/4)
e) “Kendilerine peygamber gönderdiğimiz toplumları da, gönderdiğimiz
peygamberleri de elbette sorguya çekeceğiz.” (A‘râf 7/6)
Cevap Anahtarı
1-d, 2-c, 3-d, 4-b, 5-a, 6-e, 7-c, 8-d, 9-e, 10-c
Kur'ân’ın Evrenselliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Abdulhalim, M. Ali, (1992), Âlemiyyetü’d–Da’veti’l–İslâmiyye, Kahire, Daru’l–Vefa.
Akgül, Muhittin, Kur’ân-ı Kerîm’in Evrenselliği, Yeni Ümit, S. 52 Yıl: 13-S. 53 Yıl: 14.
el-Bûtî, Muhammed Saîd Ramazan, (1993), Hz. Muhammed (s.a.v)’in Risaletinin
Evrenselliği, Yeni Ümit, Sayı: 19.
Çapan, Ergün, (2002), Kur’ân’ın Evrenselliği ve Tarihselci Yaklaşım, Yeni Ümit, S. 58.
Çiçek, Halil, (2002), Âlemiyyetü’l-Kur’ân, Beyrut.
Elmalılı, M. Hamdi Yazır (1936), Hak Dini Kur’ân Dili, I-IX, İstanbul.
İncil, (1995), İstanbul, Zafer Matbaası.
Kaya, Mahmud, (1993), İslâm’ın Evrenselliği Üzerine, Ebedî Risalet Sempozyumu-I,
İzmir, Işık Yayınları.
Kesler, M. Fatih, (1996), Kur’ân-ı Kerîm’in Evrenselliği, Konya, Esra Yayınları.
Kitab-ı Mukaddes, (1993), İstanbul, Yalçın Ofset.
et-Taberî, Ebu Ca‘fer Muhammed b. Cerîr (1978), Câmi’u’l-beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân,
3. Baskı, I-XXX, Beyrut.
Topbaş, Osman Nuri, (2010), Kur’ân-ı Kerîm Işığında Nebiler Silsilesi-II-III, İstanbul,
Erkam Yayınları.
Vahidî, Ebu Hasan en-Nisâbûrî, (1959), Esbâbu’n-Nüzûl, Mısır.
ez-ZERKÂNÎ, M. Abdülazîm, (1372), Menâhilü’l-irfân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Kahire.
ez-ZERKEŞÎ, Bedruddin, (ts.), el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Beyrut.
İÇİN
DEK
İLER
• Vahiy: Tanımı, Mahiyeti ve Kur'ân Vahyi
• Kur'ân'ın Tespiti: Hıfz ve Kitâbet
• Kur'ân'ın Derlenmesi
• Kur'ân'ın Çoğaltılması
• Yedi Harf Meselesi
• Kırâat Olgusu
HED
EFLE
R
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Vahyin mahiyetini ve Kur'ân vahyinin özelliklerini kavrayabilecek,
• Kur'ân'ın tespitine duyulan ihtiyacı ve takip edilen yöntemleri kavrayabilecek,
• Yedi harf olgusunu, kaynağını ve mantığını anlayabilecek,
• Yedi Harf-Kırâat ilişkisini kavrayabilecek,
• Kırâat farklılıklarının tarihsel sürecini, gayesini, faydasını ve anlamsal açıdan önemini kavrayabileceksiniz.
ÜNİTE
3
KUR’ÂN VAHYİ, TESPİTİ VE METİNLEŞME SÜRECİ
TEFSİR TARİHİ VE
USÛLÜ
Doç.Dr. Mehmet DAĞ
ÜNİTE
3
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2
GİRİŞ
İslam kültüründe vahiy, Kur’ân’ın anahtar terimi kabul edilir. Zira Kur’ân
birçok ayette kendisini nitelemek için bu ismi kullanır. Her ne kadar Kur’ân, bu
nitelemede “Kitap”, “Furkân” gibi değişik isimler istihdam etse de, Kur’ân metninin
oluşumu öncesi ve sonrasında mevcut kültürde anlam ifade eden bir kavram
olmasından dolayı “vahiy” ismi, bu isimlerin tamamını ifade eden bir içeriğe
sahiptir. Çünkü vahiy, sürekli Yüce Allah’ın Peygamberleri vasıtasıyla insanlara
mesaj iletmesi şeklinde anlaşılmıştır. Oysa bu anlamlandırma biçimi, vahyin sadece
kurumsallaşmış, özel kısmını ifade eder. Kur’ân’a göre vahyin bu özel boyutu
yanında bir de genel boyutu vardır ki, o da, Yüce Allah’ın bütün varlıklara yaratılış
gayelerine uygun ilkelerini bildirmesidir.
Kur’ân, bazı cin ve şeytanların “Mele-i A’lâ” denilen yüksek melekler
meclisine çıkarak, kulak hırsızlığı yapmak suretiyle bazı haberleri çaldıklarını ve bu
nedenle de en yakın göğün koruma altına alındığını şu ifadelerle beyan etmektedir.
Bu koruma, doğal olarak Kur’ân vahyi için de geçerlidir. Ancak bu
korunmuşluk sadece metafizik âlem için değil, varlık âlemi için de geçerlidir. Zira
Hz. Peygamber’e ulaşıncaya kadar vahyin her aşamasında var olan ilâhî koruma,
tebliğ sonrasında da, Hz. Peygamber tarafından alınan beşeri önlemlerle devam
etmiştir. Bu önlemler, Hz. Pegyamber’in gelen vahiyleri ezberlemesi, vahiy
kâtiplerine yazdırarak korumaya alması, ashabına tebliğ etmesi ve ezberlemelerini
sağlaması ve bütün bunların yanında muhtemel en küçük insanî hataları ortadan
kaldırmak için her yılın sonunda inen vahiyleri aracı meleğe sunması şeklinde ifade
edilebilir. Sonraki süreçte ise bu çaba, vahiy lafızlarının iki kapak arasında
derlenmesi, çoğaltılması, yedi harf ruhsatından, gramatik farklılıklardan
kaynaklanan ve Kur’ân’ın i’cazının tezahürlerinden biri olan farklı okuma
biçimleriyle birlikte ezberlenmesi, yazıya geçirilmesi, öğretilmesi ve sonraki
nesillere aktarılması şeklinde günümüze kadar kesintisiz bir biçimde devam
etmiştir.
“Biz yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsledik ve itaat dışına çıkan her
şeytandan gökyüzünü koruduk.”(Sâffât, 37/6-7)
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3
Vahiy, ilahî bir olgudur.
VAHİY: TANIMI, MAHİYETİ VE KUR’ÂN VAHYİ
Vahyin Tanımı
Vahiy, “وحى” fiilinin mastarıdır ve sözlükte “gizli ve süratli bir şekilde
bildirmek” başta olmak üzere “ilham etmek, ima ve işaret etmek, fısıldamak,
emretmek, telkin etmek, yazmak, vesvese vermek” anlamlarına gelmektedir. Yüce
Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla kullarıyla iletişim kurması anlamına gelen “inzal”
ve “tenzil” kelimeleri de, vahiy ile aynı semantik alanı paylaşmaktadır. Terminolojik
açıdan ise vahiy, biri özel diğeri genel olmak üzere iki şekilde tanımlanmaktadır.
Vahyin bütün varlıklara olabileceği niteliğini dikkate alan bilginler onu, “bir anlamı
herhangi bir varlığa gizli ve süratli bir şekilde iletmek” biçiminde
anlamlandırmaktadırlar. Ancak Hadis ve tefsir bilginleri başta olmak üzere âlimlerin
çoğunluğu vahyi özel bir alana çekerek, Peygamber’e özel kılarak birkaç şekilde
tanımlamaktadırlar. Bu tanımlardan bazıları şunlardır:
Vahiy, Yüce Allah’ın peygamberlerine çeşitli biçimlerde söz ve emirler
göndermesidir.
Vahiy, Yüce Allah’ın her Peygamber’ine göndermiş olduğu ilâhî emirlerdir.
Vahiy, Yüce Allah’ın kullarına ulaştırmak istediği emirlerini, onların arasından
seçtiği peygamberlerine insanların alışık olmadığı gizli ve süratli bir biçimde
iletmesidir.
Modern dönemde bazı müellifler vahyin bu iki yönünü dikkate alarak, Yüce
Allah’ın, genel olarak varlıklara yaşam tarzlarını bildirmesi, özel olarak ise insanlara
ulaştırmak istediği ilâhî emir ve yasaklarının tümünü vasıtalı veya vasıtasız bir
biçimde, gizli ve süratli bir yolla peygamberlerine iletmesi şeklinde daha kapsayıcı
bir tanım getirmişlerdir.
Yapılan tanımlarda görüldüğü gibi vahyin genel şeklinde ikili; özel şeklinde
ise dörtlü bir iletişim söz konusudur. Genel vahiy biçiminde vahyeden ile vahyi alan
arasında bir aracı olmadığı için başlangıç noktasında Allah, bitiş noktasında ise
varlıklar vardır. Özel vahiy biçiminde ise, aracı meleğin Allah’tan aldığı vahyi
Peygamber’e, Peygamber’in de insanlara ulaştırması hasebiyle başlangıç
noktasında Allah, bitiş noktasında ise insan vardır. Dolayısıyla vahiy,
Allah→Melek→Peygamber→İnsan arasında gerçekleşen bir iletişimden ibarettir.
Vahiy sözcüğü, tüm türevleriyle birlikte Kur’ân’da yaklaşık seksen ayette geçmekte
ve fiil kullanımlarının çoğu Allah’a izafe edilmektedir. Bu da vahyin metafizik bir
olgu ve işlev olduğunu ortaya koymaktadır.
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4
Vahiy, çok gizli ve çok
süratli gerçekleşen bir
haldir.
Vahyin Mahiyeti
Vahiy olgusunun mahiyetini anlamak, ezeli kelamın aşkın bir varlıktan
Peygamber’e nasıl ulaştırıldığı ve nasıl bir iletişim ağının kurulduğu gibi hususların
anlaşılması ile paralellik arz etmektedir. Bu hususların anlaşılması da tamamen bu
alanla ilgili nakledilen naslara ve verilere bağlıdır. Vahyin mahiyeti ile alakalı naslar
bağlamında birkaç husus dikkati çekmektedir. Bunların başında vahyin çok gizli bir
şekilde meydana gelmesidir. Zira Hz. Peygamber tek başına olduğu zamanlarda
vahiy aldığı gibi ashabının ve hanımlarının yanında bulunduğunda da vahiy
alıyordu. Ancak vahiy geldiğinde yanındakiler ne olduğunu farkedemiyorlardı.
Çünkü vahiy meleği ne görülebiliyordu ne de sesi işitilebiliyordu. Dolayısıyla vahyin
bu gizlilik vasfı onun en önemli özelliklerindendir.
Bir diğer husus, onun son derece süratli bir şekilde gerçekleşmesidir. Zira Hz.
Peygamber takibi ve okunuşu uzun zaman alabilecek bir metni çok kısa sürede
aracı melekten almakta ve ezberlemekteydi. Nitekim vahyin göz açıp kapayıncaya
kadarki bir zaman diliminde gerçekleştiği, peygamberlerin kalplerinin gayb âlemine
yöneldiği, ilâhî bilgilere açık olduğu, onların bilgilerinin beşerin bilgileri gibi tecrübî
ve çabaya dayalı olmadığı, bir defada telkin ile gerçekleştiği şeklindeki yaklaşımlar
da vahyin bu özelliğine vurgu yapmaktadır.
Bir diğer husus ise, vahyin yukarda bahsedilen iki özelliği yanında perde
arkasından veya bir elçi gönderme vesilesiyle gerçekleşmesidir. Nitekim bu husus
ayette şöyle belirtilmektedir:
Vahyin perde arkasından gerçekleşmesi, dinleyenin konuşanı göremediği,
yalnız çok yakın bir yerden gizli bir varlığın mevcut olduğunu anladığı sözlü bir
iletişimden ibarettir. Yani perde arkasından gerçekleşen konuşma, Yüce Allah’ın
peygamberlerin kalbine yerleştirmiş olduğu lafızlar vasıtasıyla ortaya çıkan
kelamdır. Nitekim bu tür bir kelam biçimi Kur’ân’da Hz. Musa’ya,
ifadesiyle özel kılınmıştır. Ancak bu konuşma, beşerin zihin sınırları içerisinde
gerçekleşen ve onun anlayıp kavrayabileceği bir tarzda meydana gelen bir
konuşma türü olarak düşünülmemelidir. Zira bu iletişim biçimi, peygamberlerin
beşerüstü bir formatta ve insan algısının ötesinde Yüce Allah ile tamamen ruhanî
bir ortamda gerçekleştirdikleri bir konuşmadır. Elçi göndermek suretiyle
“Allah bir insan ile ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur
yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder.” (Şûrâ, 42/51)
“Ve Allah Mûsâ ile gerçekten konuştu.” (Nisâ, 4/164)
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5
Vahiy, Pegyamberlere
has bir iletişimdir.
gerçekleşen vahiy ise, yüce Allah’ın aracı bir melek vasıtasıyla gönderdiği vahiy
biçimidir. Aracı meleğin, vahiy getirdiği esnada hem kendi suretinde hem de insan
kılığında vahiy getirdiği belirtilmektedir. Kendi suretinde getirdiği vahyin, Hira
mağarasında meydana geldiği ve
ayetinin de buna işaret ettiği bildirilmektedir. Nitekim ilk olması hasebiyle, Hz.
Peygamber’in bu manzara karşısında dehşete ve korkuya kapıldığı ve bu tür vahyin
peygamberlikle birlikte başlayan ilk vahiy olduğu ifade edilmektedir. Cebrâîl’in
insan kılığına girerek vahiy getirmesi ise, vahyin geliş şekilleri başlığında ele
alınacaktır.
Vahyin Anlaşılabilirliği
Vahyin mahiyetinin anlaşılabilirliği, onun gayb veya fizik âlemdeki konumunu
belirlemek ve insan aklının sınırları içerisine girip girmediğini ortaya koymakla
mümkündür. Daha önce de belirtildiği gibi vahyin iki yönü bulunmaktadır. Birincisi
metafizik yönü ki bu Allah ile peygamber arasında olağanüstü bir ortamda
gerçekleşen iletişim, diğeri de Peygamber’in Allah’tan aldığı mesajı insanlara
aktardığı ve olağan tarzda gerçekleşen iletişimdir. Böylece vahiy bir yönüyle gayb
âlemine ait bir olgu iken diğer yandan da varlık âlemine ait tecrübe edilen bir
olgudur.
Vahyin varlık âlemine ait kısmı, müşahede edildiği için akıl tarafından
anlaşılmaya müsait bir alandır. Zira ortada Allah’tan alınan ve insanlara ulaştırılan
hayata ve ötesine dair prensipler ve ilkeler bulunmaktadır. Bu ilke ve prensiplerin
toplumlarda kabul görmesi, hayat felsefesi haline getirilmesi ve neticede başarıya
ulaşması, vahyin fizik âlemdeki anlaşılabilirliğinin bir emaresi, kanıtı sayılabilir.
Ancak vahyin fizik ötesi boyutu için aynı şeyleri söylemek mümkün değildir. Zira o
alan, insan için gizemli bir alandır ve mahiyetini kavramaya onun fiziki kurulumu
yetmez. Onun bu alana ait bilgisi ancak nakledilen bilgilerle sınırlıdır ki, bu bilgiler
de daha çok onun gerçekleşme şekilleriyle ilgilidir. Dolayısıyla Levh-i Mahfûz’dan
tutun ilk kaynaktan çıkışı, aracı meleğe aktarılması, aracı meleğin Peygamber’e
intikali ve bu arada yaşanılan şeylere kadar tüm süreç insanoğlu için gaybî bilgidir.
Âlimler, vahye ait bilgilerin Kitap ve Sünet’le sınırlı olmasının ve bir anlamda
gayb âlemine ait bırakılmasının hikmetini şöyle açıklamaktadırlar: Vahiyle ilgili
bilgilerin sınırlı olması, onun tamamen peygamberlere ait özel bir mesele
olmasındandır. Bu sebeple vahiy olgusunda nelerin yaşandığı ve nasıl bir tarzda icra
edildiği bilgisi, sadece peygamberlerde mevcuttur.
“Andolsun ki o Pegyamber, Cebrâîl’i apaçık ufukta görmüştür” (Tekvir, 83/23)
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6
Akıl, vahyin metafizik
boyutunu anlayabilecek
mutlak yeterliliğe sahip
değildir.
Ayrıca vahyin nakil yoluyla bilinmeyen yönlerini insan aklının, tecrübesinin
ve bilgi birikiminin anlayıp anlamayacağı meselesi de tartışma konusudur. Bu
tartışma, temelde akla yüklenen fonksiyon ve misyonla alakalıdır. Tartışmanın
odağında ise aklın mahiyeti ve fonksiyonu ile ilgili felsefecilerle kelamcılar
arasındaki farklı algılar yer almaktadır. İslâm filozofları aklı, teorik ve pratik olmak
üzere ikiye ayırmakta ve her ikisine de farklı anlam vefonksiyonlar
atfetmektedirler. Her iki akıl da kendi alanında işlev görmekle birlikte, bu
işlevlerinde birbirlerine muhtaçtırlar. Dolayısıyla bu akıl, varlıkların hakikatini
kavramakta tek başına yeterli görülmemektedir. Kelamcılar ise aklı vazgeçilmez bir
bilgi kaynağı görmekle birlikte gaybî bilgilere ulaşabilecek bir kapasitede olmadığını
ifade etmektedirler. Eş’arîler, naklîn anlaşılması hususunda akla ihtiyaç olmakla
birlikte, aklın tek başına dinî hakikatleri anlayamayacağını savunmaktadır.
Maturidîler ise, Eş’arîler’den farklı olarak aklın varlık âleminin sırlarını bilebileceğini
ve hatta Allah’a imanın naklen değil, aklen vacib olduğunu söylemektedirler.
Bununla birlikte aklın ilâhî hakikat ve hikmetleri kavrayacak düzeyde olmadığını
ifade etmektedirler. Yeni dönem kelam âlimleri de varlık âlemine ait bilgilerde
yanılan aklın gaybî bilgilerde de yanılabileceği, bu nedenle bu hususları anlamak
için tek başına yeterli olamayacağı ve nakle ihtiyaç duyacağı görüşündedirler.
Tasavvufçular ise, benzer bir yaklaşımla aklı tek başına yeterli görmemekte ve aklın
ilâhî hakikatleri anlamaktan aciz kalacağını ve naslara ihtiyaç duyacağını
belirtmektedirler. İslâm düşünce tarihinde akla oldukça önem veren Mu’tezile ise,
aklı mutlak bilgi kaynağı ve yanılmaz olarak görmektedir. Onlara göre akıl, gaybî
bilgi olarak bilinen hususların tamamını kavrayabilecek nitelikte ve yeterliliktedir.
Netice itibarıyla Mu’tezile hariç İslâm filozofları, Ehl-i Sünnet kelamcıları ve
tasavvufçular akla sadece fizik âlemde itibar etmiş ve değer vermişlerdir. Gayb
âlemine ait bilgilerde ise tek başına yeterli olamayacağını ve mutlak yeterliliğinden
söz edilemeyeceğini belirtmişlerdir.
Kur’ân Vahyi ve Geliş Şekilleri
Kur’ân vahyi, Yüce Allah tarafından aracı bir melek vasıtasıyla Hz.
Peygamber’e 23 yıllık bir süreçte parça parça gönderilen ve Hz. Pegyamber’in de,
insanlara kelimesi kelimesine ulaştırdığı ilâhî lafızlar bütünüdür. Bu yönüyle Kur’ân
vahyi, ilâhî kaynaklıdır ve bu husus tarihen de sabittir. Zira tarihsel süreç içerisinde
Kur’ân’ın otantikliği ve referansının ilâhî oluşu ile ilgili taraflı tarafsız hiçbir kesim
tarafından olumsuz bir şey söylenmemiştir. İslâm dinine mensup olmayan batılı
birçok araştımacı da, Kur’ân’ın metinleşme süreci ile ilgili gelenek içerisinde titizlikle
yürütülen çalışmaların, Hz. Muhammed’e vahyedilenlerin tamamına sahip
olduğumuzun en güçlü delili olduğunu ifade etmektedirler.
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7
Herşeyden önce Kur’ân, bizzat kendisinin vahiy mahsulü bir kelam olduğunu
değişik ayetlerde ifade etmektedir. Bu ayetlerin bazıları şunlardır:
Naklî deliller yanında Kur’ân’ın vahiy mahsulü olduğunu gösteren aklî deliller
de mevcuttur. Bilindiği gibi Hz. Peygamber’in ümmî olduğu âlimlerin büyük
çoğunluğu tarafından kabul edilmektedir. Dolayısıyla Arap edebiyatçılarının bile
benzerini getirmekten aciz kaldığı bu ilâhî metni, ümmî olan bir Peygamber’in
getirmesi imkân dâhilinde değildir. Yine Kur’ân üslûbu ile Hadis üslûbu arasında
büyük farklar bulunmaktadır. Çünkü Kur’ân’ın hem manası hem de lafzı Allah’a
aittir. Hadis’in ise sadece anlamı Allah’a aittir. Vahiy lafızları Allah’a ait olmasaydı,
Hadis lafızları ile üslup açısından aynı olması gerekirdi. Burada uzun uzun anlatma
imkânının olmadığı diğer deliller de vahyin kaynağının Allah’a ait olduğunu ortaya
koymaktadır.
Kaynaklar vahyin geliş şekilleriyle ilgili bilgilerin naklî verilere dayandığını
belirtmektedir. Zira vahyin geliş tarzları Hz. Pegyamber’in Hadislerinde yer aldığı
kadarıyla bilinmektedir. Dolayısıyla Peygamber’e vahyin geliş şekilleri ve tarzları
şöyledir.
1) Aracı meleğin vahyi Peygamber'in kalbine koymasıdır veya Cebrâîl’in aslî
şekliyle görünüp ilâhî emirleri iletmesidir. Bu tarz iki defa gerçekleşmiştir. Birincisi
Peygamberliğin başlangıç döneminde vahyin kesilmesi (fetret) olayından sonra Hira
mağarasında diğeri de, Mi’râc hadisesinde gerçekleşmiştir.
2) Aracı meleğin insan kılığında vahiy getirmesidir. Vahyin en kolay şekli
olarak ifade edilen bu vahyi, aracı melek Cebrâîl (a.s.)ın, çoğunlukla Dıhyetu’l-
Kelbî, bazen de tanınmayan bir arabî suretinde getirdiği belirtilmektedir.
Tart
ışm
a • Vahiy, akıl ile anlaşılabilir mi? Eğer anlaşılabilir ise bu nereye kadardır, bir sınırı var mıdır? Konuyu gerekçeleri ile forumda tartışabilirsiniz.
“Ve sizi onunla uyarmam için bu Kur’ân bana vahyedildi” (En’âm,6/19)
“Rabbin tarafından sana vahyolunana tabi ol” (En’âm,6/106)
“Kitaptan sana vahyolunanı oku” (Ankebût,29/45)
“İşte biz sana böylece emrimizden bir ruh (Kur’ân) vahyettik” (Şûrâ, 42/7)
“Bu Kur’ân’ı sana vahyederek onu en güzel ifadeyle anlatacağız” (Yûsuf, 12/3)
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8
Kur’ân’ın sonraki
nesillere aktarımında
temel dayanak yazı
değil, hıfzdır.
Vahiy her halükârda
aracı melek vasıtasıyla
gelmektedir.
3) Ses aracılığı ile alınan vahiydir. Aracı meleğin görünmeden zil veya
çırngırak sesine benzer bir tarzda vahyi getirmesidir ki, Hz. Peygamber’e en ağır
gelen vahiy şeklidir.
4) Uyku esnasında gelen vahiydir. Bu tür bir vahiy esnasında Hz.
Pegyamber’den arı uğultusuna benzer bir ses işitilirdi.
5) Sadık rüya ile gerçekleşen vahiydir. Hz. Peygamber’in uyku halinde görüp
sabah aydınlığı gibi apaçık ortaya çıkan rüyalardır. Vahyin ilk olarak bu şekilde
başladığı bildirilmektedir.
6) Perde arkasından konuşarak gerçekleşen vahiydir. Bu vahiy tarzı, Hz.
Pegyamber’in Yüce Allah’ı görmeden yalnızca dinlediği bir vahiy alış türüdür ki,
sadece Mi’râc olayında vaki olmuştur.
7) İlham yoluyla gelen vahiydir. Hz. Pegyamber uyanık iken aracı meleğin
vahyi kalbine üflemesidir.
KUR’ÂN’IN TESPİTİ: HIFZ VE KİTÂBET
Hz. Peygamber kendisine vahyedilen Kur’ân lafızlarını iki yöntem kullanarak
tespit etmiştir. Bunlardan biri hıfz (ezberleme); diğeri de kitabet (yazı) yöntemidir.
Şimdi her iki yöntemle Hz. Peygamber’in Kur’ân’ı nasıl tespit ettiğini belirlemeye
çalışalım.
Hıfz
Hz. Muhammed’in Peygamber olduğu toplumun, zihin ve söz ikilisiyle ayakta
duran bir toplum olduğu söylenebilir. Bir anlamda, toplumun her türlü sanatsal,
kültürel, dinî, estetik vs. birikimini depolamada zihin; aktarımda da söz, hayatî bir
fonksiyona sahipti. ‘Yazı’ ise Araplar tarafından potansiyel olarak bilinmekteydi ve
okuma yazmayı bilenler, saygın kişi olarak takdir edilmekteydi. Kur’ân’da da
Arapların o dönemde yazıyı tanıdıklarını; yazıyla ilgili bir kısım kavramları ve aletleri
bildiklerini gösteren bilgilere ve atıflara rastlanmaktadır. Durum böyle olmakla
beraber sözlü aktarım hayatın bir parçası olduğu için bu sıralarda okuma yazma
bilenlerin sayısı az olduğu gibi, yazının pratik hayatta kullanımı da son derece
zayıftı. Çünkü yazı eylemi, marjinal ve elitist bir eylem olarak görülüyordu. O
dönemin Mekke’sinde yirmiye yakın kişinin, bir başka habere göre on yedi kişinin
okuma yazma bilmesi de bunu göstermektedir.
Hâsılı, vahyin gerek kendisine indirildiği Peygamber’in ümmî olması gerekse
vahyin sözlü kültür dokusunun baskın olduğu bir kesime hitap etmesi, vahyedilen
Kur’ân’ın her şeyden önce belleklerde muhafazasını zorunlu kılmaktaydı. İlk
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9
Ezber geleneği,
Kur’ân’ın
muhafazasında önemli
bir görev ifâ etmiştir.
dönemlerde -az önce bahsettiğimiz baskın sözlü kültür gereği- vahyin
korunmasında yöntem olarak, yazıdan ziyâde hâfıza daha pratik ve daha güvenilir
kabul edilmekteydi. Nitekim Kur’ân’ın kayıt altına alınmasında temel unsurun,
ezber olduğunu, “Kur’ân’ın naklinde itimat, yazıya değil, zihinlerdekileredir. ” genel
kabulü de açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Peygamber olarak görevlendirildikten sonra Hz. Peygamber, tedricen gelen
vahiyleri zihninde hazır buluyordu; bir anlamda her gelen metni öncelikle Hz.
Peygamber, ezberine alıyordu. Bu ezber esnasında Hz. Peygamber’in unutmamak
maksadıyla gelen vahyi sürekli tekrar ettiği için sıkıntı çektiği bilinirdi. Bunun
üzerine Yüce Allah
ayetlerini indirdi. Gelen vahiyler çoğaldıkça, Hz. Peygamber ile Cebrâil arasında arz
ve sema usûlüyle, her yıl o zamana kadar gelen vahiyler mukabele ediliyor ve bu
yolla Hz. Peygamber’in hıfzı da sürekli pekiştiriliyordu. Bu yöntem Hz.
Pegyamber’in vefat ettiği yıl iki defa gerçekleştirilmiş ve buna da son sunuş
anlamında “arza-i âhire” denilmiştir. Dolayısıyla son “arza”da, bütün Kur’ân’ın
karşılıklı iki defa okunup dinlendiği ifade edilmektedir.
Bundan sonra ise Peygamberimiz ezberindeki bu âyetleri kendine has tilâvet
üslûbu/okuyuş tarzı ile kadın ve erkeklere ayrı ayrı okuyor; diğer yandan sema ve
arz yoluna dayanan bir ta’lîmle onları dinliyor, böylece onların da, Kur’ân’ı
ezberlemelerini sağlıyordu. Bu işin kolay ve hızlı gerçekleştirilmesinde, ashâbın
güçlü bir hafızaya sahip olması, Kur’ân’ın birden değil de belirli zaman dilimlerinde
peyderpey inmesi, Kur’ân’ın namazlarda belirli bir miktarda okunması ve
Peygamber’in teşvik ve gayreti (motivasyonu) ciddi bir rol oynamaktaydı. Hz.
Peygamber’in bu ta’lîm usûlünü Mekke’de, özelde Erkâm’ın evinde/Dâr-ı Erkâm’da
genelde ise imkân bulduğu her yerde uyguladığı belirtilmektedir. Nitekim İbn
Mes’ûd ve Übey b. Ka’b ile ilgili gelen rivâyetlerde belirtildiği gibi, Hz. Peygamber’in
söz konusu ta’lîmi, gerek bireysel olarak, gerekse -Ashâb-ı Suffa’da yaptığı gibi-
topluluk nezdinde gerçekleştirdiği kaynaklarda kaydedilmektedir. Sonuçta ashâbın
bazısı, inen vahiylerin belli bölümlerini ezberlerken, bir kısmı da tamamını
ezberlemiş, okuma ve okutma/ öğreticilik konusunda ön plana çıkmış ve Kur’ân’ın
öğretimi hususunda Hz. Peygamber’e ciddi anlamda yardımcı olmuşlardır. Öğretici
konumuna gelen bu sahâbîler, Hz. Peygamber döneminde hem Mekke ve
Medine’de hem de görevlendirildikleri diğer bölgelerde bu eğitim-öğretim
organizasyonunun başında yer almışlardır. Dolayısıyla Peygamber’den sahâbeye,
sahâbeden sonrakilere şeklindeki ezber geleneği, Kur’ân’ın kayıt altına alınmasında
“Onu çarçabuk almak için dilini depretme. Şüphesiz onu toplamak ve okutmak
bize düşer” (Kıyâme, 75/16-17)
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10
Âyetlerin tespitinde
hafıza ve kitabet,
birbirlerini tamamlayıcı
unsurlardır.
en önemli metot görevini ifa etmiş, yüzlerce hafız sahâbî sayesinde Kur’ân
zihinlerde muhafaza edilmiştir. Hatta bu vasfın bir ayrıcalık olduğu ve Hz.
Peygamber’in ümmetinden başka hiçbir ümmete nasip olmadığı belirtilmiştir. Bu
sebeple olacak ki Hz. Peygamber’in ümmeti için, “onların İncilleri göğüslerindedir”
denilmiştir.
Kitâbet
Durum böyle olmakla beraber Mushaf’ın sağlam ve eksiksiz kayıt altına
alınmasında yazı da ihmal edilmemiş; o dönemde okuma-yazma olgusu bizzat
Peygamber tarafından teşvik edilmiş, kesin tarih verilmemekle birlikte, Mekke
dönemlerinde Hz. Peygamber okuma yazma bilen kişilerden vahiy kâtipleri
edinmiş, inen vahiyleri ezberleme yanında, vahiy kâtipleri vasıtasıyla yazı
malzemelerine de kaydettirmişti. Nitekim Hz. Ömer’in Müslüman olması olayında
kız kardeşinin Tâhâ suresini kendisinden okuduğu sayfa, Mekke’nin erken
dönemlerinde vahyin yazı ile tespîtini ve ta’lîmde de sahifelere başvurulduğunu
açıkça göstermektedir. Sonuçta yazı, Kur’ân’ın zaptında ikinci bir güvence görevini
görmüştür.
Mekke’deki eğitim yaşantısına oranla Medine’deki eğitim-öğretim daha
organize bir hal almış, düzenli ve hızlı bir yapılanmaya gidilerek eğitimin alt yapısı
hazırlanmıştır. Bu yapılanmadaki değişim ve gelişimin temelinde şüphesiz Hz.
Peygamber’in bilginin yazı ile tespît ve muhafazasını önceleyen emirleri vardır.
Çünkü bir kültürü, bir medeniyeti daha sonraki nesillere aktarmada en önemli araç,
yazıdır. Yazı, bu anlamda Kur’ân metninin tespîti için de söz konusudur. Çünkü
Kur’ân’ın sadece ezber ile sonraki nesillere aktarılması yeterli görülemezdi. Bu
nedenle Hz. Peygamber inen vahiylerin ezberlenmesi kadar yazılmasına da önem
vermiştir. Çünkü yazı, iyi korunduğu ve geliştirildiği takdirde hem
unutmayı/yanılmayı önleyen, hem de eksiksiz nakli gerçekleştiren bir araçtır. İnsan
hafızası ne kadar güçlü olursa olsun, belirli bir dönem sonra, kayıt altına aldığı
bilgileri gerek fizyolojik ve gerekse psikolojik etkilerle unutabilir ve karıştırabilir.
Bu dönemde Hz. Peygamber’in yazının gelişmesi için bütün yöntemlere
başvurması, söz konusu faaliyetin düzenli ve organize bir şekilde gerçekleşmesinin,
toplumun eğitim ve öğretim seviyesinin yükselmesinin ve yazı ile eğitim öğretime
ayrı bir önem verdiğinin açık bir göstergesidir. Kullanılan bu yöntemler neticesinde
Kur’ân’ı (okuyarak ve yazarak) cem edenlerin yanında, okuma ve yazmayı
gerektiren diğer meslekler de dikkate alındığında, o günün Medine’sinde okuma
yazma oranının % 65’lere ulaştığı görülür. O dönemde yazı üzerinde bu kadar
yoğunlaşma, inen vahiyleri hafızalar yanında yazı ile kayıt altına alma ve sonraki
nesillere aktarmadan kaynaklanmaktaydı. Bu nedenlerle olmalı ki Hz. Peygamber
Mekke döneminde olduğu gibi Medine döneminde de daha sistematik bir şekilde
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11
Kur’ân’ın derlenmesinin
temel nedeni hafızların
şehit olması sebebiyle
vahiy lafızlarının yok
olması endişesidir.
vahiy kâtipleri belirleyerek, inen vahiy pasajlarını onlara yazdırıyor ve inen pasajın
hangi sûrenin neresine konulacağını belirtiyordu.
Hz. Peygamber, yazdırdığı âyeti vahiy kâtibinin kendisine tekrar okumasını
istiyor ve böylece âyetin doğru yazılıp yazılmadığını kontrol ederek, muhtemel
hataları düzeltiyordu. İsteyen sahâbîler de, bu tashih edilen metinden kendileri için
özel olarak metin çıkarıyorlardı. Bu minval üzere bütün vahiy malzemesi, bu
şekliyle bizzat Hz. Peygamber tarafından çeşitli yazı malzemelerine kâtiplere
yazdırılmış, bunların tümü iplerle bağlanmış yazılı malzemeler halinde, vefatına
kadar Peygamber’in evinde koruma altına alınmıştı. Daha sonra bunlar, kızı
Hafsa’ya verilmişti. Ayrıca bireysel olarak sahâbîlerin bir kısmı, bu yazılı
metinlerden kendileri için istinsâh etmişlerdir. İlk yazılı malzeme külliyâtı, daha
sonraki İmâm Mushafı’nın esasını oluşturacak iken, ötekiler de “özel mushaflar’ı
teşekkül ettirecektir.
Hz. Peygamber’in, Kur’ân’ı hem zihinsel düzlemde, hem de kitâbet ile
muhafaza yöntemini Muhammed Hamidullah şöyle anlatmaktadır: “İşte bu çift
metot ve tedbir iledir ki, Muhammed (a.s) Kur’ân-ı Kerîm metninin tamamının
muhafazasını emniyete almak istedi; yani ezberlemek ve yazı ile tespit yoluyla.
Böylece yazılı metinlerde vuku bulacak yanlışlar, ezberlenmiş metinler vasıtasıyla
düzeltilebilecek ve hafızada meydana gelen noksan ve unutmalar ise yazılı
metinlere müracaat etmek suretiyle tamamlanabilecekti.” (Hamidullah,1993: s. 42)
Sonuçta Peygamber’in vefatına kadar Kur’ân metni, hem hafızalarda; hem
yazılı metinlerde bir araya getirilmiş; yüzlerce hafız sahâbe yetişmiş; Peygamber’in
uhdesinde yazılı parçalar/fragmanlar bir araya getirildiği gibi, sahâbîler tarafından
da kendilerine özel mushaflar teşekkül ettirilmişti.
KUR’ÂN’IN DERLENMESİ
Derleme Olgusunu Hazırlayan Ortam ve Temel Etken
Hz. Peygamber döneminde Kur’ân’ın cem’i, belleklerde toplanması (hıfz) ve
yazılması (kitâbet) şeklinde olmuştu. Hz. Peygamber’in vefatında Kur’ân’ın yazılı
olduğu malzemeler, vahiy henüz tamamlanmış olduğundan, kitâbeten iki kapak
arasında cem’ edilmemişti ve bugünkü şekliyle bir Kur’ân nüshası bulunmuyordu.
Bunun yanında Kur’ân vahiylerinin tamamı, şüphesiz Peygamber’in kâtiplere
yazdırdığı, sahâbîlerin kendileri için yazdığı yazı malzemelerinde ve hafızların
belleklerinde mahfuz idi.
Hz. Peygamber’in sağlığında, dağınık halde bulunan bu Kur’ân vahiylerinin
cem’ine -temel nedeni vahiy sürecinin devam etmesi olmak üzere- farklı
gerekçelerden dolayı ihtiyaç duyulmamıştı. Ancak, Hz. Ebûbekir dönemindeki bir
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12
kısım gelişmeler, vahiy parçalarının bir araya getirilmesi suretiyle, resmî bir metnin
oluşturulmasını zorunlu kılmıştı.
Hz. Ebûbekir zamanında Kur’ân vahiyleri sahâbenin hem elinde, hem de
ezberinde olmasına rağmen, sûreleri tertip edilmiş, başı ve sonu kesinleşmiş bir
Kur’ân nüshası bulunmuyordu. Ayrıca sahâbenin ellerinde birtakım şahsî nüshalar
vardı ki bunlar içerisinde bir takım yazım hatalarının olması mümkündü. Yine, az da
olsa tilâveti neshedilen âyetler olup bunlardan haberdar olanların yanında haberi
olmayanlar da olabilirdi. Dolayısıyla, Hz. Peygamber döneminden intikal eden vahiy
parçalarını hem ashâbın nüshaları ve zihinleri ile destekleyerek, hem de olası ferdî
hataları düzelterek resmî bir metin oluşturmak gerekiyordu. Ayrıca Hz. Peygamber
döneminde böyle bir şeye ihtiyaç duyulmamasının tek nedeni, Peygamber’in
ümmet içinde varlığıdır. Çünkü Peygamber, Kur’ân metni ile ilgili sorunlarda da tek
merci idi. Ancak kendisinden sonra gelen halifenin böyle bir özelliği bulunmadığı
için, çıkabilecek muhtemel sorunların önüne geçmek üzere, tek otorite olacak bir
Mushaf’ın orta yere koyulması gerekiyordu.
Bütün bu nedenler yanında, aslında Kur’ân vahiylerinin bir araya
getirilmesini ve resmî bir metin oluşturulmasını hızlandıran temel saik, Hz.
Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkan siyasî gelişmeler olmuştur. Bu
gelişmelerin başında, İslâm’ı ciddi şekilde tehdit eden taşradaki irtidad/dinden
dönme hareketleri gelmektedir. Hz. Ebûbekir değişik bölgelerde ortaya çıkan bu
isyanları bastırmak üzere askerî kuvvetler gönderdi. Bu askerî kuvvetler içerisinde,
devlet yönetiminde söz sahibi olan birkaç sahâbe dışında, hemen hemen eli silah
tutan bütün sahâbe yer almaktaydı. Bu isyanlara karşı düzenlenen askerî
harekâtların en şiddetlisi ve en çetini ise, Peygamber olduğunu iddia eden
Müseyleme’ye karşı düzenlenmişti. Yemame savaşı olarak tarihe geçen bu savaşta,
Kur’ân’ı ezbere bilen birçok sahâbe şehit düşmüştü.
Hz. Ebûbekir döneminde Kur’ân vahiylerinin bir araya getirilerek, resmî bir
koleksiyon oluşturulmasının arka planına baktığımızda Kur’ân’ın cemi’nin farklı
okuma biçimlerinden kaynaklanmadığını görüyoruz. Yani Hz. Osmân döneminde
olduğu gibi bu dönemde Kur’ân’ın cem’ edilmesinin alt yapısını kırâat
farklılıklarından kaynaklanan problem oluşturmamaktadır. Çünkü ortada böyle bir
sorun yoktur. Bu dönemde derlemeyi gerektiren temel sebep, hafızların şehit
olmasıyla vahiylerin yok olması endişesidir. Yoksa sahâbe yedi harf iznine bağlı
olarak ve Hz. Peygamber’den öğrendiği kırâatlarla Kur’ân’ı farklı şekillerde
okumakta ve okutmaktadır.
Derleme Olayı
Yemame savaşında birçok hafız sahâbînin şehit düşmesi, Hz. Ömer’i
kaygılandırmış ve bu hafızların bir kısmının daha ölmesi halinde Kur’ân’ın
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13
Kur’ân’ın
derlenmesinde Hz.
Ömer’in kaygıları
önemli bir faktördür.
Vahiy lafızlarının bir
araya getirilmesi belli
sahabelerle değil,
toplumun tüm
katmanlarının
katılımıyla
gerçekleştirilmiştir.
kaybolacağından endişe etmişti. Bunun üzerine Hz. Ebûbekir’e başvurarak, bu
endişesini dile getirmiş ve Kur’ân vahiylerinin bir araya getirilmesi gereğini
vurgulamıştır. Hz. Ebûbekir, Hz. Peygamber’den yetki almadığı bir işi üstlenme
konusunda ilk önce bir tereddüt geçirmiş ise de sonunda kabul etmiş ve birtakım
özelliklerinden dolayı Zeyd b. Sâbit’i bu işle görevlendirmiştir.
Zeyd b. Sâbit bu işin zorluğunun farkında idi; ama o da sonunda bu görevi
kabul etti. Kaynakların belirttiğine göre Zeyd, Kur’ân’ı, insanların zihinlerinin
yanında, Hz. Peygamber’in vahiy kâtiplerine yazdırdığı yazılı metinler ve diğer
papirüs parçaları, düz taşlar, hurma yaprakları, kürek kemikleri, hayvan
kaburgaları, deri ve tahta parçalarından derlemeye başladı. Bu topladıklarını aynı
büyüklükteki yapraklar/suhuf üzerine yazdı ve Hz. Ebûbekir’e teslim etti. Onun
vefatında bu sayfalar, Hz. Ömer’e, ondan sonra da, Hz. Ömer’in kızı ve Hz.
Peygamber’in de hanımı olan Hafsa’ya geçti.
Zeyd b. Sâbit Kur’ân’ı cem ederken oldukça dikkatli ve titiz davranmıştır. Tek
başına ne belleklerde muhafaza edilene, ne de yazılana itibar etmiş, daha güvenilir
bir yol olarak hem zihinlerde korunana, hem de yazılana itibar etmiştir. Bununla da
yetinmemiş, kendisine getirilen her âyet ve her sûre için Hz. Peygamber’in
huzurunda yazıldığına ve ondan okunduğuna dair adil iki şahit istemiştir. Çünkü
Halife Ebûbekir’in, Hz. Ömer ve Zeyd’e talimatı şöyledir: “Mescidin kapısına oturun,
size kim iki şahit ile Allah’ın Kitabı’ndan bir şey getirirse, onu yazın” Ayrıca Zeyd, bu
işi yaparken tamamen bağımsız hareket etmemiş; Ebûbekir, Ömer ve sahâbenin
diğer büyükleri kendisine bu önemli işte yardımcı olmuşlardır.
Zeyd yazılanları hafızayla, hafızada olanları da yazıyla test ederek, Kur’ân
olduğu kesin olanları iki şahit şartıyla kaydetmiştir. Ancak iki farklı rivâyetin birinde
Zeyd’in, Tevbe sûresinin son âyetini; diğerinde ise Ahzâb sûresinin 23. âyetini
sadece Huzeyme b. Sâbit’in yanında bulduğu belirtilmektedir. Bu âyeti de yine aynı
yöntemle tespit ettikten sonra Mushaf’a dercetmiştir. Bunun dışında Hz. Ömer’in
recm ile ilgili sunduğu metin, ikinci bir şahidin bulunmaması sebebiyle kabul
edilmemiştir. Ayrıca bu metnin, Kur’ân’ın nazmı ve üslûbuyla uyuşmadığı gerekçe
gösterilerek Kur’ân’dan bir âyet olamayacağı ifade edilmekle beraber genel kanaat,
bu metnin tilâveti mensûh âyet olduğu yönündedir. Bu da gösteriyor ki bu
oluşturulan Mushaf’ta tilâveti neshedilenler yer almamaktaydı.
Bir araya getirilen bu vahiyler, yazılı oldukları malzeme ile birlikte mi bir
araya getirildi, yoksa bu malzemeden yola çıkarak, daha düzgün ve sistemli bir yazı
malzemesine mi aktarıldı? Hz. Ebûbekir’in toplattığı sayfalara suhuf denmesi,
bunların toplanan malzemeden yola çıkılarak sistemli bir şekilde sahifelere
yazıldığını göstermektedir. Ayrıca Zeyd’in bunları deri parçalarına yazdığı da ifade
edilmiştir. İster deri parçasına, ister sahifelere yazılsın, ortada kabul edilen bir
gerçek var; o da, Zeyd’in toplanan vahiyleri, hafızayla, Peygamberimizin yazdırdığı
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14
Mushafın
çoğaltılmasının temel
nedeni, yedi harf
ruhsatından
kaynaklanan farklı
kırâatların sorun
olmasıdır.
metinlerle, sahâbenin kendi mushaflarıyla karşılaştırıp, tilâveti mensûh olanları
dışarıda bırakarak, daha sistematik bir şekilde yazdığıdır.
KUR’ÂN’IN ÇOĞALTILMASI
Çoğaltmayı Gerektiren Sebepler
Hz. Ebûbekir döneminde vahiylerin yok olması endişesiyle bir araya getirilen
ve yazılan Mushafın ta’lîmde herhangi bir fonksiyonu yoktu. O halifenin yanında
muhafaza edilmekteydi. Ta’lîm, hem Ebûbekir hem de Ömer döneminde, yedi harf
ruhsatına bağlı olarak, devam etmekteydi ve her sahâbî, hem hıfzındaki metinler,
hem de kendilerine oluşturmuş oldukları özel mushafları ile bu görevi
yürütmekteydi. Hz. Ömer döneminden başlamak üzere genişleyen İslâm toprakları
ve buna paralel olarak çoğalan lehçe ve dil farklılıkları, Hz. Osmân dönemine
gelindiğinde, Kur’ân’ın öğreniminde birtakım problemlerin ortaya çıkmasına neden
oldu. Buna, insanların, bu döneme kadar gâyet normal bir seyir takip eden ve
üzerinde tartışılmayan bu farklı okuma biçimlerinin referansı olan ruhsatın ruhunu
ve anlamını kavrayamamış olması eklendiğinde tartışmanın boyutlarının ne kadar
ciddi olduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Kaynakların belirttiğine göre, farklı okuma biçimlerinden kaynaklanan
tartışmalar, Azerbaycan ve Ermenistan bölgelerinde savaşmakta olan Iraklı ve
Suriyeli askerler arasında da ortaya çıkmıştı. Bu tartışmalar öyle bir noktaya
varmıştı ki, insanlar kendi kırâatlarının daha üstün olduğunu iddia etmekle
kalmıyor, birbirlerini tekfir edecek kadar ileri gidiyorlardı. Olaya şahid olan İslâm
Ordusu’nun komutanı Huzeyfe (r.a.), sorunu Hz. Osmân’a bildirdi ve çözüm için
harekete geçmesini istedi. Yine kaynakların naklettiği diğer bir rivayete göre de, Hz.
Osmân’ın hilafeti esnasında bir hoca, bir zatın kırâatını, diğeri de başka bir zatın
kırâatını öğretiyordu. Öğrenciler bu hususu hocalarına taşıma yanında birbirlerinin
kırâatını da inkâra kalkışmışlardı. Bundan haberdar olan halife hutbeye çıkarak
“sizler benim yanımda ihtilâf ediyorsunuz. Uzak bölgede yaşayanlar daha fazla
ihtilâf ederler. Ey Muhammed ashâbı! Bir araya gelip, bir imâm Mushaf yazınız.”
dedi. Gerek Huzeyfe’nin şahid olduğu olay ve gerekse kendisinin yaşadığı veya
şahit olduğu benzer bir tartışmanın da etkisi ile olacak ki Hz. Osmân, sahâbenin
ileri gelenleri ile istişare ederek Hz. Ebûbekir döneminde bir araya getirilen
Mushaf’ın çoğaltılmasına karar verdi ve Zeyd’in başkanlığında bir komisyonu bu işle
görevlendirdi.
İstinsâh/çoğaltma ile ilgili tarihi rivâyetlere bakıldığında, iki farklı yaklaşımın
ortaya çıktığı görülmektedir. Birincisine göre, Hz. Osmân’ın Hz. Ebûbekir
dönemindeki İmam Mushafı’na başvurmadan önce görevlendirdiği şahıslardan,
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15
Kur’ân’ın istinsâhında
Kureyş lehçesi esas
alınmıştır.
tıpkı Hz. Ebubekir gibi, yazılı vahiy malzemelerini yeniden toplattırdığı; toplama
işlemi bittikten sonra Ebûbekir nüshasını getirterek karşılaştırdığı; aralarında fark
bulunmamasından hareketle istinsâhı emrettiği ortaya çıkmaktadır. İkincisine göre
ise Hz. Osmân’ın doğrudan Hafsa’nın yanındaki İmam Mushafı’nı getirterek bunun
üzerinden istinsâh yapılmasını istediği anlaşılmaktadır. Ancak heyetin bazı âyetler
konusunda soruşturma yapmaları, en azından İmam Mushaf’ın dikkate alınarak
vahiy metinlerinin tekrar gözden geçirildiğini ima etmektedir.
Burada, çoğaltmayı gerektiren etkenlerden dikkat çekmemiz gereken en
önemli unsur, Hz. Ebûbekir ile Hz. Osmân’ın yaptığı eylemin arasındaki keskin
ayrımdır. Hz. Ebûbekir döneminde yapılan resmî koleksiyonun temel nedeni,
vahiylerin yok olması endişesidir. Yapılan iş ise zihinlerdeki ve dağınık metinlerdeki
vahiylerin tertipsiz ve düzensiz olarak bir araya getirilmesidir. Hz. Osmân
döneminde ise, Mushafın istinsâhının nedeni, yedi harf ruhsatından ve kırâat
birikiminden kaynaklanan farklı okuma biçimlerinin; özellikle de özel mushafların
içeriğinin sorun olmasıdır. Yapılan iş ise, Ebûbekir Mushaf’ı da desteğe alınarak
yeniden sağlamlaştırma yapılması, ayrıca, esas olarak vahiy metinlerinin yer aldığı
surelerin tertip edilerek düzenli bir şekilde yeniden yazılması, yedi harfin
sınırlandırılması yanında, tüm sahih kırâat birikiminin Mushaf metnine girdirilerek
koruma altına alınmasıdır.
Çoğaltma Eylemi ve Esas Alınan İlkeler
İstinsâh ile görevlendirilen komisyon, çoğaltma eyleminde birtakım
prensipler doğrultusunda hareket etmiştir. Aslında bu prensiplerin bir kısmı ilk
cem’de takip edilen veya gerçekleştirilen ilkelerdir. Çünkü bu istinsâh işleminin ana
referansı ilk cem’ olduğuna göre, vahiy lafızlarını tespît anlamında veya onları bir
araya toplama ile ilgili ilkelerde aralarında herhangi bir farklılığın olmaması gerekir.
Zeyd’in her iki komisyonun başında olması da bu yargıyı desteklemektedir. Zaten
ilk derlemede yapılan şey, vahiyliği kesinleşmiş pasajları bir araya toplamadır.
İstinsâhta yapılan şey ise, bu koleksiyonu tekrar gözden geçirip çoğaltmak; yedi
harf ve kırâat ile ilgili farklı okumalarla ilgili bir düzenlemeye gitmek ve Mushafı
tam bir şekilde tertip etmektir. Dolayısıyla bu çoğaltma eyleminde, bu gayelere
matuf prensipler daha bir ön plana çıkarılmıştır. Komisyon, metni tekrar gözden
geçirmenin yanında, lehçe farklılıklarından yazı ile alakası olanlarda ihtilaf
ettiğinde, Kureyşî olanı esas alacaktı. Zira komisyon bu çalışmalar esnasında sadece
kelimesindeki “ta” harfinin açık mı yoksa kapalı mı yazılacağı hususunda ”التابوت“
ihtilafa düşmüş ve olay Hz. Osman’a intikal ettiğinde “Kur’ân Kureyş lehçesi ile
inmiştir” ilkesinden hareketle açık yazılmasını emrederek sorunu halletmiştir. Bu
çoğaltma eyleminde temel gayelerden diğeri de sûreleri bugünkü şekliyle tertip
etmekti.
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16
Çoğaltma eylemi bütün sahabenin ittifakıyla gerçekleştirilmiş ve takdirlerine mazhar
olmuştur.
Bu prensipler dâhilinde mushaflar çoğaltılmış olmakla beraber, sayısı
ihtilaflıdır. Genel kanaat Hz. Osmân’ın bir Mushafı hilafet merkezine aldığı;
diğerlerini ise Medine, Mekke, Şam, Kûfe ve Basra’ya gönderdiği şeklindedir. Bu
mushaflardan Medine’de bırakılana “İmam Mushafı” denilmektedir.
Araştırmacılara göre bu mushaflardan üç tanesi günümüze kadar gelmiş diğerleri
ise yangınlar, harpler ve benzeri afetler sonucu yok olmuşlardır. Günümüze kadar
gelen mushafların da, Türkiye (Topkapı Sarayı), Londra ve Taşkentte olduğu
belirtilmektedir. Ancak son dönemlerde bu mushaflar üzerine yapılan çalışmalarda
ortaya çıkan sonuç, bu mushafların, Hz.Osman döneminde çoğaltılan mushafların
bizzat kendileri olmadığı, en yakın olanın onlardan yüz yıl sonra istinsah edildiği
şeklindedir.
Hz. Osmân’ın bu eylemi, özel mushafları yakılan bazı sahâbenin duygusal
yaklaşımla tepkisini çekmiş ise de diğer yandan yaklaşık on iki bin sahâbenin
tasvibine mazhar olmuş ve yine sahâbenin büyüklerinin takdirini toplamıştır.
Duygusal davranan sahâbîler de, daha sonra hata ettiklerini itiraf etmişlerdir.
Bu mushaflarda vahiyler, tertip edilmiş bir halde ortaya konduğu gibi, yedi
harf okumaları sınırlandırılmış; Mushafa uyan tüm sahih kırâatlar, metnin noktasız
ve harekesiz yazısına, tek form halinde yazılabilenler tek form olarak kaydedilmiş;
yazılamayanlar ise iki, üç vs. form halinde mushaflara tevzi edilmiştir.
Sonuç itibariyle, Hz. Osmân’ın istinsâh işlemi, kırâat tarihinde önemli bir
dönemi oluşturmaktadır. Bu dönem içerisinde kırâatlar disipline edilerek taban
açısından sorun büyük oranda çözülmüştür. Ancak bununla beraber, bu istinsâh
eylemi, özel mushafların yakılması ve özellikle saf dışı bırakılan kırâatlar
bağlamında birçok tartışmanın merkezine oturmuştur.
YEDİ HARF MESELESİ
Tarihsel Çerçeve
Kur’ân’ın Arap diliyle indirildiği konusu, kendisinin açıkça ifadelendirdiği ve
herkesin üzerinde ittifak ettiği bir konudur. Arap dili de, Kur’ân’ın indirildiği dönem
açısından, çok sayıda lehçeden oluşan bir yapıya sahipti. Hz. Peygamber ve kavmi
ise Kureyş lehçesini kullanmaktaydı. Bunun bir neticesi olarak, konu,
âyetiyle birlikte ele alındığında, ulemâ tarafından, Kur’ân’ın Arap Dili’nin Kureyş
lehçesine göre nâzil olduğu sonucuna tabii olarak ulaşılmıştır.
“Her Peygamberi, yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik” (İbrahim, 14/4)
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17
Yedi harf ruhsatı,
Medine döneminde
farklı unsurların ve
lehçelerin İslam ile
tanışması neticesinde
verilmiş geçici bir
izindir.
Tarihsel olarak baktığımızda, nüzûlünün başladığı dönemlerde, Kur’ân’ın,
Kureyş lehçesine göre nâzil olduğu anlaşılmaktadır. Kur’ân’ın indirildiği Mekke
döneminde, inen âyetlerin farklı formlarda okunduğunu belirten hiçbir haber ve
rivâyete rastlanmamaktadır. Bu da gâyet tabiidir. Çünkü Mekke toplumu lehçeler
yönünden homojen bir yapı arz etmektedir. Mekke’de bulunan kabilelerin tamamı,
Kureyş kabilesine bağlıdır ve bu lehçeyi konuşmaktadır. Dolayısıyla Kur’ân
âyetlerinin hem nüzûlü, hem ta’lîm ve tilâveti, hem de yazımı, bu dönemde Kureyş
lehçesine göre olmaktaydı.
Peygamber’in davetinin, Mekke’nin sınırlarını zorlayıp yönünü dışarıya
çevirmeye başlaması; çevre kabilelerle dirsek temasına geçmesi; örneğin Akabe
biatıyla Medineli Evs ve Hazreçlilerle görüşmesi ve en nihâyetinde Medine’ye
hicret etmesi sonucunda İslâm toplumu içerisinde Kureyş lehçesi dışında lehçelere
sahip olan Araplar ve Arap dilinin çeşitli lehçelerini konuşan Yahudi, Hristiyan,
Habeşli, İranlı, Rum vb. birçok etnik ve dinî bünyeye sahip insanlar, Müslüman
olarak bu toplumun içine dâhil olmuşlardır. Bu aşamada tek lehçeye (Kureyş) sahip
Mekke toplumunda görülmemiş olan “telaffuz” ve “anlam” temelli bir kısım
problemler ortaya çıkmaya başlamıştır. Şöyle ki, tüm Arap dilindeki lehçelerde
müşterek olan noktalarda bir sorun çıkmamasına karşın, metnin içindeki bazı
Kureyşî unsurlar, öteki lehçeye sahip Müslümanların anlamasını, öğrenmesini ve
telaffuzunu zorlaştırıyordu. Buna bu insanların, aynı zihni ve entelektüel yapı ve
kabiliyete sahip olmadıklarını; bunlar içerisinde çocuk, yaşlı, kadın ve kölelerin
mevcut olduğunu ve bunların ilâhî mesajı okuma, algılama ve anlama yetilerinin
birbirinden oldukça farklı olduğunu eklersek, ortadaki bu sorunun ciddiyeti daha iyi
anlaşılacaktır.
Kur’ân mesajının anlaşılmasını önceleyen ve tek hedef gören Hz. Peygamber,
ortaya çıkan bu ciddi problemi görmüş ve bir kısım lehçelere göre okunmasının bir
gereklilik olduğunu kavramıştı. Yedi harf ile ilgili hadîslere bakıldığında, Hz.
Peygamber’in Cebrâil vasıtasıyla Allah’tan böyle bir müsaade istediği ve Allah’ın da
buna, “Kur’ân yedi harf üzere nâzil olmuştur, kolayınıza geleni okuyun” şeklinde
müspet cevap verdiği görülmektedir.
Kur’ân’ın yedi harf ile indirilmesi ve okunmasıyla ilgili olarak, Hz.
Peygamber’den değişik tariklerle ve değişik varyantlarla gelen birçok hadîs
bulunmaktadır. Bu hadîslerin sayısı, -mükerrerler hariç- 60’ı; rivâyet eden sahâbe
sayısı ise 25’i bulurken senet bakımından da üçte ikisinin sahîh olduğu söylenmiştir.
Ebû Ubeyd ise, bu rivâyetlerin biri hariç, diğerlerinin tamamının mütevâtir
olduğunu iddia etmiştir. Çağdaş müelliflerden bir kısmı da, bu hadîslerin ortak
paydası olan “Kur’ân yedi harf üzere indirildi” ifadesinin epistemolojik değeri ve
mütevâtir olup olmadığı yönündeki iddialar üzerinde birtakım çalışmalar
yapmışlardır. Bu çalışmalar neticesinde müellifler, söz konusu hadîslerin, gerek ilk
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18
üç tabakadaki sayısal dağılımı ve gerekse cerh ve ta’dil ilmi açısından mütevâtir
olduklarını ortaya koymuşlardır. Bu rivayetlerden bazıları şunlardır:
Tarihsel olarak yedi harf ruhsatının Medine döneminin sonlarında verildiği,
çoğunluk tarafından kabul edilmektedir. En önemli argüman, -yukarıda genişçe
bahsettiğimiz- önceleri böyle bir meselenin olmaması ve sosyal şartların zorlaması
neticesinde böyle bir ihtiyacın ortaya çıkmış olmasıdır. Buna ilaveten hadîslerdeki
bazı unsurlar, bu olgunun Medine’de başladığı anlayışını desteklemektedir. Bu
unsurlardan ikisi, Hadisin vürûd yerinin Medine olduğuna; birisi ise kabaca vürûd
zamanına işaret etmektedir. Hadîsin birinde geçen “Benî Ğıfar gölcüğü” Medine
sınırları içinde bulunan bir mekândır; yine hadîslerde yer alan “mescid” kelimesi de,
Hadisin Medine’de vârid olduğuna işaret etmektedir. Buna karşın, bir rivâyette Hz.
Ömer’in kendisiyle tartıştığı Hişâm’ın Mekke’nin fethinde Müslüman olan bir şahıs
olması hasebiyle, ilgili ruhsatın Mekke’nin fethi yılı olan 630 tarihlerinde verildiği
anlaşılmaktadır. Buna karşılık ruhsatın Mekke döneminde verildiğini iddia edenler
de olmuştur. Bunların öne sürdüğü argümanlar ise Mekkî sûrelerin Medenî
sûrelerden çok olduğu; kırâatların ise sadece Medenî sûrelerde değil, Mekkî
sûrelerde de bulunduğu şeklindedir. Ancak bu iddia, gerek marjinal kalması
gerekse referansları bakımından zayıf olması hasebiyle rağbet görmemiştir.
Yedi harf ruhsatının Hz. Peyamber zamanında veya daha sonra kaldırılıp
kaldırılmadığı hususunda üç yaklaşım vardır. Bunlardan biri, Kureyş lehçesinin
istikrar bulmasıyla bu ruhsatın kaldırıldığı şeklindedir. Farklı lehçeleri kullanan Arap
kabilelerinin İslâm’a girmeleri ve kendilerine yabancı olan Kureyş lehçesini
seslendirmede zorlanmaları sebebiyle ruhsat verilmiştir. Ancak zamanla insanların
kültürel seviyelerinin yükselmesiyle birlikte Kur’ân eğitim öğretiminde Kureyş
lehçesinin esas alınması ve kureyş lehçesinin toplumun her kesimine tamamen
yayılmasıyla bu ruhsata son verilmiştir. İkinci yaklaşım, Yedi harf ruhsatının halen
devam ettiğidir. Zira bu ruhsatın sadece sahabe dönemine değil, tüm dönemlere
“Cibrîl, Benî Ğıfar gölcüğünde Peygamberimizle bir araya gelir. Cibril: Allah bir
harf üzere okumanı sana emrediyor, der. Peygamberimiz, Allah’tan mağfiret ve
af dilerim; ümmetim için hafifletmesini iste; onlar buna güç yetiremezler der.
Cibrîl gider ve sonra döner. Allah, sana ümmetine iki harf üzere okumanı
emrediyor… Sonra aynı minval üzere üç, en nihâyetinde yedi harf üzerine
okumasını emrediyor.” (Müslim, Salâtu’l-Müsâfirîn, 48; EbûDâvûd, Vitr, 22)
“Cibrîl bana bir harf üzerine okuyordu; kendisine müracaat ettim, (yukarıdaki
gerekçeleri arz ettikten sonra) ben kendisine “artır”, dedim, artırdı, ta ki yedi
harf oluncaya kadar.” (Buhârî, Fedâil, 5; Müslim, Salât, 48)
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19
Yedi harf ile ilgili çok
fazla görüşün ortaya
çıkması, ilgili
rivayetlerin kapalı
oluşundandır.
Yedi harf ruhsatının
temel amacı,
Müslümanların vahiy
lafızlarını kendi
lehçeleri ile
seslendirme, telaffuz
etme kolaylığıdır.
şamil olduğu ileri sürülmektedir. Dolayısıyla ümmet için Kur’ân’ın
seslendirilmesindeki bu kolaylık, tıpkı i’câzında olduğu gibi belli zamanla sınırlı değil
süreklidir. Üçüncü yaklaşım ise, yedi harf ruhsatının tamamının değil, bir kısmının
mevcut olduğu şeklindedir. Böylece yedi harf, Hz. Osman’ın çoğalttığı mushafların
kapsamına girebildiği kadar mevcuttur. Mushafın hattına uygun olmayan tüm
okumalar dışarda bırakılmış ve uygun olanlar ise muhafaza edilmiştir.
Ruhsatın Amacı
Yedi harf rivâyetlerine bütüncül olarak baktığımız zaman, söz konusu
meselenin temelinde, tamamen ihtiyaca binaen ortaya çıkan bir izin ve Kureyş
lehçesine ait bazı telaffuz özelliklerini seslendiremeyen şahısların, vahiyle
karşılaşmasında ortaya çıkan zorluklar yatmaktadır. Dolayısıyla yedi harfin
temelinde toplumsal şartlardan kaynaklanan anlama ve telaffuza dayalı “zorluk”
bulunmaktadır. Bunun yanında hadîslerden öğrendiğimiz ikinci bir husus ise, yedi
harf ile hedeflenen hususun, bu zorluğu aşma, “kolaylık” unsuru olduğudur. İlgili
hadîslerde bu, “teysîr”, “tahfîf” ve “tehvîn” kelimeleriyle sıkça vurgulanmaktadır.
Sonuçta yedi harfin temelinde “güç yetirememeden kaynaklanan sıkıntılar”;
hedefinde ise “kolay bir şekilde insanların mesaja ulaşmasını ve telaffuzunu
sağlayabilme” vardır. Genel formatını düşündüğümüzde, asıl olan Kureyş
lehçesidir; ötekilere ise sadece izin verilmiştir.
Kavramsal Çerçeve ve İçerik Analizi
Yedi harf meselesi, çıkışından bugüne kadar -verilerin yetersizliği ve var
olanların da muğlaklığı sebebiyle- tartışılan bir konu olmuştur. Bu başlık altında,
hadîste geçen “harf” ve “seb’a” kelimeleri ve “Ahrufu’s-Seb’a” terkibi bağlamında,
tefsîr tarihi ve kırâat ilmi çerçevesinde içerik belirlemesi ile ilgili teorik tartışmaların
analizini yapmaya çalışacağız.
Harf kelimesi, sözlük itibarıyla bir şeyin ucu, kenarı, kıyısı, hece harflerinden
her biri, vech ve tarz gibi anlamlara gelir. “Seb’a” kelimesi ise lügatte yedi sayısını
ifade etmektedir.
Kırâat terminolojisinde “harf” kelimesi, genel itibariyle yedi harf denilen şey
ne ise onun içeriğini dolduran okumaları ifade ederken, “seb’a” sözcüğünün de, ya
hakikat anlamında 7 sayısını; yahut da, mecâzen kesretten kinâye olarak, çokluğu
karşıladığı ifade edilmektedir.
“Ahrufu’s-Seb’a” kavramı ve içeriği, harf ve seb’a kelimesinin
anlamlandırılmasına göre ulemâ tarafından çok değişik şekillerde yorumlanmış; bu
konuda 40’a yakın görüş serdedilmiştir. Bunlar içerisinde yedi harf ve kırâat
olgusuyla irtibatlandırılması güç olanlar olduğu gibi, hiç alakasız olanlar da vardır.
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20
Bu yüzden bu görüşler içerisinde sadece şu beş temel görüş değerlendirilmeye
alınacaktır: a ) Müteşâbih-Müşkil, b) Müterâdif kelimeler, c) Lehçeler, d) Vecihler,
d) Kesretten Kinâye.
Müteşâbih-Müşkil Görüşü: Bu görüşü ileri sürenlere göre, harf kelimesinin,
birçok manaya gelen müşterek lafız olması sebebiyle, yedi harfin medlûlü/içeriği
müşkil, mânası ise müteşâbihtir. Bu görüş, yedi harf konusunu açımlamaktan uzak
ve onu muğlaklığıyla kabullenmeyi öneren kolaycı bir yaklaşım olması hasebiyle
İslâm âlimleri arasında kabul görmemiştir.
Müterâdif Görüşü: Bu görüş, yedi harfin yedi müterâdif okuma (aynı anlama
gelen yedi ayrı kelime) olduğunu savunur. Yani bir kelimenin yerine, lafzı ve
formatı değişik olan ancak aynı anlamı ifade eden başka bir kelimenin
kullanılmasıdır. Bu yaklaşıma göre doğal olarak bu tür okumalar, Kur’ân’ın
bütününde değil, belli kelimelerinde bulunmaktadır. Kur’ân’da “gel” anlamını ifade
etmek için “ تعال-هلم-عجل-اقبل ” kelimelerinin kullanılması buna örnek verilir. Bu
görüşe göre altı harf kaldırılmış ve tek harf kalmıştır. Bu görüş, bu şekliyle tüm yedi
harf birikimini kapsamadığı için eleştiriye tabi tutulmuştur.
Lehçe Görüşü: Ulemânın çoğunluğu, yedi harfin yedi Arap lehçesi olduğunu
kabul etmektedir. Bunlara göre tüm okumalar, yedi lehçe çerçevesinde
oluşmuştur. Bu lehçelerin hangileri olduğu hususunda fikir birliği olmasa da, genel
kanaat bu lehçelerin Kureyş, Hüzeyl, Temîm, Ezd, Rabia, Hevâzin ve Sa’d b. Bekr
olduğudur. Bu görüş, ötekiler tarafından, hem lehçelerin isimlerini tespitte birlik
sağlanamaması, hem de Kur’ân’da yedi lehçenin ötesinde lehçe farklılıklarının
olması açısından eleştirilmiştir.
Yedi Vecih Görüşü: Bu görüş, kırâat birikimindeki farklılıkları kategorize
ederek yedi vecih olarak belirlemektedir. Bir kısım klasik ve modern âlim
tarafından ileri sürülen bu görüşe göre, kırâat farklılıkları yedi kategori olarak
belirlenerek, yedi harfin bu kategoriler olduğu söylenmiştir. Ancak bu yedi vecih,
bu görüşe sahip olan bütün âlimler tarafından bütünüyle aynı olarak
doldurulmayıp, yer yer farklılıklar ve tedahüller bulunmaktadır. Küçük
değişikliklerle birlikte âlimler bu yedi kategoriyi; 1) isimlerin ihtilafı, 2) fiillerin
çekimleri, 3) i’râb şekilleri, 4) ziyâde-noksanlık, 5) takdîm-te’hîr, 6) ibdâl-kalb 7)
lehçe değişiklikleri şeklinde sunmaktadırlar.
Kesretten Kinâye Görüşü: Bu görüş ise “yedi vecih” görüşünde kategorik
ayrımlarda ortaya çıkan eksiklikleri gidermek; kırâat farklılıklarını daha ince
ayrıntılarına kadar kategorize edebilmek amacıyla konulmuş olup, yedi vechin
gelişmiş şeklidir. Buna göre terkipteki “yedi” kelimesi hakîkî anlamında değil,
mecâzî anlamıyla kesretten kinâyedir; bu nedenle de, kırâat türlerini yedi ile
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21
Âlimler, farklı kırâtları
hem sadırlarında hem
de satırlarında
günümüze kadar
ulaştırmışlardır.
sınırlamaya; “yedi”de dondurmaya gerek yoktur. Tüm alt türleriyle beraber kırâat
birikimi, yedi harf çokluğunun içerisindedir.
KIRÂAT OLGUSU
Tarihsel çerçeve
Kur’ân-ı Kerîm’in yedi harf üzere indirilmiş olmasına bağlı olarak sahabe,
Kur’ân’ın bazı kelime ve harflerinin eda ve telaffuzunu farklı şekillerde rivâyet
etmişlerdir. Buna bağlı olarak sahabe’nin Hz. Peygamber’den kırâatı alış şekilleri ve
dereceleri farklı idi. Bunlar içerisinde Hz. Peygamber’den bir kırâat alan olduğu gibi
iki veya daha fazla alanlar da vardı. Bu nedenle sahabeden kırâat alan tâbiûn ve
etbau’t-tâbiînin kırâatlerindeki bu farklılık devam etti ve neticede birbirinden farklı
kırâat tarzları ortaya çıktı. Bu dönemde okuma şekilleri daha ziyâde sema ve
rivâyet yoluyla nakledilmiştir.
Kırâat ilmi, h. I. asırda Tâbiûn devrinin sonlarında sistemleşmeye ve
yayılmaya başlamıştır. İslâm topraklarının genişlemesi ve Arap olmayan milletlerin
İslâm toplumuna girmesi sebebiyle, bu bölgelere Kur’ân’ı öğretmek için giden
Tâbiûn, kırâatın bu geniş coğrafyaya yayılmasında en büyük etkendir. Tabiûn devri
sonlarına kadar kırâatler, hafızlar ve kırâat imamları tarafından hocadan talebeye
şifahi olarak nakledilmiştir. Bu rivâyet ve nakil zinciri, aynı şekil ve tarzda meşhur
imamlara kadar sürmüştür. Bu imamlar da, kendilerine ulaşan bu kırâatleri
almışlar, tespitini ve kritiğini yapmışlar, bu ilmin kaide ve kurallarını ortaya
koymuşlardır. Bu kaideler ışığında tesbit ettikleri bu kırâatler, kendi isimleriyle birer
kırâat ekolü olarak tarihe geçmiştir. (Asım kırâatı, İbn Kesir kırâatı gibi).
Zamanla bu konuda kitaplar tedvin edilmeye başlamış, böylece ortaya
çıkabilecek karışıklık ve disiplinsizlikler bu kitaplarda oluşturulan kriterlerle
önlenmeye çalışılmıştır. Kırâatlerin zabtı konusuna itina gösterilmeye başlanan
tarih, (h.1. yüzyıl) Tâbiûn devrinin sonlarıdır. Bu konuda ilk araştırma yapan, sahîh
ve şâzz kırâatleri inceleyen ve bunların isnadlarından ilk söz eden kişi de, Harun b.
Musa’dır (ö. 170). Fakat yaygın olan görüşe göre bu konuda ilk eser yazan kimse,
Ebu Ubeyd Kâsım b. Sellâm’dır. Daha sonra bu müellifi Ebu Hâtim es-Sicistânî ve
Bir
eys
el
Etki
nlik
• Yedi harf ile ilgili yaklaşımlar üzerine düşününüz.
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22
İmam ve ravilerin
çoğalması sebebiyle
kıraatlar meşhur yedi
kırâat ile
sınırlandırılmıştır.
Ebû Ca‘fer et-Taberî takip etmektedir. Bu müellifler, eserlerinde sadece yedi
meşhur kırâatı değil, yedinin dışındaki diğer sahih kırâatleri de zikretmişlerdir. Zira
onlar, bir kırâtın sahihliğini ortaya koyan senedin sahih olması, resmî mushafa ve
Arap diline uygun olması kriterlerine uygun olan her kırâatı kabul etmiş ve
nakletmişlerdir.
H. II. Asrın başlarında İslâm beldelerinde Müslümanların imamlardan bir
kısmının kırâatlerini tercih etmeye başlamasıyla “yedi kırâat” meşhûr olmaya
başlamıştır. H. III. asırda Ebubekir b. Mücâhid, “Kitabu’s-Seb’a” adlı eseriyle
kırâatleri yediye tahsis etmiş ve onun bu tasnifi genel kabul görerek, yedi kırâat
tesbit edilmiştir. Bu yedi kırâat imamları ve ravileri şunlardır:
Nafi’ b. Ebi Nuaym (169/811): Kâlun, Verş
Abdullah b. Kesir (120/737): el-Bezzî, Kunbul
Ebu Amr b. el-A‘la el-Basrî (154/770): ed-Dûrî, es-Sûsî
İbn Amir Abdullah eş-Şamî (118/736): Hişâm, İbn Zekvân
Asım b. Ebi’n-Necûd (128/745): Hafs, Ebubekr b. Şu’be
Hamza b. Habîb el-Kûfi (156/772): Halef, Hallâd
Kisâî, Ali b. Hamza, el-Kûfi (189/804): Ebu’l-Hâris, ed-Dûrî
Daha sonra bu yedi kırâata şu üç kırâat daha ilâve edilerek, “kırâat-ı aşere”
meydana gelmiştir. Bu üç kırâatın da yedi kırâat gibi meşhûr olduğu İbn Cezerî
tarafından ispat edilmiştir.
Ebu Cafer Yezid b. el-Ka‘ka‘a (130/747): İsa b. Verdân, Süleyman b. Cemmâz
Yakup b. İshâk b. Yezîd el-Hadramî: (205/820): Rüveys, Ravh
Halef b. Hişâm b. Sa‘leb el-Bezzâz (129/746): İshâk, İdris
Kur’ân’ın düzgün okunup doğru anlaşılmasını sağlayan kırâat ilmi, genişleyen
İslâm topraklarına paralel olarak gelişmiş ve yayılmıştır. Doğuda ve Endülüste
yaşayan Müslümanlar, bu ilme büyük bir ehemmiyet göstererek çeşitli eserler
kaleme almışlardır. İbn Cezerî’nin belirttiğine göre, bu beldelere h. dördüncü asrın
sonlarında Ebû Ömer Ahmed b. Muhammed et-Talammekî sayesinde girmiştir. Bu
zatı Mekkî b. Ebî Tâlib el-Kaysî takip etmiş, daha sonra da meşhûr “et-Teysir” sahibi
Ebu Amr Osman b. Said ed-Dânî ile kırâat bu bölgede zirveye ulaşmıştır. Türkler
arasında ise, kırâat ilminin devamlı okunduğu ve okutulduğu tarihî bir realitedir.
Fakat bu ilmin tedrisinin yaygınlaşması İbn Cezerî’nin h. 798 yılında Yıldırım Beyazıt
zamanında Bursa’ya gelip, “en-Neşr”, “et-Tayyibe” ve “et-Tahbîr” isimli eserlerini
yazmasıyla başlamıştır.
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23
Farklı kırâatlar, anlam ve yorum açısından
tefsir ve hukuk başta olmak üzere diğer
disiplinlerin kaynakları arasında yer alır.
Günümüzde ise Kırâat-ı aşere olarak bilinen on kırâat, aktüalitesini devam
ettirmekte, bir bilim dalı olarak uzmanları tarafından okutulmakta ve bilinmektedir.
Müslüman toplumlar ise bu on kırâattan sadece üç tanesini pratik olarak
kullanmaktadır. Bunlardan biri ve en yaygın olanı Âsım kıratının Hafs rivayetidir.
Diğeri Nâfi kıratının Verş rivayetidir. Bu kırâat Libya, Mısır ve Tunus’un bazı
bölgelerinde okunmaktadır. Bir diğeri ise, Ebu Amr kırâatıdır. Bu da Kuzey
Afrika’nın bazı bölgelerinde takip edilmektedir.
Kavramsal Çerçeve: Tanımı, Konusu, Gayesi, Faydası
‘Kırâât’, ‘k-r-e’ kökünden türeyen ‘kırâat’ kelimesinin çoğulu olup, lugatte
“tilâvet etme ve okuma” anlamına gelmektedir. Terim olarak ise, “Kur’ân
kelimelerinin edâ keyfiyetini ve bu kelimelerdeki ihtilafı râvîlerine nispet ederek
bildiren ilim” veya “Kur’ân lafızlarındaki hazf, isbât, tahrîk, teskîn, fasl, vasl ve diğer
okuma şekilleri hakkında râvîlerin ittifak ve ihtilaflarını bildiren ilim” şeklinde tarif
edilmektedir.
Kırâat ilminin konusu, Kur’ân kelimelerinin telaffuzundaki değişiklikler ile bu
kelimelerin edâ keyfiyetidir/seslendirme biçimidir. Başka bir ifade ile Kur’ân’daki
lafızların ihtilafları ve bu ihtilafa neden olan “takdîm”, “te’hîr”, “ziyâde”, “ibdâl”,
“nakl”, “kasr”, “izhâr”, “idğâm” ve “işmâm” gibi etkenlerdir. Daha geniş bir bakış
açısıyla kırâatın çeşitleri, kırâat ilminin tarihî ve ekolleri de kırâat ilminin konusuna
girmektedir. Kırâat ilminin amacı ise, kırâat imamları tarafından okunan ve Hz.
Peygamber’e kadar ulaşan sahih kırâatleri, zayıf ve mevzû‘ olanlarından ayırarak,
öğretmektir.
Kırâat ilminin önemini ortaya koyan birtakım faydaları söz konusudur. Klasik
eserlerimiz birçok fayda zikretmişlerdir. Bunların en önemlileri öğrenmeyi
kolaylaştırmak ve ayetlerin anlamlandırılması ve yorumlanmasına katkı
sağlamaktır. Çünkü kırâat sadece kelimelerin veya harflerin farklı ve doğru
seslendirilmesi ile alakalı değil, aynı zamanda o harflerin cümle içindeki konumu ve
fonksiyonu ile de alakalıdır. Dolayısıyla bu durum bazı ayetlerin değişik şekillerde
yorumlanmasına neden olmaktadır. Böylece kırâat farklılıkları, ilk muhatap olan ve
farklı lehçeleri konuşan Arapların Kur’ân’ı doğru anlamalarını ve öğrenmelerini
kolaylaştırmakta, Kur’ân okurken hataya düşmelerini engellemektedir. Ayrıca İslâm
ümmetini, kaynak bazında tağyir ve tahriften korumaktadır. Yine hukukî hükümler
için kaynak teşkil eden bazı âyetlerden hüküm istinbât edilirken veya
mücmel/kapalı bir âyet beyan edilirken kırâat farklılıkları, gerek hükümde gerekse
beyanda etkili olmaktadır. Hatta bazıları, bu konuda “olmazsa olmaz” delil
konumundadır.
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24
Öze
t
•İslâm kültüründe vahyiyle ilgili biri özel diğeri genel olmak üzere iki yaklaşım vardır. Biri, Yüce Allah’ın Peygamberleri vasıtasıyla insanlara mesaj iletmesi, diğeri de Yüce Allah’ın bütün varlıklara yaratılış gayelerine uygun ilkelerini bildirmesidir. Vahyin mahiyeti, ancak bu konuda Hz. Pegyamberden nakledilen bilgilerle anlaşılır ki, bu bilgilerden ortaya çıkan onun çok gizli ve süratli gerçekleşmesidir. Vahyin fizik ötesi olan kısmı anlaşılamaz. Ancak varlık âlemine ait kısmı müşahade edildiği için anlaşılabilir. Allah mesajını insanlara çeşitli şekillerde iletmektedir. Bunlar vahiy yoluyla, perde arkasından veya elçi göndermek suretiyle kurulan iletişimlerdir. Bu iletişimle Yüce Allah Peygamberleri görevlendirmiştir.
• Kur’ân inmeye başladığı dönemden itibaren ezber yanında yazı ile de kayıt altına alınmış, Hz. Peygamber sağlığında vahiy lafızlarının tümünü yazdırmıştır. Hz. Ebubekir döneminde, hafız sahabelerin savaşlarda şehit olması vahiy lafızlarının kaybolması endişesini gündeme getirmiş ve Peygamber döneminde dağınık olan vahiy lafızları bir araya getirilerek derlenmiştir. Hz. Osman döneminde ise, yedi harf ruhsatından kaynaklanan farklı okumalar sorun olmaya başlamış ve bunun üzerine Hz. Osman derlenen mushafı çoğaltarak belli bölgelere göndermiş ve eğitim öğretimde hafızlarla birlikte bu mushafların esas alınmasını sağlamıştır.
• Yedi harf, Medine döneminde farklı lehçelerin İslâm'a girmesiyle ortaya çıkan telaffuz sorunundan dolayı verilmiş bir ruhsattır. Kureyş lehçesini beceremeyenler kendi lehçeleri ile vahiy lafızlarını okumuşlardır. Bununla birlikte yedi harf meselesi Kur’an’la ilgili en karmaşık meselelerden biridir. Rivayetlerin çok açık olmaması sebebiyle hakkında birçok görüş serdedilmiştir. Bazıları yedi lehçe; bazıları anlamları aynı lafızları değişik yedi kelime; bazıları kesretten kinaye ve bazıları da yedi vecih olduğunu söylemişlerdir.
• Kıraat ilmi gerek yedi harften ve gerekse gramatik farklılıklardan kaynaklanan farklı okumaların ravilerine nispet edilerek okunması ve bu okumaların sahihliğini veya zayıflığını ortaya koyan ilimdir. Sahabe, Hz. Peygamber'den aldığı farklı okuma şekillerini aynen bir sonraki nesil olan Tabiine aktardı ve bu silsile günümüze kadar geldi. İlk dönemlerden itibaren farklı okuma biçimleri birtakım tercihlere medar oldu ve kıraatlar kendisini tercih edenin ismiyle anılmaya başlandı. Böylece her bölgede kıraat imamları temayüz etti. Belli bir dönem sonra imam ve ravilerin çokluğu sıkıntı yaratınca üçüncü asırda İbn Mücahid kıraatları meşhur olan yedi imam ile sınırlandırma yoluna gitti. Daha sonra bu yedi imama on imam daha eklendi ve İbn Cezeri’nin marifetiyle meşhur oldu. Günümüzde bu kıraatlardan Asım, Ebu Amr ve Nafi’nin kıraatı takip edilmektedir. Bunların en yaygını ise Asım kıraatının Hafs rivayetidir. Kıraat ilminin temel amacı, kırâat imamları tarafından okunan ve Hz. Peygamber’e kadar ulaşan sahîh kırâatleri, zayıf ve mevzû‘ olanlarından ayırarak, öğretmektir. Faydaları ise öğrenmeyi kolaylaştırma ve ayetlerin anlamlandırılmasına katkı sağlamaktır.
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25
Ödev gönderimi
Etkileşimli Alıştırmalar
Alış
tırm
alar
• Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla pekiştirebilirsiniz
Öd
ev
• Hz. Osman'ın çoğalttığı mushafların bugünkü durumunu araştırarak 200 kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız ve hazırladığınız belgeyi göndermek için yandaki ödev gönderme linkini kullanınız.
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26
Değerlendirme
sorularını sistemde
ilgili ünite başlığı
altında yer alan “bölüm
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi vahyin temel gayesidir?
a) Yüce Allah’ın peygamberleriyle konuşması
b) Canlılara mesaj ulaştırması
c) Cansız varlıklara mesaj ulaştırması
d) Yüce Allah’ın salih kullarıyla iletişim kurması
e) Tüm insanlara mesaj ulaştırması
2. Aşağıdakilerden hangisi vahiy kavramı için söylenemez?
a) Vahiy, Allah’ın peygamberleriyle konuşmasıdır
b) Vahiy gizli ve süratli gerçekleşir
c) Vahiy sadece Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla mesaj ulaştırmasıdır
d) Vahyin mahiyeti ancak naslarla bilinir
e) Vahiy Kur’ân’ın ana kavramlarından biridir
3. Aşağıdakilerden hangisi vahyin geliş şekillerinden değildir?
a) İlham yoluyla gelmesi
b) Aracı meleğin kendi suretinde getirmesi
c) Namaz kılarken gelmesi
d) Sesli gelmesi
e) Aracı meleğin insan kılığında getirmesi
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27
4. Kur’ân’ın Hz. Peygamber döneminde yazılışıyla ilgili aşağıdakilerden hangisi
söylenemez?
a) İnen vahiyler iki kapak arasında toplanmıştı
b) İnen vahiyler ezberleme yanında yazıya geçirilmekteydi
c) Vahiy lafızları değişik malzemelere yazılmaktaydı
d) Sadece vahiy lafızları kayda geçirilmekteydi
e) Hem Mekke hem de Medine’de özel vahiy kâtipleri bulunmaktaydı
5. Aşağıdakilerden hangisi “arza-i ahire” kavramının tanımıdır?
a) Hz. Pegyamber’in inen vahiyleri Cebrâîl’e okuması
b) Cebrâîl’in inen vahiyleri Hz. Peygamber’e okuması
c) Her yıl inen vahiyleri Hz. Peygmber ve Cebrâîl’in karşılıklı okuması
d) Hz. Peygamber’in vefat ettiği yıl Kur’ân’ın tamamının iki kere
mukabele edilmesi
e) Sahabenin inen vahiyleri Hz.Peygamber’e arz etmesi
6. Aşağıdakilerden hangisi “İmam Mushaf” kavramını karşılamaktadır?
a) Hz. Peygamber döneminde oluşturulan mushaf
b) Hz. Osman döneminde çoğaltılan mushaflardan Medine’de bırakılan
mushaf
c) Hz. Ebubekir döneminde derlenen mushaf
d) Kûfe’ye gönderilen mushaf
e) Şam’a gönderilen mushaf
7. “Yedi harf” için aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
a) Yedi harf ruhsatı ayetle sabittir
b) Yedi harfin temel amacı, lehçelere göre okuma kolaylığıdır
c) Yedi harf ruhsatı Hadislerle sabittir
d) Yedi harfin mahiyetinin ne olduğu ile ilgili ittifak bulunmamaktadır
e) Farklı kırâatların temel dayanağı yedi harf ruhsatıdır
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28
8. Aşağıdakilerden hangisi yedi harf ile ilgili görüşlerden değildir?
a) Kesretten kinaye görüşü
b) Yedi vecih görüşü
c) Lehçe görüşü
d) Müşkil-müteşabih görüşü
e) Farklı dillerde okuma görüşü
9. Aşağıdaki kırâat imamlarından hangisi kırâat-ı aşereden değildir?
a) Asım
b) Hasan-ı Basrî
c) Hamza
d) Kisâî
e) Ebu Cafer
10. Aşağıdakilerden hangisi günümüzde kırâatı takip edilen imamlardandır?
a) Asım, Hamza, Kisâî
b) Ebu Amr, İbn Amir, Halef
c) Ebu Cafer, İbn Kesir, Nafi
d) Asım, Nafi, Ebu Amr
e) Yakup, Kisâî, İbn Kesir
Cevap Anahtarı
1-e, 2-c, 3-c, 4-a, 5-d, 6-b, 7-a, 8-e, 9-b, 10-d
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Ahmed b. Hanbel. (1992), Müsned, İstanbul, Çağrı Yay.
Aslan, Abdulgaffar. (2000), Kur’ân’da Vahiy, Ankara, Ankara Okulu.
Beylî, Ahmed. (1984), el-İhtilâf Beyne’l-Kırâat, Beyrut.
Buhârî, Muhammed b. İsmail. (1992), Sahîhu’l-Buhârî, İstanbul, Çağrı Yay.
Cerrahoğlu, İsmail. (1988), Tefsîr Usûlü, Ankara, TDV. Yay.
Çetin, Abdurrahmân. (2001) KırâatlarınTefsîre Etkisi, İstanbul, Marifet Yay.
Dağ, Mehmet. (1998) Kırâat Farklılıklarının İslâm Hukukuna ve Metodolojisine
Etkisi, Erzurum.
Dağ, Mehmet. (2005) Tarihsel Perspektif ve Problematik Sorgulaması Bağlamında
Kıraat İlminde İhticac Olgusu, Erzurum.
Dânî, Ebû Amr Osmân b. Sa’îd. (1988), el-Ahrufu’s-Seb’ali’l-Kur’ân, Mekke.
Demirci, Muhsin. (1997), Kur’ân Tarihi, İstanbul, MÜİFV. Yay.
Demirci, Muhsin. (1996), Vahiy Gerçeği, İstanbul, MÜİFV. Yay.
Ebû Şâme, el-Makdisî. (1986), el-Mürşidü’l-Vecîz, Ankara, TDV Yay.
EbûŞehbe. (ts.), Muhammed, el-Medhal li Dirâseti’l-Kur’âni’l-Kerîm, Mısır.
Enis, İbrahîm. (1973), Fi’l-Lehecâti’l-Arabiyye, Mısır.
Fadlî, Abdulhâdî. (1985), el-Kırââtu’l-Kur’âniyye Tarih ve Ta’rif, Beyrut.
Hamed, Ğânim Kaddûrî. (1982), Resmu’l- Mushaf, Bağdat.
Hamidullah, Muhammed. (1993), Kur’ân Tarihi, çev. Salih Tuğ, İstanbul, İFAV Yay.
Hamûde, Abdulvehhâb. (1948), el-Kırââtve’l-Lehecât, Mısır.
İbn Cezerî, Muhammed b. Ali b. Yûsuf. (ts.), en-Neşrfi’l-Kırââti’l-Aşr, Beyrut.
İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim. (1981), Te’vîlü Müşkili’l-Kur’ân,
tah. Ahmed Sakr, Beyrut.
İbn Mücâhid, Ebûbekir. (ts.), Kitâbü’s-Seb’a, Tah: Şevkî Dayf, Kahire.
Karaçam, İsmail. (1981), Kur’ân’ın Nüzûlü ve Kırâatı, İstanbul, Nedve Yay.
Salih, Subhi. (ts.), Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, İstanbul, Dersaadet Yay.
Müslim b. Haccâc. (1992), Sahîhu’l-Müslim, İstanbul, Çağrı Yay.
Kur’ân Vahyi, Tespiti Ve Metinleşme Süreci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30
Suyûtî, Celâluddîn (1993), el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Beyrut.
Şâhin, Abdussabûr.( 1966), Tarîhu’l-Kur’ân, Kahire.
Turgut, Ali. (1991), Tefsir Usulü ve Kaynakları, İstanbul, MÜİFV. Yay.
Watt, W. Montgomery. (1998), Kur’ân’a Giriş, çev. Süleyman Kalkan, Ankara,
Ankara Okulu.
Zerkânî, Muhammed Abdulazîm. (1988), Menâhilü’l-İrfân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Beyrut.
Zerkeşî, Bedruddin. (ts.), el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Beyrut.
İÇİN
DEK
İLER
• Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı (Ortamı)
• Esbâbu’n-Nüzûl (Nüzûl Sebepleri)
• Mekkî ve Medenî Sûreler
HED
EFLE
R
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Kur’ân âyetlerinin dâhilî ve hâricî unsurlardan oluşan anlama araçlarına sahip olduğunu görebilecek,
• Nüzûl döneminde meydana gelen hadiselerin âyetlerin anlaşılmasına hangi açılardan etki ettiğini tespit edebilecek,
• Kur’ân’ı tefsir etme faaliyetlerinde yerel, kültürel şartların son derece önemli olduğunu, bu sebeple Kur’ân tefsirinde tarihî şartları sürekli göz önünde bulundurmanın faydalı olacağını kavrayabilecek,
• Her ne kadar tarihsel şartlar Kur’ân’ı tefsir etmede önemli ise de Kur’ân’ın, bu şartların mahkûmu olmadığını, aksine tüm zamanlarda ve mekânlarda uygulanabilecek evrensel mesajlar taşıdığını örneklerle açıklayabileceksiniz.
ÜNİTE
4
KUR’ÂN’IN NÜZÛL VASATI
TEFSİR TARİHİ VE
USÛLÜ
Prof.Dr. Fethi Ahmet POLAT
ÜNİTE
4
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2
Kur’ân’ın indiği
dönemde insanlar
haricî-dâhilî anlama
unsurlarına kolaylıkla
ulaşabiliyorlardı.
GİRİŞ
KUR’AN’IN NÜZÛL VASATI
En geniş anlamda nüzûl vasatı, Kur’ân’ı anlama faaliyetlerinde kendilerinden
istifade edilen zaman, mekân, dil, örf, adet, gelenek, kültür gibi tüm anlaşma
unsurlarının ortak adıdır. Bu unsurlar Kur’ân’ın indiği dönemde hayati derecede
önem arz etmekteydi ve o zaman için bunları elde etmek son derece kolaydı; ancak
bugün için söz konusu unsurları bütünüyle elde etmek hiç de kolay değildir. Bu
sebeple âyetlerin taşıdığı anlam ve mesajlar, bugün için artık önemli ölçüde
âyetlerin Kur’ân’daki bağlamı/siyâkı/konteksi içerisinde ortaya çıkmaktadır. Bu
metin içi anlam düzeneğine ve örgüsüne de nüzûl vasatı diyebiliriz. O halde nüzûl
vasatı kavramı aynı anda iki anlama birden gelmektedir: Kur’ân’ın indiği dönemde
iletişimin maddî-manevî unsurları olan her haricî düzenek (âyetlerin anlaşılmasına
katkı sağlayan metin dışı unsurlar) ile bugün için Mushaf’ta kayıt altına alınıp
sabitleştirilmiş olan dâhilî düzenek (âyetlerin anlaşılmasına katkı sağlayan metin içi
unsurlar). Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz nüzûl vasatı, çoğunlukla haricî
unsurlardan olan iletişim ve anlaşma araçlarıdır.
Hz. Peygamber ile ashab-ı kiramın Kur’ân’ı okuma tarzları, tam bir örneklik
teşkil edecek türdendir. Onlar, elde ettikleri her bilgi ile Allah’a biraz daha
yaklaştıklarının bilincinde olarak Kur’ân’ı sindire sindire, hazmede hazmede
okumaktaydılar. Ahmed b. Hanbel’in kaydettiğine göre, sahabîler 10 âyeti
öğrendiklerinde evvela onlarla amel ederler, daha sonra diğerlerine geçerlerdi.
Bundan olsa gerek, sahabe içerisinde Kur’ân’ın en uzun iki sûresi olan Bakara ve Âlu
İmrân sûrelerini bilenler parmakla gösterilmekteydi.
Yetmiş yıl ömür sürmüş olan ve Bakara sûresini 8 yılda okuyup öğrendiği;
yani içselleştirdiği nakledilen Abdullah b. Ömer, selefin Kur’ân anlayışı ile
sonrakilerin Kur’ân anlayışı hakkında bize önemli ipuçları veren şu sözleri dile
getirir: “Uzun bir ömür sürdüm ve çok şey gördüm. İman bizlere, Kur’ân’dan önce
verilmişti. Sûreler Hz. Peygamber’e nazil olduğunda o da tıpkı sizin yaptığınız gibi o
sûrelerdeki helalleri ve haramları, sûreler hakkında bilinmesi lazım gelenleri
öğrenirdi. Zaman geldi, kendilerine imandan önce Kur’ân verilen insanlar gördüm.
Doğrusu bu insanlar “Fâtiha” ile “Nâs” arasında her ne varsa okuyorlar; ancak o
kısımların neleri emredip neleri yasakladığından haberdar olmadıkları gibi buralar
hakkında bilinmesi lazım gelen şeyleri de bellemiyorlar. Hani şu değeri olmayan
hurmaları insanlar saçıp savururlar ya; işte Kur’ân’ı da aynen öyle saçıp
savuruyorlar.”
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3
Kur’ân’ı anlamak için
cahiliye dönemi
kültürüne vâkıf olmak
önem arz eder.
Âyetlerin iniş sebepleri
(esbâb-ı nüzûl) ile
hadislerin söyleniş
sebepleri (esbâb-ı
vurûdi’l-hadis), doğru
anlama ulaşmak
açısından benzer
işlevlere sahiptir.
Hz. Ömer ümmetin problemleriyle ilgili düşüncelere daldığı bir gün İbn
Abbas'a haber gönderip yanına çağırttı ve ona; “Peygamberi, kitabı ve kıblesi bir
olan ümmet, nasıl olur da birbirine düşer?” diye sordu. İbn Abbas ona şu cevabı
verdi: “Ey müminlerin Emiri! Biz, kendilerine Kur’ân'ın indiği insanlarız. Bizler inen
bu kitabı okurduk; okuduğumuz âyetlerin neler ya da kimler hakkında indiğini
pekâlâ bilirdik. Ne var ki bizim ardımızdan, Kur’ân'ı okuyan, ancak âyetlerin neler
ya da kimler hakkında indiğini bilmeyen insanlar gelecektir. Bunlardan her bir
grubun kendine özgü görüşleri olacak; dolayısıyla insanlar arasında ihtilaflar baş
gösterecektir. İhtilaflar baş gösterince de insanlar birbiriyle savaşa tutuşacaktır.”
Ömer, İbn Abbas'ın bu sözlerini beğenmez ve onu azarlar. İbn Abbas da halifenin
yanından ayrılır gider. Daha sonra Ömer, İbn Abbas'ı çağırır ve düşüncelerine
katıldığını söyleyerek ondan, sözlerini tekrar etmesini ister.
Yukarıdaki bilgiler, Hz. Peygamber’in ve ashab-ı kiramın Kur’ân’ı anlarken
belirli süreçlerden geçtiklerini ve günlük yaşantılarıyla iç içe bir Kur’ân anlayışı
geliştirdiklerini göstermektedir. Esasen bu durum bize, tefsirle meşgul olanların ilk
Müslümanların o günkü hallerini ve içerisinde bulundukları durumu bilmeleri
gerektiğini de gösterir; çünkü âyetlerin eleştirdiği kötü âdet ve yaşayışları, Kur’ân’ın
bunlar hakkında yaptığı eleştirileri, getirdiği çözüm önerilerini gerçek manasıyla
anlamak, başka türlü mümkün olmayacaktır. “Kur’ân’dan önce tam bir zulüm
düzeni vardı; Kur’ân geldi ve bir anda her şeyi bütünüyle değiştirdi.” ya da “İnsanlar
yanlış yoldaydılar; Kur’ân geldi ve onların bâtıllarını çürüttü.” gibi basit ve yetersiz
sözlerle, arzu edilen bir Kur’ân anlayışına ulaşamayız. Hz. Ömer’in şöyle dediği
nakledilir: “Müslüman toplumlarda cahiliye dönemini bilmeyen insanlar zuhur
ettiğinde İslam ilmek ilmek çözülmeye başlar.”
Kur’ân’ın nâzil olduğu toplum, coğrafya ve dönemin bilgisine sahip olmanın,
âyetleri doğru bir anlama yöntemine konu edinmek açısından hayati önem taşıdığı
kesindir. Bunun farkında olan müfessirler, söz konusu bilgileri son derece önemli
olan iki Kur’ân ilmine konu edinmişlerdir. Bunlardan ilki Kur’ân âyetlerinin iniş
sebeplerini ve gerekçelerini anlatan esbâb-ı nüzûl ilmi, ikincisi de Mekkî-Medenî
ilmidir.
ESBÂBÜ’N-NÜZÛL (NÜZÛL SEBEPLERİ)
Kur’ân âyetlerinin herhangi bir olay hakkında inip inmediğini ve nüzûl
dönemi olaylarıyla âyetlerin ilişkisinin ne olduğunu inceleyen Kur’ân ilmine esbâb-ı
nüzûl ilmi denir ki âyetlerin aktüel olaylarla ilişkisi bu ilim aracılığı ile ortaya konur.
Tıpkı hadislerin hangi olaylar sebebiyle söylenmiş olduğunu inceleyen hadis ilmine
esbâb-ı vurûdi’l-hadis ilmi denmesi gibi.
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4
İniş sebepleri
bilinmeyen âyetlerin
iniş sebepleri,
içerdikleri manadır. Bu
tür bir âyet, içerdiği
manayı beyan için
inmiştir.
Kur’ân’ın doğru anlaşılmasında rivayetler çerçevesinde anlatılan nüzûl
sebeplerinin elbette büyük önemi vardır; çünkü teorik bir meseleyi pratik bir örnek
üzerinden anlatmak her zaman için daha kolaydır. Bir karanfili sözle tasvir etmek
başkadır, karanfili göstererek bahsettiğiniz çiçeğin o olduğunu söylemeniz başkadır.
Hele muhatabınızdan karanfile dokunmasını, onu koklamasını söyleyerek karanfili
anlatmanız daha da etkilidir. Aynı şekilde Kur’ân’ın ilk muhatapları olan Arapların
bildiği konular hakkında onlara birtakım şeyler söylemek, onlara bilmedikleri
konular hakkında bir şeyler söylemekten çok daha etkilidir. Kur’ân’da kadim
topluluklardan pek çoğuna; örneğin Yunan, Hint topluluklarına işaret eden
âyetlerin bulunmaması; buna karşın Âd, Semûd kavmi gibi kavimlerden
bahsedilmesi, Arapların bu topluluklar hakkında bilgi sahibi olmaları sebebiyledir.
Yine Kur’ân’da, düşünce tarihi açısından son derece önemli olan Aristo’dan ya da
Eflatun gibi isimlerden bahsedilmezken Hz. İbrahim’den yahut Hz. İsmail’den
bahsedilmiş olmasının sebebi de budur. Şayet insanlık tarihi açısından önemli olan
bazı isimlerden bahsedilecekse bahsedilen bu şahsiyetler de Arapların ya bir
şekilde adını duydukları şahsiyetlerdir ya da birlikte yaşadıkları Yahudi ve
Hristiyanlardan, kendileri hakkında bilgi alabilecekleri şahsiyetlerdir. Hâmân ve
Kârun gibi isimleri de bunlara örnek verebiliriz. Dikkat edilirse bu isimler de yine
tevhid-şirk mücadelesinin konu edinildiği bir bağlamda, Hz. Musa ile Firavun’un
mücadelesi çerçevesinde gündeme getirilmiştir. Demek ki Kur’ân, vakıayı takip
eden, ona cevap veren, onu kabul ya da reddeden dinamik bir süreçte; büyük
ölçüde Arapların bilgi ve tecrübe arka planlarını kendisine örnek konular alarak
nâzil olmuştur. Bunun dışında gösterilebilecek örnek hadiselerin tümüne, sadece o
hadiselerin evrensel bir yönü itibarıyla yer verir.
Nüzûl sebepleri ilk dönemde, bugünkü teknik halleriyle biliniyor değildi;
aksine çoğu zaman Kur’ân’ın bir üslup özelliği olarak nüzûl bilgileri âyetlerin kendi
ifadelerinden anlaşılırdı. Bu ifadelerin Kur’ân’da birkaç farklı şekilde yer aldığı
görülmektedir ki bunlardan bazıları aşağıda verilmiştir:
1.Kur’ân’da doğrudan soru formatları ile ya da bir meselenin izahı için
indirildiği anlaşılan ifade özellikleri ile indirilen âyetler vardır ki bunlar bize o
âyetlerin nüzûl sebeplerini de açıklar. Bu ifadeler kimi zaman “Sana sorarlar” kimi
zaman “Senden fetva isterler” kimi zaman da “Sana şu amaçla gelirler” şeklinde
Kur’ân’da yer alır. Esasen;
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5
âyeti, tıpkı önceki peygamberlerde olduğu gibi Hz. Peygamber döneminde de bu
tür bir bilgilenmenin yaygın olduğunu anlatır.
âyetinde “yes’elûneke”;
âyetinde ise “yesteftûneke” şeklinde soru formlarıyla
âyetinde ise bir mesele hakkında Peygamber’e gelenlerin durumlarını nakletmek suretiyle Kur’ân bizlere nüzûl örneği verir.
2. Toplumsal tepkiye sebep olan bir mesele hakkında da Kur’ân’da nüzûl sebebi olarak görebileceğimiz bilgiler bulunur. Mesela, Tebük seferine katılmaktan kaçınan ve seferden sonra da aşağıdaki âyet vahyedilinceye kadar Hz. Peygamber
“Münafıklar sana geldiklerinde: ‘Şahitlik ederiz ki sen Allah'ın
Peygamberisin’ derler. Allah da bilir ki sen elbette, O'nun Peygamberisin. Allah,
münafıkların kesinlikle yalancı olduklarını bilmektedir (Münâfikûn 63/1).”
“Senden kadınlar hakkında fetva istiyorlar. De ki, onlara ait hükmü size
Allah açıklıyor: Kitap'ta, kendileri için yazılmışı (mirası) vermeyip nikâhlamak
istediğiniz yetim kadınlar, çaresiz çocuklar ve yetimlere karşı âdil davranmanız
hakkında size okunan âyetler (Allah'ın hükmünü apaçık ortaya koymaktadır).
Hayırdan ne yaparsanız şüphesiz Allah onu bilmektedir (Nisa 4/127).”
“Kendileri için nelerin helâl kılındığını sana soruyorlar. De ki: ‘Bütün iyi ve
temiz şeyler size helâl kılınmıştır. Allah'ın size öğrettiğinden öğretip avcı hale
getirdiğiniz hayvanların sizin için yakaladıklarından da yeyin ve üzerine Allah'ın
adını anın (besmele çekin). Allah'tan korkun. Allah'ın hesabı pek çabuktur.’
(Mâide 5/4).”
“Ey iman edenler! Açıklanması durumunda hoşunuza gitmeyecek olan
şeyleri sormayın. Eğer Kur'an indirilirken onları soracak olursanız onlar size
açıklanır. (Açıklanmadığına göre) Allah onları affetmiştir. (Siz sorup da başınıza
iş çıkarmayın). Allah çok bağışlayıcıdır, aceleci değildir. Sizden önce de bir
toplum onları sormuş, sonra da bunları inkâr eder olmuştu (Mâide 5/101-102).”
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6
ve sahabîlerince kendilerine küskünlük gösterilen üç kişi hakkında nâzil olan âyet böyledir:
3. Kur’ân’da bazen doğrudan bir dinî meseleyi izah eden ya da doğrudan bir hüküm vaz’ eden âyetler de bulunmaktadır. Bu âyetlerin elle tutulur bir sebebinin olup olmaması önemli değildir; bunların nüzûl sebepleri, kendilerinde açıkça mevcuttur. Bu âyetlerin nüzûl sebebi, doğrudan ifade ettikleri anlamlardır; yani hangi emri beyan ediyor ya da hangi meseleyi izah ediyorlarsa o sebeple indirilmişlerdir. Mesela,
âyetiyle ilgili çeşitli nüzûl sebepleri vardır; ancak bu sebeplerin hiçbiri olmasa da
âyet son derece açıktır. Yine şu âyet, son derece açık bir meseleye işaret eder ve
esasen hangi sebeple indiğine dair herhangi bir bilgi bulunmasa da mazmununa ve
iniş sebebine sarahaten işaret eder:
Öyle âyetler de vardır ki nüzûlüne dair hiçbir rivayet olmasa da o âyet için
kendi anlamını nüzûl sebebi kabul ederiz. İlk inen sûre olarak bilinen Alak sûresinin
1-5. âyetleri tam olarak böyledir.
“Onların Beyt(ullah) yanındaki dua ve namazları da ıslık çalıp el
çırpmaktan başka bir şey değildi (Enfâl 8/35).”
“Ey iman edenler! Size; ‘Meclislerde yer açın’ denilince yer açın ki Allah
da size genişlik versin. Size "Kalkın" denilince de kalkın ki Allah sizden inananları
ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah yaptıklarınızdan
haberdardır (Mücâdile 58/11).”
“Ve (seferden) geri bırakılan üç kişinin de (tevbelerini kabul etti).
Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça
sıkmıştı. Nihayet Allah'tan (O'nun azabından) yine Allah'a sığınmaktan başka
çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların
tevbesini kabul etti. Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir
(Tevbe 4/118).”
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7
Esbâb-ı nüzûl bilindiği zaman şu faydalar elde edilir:
1. Emredilen şeylerin hikmetleri anlaşılır, insanların imanı kuvvet kazanır. Müminler, ilahî hükümlerin ve maslahatların günlük hayattaki yeri hakkında yeni gelişmeleri gördükçe dinlerine olan inançları artar; çünkü zamanlar ve mekânlar farklı farklı olsa da Kur’ân’ın hedef kitlesi insandır ve insanî özellikler bir devirden diğerine değişmezler. İnsanla ilgili hadiseler de özü itibarıyla birbirinden farklı değildir. Olayların görünümleri ve gerçekleşme biçimleri farklı olsa da bu olaylara konu olan ya da bu olayları yönlendiren, insandır. Dolayısıyla âyetleri nüzûl sebepleriyle bir arada mütalaa etmek, insana ait bir dünyanın problemlerine çözümler getirme iddiasındaki Kur’ân’ın çok daha iyi anlaşılması demektir. Kâfirler de bu olaylara şahit oldukları zaman -eğer insaf sahibi iseler- muhatap oldukları mesajların ilahî kaynaklı olduğunu itiraf ederler.
2. Şurası bir gerçektir ki nüzûl sebepleri âyetlerden kastedilen mananın daha kolay anlaşılmasına yardımcı olur. Mesela,
âyeti bu maddeye güzel bir örnektir. Urve b. Zubeyr, teyzesi Hz. Aişe’ye bu âyetin
anlamında işkâl gördüğünü söyleyince Aişe validemiz ona şu cevabı verir: “Cahiliye
döneminde Safa tepesinde İsâf, Merve’de ise Nâile isimli iki put vardı. Müşrikler
onlar arasında sa’y eder ve onlara ellerini sürerek ibadet ederlerdi. Hac ibadeti
Müslümanlara da farz kılındığında bu durumu hatırlayan Müslümanlar sa’y
yaparken tedirgin oldular da bu âyet iki ritüel arasında bir ilişki olmadığını
anlatmak üzere indi.”
3. Zâhirinde hasr (yani sadece belirli bir anlam) ifadesi bulunan âyetten bu tevehhüm (yanlış algı) bertaraf edilir. Mesela,
âyetinin zâhirinden bir hasr, yani sınırlama anlamı olduğu vehmedilebilir. Şâfiî’ye
göre, bu âyette böyle bir düşünceye gidilmemelidir; çünkü bu âyet Allah’ın helal
kıldıklarını haram, haram kıldıklarını da helal kılmaktan başka bir şey yapmayan
kâfirlere cevap sadedinde inmiştir. Onların bu tasarrufu kuru bir inattan
“De ki: Bana vahyolunanlar içinde bu haram dediklerinizi yiyecek bir
adama haram kılınmış bir şey göremiyorum, meğerki şunlar olsun: Leş veya
akıtılmış kan yahut domuz eti –çünkü pistir- ya da günah işlenerek Allah’tan
başkası adına kesilmiş bir hayvan... (En’âm 6/145)”
“Şüphe yok ki, Safa ile Merve Allah’ın koyduğu nişanlardandır. Her kim
Beytullah’ı ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde kendisine bir
günah yoktur (Bakara 2/158).”
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8
Âyetlerin iniş sebepleri
(esbâb-ı nüzûl), özellikle
ilahî mesajın hikmetini
elde etmeye katkı
sağlar.
kaynaklandığı için âyet de bir anlamda onlara cevap vermiş olmaktadır. Dolayısıyla
bu âyetten hareketle yenmesi haram olan hayvanları burada zikredilenlerle
sınırlamak doğru değildir. Bunlar dışında da yenmesi yasaklanan yiyecekler ve
içecekler vardır –içki gibi-. Bu ifade bir tavra, kör bir inattan kaynaklanan bir yanlış
davranışa cevaptır. O halde âyet bu çerçevede değerlendirilmeli ve hasr ifadesi
dikkate alınmamalıdır. Belki, sadece bu tavra sahip insanlara bir cevap olarak
kullanıldığında hasr ifade eder, denmelidir.
Aslında bu başlık altında daha pek çok örnek vermek mümkündür. Kur’ân’ın
insan iradesini askıya alıyormuş gibi görünen pek çok âyeti bulunmaktadır ki bu
âyetler esasen belirli bir ortamda, belirli sorulara yahut beklentilere cevap olarak
gelmiştir. O âyetlerin zâhir anlamlarına ısrarla sarılmanın bir anlamı yoktur.
Mesela,
âyeti herhangi bir ilave bilgi olmaksızın müstakillen okunduğu zaman, yaptığı
tasarruflarda hiçbir şekilde bir kayıt altına alınamayan bir Tanrı’dan bahsedildiği
söylenebilir. Nitekim Eş’arî düşüncenin bu tür âyetleri okuması tam olarak bu
şekildedir. Ne var ki bu bakış açısı, Allah’ı tamamen kudret çerçevesinde
değerlendirmekte, ancak O’nun diğer sıfatlarını göz ardı etmektedir. Allah Kahhâr
ve Cebbâr olduğu kadar aynı zamanda Âdil’dir; tıpkı Mu’tezile’nin dediği gibi.
Müntakim olduğu kadar Hakîm’dir; tıpkı Maturîdîlerin dediği gibi. Onun sıfatları
birbiriyle çelişkili bir şekilde anlaşılmamalıdır.
Ontolojik (varlıksal) açıdan ve kudret noktasından yaklaşıldığı zaman elbette
ki Allah mutlak gücün sahibidir ve hiçbir konuda O, herhangi bir şekilde kayıt altına
alınamaz; ancak epistemolojik ve etik anlamda düşünüldüğü zaman Allah Teala’nın
kendisini bizlere tanıtmak, fiilleri hakkında bizleri bilgilendirmek için zatına ait
olmak üzere ve zatına yakışır bir tarzda kendisi için birtakım sıfatlar tayin ettiği,
fiillerinde ahlâkî özü öne çıkardığını beyan ettiği görülür. İyilik yapanlara kat kat
iyilikle, kötülük yapanlara ise sadece misliyle mukabelede bulunacağını söylerken,
adaletten asla şaşmayacağını, bu anlamda vermiş olduğu sözlerin hiçbirinden
caymayacağını bizatihi kendisi ifade etmiştir. Aksi takdirde imtihanın hiçbir
gerekçesi kalmazdı.
O halde yukarıdaki âyetleri nasıl anlamak gerekir?
Bu âyetler, Allah Teala’nın birbiriyle çelişen ifadeler kullandığı anlamına
gelmez. Âyetin siyâkı/bağlamı göz önüne alındığında burada, bir olayın akabinde
“Şüphesiz Allah, yaptığından dolayı sorgulanamaz; fakat onlar
sorgulanırlar (Enbiya 21/23).”
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9
Allah Teâlâ’nın cevaben âyetler gönderdiği anlaşılır. Ortada Allah’a şirk koşan
müşriklerle ilgili bir durum vardır ve müşrikler, O’nun hükümranlığında bulunan yer
ve göklerde, O’nun gibi tasarruflarda bulunan mevhum tanrıcıklardan
bahsetmektedirler. Böyle bir ortamda muhataba verilecek cevap, karşılarında
muazzam bir gücün var olduğunu söylemek şeklinde olmalıdır. Bu güç öylesine
muazzamdır ki istediği her şeyi yapabilir ve hiçbir varlık, müşriklerin tapındıkları
putlar dahi O’na herhangi bir müdahalede bulunamaz; ancak bu Yüce Yaratıcı,
ontolojik anlamda tüm bu muazzamlığına karşın adalet söz konusu olduğunda
zerre kadar kimseye haksızlık yapmamaktadır. Kendi zat, sıfat ve fiillerinin tevhid,
kudret ve adalet sıfatları çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini kullarına beyan
etmektedir; tıpkı şu âyetlerde açıklandığı gibi…
4. Bazı âlimlere göre, âyetlerin nüzûl sebepleri olarak nakledilen hususlardan ders çıkarılması istenen konu ya da konular her ne ise âyet sadece onu anlatmak üzere inmiştir; yani o âyetten, zikredilen o nüzûl sebebindeki konu dışında genel bir hüküm çıkarmak doğru değildir. Mesela,
âyetinin nüzûl sebebi ile ilgili rivayeti böyle değerlendirmek mümkündür. Bu âyete
zıhâr âyeti denmektedir. Rivayetlerde anlatıldığına göre, bu âyetlerin inmesine
sebep olan kadın, Ensâr’dan Evs b. Sâmit’in karısı Havle bint Hakîm bin Sa’lebe idi.
Olay şöyle cereyan etmişti: “Havle’nin kocası olan Evs b. Sâmit -ki Ubâde b.
Sâmit’in kardeşiydi- ihtiyarlamış ve titiz bir yapıya sahip olmuştu. Bir gün karısı
kendisinden bir şey istemiş, o da öfkelenip ‘Sen bana anamın sırtı gibisin.’
deyivermişti. Araplar bu uygulamaya zıhâr derlerdi. Cahiliye âdetlerine göre, bir
adam karısına bu sözü söylerse karısı ona haram olurdu; adam bir daha o kadınla
evlenemezdi. Bu hadise Müslümanlar arasında ilk defa meydana gelmekteydi. Çok
“İçinizden ‘zıhâr’ yapma suretiyle kadınlarından ayrılmağa kalkışan
kimseler bilmelidirler ki: O kadınlar onların anaları değildir; anaları ancak onları
doğurmuş olanlardır. Bununla beraber onlar her halde çirkin ve asılsız bir lakırdı
söylüyorlardır. Mamafih Allah çok affedendir, çok bağışlayandır (Mucâdle
58/2).”
“(Lokman, oğluna verdiği öğütlere devamla şöyle demişti:) Evladım!
Yaptığın iş (iyilik ya da kötülük), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir
kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah
onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah, en ince işleri görüp bilmektedir, her
şeyden haberdardır (Lokman 31/16).”
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10
geçmeden Evs söylediğine pişman olup Havle’ye rücû etmişti. Ne var ki Havle,
Evs’in yanına gelmekten imtina etmiş ve ona; ‘Canımı kudret elinde tutan Rabbime
yemin ederim ki sen o sözü söyledikten sonra, Allah ve Resulü hükmünü verinceye
kadar benim yanıma gelemezsin. Git, Resulullah’a danış.’ demişti. Evs, ‘Ben bunu
Resulullah’a sormaya utanırım.’ cevabını vermişti. Bunun üzerine kadın, ‘Ben gider
sorarım.’ deyip Resulullah’ın huzuruna vardı ve ‘Ya Resulallah! Evs beni eş olarak
seçip evlendiğinde gençtim, çekici idim; ancak yaşım ilerleyip birçok çocuğum
olunca Evs beni anası gibi kıldı ve beni bir başıma bırakıverdi. Eğer bana bir çare
bulup onunla geçinmemi temin edersen, bunu beyan buyur!’ diye talepte bulundu.
Hz. Peygamber de ona; ‘Ben şimdiye kadar bu konuda bir şeyle emrolunmadım,
kişisel görüşümü soracak olursan, senin ona haram olduğunu düşünüyorum.’ dedi.
Havle, ‘Vallahi Evs, talak ifadesini ağzına almadı.’ dedi. Resulullah ise tekrar,
‘Haram olmuşsun’ dedi; ancak kadın, ‘Kurbanın olayım bir daha düşün!’ diye ısrar
etti ve bu hususta Resulullah ile defalarca tartışmada bulundu. Havle daha sonra
da şikâyetini Allah’a arz ederek, ‘Allah’ım yalnızlığımın şiddetinden ve bana zor
gelecek olan ayrılık acısından sana şikâyette bulunuyorum. Küçük çocuklarım var,
onları ona (Evs’e) bıraksam zayi olacaklar, yanıma alsam aç kalacaklar.’ dedi ve
başını göğe kaldırıp ‘Allah’ım sana şikâyet ediyorum, peygamberinin lisanına bir
vahiy indir.’ şeklinde yalvardı. Havle henüz oradan ayrılmamıştı ki hakkında Kur’ân
âyeti nazil oldu. Vahyin şiddeti geçtikten sonra Peygamber (a.s) Efendimiz, ‘Ya
Havle müjde!’ dedi ve arkasından bu âyeti okudu. Bunun üzerine Resulullah,
kadının kocasını çağırttı, ‘O yaptığın yeminle kastın ne idi *Neden böyle anlamsız bir
iş yapıyorsun ki+?’ diye onu kınadı. Evs de ‘onun kefareti var mı?’ dedi.
Peygamberimiz; ‘Bir köle azat etmeye gücün yeter mi?’ diye sordu. Evs, ‘Hayır,
vallahi ya Resulullah ona gücüm yetmez; malımın hepsi gider. Köle pahalıdır,
benimse malım azdır.’ dedi. Hz. Peygamber de ‘Ona gücün yetmezse iki ay peş
peşe aralıksız oruç tutabilir misin?’ buyurdu. Evs, ‘Hayır, vallahi ben günde üç kere
yemezsem gözümün feri kaçar.’ dedi. Hz. Peygamber, ‘O halde altmış fakiri
doyurabilir misin?”‘ diye sordu. Buna karşılık da Evs, ‘Hayır, vallahi buna da gücüm
yetmez. Eğer bana yardımda bulunursan, o zaman olabilir.’ dedi. Resulullah da
‘Ben sana on beş sa’ (on beş bin dirhem) yardımda bulunurum ve bereketi için de
dua ederim.’ dedi ve bu şekilde aralarını düzeltti.”
Hz. Aişe’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “İşitmesi seslerin hepsini ihata
eden O Allah ne büyüktür ki kadın Hz. Peygamber’e halini arzederken o kadar
yavaş konuşuyordu ki yanlarında olduğum halde ben bile söylediklerinin bazılarını
duyamıyordum. O, Resulullah’a kocasından şikâyet ediyor; ‘Ya Resulullah
gençliğimi yedi, karnım ona saçıldı *ona çocuklar doğurdum+. Nihayet yaşım
ilerleyip çocuktan kesildiğim zaman bana zıhâr yaptı, Allah’ım sana şikâyet
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11
ediyorum.’ diyordu. Kadın daha yerinden ayrılmamıştı ki Cebrail zıhâr âyetlerini
getirdi.
Şimdi, bu âyetle ilgili nüzûl sebebinin, tahsis ifade ettiği, yani sadece Evs ve
Havle hakkında olduğu söylenmiştir. Bu görüşte olan âlimlere göre, âyetteki
hükmün diğer insanlar için geçerli kılınması, ancak kıyas yoluyla mümkün
olmaktadır; yani bu âyet özel olarak sadece Evs ile Havle’yi anlatır; ancak buna
benzer olaylar hakkında hüküm verirken bu âyetin hükmünü o olaylara teşmil
etmeyiz. Âyetin hükmünü gerektiren şartları ortaya koyarak bu şartlara kıyasla yeni
olayları çözeriz.
5. Herhangi bir âyet kimi zaman bir şahıs hakkında inmiş gibi değerlendirilebilir; oysa esasen âyet o şahıs hakkında inmemiştir. Nüzûl sebebi bilindiği zaman bu tür yanlış yönlendirmelerin önü kesilmiş olur. Mesela,
âyetini Mervân, Hz. Aişe’nin kardeşi Abdurrahman hakkında inmiş biliyordu.
Rivayete göre, Mervân bir gün mescitte hutbe verirken “Ben Müminlerin Emiri’nin,
yani Muâviye’nin Yezid’i halife tayin etmesi hakkındaki görüşünü yerinde
buluyorum; çünkü Ebu Bekir de yerine halife bıraktı, Ömer de…” demişti. Bunun
üzerine Abdurrahman b. Ebî Bekir; “Yani krallık mı? Vallahi Ebu Bekir onu ne
çocuklarından birisi için yapmıştı ne de ailesinden birisi için. Muâviye ise sırf oğluna
bunu uygun gördü” dedi. Mervân; “Sen, ‘Ana ve babasına üf diyen kimse’ değil
misin?” dedi. Abdurrahman da; “Sen Resulullah’ın lanetlediği melunun oğlu değil
misin?” dedi. Hz. Aişe bu olaydan haberdar oldu. Mervân’a; “Sen Abdurrahman’a
şöyle mi dedin? Yalan söylemişsin. Vallahi o âyet onun hakkında inmedi; isteseydim
kim hakkında indiğini söylerdim” dedi.
Sebeb-i Nüzûl Konusunda Karşılaşılan Bazı Problemler
1. Nüzûl sebepleri her ne kadar özel olsa da bunların hükümlerinin genele açık olduğu kimi zaman unutulabilmektedir. Mesela,
“Ana ve babasına: ‘Öf be size! Benden önce nice nesiller gelip geçmişken,
beni mi tekrar dirilmekle tehdit ediyorsunuz?’ diyen kimseye, ana ve babası
Allah’ın yardımına sığınarak: ‘Yazıklar olsun sana! İman et. Allah’ın vaadi
gerçektir’ dedikleri halde o; ‘Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir’
der (Ahkâf 46/17).”
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12
âyeti Taberî‘ye göre, Ehl-i Kitap kâfirlerini anlatmak için inmiştir; ancak bu âyetin anlam içeriği, onları olduğu kadar bu davranış kalıbını sergileyen bireyleri ya da toplumları da ihata eder. Elbette Taberî, bu âyetin özel olarak söz konusu inkârcılar hakkında indiğini söylüyorsa da bu davranış tarzına sahip olan daha başka grupların bu âyetin muhatabı olmadığını söylemek istememektedir; ancak kabul etmek gerekir ki âyeti bu şekilde özel bir gruba has kılmak, bir süre sonra âyetlerin zengin anlam içeriklerinin kaybolmasına yol açmakta ve Kur’ân’ın her döneme hitap eden evrensel diline halel getirmektedir.
Esasen Kur’ân’daki her âyet için durum böyledir; âyetlerin
tarihsel/durumsal bir anlam sahası olduğu gibi tarihsel/durumsal formlarının
evrensel mesajları da vardır. Hatta açık bir şekilde belirli tarihlere ve belirli
toplumlara işaret eden âyetler için bile durum farklı değildir. Mesela,
âyetinde Taberî şöyle demektedir: “Allah Teâlâ, Cumartesi günü yasağını çiğneyerek taşkınlık yapan kimselere verilen cezayı kendisini inkâr eden kâfirler için değil, özellikle kıyamete kadar gelecek olan muttakiler ve müminler için bir öğüt ve bir ibret kılmıştır.”
2. Bazen bir âyetle ilgili birden fazla nüzûl sebebi nakledilebilir. Mesela,
âyetinin sebeb-i nüzûlünün, kimi âlimler Habeşistan’a giden 40 Müslüman kimileri Yahudilerden iman edenler kimileri de sahâbe-i kirâm hakkında olduğunu söyler.
3. Nüzûl sebepleri kimi zaman oldukça abartılı hikâyeler de anlatır. Öyle ki bu hikâyeler, Müslümanların hayata bakışlarını derinden etkiler. Mesela,
“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler(den bazısı) onu, hakkını gözeterek
okurlar (Bakara 2/121).”
“Andolsun ki sizler içinizden cumartesi gününde haddi tecavüz edenleri
elbette bilmişsinizdir. Biz de onlara ‘Sefil, hakîr maymunlar olunuz’ demiştik.
Artık bunu o zamandakilere ve ondan sonrakilere bir ibret, muttakiler için de bir
öğüt kıldık (Bakara 2/65-66).”
“Tevrat’ta onlara şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa
kulak, dişe diş (karşılık ve cezadır). Yaralar da kısastır (Her yaralama misli ile
cezalandırılır). Kim bunu (kısası) bağışlarsa kendisi için o kefaret olur. Kim
Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerdir (Mâide 5/45).”
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13
Âyetlerin iniş sebepleri
(esbâb-ı nüzûl), tarihte
kimi zaman art niyetli
yorumcular eliyle
istismar edilmiştir.
âyetiyle ilgili İbn Kesîr’in şu izahatı ne kadar da yerindedir: Ebu’l-Esved’den nakledildiğine göre, iki adam bir olay sebebiyle Hz.
Peygamber’in hakemliğine başvururlar. Peygamber efendimiz onlara konuyla ilgili hükmünü beyan etse de adamlardan biri bunu beğenmez ve meseleyi bir de Hz. Ömer’e götürmeyi teklif eder. İkisi de Ömer’e giderek durumu anlatırlar. Ömer, Hz. Peygamber’in ardından bu adamların kendisine geldiklerini öğrenince adamların kapıda beklemelerini söyler ve içeriden aldığı bir kılıçla geri dönerek ‘bu meseleyi bir de Ömer’e soralım’ diyen adamı öldürür. Diğeri canını zor kurtararak Peygamber’e gelir ve olan biteni anlatır. Hz. Peygamber adamı dinledikten sonra; ‘Ömer’in bir Müslüman’ı katledebileceğini hiç tahmin etmezdim’ der. İşte tam bu esnada (Ömer’i temize çıkaran) bu âyet nazil olur. İbn Kesîr bu haberi zikreder ve ardından garîb, mürsel bir eserden ibaret olduğunu söyleyerek senetteki İbn Lehîa’nın zayıf bir ravi olduğunu ifade ederek rivayetin çok da makbul addedilemeyeceğini anlatmaya çalışır.
4. Nüzûl sebeplerinin kendi muhtevası içinde bazı karışık ve izahı güç meseleler de bulunmaktadır. Bazı âyetlerin sonraki dönem fırkalarını anlatmak üzere indiğine dair tefsirlerde çeşitli örnekler bulmak mümkündür. Mesela,
âyetinin nüzûl sebeplerinden birisinin de Kaderiyye ilgili olduğu rivayet edilmiştir ki
bunu kabul etmek mümkün değildir; çünkü Kaderiyye sonraki dönemin bir fırkası
olup âyetin indiği dönemde esamileri okunmamaktadır. Gerek nüzûl sebeplerine
“Şüphesiz suçlular bir sapkınlık ve çılgınlık içindedirler. O gün yüzüstü
ateşe sürüklendiklerinde ‘Cehennemin elemini tadın!’ denilecektir onlara.
Muhakkak ki Biz her şeyi bir kader (muayyen bir ölçü) ile yarattık. Bizim
buyruğumuz, bir anlık bakış gibi bir tek sözden başka bir şey değildir. Andolsun
ki Biz, sizin benzerlerinizi hep helâk ettik. Düşünüp ibret alan yok mu? Yaptıkları
her şey kitaplarda (amel defterlerinde) mevcuttur. Küçük ve büyük, her şey satır
satır yazılmıştır. Allah’ın emirlerine titizlikle bağlananlara (muttakilere) gelince,
onlar cennetlerde ırmak başlarında olacaklardır. Onlar, (istedikleri her şeyi
kendilerine vermeye) gücü yeten bir hükümdarın yanında gerçek bir makamda
olacaklardır! (Kamer 54/47-55).”
“Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni
hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın
(onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar (Nisa 4/65).”
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14
vukufsuzluk ve gerekse bu türden kasıtlı tahrifler, fırkaların oluşmasına zemin
hazırlamıştır.
5. Bazen sebeplerde tarihi uyuşmazlıklar göze çarpar. Bunlar tahkik edilmeden tefsir kitaplarına girmiştir. Kimi zaman Mekkî içerikli olan bir âyet ya da sûreye Medenî, Medenî içeriğe sahip bir âyet ya da sûreye ise Mekkî denilebilmiştir. Kimi zaman da aynı âyet hakkında iki farklı nüzûl sebebi zikredilir; nitekim elimizdeki nüzûl sebebi rivayetlerinin azımsanmayacak bir kısmında bu tür problemler vardır.
Bu Problemlerle Karşılaşıldığında Şu Yollara Başvurulabilir
1. Rivayetlerden, sahih olanı alınır. 2. Her iki rivayet de sahihse tercih sebebi aranır. 3. Tercih sebebi de yoksa rivayetlerin arası cem’ edilir. 4. Üç yol da mümkün değilse âyetin mükerrer indiği ya da önemine binaen
ileriki yıllarda bir başka hadise münasebetiyle tekrar gündeme geldiği düşünülebilir.
Kur’ân’ı Anlamada Nüzûl Sebeplerinin Vazgeçilmezliği Üzerine Bir
Mülahaza
Sebeb-i nüzûl konusunda iki ana yaklaşıma tanık olmaktayız: Bunlardan ilki,
Kur’ân’ın anlaşılmasında esbâb-ı nüzûlü vazgeçilmez derecede önemli konuma
Bir
eyse
l Et
kin
lik
• Kur’ân’ı anlama ve yorumlama iddiasıyla medyada programlar düzenleyenlerin esbâb-ı nüzûl rivayetleri gibi tarihsel tanıklıkları istismar edip etmedikleri konusunu araştırınız.
Tart
ışm
a • Esbâb-ı nüzûl rivayetlerinin Kur’ân’ı daha geniş anlamaya engel olduğu iddiasını, karşıt görüş sahiplerini de dikkate alarak tartışınız.
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15
Esbâb-ı nüzûl, Kur’ân’ın
anlaşılmasında mutlak
bir unsur değildir;
anlamı yakalamaya
yardımcı bir unsurdur.
getiren ve böylelikle ikisi arasındaki ilişkiyi; şart-meşrût, lâzım-melzûm
kategorisinde gören anlayıştır. Örneğin, bu ilme dair müstakil bir eser de telif eden
Vâhidî, nüzûl sebepleri anlaşılmadan bir âyetin tefsirinin yapılamayacağını ifade
eder. Yine bir başka rivâyete göre İbn Sîrîn, Ebû Ubeyde’ye bir âyetin tefsirini
sorduğunu, onun; “Allah’tan korkmaz mısın! Kur’ân âyetlerinin ne hakkında
indirildiğini bilenler gitti.” şeklinde cevaplandırdığını söyler.
İkinci grup ise sebeb-i nüzûlü, Kur’ân’ın anlaşılmasındaki yardımcı ögelerden
biri olarak görmektedir. Bu ögenin önemi konusundaki görüşler farklı tonlarda olsa
bile, neticede ikili arasındaki ilişki sadece birinin diğerine yardımcı olarak
bulunması ya da sebeb-i nüzûlde anlatılan olayın, Kur’ân-ı Kerîm’in muhtemel
anlamlarından birisine tevcih edilmesi şeklindedir. Doğrusu esbâb-ı nüzûl
rivâyetlerinin bu bağlamda değerlendirilmesi son derece makuldür.
Sebeb-i nüzûlün, anlamı yakalamaya yardımcı unsur olduğunu İbn Dakîk el-Îd
gibi kimi âlimler daha önce dile getirmiş ise de bu iddiayı belki de ilk defa güçlü
olarak seslendiren kişi İbn Teymiyye’dir. O, ortaya koyduğu bu görüşüyle sebeb-i
nüzûl konusunda Kur’ân’ın ruhuna uygun bir tercihte bulunmuştu; çünkü her
şeyden evvel Kur’ân-ı Kerîm’in “mübîn” oluşu bunu gerektirmektedir. Malum
olduğu üzere “mübîn” kelimesi, Arapçadaki sarf kuralları gereği hem “açıklayıcı
olan (mübîn)” hem de “açıklanmış olan (mübeyyen)” anlamlarına gelir.
Binaenaleyh, kendi kendisine yeterli olan bir Kitab’ın, mesajını iletme açısından bir
başka açıklayıcıya vazgeçilmez derecede ihtiyaç duyması, pek makul
gözükmemektedir. Ayrıca, eğer Kur’ân-ı Kerîm’in açıklanması noktasında herhangi
bir unsur vazgeçilmez derecede önemli olsaydı, bu unsurun mutlaka Kur’ân’da yer
alması gerekirdi. Dolayısıyla böyle bir iddia, sebeb-i nüzûlün olmadığı bir yerde ya
da Kur’ân âyetlerinin içeriklerine işaret eden olguların bulunmadığı zeminlerde,
Kur’ân’ın tek başına, lafzî manaya vâkıf olan herhangi bir muhatabı için bir anlam
ifade etmeyeceği yargısını içerir.
Kur’ân âyetlerinin nüzûl sebeplerine dair elimizdeki rivayetler de gerçekte
çok fazla değildir. Kur’ân’ın takriben % 10’u kadarı hakkında esbâb-ı nüzûl
rivayetleri mevcut olup bunların ancak yarısı kadarı sahih rivayetlerden
oluşmaktadır. Dolayısıyla Kur’ân âyetlerini tarihsel bağlamlara hapsetmek isteyen
tarihselci düşünceye bu durum ciddi bir karşı görüş olarak değerlendirilebilir.
Üstelik nüzûl sebepleri olarak anlatılan pek çok olay bizzat Hz. Peygamber’in bu
olaylarla bunları ilgilendiren âyetlerin ilişkisini anlatan rivayetler şeklinde değildir.
Kahir ekseriyeti sahâbenin ya da tabiûnun, söz konusu olaylarla bu olayları
ilgilendiren âyetler arasında kurdukları ilişkileri anlatır.
Esasen Kur’ân, Allah’ın bir ziyafet sofrasıdır; bu sofraya hangi köşesinden
oturulursa oturulsun, kendisine buyuranların gönüllerini ve ruhlarını doyuran bir
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16
menbadır. Hâkim’in el-Müstedrek adlı eserinde Abdullah İbn Mes’ûd kanalıyla
şöyle bir hadis nakledilir:
Kur’ân âyetlerinin belli tarihsel olaylar üzerine indiğini ve bu olaylar
bilinmeden söz konusu âyetlerin kesinlikle anlaşılamayacağını söylemek, Kur’ân’ın
kıyamete kadar devam edecek ilkelerinin anlaşılmasını belli dönemlere hasretmek
anlamına gelir. Bu da Kur’ân’daki hükümlerin ancak muayyen tarihî şartların
belirleyiciliği altında anlaşılabileceğini iddia etmek olur. Bir sonraki adımda ise bu
hükümlerin ancak o hükümlerin inmesine sebep olan olaylar olması durumunda
geçerli olabileceği savunulmaya başlanır. Nitekim Kur’ân’ı anlamada tarihselci
düşünceyi öne çıkaranlar, bir kısım Kur’ân âyetlerindeki hükümlerin, ancak aynı iniş
şartlarının bulunması durumunda geçerli olacağını savunurken sebeb-i nüzûlleri
delil göstermektedirler. Bu düşüncenin tutarlı bir düşünce olup olmaması bir yana,
bir kutsal kitaba inanan kimse için böyle bir düşünceyle kitabına yaklaşmasının
kesinlikle makul olmadığı herkesin kabul edebileceği bir gerçektir. İnsan elinin eğip
bükmediği bir Kur’ân söz konusu olduğunda, böyle bir düşüncenin ne kadar abes
olduğunu tartışmaya dahi gerek yoktur.
Eserler: Ali b. el-Medînî, Esbâbu’n-Nüzûl el-Vahidî, Esbâbu’n-Nüzûl Muhammed b. Es’ad el-Irâkî, Esbâbu’n-Nüzûl Celâluddîn es-Suyûtî, Lubâbu’n-Nukûl fî Esbâbi’n-Nüzûl
“Bu Kur’ân, Allah’ın bir ziyafet sofrasıdır; o halde bu sofradan gücünüz
yettiğince istifade edin. Yine bu Kur’ân, Allah’ın ipi, apaçık bir nur ve
anlamlı/fayda veren bir şifadır. Kendisine sarılanlar için bir sığınak, peşinden
gidenler için bir kurtuluş vesilesidir. (Ona sarılanlar) eğilmezler ki doğrulsunlar,
yoldan çıkmazlar ki tövbe edip af dilesinler. Kur’ân’ın hayranlık uyandıran
yanları bitip tükenmez, çokça okunmak sebebiyle eskiyip değerini yitirmez.
Onu okuyunuz; çünkü Allah onu okumanız karşılığında size, her bir harfe
karşılık on ecir olmak üzere mükâfat verir. Dikkat ediniz! الم bir harftir
demiyorum; aksine ا (bir harf olup ona karşılık Allah’ın vereceği ecir) ondur, ل
(bir harf olup ona karşılık Allah’ın vereceği ecir) ondur, م (bir harf olup ona
karşılık Allah’ın vereceği ecir) ondur.”
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17
MEKKÎ VE MEDENÎ SÛRELER
Hz. Peygamber’in Mekke dönemi takriben 13 yıl; Medine dönemi ise 10
yıldır. Genel olarak ilk 13 yıllık süreçte nâzil olan âyet ya da sûrelere Mekkî âyetler
ya da Mekkî sûreler, son 10 yıllık sürede nâzil olanlara ise Medenî âyetler ya da
Medenî sûreler denir; buna rağmen Mekkî ya da Medenî sûrelerin hangi sûreler ya
da âyetler olduğu hususunda ulema ihtilaf etmiş ve farklı bakış açıları ile şu
tasnifler gündeme gelmiştir:
1. Vahyin nazil olduğu mekân itibarıyla yapılan taksim: Buna göre, Mekke’de nazil olanlar Mekkî, Medine’de nazil olanlar Medenîdir. Mina, Arafat ve Hudeybiye gibi yerlerde nâzil olanlar Mekkî; Bedir ve Uhud gibi yerlerde inenler ise Medenîdir. Seferlerde inen sûreler de bulunduğu için bu tarif kapsamlı bir tarif olarak görülmemiştir.
2. Muhataplar dikkate alınarak yapılan taksim: Buna göre, “Ey iman edenler” diye başlayan âyetleri ihtiva eden sûreler Medenî, “Ey insanlar” diye başlayan âyetleri ihtiva eden sûreler Mekkî’dir. Bu da kapsayıcı bir tanımlama
değildir; çünkü Nisa sûresi الناس ايها يا diye başlar ve Medenîdir. امنوا الذين ايها يا âyetini ihtiva eden Hac sûresi ise Mekkî’dir.
3. Hicret nazar-ı itibara alınarak yapılan taksim: Buna göre, hicrete kadar inen sûreler Mekkî, ondan sonra inenlerse Medenî’dir. Meşhur ve kapsamlı olan ve ulema arasında en çok tutulan görüş de budur.
Bu arada Mekkî ve Medenî sûrelerin sayısı hakkında da ihtilaf
bulunmaktadır. Genelde 86 tanesinin Mekkî, 28 tanesinin de Medenî olduğu kabul
edilir; ancak bu kabul çok da doğru değildir. Mesela, Ubeyy b. Kâ’b 87 sûrenin
Mekkî, 27’sinin Medenî olduğunu söyler. İbnu’l-Hassâr’a göre, 20 sûre ittifakla
Medenî, 82 sûre ittifakla Mekkî olup 12 sûre hakkında ihtilaf vardır.
Sûrelerin Mekkî ya da Medenî oluşuna dair mushaflarda bilgi verilmesi de
yeni bir uygulamadır. Mısır’da h. 1342 yılında Kral I. Fuad tarafından basılan
Kur’ân-ı Kerim nüshasında her sûrenin başında Mekkî ya da Medenî olduğu, Mekkî
sûrelerde Medenî, Medenî sûrelerde Mekkî âyetlerin bulunup bulunmadığı,
sûrenin hangi sûreden sonra indiği ve kaç âyetten oluştuğuna dair bilgiler
verilmiştir.
Mekkî ve Medenîyi Bilmenin Faydaları
Mekkî-medenî ayırımı, ihtilaflı gibi görünen iki ya da daha fazla âyetten,
nâsih olanları mensûh olanlardan ayırt etmekte kullanılır. Medenî âyetlerin daha
sonra nazil olduğu göz önüne alınırsa Mekkî âyetleri neshetmiş olabilecekleri
düşünülür.
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18
Mekkî-Medenî bilgisi
bizlere, Arap
toplumundaki zihniyet
değişiminin bir
haritasını sunar.
Genel olarak şer’î kuralların gönderilme ve uygulama tarihi bilinmiş olur ve
âyetlerin toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda nasıl uygulanması gerektiğine dair bir
yöntem bilgisi elde edilir. Âyetlerin belirli aşamalarda inmiş olması, tedricilik
ilkesinin Kur’ân’ı doğru anlamada mutlaka dikkate almamız gereken bir prensip
olduğunu gösterir.
Mekkî-Medenî’yi bilmek Kur’ân’ın hiçbir şekilde değişikliğe uğramadan
günümüze kadar geldiğini ispat etmeye katkı sağlar. Kur’ân hakkında ileri geri
konuşan art niyetli insanlara bu bilgiler sayesinde susturucu cevaplar verilir.
Mekkî ya da Medenî sûreler dediğimizde birçok hususa işaret eden bir söz
söylemiş oluruz. Mesela, bu sûrelerin üslupları birbirinden önemli ölçüde farklıdır.
Mekkî sûrelerde kısa, vurucu cümleler vardır. Tabir caizse bu sûreler dinleyenleri
bir anda çarpan, sarsan ve muhatapları, o an içinde bulundukları her türlü
meşgaleden uzaklaştırıp sadece Kur’ân’a dikkat kesilmeye sevk eden âyetlerdir. Ne
var ki bu konu özelinde sadece bir üslup farklılığından bahsetmiş olmayız; Mekkî ya
da Medenî sûreler arasında muhteva itibarıyla da önemli farklar bulunur. Peki,
sûrelerdeki zamana bağlı bu değişimin temelde sebebi nedir?
Bir toplumun sosyokültürel dokusunu var eden ve bu dokunun hayatta
kalmasını sağlayan çeşitli mekanizmalar bulunur. Bu mekanizmaların en geniş
anlamda adı, paradigmadır. Paradigmalar, bir toplumun inancını, örfünü,
folklorunu, şiirini, nesrini, masallarını; korkularını, sevinçlerini, kederlerini velhasıl
o toplumu toplum yapan bütün değerleri, tutum ve davranışları belirleyen bir
kolektif bilinç hüviyetindedir. İşbu kolektif bilinç ya da bu paradigma, bir anlamda o
toplumun ruhudur. O ruhu taşımayan bir toplumun, belirli bir düzen içerisinde
belirli bir hedefe yürümesi mümkün değildir.
Toplumlar bu düzeni oturtmak için uzun bir süre iç karışıklıklar, hiç bitmeyen
çekişmeler yaşarlar ve tüm bu süreçlerde kolektif bilince ulaşma yolunda, ‘birbirine
karşıt fikirler yürütmek yoluyla tartışmak’ anlamına gelen diyalektikler geliştirirler.
Bu diyalektikler çok kolay gelişmedikleri gibi bir anda yok da olmazlar. Her toplum,
uzun mücadeleler sonucunda elde ettiği diyalektiği koruma refleksi ile yaşar.
Sosyolojik anlamda bir diyalektiğin gelişmesi için takriben üç kuşaklık (75 yıl) bir
zaman dilimi gerekir. Bu sürenin altında şahit olunan köklü değişimler, ya
toplumdaki bu ortak ruhun zayıf olmasıyla ilgilidir ya da topluma kazandırılan yeni
ruhun oldukça güçlü argümanları vardır.
Kur’ân’ın indiği toplumda bu değişim takriben bir kuşak sonra her yanı
egemenliği altına almıştır. Elbette değişimin çok erken bir sürede gerçekleştirilmiş
olması yetmez; çünkü tarihte zorun oyunu bozduğu sık görülen bir husustur.
Önemli olan bir değişimin süreklilik arz eden bir yapıya kavuşabilmesidir.
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19
Kur’ân’ın indiği dönemdeki Mekke toplumunda herkesin tâbi olduğu çeşitli
toplumsal kurallar, kurumlar ve tüm bunları perde arkasından organize eden bir
toplumsal ruh, kolektif bilinç, paradigma, diyalektik mevcut idi. Varolan bu yapıya
hiçbir müdahalede bulunmadan kendi köşenizde oturarak yaşamanız elbette
mümkündü; ancak varlık, bilgi, ahlak ve estetiğe dair küllî bir sistem olduğunu iddia
eden İslam’ın, Mekke’deki mevcut yapı ile karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdı.
300 küsur putun koruyup kollamasıyla hayatlarını sürdürdüklerine
inanagelmiş bir topluma tek bir ilahın var olduğunu ve O’nun her şeye gücünün
yettiğini anlatmak, suları tersine akıtmakla eş anlamlıydı. Nitekim Hz. Peygamber’in
tek ilaha çağrısı, müşrik akrabalarının hayretler içerisinde kalmalarına sebep
olmuştu:
Nihayet statükonun sorgulanmaya başlanması, beraberinde tehlikeleri de
getirirdi ve bu tehlikeler için bedeller ödenmesi gerekti. Müslümanların çektikleri
acıların pek çoğu, mevcut yapıyı kökünden sarsan bu iddiaları sebebiyle olmuştur.
Kur’ân vahyinin ulaşması gereken birinci hedefi, söz konusu toplumsal yapıyı
kuran ve muhafaza eden dile dair bir şeyler söylemesiydi; diğer bir ifadeyle
tebliğde kullanılacak dilin, muhatapların anladığı dilde inşa edilmesiydi. İnen ilk
âyetleri incelediğimizde, o dönemin söz ustaları olan Arapları bir anlamda şoke
Bir
eyse
l Et
kin
lik
• Aktüel Kur’ân yorumlarında Kur’ân’ın bütüncül bir gözle okunup okunmadığı ve âyetlerin genel maksatlarının dikkate alınıp alınmadığı konusu üzerinde düşününüz.
“Sâd (ve benzeri harflerden, kendi dilinizden Arapça bir kitaptır bu)! Öğüt
ve uyarı yüklü bu Kur’ân’a andolsun! Evet, inkârcılar bir büyüklenme ve bir
isyan içindedirler! Hâlbuki onlardan önce nice kuşakları yok ettik. Yalvardılar;
ama artık kurtuluş zamanı geçmişti! Onlar, kendilerine kendilerinden bir
uyarıcının gelmesine şaşıp kaldılar. Evet evet o inkârcılar şöyle dediler: ‘Bu, olsa
olsa bir büyücü, bir yalancıdır! O kadar tanrıyı tek bir tanrı mı yapmış? Bu
gerçekten şaşılacak bir şey!’ (Sâd 38/1-5)”
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20
eden bir edebî ziyafet sofrası ile karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Şayet ilk etapta
böyle bir dil kullanılmamış olsaydı, Arap toplumunun dikkatini bu yeni oluşuma
çekmek herhalde kolay olmazdı.
Bu hedefin tutturulmasının ardından sıra ikinci hedefi tutturmaya gelmişti;
mevcut paradigmaların sarsılması ve yeni paradigmanın temellerini oluşturan inanç
esaslarının tespiti…
Mekkî sûrelerde inanç konularının öne çıkmış olması, yeni sistemin mevcut
sistemle çatışması sebebiyledir. Arapların sayısal anlamda hiç de göz korkutmayan
bu yeni inanç mensuplarından irkilmelerinin gerçek nedeni de burada gizlidir. Bu
teşebbüs, duvarları sıkı bir şekilde asırlardır örülegelmiş mevcut paradigmaya
yöneltilen ilk güçlü, karakterli eleştiridir. Nitekim buna gösterilen tepkilerden de
anlaşıldığı kadarıyla yapılan teşebbüs hiç de hafife alınmayacak bir teşebbüstür.
İnsanların, kendilerini ifade ederken bu tür metafizik varlıklarını da ortaya koyarak
güç gösterisinde bulundukları bu süreçte ال اله اال هللا demek, son derece etkili bir söz
söylemek anlamındaydı. Mevcut toplumun inandığı tanrılara bu şekilde meydan
okuma, cüretkâr bir meydan okumaydı.
Arap dilinde nekre (belirsiz) isimlerin başına gelen olumsuzluk edatlarından
biri olan ال edatı, başına geldiği ismin türü ve cinsi altında her ne varsa bütünüyle
nefyeder ve “hiçbir” anlamında kullanılır. Dolayısıyla 300 kadar tanrının
varolduğuna, her kabilenin ortalama 4 putunun olduğu ve insanların bu putlara
bütün kalbiyle iman ettiği bir toplumda “Allah’tan başka hiçbir tanrı yoktur!”
demek, cidden sarsıcıdır. Bu sözü söyleme gücü, gerçekten de bir tek İlah olan Allah
dışında kimin ya da neyin haddinedir?
Riba (faiz) konusundaki paradigmalar da öyleydi. Bütün toplumun ticareti
ribaya dayanmaktaydı. Öyle ki o toplumda riba, ticaretin vazgeçilmez bir
unsuruydu. “Ticaret ile riba ayrı düşünülemeyecek kadar iç içe geçmiş iki olgudur”
diyen bir toplumdan, riba alıp vermenin Allah’a savaş açmak anlamına geldiği bir
topluma dönüşmek, sıradan bir söylemin ya da ilahî rehberliği olmayan bir faninin
başaracağı bir iş değildi. Onlar için tabiî bir olayda harikuladelik neyse, ticarî bir
meselede faizin yok sayılması da oydu; bu zihniyetin değişmesi için tam 23 yıl
geçmesi gerekmişti.
Üçüncü hedef ise inançta birliği temin etmiş olan bu toplumun iç
problemlerine yönelmektir ki Medenî sûrelerin içerik ve üslubu bu doğrultuda
gelişmiştir. Zekât gibi, haram yiyecekler gibi, aile gibi, faiz gibi konuların tamamı bu
dönemde ele alınacak olan konulardandır. Dikkat edilirse bu dönem,
Müslümanların artık rahata erdiği, çeşitli ailevî bağların kurulduğu ve toplumsal
hayatın gereği olan müesseselerin temelinin atıldığı bir dönemdir.
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21
Hülasa Mekkî ya da Medenî sûreler dendiği zaman basitçe tarihî bir nüzûl
sürecinin gözden geçirilmesinden değil, köklü bir zihniyet dönüşümünden
bahsedildiğinin bilinmesi gerekir.
Mekkî sûrelerde Olup Medenî Sûrelerde Olmayan Özellikler
1. Âyetleri içinde (كال) lafzının geçtiği sûreler.
2. İçinde secde âyetleri bulunan sûreler. 3. Bakara ve Âl-i İmran sûreleri hariç; hecâ harfleriyle (hurûf-ı mukattaa) başlayan sûreler. 4. Bakara hariç; içerisinde peygamberler, geçmiş milletler ve Âdem ile İblis kıssasının geçtiği sûreler. 5. Nisa sûresi bazı istisnalar hariç; içerisinde الناس ايها يا ibaresi geçen sûreler Mekkî sûrelerdir.
Mekkî Sûrelerin Dikkat Çeken Bazı Yönleri
Âyet ve sûreler kısa, ifadeler vecizdir.
Allah’a, ahirete, imana davet bulunur; cennet-cehennem tasvirlerine bolca yer verilir.
İyi ahlâka sarılmayı ve istikameti teşvik eden sûrelerdir.
Müşriklerle mücadele eden ve şirki çürüten sûrelerdir.
Arap dilindeki üsluba riayetle yer yer kasemlerin bulunduğu sûrelerdir.
Medenî Sûrelerde Olup Mekkî sûrelerde Olmayan Özellikler
1. Hadlere dair hükümleri, miras paylarını ihtiva eden sûrelerdir. 2. Cihada izin veren ve cihad hükümlerini ihtiva eden sûrelerdir. 3. Ankebût hariç; içinde münafıklardan bahsedilen sûrelerdir. 4. Ehl-i Kitapla mücadele edip onları hidayete çağıran sûrelerdir.
5. Hac sûresi hariç; يا ايها الذين امنوا diye başlayan sûreler Mekkî sûrelerdir.
Tart
ışm
a • Günümüz modern toplumuyla cahiliye dönemi Arap toplumunun Kur’ân’a yaklaşımı arasında benzerlik bulunmadığı iddiası makul bir iddia mıdır?
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22
Kur’ân’ın bütüncül bir
bakışla okunması,
âyetlerin yorumunda
tefsir kaynaklarının
sıklıkla içine düştüğü
rivayet kaynaklı
problemleri çözme
imkânı verecektir.
Medenî Sûrelerin Dikkat Çeken Bazı Yönleri
Bu sûreler, şer’î kurallara sıklıkla yer verirler ve bunların uygulanmasına ilişkin bilgiler içerir.
İbadetler, muameleler ve cemiyet ilişkilerini ele alır.
Yasamacı bir dili bulunan, sakin ve hâkim üsluptaki sûrelerdir.
Dinî hakikatlere dair delilleri detaylı bir şekilde anlatır.
Ehl-i Kitap’ı İslam’a davet eder, münafıkları ikaz eder, müminleri ise istikamet sahibi olmaya çağırır.
MEKKÎ-MEDENÎ KONUSUNDA KARŞILAŞILAN
PROBLEMLER
Mekkî-Medenî konusunda bazı problemler bulunduğuna da işaret etmek
gerekir. Kur’ân’daki sûrelerin bazen tamamen Mekkî bazen de tamamen Medenî
olması mümkündür; ancak kimi zaman da Mekkî sûrelerde Medenî, Medenî
sûrelerde Mekkî âyetler bulunabilir. Kabul etmek gerekir ki tarihsel bilgilerle bu tür
tespitlerde bulunmak çok kolay değildir. Kaldı ki hem Mekkî bir sûrede bir âyetin
Medenî olduğunu söyleyenler hem de Medenî bir sûrede herhangi bir âyetin Mekkî
olduğunu söyleyenler çoğu zaman bu konuda kati bilgi sahibi değildirler.
Gerek Türkiye’de gerekse Batı’da bazı ilim adamları tarihselci düşüncenin de
etkisiyle Kur’ân’ı tefsir ederken bu tür tarihsel tespitlerin son derece önemli
sonuçları olacağını söylemektedirler ki biz de aynı kanaatteyiz; ancak burada şunu
unutmamalıyız: Mekkî-Medenî konusu Kur’ân’ın indiği dönem açısından son
derece önemli olmakla beraber bugün için söz konusu dönemi tam olarak bilme
imkânımız neredeyse hiç yoktur. En ciddi kaynaklarda bile bu konudaki rivayetler
ilmî bir neticeye ulaşmaya imkân vermeyen sayıda ve keyfiyettedir. Belki Arabî
ilimlerde ve tefsir sahasında mütebahhir ilim adamları, sûrelerin ve âyetlerin ifade
özelliklerinden hareketle yeni tespitler yapabilirler; ancak bu, hem yüksek düzeyde
dil ve din bilgisine sahip olmayı gerektirir hem de uzun süreli bir çalışmaya ihtiyaç
duyar. Üstelik yapılan tespitlerin bilimsel olduğunu tam bir kesinlikle ileri sürmek
yine de mümkün olmayacaktır.
Dolayısıyla şunun altını kalın bir kalemle çizmek gerekir: Bugün için Kur’ân,
bütün oluşum aşamalarını ve çözüm önerilerini içeren bir kitap olarak elimizdedir.
Onun rehberliğinde yürümenin yolu, onu bütüncül bir bakış açısıyla okuyabilme
becerisinden geçmektedir. Onu anlamaya yönelik diğer bütün çabalar ve
çalışmalar, ancak bu üst başlık altında bir anlam ifade eder.
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23
Öze
t •Kur’ân’ın nüzûl vasatı dediğimizde, vahyin indiği dönemin sosyo-kültürel şartlarından sözlü-yazılı iletişim unsurlarına kadar Kur’ân’ı anlamayı kolaylaştıran her türlü imkânı kast etmiş oluruz. Bu çerçevede nüzûl vasatı kavramının iki ana unsuru bünyesinde taşıdığını görürüz: Kur’ân’ın indiği dönemde iletişimin maddî-manevî unsurları olan her türlü düzenek (haricî iletişim unsurları) ile bugün için Mushaf’ta kayıt altına alınıp sabitleştirilmiş olan iç düzenek (dahilî iletişim unsurları)dır.
•Ashabın Kur’ân’ı okuma, anlama ve anlatma süreçleri; tarihsel ve toplumsal şartları dikkate alan, bu şartlar doğrultusunda bir tebliğ stratejisi çizen ve bunun için kendine özgü ilkeleri olan çeşitli okuma-anlama-anlatma disiplinleri geliştiren bir okuma-yaşama eylemi şeklinde gerçekleşmiştir. Hülasa, Kur’ân’la iletişime ve etkileşime geçmek, amaçlı ve kurallı bir okuma ameliyesi takip etmekle mümkündür.
•Kur’ân’ın nâzil olduğu toplum, coğrafya ve dönemin bilgisine sahip olmanın, âyetleri doğru bir anlama yöntemine konu edinmek açısından hayati önem taşıdığı kesindir. Bunun farkında olan müfessirler, söz konusu bilgileri son derece önemli olan iki Kur’ân ilmine konu edinmişlerdir. Bunlardan ilki Kur’ân âyetlerinin iniş sebeplerini ve gerekçelerini anlatan esbâb-ı nüzûl ilmi, ikincisi de Mekkî-Medenî ilmidir. Kur’ân âyetlerinin herhangi bir olay hakkında inip inmediğini ve nüzûl dönemi olaylarıyla âyetlerin ilişkisinin ne olduğunu inceleyen Kur’ân ilmine esbâb-ı nüzûl ilmi denir ki âyetlerin aktüel olaylarla ilişkisi bu ilim aracılığı ile ortaya konur.
•Sebeb-i nüzûller Kur’ân’ı anlamaya yardımcı unsurlar ise de onlar olmadan Kur’ân anlaşılamaz demek doğru değildir; çünkü her şeyden evvel Kur’ân-ı Kerîm’in “mübîn” oluşu bunu gerektirmektedir. Malum olduğu üzere “mübîn” kelimesi, Arapçadaki sarf kuralları gereği hem “açıklayıcı olan (mübîn)” hem de “açıklanmış olan (mübeyyen)” anlamlarına gelir. Binaenaleyh, kendi kendisine yeterli olan bir Kitab’ın, mesajını iletme açısından bir başka açıklayıcıya vazgeçilmez derecede ihtiyaç duyması, makul değildir.
•Hz. Peygamber’in Mekke dönemi takriben 13 yıldır; Medine dönemi ise 10 yıldır. Genel olarak ilk 13 yıllık süreçte nâzil olan âyet ya da sûrelere Mekkî âyetler ya da Mekkî sûreler, son 10 yıllık sürede nâzil olanlara ise Medenî âyetler ya da Medenî sûreler denir. Bu tasnifte en önemli ayırıcı unsur, hicret hadisesidir. Hicretten önce inen vahiy pasajlarına Mekkî, sonra inen pasajlara ise Medenî adı verilir. Bu sürecin bilinmesi, Kur’ân’ın sebep olduğu muazzam zihniyet devriminin tarihini takip etmek anlamına gelir.
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24
Değerlendirme
sorularını sistemde
ilgili ünite başlığı
altında yer alan “bölüm
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Kur’ân’ın indiği dönemde iletişimin maddî-manevî unsurları olan her türlü
düzenek için aşağıdaki kavramlardan hangisi kullanılabilir?
a) Manevî iletişim unsurları
b) Maddî iletişim unsurları
c) Metinsel iletişim unsurları
d) Dâhilî iletişim unsurları
e) Hâricî iletişim unsurları
“Hz. Peygamber ile ashab-ı kiramın Kur’ân’ı okuma tarzları, tam bir örneklik
teşkil edecek cinstendir. Onlar, elde ettikleri her bilgi ile Allah’a biraz daha
yaklaştıklarının bilincinde Kur’ân’ı sindire sindire, hazmede hazmede
okumaktaydılar. Ahmed b. Hanbel’in kaydettiğine göre, sahabîler 10 âyeti
öğrendiklerinde evvela onlarla amel eder, daha sonra diğerlerine geçerlerdi.
Bundan olsa gerek, sahabe içerisinde Kur’ân’ın en uzun iki sûresi olan Bakara ve Âl-
i İmrân sûrelerini bilenler parmakla gösterilmekteydi.”
2. Yukarıdaki alıntı ile anlatılmak istenen, aşağıdakilerden hangisidir?
a) Ashabın Kur’ân anlayışı bugünün Kur’ân anlayışından bütünüyle
farklı idi.
b) Âyetler söz konusu olduğunda Kur’ân’ı anlamak için gerekli olan
asgari miktar 10 âyettir.
c) Kur’ân’ı vakıalardan bağımsız bir şekilde anlamaya çalışmak doğru
değildir.
d) Hz. Peygamber’in Kur’ân’ı okuma tarzı ile ashabın okuma tarzı farklı
idi.
e) Kur’ân’ı hazmederek okumak, Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri söz
konusu olduğunda mutlaka gereklidir.
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25
3. Hz. Ömer’in; “Müslüman toplumlarda cahiliye dönemini bilmeyen insanlar
zuhur ettiğinde İslam ilmek ilmek çözülmeye başlar.” şeklindeki sözleri
tefsir çalışmaları açısından aşağıdaki yargılardan hangisinin doğru
olduğunu gösterir?
a) Cahiliye dönemi şiirlerini bilmemenin kesin olarak Kur’ân’ı yanlış
anlamaya yol açacağı
b) Kur’ân tefsirinde cahiliye dönemi tefsir yöntemlerinin önem arz
ettiği
c) Kur’ân’ı, nüzûl vasatını ihmal ederek okumanın yanlış olduğu
d) Kronolojik tefsirlerin Kur’ân tefsirindeki en doğru tefsir tarzı olduğu
e) Hz. Peygamber’in, cahiliye dönemine vâkıf olduğu için Kur’ân
tefsirinde başarılı olduğu
4. Kur’ân âyetlerinin herhangi bir olay hakkında inip inmediğini ve nüzûl
dönemi olaylarıyla âyetlerin ilişkisini inceleyen Kur’ân ilmine ne ad verilir?
a) Esbâb-ı nüzûl
b) Esbâb-ı vürûd
c) Nüzûl vasatı
d) Mekkî-Medenî
e) Leylî-Nehârî
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26
5. Bazı âyetler vardır ki bunlar hakkında belirli nüzûl sebepleri bulunmaz; bu
tür âyetlerin nüzûl sebebi için aşağıdakilerden hangisini söylemek
uygundur?
a) Kur’ân’da nüzûl sebebi bilinmeyen ayet sayısı son derece az
olduğundan, tefsîr usûlünde bu ayetlerin nüzûl sebepleri dikkate
alınmaz.
b) Nüzûl sebepleri bilinmeyen ayetler, güncel konular hakkında inmiş
olabilir.
c) Nüzûl sebepleri hakkında bilgi bulunmayan ayetlerin hangi
konularda inmiş olabileceği, nüzûl sebepleri bilinen ayetlerden
hareketle tespit edilebilir.
d) Bu âyetlerin nüzûl sebebi, ihtiva ettikleri manalar olup söz konusu
âyetler bu manaları anlatmak üzere indirilmişlerdir.
e) Nüzûl sebebi bilinmeyen her ayetin aslında özel bir tarihsel iniş
sebebi vardır; ancak bu sebebin ne olduğu bize kadar ulaşmamıştır.
6. “(Peygamber’in hanımı’na) iftira atanlar, içinizden küçük bir azınlıktır.
Bunu, hakkınızda bir kötülük sanmayın; aksine bu, sizin hayrınıza olacaktır.
Onlardan her kim, ne günah işlemişse onu yüklenmiştir. Bir de günahın en
büyüğünü yüklenen bir adam vardır ki ona (dünyadakinden ayrı olarak, bir
de âhirette) büyük bir azap vardır.” (Nûr (24), 11) âyeti, nüzûl sebepleri
çeşitlerinden hangisi için örnek gösterilebilir?
a) Geçmiş kavimlerin kıssalarını nakleden âyetler
b) Toplumda infiâle sebep olan herhangi bir olay hakkında inen âyetleri
anlatan nüzûl sebepleri
c) Herhangi bir konu hakkında ilahî hükmü beyan etmek maksadıyla
indirilen âyetler
d) Önceki kitaplarda hakkında yeterli açıklama bulunmayan konular
hakkında inen âyetler
e) Arap toplumunun örfünde haram olduğu halde İslâm’a göre helâl
olan yiyecekler hakkında inen âyetler
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27
7. “İndirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz hidayet
yolunu gizleyenlere hem Allah hem de bütün lânet ediciler lânet eder .”
(Bakara (2), 259) âyetinin nüzûl sebebi gerçekte Ehl-i kitapla ilgili olsa da
mana yönünden, Allah’ın indirmiş olduğu hakikatlerin üstünü örten
herkesi kapsamaktadır. Sebeb-i nüzûl açısından bu durum bize neyi
anlatır?
a) Ehl-i kitabın dikkatini çeken âyetler gerçekte sadece Müslümanlara
hitap etmektedir.
b) Bu tür âyetler, Hz. Peygamber’e yöneltilen sorulara cevaben nâzil
olmuştur.
c) Ehl-i kitap hakkında nâzil olan âyetlerin Müslümanlar hakkında inmiş
olduğunu düşünmek yanlıştır.
d) Âyetlerin bir kısmı, istikbalde meydana gelecek hadiselerden haber
vermek üzere nâzil olmuştur.
e) Âyetlerin nüzûl sebepleri her ne kadar özel olsa da hükümleri
geneldir.
8. Bazen âyetlerin nüzûl sebeplerinde tarihi uyuşmazlıklar göze çarpar.
Bunlar tahkik edilmeden tefsir kitaplarına girmiştir. Kimi zaman Mekkî
içerikli olan bir âyet ya da sûreye Medenî, Medenî içeriğe sahip bir âyet ya
da sûreye ise Mekkî denilebilmiştir. Kimi zaman da aynı âyet hakkında iki
farklı nüzûl sebebi zikredilir; nitekim elimizdeki nüzûl sebebi rivayetlerinin
azımsanmayacak bir kısmında bu tür problemler vardır. Bu problemlerle
karşılaşıldığında şu yollardan hangisine başvurulmaz?
a) Rivayetlerden, sahih olanı alınır.
b) Her iki rivayet de sahihse tercih sebebi aranır.
c) Tercih sebebi de yoksa rivayetlerin arası cem’ edilir.
d) Üç yol da mümkün değilse âyetin mükerrer indiği ya da önemine
binaen ileriki yıllarda bir başka hadise münasebetiyle tekrar
gündeme geldiği düşünülebilir.
e) Üç yol da mümkün değilse tüm rivayetlerin uydurma olduğuna
hükmedilir.
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28
9. Nüzûl sebeplerinin tasnifinde ulemânın genel olarak kabul ettiği tasnif
aşağıdakilerden hangisidir?
a) Ayetlerin indiği mekânları esas alan tasnif
b) Hicret tarihini esas alan tasnif
c) Muhatapları dikkate alarak yapılan tasnif
d) Hz. Peygamber’in beyanını esas alan tasnif
e) Selef müfessirlerin görüşünü esas alan tasnif
“Kur’ân vahyinin ulaşması gereken birinci hedefi, söz konusu toplumsal
yapıyı kuran ve muhafaza eden dile dair bir şeyler söylemesiydi; yani
tebliğde kullanılacak dilin muhatapların anladığı dilde inşa edilmesiydi. Bu
hedefin tutturulmasının ardından sıra ikinci hedefi tutturmaya gelmişti;
mevcut paradigmaların sarsılması ve yeni paradigmanın temellerini
oluşturan inanç esaslarının tespiti… Üçüncü hedef ise inançta birliği temin
etmiş olan bu toplumun iç problemlerine yönelmektir ki Medenî sûrelerin
içerik ve üslubu bu doğrultuda gelişmiştir.”
10. Yukarıdaki alıntı, Mekkî-Medenî ilminin hangi yönüne açıkça işaret
etmektedir?
a) Mekkî-Medenî ilmi, yalnızca dil sahasıyla ilgili bir ilimdir.
b) Mekkî-Medenî ilmi bize, tarihsel bilgiler verir.
c) Mekkî-Medenî ilmi, ilk defa sahabe tarafından disipline edilmiştir.
d) Mekkî-Medenî ilmi bize, Kur’ân’ın, indiği dönemde nasıl bir zihniyet
dönüşümü gerçekleştirdiğini gösterir.
e) Mekkî-Medenî ilmi bilinmeksizin Kur’ân’ı tefsir etmek mümkün
değildir.
Cevap Anahtarı
1-e, 2-c, 3-c, 4-a, 5-d, 6-b, 7-e, 8-e, 9-b, 10-d
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Abduh, Muhammed - Reşid Rıza, Muhammed. 1373-1380H, Tefsîru’l-Menâr, I-XII,
Dâru’l-Menâr, Kahire.
Ahmed b. Hanbel. (1985), el-Musned, el-Mektebu’l-İslâmî, I-VI, Beyrut.
Bilmen, Ömer Nasuhi. (1974), Büyük Tefsir Tarihi: Tabakatu’l-Mufessirîn, I-II,
Bilmen, İstanbul.
Buhârî, Abu Abdillah Muhammed b. İsmail b. İbrahim. (1992), el-Câmiu’s-Sahîh,
Çağrı, İstanbul.
Duman, Zeki. (2009), Beyânu’l-Hak, I-III, Fecr, Ankara.
Ebu Zeyd, Nasr Hâmid. (1996), Mefhûmu’n-Nass: Dirâsetün fî Ulûmi’l-Kur’ân, el-
Merkezu’s-Sekâfî el-Arabî, Beyrut.
Ebu Zeyd, Nasr Hamid (2002), Dinsel Söylemin Eleştirisi (tr. Fethi Ahmet Polat),
Kitabiyat, Ankara.
Elmalılı Hamdi Yazır. (1977), Hak Dini Kur’ân Dili, Eser, İstanbul.
Emîn el-Hûlî. (1944), et-Tefsîr Mealimu Hayâtihi ve Menhecu’l-Yevm, Mısır.
Esed, Muhammed. (1997), Kur’ân Mesajı: Meal-Tefsir (tr. Cahit Koytak - Ahmet
Ertürk), İşaret, İstanbul.
Hamidullah, Muhammed. (1965), Kur’ân-ı Kerîm Tarihi, (tr. M. S. Mutlu), İstanbul.
Heysemî, Ebu’l-Hasen Nûruddîn Alî b. Ebî Bekr b. Suleyman el-Heysemî. (1992),
Mecmau’z-Zevâid ve Menbau’l-Fevâid, I-X, Dâru’l-Fikr, Beyrut.
İbn Kesîr, Ebu’l-Fidâ İsmail b. Ömer. (1999), Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm (nşr. Sami b.
Muhammed Selâme), I-VIII, Dâu’t-Tayyibe li’n-Neşr, Riyad.
İbn Teymiyye, Takıyyuddîn. (1980), Mukaddime fî Usûli’t-Tefsîr, Dâru Mektebeti’l-
Hayat, Beyrut.
İkk, Halid Abdurrahman. (1986), Usûlu’t-Tefsîr ve Kavâiduhu, Dâru’n-Nefâis,
Beyrut.
Kâfiyecî, Süleyman. (1990), et-Teysîr fî Kavâidi İlmi’t-Tefsîr (nşr. Nâsır Muhammed
el-Matrûdî), Dâru’l-Kalem – Şam, Dâru’r-Rifâî – Riyad.
Kotan, Şevket. (2000), Kur’ân ve Tarihselcilik, Beyan, İstanbul.
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30
Mâturîdî, Ebû Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (2004), Tefsîru’l-
Kur’âni’l-Azîm: el-Musemmâ Te’vîlâtu Ehli’s-Sunne (nşr. Fâtıma Yusuf el-Haymî), I-
V, Muessesetu’r-Risâle, Beyrut.
Mennâ’ el-Kattân. (1987), Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, Muessesetu’r-Risâle, Beyrut.
Mevdûdî, Ebu’l-A’lâ. (1995), Tefhîmu’l-Kur’ân (tr. Komisyon), I-VII, İstanbul.
Özgel, İshak. (2002), “Tarihselcilik Düşüncesi Bağlamında Kur’ân’ın Tarihsel
Yorumu”, Basılmamış Doktora Tezi, Isparta.
Polat, Fethi Ahmet. (2010), “Tarihî Olgularla İlişkili Kur’ân İlimleri”, Anadolu
Üniversitesi İlahiyat Önlisans Programı Tefsir Usulu ve Tarihi Ders Kitabı, Anadolu
Üniversitesi Yayınları, Eskişehir.
Polat, Fethi Ahmet. (2009), Çağdaş İslam Düşüncesinde Kur’ân’a Yaklaşımlar,
İstanbul.
Râğıb el-Isfehânî. (1991), el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân, Dâru’t-Tahrîr, Kahire.
Râzî, Ebû Abdillah Fahruddîn Muhammed b. Ömer. (2000), Mefâtihu’l-Ğayb, I-
XXXII, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut.
Sa’lebî, Ebu İshak Ahmed b. Muhammed b. İbrahim Nîsâbûrî. (2004), el-Keşf ve’l-
Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân (nşr. Seyyid Kesrevî Hasen), I-VI, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye,
Beyrut.
Sebt, Hâlid Osman. (1417H), Kavâidu’t-Tefsîr, I-II, Dâru İbn Affân.
Subhî es-Sâlih. (1981), Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, Beyrut.
Suyûtî, Celâluddîn (ts.), el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân (nşr. Merkezu Dirâsâti’l-
Kur’âniyye), I-VII, Vizâratu’ş-Şuûni’l-İslâmiyye, Riyad.
Taberî, Muhammed b. Cerîr. (2000), Câmiu’l-Beyân fî Te’vîli’l-Kur’ân (nşr. Ahmed
Muhammed Şakir), I-XXIV, Muessesetu’r-Risâle, Beyrut.
Vâhidî, Ebu’l-Hasen Ali b. Ahmed. (1988), Esbâbü’n-Nüzûl (nşr. Mustafa Dîb el-
Buğâ), Dâru İbn Kesir, Şam - Beyrut.
Watt, W. Montgomery. (1998), Kur’ân’a Giriş (tr. Süleyman Kalkan), Ankara Okulu,
Ankara.
Yıldırım, Suat. (ts.), Anahatlarıyla Kur’ân-ı Kerîm ve Kur’ân İlimlerine Giriş, Ensar,
İstanbul.
Zehebî, Muhammed Hüseyn. (1976), et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, I-II, Dâru İhyâi’t-
Turâsi’l-Arabî, Beyrut.
Kur’ân’ın Nüzûl Vasatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 31
Zemahşerî, Ebu’l-Kâsım Mahmud b. Ömer. (1999), el-Keşşâf an Hakâiki Ğavâmidı’t-
Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fî Vucûhi’t-Te’vîl (nşr. Adil Ahmed Abdulmevcûd, Ali
Muhammed Muavvıd), I-VI, Mektebetu’l-Ubeykân, Riyad.
Zerkânî, Muhammed Abdulazim. (ts.), Menâhilü’l-İrfân fî Ulûmi’l-Kur’ân, I-II, Dâru
İhyâi’l-Kutubi’l-Arabî, Kahire.
Zerkeşî, Bedrüddin Muhammed b. Bahadır b. Abdillah (ts.), el-Burhân fî Ulûmi’l-
Kur’ân, I-IV, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut.
İÇİN
DEK
İLER
• Kur’ân’ın Nüzul süreci ve Tencimu’l-Kur’ân
• Kur’ân Nüzulünün İki Mertebesi: İnzâl ve Tenzîl
• I-Vahyin ‘İnzâl’ Mertebesi
• II-Vahyin ‘Tenzîl’ Mertebesi
• III-Kur’ân’ın Tenzil ve Tencim Süreci
• Kur’ân Bir Tenzîl: Bütüncül Bir Mesaj, Çok Özel Bir Konuşmadır
• Kur’ân Ayetlerinin Yıldızlar Misali Yeryüzüne Küme Küme İndirilişi (Tencîmü’l-Kur’ân)
• Tencîmü’l-Kur’ân’ın Dayandığı Hikmetler, Sebepler, Gayeler
• Kur’ân’ın Nüzûl Ortamını Anlamada Sebeb-i Nüzulün Önemi
HED
EFLE
R
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Kur’ân-ı Kerim'in Allah katından indirilmiş bir kitap olduğunu tanımlayabilecek,
• Kur’ân için, âlimlerin genel kabulüne göre, birisi toptan (inzâl), diğeri de parça parça olmak üzere (müneccemen), iki indirilişin söz konusu olduğunu gösterebilecek ,
• Kadir Gecesi’nin, Kur’ân’ın parça parça indirilmeye başlandığı anı gösterdiğini açıklayabilecek,
• Kur’ân’ın, önceki semavi kitaplardan farklı olarak, toptan değil, parça parça indirildiğini gösterebilecek,
• İlahi bilgi ve hikmete uygun olarak, Hz. Peygamber’in kalbini pekiştirmek; Kur’ân’ın hıfzını ve anlaşılmasını kolaylaştırmak; insanların Kur’ân’ı daha kolay kabul etmelerini sağlamak, vb. sebep ve hikmetlerle Kur’ân’ın peyderpey gönderilmiş olduğunu gösterip açıklayabileceksiniz.
ÜNİTE
5
KUR’AN’IN NÜZUL SÜRECİ VE
TENCÎMÜ’L-KUR’ÂN
TEFSİR TARİHİ VE
USÛLÜ
Prof.Dr. Sadık KILIÇ
ÜNİTE
5
Kur’ân’ın Nüzûl Süreci ve Tencîmu’l-Kur’ân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2
“Kur’ân Hz.
Peygamber’e parça
parça indirilmiştir
(tencîm ve tenzîl)!”
KUR’ÂN’IN NÜZUL SÜRECİ VE TENCİMÜ’L-KUR’ÂN
Müslamanların varlık ve hayatlarının tam merkezinde yer alan Kur’ân-ı
Kerim’in, aşkınlık alanından beşeriyet ufkuna nüzul keyfiyeti, hiç şüphesiz herkesin
öğrenmek isteyeceği bir husustur.
Genel kabule göre Kurân, önce Levh-i Mahfûz’a, peşinden, Kadir Gecesi’nde,
en yakın semadaki Beytu’l-İzzet’e toptan indirilmiş (inzâl), buradan da, Hz.
Peygamber’in, peygamber olduktan sonra Mekke’deki ikamet süresine bağlı
olarak, yirmi veya yirmi üç veyahut da yirmi beş sene boyunca, parçalar halinde Hz.
Peygamber’e gelmeye başlamıştır (tenzîl ve tencîm). Diğer görüşler içinde bunu
daha doğru bulan Zerkeşî de, ünlü sahabe İbn Abbas’tan nakledilen şu haberin bu
anlayaşı pekiştirdiğini belirtir: “Kurân, Kadir Gecesinde toptan olarak dünya
semasına indirildi (inzâl). Bundan sonra ise, peyderpey yirmi *küsur+ senede tenzîl
buyruldu…”
İbn Abbas’a dayandırılan bir diğer haberde de şu bilgi yer almaktadır:
“Kurân, Zikr *Levh-i Mahfûz+’dan *âdeta+ koparılıp alındı da, en yakın semadan
olan Beytü’l-İzzet’e konuldu. Sonra da Cebraîl onu, Peygamber’e indirmeye
başladı.” (es-Suyûti, el-İtkân, I/40 vd.; ez-Zerkeşî, el-Burhân, I/228, 229).
Kur’ân Nüzulünün İki Mertebesi: İnzâl ve Tenzîl
Buna göre, hem bizzat Kur’ân’da, hem de rivayetlerde geçen ‘inzâl’ ve
‘tenzîl’ terimleri, Kurân vahyinin a) metafizik ve b) fizik boyuttaki iki iniş, beşeriyete
vuslat sürecini anlamamız bakımından, anahtar konumda bulunan iki terimdirler.
Vahyin ‘İnzâl’ Mertebesi
‘İnzâl’ teriminin açılımı konusunda farklı değerlendirmeler söz konusudur.
Bir değerlendirmeye göre ‘inzâl’ terimi, Müteâl/İlahî varlık mertebesinin kendi
mutlak ve ilahî iradesini ifşa etmesini dile getirir. Nitekim, Zerkeşî’nin aktarımına
göre, ‘inzâl’ sözcüğünün ‘vahiy süreci’ içindeki metafizik karşılığı, bir anlayışa göre
‘Kurân’ın izhar ve ifşası’ (İzhâru’l-Kurân), yani vahyin, ilahî bilgi hazinesi ve Aşkın
Hafıza’dan ayrılarak şehâdet ufkuna indirilmesi iken, ikinci açılıma göreyse ‘inzâl,
“Allah’ın, kelâmını, mekândan yüce ve aşkın semâ’daki Cebraîl’e kavratması
(ifhâm), kelâmının okunuşunu ona öğretmesi, sonra Cebrâîl’in mekâna inerek, onu
yeryüzündeki görev mahalline yani Hz. Peygamber’e ulaştırmasıdır. (ez-Zerkeşî, el-
Burhan, I/229; es-Suyûti, el-İtkân, I/43).
Buna göre, Kur’ân’ın vahyediliş sürecinde ‘inzâl’, henüz Elçi Melek ile Elçi
Resûl arasındaki sürecin (tenzîl) başlamadığı; Allah Levh-i Mahfûz Melek
Kur’ân’ın Nüzûl Süreci ve Tencîmu’l-Kur’ân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3
“İnzal, Kur’ân’ın, Mele-i
A’lâdan en yakın
semaya indiriliş
safhasını gösterir”.
Beytü’l-İzze noktalarıyla sınırlı olan bir aşamadır; ya da kısaca, dünyada tahakkuk
edecek oluşlara, beklentilere, zuhur edecek sorulara, mevcut beşeri duruma İlahî
iradenin yönelişinin, fizik ötesi ön mertebesi… Şu halde, inzâl terimi, en üst
makamdan (Allah), alt makama (insan/Peygamber) yönelik olarak vahyin, Beytü’l-
İzzet’e toptan indirilmesini gösterdiği gibi, nihayeti de, ‘tenzîl’ sürecinin
başlangıcını işaret etmektedir.
Din felsefesi terimleriyle belirtirsek, iradesi henüz mestûr olan Allah’ın (Deus
Absconditus), söz ve nebi aracılığıyla iradesini izhar etmeyi (Deus Revalatus)
(Annamarie Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, s. 290) dilemesi, ilahî rahmet
katmanlarının kozmik boyutlara doğru bir dalgalanışı. Beşeriyetin zamansal ve
tarihsel dünyasına bundan sonra yapılacak ve –genel kabule göre- yirmi üç yıl
kadar sürecek olan ‘tenzîl inişler’i (tencîm) ve dua–talep–ihtiyaç yansımaları için
(ez-Zerkeşi, el-Burhân, I/230) manevi gök tabakalarının arza yönelik olarak
hazırlanış evresi!
Vahyin ‘Tenzîl’ Mertebesi
Bir üst paragrafta da gördüğümüz üzere ‘inzâl’ terimi, İlahî makam Mele’
Alemi ve Yakın Sema uçları arasında, Kur’ân vahyinin külli bir çerçeve içinde
Yakın Gök’teki Beytü’l-İzzet makamına indirilişini işaretlerken, bu sürecin bitiş
noktası da, bundan sonra ‘tenzîl’ ve ‘tencîm’ olarak adlandırılacak olan bir sürece
mebde, bir başka deyişle vahyin yeryüzüne inişinin başlama anını gösterir.
Vahyin Başlaması Ve Kadir Gecesi
Şu ayetler, tenzîl sürecinin başlangıç anı olan Kadir Gecesine işaret
etmektedirler:
لة مباركة إنا كنا منذرين “ Biz o *Kur’ân+’ı, kutlu bir gecede indirdik. Çünkü :إنا أن زلناه في لي
Biz, haktan yüz çevirenleri uyarırız” (Duhân, 3); “ إنا أن زلناه ف لي لة القدر : Biz, Kur’ân’ı
Kadir Gecesi’nde indirdik…” (Kadr, 1);
“ نات من الهدى والفرقان شهر رمضان الذي أنزل فيو القرءان ىدى للناس وب ي : O Ramazan Ayı ki,
insanlığa bir rehber olan, onları doğru yola götüren ve Hakk’ı batıldan ayıran en
açık ve parlak delilleri ihtiva eden Kur’ân o ayda indirildi” (Bakara, 185).
Buna göre, ‘Kadir gecesi’ bağlamında kullanılmış olan ‘inzâl’ fiilleri de,
‘indirmeye başlamak’ manasına gelirken, burada sözü edilen ‘indirmek’, Kur’ân’ın
tamamını değil, onun bir cüz’ünü, yani Kur’ân’dan inen ilk ayetleri/Alak, 1-5 konu
alır. Çünkü biz biliyoruz ki, ‘el-Kur’ân’ kelimesi, ‘okumak, okunan şey, okunan
metin, İlahî Kitab’ın tamamı’ gibi manalara geldiği gibi, okunmakta olan Kitabın bir
Kur’ân’ın Nüzûl Süreci ve Tencîmu’l-Kur’ân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4
“Tenzîl ve tencîm,
Kur’ân’ın, en yakın
semadan dünya yüzüne
parça parça indiriliş
sürecidir.”
cüz’üne, yani bir ayetine veya suresine de ad olarak verilmektedir. İşte bu nedenle
diyebiliriz ki, ‘Kur’ân’ın parça parça indirilişi’ ile,
“O Ramazan Ayı ki, insanlığa bir rehber olan, onları doğru yola götüren ve
Hakk’ı batıldan ayıran en açık ve parlak delilleri ihtiva eden Kur’ân o ayda indirildi”
(Bakara, 185); “Biz o *Kur’ân+’ı, kutlu bir gecede indirdik. Çünkü Biz, haktan yüz
çevirenleri uyarırız” (Duhân, 3) ve “Biz, Kur’ân’ı Kadir Gecesi’nde indirdik…” (Kadr,
1) ayetlerindeki ‘inzâl’ sözcüğünün manası arasında herhangi bir çelişki
bulunmamaktadır (ez-Zencanî, Târîhu’l-Kur’ân, s. 31).
Parça Parça İnen Bazı Sureler
Öncelikle şu bilinmelidir ki, Kur’ân’ın önemli bir kısmı parça parça indirilmiş
surelerden oluşur. Kısa surelerden, mesela Alak Suresi; Kur’ân’ın ilk inen pasajları,
bu surenin ilk beş ayetidir… Ne kadar sürdüğü hususunda ihtilaf edilen Fetret-i
vahiy/Vahyin Kesilmesi sürecini müteakiben de surenin geri kalan kısmı
indirilmiştir. Duhâ suresinden de önce ilk üç ayet nazil olmuş, dördüncü ve beşinci
ayetler ise ayrı ayrı inmişlerdi. Bunun gibi, Leyl Suresinin ayetleri de peyderpey
nazil olmuştur.
Biraz daha yakından bakıldığında görülmektedir ki, bir surenin başından,
ortasından veya sonundan beş, on veya daha az bir ayet veyahut bir ayet parçası
kadar miktar müstakil olarak inebilmekte, sure, nihai formunu ise en sonunda
almaktadır. Mesela Müminun Suresinin baş tarafından on ayet topluca inmiş iken,
yine Nisa 95 ayetinin bir parçası konumunda olan ‘… ر أولي الضرر ifadesi müstakil ’..غي
olarak indirilmiştir. Aynı şekilde, Tevbe 28 ayetinin bir cüzü olan ‘.. وإن خفتم…’ cümlesi de, daha sonra indirilmiş olmasına karşın (ez-Zencânî, Târihu’l-Kur’ân, s.
32), ilahî tertip şemasına göre, ayetin baş kısmına konulmuştur.
Toptan İndirilen Bazı Sureler
Buna karşın, Fatiha, İhlâs, Kevser, Tebbet, Lem yekün, Nasr sureleri ile uzun
surelerden de En’âm, Saff, Murselât sureleri toptan indirilmiş surelerdendirler.
Yine, Muavvizetân olarak adlandırılan Felak ve Nâs sureleri de, toptan indirilen
sureler arasında yer almaktadırlar (es-Suyûtî, et-Tahbîr, s. 52-53; ez-Zencânî,
Târîhu’l-Kur’ân, 32).
Öyleyse, başlangıcı inzâl olan, ortası ve nihayeti de muhtelif görünüşleriyle
bir ‘tenzîl ve tencîm’ süreci içinde beşeriyete ulaştırılan Kur’ân vahyi nasıl bir
beşeri, sosyal, ahlaki, itikadi ortam içinde sunulmuştur? Bir diğer ifadeyle,
Tencîmu’l-Kur’ân ifadesinin delalet etmekte olduğu dinî, ahlakî, toplumsal
Kur’ân’ın Nüzûl Süreci ve Tencîmu’l-Kur’ân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5
“Kur’ân’ın tenzîli,
Allah’ın, Hz.
Muhammed ile çok özel
ve müstesna bir
konuşma fiili olarak
ifade edilebilir.”
hikmetler nelerdir? İlahi kelam ile beşer realitesi arasında nasıl bir ilişkiden söz
edilebilir?
Kur’ân’ın Tenzil ve Tencim Süreci
Bundan sonraki satırlarda, özellikle, Kur’ân’ın tenzîli ve tencîmi sürecini, bu
süreçle alakalı hususları ele alacağız.
Kur’ân Bir Tenzîl Yani Çok Özel Bir Konuşmadır
Kurân vahyinin ‘tenzîl’olarak nitelenmesi, onun, bütün zaman kesitlerine
yönelik bütüncül bir mesaj oluşunun da ifade ve garantisi olarak karşımıza çıkar.
İşaret edildiği üzere, vahyin ‘inzâl’ formu, bir şeyi bütün ve toptan bir halde
indirmeyi, vücuda getirmeyi (bk. وأن زلنا الحديد: Hadid, 25) ifade ederken, ‘tenzîl’ kipi
de, bir bütünün, kısım ve bölümler halinde, bölük bölük indirilmesini işaret
etmektedir. ‘Çokluk, bereket, namütenahilik; yeni durumlara mukabele etme ve
cevap oluşturma’ gibi anlam içeriği ve çağrışım mertebeleriyle, en güzel ifadesini,
“ ت نزيل العزيز الرحيم : O, Azîz ve Rahîm *Allah+’tan indirilen bir tenzildir” (Yasîn, 5)
ayetinde bulan ‘tenzîl’ terimi, öyleyse bir yandan Kur’ân’ın yüce, ilahî bir kaynaktan
geldiğini gösterir, diğer yandan da bu ilahi sözlerin, sayısız ve sınırsız durumlar,
talepler ve beklentiler karşısında daimî müracaat kaynağı olarak kalacağına, işte
böylesine seçkin bir statüye sahip olduğuna imada bulunur.
Tenzîl Teriminde, Hakiki Manadan İzafi Manaya İntikal
Böylece ‘tenzîl’ kelimesinin ‘yüksekten indirmek’, ‘yukarıdan getirmek’
şeklindeki aslî anlamı bambaşka bir izafî–manevî anlam dünyasına taşınmış olur da,
Mutlak İlahî makamdan, yani Allah’tan beşeriyete mesajlar indirmek gibi bir mana
üzerinde odaklaşır.
Allah’tan insan’a doğru olan bu hususi konuşmayı anlatmak içindir ki, işte bir
çağrışımlar evreni ve derinliğine sahip olan ‘tenzîl’ sözcüğü seçilmiştir.
Nitekim değerli eserinde İzutsu, bu özel konuşmaya işaretle şöyle
demektedir: “İnsanla insan arasındaki konuşmaya hiçbir suretle tenzil denemez.
Kelimenin esas manası, onu üstün bir haberleşme olarak kabul etmeye zorlar.
Çünkü kelimenin türediği ‘nezl’ kökü, yukarıdan aşağı inme anlamını ifade eder. (…)
Vahye gelince bazen bu insan konuşması için de kullanılır. Ancak gerek insan, gerek
hayvan konuşması, olağanın üstünde bir konuşma olursa vahiy kelimesi kullanılır ve
daima esrarengiz, sırlı (normal insanın anlayamayacağı) bir konuşmayı gösterir”
(İzutsu, Toshihiko, Kurân’da Allah ve İnsan, s. 144).
Kur’ân’ın Nüzûl Süreci ve Tencîmu’l-Kur’ân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6
“Kutsal metinlerden
Tevrat, Hz. Musa’ya tek
bir metin halinde
indirilmiştir!
Şu halde Kur’ân, tenzîl şebnemleri şeklinde, varlık yüzeylerini ihya eden
vahiy’dir; ilahî menşe’li bildirimler bütünüdür. Rahmet katrelerinden oluşan bir
birikim, bir okyanustur… Göğü yıldızlarla donatmış olan Yüce Rabbin, bir nebinin
elleriyle, yer yüzünü ve beşeriyeti kendileri vasıtasıyla aydınlattığı, ruhları diriliş
kıvamına erdirdiği, zihinleri bilgi, kesin inanç ve marifet nurlarıyla donattığı sonsuz
ışık kümeleridir, manevi yıldızlardır; yani ‘Nücûmullâh’.
Kur’ân Ayetlerinin, Yıldızlar Misali, Yeryüzüne Küme Küme İndirilişi
(Tencîmü’l-Kur’ân)
* Kurân beşeriyet ufkuna hangi sebep ve hikmetler nedeniyle, ‘tenzîl’
katreleri şeklinde inmiştir?
* Kurân-ı Kerimin de, diğer kitaplar gibi, bir defada (cümleten vahideten)
indirilmesi gerekmez miydi?
* Onun, beşeriyet dünyasına ve ufkuna peyderpey (müneccemen,
mufarrakan) inmesinin sırları nedir?
Nitekim, İslami geleneğin büyük müfessirlerinden ve tartışmasız
otoritelerinden İbn Abbas’tan gelen bir rivayet bize, Tevrat’ın Hz. Musa’ya,
‘müneccemen’ değil, bir bütün halinde (cümleten vâhideten) verilmiş olduğunu
bildirirken Kur’ân niçin parça parça, üstelik yazılı olarak değil, söz halinde
indirilmiştir?! Yine bilinen bir gerçektir ki Mekke müşrikleri, önceki semavi
kitapların toptan indirildiklerini duymuş olduklarından; sonra, kendilerinin kaside
ve şiirlerini bir bütün olarak oluşturup (inşâ) okumalarıyla (inşâd etmeleriyle)
mukayese ederek, Kur’ân’ın böyle ‘müneccemen: Yıldızlar gibi parça parça
serpiştirilmişçesine’ getirilmesine itiraz ederek:
“ وقال الذين كفروا لول ن زل عليو القرءان جملة واحدة : Bu Kur’ân toptan, bir defada
indirilmeli değil miydi? “ (Furkan, 32) önerisinde bulunmuşlardır.
Tevrat’ın Yahudilere Tek Seferde İndirilişinin Neticesi
Önce şunu belirtmek gerekir ki, İlahî hikmet ve evrensel ilahi risâlet süreci
öyle gerektirdiği için, Cenâb-ı Hak Tevrât’ı Hz. Musa’ya toptan, bir kerede vermiş,
bu durum ise onlara ağır gelmiş, bu sebeple de Tevrât’a dört elle sarılıp onu kabul
etmekten kaçınmışlar, hükümleriyle amel etmek konusunda pek çok zorluk
çıkartmışlardır! Bunun üzerine Allah Tur Dağı’nı onların üzerlerine şahit tutmuş,
ancak bundan sonradır ki Tevrat’ı bütün benlikleriyle benimsemişler, onunla amel
etmeye başlamışlardır (es-Suyutî , el-İtkân, I/42).
İşte tam bu noktada şunu söyleyebiliriz ki, Kur’ân’ın, parça parça
(müneccemen) indirilmesi, beşeri takat ve insan psikolojisi açısından, kabul edilip
Kur’ân’ın Nüzûl Süreci ve Tencîmu’l-Kur’ân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7
“Kur’ân’ın parçalar
halinde indirilişi
(Tencîmu’l-Kur’ân),
nebevi, dini, insani,
toplumsal ve terbiyevi
pek çok hikmete
dayanmaktadır.”
benimsenmesine daha çok teşvik eden bir durumdur. Çünkü Kur’ân, Tevrat
örneğinde görüldüğü üzere, eğer bir seferde indirilseydi, bir anda yüz yüze gelinen
ve bir çırpıda benimsenip özümsenmesi güç olan pek çok hüküm, ilke; emir ve
yasak sebebiyle, daha çok kimse onu kabul etmekten imtina edebilirdi! Nitekim Hz.
Aişe’nin, “Kur’ân’dan ilk önce, içinde cennet ve cehennemin bahsedildiği kısa
sureler (el-mufassal) inmiştir. Derken insanlar İslam’a ısınıp da bir bütün olarak ona
yöneldiklerinde, işte o zaman helal ve haramlar inmiştir. Fakat şayet ilk inen
ayetler, “İçki içmeyiniz…” hükmünü içeriyor olsaydı, buna karşılık onlar “Biz içkiyi
(hamr) bırakamayız…” derlerdi” tarzındaki, keskin bir zekâ ve kavrayış dolu olan
açıklaması işte böyle bir ihtimale işaret etmektedir.
Demek oluyor ki, öğrenme ve uygulamanın psikolojik ve pedagojik temel
ilkelerine mutabık bir biçimde, bir tedricilik içinde, önce iman esasları ve temel
ahlaki ilkeler indirilmiş; müminin kendisine özgü benlik yapısı ve onun kaidesi iyice
pekişince de, beşeri ilişkiler ve muamelat ile alakalı hükümler, emirler, yasaklar,
cezalar, vb. bildirilmiştir!
Yine bu psikolojik ve pedagojik hikmetler sebebiyle Cenâb-ı Hak, İslam’ın
başlangıcında Müslümanlara bazı ibadetleri mutlak manada emretmiş, daha sonra
ise, içerdiği usul ve şartlarıyla bunları farz kılmıştır. Mesela, namaz başlangıçta
sabah ve akşam olmak üzere iki vakitle sınırlıydı. Gündüz ve gece kılınan
vakitleriyle, rekâtlarıyla ve kendine özgü şekliyle ise ancak Hicretten bir sene önce
farz kılınmıştır. Zekât ve oruç da böyleydi; Müslümanlar başlangıçta sadece genel
anlamda bir sadaka ve oruç fikrine sahip iken, zekâtın miktarları, orucun şartları vb.
ise ancak hicretten bir sene sonra farz kılınmıştır. Bütün bunlar ise, İslam’ın ne
denli esnek, kolaylıktan yana ve hoş görülü olduğunun birer göstergesi sayılmalıdır.
Allah Teâlâ da açıkça şöyle buyurmamış mıdır? “Allah sizin için kolaylık diler, zorluk
çekmenizi istemez…” (Bakara, 185).
Müşriklerin, bazı örnekler üzerinden cevaplamaya çalıştığımız bu sorusuna
bizzat Cenab-ı Hak, talîl ve irşad içeren vurgulu bir üslupla, şöyle cevap vermiştir:
“ نثبت بو ف ؤادك ورت لناه ت رتيل وقال الذين كفروا لول ن زل عليو القرءان جملة واحدة كذلك ل [Evet], Biz,
onunla senin kalbini pekiştirmek için böyle ara ara/zaman aralıklarıyla indirdik ve
onu parça parça okuduk!..” (Furkan, 32);
Böylece Biz, onların sana itiraz için :ول يأتونك بمثل إل جئ ناك بالحق وأحسن ت فسيرا“
getirdikleri hiçbir temsil, hiçbir soru olmasın ki, ona karşı sana Biz gerçek durumu
bildirmeyelim ve en güzel açıklamayı yapmayalım!..” (Furkan, 33). Kur’ân vahyinin,
zihinlerde ve kavrayış ufuklarında çok büyük ve derin etkiler meydana getiren
özgün bir form içinde: ‘tenzîl ve tencîm’ formunda gerçekleştiğine bakışlarımızı
yönelten diğer bir pasaj ise, İsra, 106 ayetidir:
Kur’ân’ın Nüzûl Süreci ve Tencîmu’l-Kur’ân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8
Ve ayrıca onu, insanlara yavaş : وق رءانا ف رق ناه لت قرأه على الناس على مكث ون زلناه ت نزيل “
yavaş (‘alâ muksin) okuyasın diye bir Kur’ân, temel bir okuma metni olarak bölüm
bölüm açıkladık, *muhtelif zamanlarda+ ayet ayet indirdik”.
Tencîmü’l-Kur’ân’ın Dayandığı Hikmetler, Sebepler, Gayeler…
Öyleyse, konumuzu şu soruyu sorarak sürdürebiliriz:
Kur’ân’ın, takriben yirmi üç yıl boyunca, muhtelif zaman aralıklarıyla ve
parça parça (müneccemen ve mufarrakan) indirilmesinin başlıca sebep ve
hikmetleri neler olabilir?
Tam bu noktada, etimolojik ve semantik özelliklerine kısaca değinmiş
olduğumuz üzere, Kur’ân’ın nüzul biçimi ve süreciyle özdeşleştirilmiş bulunan
‘tencîm’ fenomeninin dayanmış olduğu psikolojik, toplumsal, bilişsel, hukuki vb.
hikmetleri, mülahaza edilen sebepleri, gayeleri gözden geçirmeye çalışacağız.
Hz. Peygamber’in Teselli Edilmesi, Kalbinin Güçlendirilmesi…
Her şeyden önce bir beşer olması sebebiyle, ruhi manevi desteğe ihtiyaç
duyan Hz. Peygamber’in nübüvvet ve risalet coşkusunu yüksek tutmak; başarıyla
neticelendirmek zorunda olduğu çetin koşullarda, kendisini yalnız bırakılmış ve terk
edilmiş bir insan, yalnız bir ‘Ben’ olarak hissetmesini önlemek… Zira biz, vahyin
kesintiye uğradığı o zaman diliminde (fetret-i vahiy), Hz. Peygamber’in; bir yanılgı
içinde olabileceği, ona gelenin Melek değil aksine şeytan olabileceği kuşkusuyla,
büyük bir tedirginlik içinde, dağların zirvelerine doğru çıkmış olduğunu, hatta
kendisini oradan atmayı bile aklından geçirmiş olduğunu kaydeden rivayetler
olduğunu biliyoruz. Aynı şekilde Hz. Peygamber, bu davasından vazgeçmesi için
muarızları ve muhalifleri tarafından sıkıştırılmış, nerdeyse canından bezdirilmiştir…
İşte vahyin, bu baskı, tehdit ve korkutmalarla eş zamanlı olarak gelmesi Hz.
Peygamber’e yüksek bir özgüven duygusu vermiş; onda, yalnız ve sahipsiz olmadığı
hissini güçlendirmiştir.
Hz. Peygamber’e Yapılan Toplumsal Baskılar
Şu ayetler, Hz. Peygamber’e yöneltilen maddi ve manevi baskılar hakkında
bize bir fikir verecek mahiyettedir:
ناك لقد كدت ت ركن إليهم شيئا قليل “ Eğer seni*n imanını+ berkitmemiş/iyice :ولول أن ث بت
sağlamlaştırmamış olsaydık, belki de onlara biraz olsun eğilim gösterecektin” (İsra,
74);
Kur’ân’ın Nüzûl Süreci ve Tencîmu’l-Kur’ân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9
نك الذين ل يوقنون “ O halde sıkıntılara göğüs ger: Allah’ın : فاصبر إن وعد اللو حق ول يستخف
vaadi kesinlikle doğrudur. Öyleyse, kesin bir inanç ve iç tatmine ulaşamayanlar
sakın seni zayıflatıp güçsüz düşürmesin!” (Rum, 60; yine bk. Kalem, 9).
İşte bu beşeri ve toplumsal durum sebebiyledir ki Kurân vahyi parça parça
indirilmiş (tencîm ve tenzîl), Hz. Peygamber her olumsuzluk karşısında daima
desteklenmiş, böylece yürütmekte olduğu risalet ve tebliğ faaliyeti de hep diri
tutulmuştur.
Biz, Kur’ân’ı, onunla senin kalbini pekiştirmek için :كذلك لنثبت بو ف ؤادك ورت لناه ت رتيل “
böyle ara ara indirdik ve onu azar azar okuduk” şeklindeki Furkan 32 pasajıyla da
öncelikli olarak kastedilen işte budur.
Onun, Önceki Peygamberler’i Örnek Almasının İstenmesi
Bu gayeyle, Kur’ân’da, geçmiş Peygamberlerden de örnekler verilmiş, Hz.
Peygambere de bunları kendisine model edinmesi; onların sabır, mücadele ve
mücahede jestlerini (…hüdâhum…) (En’âm, 90) kendisine örnek alması istenmiştir.
Bu bağlamda ona kimi zaman açıkça,
,Onların söylediklerine karşı sabret : واصبر على ما ي قولون واىجرىم ىجرا جميل “
onlardan güzel bir tavırla uzak dur!...” (Müzzemmil, 10; Ahkâf, 35) şeklinde tavsiye
yapılmış, bazen de, üzülmemesi kesin bir şekilde emredilmiştir:
,O halde, üzülme sen onların laflarına…” (Yasin, 76) : فل يحزنك ق ولهم“
“ لو جميعاول يحزنك ق ولهم إن العزة ل : *Hakkı inkâr edenlerin+ sözleri sana acı ve sıkıntı
vermesin. Çünkü bütün kudret ve hükümranlık Allah’a aittir.” (Yunus, 65; yine bk.
Hicr, 88; yine bk. Nahl, 126; Neml, 72).
Bu noktada Merhum Subhi Sâlih’le birlikte biz de diyoruz ki:
“Teselli eden, gönül alan, güzel sabır ve olumlu örneklere yönlendiren bu
ayetlerin değişik aralıklarla parça parça inmesinden; önceki Peygamberlerin
haberlerinin zikredilip kıssalarının anlatılmasından amaçlanan başlıca hikmet, işte
budur. Çünkü müşriklerin, Hz. Peygamber’e işkencesi devam ediyorken, kalbine ve
gönlüne direnç veren vahiy kesintiye uğrasa ve teselli eden ayetler inmemiş olsaydı,
o zaman Peygamber de, her insanın hissedeceği birtakım şeyleri hisseder, kalbini
hüzün kaplar, onu yeis ve ümitsizlik ele geçirebilirdi.” (es-Salih, Mebâhis, s. 53-55).
Vahyin, “Hz. Peygamber’in kalbini takviye” gayesini ise aşağıdaki şekillerde
detaylandırabiliriz:
Kur’ân’ın Nüzûl Süreci ve Tencîmu’l-Kur’ân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10
Ruhi Dinamizm Ve Dinginliğin Diri Tutulması
Vahyin muhtelif zaman aralıklarıyla yenilenmesi ve böylece vahiy meleğinin,
Hz. Peygamber’e tekrar tekrar gelmesi; onun kalbinde bir sevinç, gönlünde bir
ferahlık ve bir arzu, bir çoşku meydana getiriyordu. Özellikle kıssaların, farklı üslup
ve miktarlarda olmak üzere, farklı ayetlere serpiştirilmiş olarak indirilmiş olması Hz.
Peygamber’i teselli edip rahatlatıyor; bu durum onda, kelimelerle ifade edilemez bir
sevinç ve ruh dinamizmi vücuda getiriyordu. Cebrail de, kendisine diğer vakitlerden
daha fazla bu ayda geldiği/indiği için, Hz. Peygamber, bilhassa Ramazan ayında
her zamankinden daha fazla neşeli, sevinçli oluyor; bu yüzden de daha cömert
davranıyordu (ez-Zerkeşî, el-Burhân, I/231).
Kur’an’ın Mu’cize Olduğunun Vurgulanması
Vahyin her gelişiyle birlikte, Kur’ân’ın ilahî bir kelâm ve bir mucize olduğu
hakikati bir kez daha teyit edilmiş olmaktaydı. Çünkü her nazil oluşunda Kur’an,
müşriklerden, kendi ayetlerine benzeyen on sûreyi /bir sûreyi /bir ayeti/ ayetin bir
parçasını getirmeleri talebini sürdürerek onlara açıkça meydan okuyor (tehaddi);
onlarsa bu meydan okumaya karşılık veremeyerek, aciz ve çaresiz kalıyor, böylece
de acizlikleri her seferinde tescil edilmiş oluyordu. Bunun neticesindedir ki Hz.
Peygamber, vahyin her gelişi ile birlikte, büyük bir manevi ve ruhi güçle donanmış;
buna mukabil müşriklerin iddiaları ise geçersiz ve sonuçsuz kalmaya mahkûm
olmuştur (ez-Zerkanî, Menahil, I/53, 54; Subhi es-Salih, Mebâhis, s. 54-55; Yıldırım,
Kur’an-ı Kerim, s. 98-101).
Eğitsel Ve Bilişsel Boyut
Tencîm yöntemindeki eğitsel ve bilişsel (kognitif) boyuta gelince bu,
Kur’ân-ı Kerim’in, gerek elçinin, gerekse hitap edilen toplumun hafızasına sağlıklı
bir şekilde yerleştirilmesi, ferdi ve maşeri/toplumsal belleklerinde kayıt altına
alınması amacıyla alakalıdır. Şöyle ki: Müminlerin ebedi müracaat kaynağı vasfını
taşıyan bir sözün/metnin (Kitâb) hem lafız unsurlarının (ses, telaffuz, lafızlar), hem
de mana ve uygulamalarının beşeri hafızaya, müminlerin davranış reflekslerine
kaydedilmesi hayati derecede önem taşımaktadır. Bunu çok iyi bilen Hz.
Peygamber de, kendisine vahiy geldiği anlarda, ilahî mesajları kaydedebilmek için
bütün çabasını ortaya koyuyordu… Buna karşın,
,Sana vahy edilmesi tamamlanmadan :ول ت عجل بالقرءان من ق بل أن ي قضى إليك وحيو “
unutma endişesi ile, Kur’an’ı okumada acele etme…” (Tâhâ, 114) ve
“ ل تحرك بو لسانك لت عجل بو : Sana vahy edileni anında bellemek için dilini
kıpırdatma..” (Kıyame, 16) gibi ayetler de onu, vahyin indirilişi esnasında, dilini,
Kur’ân’ın Nüzûl Süreci ve Tencîmu’l-Kur’ân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11
lafızları tekrarlama faaliyetinden; zihnini ise, onları ezberleme gayretiyle
meşguliyetten men ediyor; vahyi, Peygamber’in zihninde toplamayı, sonra da
okumasını kolaylaştırmayı bizzat Cenâb-ı Hak taahhüt ediyordu:
نا جمعو وق رءانو “ Vahyi senin kalbinde toplamak ve onu okumak Biz’e ait :إن علي
bir iştir!” (Kıyame, 17).
Bu gayeyle Kur’ân azar azar indirilmiş; zaman içine serpiştirilmiş; ortaya
çıkan soru ve sorulara cevaplar içererek, göğe serpiştirilmiş yıldızlar misali, yirmi üç
seneye bölüştürülmüştür. Bir başka ifadeyle diyebiliriz ki; Kur’ân insanları eğiterek,
onların durumunu gözeterek inmiştir!..
Biz Kur’ân’ı, insanlara dura dura : وق رءانا ف رق ناه لت قرأه على الناس على مكث ون زلناه ت نزيل “
okuyasın diye, ayet ayet ayırdık ve onu peyderpey indirdik” (İsra 106) ayetinde de,
özellikle bu pedagojik ve bilişsel, toplumsal ve eğitsel amaca güçlü bir işarette
bulunulduğunu görmekteyiz.
Bu demektir ki, söz olarak kayıt altına alınması, gayesinin anlaşılıp
özümsenmesi için, vahyin, tenzîl katreleri ve anlam üniteleri halinde indirilmesi,
muhatap olan insan ve toplum gerçeğini gözeten bir olgudur da... Bu psikolojik
destek ve eğitsel boyut ise sadece Hz. Peygamber’e değil, onun vasıtasıyla, bütün
müminlere yöneliktir. Nitekim,
Biz, Kur’ân’ı, onunla senin kalbini pekiştirmek :كذلك لنثبت بو ف ؤادك ورت لناه ت رتيل “
için böyle ara ara indirdik…” şeklindeki Furkan 32 ayetini tamamlar bir şekilde,
iman edenlerin de manevi olarak takviye ve teselli edilmeleri gayesine, Nahl 102
ayetinde şöyle işaret edilmektedir:
De ki: ‘İman : قل ن زلو روح القدس من ربك بالحق ليثبت الذين ءامنوا وىدى وبشرى للمسلمين “
edenlere tam bir sebat/güç vermek ve Allah’ın teslimiyet gösterecek Müslümanlara
bir hidayet ve müjde olmak üzere Kur’an’ı, Rabbin tarafından, gerçek olarak parça
parça indiren (nezzele), Rûhu’l-Kudüs’tür!..’ ”.
Şu halde, ilk vahiy nesline ve Hz. Peygamber’e tenzîl katreleri biçiminde
gelmiş olan Kur’ân, ulaştığı ve yepyeni bir bilinçle donatmayı hedeflediği insanlık
durumunu: onun, ruhî ve pratik koşullarını görmezden gelen, bu hususlara ilgisiz
duran, insanlık durumu ve tarihine duyarsız kalan; buna karşın salt İlahî ve Aşkın bir
iradeyi empoze eden bir söylem değildir!.. Ya da şöyle diyebiliriz: Kur’ân vahyi,
kullarını seven Vedûd bir Rabbin, aşkın bir merhamet ve ilgi yüklü kelamıdır!
Rivayetlerde de, Cebraîl (a.s.)’ın, Kur’ân’ı, muhatapların durum ve
ihtiyaçlarına paralel olarak beşer beşer, onar onar ya da daha az veya daha çok
sayıda ayetler halinde indirdiği; sahabeden Ebu Saîd el-Hudrî’nin de, Kur’ân’ı beşer
Kur’ân’ın Nüzûl Süreci ve Tencîmu’l-Kur’ân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12
ayet beşer ayet öğrettiği; aynı şekilde Hz. Ömer’in de, “Kurân’ı beşer ayet beşer
ayet öğreniniz” dediği yer almaktadır. İbn Abbâs’tan aktarılan, “Kurân toptan
indirildi; derken o en yakın semadaki Beytu’l-İzzet’e konuldu; sonra da Cebraîl onu,
kulların sözlerinin *sorularının+ cevabı ve *yapmaları gereken+ amelleri ile Hz.
Muhammed’e parçalar halinde indirdi.. Bu indirilenlerden bir kısmı ise, kimi
sorulara cevap teşkil ediyordu, bir kısmı ise, söylenmiş sözlerin ya da bazı tutum ve
davranışların düzeltilmesini amaçlıyordu” (es-Suyûtî, el-İtkân, I/40) şeklindeki
rivayet de, bu hususa ışık tutmaktadır.
“Allah’ın Elçisi’nin çağında, vahyin, müminlerin hallerini gözeterek inmesi
durumuna gelince, Kur’ân’da bunun pek çok biçimleri ve çeşitli tarzı bulunmaktadır
ki, hepsi de tek bir gayede birleşmektedirler: Muhatapların durumunu gözetmek,
boy atıp gelişmekte olan yeni toplumlarının gereksinimlerini karşılamak ve onları,
daha önce hiç karşılaşmadıkları birtakım hukukî uygulamalar, yeni âdet ve ahlakî
ilkeler ile birden bire yüz yüze getirip sıkboğaz etmemek… (…) Çünkü toptan inmesi
halinde, pek çok kimse, ondaki farz ve yasakların çokluğu sebebiyle ondan
uzaklaşabilecekti. Daha önce geçtiği üzere, Hz. Aişe’den nakledilen şu haber de bu
ihtimalı çok iyi dile getirmektedir: “Kur’ân’dan ilk inen sureler, içinde Cennet ve
Cehennemin zikredildiği el-Mufassal *kısa olup, besmelelerle sıkça ayrılan+
surelerdir. Ne zaman ki insanlar canla başla İslam’a yöneldiler, işte o zaman helal
ve haram hükümleri inmeye başladı. İlk inen ayetler, ‘İçki içmeyiniz!’ şeklinde
olsaydı, onlar, ‘Biz içkiyi (hamr) asla bırakmayız!’ derlerdi; ve yine, ‘Zina
etmeyiniz!..’ hükmü inseydi, ‘Zinayı asla terk etmeyiz!..’ derlerdi” (es-Salih,
Mebâhis, s. 56).
Büyük Tefsir Tarihi adlı eserin yazarı Bilmen’in de söylediği gibi, “Kur’ân’ın
ihtiva ettiği hükümler birden nazil olsa idi, yeni Müslüman olacak kimselerin bu
hükümler ile daha İslâm’ın başlangıcında, birden mükellef olmaları icab ederdi. (…)
Bu ise tedrîc ve teshîl *kolaylaştırmak+ kaidesine münâfî *aykırı+; İslâmiyet’in
çabukça yayılmasına engel olabilirdi” (Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi,
I/15-16).
Şu halde, önce ruhi ve psikolojik alt yapı hazırlanmakta, bu ilk hazırlık evresi
ve kaide oluşturma mertebesi aşıldıktan sonra, ibâdetler, muâmelât, hukuk, mali
düzenlemeler gibi somut ve fiillere dönük hükümler gönderilmektedir. Bu ise, son
derece hikmetli ve teenni yüklü bir eğitim yöntemine, yani ‘tedrîcilik ve kolay
olandan zor olana/azdan çağa doğru gitmek (terakki) ilkelerine işaret etmektedir.
Öyleyse, Kur’ân nüzulünün özü olan tedrîc ve terakkî ilkesi nedir?
Kur’ân’ın parça parça indirilmesinin en önemli dayanağı, birey benliğinde ve
toplum yapılanmasında esasını bulan ‘evrensel tedrîcilik yasası’dır.
Kur’ân’ın Nüzûl Süreci ve Tencîmu’l-Kur’ân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13
Böyle bir adlandırmayla, İlahî vahyin; ilahî direktiflerle mükellef kılınacak
olan toplum vakıasını gözettiğini; ahlaki, manevi ve itikâdi hükümlerden ameli,
hukuki, cezai, ibadî vb. olanlara doğru, ruhları eğiten bir tedricilik içinde
gönderildiği hususu kastedilmektedir.
Çünkü inançlarından hayat ve kâinat anlayışlarına varıncaya kadar, her şeyi
tepeden tırnağa dönüştürülecek olan İslam öncesi toplum olgusuna bakıldığında
görülmektedir ki, onlar, müspet anlamda her türlü dini, ahlaki kayıt ve bağlardan
azade olup, ne bir kanuna boyun eğiyorlardı, ne de bir nizam ve otorite anlayışı ile
irtibat halinde yaşıyorladı! Bu sebeple Kur’ân onları, anarşi içinde ve başıbozuk bir
yaşamdan, olgun bir toplum olmak için kaçınılmaz birtakım kurallara bağlı, birtakım
kıstaslarla kendisini sınırlayan erdemli bir hayata taşımak için, son derece doğru ve
gerçekçi bir yol olan tedricilik yöntemi ile eğitmeyi uygun gördü. Bunun içindir ki,
ilk önce, inanç ile ilgili ayetler ve bunun delilleri inzal edildi; insanlar tevhid akidesi
ve Kur’ân ahlakına iyice ısınınca da, helal ve harama dair ayetler, onları hiç
sıkmaksızın, tedrici bir şekilde gelmeye başladı.
Hükümlerin Bildirilmesinde, Fert Ve Toplum Psikolojisi Gözetilmiştir!
Çünkü bireyin ruhunda derin kökleri olan her mesele, bilinçli bir
âdet/davranış haline dönüşürken, toplum ruhunda derin kökleri bulunan her sorun
da içtimai bir gelenek veya örf biçimini almaktadır… İşte bu sebeple bu gibi hususa
İslam’ın yaklaşımı, sistemli ve düzenli olan bir teenninin, karmaşa içeren bir
acelecilik ve süratten daha hayırlı olduğuna inanan, âheste, sakin itidal dolu bir
tutumdur… Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, Allah Teâlâ insanların kalplerini
gerçek imanın güzelliğine, samimi ibadete ve en hoşgörülü ahlaka ancak, onların
yanlış geleneklerini, bozulmuş inançlarını yavaşça kınayıp yanlışlığını ortaya
koyarak hazır hale getirmiş; ayetlerin parçalar halinde, azar azar (müneccemen)
indirilmesi de bu hükümlerin hıfzedilip özümsenmesini kolaylaştırırken, diğer
yandan, sıkıntılı ve zor anlarında o müminlere azim, sabır, güç ve metanet
bahşetmiştir (Subhi es-Salih, Mebahis, s. 57, 59, 60).
Tencimü’l-Kur’ân, Problemlerin Aşılmasında Anahtar Rolü
Oynamıştır!
Bu konuda dikkat çeken ayetlerden birisi de, Furkan 33 ayetidir:
ناك بالحق وأحسن ت فسيرا“ Onların sana itiraz için getirdikleri : ول يأتونك بمثل إل جئ
hiçbir örnekleme, hiçbir mesele olmasın ki, ona karşı Biz sana gerçek durumu
bildirmeyelim ve en güzel açıklamayı yapmayalım!”
Kur’ân’ın Nüzûl Süreci ve Tencîmu’l-Kur’ân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14
Bu muhtevada ayetin sunduğu can alıcı mesaj şudur: Allah Teâlâ, doğru ve
gerçek hükmün (el-hakk) beyan edilişini, en uygun ve güzel açıklamanın izhar
edilişini doğrudan doğruya Kendi İlahî meşîetine bırakmamış, tersine, beşerî
durumlar ve niyetler ufkundan Kendisi’ne yükselecek taleplere raptetmiştir.
Buradan çıkarabileceğimiz kalıcı ders ise şu olmalıdır: Kur’ân metninden elde
edilebilecek en uygun açıklama, ancak okuyucu/müfessir ile Kur’ân metni arasında
kesintisiz sürecek olan ‘aktif bir yorum etkinliği’ ile mümkündür ve bu süreç de,
‘olgu–yorum’ bağlamında dinamiktir; yani, sabit ve durağan değil, en uygun,
yararlı ve güzel olana doğru sürekli bir tekemmüldür!
Ayetlerin Vâkıalara Paralel Olarak İnmesi (Tecâvüb) ve
İhtiyaçların Anında Karşılanması…
Daha önce de zikretmiş olduğumuz Furkan 33 ayetinde, Kur’ân’ın parça
parça indirilmiş olmasının sosyal ve olgusal gerekçelerine de dikkat çekilerek,
“ ناك بالحق وأحسن ت فسيرا ول يأتونك بمثل إل جئ : Böylece, onların sana itiraz için
getirdikleri hiçbir temsil, hiçbir soru/dava olmaz ki, ona karşı Biz sana gerçek
durumu/hükmü bildirmeyelim ve en güzel açıklamayı yapmamış olalım..”
buyurmuştu. Bu ayetin açık delaletiyle biz diyebiliriz ki, Kur’ân vahyinin nüzul süreci
boyunca, toplum içinde meydana gelmiş olup bir açıklama ya da yeni bir hüküm
gerektiren her olaya cevap verilmiş, böylece Allah’ın o hadiseye uygun hükmünü
bildirmiş; hadiseler çüzümsüz, sorular cevapsız ve beklentiler karşılıksız
bırakılmamıştır.
Örn
ek •Ruh ile ilgili İsra 85 ayeti ve ‘Zülkarneyn’ ile alakalı olan Kehf 83 ayetinde
zikredildiği üzere, risalet vazifesini sorup araştırmak amacıyla olsun; Bakara 219 ve Bakara 220 ayetlerinde geldiği üzere, bilgi edinme arzusu ve Allah’ın hükmünü öğrenme gayesiyle olsun, Hz. Peygamber’e yöneltilmiş sorulara bu bağlamda cevap verilmiştir.
Kur’ân’ın Nüzûl Süreci ve Tencîmu’l-Kur’ân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15
Örn
ek •Kimi zaman hadiseler öyle birden zuhur etmez; aksine, bir tedricilik üzere
parça parça gerçekleşir, ne zaman meydana gelecekleri de önceden bilinemez. Bu hikmet ve gerekçeye istinaden Kur’ân-ı Kerim de, vâkıaların oluş ve meydana gelişleriyle eş zamanlı bir biçimde, aralıklarla ve tedric süreci üzere nazil olmuştur. Bu konuda zikredilebilecek en dikkat çekici pasajlar ise, ifk hadisesi ile alakalı olan Nur 11-20 ayetleri ve ‘zıhar’ uygulaması hakkında gelmiş Mücadele, 1-3 ayetleridir.
Örn
ek •Vahyin olaylara eş zamanlı olarak gelmesinin bir başka gayesi ise,
yanlışlarını düzeltmeleri için Müslümanların dikkatlerini çekmek ve onları doğru olan davranış biçimlerine yönlendirip hidayet etmektir. Kuşkusuz, tashihi söz konusu olan bu hatalar muhtelif zaman dilimlerinden meydana gelmekteydi. Onları ıslah etmek üzere inen Kur’ân ayetlerinin de, onlar meydana geldiğinde, onları müteâkiben ya da eş zamanlı olarak inmesi gerekiyordu.. Böylece Kur’ân vahyi, müneccemen inmiş oluyordu.. Bu bağlamda, Uhud gazvesiyle ilgili A. İmran, 121-128 ve Huneyn gazvesiyle ilgili Tevbe 25-26 ayetlerini zikredebiliriz.
Örn
ek •Kur’ân’ın olaylarla paralel seyredişinin bir diğer amacı ise, Allah’a karşı
düşmanlık sergileyen münafıkların iç yüzünü açığa çıkarmak ve onların, Hz. Peygamber ve Müslümanlara karşı besledikleri gizli düşmanlıklarını, kötü niyet ve planlarını ortaya dökerek onları deşifre etmektir… (Bakara, 8-20, vd.; bkz. ez-Zerkani (ts.), Menahil, I/55-60).
Kur’ân’ın Nüzûl Süreci ve Tencîmu’l-Kur’ân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16
Kısaca diyebiliriz ki, hikmet-i ilahiye, birtakım içtimai, ferdî, ahlaki, psikolojik,
pedagojik hedefler doğrultusunda, Kur’ân’ın içerdiği ahkâmın, soyut bir format
içinde sunulmayıp, aksine muhataplar tarafından sorulan sorulara somut ve uygun
cevaplar oluşturmasını; meydana gelmiş olan olaylara da çözüm ve örneklik teşkil
etmesini dilemiştir… Çünkü, ancak böyle olması halinde gelen hükümler ve
beşeriyete yöneltilen buyruklar, insan ruhunda ve aklında daha müessir olacak, öte
yandan hayat ile de sıkı ve kopmaz bir ilişki içinde bulunmuş olacaktır (el-Bûtî
(1975), Min Revâii’l-Kur’ân, s. 35)..
Allah, Hakîm ve Halîm’dir…
Bu ilahi yöntem, Allah’ın Hakîm ve Halîm sıfatlarıyla da ilintili olmak üzere,
Kur’ân müminlerine teori-hakikat düzleminde pek çok irşatlar ihtiva etmektedir. Bir
kere, “Kur’ân, spekülatif ve keyfî bir zihnin, “hadi bakalım yeni bir vahiy daha
göndereyim” diyerek tarihe ve topluma yönelmesiyle, ama tarihten ve toplumdan
bağlantısız biçimde akıtılmış” (Adil Çiftçi (2009), Bilgi Sosyolojisi ve İslam
Araştırmaları, s. 66-67) bir değer ve direktifler bütünü değildir! Tam aksine bu
vahyin beşeriyet ufkuna akışında, nesnel ve toplumsal olguyu göz önünde
bulunduran, onu asla yok saymayan; onun varlığı karşısında ve onu gözeterek,
kendi nihai tezlerini oluşturan, dünya ile çok sıkı bir irtibat içinde sayılabilecek bir
“fenomenolojik bir göz”, Aşkın bir bir bakış açısı hâkimdir…
Ayetlerin inişinin çoğunlukla insani, toplumsal ve demografik yapılanmalara
göre olduğunu söyleyen ve bu anlayışı teyit eden tahliller yanında, ‘vahiy, insan ve
toplum’ bağlantısını bir zorunluluk olarak ele alan yaklaşımlar da söz konusu
olabilmektedir. Bu cümleden olmak üzere mesela Hasan Hanefi, “Ayetin inmesinin
sebebi ise, ayetin, içinde inmiş olduğu durum, hadise veya çevredir… ‘Nüzûl’
kelimesi ‘yüksekten aşağıya inmeyi’ ifade edince, “sebeb” kelimesi de ‘aşağıdan
yukarıya’ yükselmeyi ifade eder. İşte, ayet ancak sebebin meydana gelmesinden
sonra inmiş olunca, aşağıda olan, yukarıda meydana gelinin şartı olmuş olur.” ( “el-
Vahyu ve’l-Vâkı”, s. 135-136) şeklindeki açıklamasıyla, vahiy ile insan ve toplum
arasındaki bu sıkı ilişkiye vurgu yapar. Bu sebeple Kur’ân vahyini, zamanın ve
mekânın dışında asılı duran, salt soyut bir olgu veya tedvin edilmiş bir nassın içinde
Tart
ışm
a
• “Kur’ân’ın parça parça indirilmiş olması olgusunu, kendi bireysel öğrenim ve öğretim deneyiminizle karşılaştırabilir miyiz? Aradaki benzerlikler nelerdir? Konuyu, bireysel ve toplumsal iletişim bağlamında tartışınız”.
Kur’ân’ın Nüzûl Süreci ve Tencîmu’l-Kur’ân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17
vücut bulmuş kuru bir harf olarak görmek hiç de uygun değildir! Tam aksine,
Kur’ân’ın her bir ayeti, onları birbirine bağlayan bütüncül ilahi niyete karşın, günlük
beşeri hayatın herhangi bir sıkıntısına, talebine vb. çözüm olarak, peyderpey
getirilmiştir.
Biz bunu, “Kur’ân asla zamansal, beşeri ve toplumsal bir boşluğa inmemiştir;
tam aksine, ‘tarihin ve onun koşullarının içine’ inmiş, böylece bu tarihsel ve
zamansal çerçeve içinde anlaşılması gerektiğine de atıfta bulunmuştur” şeklinde de
ifade edebiliriz.
Kur’ân’ın Nüzûl Sürecini Anlamada Sebeb-i Nüzûlün Önemi
Kur’ân’ın, farklı zaman kesitlerinde, yöneltilmiş kimi sorular, meydana gelmiş
olaylar veya tashih edilmesi gereken toplumsal inançlar, adetler vb. sebeplerle,
değişen miktarlarda, parça parça gelmiş olması gerçeği ile alakalı önemli konu
başlıklarından birisi de, ‘sebeb-i nüzûl’ konusudur.
“Kur’ân’ın bir kısım ayetlerinin indirilmesine vesile olan ortam”ya da
“semadan gelen vahy-i ilahînin, yeryüzünde istikbal ediliş çerçevesi” (S. Yıldırım,
Kur’ân-ı Kerim, s. 89) şeklinde tanımlanabilecek olan sebeb-i nüzûl bize, Kur’ân
ayetlerinin ne gibi hadiseler, hangi sorular üzerine; hangi hikmetler, gayeler,
hükümler doğrultusunda inmiş olduğunu öğretirken, bilhassa insanlar arası ilişkileri
konu alan ilahî pasajların, bir sebebe bağlı olmaksızın (ibtidâen) değil de, birtakım
hadiselerle nasıl eş zamanlı olarak indirilmiş olduğunu vurgular.
Kur’ân’ın nüzûl sürecini ve ortamını anlamak bakımından hayati önemi olan
‘sebeb-i nüzûl’ hakkında bazı alimlerin açıklamalarına yer vermemiz, konunun
ehemmiyetini daha da netleştirecektir.
Vahidî, “Ayetin tarihine ve nüzûlünün açıklanışına vakıf olunmaksızın
herhangi bir ayetin tefsirini bilmek mümkün değildir” derken, İbnu Dakîkı’l-‘Iyd,
“Nüzûl sebebini açıklamak, Kur’ân’ın manalarını anlama hususunda sağlam bir yol
ve vasıtadır”demektedir… İbn Teymiyye ise, sebep-sonuç/ illet-gâye arasındaki
Bir
eyse
l Etk
inlik
• “Muhatap olarak kendinizi odağa alıp, Kur’ân’ın parça parça indirilişinin görünen hikmetleri ile görünmeyen boyutları üzerinde, düşünüp konunun anlaşılması bağlamında yeni açılımlar getiriniz!”.
Kur’ân’ın Nüzûl Süreci ve Tencîmu’l-Kur’ân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18
içsel bağlantıya işaret ederek, “Sebeb-i nüzûlü bilmek, ayetin anlaşılmasına yardım
eder; çünkü sebepleri bilmek, sonuç ve gayeleri/hikmetleri bilmeyi de peşinden
getirir” der. Subhi Salih de, kasidelerin doğru anlaşılabilmesi için onun nazm
ortamının, terkip şartlarının bilinmesinin son derece faydalı olduğu gerçeği ile
karşılaştırarak, bir ayetin nüzûlünü gerektiren tarihi çerçeve ve sebeplerin
bilinmesinin de, aynı şekilde, ayeti sağlam, titiz ve sağlıklı bir şekilde anlamaya,
onun en doğru yorum ve en sağlıklı tefsirini elde etmeye son derece yardımcı
olacağını vurgular! (es-Salih, Mebahis, s. 129).
Ahkâm Ve Ahlâka Dair Ayetlerin Pek Çoğu Birtakım Hadiseler
Vasıtasıyla Gelmiştir!
Konuya, vahiy ve onun nüzûl ortamı perspektifinden baktığımızda
görmekteyiz ki, Kur’ân’ın, özellikle ahkâm ile ahlâka dair ayetlerinin büyük bir
kısmı, sebeb-i nüzûl olarak adlandırılan bazı vesile ve olgular vasıtasıyla gelmiş iken,
buna karşın, eski ümmetlerden bahseden ayetlerin ekserisi de, bir sebep olmaksızın
(ibtidâen) indirilmiştir. Çünkü ahkâm ve ahlâka dair olan ayetler, toplumun hayat
tarzını değiştirmeye yöneliktirler; hukuki ve teşriî ahkâmın ise soyut; başka bir
ifadeyle müphem ve belirsiz kalmamaları için, örneklik işlevi gören ve ‘esbâb’
olarak adlandırılan oluşumlar eşliğinde, konunun tam da beyan edilmeye ihtiyaç
duyulduğu anda gönderilmeleri gerekmiştir (Yıldırım, Kur’ân-ı Kerim, s. 89)…
Bir başka anlatımla söylersek, ahlaki ve teşriî ilkeler; pozitif veya negatif
değer şemaları, soyut ve kuru bir metin teklifi ortamında sunulmamış; aksine, ilahî
mana ve pasajların içine inmekte olduğu diri ve etkin toplum gerçeğini gözetir bir
şekilde, beşeriyetin yaşam çevresi içinde tahakkuk eden somut, gözlemlenebilir
hadiseler, durumlar, şahıslar ve vasıtalar üzerinden gönderilmiştir.
Hatta denilebilir ki, mesela ‘kıble bağlamında gelmiş olup, doğunun da
batının da Allah’ın olduğunu bildiren Bakara 115; haccın sembolleri (şeâir)nden
olan Merve ve Safa tepeleriyle ilgili Bakara 158; yapılmamış bir erdem sebebiyle
sevinip de övülmeyi beklemek hakkındaki A. İmran 188; iman edip takvalı
olunduktan sonra, yenilen içilen şeylerde *geçici bir durum olarak+ hiçbir günah
olmadığını bildiren Maide 93; yenilmesi haram kılınmış şeyler hakkındaki En’âm
145 ve ‘iddet bekleme hakkındaki Talak 4 ayetlerinde olduğu üzere, öyle ayetler
vardır ki, onları doğru anlamak ve içerdikleri hükümlere muttali olmak, ancak ve
ancak sebeb-i nüzûlün ışığında mümkün olabilmektedir! (es-Sâbûnî (ts.), et-Tibyân,
s. 27-28, 30-31).
Kur’ân’ın Nüzûl Süreci ve Tencîmu’l-Kur’ân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19
Bazı Ayetlerin İniş Sebebi, Doğrudan, İçerdikleri Hükümlerin
Sunuluşudur!
Öte yandan, Kur’ân’ın her ayetinin mutlaka bir nüzûl sebebi olmadığı da bir
başka gerçektir. Veya şöyle diyebiliriz: Beşeri ve tarihi çerçeve içinde, zahiri nüzûl
sebepleri olmayan ayetlerin iniş gaye ve sebepleri ise, doğrudan doğruya içerdikleri
esasların, hükümlerin ve hakikatlerin ifşa edilmesi, insanlığa sunulmasıdır; yani,
taşıdıkları ahkâm, beşeriyete tevcih edilen akide esasları, Allah’ın yasalarının
beşeriyete iletilmesi… Öyleyse denilebilir ki, böylesi ayetler bağlamında vahyin iniş
gerekçesi, bizzat metnin kendi içindedir. Cu’berî’nin, “Kur’ân iki kısım üzere
inmiştir: Kur’ân’ın bir kısmı, doğrudan (ibtidâen) inmiştir; bir kısmı da, bir sorunun
veya bir olayın hemen peşinden *ona cevap ve açıklama olarak+ inmiştir…”
şeklindeki veciz açıklaması da, yukarıda belirtilen bu ikili taksime işaret etmektedir
(Mennâ’u’l-Kattân, Mebâhis, s. 78).
Şu halde, indirilişi, somut ve müşahede edilen bir olguya dayanmayan
ayetler için nüzûl sebebi olarak, terkip ve bağlamın da yardımıyla, ayetin içerdiği
zımni, örtük ve kendilerine ima ve işarette bulunulan dolaylı gerekçeler, gayeler ve
hikmetler aranmalıdır.
Sebeb-İ Nüzûlde Söz Sahibi Makam
Sebeb-i nüzûl konusunda otorite, genel kabul itibarıyla, sahabe-i kiramdır;
bir başka söyleyişle, akıl ve içtihat değil, nakildir. Hatta âlimler, içtihat veya re’ye
konu olmayıp, sadece nakil ve işitmeyle (semâ’) bilinebilecek hususlarda
sahabeden gelen bir haberi (mevkûf), bizzat Hz. Peygamber’den işitilmiş (merfû’)
bir söz hükmünde kabul etmişlerdir. Çünkü sahabenin bunu, içtihatta bulunarak
söylemesinin uzak bir olasılık olduğunu ifade etmişlerdir! Nitekim İbnü’s-Salâh ve
Hâkim, hadis ilminde, vahye ve Kur’ân’ın inişine şahit olmuş sahabenin, bir ayet
hakkında onun hangi sebepten dolayı inmiş olduğunu söylediklerinde bunun
‘müsned: Hz. Peygamber’den senetle nakledilen’ bir haber olarak kabul edileceğini;
haberin, bizzat Hz. Peygamber’den işitilmiş merfû bir haber değerinde olacağını
belirtmişlerdir (es-Salih, Mebahis, s. 134).
Bütün bunlardan sonra denilebilir ki, Kur’ân, insanlık vakıasına uzak, dinamik
tarihin dışında, soyut ve hazır bir söz/metin gibi inmemiştir. Aksine o, ebedi dirilik
ve dinamizmini dingin tutan bir çerçeve içinde nazil olmuştur. Aynı zamanda, hitap
ettiği toplumun varlık koşullarını, inanç hallerini, sosyal kültürel tezahürlerini,
kadim kültürlerden tevarüs edilmiş kimi gelenekleri, kutsal ve kutsal dışı
simgelerini, siyasi ve coğrafi konumlarını, günlük yaşam, hatta beslenme biçimlerini
vb. göz önünde bulundurarak gelmiştir. Bu da Kur’ân vahyini, soyut ve tarih dışı bir
çerçeve içinde değil, yaşanılan gerçeklikler dünyasında anlamayı, hayata taşımayı;
Kur’ân’ın Nüzûl Süreci ve Tencîmu’l-Kur’ân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20
bütün bunlar olurken de, ‘sık sık ötelere ima ve işaretlerde bulunması’na karşın,
paralel bir şekilde bu dünyadan da kopmamayı temin etmiştir.
Tart
ışm
a • “Günümüzde, ayetleri anlama ve yeni yorumlar getirme bağlamında, sebeb-i nüzul yerine geçebilecek yeni sebepler ve hikmetler araştırabilir miyiz?”.
Kur’ân’ın Nüzûl Süreci ve Tencîmu’l-Kur’ân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21
Öze
t •İlahi evrensel vahiy sürecinin son halkasını oluşturan Kur’ân Vahyi, kendisinden önce gelmiş vahiyleri ve onların elçilerini onaylamış, göz kamaştırıcı aydınlığını inanç ve gerçekliklerin zirvesine yerleştirirken (el-Müheymin), öncesindeki kadîm bakiyeleri ise tarih aynasının ibret sahnesine, beşeri hafızanın unutulmuşlar girdabına terk etmiştir. Kur’ân-ı Kerim, yöneltildiği toplumsal realiteye büyük önem atfederek, aynı zamanda nüzul seçkinliğinin de bir göstergesi olarak, biri ‘inzâl: toptan indirme/indirilme’, diğeri de ‘tenzîl: parça parça, peyderpey indirme/indirilme’ şeklinde olmak üzere, iki nüzûl biçimiyle şereflendirilmiştir: Bu ikinci indiriliş biçimi, Kur’ân’ın, beşeri zaman-mekân boyutundaki iniş (nüzul) hususiyetine de işaret etmek üzere, ‘tencîm’ olarak adlandırılmıştır.
•Kurân vahyi, Aşkınlık ve ilahiliğinin de bir göstergesi olarak, antropolojik ve tarihsel hiçbir tortuya bulaşmamış olan nebevi/Muhammedî bir zihin ile alınmış; arı duruluğun simgesi bir kalpte hıfzedildikten sonra, yine mutlak doğruluk simgesi bir ağız aracılığıyla insanlığa sunulmuştur (tebliğ), ilan edilmiştir.
•Hem vahiy çağında, hem de daha sonraki yüzyıllar içinde beşeriyetin ve toplumların denek taşından başarıyla çıkmış olan o, bundan sonra da her çağda, her toplum katmanında, her arayış ve özlemde tomurcuklanıp açacak bir İlahî Goncadır, ebediyen taze (‘ğaddan tariyyâ’ ) bir başlangıç, ilahî sonsuz bir imkândır. Bu yüzden de ona, gurup ufkunda kaybolan/silikleşen bir metin olarak değil; tam aksine, “O [Allah] her an, yeni tecellilerle bir iştedir!” (Rahman, 29) ilahî pasajının delaletine muvafık olarak, namütenahi tikel ve tümel önermeler kaynağı, Sonsuz Hayat Pınarı olarak yaklaşmak gerekmektedir…
Kur’ân’ın Nüzûl Süreci ve Tencîmu’l-Kur’ân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22
Değerlendirme
sorularını sistemde
ilgili ünite başlığı
altında yer alan “bölüm
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Kur’ân hakkında, aşağıdaki hükümlerden hangisi doğrudur?
a) Hz. Muhammed tarafından telif edilmiştir.
b) Kitap halinde gönderilmiştir.
c) Anlamlı lafızlar halinde indirilmiştir.
d) Bir kısmı söz, bir kısmı ise yazılı metin halinde gönderilmiştir.
e) Hiçbirisi
2. Aşağıdakilerden hangisi Kur’ân hakkında doğru değildir?
a) Vahiydir.
b) İlahîdir.
c) Mitolojidir.
d) Kadir Gecesinde indirilmeye başlanmıştır .
e) Hiçbirisi
3. ‘İnzâl’ kelimesi, aşağıdaki manalardan hangisine delalet etmez?
a) Toptan indirmek
b) Yüksekten indirmek
c) Özel bir konuşma türünü göstermek
d) Sarsmak
e) Hiçbirisi
Kur’ân’ın Nüzûl Süreci ve Tencîmu’l-Kur’ân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23
4. Aşağıdaki hükümlerden Kur’ân için doğru olanı işaretleyiniz?
a) Sadece bir inzâldir.
b) Sadece bir tenzîldir.
c) Hem inzâl hem tenzîldir.
d) Yazılı sayfalar halinde inmiştir.
e) Hiçbirisi
5. Kur’ân’ın yeryüzüne ilk indirildiği gece aşağıdakilerden hangisidir?
a) Miraç Gecesi
b) Berat Kandili
c) Mevlid Kandili
d) Kadir Gecesi
e) Hiçbirisi
6. Aşağıdaki terimlerden hangisi Hz. Musa’ya indirilen Tevrat ile ilgilidir?
a) İnzâl
b) Tenzîl
c) Tencîm
d) Tefrîk
e) Hiçbirisi
7. Beytü’l-İzze nedir?
a) Bir saray adıdır.
b) Bir tatlı çeşididir.
c) Bir asalet unvanıdır.
d) En yakın semada manevi bir makamdır.
e) Hiçbirisi
Kur’ân’ın Nüzûl Süreci ve Tencîmu’l-Kur’ân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24
8. ‘Tencîm’ sözcüğü aşağıdaki manalardan hangisine denk düşmektedir?
a) Taşlamak
b) Parça parça göndermek
c) Yıldız falına bakmak
d) Ticaret yapmak
e) Hiçbirisi
9. Aşağıdaki kelimelerden hangisi, anlamca, ‘tenzîl’ sözcüğüne en yakın
olanıdır?
a) Tencîm
b) İrsâl
c) Nüzûl
d) İrşâd
e) Hiçbirisi
10. Aşağıdakilerden hangisi Vahiy meleğinin sıfatı değildir?
a) Ruhu’l-Kudüs
b) Cebrâîl
c) er-Rûh
d) Melekü’l-Mevt
e) Hiçbirisi
Cevap Anahtarı
1-c, 2-c, 3-d, 4-c, 5-d, 6-a, 7-d, 8-b, 9-a, 10-d
Kur’ân’ın Nüzûl Süreci ve Tencîmu’l-Kur’ân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Bilmen, Ömer Nasuhi (1974), Büyük Tefsir Tarihi, İstanbul: Bilmen Yayınevi.
El-Bûtî, Sa’îd Ramadân (1975), Dımaşk: Min Revâıi’l-Kur’ân, Mektebetu’l-Fârâbî,
El-Câbirî, Muhammed Abid (2006), Medhal ile’l-Kur’âni’l-Kerim, Beyrut: Merkezu
Dirâsâti’l-Vahdeti’l-‘Arabiyye.
Çiftçi, Adil (2009), Bilgi Sosyolojisi ve İslam Araştırmaları, Ankara: Ankara Okulu
Yayınları.
Derveze, Muhammet İzzet (1997), Kur’ânü’l-Mecîd, çev. Vahdettin İnce, İstanbul:
Ekin Yayınları.
Hamidullah, Muhammed (1993), Kurân-ı Kerim Tarihi, çev. Salih Tuğ, İstanbul:
İFAV. Yayınları.
Hanefi, Hasan (1983), “Hel Ledeynâ Nazariyyetun fi’t-Tefsîr”, Kadâyâ Muâsıra-I,
Beyrut.
(1990), “el-Vahyu ve’l-Vâkı’u”, Nedvetu Mevâkıfi’l-İslâm ve’l-Hadâse, London:
Dâru’s-Sâkî,
el-İsfahanî, Rağıb (ts.), el-Mufredât fî Garîbi’l-Kur’ân, Beyrut: Dâru’l-Ma’rife,
İzutsu, Toshihiko (1975), Kurân’da Allah ve İnsan, çev. Süleyman Ateş, Ankara:
AÜİF. Yayınları.
Kattân, Mennâ’ (1393/1973), Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, Riyâd: Menşûrâtu’l-‘Asri’l-
Hadîs.
Öge, Sinan (2005), İlahi Kelamın Yapısı, Erzurum: AÜSBE. Basılmamış Doktora Tezi.
es-Sâbûnî, Ali (ts.), et-Tibyân fî Ulûmi’l-Kur’ân, İstanbul: Der Saâdet Kitabevi.
es-Salih, Subhi (1977), Mebâhis fi Ulûmi’l-Kurân, Beyrut: Dâru’l-İlm li’l-Melâyîn.
Schimmel, Annamarie (1999), Dinler Tarihine Giriş, İstanbul: Kırkambar Yayınları.
es-Suyûtî, Celalüddin (1370/1951), el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Mısır: Matbaatu
Mustafâ el-Bâbî el-Halebî ve Evlâduh, 3. bsk.
-(1408/1988), et-Tahbîr fî İlmi’t-Tefsîr, Beyrut: Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye,.
Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi (1979), Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul: Eser
Neşriyat.
Kur’ân’ın Nüzûl Süreci ve Tencîmu’l-Kur’ân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26
Yıldırım, Suat (1983), Kurân-ı Kerim ve Kurân İlimlerine Giriş, İstanbul: Ensar
Neşriyat.
ez-Zencânî, Ebû Abdillâh (1388/1969), Târîhu’l-Kur’ân, Beyrut: Müessesetu’l-A’lamî
li’l-Matbûât.
ez-Zerkanî (ts.), Menâhilu’l-İrfân fî Ulûmi’l-Kur’ân, (Mısır): Matbaatu İsâ el-Bâbî.
ez-Zerkeşî, Bedrüddin (1391/1972). el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, thk. Muhammed
Ebu’l-Fadl İbrâhîm, Beyrut: Dâru’l-Ma’rife.
İÇİN
DEK
İLER
• Kur'ân'da Nesh
• Kur'ân'da Muhkem-Müteşabih
HED
EFLE
R
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Nesh, nâsih, mensuh kavramlarını öğrenebilecek
• Neshin bedâ, tahsis ve istisnadan farklı olduğunu anlayabilecek,
• Nesh hakkında genel bilgi sahibi olabilecek,
• Muhkem ve müteşabih hakkında bilgi sahibi olabilecek,
• Müteşabih âyetler hakkındaki görüşleri kavrayabilecek,
• Lafzî müteşabihleri öğrenebileceksiniz.
ÜNİTE
6
KUR’ÂN’DA NESH ve
MUHKEM-MÜTEŞABİH
TEFSİR TARİHİ VE
USÛLÜ
Prof.Dr. Veysel GÜLLÜCE
ÜNİTE
6
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2
Nesh, ilahî bir lütuftur.
KUR’ÂN’DA NESH
GİRİŞ
Nesh ( النسخ ), beşerin tarih boyunca gösterdiği gelişim ve değişime paralel
bir tarzda ilahî bir lütuf olarak gündeme gelmiş, bir peygamber zamanında yürürlükte olan birtakım ilahî hükümler daha sonra gelen peygamber devrinde nesh edilerek, yerlerine o çağın ihtiyaçlarını karşılayacak, daha uygun yeni hükümler getirilmiştir. Böyle bir ihtiyaçtan kaynaklanan neshin varlığı bütün İslâm âlimlerinin yanı sıra başka ilahî dinlerin alimleri tarafından da kabul görmüştür.
İslâm Dini’nde, önceki dinlerde bulunan bir takım hükümler kaldırılıp nesh edildiği gibi, cahiliye devrinden kalma pek çok batıl adet ve gelenek de kaldırılarak değiştirilmiştir. Topluma iyice yerleşmiş bazı kötü alışkanlıkların kaldırılması ise yavaş yavaş, tedricî olarak gerçekleştirilmiştir. Bunun yanında, kıble meselesinde olduğu gibi, bir imtihan vesilesi olarak bazı ilahî hükümlerin kaldırılıp yerine başkalarının getirilmesi de söz konusudur.
Nesh’in Sözlük ve Terim Anlamı
Sözlük Anlamı
Nesh sözlükte iki manaya gelmektedir:
1. Kaldırmak (ilga), iptal ve izale etmek. نسخت الشمس الظل (Nesehati’ş-
şemsu ez-zıll): Güneş gölgeyi nesh etti (kaldırdı, izale etti) misalinde olduğu gibi. “...
Bunun üzerine Allah şeytanın ilka ettiği şeyi nesh eder” (Hacc, 52) âyetindeki nesh
bu manadadır.
2. Nakletmek, yazılı bir şeyi bir başkasına aktarmak.نسخت الكتاب (Nesehtu’l-kitab): Kitabı nesh ettim/ başka bir yere yazıp çoğalttım ifadesinde
olduğu gibi. “Biz sizin yaptıklarınızı istinsah ediyorduk” (Câsiye, 29) âyetindeki
istinsah kelimesi bu manadadır.
Terim Anlamı
Nesh’in terim (ıstılah) anlamı ise, şer’î bir hükmün sonradan gelen şer’î bir
delille kaldırılmasıdır. Kaldırılan önceki hükme mensûh, onu kaldıran sonraki delile
de nâsih denir. Neshin bu anlamı sonraki dönemlere ait olup, sahabe ve tabiinin ise
neshi bu ıstılahî manada değil, daha çok lügavî (sözlük) manasında kullandıkları
anlaşılmaktadır. Onlara göre nesh, bir âyetin başka bir âyetteki bazı vasıfları izale
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3
Nesh için, pek çok şart
gereklidir.
etmesidir. Bir âyetle amel etme müddetinin bitmesi, umumiliğin tahsisi, istisna,
câhiliye adetlerinin kaldırılması veya ehl-i kitaba ait hükümlerin kaldırılması da
böyle değerlendirilmiştir. Neshle ilgili eserlerde nesh edilmemiş âyetler hakkında,
genelde “muhkem” tabiri kullanılmıştır.
Nesh’in Şartları
Tarifinden de anlaşılacağı üzere, neshin gerçekleşmesi için birtakım şartlar
gereklidir. Bu şartlar şunlardır:
1. Mensûhun hükmü nâsihten önce sabit olmalıdır.
2. Nâsih şer’i bir hitap olup, nesh olunan hitaptan sonra gelmelidir.
3. Nâsih ve mensûh arasında her ikisiyle birden amel etmek mümkün
olmayacak tarzda hakiki bir tearuz (aykırılık/ çelişki) bulunmalıdır. Eğer aksi olur,
yani her ikisiyle de amel etmek mümkün olursa biri diğerini nesh etmez.
4. Mensûhun hükmünün meşru olması, yani şer’î bir hitapla olması gerekir.
Eğer mensûh olan hüküm adet ve örf ile yapılan bir şey ise, onu kaldıran şer’i delil
nâsih sayılmaz, iptidâen hüküm vaz’etme olur.
5. Nâsih’in hükmü, mensûhunki gibi sabit olmalıdır. Aksi halde nâsih
olamaz. Bundan dolayı, sabit bir hükmün icma veya kıyasla neshi geçerli değildir.
6. Nâsih, mensûh gibi veya daha kuvvetli bir tarikle gelmelidir. Zayıf olan
kuvvetliyi nesh edemez.
7. Nesh ancak emir ve nehiylerde geçerlidir. Akâidle ilgili bilgiler, Kur’ân
kıssalarında anlatılanlar gibi mahza haberlerin neshi söz konusu değildir. Ancak
lafzı haber fakat manası emir hükmünde ise nesh edilebilir. İstisna ve tahsis de
nesh sayılmaz.
8. Kaldırılan hükmün belli bir vakitle sınırlandırılmış olmaması gerekir.
Çünkü bu durumda hüküm, bu belirli vaktin sonunda son bulur, nesh edilmiş
sayılmaz.
9. Nâsih ve mensûh’un aynı cinsten olması gerekir. Yani Kur’ân âyetleri
ancak Kur’ân âyetleriyle, sünnet de ancak sünnetle nesh edilir. Bu şart Şâfiî, Ahmed
b. Hanbel ve aynı görüşte olan başkalarına göredir.
Nesh’in Bedâ’dan Farkı
Nesh ile, gizlilikten sonra aşikâr olmak veya daha önceden var olmayan
yeni bir görüşün doğması manasındaki bedâ ( انبداء ) arasındaki fark iki açıdandır:
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4
Nesh, bize göre
hükmün değiştirilmesi,
Allah için ise, hükmün
müddetinin bittiğinin
beyânıdır.
1. Nesh, mükellefe emredilmiş bir ibadetin değiştirilmesidir. Bu durumda
âmir (emreden) emirde bulunduğu esnada emrettiği şeyin yerine getirilme
zorunluluğunun son bulacağı ânı ve neshedilmesiyle kalkacağını bilir. Nesh, bize
göre hükmün değiştirilmesi, Allah için ise hükmün müddetinin bittiğinin beyanıdır.
Başka bir ifadeyle nesh, Allah’a göre nihaî hükmü beyan, kullara göre ise ilgadır.
Bedâ’da ise durum böyle olmayıp, emredenin sabık bir ilimle değil de meydana
gelen yeni bir durum sebebiyle emrettiği ve irade ettiği şeyden başka bir şeye
intikâli söz konusudur.
2. Neshin sebebi, önceki hitabı yöneltmeyi gerekli kılan şeyin yanlışlığını
gerektirmez. Bedâ ise aksine, önceki hitabı yöneltmeyi gerekli kılan şeyin
yanlışlığına delalet eder. Bir gayeye ulaşmak için bir işi emredip, sonra bu gayenin
bu işi yapmakla hâsıl olmayacağını anlayarak emirden vazgeçmek gibi.
Görüldüğü gibi, her iki durumda da bedâ bilgisizlikten kaynaklanmaktadır.
Cenab-ı Hak ise böyle bir şeyden münezzehtir.
Nesh’in Tahsis ve İstisna’dan Farkı
Tahsis, hükmün tamamını değil de bir kısmını izale etmek, hitabın
kapsadığı şeylerden bir kısmını çıkarmak manasındadır. Tahsis edenin tahsis
edilenden zaman bakımından sonra olma şartı yoktur. Önce veya birlikte de
olabilir. Haberlerde de tahsis olabilir.
İstisna da tahsis gibidir. Ancak istisna, harfsiz (istisna harfi olmaksızın)
olamayacağı gibi, müstesna minh’den (kendisinden istisna yapılan ifadeden) ayrı
da olamaz. Nesh ise, bunlardan farklı olup ilk emirle amel etme süresinin bittiğini,
ikincisiyle amel etme zamanının başladığını bildirir. Bir cümlede istisna varsa bu
durum, istisna kılınan şeyin önceki cümlede murad edilmediğini gösterir.
Nesh Hakkındaki Görüşler
Bazı Yahudi gruplar hariç, bütün ilahî din mensuplarından olan âlimler,
neshin aklen ve şer’an caiz olduğu hususunda ittifak etmiştir.
Ancak burada söz konusu olan nesh, ilahî dinlerin birbirlerini nesh
etmesidir. Örneğin Musa (a.s)’ın şeriati, İbrahim (a.s)’a emredilen bazı hükümleri
nesh etmiştir. İsa (a.s)’ın şeriati de ona bildirilen bazı hükümleri nesh etmiştir.
İslâm ise daha önceki bütün şeriatleri neshetmiştir. Ancak bu ifade, önceki
şeriatlerdeki bütün hükümleri neshetmiştir manasında anlaşılmamalıdır. Çünkü,
birtakım temel prensipler bütün şeriatlerde ortaktır.
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5
Ezelî ilim sahibi olan
Yüce Allah, farklı
devirlerde yaşayan
insanların ihtiyaçlarına
göre, hükümlerinde
bazı değişiklikler
yapmıştır.
Bir şeriat diğerini nesh edebildiği gibi, bir şeriatin kendi içinde de nesh
caizdir. Örneğin, Müslümanların Beyt-i Makdis’e yönelerek namaz kılmalarının
neshedilip, Kabe’ye yönelmelerinin istenmesi hakkında ihtilaf yoktur. Neshin aklen
mümkün olduğu, bütün İslâm alimlerinin kabul ettiği bir gerçektir. Ancak, Kur’ân
âyetleri arasında bir neshin vukuu hakkında ihtilaf vardır. Âlimlerin çoğunluğuna
göre bu da caizdir. Ancak, bu durum Kur’ân’da mensuh âyetlerin bulunduğuna delil
teşkil etmez. Çünkü aklen mümkün ve caiz olan her şeyin vuku bulması zorunlu
değildir.
Nesh’in Gaye ve Hikmeti
Neshin gaye ve hikmeti iki açıdan ele alınır.
Birincisi geçmişteki ilâhî dinlere ait birtakım hükümlerin sonra gelenlerde
nesh edilmesi durumu hakkındadır. Buradaki hikmet ve gaye şudur: Neshe kabil
olan amelî hükümler beşerin maslahatı için vaz’edilir. Maslahat ise zamana göre
değişir. Hakîm ve Âlim olan Allah her zaman için uygun olan hükümleri vaz’eder.
Hâzık bir doktor hastanın durumuna göre ilaçlarda değişiklik yaptığı gibi, ezelî ilim
sahibi olan Allah da beşerin ihtiyacına göre bazı hükümlerde değişiklik yapar.
İkincisi ise, İslâmî hükümlerdeki neshin hikmet ve gayesi ile ilgili olup şöyle
açıklanır: Birtakım kötü davranışlara alışmış bir toplumu birden bire bu
davranışlardan koparmak mümkün olmadığı için, insanlar peyderpey indirilen
âyetler sayesinde tedricî olarak, kolaylıkla, yavaş yavaş bu alışkanlıklardan
uzaklaştırılarak, onların yerine güzel davranışlar yerleştirilir.
Uzun dönemler söz konusu edildiğinde, neshin birtakım fayda ve maslahatlar
içerdiği herkesçe kabul edilen bir gerçektir. Geçmiş Peygamberler devrindeki
şartlar değiştiğinden, İslâm’da yeni hükümlerin getirilmesinin fayda ve hikmetleri
ortadadır. İslâm’ın ilk dönemlerinde de insanları bir takım kötü alışkanlıklardan
koparmak için bir tedriciliğin uygulandığı kabul edilmektedir. Ancak, çoğu kere bu
tedricilikte nesh söz konusu olmadığı gibi, terk edilmesi veya değiştirilmesi istenen
birtakım uygulamalar hakkında Kur’ânla ilgili bir durum da söz konusu değildir.
Örneğin kıblenin değiştirilmesinde bir nesh söz konusudur ama Kur’ân’da sadece bu
durumu nesh eden âyet vardır, neshi gereken bir âyet yoktur.
Kur’ân Ayetleriyle İlgili Neshin Kısımları
Kur’ân âyetlerinde neshin varlığını kabul eden alimler nesh edildiği söylenen
bu âyetleri üç ayrı grupta toplamışlardır.
I. Yazısı (resm/ hat) ve hükmü mensûh âyetler
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6
Mushafta mensûh
âyetlerin bulunup
bulunmadığı hususu
tartışmalı bir meseledir.
Bu görüşe göre indirilmiş bazı âyetler hem hat hem de hüküm olarak
kaldırılmıştır.
II. Yazısı neshedilip, hükmü baki kalan âyetler
Bu görüşe göre ise, bazı âyetlerin hattı (yazısı) Kur’ân’dan kaldırılmış ama
hükmü baki kalıp geçerliliğini sürdürmüştür.
III. Hükmü neshedilen fakat yazısı bâki kalan âyetler
Kur’ân’daki neshle alakalı bu tasnifteki ilk iki maddeye çeşitli âlimlerce
itirazlar yapılmış, neshin bu iki türünün bir değerinin olmadığını, bu nesh
çeşitlerinin Kur’ân için asla söz konusu olamayacağını ifade etmişler, ilgili
rivayetlere de şüpheyle bakmışlardır.
3. Maddeye gelince, her ne kadar âlimlerin genel kanaati Kur’ân’da yazısı
baki hükmü mensuh olan, yani mushafta bulunduğu halde hükmü kaldırılmış olan
âyetler bulunduğu yönünde olsa da bu konuda bir ittifak söz konusu değildir.
Çünkü âlimlerin bir kısmı Kur’ân’da hükmü kaldırılmış (mensûh) bir âyet olmadığı
kanaatindedir. Ayrıca Kur’ân’da mensuh âyetler vardır diyen âlimlerin öne
sürdükleri âyetler hakkında da bir ittifak yoktur. Yani her biri kendince bir takım
ayetlerin nesh edildiği kanaatindedir. Şu âyet mensuhtur diye hepsinin ittifak ettiği
bir tek ayet dahi yoktur.
Şimdi bu konuyu biraz daha tafsilatlı ele alalım:
Acaba nesh, Kur’ân ayetleri için de geçerli midir? Başka bir ifadeyle,
Kur’ân’da hükmü kaldırılmış, ilga edilmiş ayetler var mıdır?
Bu sorunun cevabını öncelikle Kur’ân’da aramamız gerekir. Çünkü bildirdiği
hükümlerin devamlılığı veya kaldırılıp yerine başka bir hükmün getirildiği
konusunda asıl söz sahibi Yüce Allah’tır. Böyle bir şey söz konusuysa bu konuda
öncelikle Kur’ân-ı Kerim’de bir açıklamanın bulunması beklenir. Ardından sünnet’e
ve sahabeden bu konuyla ilgili nakledilen rivayetlere bakmalıyız. Son olarak da
İslâm âlimlerinin bu konudaki kanaatlerine bakmalı, nesh olunduğu, hükmü
kaldırıldığı hususunda ittifak ettikleri ayetler var mıdır? diye araştırmalıyız. Şimdi
bu tertip üzere sorumuzun cevabını araştıracağız.
Nesh’le İlgili Ayetler
Kur’ân’da “şu ayetler nesh edilmiştir” veya “şu ayet şu ayetin hükmünü
ortadan kaldırmıştır” gibi ifadelere değil de sadece nesh’in bir hakikat olarak
varlığını bildiren, neshe işaret eden veya nesh ifadesinin geçtiği bazı ayetleri
görmekteyiz.
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7
Bildirdiği hükümlerin
devamlılığı veya
kaldırılıp yerine başka
bir hükmün getirilmesi
konusunda asıl söz
sahibi Yüce Allah’tır.
Kur’ân’da nesh edilmiş ayetler bulunduğu görüşünü savunanların en önemli
dayanaklarından biri, bu ayetlerdir. Bunlar: Bakara sûresi, 106; Nahl sûresi, 101;
Ra’d sûresi 39 ve Al-i İmrân sûresi, 7. âyetleridir.
Ancak Kur’ân’da nesh’den bahsedilmesi, Kur’ân bünyesinde nesh edilmiş
ayet bulunduğuna delalet eder mi? Acaba bu ayetlerde bildirilen veya işaret edilen
nesh ıstılahî manadaki nesh midir? Başka manada anlaşılamaz mı?... Bu sorulara,
ilgili ayetler hakkındaki değerlendirmeler sonucunda cevap bulmaya çalışacağız:
ن .1 ها أو مثلها أل ت علم أن اللو على كل شيء قدير ما ننسخ من آية أو ننسها نأت بي م
“Bir âyeti neshettiğimizde veya onu ertelediğimizde/ unutturduğumuzda
ondan daha hayırlısını veya mislini getiririz...” (Bakara, 106)
Bu âyetteki “âyet’in neshi” hakkındaki değerlendirmeler şöyledir:
a. Kur’ân âyetlerinin hükümlerinin değiştirilmesidir.
b. Kıblenin değiştirilmesidir.
c. Geçmiş şeriatların neshidir.
d. Mucizelerin değiştirilmesidir.
e. Kevni âyetler, canlılar vs.’dir.
f. Unutulmuş veya unutturulmuş âyetlerdir.
g. Nesh ve unutturmanın olmadığını bildirmektedir.
h. Levh-i Mahfûz’daki bir âyetin Peygamberimize indirilmesi (nesh) veya
orada bırakılmasıdır (nesî).
i. Âyetlerin sûre içindeki yerlerinin değiştirilmesidir.
i. Batıl şeylerin, muharref hükümlerin neshidir.
لنا آية مكان آية واللو أعلم با ي ن زل قال .2 ا أنت مفت بل أكث رىم ال ي علمون وإذا بد وا إن
“Bir âyeti başka bir âyetin yerine getirdiğimizde (değiştirdiğimizde) -ki
Allah ne indirdiğini gâyet iyi bilir- sen sadece uyduruyorsun derler. Hayır, öyle
değil! Ama, onların çoğu bilmez” (Nahl, 101).
Bu âyet hakkındaki değerlendirmeleri de şöyle özetleyebiliriz:
a. Kur’ân âyetlerinin hükümlerinin değiştirilmesidir.
b. Âyetlerin yerlerinin değiştirilmesidir.
c. Risalet ve şeriatların değiştirilmesidir.
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8
d. Mucizelerin değiştirilmesi, kevnî mucizelerin yerini Kur’ân’ın almasıdır.
e. Âyetlerin değiştirilmezliğinin vurgulanmasıdır.
يحو اللو ما يشاء وي ثبت وعنده أم الكتاب .3
“Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır. Ümmü’l-Kitab O’nun katındadır”
(Ra’d, 39).
Bu âyet hakkındaki değerlendirmeleri de şöyle özetleyebiliriz:
a. Allah, kullarının işlerinden -saadet ve şekavet hariç- dilediğini silerek
değiştirir.
b. Ümmü’l-Kitab’ın dışındakilerden dilediğini siler dilediğini sabit bırakır.
c. Kitabı’nın hükümlerinden dilediğini nesh eder, dilediğini nesh etmeyip sabit
bırakır.
d. Eceli geleni siler, eceli gelmemiş olanı sabit bırakır.
e. Kullarının günahlarından dilediğini affedip, dilediğini olduğu gibi bırakır .
f. Burada ibadetten sonra günah işleyerek, onu iptal (mahv) eden ve
günahından sonra ibadet ederek onu gideren kimsenin durumu anlatılmaktadır.
g. Hafaza melekleri tarafından Allah katına ulaştırılan fiilî ve kavlî amellerin
sevap veya cezayı gerektirmeyenlerinin Allah tarafından silinip, sevap veya cezayı
gerektirenlerinin baki bırakılmasıdır.
Görüldüğü gibi, bu âyetin Kur’ân hükümlerinin neshinden bahsettiğine dair
görüş, âyet hakkındaki çok sayıdaki yorumlardan sadece birisi olup, ilk etapta akla
gelebilecek bir mana değildir. Öyle olduğunu kabul etsek dahi, bu neshin Kur’ân
bünyesindeki bir nesh olduğunu iddia edemeyiz.
…منو آيات مكمات ىن أم الكتاب وأخر متشابات .4
“Kur’ân’ın bir kısmı muhkem âyetlerdir. Onlar Kitab’ın anası (esasıdır).
Diğer bir kısmı ise müteşâbih âyetlerdir” (Al-i İmrân, 7).
Bu âyetteki muhkemât ifadesi, nâsih veya nesh edilmemiş âyetler,
müteşabihât ise neshedilmiş âyetler olarak değerlendirilmiştir. Ancak âyet
hakkındaki birçok yorumdan sadece biri olan bu görüş, âyetin devamına uygun
düşmemektedir. Bu âyet hakkındaki diğer yorumlara muhkem-müteşâbih
konusunda değineceğiz.
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9
İbn Abbas’tan neshle
ilgili nakledilenlerin bir
kısmı neshin lügat
manasıyla ilgilidir. Bir
kısmında ise istisnâ
ifadeleri nesh olarak
değerlendirilmiştir. Bu
rivayetlerin pek
çoğunun ona nispeti de
doğru değildir.
Sonuç olarak, bu âyetlerin tamamında Kur’ân bünyesinde neshin vuku
bulduğuna, birtakım Kur’ân ayetlerinin hükmünün kaldırıldığına dair kesin bir
delalet söz konusu değildir.
Neshle İlgili Hadis Var Mıdır?
Kur’ân’da nesh edilmiş ayetlerle ilgili bir hadisin bulunmadığının en önemli
delili, neshle ilgili pek çok eserde böyle bir hadisten bahsedilmemesidir. Eğer olsaydı
mutlaka bahsedilirdi.
İbn Şahin’in hadislerin neshiyle ilgili en-Nâsihu ve’l-Mensûh mine’l-Hadîs adlı
eserinde geçen bir rivayete göre Hz. Ali, Peygamberimiz’in: “Kurbanlıklar bütün
kurbanlığı, Ramazan, bütün oruçları, cünüplükten dolayı gusûl abdesti alma her
türlü guslü, zekât da her türlü sadakayı neshetti” dediği nakledilmekteyse de İbn
Şahin bu rivâyeti garip bulmuştur. Rivâyet, bu şekliyle geçtiği başka kaynaklarda da
münker olarak belirlenmiştir. Bu rivayet benzer ifadelerle, hadis olarak değil de
başka kimselere nispet edilerek nakledilir. Dolayısıyla, hadis olarak
değerlendirilmesi söz konusu değildir.
Neshle İlgili Sahabeye Nispet Edilen Rivayetler
Sahabe’den bu konuda nakledilen rivayetlere baktığımızda bilhassa İbn
Abbas’tan nakledilen bir hayli rivayetle karşılaşıyoruz. Ancak, İbn Abbas’tan neshle
ilgili nakledilenlerin bir kısmı neshin lügat manasıyla ilgilidir. Çünkü daha önce de
belirttiğimiz gibi, sahabe ve tabiin nesh’i daha çok bir âyetteki umumluğun tahsisi,
mutlakın takyid edilmesi, müphem ve mücmelin beyanı olarak isimlendiriyorlardı.
İbn Abbas’a nispet edilen nesh iddialarının önemli bir kısmı ise, istisna
ifadesinin nesh olarak anlaşılmasıyla ilgilidir. Çünkü o bu tür âyetleri açıklarken
nesh değil istisnâ kavramını kullanmış, ancak sonradan bu açıklamalar nesh olarak
değerlendirilmiştir. Nitekim Mekkî, neshle ilgili el-Îdâh li-Nâsihi’l-Kur’ân ve
Mensûhihi adlı eserinde şöyle der: “İstisna edatının yer aldığı Kur’ân’ın pek çok
yeri, İbn Abbas’tan mensûh diye nakledilir...” (Mekkî, s. 235). Örneğin, “Şairlere
yoldan çıkmış kimseler tabi olurlar...” (Şuarâ, 224) ayetinin, devamı olan “iman
edip salih amel işleyenler ve Allah’ı çokça zikredenler müstesna” (Şuarâ, 227)
âyetiyle nesh edildiği iddiası İbn Abbas’a nispet edilir. İbnu’l-Cevzî, nesh konusunda
yazdığı önemli eseri Nevâsihu’l-Kur’ân’da bu iddianın İbn Abbas’a nispet edilmesini
doğru bulmaz ve bunun, ravilerin yanlış anlayarak ifadeyi değiştirmelerinden
kaynaklandığını, doğrusunun ise başka bir senedle kendisine ulaşan şu rivâyet
olduğunu söyler: “İbn Abbas şöyle der: “Şairlere yoldan çıkmış kimseler tabi
olurlar” sonra Allah mü’minleri istisna ederek şöyle buyurdu: “Ancak iman edip
salih amel işleyenler... müstesna”. İbn Abbas (r.a)’dan gelen sahih lafız budur ve bu
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10
bir istisnadır, nesh değildir. Ancak, raviler zannettikleri manayı naklediyor ve hata
ediyorlar.” (İbnu’l-Cevzî, s. 204).
Keza, nesh konusundaki rivayetlerin büyük çoğunluğunun İbn Abbas’a nispeti
doğru değildir. Bazen birbirine zıt görüşlerin ona nispet edilmesi bu durumu
desteklemektedir. Örneğin, Nehhâs’ın neshe dair değerli eseri en-Nâsihu ve’l-
Mensûh fi Kitabi’llahi Azze ve Celle adlı eserinde belirttiği gibi, “Kalplerinizde olanı
açığa vursanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çekecektir” (Bakara, 284)
âyetinin nesh edilip edilmediği hususunda İbn Abbas’a nispet edilen üç görüşten
bahsedilir: a. Bakara sûresi 284. âyetiyle mensûhtur, b. Mensûh değildir, kıyâmet
günü Allah tüm insanları hesaba çekip, daha sonra mü’minleri bağışlayıp kâfirleri
cezalandıracaktır, c. Âyetin manası hususi olup, şehadetin gizlenmesi veya
açıklanmasına dairdir (Nehhâs, II, 225).
Öyle anlaşılıyor ki, İsrâiliyatta olduğu gibi, nesh konusunda da birtakım
rivâyetler, tefsîr ilmininde meşhur olup sözü geçerli olduğu için, ona isnad edilerek
nakledilmiştir.
Diğer Haberler
Sahabe’den neshle ilgili olarak bahsedilen diğer haberlerin başında, bu
konudaki eserlerin hemen hepsinde rastlanan Hz. Ali’nin, nâsih ve mensûhu
bilmeyen bir kıssacıya Hem kendin helâk oldun hem de başkalarını helâk ettin! diye
azarlayarak yasaklama getirmesine dair rivâyet gelir. Ancak İbn Huzeyme’nin,
neshle ilgili eseri el-Mûcez fi’n-Nâsihi ve’l-Mensûh’ta naklettiği rivâyette bu
kıssacının isminin Ka’bu’l-Ahbâr olarak belirtilmesi burada söz konusu olan neshin
Tevrat’ta anlatılan birtakım muharref kıssaların Kur’ân ifadeleriyle neshedilmiş
olmasıyla alakalı olduğunu göstermektedir. Çünkü eski bir Yahudi âlimi olan Ka’b,
İsrâilî kıssalar anlatanların başında gelir. Bu rivâyet şöyledir: “Hz. Ali, kıssa
anlatmakta olan Ka’bu’l-Ahbâr’a rastlar ve ona şöyle der: Ey Ebû İshak! Bu makama
emîr veya memûrdan başkası oturamaz. Birkaç gün sonra tekrar uğradığında
Ka’b’ın yine kıssa anlattığını görür. İnsanların kimi bayılıp düşmüş, kimi
ağlamaktadır. Bunun üzerine Hz. Ali: Ey Ebû İshak! Seni bu makama oturmaktan
nehyetmedim mi!? Nâsih ve mensûhu biliyor musun!? der. O da, Allahu a’lem
deyince Hz. Ali şöyle karşılık verir: Hem kendin helâk oldun hem de başkalarını
helâk ettin! ” (İbn Huzeyme, s. 261).
Ayrıca bu rivâyet iki açıdan zayıf bulunmuştur. Birincisi: Bu olayı Dahhâk İbn
Abbas’tan nakletmektedir. Halbuki h. 105’te vefat eden Dahhâk -Said b. Cübeyr’in
ifadesine göre- İbn Abbas’la karşılaşmamıştır. İbn Hibbân da Dahhâk’ın rivâyet
ettiği hadislere şüpheyle yaklaşmak gerektiğini söyler. İkincisi: Hz. Ali döneminde
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11
Nesh konusunda
geçmişten günümüze
pek çok eser yazılmıştır.
mescitlerde kıssa anlatanlar ortaya çıkmış değildi. Bu durum ancak Emeviler
döneminde ortaya çıkmıştır.
Mensuh Kabul Edilen Ayetler Hakkında İttifak Var Mıdır?
Kur’ân’da nesh edilmiş, hükmü kaldırılmış ayetler bulunduğu kanaati ilk
dönemlerden itibaren İslâm alimleri arasında kabul görmüş, hatta köklü bir şekilde
yerleşmiş görünüyor. Bu konunun revaç bulması ve tartışmasız bir şekilde kabul
görmesinde İbn Abbas’a nispet edilen nesh görüşlerinin önemli bir rolü olduğu
anlaşılıyor. Çünkü Hıbru’l-Umme ve Tercumânu’l-Kur’ân unvanlarına sahip,
Kur’ân’ın tevil ve tefsiri hususunda Peygamberimizin hususi duasına mazhar olmuş
bir sahabiye nispet edilen neshle ilgili çok sayıdaki görüş, çok ihtiyat gerektiren bu
konunun tartışmasız olarak kabulüne yol açmıştır. Keza bu durum, sonraları benzer
ayetlerin tesbit edilerek onlar hakkında da nesh hükmünün verilmesi hususunda
âlimleri cesaretlendirmiş ve nesh edildiği söylenen ayetlerle ilgili çok sayıda eser
kaleme alınmıştır.
Bu arada Ebû Ubeyd, Nehhâs, Mekkî ve İbnu’l-Cevzî gibi nesh konusunda
önemli eserleri olan bazı âlimler bu konunun fazla abartıldığının farkına vararak,
ileri gidenleri kınamışlardır. Çünkü bu konudaki bazı eserlerde ayetler parçacı bir
yaklaşımla birbirlerinden bağımsız olarak ele alınıyor, aralarında çelişki var
zannıyla, derhal mensuhtur hükmü veriliyordu... Bu iddiaların bir kısmında sünnetin
Kur’ân âyetlerini nesh ettiğine yer verilmiş, bir kısmında neshi caiz olmadığı halde
haber ifade eden âyetlerin neshinden bahsedilmiş, bir kısmında tahsis ve istisnalar
nesh sayılmış, bir kısmında bir veya birkaç âyetin (seyf ve kıtal ayetleri) 100’den
fazla âyeti nesh ettiğinden söz edilmiştir. Bunlar yapılırken âyetler arasındaki
irtibata dikkat edilmeksizin, konuları nazara alınmaksızın, sadece zahirî ve sathi
bakışlarla âyetlere yönelinmiş, bu yüzden çoğu kere ardarda gelen ve birbirinin
manasını tamamlayan âyetlerin birbirini nesh ettiği, hatta bazen âyetteki bir
cümlenin bir yarısının diğer yarısıyla nesh edildiği söylenmiştir. Bazen de sadece bir
ifâde veya cümlecik mensûh sayılmış, bazen âyetin ortasının mensûh olduğu,
bazen de ortasının muhkem olup baş ve son kısımlarının mensûh olduğu
söylenmiştir.
Ancak konunun bazılarınca bu derece abartılmış olması, bu iddianın
tamamen haksız ve yersiz olduğu manasına gelmez. Abartılı taraflarını bir tarafa
atıp meseleye akl-ı selimle yaklaşarak az sayıda da olsa gerçekten hükmü
kaldırılmış ayetler var mıdır? diye araştırmak gerekir. Nitekim yukarıda ismi geçen
âlimler de böyle yapmış, bu konuda gerçeği ortaya koymak için, hakkında nesh
iddiası bulunan ayetleri teker teker ele alarak bu iddiaları dikkatli bir şekilde
değerlendirmiş, bunların takriben onda birini haklı görmüşlerdir.
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12
Hakkında ittifakla
“mensuhtur” denen bir
tek âyet dahi yoktur.
Suyûtî, Kur’ân ilimlerine dair önemli eseri el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân’da
genelde geçmişteki âlimlerin çoğu tarafından da neshedildiği söylenen 20 âyeti
mensûh saymış, bunların dışındaki âyetler hakkındaki nesh iddialarını doğru
bulmamıştır. Bu âyetler şunlardır: Bakara, 115, 180, 183-184, 217, 240, 284; Âl-i
İmrân, 102; Nisâ, 15, 33; Mâide, 2, 42, 106; Enfâl, 65; Tevbe, 41; Nûr, 3; Ahzâb, 52;
Mücâdele, 12; Mümtehine, 11; Müzzemmil, 2.
Daha sonraları, Suyuti’nin mensuh saydığı ayetleri değerlendiren bazı
müellifler, bu ayetlerin bir kısmı hakkındaki nesh iddialarını doğru bulmamışlardır.
Zerkanî, Menâhilu’l-İrfân’ında onun mensûh saydığı bu âyetlerlere kıbleyle ilgili
âyeti de katarak, toplam 22 âyeti ele almış, bunlardan sadece 10 tanesinin nesh
edildiğini söylemiştir. Bu âyetler şunlardır: Bakara, 180, 184, 240; Nisâ, 15-16, 33;
Enfâl, 65, Nûr, 3; Ahzâb, 52; Mücâdele, 12; Müzzemmil, Dihlevî ise, el-Fevzu’l-Kebîr
fî Usûli’t-Tefsîr’inde İbnu’l-Arabî ve Suyûtî’nin ele aldığı âyetleri değerlendirerek,
bunlardan sadece 5’inin mensûh olduğunu söylemiştir. Bu âyetler şunlardır:
Bakara, 180, 240; Enfâl, 65; Ahzâb, 52; Mücâdele, 12. Nesh hakkında kitap yazan
başkaları, bu sayıyı daha da azaltmışlardır.
Çerçeveyi genişleterek -geçmişten günümüze- Kur’ân âyetlerinde nesh
edilmiş âyetlerin varlığını kabul eden âlimlerin, mensûh olduğunu belirttikleri
âyetlere göz attığımızda, mensûhtur diye ittifakla görüş belirttikleri hiçbir âyetin
bulunmadığını görürüz.
Bazı âlimler kendi duyduğu, bildiği ve ulaşabildiği kaynaklardan hareketle
bazı âyetlerin nesh edildiği konusunda icma bulunduğunu söylemişlerse de mesele
tahkik edilip araştırıldığında hiçbir âyetin neshi konusunda kesin bir icmanın söz
konusu olmadığı görülmektedir.
Bazı âlimler ise, mensûh sayılan âyetlerin pek çoğunun, hakikatte münse’
(ertelenen) nevinden olduğunu dolayısıyla zamanı gelince bu âyetlerle amel
edileceğini belirtirler. Bu kanaatte olanlara göre, mensuhun metinde kalmasının bir
anlamı olup bu ayetlerin hükmü bütünüyle nesh edilmemiştir. Bir yönüyle baki
olup uygulanma alanları vardır.
Geçmişte, Kur’ân’da nesh edilmiş hiçbir âyet bulunmadığı kanaatinde olanın
sadece Ebu Müslim el-İsfehanî olduğu söylenir. Ancak Ebû Ali Muhammed b.
Ahmed b. Cüneyd (h. 381)’in de el-Fash alâ men Ecâze’n-Nesh adlı eserinde neshi
reddettiği söylenmektedir. Eserin ismi de buna delâlet etmektedir. Râzî’nin Tefsîr-i
Kebîr’inde İsfehanî’den neshle ilgili görüşlerini nakledip susması da onu
desteklediği manasında değerlendirilmiştir.
Çağımızda ise, mensûh olduğu söylenen âyetler hakkındaki azaltma
çabalarının bir sonucu olarak Kur’ân’ın hiçbir âyetinin nesh edilmediği görüşü
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13
Nesh gibi, Muhkem-
Müteşâbih konusu da
Kur’ân ilimlerinin
önemlilerindendir.
ağırlık kazanmaya başlamış ve böylece bu kanaatte olan âlimlerin sayısı daha da
artmıştır.
Böylece başlangıçta sorduğumuz sorunun cevabı ortaya çıkmış oluyor:
Hakkında ittifakla mensuhtur denen herhangi bir âyet söz konusu değildir.
II-KUR’ÂN’DA MUHKEM-MÜTEŞÂBİH
GİRİŞ
Kur’ân ilimleri içinde önemli yeri olan konulardan birisi de muhkem ve
müteşâbihtir.
Muhkem ( احملكم ) sözlükte, “ıslâh gâyesiyle men'etmek” manasındaki "حكم
hakeme" kökünden gelir. “hakeme nefsehu” ifadesi, kendisini taşkınlık yapmaktan
engelledi” manasında kullanılır. Muhkem, sağlam, kendisinde bir arıza ve bozukluk
bulunmayan şey demektir. Örneğin “muhkem bina” denildiğinde, onun sağlamlığı
ve dayanıklılığı kast edilir.
Müteşâbih ( .kökünden gelmektedir (benzerlik/ شبه) ise, şibh ( املتشابو
Aslında iki veya daha çok varlık arasındaki benzerliği ifade etmek için kullanılmakla
birlikte, bazen varlıklar arasındaki benzeşme onları birbirinden ayırt edememeye,
birbirine karıştırmaya yol açtığı için zamanla bu kelimenin kullanımında bir
genişleme meydana gelerek her dakik ve kapalı husus için müteşâbih veya
müştebih denilir olmuştur.
Bir
eys
el E
tkin
lik • Ulaşabildiğiniz tefsir kaynaklarında nesh edildiği iddia
edilen âyetler hakkında araştırma yaparak gerçekten nesh edilip edilmedikleri konusunda fikir sahibi olmaya çalışınız.
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14
Bazı âyetlerin muhkem,
bazılarının müteşâbih
olduğu bizzât Kur’ân’da
ifade edilmiştir.
Muhkem ve Müteşâbihle İlgili Ayetler
Kur’ân-ı Kerîm’de bir âyette Kur’ân’ın tamamı için “muhkem” ifadesi
kullanılarak şöyle buyrulur:
لت من لدن حكيم خبي الر كتاب أحكمت آياتو ث فص
“Elif. Lâm. Râ. Bu, âyetleri muhkem kılınmış, sonra da Hakîm ve Habîr olan
Allah tarafından açıklanmış olan bir kitaptır” (Hûd, 1). Bir başka âyette ise Kur’ân’ın
tamamı için “müteşâbih” ifadesi kullanılarak şöyle denir:
اللو ن زل أحسن الديث كتابا متشابا مثان …
“Allah sözlerin en güzelini tekrarlanan müteşâbih bir kitap olarak indirdi…” (Zümer, 23). Diğer bir âyette ise, Kur’ân’ın bir kısmının muhkem diğer kısmının ise müteşâbih olduğu ifade edilerek şöyle buyrulur:
مكمات ىن أم الكتاب وأخر متشابات فأما الذين يف ق لوبم ىو الذي أنزل عليك الكتاب منو آيات نة وابتغاء تأويلو وما ي علم تأويلو إال ال قولون لو والراسخون يف العلم ي زيغ ف يتبعون ما تشابو منو ابتغاء الفت
ر إال أولوا األلباب ن عند رب نا وما يذك آمنا بو كل م
“Sana Kitab'ı indiren O'dur. O’nun bir kısmı muhkem âyetlerdir. Onlar
Kitab’ın ümmü (anası/ esasıdır). Diğer bir kısmı ise müteşâbih âyetlerdir.
Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek gayesiyle ondaki
müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde
derinleşmiş alimler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu
inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.”(Al-i İmrân, 7).
Bu üç âyet hakkında şu değerlendirmeleri yapabiliriz:
İlk iki âyette geçen muhkem ve müteşâbih kelimeleri sözlük manalarında
kullanılmış olup, 1. Âyette Kur’ân’ın tamamının muhkem olmasıyla kast edilen,
onun lafız ve mana olarak mükemmel, sapasağlam bir yapıda olduğu, kendisine
hiçbir yönden bâtıl şeylerin bulaşmadığıdır. 2. Âyette, Kur’ân’ın tamamının
müteşâbih olmasıyla kast edilen ise, onun âyetlerinin güzellik ve i’câz bakımından
birbirine benzediği, tekrarlanan benzer ifadelerle birbirlerini doğrulayıp
kuvvetlendirdiğidir. Bu âyette ileride ele alacağımız lafzî müteşâbihlere işaret
edildiğini söyleyebiliriz.
Üçüncü âyetteki muhkem ve müteşâbih kelimeleri ise öncekilerden farklı
manadadır. Kur’ân’ın bir kısmının onun aslını teşkil eden muhkem âyetlerden, diğer
bir kısmının ise müteşâbih âyetlerden oluştuğunu bildiren bu âyette, bu kelimelere
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15
yüklenen manalardan hareketle daha sonraları “muhkem” ve “müteşâbih”
kelimeleri birer terim (ıstılah) olarak kullanılır olmuştur.
Üçüncü âyetteki muhkem ve müteşâbih kelimeleriyle kast edilen manalar
hakkında müfessirler çeşitli yorumlar yapmışlardır. Bu yorumları şöyle
özetleyebiliriz:
a. Muhkem, Allah tarafından helâl veya haramlığı kesin olarak belirtilen,
şüphe ihtimali bulunmayan şeylerdir. Müteşabih ise bunun aksi durumda olan
şeylerdir.
b. Muhkem, lafızları tekrarlanmayan, müteşabih ise tekrarlanan ayetlerdir.
c. Muhkem, farzlar, va’d ve vaîdler; müteşabih ise kıssa ve mesellerdir.
d. Muhkem, alimlerin tevilini bilip manasını anladıkları; müteşabih ise
kıyametin vakti gibi Allah’tan başkasının bilmediği şeylerdir.
e. Muhkem, delile ihtiyaç duymadan kendi kendine yeterli olan ifadelerdir.
Müteşâbih ise, bu durumda olmayan ifadelerdir.
f. Bu âyetteki muhkemât ifadesi, nâsih veya neshedilmemiş âyetler,
müteşabihât ise neshedilmiş (mensûh) âyetlerdir.
g. Muhkem, mana ve hükümlerin hikmet ve sebepleri akılla bilinen,
müteşabih ise böyle olmayan şeylerdir.
h. Muhkem, delâleti kat’i ve açık olup başka manalara ihtimali olmayan,
müteşabih ise çeşitli manalara muhtemel olan ayettir. Bu görüş birçok âlim
tarafından da tercih edilmiştir. Ayrıca bu görüş âyetin manası, siyakı açısından en
uygun olandır. Çünkü âyette muhkem, müteşâbihin mukabili olarak zikredilmiştir.
Dolayısıyla ona mukabil bir şeyle açıklanmalıdır. Keza, müteşâbihin te’vile ihtiyaç
duyduğuna işaret edilmiştir.
Bu görüşü lafzın manaya delaleti açısından yapılan taksim de
desteklemektedir. Şöyle ki: Manası olan bir lafız, ya başka bir manaya da
muhtemeldir ya da muhtemel değildir. Başka bir manaya muhtemel değilse “nass”
diye isimlendirilir. Başka bir manaya muhtemel olan lafza gelince, eğer bu lafzın
muhtemel olduğu iki manadan birine delaleti daha râcihse (ağır basıyorsa) bu lafza
“zâhir” ismi verilir. Eğer iki manadan biri diğerine daha racih olmayıp lafzın her iki
manaya delaleti eşit ise bu durumda “müşterek” ismini alır. Lafzın iki manaya
delaleti -birine yakın, diğerine uzak olmak suretiyle- eşit olmayıp kast olunan mana
zahirî manadan uzak olan ise bu durumda “müevvel” ismini alır. Bu taksimata göre,
muhkem’in lafızlar içinde “nass” veya “zâhir”’e; müteşâbih’in ise, “müşterek” veya
“müevvel”e tekabül ettiğini söyleyebiliriz.
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16
Müteşabihler, muhkem
âyetler ışığında ele
alınmalıdır.
Âl-i İmrân Sûresi’nin 7.
Âyeti Muhkem-
Müteşâbih konusundaki
çeşitli yorumlara menşe
olmuştur.
Müteşabihlerin anlaşılması için, ümm/asıl olan muhkem âyetlere
yönlendirilmeleri, onlar ışığında ele alınmaları gerekir. Aksi halde manaları iyi
anlaşılmaz, hatta yanlış anlaşılabilir. Örneğin, müteşabih olan “Rahman Arş’a istivâ
etti (kuruldu)” (Tā-hā, 20/5) âyetinin manasını ancak manası muhkem olan “Onun
misli (benzeri) bir şey yoktur” (Şûrâ, 11) âyeti ışığında düşündüğümüzde
anlayabiliriz. Böylece, birinci âyetin Cenab-ı Hakk’ın hükümranlığını ifade ettiğini,
kâinâtı idare edişini belirttiğini anlarız. Müşebbihe taraftarları gibi Allah’ı başka
varlıklara benzetmeyiz. Keza, müteşabih olan, “Bir beldeyi helâk etmek
istediğimizde oranın refah içindeki şımarık ileri gelenlerine emrederiz de orada fısk
işlerler. Böylece Allah’ın va’di gerçekleşir de orayı helâk edip bitiririz” (İsrâ, 16)
ayetini de muhkem olan, “Allah kötülüğü ve fuhşiyatı emretmez” (A'râf, 7/28),
“Allah onunla ancak fasıkları dalâlete düşürür” (Bakara, 26) âyetleri ışığında doğru
olarak anlayabiliriz. Böylece, ilk âyetteki emretmenin bir zorunluluk olmayıp, o
insanların bozulmuş fıtratlarının bir sonucu olduğunu anlarız. Keza “Sizi biz
yarattık” (Vâkıa, 57), “Ölüleri diriltecek olan biziz” (Yâ-sîn, 12) gibi âyetlerde Allah
hakkındaki çoğul (biz) ifadelerinin manasını “lâ ilahe illallah/ Allah’tan başka ilah
yoktur” ve benzeri âyetler ışığında daha doğru anlarız. Böylece önceki âyetlerdeki
“biz” ifadesinin tazîm, yani Allah’ın büyüklüğünü ifade etmek için kullanıldığı
sonucuna varırız.
Müteşâbihin Tevili Bilinebilir Mi?
Bu âyetle ilgili olarak gündeme gelen diğer önemli bir husus da
müteşâbihâtın bilinip bilinmeyeceği, başka bir ifadeyle sadece Allah tarafından
bilinen hususlar mı yoksa bazı alimlerin de bilebildiği şeyler mi olduğudur. Bu konu
ihtilaflı olup ihtilafın kaynağı da âyetin farklı şekillerde anlaşılması, başka bir
ifadeyle âyetteki “ والراسخون يف العلم” ifadesinin öncesine ma’tûf mu (bağlı mı) yoksa
yeni bir cümle başlangıcı mı olduğuna dair farklı anlayışlardır. Şöyle ki: Bazı alimler
ise nasb ”ي قولون “ ,a ma’tûf olduğunu söylemişlerdir. Bu durumda”اللو “ un”والراسخون“
mahallinde hâl olmaktadır. Buna göre âyetin manası şöyledir: “Müteşâbihâtın
manasını bilen ancak Allah ve ilimde derinleşmiş olan alimlerdir…” Bu anlayışa
göre, müteşabih âyetlerin manasını ilimde derinleşmiş olan alimler de bilirler.
Önceki ve sonraki âlimlerden pek çoğu ise, “ اللو إال ” kavlinin önceki kelamın
sonu olduğunu, bu ifadeyle cümlenin tamamlandığını “والراسخون” ile yeni bir
cümleye başlandığını, “الراسخون”un mübteda, “ ي قولون” cümlesinin ise ref’ mahallinde
haber olduğunu savunarak âyete şöyle mana vermişlerdir: “Onların tevilini ancak
Allah bilir. İlimde derinleşmiş olan alimler ise derler ki: Onlara iman ettik, hepsi
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17
Rabbimiz katındandır.” Bu anlayışa göre ise, müteşâbihleri bilen sadece Allah’tır.
Bu görüşü savunanlar bazı surelerin başında geçen huruf-u mukattaayı da bu
cümleden saymışlardır.
Tevilin manasını farklı şekilde değerlendiren bazı alimler de bu kanaattedir.
Bunlara göre, kelâm (söz) iki türlüdür: Haber ve inşâ (talep/ emir). Haberin tevili,
haber verilen şeyin meydana gelmesidir. İnşânın tevili ise, emrolunanı yapmaktır.
Bu ikincisinin misali Hz. Aişe (r.a)’nin şu sözüdür: Rasulullah (s.a.s) rükû ve
sücûdunda şöyle diyordu: اللهم وحبمدك اللهم اغفريل يتأول القرآنسبحاك
Sübhanekallahumme ve bi-hamdik. Allahummağfir-lî. Yeteevvelu’l-Kur’âne (Kur’ân’ı
tevil ediyordu/ yani Kur’ân’da emredileni yerine getiriyordu). Hz. Aişe bu ifadesiyle
ayetini kastediyordu. Yani Kur’ân Allah’ı hamd ile tesbih (Hicr, 98) ”فسبح حبمد ربك “
etmeyi emrettiği için peygamberimiz de bu emri yerine getiriyordu. Hz. Aişe bu
durumu (emri yerine getirmeyi) teevvül kelimesiyle ifade etmiştir.
Haberlerin teviline (gerçekleşmesine) ise şu âyette işaret edilmiştir: “Onlar
ise ancak, Kur’ân’ın tevilini (Kıyamete dair bildirdiği sonucu) bekliyorlar. Onun tevili
gelip çattığı gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: “Gerçekten Rabbimizin
peygamberleri hakkı getirmişler. Şimdi bizim için şefaatçılar var mı ki bize şefaat
etseler veya (dünyaya) döndürülsek de yaptıklarımızdan başkasını yapsak?..”
(A’râf, 53) Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’in istikbalde olacak hadiselere –bilhassa
kıyamet alametlerine- dair verdiği haberler gerçekleştiğinde, bu durum o haberin
tevili olur.
Bu anlayışa binaen bazı alimler, müteşabihin, Kur’ân’da bildirilen,
müstakbelde vuku bulacak hadiseler olduğunu savunmuşlardır. Onlara göre,
müteşabihin tevili ise –mecaz yoluyla anlamak veya muhkem âyetlere hamletmek
değil- bu hadiselerin bi’l-fiil vuku bulmasıdır. Şu halde Kur’ân’ın vuku bulacağını
haber verdiği şeyin zamanını ancak Allah bileceği için sadedinde olduğumuz âyette
vakfın “ اللو إال ” üzerinde olması kaçınılmaz olacaktır. Şüphesiz –ilgili âyetlerden kast
olunan mana açık olsa dahi- hiç kimse bu haber verilenlerin meydana gelme
zamanını bilemez. Fakat burada asıl tartışma konusu, âyettte bahsedilen
müteşâbihatın bu tür şeyler olup olmadığıdır. Bu görüşte olmayan alimlere göre,
müteşâbihi bu şekilde açıklamak, müteşâbihin lugavî manasından uzak olduğu gibi,
muhkeme mukabil olmaktan da uzaktır. Dolayısıyla müteşâbihi bu tür meselelerle
izah etmek doğru değildir. Şu halde “ اللو إال ” üzerinde durmak isabetli değildir.
üzerine atfetmek daha uygundur. Çünkü ilimde (اللو) i Lafz-ı celâl”الراسخون يف العلم “
derinleşmiş olanların müteşabih konusunda “Ona inandık hepsi de Rabbimiz
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18
Müteşâbihleri bazı
kısımlara ayırmak
mümkündür.
katındandır” demekten başka bir nasipleri yoksa onların başka Müslümanlara bir
üstünlüğü yok demektir. Çünkü hepsi de “Ona inandık hepsi de Rabbimiz
katındandır” diyorlar!
Neler Müteşâbihtir?
Bu âyet hakkında üçüncü tartışma konusu ise, müteşâbihâtın sınırlarının
belirlenmesi, başka bir ifadeyle nelerin müteşabihât içine girdiğidir. Şöyle ki,
müteşabihleri ancak Allah’ın bildiğini savunanlar, kıyametin vakti, uhrevî meseleler
gibi gaybî konuları müteşâbihâttan saymışlar hatta bazıları müteşabihi Kur’ân’da
müphem bırakılan meselelere (mübhemetu’l-Kur’ân’a) hasretmişlerdir ki bu tür
meselelerin hakikatini ancak Allah’ın bildiği hususunda her iki grup da müttefiktir.
İlimde derinleşmiş olanlar da müteşâbihi bilir diyenler ise, bu tür meseleleri
müteşâbihlere katmamışlar, böylece bu konuyu bu tür alimler tarafından
araştırılabilecek bir çerçevede ele almışlardır.
Rağıb el-İsfahanî’nin el-Müfredât adlı meşhur eserinde “şibh” maddesindeki
değerlendirmesi de bu iki grubu birbirine yakınlaştırır mahiyettedir. Şöyle ki:
İsfahanî, müteşâbihlerin üç türlü olduğunu belirtir: 1. Bilinmesine hiçbir yol
olmayan müteşabihler. Kıyametin vakti, dâbbetu’l-arzın keyfiyeti ve çıkış zamanı
gibi konular bu sınıftandır. 2. Bilinmesine yol bulunan müteşabihler. Kur’ânın garip
lafızları ve muğlak hükümleri gibi konular bu sınıftan olup araştırma ve incelemeler
sonucunda bilinebilirler. 3. Bu iki tür müteşabih arasında olanlardır ki, bu tür
müteşabihleri ilimde derinleşmiş alimlerin bilip de diğerlerinin bilmemesi söz
konusu olabilir. Peygamberimizin (s.a.s) Hz. Ali ve İbn-i Abbas Hazretlerine
“Allah’ım onu dinde fakih kıl ve ona tevili öğret diye dua etmesi bu tür müteşabihe
bir işarettir.
İsfahanî bu açıklamalara dayanarak Al-i İmrân, 7. ayette ihtilaf konusu olan
vakf’ın her iki durumda caiz olduğunu belirtir. Böylece “ وما يعلم تأويله إال للا”
üzerinde durulması gerektiğini savunanlar, müteşabih ile, 1. Maddede belirtilen,
sadece Allah’ın bildiği konuları kasdetmiş oluyorlar. “ اسخون في العلم üzerinde ”والر
durulması gerektiğini savunanlar ise, 3. maddede belirtilen manada bir müteşabihi
savunmuş oluyorlar.
Dolayısıyla hakikatte her iki grup da benzer şeyleri savunmaktadırlar.
İhtilafları özde olmayıp müteşâbihin hakikatını farklı değerlendirmelerine
dayanmaktadır.
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19
Müteşâbih sıfatlarla
ilgili, başlıca iki görüş
vardır.
Müteşâbih Sıfatlar
Müteşâbih denince akla ilk gelen hususlardan birisi, Allah hakkında
zikredilmiş olan ve ilk bakışta teşbih ifade eden, yani Allah’ı başka varlıkların
özelliklerine sahipmiş gibi bir intiba uyandıran birtakım sıfat ve ifadelerdir. الرحن /يد اللو ف وق أيديهم , Rahman Arşa istiva etti (kuruldu)” (Tâ-hâ, 5) /على العرش است وىAllah’ın eli onların ellerinin üzerindedir” (Feth, 10) ayetlerindeki istivâ ve el (يد)
ifadeleri gibi. Bu nevi âyetlere sıfât âyetleri de denir.
Konunun öneminden ve hakkında çok söz söylenmesinden dolayı, bu nevi
âyetler alimler tarafından ayrı bir itinaya mazhar olmuş, Kur’ân ilimlerinden bir nev
sayılmış, bu âyetlerle ilgili müstakil eserler kaleme alınmıştır.
Bu nevi âyetler hakkındaki görüşleri iki grupta toplamak mümkündür:
Birinci görüş (mezhep): Selef’e (önceki âlimlere) ait bu görüşe göre,
müteşabih sıfatların hakikatini ancak Allah bilir. Bizler بال تشبيه وال تعطيل (bila teşbih
velâ ta’tîl) bu sıfatlara inanırız, yani Allah hakkında muhal olan, zahirî manalarına
hamletmek suretiyle teşbihe düşmeden ve bu sıfatların varlığını da inkâr etmeden
inanırız demişlerdir. Bu yüzden “Rahman Arşa istiva etti” ayeti hakkında şöyle
demişlerdir: Bu ifadeyle, hakikatini Allah’ın bildiği, O’na yaraşan, bizim
özelliklerimize benzemeyen bir mana kastedilmiştir. Bu konudaki gerekçeleri
şöyledir: Bu müteşâbih âyetleri tevîl etmek ancak lügat kaidelerine ve Arapların
üslûplarına göre yapılabilir. Bunlar ise, yakinî, kat’î ilim ifade etmez. Aksine pek çok
veche (yöne/ manaya) muhtemeldirler. Yüce Allah’ın sıfatları ise itikâdî olup yakine
dayanmalıdır. Dolayısıyla bu konuda tevakkuf edip ilmini Allah’a havale ederiz.
İkinci Görüş: Halef’e (sonraki alimlere) ait bu görüşe göre ise, -Allah’ın
kemâline ve kudsî sıfatlarına uygun olmak şartıyla- bu nevi âyetleri lügavî
kullanımlarına uygun bir şekilde tevil etmelidir. Örneğin “Rahman arşa istivâ etti”
âyetindeki istivâ’yı istilâ (hâkimiyet/ hükümranlık) olarak keza “Allahın eli (yed’i)
onların eli üzerindedir” âyetindeki el (yed)i kudret olarak tevil edilir. Bu görüş
sahiplerinin gerekçeleri ise şudur: Zâhirî mananın kastedilmesi muhal olunca,
mecazî mananın murad edildiği ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bu nevi âyetleri
Arap kelamının yorumlanmasına uygun bir şekilde tefsir ederiz. Çünkü Kur’ân
ifadeleri Arapçadır. Dolayısıyla âyetlerinin anlaşılmasında da bu dilin anlaşılma
yöntemlerine müracaat edilmelidir.
Aslında bu her iki mezhep (görüş) gerçekte aynı temel anlayışa
dayanmaktadır. O da, bu nevi nasları, Allah hakkında muhal olan lügavî (sözlük)
anlamları üzere ele alıp anlamamak, yani lügavî anlamları dışında başka manada
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20
(mecazî olarak) yorumlamak ve bu zahirî manaların asla kastedilmediğine
inanmaktır. Şu halde hakikatte her iki grup da tevil hususunda ittifak halindedirler.
Şöyle ki selef, icmâlî bir teville yetinmiştir. Yani bu nevi ifadelerin zahirî
manalarından Allah’ı tenzih etmişler fakat “kasdedilen mana şudur” diyerek tevilini
belirlememişlerdir. Halef ise, bu nasların Arap dilindeki kullanımlarına uygun bir
surette tefsir edilmeleri hususunda ikinci bir adım daha atmıştır.
Şunu da belirtmelidir ki selef, bazılarının zannettiği gibi bu nevi ifadeleri asla
hakiki manaları üzerine hamletmek suretiyle teşbihe meyletmemişler, bilakis
Allah’ı başka varlıklara benzetmekten şiddetle kaçınmışlardır.
Kur’ân’da Müteşâbihlerin Bulunmasındaki Hikmetler
Müteşâbihler, fikir yürütme, ilmi artırma, Kur’ân’ın derin manalarına dalma
hususunda anahtar hükmündedir. Kur’ân’ın tamamı âlim ve câhil tarafından aynı
seviyede anlaşılabilecek açık-seçik ifadelerden oluşsaydı, insanlar arasındaki ilmî
üstünlük kaybolur, gayret ve çabalama ortadan kalkardı. Ayrıca, Kur’ân-ı Kerîm
Arapların kullandığı lafız ve manalar, Îcâz-itnâb, hakikat-mecâz gibi kullanımlar
üzere nazil olmuştur. Dolayısıyla hakikatte Kur’ân’da müteşâbihlerin bulunmasının
sebebi açıktır. Çünkü Kur’ân insanların konuşma tarzı üzere nazil olmuştur. Başka
bir ifadeyle müteşâbihât, insanların hitap seviyelerine göre konuşmadır.
Peygamberler anlayış seviyeleri farklı olan, avâm-havâs, câhil-alim bütün
insanlara gönderilmiştir. Bu yüzden onların mesajlarında ancak ilimde derinleşmiş
olanların anlayabileceği mecâz, kinâye veya işâret tarikleriyle ifade olunan ince ve
yüksek manalar da yer almıştır.
Müteşâbih muhkeme nispetle, ağacın zirvesinin köküne nispeti gibidir.
Çünkü Ümmu’l-Kitâb olan muhkem âyetler asıl (kök) mesâbesindedir. Çünkü bir
şeyin ümm’ü aslı demektir. Dolayısıyla muhkemât daha çok açık ve net olarak
bilinen helal-haram gibi teklife medâr ve insanların dünya-âhiret saadetinin
dayandığı temel prensiplerle alakalıdır. Müteşâbih âyetler ise, alimlerin anlayış
seviyelerine göre idrak edebilecekleri ince manaları, güzel nükteleri ihtiva eder.
Her biri zekâ, anlayış, kabiliyet ve dikkati miktarınca o mana ağacının meyvelerini
toplayabilir. Kimisi ancak alt dallara uzanabilir, kimi de en tepedeki meyveleri de
koparıp tadına bakabilir. “De ki hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9)
âyeti de bu hakikate işaret eder.
Lafzî Müteşâbihler
Konunun başında zikrettiğimiz “Allah sözlerin en güzelini tekrarlanan
müteşâbih bir kitap olarak indirdi…” âyetinde işaret edilen müteşâbihle kasdedilen
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21
Kur’ân’da lafzî
müteşâbihlerin
bulunmasının çeşitli
hikmet ve sebepleri
vardır.
mananın muhkemin karşıtı olarak zikredilen müteşâbihten farklı olduğuna ve bu
âyette lafzî müteşâbih olarak isimlendirilen duruma işaret edildiğine değinmiştik.
Burada “lafzî müteşabih”ten ne kastedildiğini açıklamaya çalışacağız.
Lafzî müteşâbih, lafızları aynı olduğu halde, birinde zikredilen bir kelimenin
diğerinde geçmemesi (ziyadelik-noksanlık), birinde önce geçen bir kelimenin
diğerinde sonraya bırakılması (takdim-tehir) veya bir edatın yerine başkasının
zikredilmesi gibi açılardan farklılık arz eden ayetlerdir. Keza aralarında bu nevi
farklar olmaksızın aynen tekrarlanan âyetler de tabii olarak “lafzî müteşâbih”
sayılırlar.
Bu duruma bilhassa Kur’ân kıssalarında daha çok rastlanır. Çünkü bazı Kur’ân
kıssaları çeşitli gaye ve hikmetlere binaen birkaç yerde benzer suretlerde zikredilir.
Bu çeşitliliğin hikmeti ise, kelamda tasarruf (sözü uzatmamak) ve sözü farklı
suretlerde ifade ederek, bütün çeşitlerinde insanlara Kur’ân’ın benzerini getirme
hususunda aciz olduklarını bildirmektir. Bir kısmı veya tamamı aynen tekrarlanan
âyetlerde ise bu hikmet, o âyetlerin siyak ve sibâklarına ve Kur’ân nazmı içindeki
yerlerine kıyasla ortaya çıkar.
Şüphesiz, benzer âyetlerdeki bu nevi farklılıkların çeşitli sebep ve hikmetleri
vardır. Alimler bu farklılıklardaki incelikleri, nükte ve hikmetleri açıklama
hususunda çeşitli izahlarda bulunmuşlardır. Burada birkaç örnekle bu durumu
açıklamaya çalışacağız.
1.Misal: Yâ-sîn suresi 20. Âyette رجل من أقصى المدينة وجاء يسعى / Şehrin ücra
köşesinden bir adam koşarak geldi” denmişken, Kasas suresi 20. âyet-i kerimede
ise, “ ن أقصى المدينة يسعى رجل وجاء م / Bir adam şehrin ücra köşesinden koşarak
geldi” denmiştir. Âlimler bu farklılık hakkında, yani “ رجل” kelimesinin, birinci
âyette mefulden sonraya bırakılmışken, ikinci âyette fiilden hemen sonra
gelmesinin hikmeti hususunda şu izahlarda bulunmuşlardır:
Birinci âyette tanınmayan mümin bir şahsın, Allahın elçileri tarafından
hidayet ve imana davet edilen kavmini, elçilerin davetini kabul etmeye teşvik
maksadıyla yanlarına koşarak gelmesi anlatılmaktadır. İkinci âyette ise, Musa (a.s)’ı
öldürmek için plan kuran kimseleri haber vermek gayesiyle koşup gelen kimse
anlatılmaktadır.
Yâ-sîn suresinde üzerinde durulan husus, bu tanınmayan (meçhûl) şahsın
uzak bir yerden şehirde kıssanın yaşandığı ve insanların toplandıkları yere koşup
gelmesidir. Bu yüzden kavmi için etkili olacak ve daha çok hayrete sebep olacak
nokta öne alınarak vurgulanmış, sanki şöyle denmek istenmiştir: “Yakında olanlar
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22
dahi nasihatte bulunmazken, onlara nasihatte bulunmak için şehrin en ücra
köşesinden bir kimse koşup geldi. Üstelik bu kimse, yakınlarındakiler gibi olaylara
şahid olup, onlar gibi elçileri dinlememişti. Böylece varıp onları Allah’ın elçilerine
tabi olmaya ve getirdiklerini kabul etmeye teşvik etti.” Dolayısıyla bu âyet-i
kerimede “ أقصى المدينة/ şehrin en ücra köşesi” ifadesi dikkat edilecek, ibretle
okunacak husustur. İşte bu yüzden “ رجل / adam” kelimesinden önce zikredilmiştir.
Kasas suresindeki âyette ifade edilmek istenen husus ise, Musa (a.s)’nın
tanımadığı bir adamın başka bir taraftan gelerek aleyhinde kurulan tuzağı haber
vermesidir. Dolayısıyla burada faille, failin geldiği yeri haber verme önem açısından
müsavidir. Bu yüzden cümlede öne alınması uygun olan kelime, yani fail önce
zikredilmiştir. Çünkü burada adamın şehrin ücra köşesinden koşup gelmesinin
insanlar üzerinde bir etkisi yoktur. Önemli olan verdiği haberdir.
2. Misal: Fakirlik endişesiyle çocukların öldürülmesini nehyeden şu iki âyet
arasındaki fark da bu konu hakkında güzel bir misaldir: En’âm suresi 151. âyette
şöyle buyruluyor: “ن إمالق نن ن رزقكم وإياىم ,İsra suresi 31. âyette ise ,وال ت قت لوا أوالدكم م
ال ت قت لوا أوالدكم خشية إمالق نن ن رزق هم وإياكمو Görüldüğü gibi bu iki âyetten birincisinde
önce muhatap zamiri (كى), daha sonra gaib zamiri (هى) zikredilmişken, ikinci âyette,
önce “هى”, sonra “كى” gelmiştir. Bu durum şöyle izah edilmiştir: Birinci âyette,
içinde bulunulan, yaşanılan bir fakr û zaruretten dolayı çocukların öldürülmesi
nehyedilmektedir. Ayetteki “من إمالق/ fakirlikten dolayı” ifadesi bu durumu, yani
yaşanılan, karşı karşıya olunan fakirlikten dolayı kendilerine yük olarak gördükleri
çocuklardan kurtulma arzusunu dile getirmektedir. Bu yüzden fakirlikle yüz yüze
olan babalar ( كم) takdim edilmiştir. Yani sizi rızıklandıran biziz, şu halde onları da
rızıklandırırız denmek istenmiştir. İsra suresindeki âyette ise, fakirlik endişesinden
dolayı çocukların öldürülmesinden, çocukları sebebiyle fakirliğe düşeceklerine dair
korkularından bahsedilmektedir. Bu yüzden çocuklar (ىم/onlar) takdim edilerek
şöyle denmek istenmiştir: Onların fakirliğinden veya kendinizin onlar sebebiyle
fakirliğe düşme endişesinden dolayı, o çocukları öldürmeyin. Çünkü onları
rızıklandıran Allah’tır. Keza sizi de…
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23
Tart
ışm
a • Kur’ân’da müteşâbih âyetlerin bulunuşunun sebep ve hikmetleri üzerinde tartışınız.
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24
Öze
t •Kur’ân ilimleri içinde önemli yeri olan ve hakkında pek çok kitap yazılmış,
çok şeyler söylenmiş konuların başında nesh gelir. Nesh sözlükte, kaldırmak (ilga), iptal ve izale etmek; nakletmek, yazılı bir şeyi bir başkasına aktarmak manalarında kullanılır. Terim anlamı ise, şer’î bir hükmün sonradan gelen şer’î bir delille kaldırılmasıdır. Kaldırılan önceki hükme mensûh, onu kaldıran sonraki delile de nâsih denir. Neshin gerçekleşmesi için çeşitli şartlar söz konusudur. Nesh, yeni ve daha isabetli bir fikrin belirmesiyle önceki karardan vaz geçip yeni bir karar verme manasında kullanılan “bedâ” asla değildir. Çünkü böyle bir durum Allah hakkında düşünülemez. Nesh, bize göre hükmün değiştirilmesi, Allah için ise hükmün müddetinin bittiğinin beyanıdır. Başka bir ifadeyle nesh, Allah’a göre nihaî hükmü beyan, kullara göre ise ilgadır. Nesh bir hükümden bir şeyleri istisnâ etmek veya tahsis etmekten farklıdır. Neshde beşerin fayda ve maslahatı söz konusudur. Daha çok önceki peygamberler devrindeki geçmiş şeriatlere ait birtakım hükümler için söz konusudur. Kıblenin değiştirilmesi meselesinde olduğu gibi, İslâm’ın ilk dönemlerinde de gerçekleşmiştir. Kur’ân’da hükmü kaldırılmış âyet veya âyetlerin bulunup bulunmadığı meselesi ise tartışmalıdır. Geçmiş âlimlerin çoğu Kur’ân’da nesh hedilmiş âyetler bulunduğunu söylemişse de bu âyetleri belirleme konusunda ihtilaf etmişler, her biri kendi kanaatine göre farklı âyetlerin nesh edildiğini ileri sürmüştür. Bu âyetler yakından incelendiğinde mensûh olduğu hakkında ittifak edilen bir tek âyetin dahi olmadığı görülmektedir. Dolayısıyla kesin bir delile dayanmadan bir âyet hakkında “mensûhtur” diye hüküm vermek doğru bir davranış olmayacaktır.
•Kur’ân ilimleri içinde çok önemli olan ve hakkında pek çok görüş serdedilen, tartışmalara konu olmuş bir diğer konu ise, muhkem-müteşâbih konusudur. Temelini, Âl-i İmrân Sûresi 7. Âaetten alan muhkem-müteşâbih hakkında çeşitli yorum ve değerlendirmeler yapılmışsa da, pek çok âlime göre muhkem, delâleti kat’i ve açık olup başka manalara ihtimali olmayan, müteşabih ise çeşitli manalara muhtemel olan ayettir. Bu görüş âyetin manası, siyakı açısından da en uygun olandır. Çünkü âyette muhkem, müteşâbihin mukabili olarak zikredilmiştir. Dolayısıyla ona mukabil bir şeyle açıklanmalıdır. Bu âyetteki vakfın nerede olacağı da çeşitli görüşlerin oluşmasına kaynak teşkil etmiştir. Müteşâbih denince akla gelen diğer bir konu da, Allah hakkında zikredilmiş olan ve ilk bakışta teşbih ifade eden, yani Allah’ı başka varlıkların özelliklerine sahipmiş gibi bir intiba uyandıran birtakım sıfat ve ifadelerdir. Bu sıfatlara selef ve halefin yaklaşımında farklılık görünse de aslında her iki mezhep (görüş) gerçekte aynı temel anlayışa dayanmaktadır. O da, bu nevi nasları Allah hakkında muhal olan lügavî anlamları üzere anlamamak,ve bu zahirî manaların kastedilmediğine inanmaktır. Müteşâbihin bir diğer çeşidi ise lafzî müteşâbihlerdir. Lafzî müteşâbih, lafızları aynı olduğu halde, birinde zikredilen bir kelimenin diğerinde geçmemesi (ziyadelik-noksanlık), birinde önce geçen bir kelimenin diğerinde sonraya bırakılması (takdim-tehir) veya bir edatın yerine başkasının zikredilmesi gibi açılardan farklılık arz eden ayetlerdir. Benzer âyetlerdeki bu nevi farklılıkların çeşitli sebep ve hikmetleri vardır. Alimler bu farklılıklardaki incelikleri, nükte ve hikmetleri açıklama hususunda çeşitli izahlarda bulunmuşlardır.
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25
Değerlendirme
sorularını sistemde
ilgili ünite başlığı
altında yer alan “bölüm
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi neshin tarifidir?
a) Şer’î bir hükümden bazı istisnalarda bulunulmasıdır.
b) Şer’î bir hükümden tahsis yapılmasıdır.
c) Şer’î bir hükmün şer’î bir delille kaldırılmasıdır.
d) Dini metinlerden hüküm istinbatıdır.
e) Dini konularda hüküm bildirmektir.
2. Aşağıdakilerden hangisi „nesh eden şer’î delil“ manasına gelir?
a) Bedâ
b) İstisna
c) Tahsîs
d) Tafsîl
e) Nâsih
3. Neshle ilgili rivayetler daha çok hangi sahabîden nakledilmiştir?
a) Ebu Hureyre
b) İbn Ömer
c) İbn Mes‘ud
d) İbn Abbas
e) İbnu’l-Cevzî
4. Aşağıdaki âlimlerden hangisi nesh hakkında müstakil eser sahibi değildir?
a) Ebû Ubeyd
b) Nehhâs
c) Mekkî
d) İbnu’l-Cevzî
e) İbn Mes’ud
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26
5. Aşağıdakilerden hangisi Kur’ân’da neshedilmiş hiçbir âyet bulunmadığı
kanaatinde olan âlimlerdendir?
a) Suyutî
b) Nehhâs
c) Mustafa Zeyd
d) Ebu Müslim el-İsfehanî
e) Zerkânî
6. “Sana Kitab'ı indiren O'dur. O’nun bir kısmı muhkem âyetlerdir. Onlar
Kitab’ın ümmu (anası/ esasıdır). Diğer bir kısmı ise müteşâbih âyetlerdir.
Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek gayesiyle
ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak
Allah bilir. İlimde derinleşmiş alimler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz
tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp
anlar.”(Al-i İmrân, 7) âyetindeki muhkem ve müteşâbih ifadeleri hakkındaki
yorumlardan en çok kabul göreni hangisidir?
a) Muhkem, Allah tarafından helâl veya haramlığı kesin olarak
belirtilen, şüphe ihtimali bulunmayan şeylerdir. Müteşabih ise
bunun aksi durumunda olan şeylerdir.
b) Muhkem, farzlar, va’d ve vaîdler; müteşabih ise kıssa ve mesellerdir.
c) Muhkem, alimlerin tevilini bilip manasını anladıkları; müteşabih ise
kıyametin vakti gibi Allah’tan başkasının bilmediği şeylerdir.
d) Bu âyetteki muhkemât ifadesi, nâsih veya neshedilmemiş âyetler,
müteşabihât ise neshedilmiş (mensûh) âyetlerdir.
e) Muhkem, delâleti kat’i ve açık olup başka manalara ihtimali
olmayan, müteşabih ise çeşitli manalara muhtemel olan ayettir.
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27
ا هى انذي أو انكتاب وأخز يتشابهات فأي ات ه حك ه آيات ي أشل عهيك انكتاب ي
ه ابتغاء انفتة وابتغاء تأويهه ويا يعه يا تشابه ي في قهىبهى سيغ فيتبعى ى تأويهه انذي
ا ويا يذكز إل أونىا األ إل عد رب آيا به كم ي في انعهى يقىنى اسخى نباب للا وانز
7. Yukarıdaki âyette hangi ifade üzerinde durulduğunda farklı yorumlar söz
konusu olmaktadır?
a) يتشابهات
b) ات حك ي
c) إل للا
d) انفتة
e) إل أونىا األنباب
8. “Lafızları aynı olduğu halde, birinde zikredilen bir kelimenin diğerinde
geçmemesi (ziyadelik-noksanlık), birinde önce geçen bir kelimenin diğerinde
sonraya bırakılması (takdim-tehir) veya bir edatın yerine başkasının
zikredilmesi gibi açılardan farklılık arz eden ayetlerdir.” Bu cümleyle
aşağıdakilerden hangisinin tarifi yapılmıştır?
a) Sıfat âyetleri
b) Tevîl
c) Lafzî müteşâbih
d) Mensûh
e) Muhkem
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28
9. Halef’in (sonraki âlimlerin) müteşâbih sıfatlar hakkındaki görüşü hakkında
aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur?
a) Bu sıfatların varlığını kabul edip hakikatini Allah’a havale ederiz.
b) Allah’ın kemâline ve kudsî sıfatlarına uygun olmak şartıyla, bu nevi
âyetleri lugavî kullanımlarına uygun bir şekilde tevil ederiz.
c) Zâhirî manaları üzere hamlederiz.
d) Tevîl etmeksizin öylece inanırız.
e) Hiçbir şey söylemeyiz.
10. Aşağıdaki ikili ifadelerden hangisi birbirine zıt manada kullanılmamaktadır?
a) Nâsih-Mensûh
b) Muhkem-Müteşâbih
c) Takdîm-Te’hîr
d) Îcâz-İtnâb
e) Îcâz-İ’câz
Cevap Anahtarı
1-c, 2-e, 3-d, 4-e, 5-d, 6-e, 7-c, 8-c, 9-b, 10-e
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Abdurrahman b. İsâ, Ebi’l-Ferec İbnu’l-Cevzî. Kabdatu’l-Benân fi Nâsihi ve
Mensûhi’l-Kur’ân, (yazma, Süleymaniye Kütüphanesi).
Cebrî, Abdulmüteal. (1987), en-Nesh fi’ş-Şeriati’l-İslâmiyye kemâ Efhemuhu (en-
Nesh beyne’l-İsbât ve’n-Nefy), Mektebetu Vehbe, Kahire.
Cerrahoğlu, İsmail. (1983). Tefsîr Usûlü, TDV. yay. Ankara.
Demirci, Muhsin. (1998),Tefsîr Usûlü ve Tarihi, İFAV., İstanbul,
Dihlevî, Veliyullah Ahmed. (1984), el-Fevzu’l-Kebîr fî Usûli’t-Tefsîr, Beyrut,
Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm. en-Nâsih ve’l-Mensûh fi’l-Kur’ân, (Topkapı Sarayı, III.
Ahmed Kütüphanesi, 143 nolu yazma eserin Fuâd Sezgin tarafından
sayfalandırılmış tıpkı basımı).
Eroğlu. Ali. (2002). Kur’ân Tarihi ve Kur’ân İlimleri Üzerine. EKEV, Erzurum.
Güllüce, Veysel. (2007), Ayetlerin Mensuh Sayılmasında Rol Oynayan Yaklaşımlar.
Alternatif Düşünce Yayınları. İstanbul,
Hemedânî, Ebû Bekr Muhnammed b. Musa b. Hâzım. (1966), el-İ’tibâr fi’n-Nâsih
ve’l-Mensûh mine’l-Asâr, tlk, R. Hakimî, Matbaatu’l-Endelüs, Humus.
Hibetullah b. Selâme b. Nasr el-Mukrî. (1986), en-Nâsih ve’l-Mensûh min Kitabillahi
Azze ve Celle. thk., Züheyr eş-Şaviş- M. Ken’an, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut.
Hicazî, Ahmed es-Saka. (1978), Lâ Nesha fi’l-Kur’ân, Dâru’l-Fikri’l-Arabi, Kahire.
İbn Hazm, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Ensarî el-Endelusî, (1986), en-
Nâsih ve’l-Mensûh fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut,
İbn Huzeyme, Muzaffer b. el-Hasen b. Zeyd el-Farsî, el-Mûcez fi’n-Nâsihi ve’l-
Mensûh, Matbaatu’s-Saade, Mısır, (Nehhâs’ın en-Nâsih ve’l-Mensûh’una mulhak).
İbn Kuteybe. (1981), Te’vilu Müşkili’l-Kur’ân, el-Mektebetu’l-İlmiyye, Beyrut.
İbn Rüşd, (1985), el-Keşf an Menâhici’l-Edille (Felsefe Din İlişkileri/ Faslu’l-Makâl
içinde), Haz. Süleyman Uludağ, İstanbul.
İbn Şahin, Ebu Hafs Ömer b. Ahmed. (1992), en-Nâsihu ve’l-Mensûh mine’l-Hadîs,
thk. Ali M. Muavvid, Adil Ahmed Abdulmevcud, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut.
İbnu’l-Arabî, Ebu Bekr, el-Meâfirî. (1992), en-Nâsihu ve’l-Mensûh fi’l-Kur’âni’l-
Kerîm, Mektebetu’s-Sekâfeti’d-Diniyye, ez-Zâhir.
Kur’ân’da Nesh ve Muhkem-Müteşabih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30
İbnu’l-Bârizî, Nâsihu’-Kur’âni’l-Azîz ve Mensûhuhu thk. Hâtim Sâlih ed-Dâmin,
Âlemu’l-Kütub, Beyrut, tsz., (Erbaatu Kutub fi’n-Nâsihi ve’l-Mensûh içinde).
İbnu’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec. Nevâsihu’l-Kur’ân, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut,
Kermî, Mer’i b. Yûsuf. (tsz), Kalâidu’l-Mercân fî Beyâni’n-Nâsihi ve’l-Mensûhi fi’l-
Kur’ân, (Kur’ân’da Nâsih ve Mensûh), çev. Eyub Aslan, Hak yay., İstanbul,
Kirmânî, Mahmud b. Hamza, Kitâbu’l-Burhân fî Müteşâbihi’l-Kur’ân, thk.
Abdulkadir Ata, Daru’l-Kütubi’l-İlmiyye, Beyrut.
Mekkî b. Ebi Talib, Ebû Muhammed, el-Kaysî. (1998), el-İzâh li-Nâsihi’l-Kur’ân ve
Mensûhihi ve Ma’rifeti Usûlihi ve İhtilafi’n-Nâs fihi (Kur’ân’da Nâsih ve Mensûh Var
mıdır?), çev. Musa Kâzım Yılmaz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
Mustafa Zeyd. (1987), en-Nesh fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, Dâru’l-Vefa, el-Mansûre.
Nehhâs, Ebu Ca’fer Ahmed b. Muhammed. (1991), en-Nâsihu ve’l-Mensûh fi
Kitabi’llahi Azze ve Celle ve İhtilafu’l-Ulemâi fi Zâlike, thk., Süleyman b. İbrahim el-
Lâhim, Müessesetu’r-Risale, Beyrut.
Okiç, Tayyib. (1995), Tefsir ve Hadîs Usûlünün Bazı Meseleleri, Nûn Yayıncılık,
İstanbul.
Özdeş, Talip. (2001), “Vahiy-Olgu İlişkisi Açısından Nesh’e Getirilen Yorumlara
Eleştirel Bir Yaklaşım”, İslâmi Araştırmalar Dergisi, c. 14, sayı, 1.
Râzî, F. Muhammed b. Ömer. (1990), et-Tefsîru’l-Kebir (Mefâtihu’l-Ğayb), Beyrut.
Sabbâğ, M. Lutfî. (1988), Buhûsun fi Usûli’t-Tefsîr, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut,
Seyyid Kutub, (1980), fi-Zılâli’l-Kur’ân, Daru’ş-Şurûk, Beyrut.
Subhî es-Salih. (1981), Mebâhis fi Ulûmi’l-Kur’ân, Dâru’l-İlm li’l-Melâyîn, Beyrut.
Suyûtî, Celaleddin. (1985), el-İklîl, thk., Seyfuddin Abdulkadir, Beyrut.
-el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, thk., Mustafa Dîb el-Buğa, Daru İbn Kesir, Beyrut, 1987.
Şimşek, M. Sait. (1997), Kur’ân’ın Anlaşılmasında İki Mesele, Yöneliş, İstanbul.
Yıldırım, Suat. (1983), Kur’ân’ı Kerîm ve Kur’ân İlimlerine Giriş, Ensar Neş. İstanbul.
Zerkanî, Muhammed Abdu’l-Azim. (tsz), Menâhilu’l-İrfân fi Ulûmi’l-Kur’ân, Daru
İhyai’l-Kutubi’l-Arabiyye, Kahire.
Zerkeşî, Muhammed b. Abdillah. (1988), el-Burhân fi Ulûmi’l-Kur’ân, thk, Mustafa
Abdulkadir Ata, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut.
Zerzûr, Adnan Muhammed. (1991), Ulûmu’l-Kur’ân, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut.
İÇİN
DEK
İLER
• Hakikat ve Mecâz
• Kur'ân-ı Kerîm'de Kıssalar
• Kur'ân-ı Kerîm'de Tekrarlar
• Kur'ân-ı Kerîm'de Meseller
• Vucûh ve Nezâir
HED
EFLE
R
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Mecâz’ın Kur’ân’ın edebî özelliği olduğunu anlayabilecek,
• Kur’ân kıssalarının hedef ve maksatlarını öğrenebilecek,
• Kur’ân’da tekrarların var oluş hikmetini kavrayabilecek,
• Kur’ân’da mesellerin var oluş hikmetini kavrayabilecek,
• Vucûh ve Nezâir’in ne demek olduğunu anlayabilecek duruma geleceksiniz.
ÜNİTE
7
KUR’ÂN İLİMLERİ-I
TEFSİR TARİHİ VE
USÛLÜ
Prof.Dr. Ali EROĞLU
ÜNİTE
7
Kur’ân İlimleri-I
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2
GİRİŞ
Dil insanların duygu ve düşüncelerini başkaları ile paylaşmak için kullanılan
bir araçtır. Ayrıca beşerin dünya görüşlerini ve kültürlerini, nesilden nesile
ulaştırmada çok önemli bir role sahiptir. İlahi vahyin bir mecmuası olan Kur’ân-ı
Kerîm de bir insan dili olan Arapça ile beşeriyete iletilmiştir. Ancak Kur’ân, kendine
has üstün üslup özellikleri bulunan, ses–mana bütünlüğü içinde mecâz, tekrar,
istiare ve teşbih gibi edebî sanatların en güzel örneklerinin yoğun bir şekilde
kullanıldığı ilahi bir kitaptır.
Hakikat, lafzın vaz’olunduğu (konulduğu) ve tahsis edildiği manada
kullanılmasıdır. Mecâz ise lafzın konulduğu mananın dışında başka bir mana için
kullanılmasıdır. Mecâz, Kur’ân’nın kullandığı edebî üsluplardan biri olup İslâm
âlimlerinin çoğu, Kur’ân’da mecâzın varlığını kabul etmişlerdir.
Kur’ân ibret-âmiz tarihi olaylara da yer verir. Çünkü tarih geçmişin aynasıdır.
O bakımdan Kur’ân kıssaları önemlidir. Çünkü bu kıssalarda; Allah’ın birliği,
peygamberliğin değeri, musibet ve zorluklara karşı sabır ve sebatın önemi
vurgulandığı, gönüllere nakşedildiği, tevhide aykırı tutum ve davranışların kökten
değiştirilerek sunulduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Bu yüzden Kur’ân’ın
belağatını ve ölümsüz prensiplerini sunan bu ve benzeri konuların anlatılıp
açıklanması hiçbir zaman ihmal edilmeyecek kutsî bir görevdir.
Tekrara büyük önem vermiş olan Arap dili ve edebîyatı âlimlerine göre tekrar
şu açılardan önemlidir: Manayı vurgulamak (tekid etmek), bir şeyin önemini,
gerekli olduğunu belirtmek, olumlu veya olumsuz, faydalı veya faydasız olduğuna
dikkat çekmek, bir konuda şüphe ve tereddüdü ortadan kaldırmak.
Kur’ân’daki meseller başlıca iki gruba ayrılabilir. Birincisi açık ve sarih olanlar
ikincisi de kâmin/gizli olanlardır. Bu Kur’ân’ın kullandığı bir üsluptur. Kur’ân bu
üslupla bir takım önemli olayları, durumları canlı bir surette, imajlar ve darb-ı
meseller kullanarak insanlara sunmaktadır.
Kur’ân’ın çeşitli ayetlerinde aynı hareke ve lafızla geçen fakat ayrı ayrı
anlamlara gelen sözcükler vardır. Bunlara “vucûh” adı verilmektedir. Aynı
sözcüklerin benzer lafızlarla kullanılması da “nezâir” diye ifade edilmektedir.
HAKİKAT VE MECÂZ
Hakikat, lafzın konulduğu asıl manada kullanılmasıdır. Yani hakikat için tek
anlam söz konusudur. Hakikatın iki ayrı mana için kullanılması doğru değildir.
Kur’ân İlimleri-I
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3
Kur’ân bütün zaman ve
mekânlarda, bütün
insanlığa hitap
etmektedir.
Tahsis adildiği mana ne ise sadece o mana verilir ve bu mana, o kunuda bir hüküm
ifade eder. Kur’ân’ın çoğunluğunu bu lafızlar oluşturur.
Sözlükte, “câze” filinin mimli mastarı olup “bir yerden bir yere geçmek, yola
girip yürümek, kabul olmak” anlamlarına gelen mecâz, ism-i mekân olarak da
“geçiş yapılan, yürünen, gidilen yer, köprü” anlamlarına gelir.
Istılah olarak mecâz, kelimenin başka bir anlama nakledilerek, asıl manasının
dışında kullanılmasıdır.
KUR’ÂN’DA MECÂZ VAR MIDIR?
Kur’ân-ı Kerîm’de, kelimeler bazen hakiki manalarında bazen de mecâzî
manalarda kullanılır. Kelimelerin hakiki anlamlarında kullanılmalarında, herhangi
bir ihtilaf yoktur. Ancak Kur’ân kelimelerinde mecâzî anlamlar var mıdır? Bu
konuda görüş ayrılığı vardır. İslâm âlimlerinin çoğunluğu, Kur’ân’da mecâzın
varlığını kabul etmişlerdir. Kabul edenlere göre, Kur’ân’dan mecâzı kaldıracak
olursak, onun edebî güzellik yönü de ortadan kalkmış olur. Çünkü belağat âlimleri,
mecâzın hakikatten daha beliğ olduğunda ittifak etmişlerdir. Kur’ân ibaresinin
tatlılığı, edebî güzelliği, biraz da kendisinde mevcut olan mecâzlardan ileri
gelmektedir. Ayrıca Kur’ân, evrensel bir kitaptır. Muhatapları bütün insanlar, yani
bütün dünyadır. Kur’ân bütün zaman ve mekânlarda, bütün insanlığa hitap
etmektedir. Arapça başta olmak üzere, bütün insanların –istisnaları olabilir-
konuştukları dillerde mecâz vardır. O bakımdan bütün insanlığa hitap eden
evrensel bir kitapta, mecâzî ifadelerin bulunması tabiî bir durumdur.
Kur’ân’da mecâzın olmayacağını söyleyenler de vardır. Bunlara göre, mecâz
bir nevi yalandır. Kur’ân ise bundan münezzehtir. Çünkü Mecâz, hakikati ifadede
sıkıntıya düşüldüğü takdirde, başvurulan bir yöntemdir. Böyle bir durum, Allah için
söz konusu olamaz. Allah bundan münezzehtir. Kur’ân’da mecâzın varlığını kabul
etmeyenler arasında, Şafii âlimi Ebû’l-Abbas et-Taberî (335/946), Zahirî mezhebi
kurucusu Dâvûd b. Alî el-Isbahânî (270/883), mutezilî olan Ebû Müslim Muhammed
b. Bahr el-Isbahânî (370/980) gibi âlimler vardır. Bunların mecâzı kabul
etmemeleri, yukarıda söylediğimiz gibi, Cenab-ı Hakk’ı ve O’nun kelamı Kur’ân’ı
tenzih gayesine matuftur. Kötü bir niyet taşıdıkları düşünülmemelidir.
Kur’ân İlimleri-I
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4
MECÂZIN KISIMLARI
Mecâz-i Aklî
Mecâz-i aklî, bir fiili, başkasına isnad etmektir. Buna Mecâz fi’t-terkib de
denir. Mesela, Bakara sûresinin 16. âyetinde “Onların ticaretleri kâr etmedi”
buyrulmaktadır. Bu cümlede mecâz-i aklî vardır. Çünkü kazanma fiili, ticarete isnat
edilmiştir. Halbuki ticareti yapan tüccardır. Asıl kazanan odur. İşte bu âyette fiil,
sebebine yani ticarete isnat edildiğinden burada mecâz-i aklî vardır.
Mecâz-i Lügavî
Mecâz-i lügavî, kelimenin hakiki manasından başka bir anlamda
kullanılmasıdır. Buna mecâz-ı mürsel de denir. Burada, hakiki mana ile mecâzî
mana arasında pek çok münasebet/alaka vardır. Bu alakalar, sebep-sonuç, parça-
bütün, bir şeyi geçmişte aldığı, gelecekte alacağı bir sıfatla zikretmek, hal-mahal vs.
olabilir. (ez-Zerkeşî, el-Burhan, II,254-299).
Mesela, Bakara sûresinin 19. âyetinde “parmaklarını kulaklarına
koyarlar/tıkarlar.” buyrulmaktadır. Burada mecâz vardır. Mecâz yerinde kullanılan
kelime de “esâbiehum/parmaklarını” kelimesidir. Aslında kulağa sokulan parmak
değil, parmak ucudur. İşte bütün olan “parmaklar” zikredilerek, parça olan parmak
uçları kastedilmiştir. Dolayısı ile burada, bütün-parça ilişkisi ile mecâz vardır. Mana
“parmak uçlarını kulaklarına tıkıyorlar” demek olur.
Parçanın, bütün yerine kullanılması da mümkündür. Mesela, Taha sûresinin
40. âyetindeki “Böylece seni annene geri verdik ki gözü aydın olsun, üzülmesin”
âyetindemecâz yerinde kullanılan kelime ayn/göz sözcüğüdür. Böyle bir ifade kişiyi
sevindiren bir iş olduğunda kullanılır. İnsanın gözünün aydın olması, mecâz olarak
sevinmesi anlamına gelir. Dolayısıyla burada parça olan “göz” zikredilmiş, bütün
olan kişinin kendi kastedilmiştir. Buna göre âyetin manası “Böylece seni annene
geri verdik ki sevinsin, üzülmesin”olur. (es-Suyûtî, el-İtkân, II, 36-40).
Bu konuda en meşhur eser, Abdulaziz b. Abdisselam (660/1262)’ın el-İşâre
İle’l-Îcâz fi Ba’di Envai’l-Mecâz adlı eserdir.
KUR’ÂN-I KERÎM’DE KISSALAR
Tarihe kayıtsız kalmaması gereken yegâne akıl sahibi varlık insandır. Çünkü
tarih, geçmişin aynasıdır. Bu yüzden, gelecek hayatı planlamada ve düzene
sokmada, tarihi olaylardan ders ve ibret almanın rolü büyüktür. Nitekim bugün
Kur’ân İlimleri-I
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5
Kıssalar, tefekkür
boyutu geniş tutularak,
ilmi bir yöntemle
incelendiğinde, pek çok
hikmeti ihtiva ettikleri
görülebilecektir.
tarihin önemini çok iyi kavrayan milletler, tarihi olayları değerlendirip bu
olaylardan sosyal hayatı düzenleyecek bir kısım prensipler çıkarmışlardır.
İşte tarihin bu yönü düşünüldüğünde, Kur’ân kıssalarının önemi daha iyi
anlaşılmaktadır. Çünkü geçmişte insanlar tarafından yaşanan ve Allah tarafından
da bize bildirilen bu kıssalar, çok önemli mesajları içermektedir. Önemsiz
ayrıntılardan, zaman ve mekânla kayıtlı olmaktan uzak olan bu kıssaların, gerek
konularında, gerek anlatımlarında ve gerekse içerdikleri olayların tasvirinde sadece
edebî bir gaye güdülmez. Çünkü Kur’ân kıssalarının dini gayeye hizmet etmesi
esastır.
Geçmiş peygamberlerden ve kavimlerden bahseden bu kıssaların Kur’ân-ı
Kerîm’de yer almasının sebebi, diğer peygamberlerin hayatlarında Hz.
Peygamber’in risaleti boyunca karşılaştığı olaylara benzer olayları canlı bir şekilde
anlatarak, hak ve hakikatin her zaman galebe çaldığını ve üstün geldiğini
göstermektir. Bu kıssaların tefekkür boyutu geniş tutularak, ciddi ve objektif ilmi
bir yöntemle incelendiğinde, arka planda daha pek çok hikmeti ihtiva ettikleri
görülebilecektir.
KISSA SÖZCÜĞÜNÜN ANLAMI
Kıssa lügatte, olay, haber, durum, kitap gibi anlamlara gelen bir isim olup
kassa fiilinden türemiştir. Çoğulu kısas’tır. Kassa fiilinin önemli iki anlamı vardır.
Birincisi, “birinin izini sürüp ardından gitmek” olup, şu âyetlerde bu anlamdadır:
“Hemen geldikleri izi takip ederek (kasasan) geri döndüler” (Kehf,64), “anası,
Musa’nın ablasına onun izini takip et (kussîhi) dedi”(Kasas,11).
İkincisi, “Biz sana en güzel bir tarzda (ahsene’l-kasasi) beyan ediyoruz.”
(Yusuf,3) âyetinde ifade edildiği gibi “birine bir sözü beyan etmek” anlamıdır.
KUR’ÂN KISSALARI İÇİN HİKÂYE SÖZCÜĞÜ
KULLANILABİLİR Mİ?
Kıssa fiilinin bir de anlatmak, hikâye etmek anlamı vardır. Fakat Kur’ân
kıssaları için hikâye sözcüğünü kullanmak doğru değildir. Çünkü hikâye, gerçek
veya tasarlanmış olayları anlatan bir edebî türün adıdır. Yani hikâyede anlatılan
olaylar, çoğunlukla meydana gelmemiştir. Hâlbuki insanların geçmişte vuku bulan
olaylardan ders ve ibret almalarını ve bu sayede maddi ve manevi eksikliklerini
görebilmelerini sağlamayı gaye edinen Kur’ân kıssaları, olay ile tamamen örtüşen,
tarihi gerçekliği olan, geçmişte gerçekleşmiş olan olayları en güzel ve en canlı bir
Kur’ân İlimleri-I
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6
üslupla sunmaktadır. Çünkü bu kıssalar, Kur’ân-ı Kerîm’de yer almaktadır. Kur’ân-ı
Kerîm ise Allah kelamıdır. O, hikmet sahibi ve her şeyi bilen Allah katından
indirilmiştir. Getirdiği haberler tamamen gerçeğin ifadesidir. Nitekim Yüce Allah
“Şüphesiz bu doğru haberdir.” ( Ali İmrân, 3/62) buyurmaktadır. Bir başka âyette
de “O doğruyu söyler ve doğru yola iletir.” (Ahzab, 33/3) buyrulmaktadır.
Bu bakımdan el-Fennu’l-Kasasî fil-Kur’âni’l-Kerîm adlı doktora tezinde,
Kur’ân kıssalarının tarihi gerçeklik ifade etmediğini, bir kısım olayları tasvir
etmekten ibaret olduğunu iddia eden Muhammed Ahmed Halefullah, çok büyük
tepki toplamış, 1947-1965 yılları arasında Mısır’da çıkan çeşitli dergi ve
mecmualarda, Halefullah’a gerekli cevaplar verilmiştir. Nitekim Halefullah’ın
eserini inceleyerek hatalarını tespit eden Muhammed el-Hadr Hüseyin, Kur’ân
kıssalarında tarihe ve vakıaya aykırı hiçbir hususun bulunmadığını açıklamıştır.
(Menna’ el-Kattan, Mebahis, s.308,399).
Çünkü kıssalar, Kur’ân’ın esas olan dinî gayesini gerçekleştirme
vasıtalarından biri ve bir bakıma tevhid akidesinin tarihidir. Çünkü kıssalarda,
peygamberlerin tebliğleri ve onlara karşı ümmetlerinin tutumları anlatılmaktadır.
Bu bakımdan Kur’ân kıssaları sayılamayacak kadar çok gaye içerir. Hatta hemen
hemen Kur’ân’ın bütün gaye ve maksatlarını içerdiği söylenebilir. Mesela, ilahi
vahyi, peygamberliği, bütün dinlerin esasta bir olduğunu ve Allah’ın birliğini ispat
etmek, iyi ve kötü işlerin sonucunu göstermek gibi pek çok dinî gaye ve maksadı
içerdiği söylenebilir.
Tart
ışm
a • Muhammed Halefullah’ın el-Fennu’l-Kasasî fi’l-Kur’ani’l-Kerim adlı eserinin tercümesini okuyarak Kur’an Kıssaları ile ilgili görüşlerini tartışınız.
Kur’ân İlimleri-I
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7
KUR’ÂN KISSALARININ HEDEFLERİ
İlahî Vahyin ve Peygamberliğin İspatı
Kıssaların amaçlarından biri, Kur’ân’ın ilahî vahiy olduğunu ve Peygamber’in
de onun tebliğcisi olduğunu ispat etmektir. Çünkü okuma ve yazma bilmeyen
Yahudi ve Hristiyan din âlimleriyle de hiçbir teması olmayan bir insanın geçmiş
milletlerin ve peygamberlerin durumunu bilmesi ve bunları en doğru şekilde
bildirmesi mümkün değildi. İşte Kur’ân’daki peygamber kıssaları, Hz.
Muhammed’in peygamberliğinin hak olduğunu ve Kur’ân’ın ilahi vahiy olduğunu
ortaya koymakta ve ispatlamaktadır. Nitekim Kur’ân, bazı kıssaların başında veya
sonunda bu maksada dikkat çekmektedir. Mesela Yusuf sûresinin başında (âyet, 2-
3), Kasas sûresinde (âyet, 3, 44, 45, 46) Musa (a.s.) kıssasını, Sâd sûresinde (69-71)
Âdem kıssasını anlatmadan önce, söz konusu kıssaları Hz. Peygamber’in bilmediğini
ve o olayların olduğu zamanda yaşamadığını, bütün bunların ilahi vahiy sayesinde
bilinebileceği bildirilmektedir.
Allah’ın Birliğini, Bütün İlahi Dinlerin Allah Tarafından
Gönderildiği Gerçeğini Bildirmek
Bu husus özellikle pek çok peygamberin kıssasının toplu olarak anlatıldığı
Enbiya suresinde (âyet 48-83) vurgulanmaktadır. Bu surede Hz. Âdem’den
peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed’e kadar, vahyin ve risaletin kaynağının
bir olduğu, inanç meselelerinin bütün dinlerde aynı olduğu hakikati çok açık bir
şekilde vurgulanmaktadır.
Muhatapların Ders ve İbret Almalarını Sağlamak
Kur’ân kıssaları geçmiş milletlerin başlarına gelen olayları anlatarak,
insanların bunlardan ders ve ibret almalarını sağlar. Çünkü bu kıssalarda hem
iyilerin hem de kötülerin hikâyesi vardır. Her insan bu kıssalarda kendi durumuna
göre bir örnek seçebilir. Kıssaları okuduğu zaman, onlarda anlatılan iyi kişilere
özenip onlara benzemeye, kötülerden de nefret edip, onların fiil ve hareketlerini
yapmamaya gayret gösterebilir.
Hz. Peygamber ve Mü’minleri Teselli Etmek
Peygamberler, insanları hakka davet ederken pek çok zorluklarla
karşılaşmışlardı. Hatta bazı peygamberler, bu uğurda canlarını bile vermişlerdi.
Buna rağmen Allah’ın yoluna davetten vazgeçmemişlerdi. Olaylara karşı
sabretmek, zorlukları yenmek için ellerinden geleni yapmışlardı. Hz. Peygamber de
Kur’ân İlimleri-I
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8
peygamberlik hayatı boyunca, saldırılara ve işkencelere maruz kalmıştır. İşte böyle
durumlarda; Yüce Allah, bu nevi âyetler indirerek sevgili peygamberini ve
bağlılarını teselli etmiştir.
Şeytanın Aldatmasına Dikkat Çekilmesi
Kıssalarda Âdem (a.s.)’dan beri süregelen, insanla şeytan arasındaki ebedi
düşmanlık, ortaya konulur.
Kıssaların, Âdem (a.s.)’in yoktan yaratılması, Hz. İsa’nın babasız dünyaya
gelmesi gibi, Allah’ın kudretini gösteren hususları sergilemek, kötülüğün ve fesat
çıkarmanın, iyiliğin, erdemin ve ıslah etmenin sonuçlarını, -tıpkı Âdem’in iki oğlu
Habil-Kabil kıssası, Ashabu’l-Uhdud’un kıssaları gibi- bildirmek gibi daha pek çok
gayeleri vardır.
KISSALARIN SUNULUŞ YÖNTEMİ
Kur’ân kıssalarının bilinen roman ve hikâye üsluplarından hiçbirine
benzemeyen bir yöntemi vardır. Hikâye ve romanlarda, eserin kahramanı, zaman
ve mekân unsurları büyük önem arz etmektedir. Hâlbuki Kur’ân kıssalarının gerçek
kahramanı, insanın inanç, ahlak ve davranışlarına sıkı bir şekilde bağlı olan tarihi
bir kanundur. Mesela; kıssanın kahramanı, Hz. İbrahim ve muhatapları değil, tevhid
ve şirk tarihî realitesidir. Kur’ân üslubu kahramanlarının değerini olayın mihveri
yapmaya layık bulmamıştır. Kıssa kahramanları, kendi duygu ve düşüncelerini dile
getirmezler. Kur’ân, olaya ve yapılan fiile dikkat çektiğinden, zaman ve mekân
unsurlarına zikre değer bir yer vermez. Zira olayları anlatırken kıssaların gayesini
gerçekleştirmeyecek ayrıntılara girmek kıssadan elde edilecek sonuca gölge
düşürebilir. Çünkü Kur’ân kıssayı naklederken, ibret ve ıslah gayesini
gerçekleştirecek kısımlarını sunmaktadır. O bakımdan Kur’ân, kıssaların tamamını
anlatmıyor, olayları oluş sırasına göre dizmiyor.
Kur’ân, Yusuf kıssasında olduğu gibi, bazen kıssayı; bütünüyle, derli toplu,
muhatabı sonuca götürecek, olayın bütün bölümlerini birbirine bağlayacak şekilde,
bir bütünlük içinde anlatmaktadır. Ancak çoğu zaman, sadece maksada uygun
düşen bölümünü anlatırken, bazen de çok iyi bilinen bir kıssa olması dolayısıyla
sadece değinip geçmektedir. Yani Kur’ân, kıssayı hangi maksat için serdediyorsa,
olayın sadece o kadarını anlatır, tarihî sıra gözetmez, olayın başından, ortasından
ve sonundan anlatabilir.
Kur’ân, kıssaları sunarken, son derece dikkat çekici bir üsluba sahiptir.
Kalplerde ve gönüllerde derin bir iz bırakan bu uslûb, Kur’ân’ın belağatından ileri
Kur’ân İlimleri-I
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9
gelmektedir. Çünkü Kur’ân lafızlarından daha açık ve daha tatlı bir söz, onun
nazmından daha ahenkli ve daha dengeli bir nazm yoktur.
Bâkıllani’nin dediği gibi Kur’ân’ın kendine has bir ifade tarzı vardır. Bir
yandan bu kadar lafızla üslubun güzelliğini korumak, öbür yandan da emir, yasak,
müjde, tehdit ve kıssalar gibi çeşitli konuları ihtiva etmek üzere Kur’ân’ın
belağatiyle boy ölçüşebilecek Arapça bir eser, bu güne kadar bulunmadığı gibi
bundan sonra da bulunmayacaktır.
Kur’ân üslubunda dikkat çeken diğer bir husus da bazı kıssaların çeşitli
surelerde tekrar edilmesidir. Bu tekrar, kıssanın tamamını değil, bazı bölümlerini
içine almaktadır. Çünkü Kur’ân’ın kullandığı edebî üslup, bir tek olayı muhtelif
şekillerde tasvir etmekte ve o olayı şartlara ve değişik durumlara göre farklı
ibarelerle ifade etmektedir.
KUR’ÂN VE TEVRAT KISSALARI ARASINDAKİ FARKLAR
Kur’ân Tevrat’ın takip ettiği yolu izlememiş, peygamberlerin kıssalarını onun
gibi hikâye etmemiştir.
Tevrat’taki kıssalarla ilgili detay, Kur’ân’da yoktur. Kur’ân, Tevrat’ta olduğu
gibi, kıssaların tertibinde zamanı esas almaz. Tevrat ise tamamen zamanı esas alır,
hedefi, zamanı ortaya koymaktır. Hâlbuki Kur’ân’ın gayesi, öğüt verme, ders
alınmasını sağlama, müjdeleme ve uyarma, yol gösterme ve doğru yola iletme, ilahi
mesajın prensiplerini açıklama, itirazlara cevap verme ve Hz. Peygamberle
bağlılarının maneviyatlarını güçlendirme gibi hususlardır. (Halefullah, el-Fennu’l-
Kasasî fi’l-Kur’ani’l-Kerim, s. 230-231) Kur’ân-ı Kerîm’de peygamberlerin
kıssalarının niçin ve hangi maksatla naklettiğini şöyle beyan buyrulur:
“Andolsun ki onların kıssalarında akıl sahipleri için ibret vardır.” (Yusuf,
12/111) Yine Hz. Muhammed (s.a.s.)’e şöyle hitap eder:
“Peygamberlerin haberlerinden sana vahyettiğimiz her şey, senin kalbini,
maneviyatını güçlendirmek içindir. Bu kıssalarda sana hak, inananlara bir öğüt ve
hatırlatma gelmiştir.” (Hûd, 11/120)
KUR’ÂN-I KERÎM’DE TEKRARLAR
Tekrarın Önemi
Belâğat cihazları arasında en popüler ve en fazla kullanılanı tekrarlamadır.
Napoleon Bonaparte, belâğatli bir hatibin sadece bir tek belâğat cihazına sahip
Kur’ân İlimleri-I
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10
olması gerektiğini söyler: “Tekrarlama.” Bu, yüksek derecedeki belâğat cihazı,
dinleyicilerin dikkatlerini çekmek, hislerini canlı tutmak ve düşünceleri vurgulamak
için kullanılır.
Günlük konuşmalarımızda kelimeleri vurgulamak veya hissî bir tesir
yaratmak için söylenenleri tekrarlamak tabiî ve normaldir. Bu tekniğin, bilhassa
hitabet sanatında etkili oluşunun sebebi de budur. Hepsinden önemlisi,
tekrarlama, hatibin mesajının belâğatli bir şekilde dinleyicilerine sunulmasını
sağlar.
Kelimeler, bir defa söylendiği zaman kaybolup giderler ve dinleyiciler de
onları okumak için geriye gidemedikleri gibi, hatipten, tekrarlanmasını da
isteyemezler. Bu sebeple, anlaşılmasını –ve hatırlanmasını- istediğiniz fikrin
tekrarlanması önemlidir.
Tekrarlama muhtelif yollarla yapılır. Bir tek kelimeyi tekrarlayabileceğiniz
gibi, bir ibareyi veya bir fikri de tekrarlayabilirsiniz. Kelimeleri, bir ibarenin veya bir
cümlenin başında, ortasında veya sonunda tekrarlayabilirsiniz. Bir cümle içinde
veya yakınındaki cümlelerde, bir kelimeyi bir defadan fazla kullanabilirsiniz.
Merkezî bir fikri, konuşmanızın her tarafında tekrarlayabilirsiniz.
Tekrarlamalar ahenkli bir düzen yaratır; hatibin derinden hissettiği ve
inandığı inanışlarını pekiştirir ve mesajının dinleyicilerine kuvvetle sunulmasını
sağlar. Örneğin Kennedy 1963’te yaptığı bir konuşmasında aşağıda okuyacağımız
tekrarlarla dinleyicilerini etkilemek istemiştir:
“Ben Amerika için büyük bir istikbal görüyorum: Ülkemizin askeri gücünün
halkımızın ahlaki bağları ile sınırlandırıldığı bir istikbal; ülkemizin refah ve
zengiliğinin halkımızın zekâsı ile kısıtlandırıldığı bir istikbal; ülkemizin güç ve
kudretinin, halkımızın gayesi ile sınrlandırıldığı bir istikbal. Ben Amerika’nın zarafet
ve güzellikten korkmayacağı bir istikbal görüyorum... Ben bütün dünyada hürmet
edilen bir Amerika’yı görüyorum... Ben, sadece demokrasi ve insanların büyük bir
çoğunluğu için güvenlik içindeki bir dünyayı değil, insanlar arasındaki ayrılık ve
farklara da yer veren bir dünyayı görüyorum.” (Muallimoğlu, Nejat, Bütün
Yönleriyle Hitabet, s. 363-365)
Uzmanlara göre öğrenilen bilgilerin % 45’i bir gün sonra, %83’ü iki hafta
sonra unutulur. Yani iki hafta sonunda konunun detaylarına ait hiçbir şey akılda
kalmaz. Bu sebeple öğretmede ve öğrenmede tekrarın önemi büyüktür. Tekrar
edilmemiş bilgi öğrenilmemiş bilgi gibidir. Çünkü tekrar edilmeyen bilgi çok kısa
zamanda unutulabilir. Tekrarlanmayan temel bilgiler unutulursa, verilen yeni
bilgileri anlamak zorlaşır.
Kur’ân İlimleri-I
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11
Kur’ân kıssalarının
tekrarlanmasında pek
çok gaye ve fayda
vardır.
Hafızanın güçlenmesinde de tekrarın büyük önemi vardır. Çünkü düzenli
tekrar yapılırsa hafıza güçlenir. Hatta hafızanın güçlenmesi çok tekrarla mümkün
olur.
Musikide makam meşk edebîlmek için aynı parçayı tekrarlamak
öngörüldüğü gibi sporda bir hareketi meleke haline getirebilmek için tekrarlamak
âdeta bir zorunluluktur.
Bir düşünceyi bir fikri topluma benimsetmek için, -olumlu olsun olmasın
faydalı olsun olmasın- tekrar tekrar söylemek gerekir.
EDEBİYATTA TEKRARLAR
Edebiyatçılar tekrara büyük önem vermişlerdir. Onlara göre manayı
vurgulamak veya bir şeyin önemini, gerekli olduğunu belirtmek, olumlu veya
olumsuz, faydalı veya faydasız olduğuna dikkat çekmek, bir konuda şüphe ve
tereddüdü ortadan kaldırmak için, bir kelimenin, bir cümlenin veya mananın tekrar
tekrar söylenmesi gerekli bir durumdur. Tekrar, tekît çeşitlerinden biridir. ( Ebu’l-
Futûh, Uslûbu’t- Tevkît, 21-23).
KUR’ÂN’DA TEKRARLAR
Evrensel bir kitap olan Kur’ân-ı Kerîm, muhataplarına hitap ederken tekrarı,
eğitim ve ikna metodu olarak kullanmakta ve bu konuda en önemli metotlardan
biri olarak itibar etmektedir. Böylece Kur’ân-ı Kerîm, tüm insanlığın kullana geldiği
ve önem verdiği bir metodu kullanmıştır.
Kur’ân’ın indiği ortam iyi incelenecek olursa, konu daha iyi anlaşılacaktır.
Şöyle ki Mekkeli müşrikler, o zaman Hz. Peygamber’e düşmanca davranıyor, O’nu
ve O’nun getirdiklerine şiddetle karşı çıkıyor, hatta inkâra başvuruyorlardı. Onların
küfür ve şirkte bu ısrarlarına karşı Allah tarafından gerekli olan uyarı ve tehditlerin
önemi daha da artıyordu. Böyle bir durumda, ifade ve hükümlerin gücünü artırmak
için bazen kelime ve cümlelerin bazen de ayet ve manaların tekrarlanması kadar
tabii bir şey olamazdı. Esasen tekrar, Arap dili üslubunda var olan bir şeydi. Kur’an
da öteden beri Arapların alışkın oldukları bir üslubu, daha seviyeli, daha güzel ve
daha cazip ve aynı zamanda, icazına daha uygun bir tarzda sürdürmüştür.
Va’d ifade eden ayetlerin tekrarı, sevaba teşvike, ibadetlerin yapılmasının
önemine dikkat çeker. Tehdit ifade eden ayetlerin tekrarı, günahları işlemenin
kötü sonuçlarını bildirir. Va’d ve tehdit ayetlerinin mukayesesinin tekrarı, kulun
korku ile ümit arasında bulunmasını, Allah’ın lütuf ve rahmetinden ümit
Kur’ân İlimleri-I
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12
kesmemesini sağlar. Ahkâm ayetlerinin tekrarı, ibadet etmeye, yasaklardan
kaçınmaya önem verildiğini gösterir. Temsili anlatımların tekrarı da, bir konuyu
daha açık bir şekilde anlatmanın ve açıklamanın önemini vurgular. Tekrar tekrar
nimetlerin hatırlatılması da, o nimetlerden dolayı Allah’a şükretmenin gerekli
olduğuna işaret eder. İşte bu sebeple Kur’ân’ı Kerîm’de bazen bir kelime, bir ayet,
bazan da bir kıssa tekrar edilir.
KUR’ÂN’DA TEKRAR EDEN AYETLER
Kur’ân’da tekrar edilen ayetlerden bazıları şunlardır:
1. ”Şüphesiz ben size gönderilmiş emin bir Peygamberim. Artık Allah’tan
korkun ve bana itaat edin. Buna karşı ben sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim
ücretim âlemlerin Rabbinden başkasına ait değildir”. Bu âyet, Şuara sûresinde beş
Peygamberin kendi ümmetlerine hitabı olarak beş defa tekerrür etmektedir (107,
125, 143, 162 ve 178. ayetler).
2. ”Benim azabım ve tembihlerim nasılmış (düşünün)!” Kamer sûresinde (16,
18, 21 ve 30. ayetler) dört defa tekerrür etmektedir.
3. ”Andolsun ki biz Kur’ân-ı düşünmek için kolaylaştırmışızdır. O halde var mı
bir düşünen?”. Kamer sûresinde (17, 22, 32 ve 40. ayetler) dört defa tekerrür
etmektedir.
4. ”O gün yalan sayanların vay haline!” Mürsalât sûresinde (15, 19, 24, 28,
34, 37, 40, 45, 47 ve 49. ayetler) on defa tekerrür etmektedir.
5. ”O halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz!?” Rahman
sûresinde (13, 16, 18, 21, 23, 25, 28, 30... 77. ayetler) otuz bir defa tekerrür
etmektedir.
Kıssalardaki tekerrüre gelince: Daha evvel söylediğimiz gibi Kur’ân metinleri
içinde geçen muhtelif kıssalardan maksat eski Peygamberlerle kavimlerinin
memleketlerin ve muhtelif olayların tarihçelerini çizmek ve hikâye etmek değildir.
Eğer böyle olsaydı tekrara hiç lüzum yoktu. Fakat asıl maksat geçmişteki bu
olaylarla müstakbel milletlere ibret dersleri vermektir.
Tekrarların ehemmiyetini şu misal ile daha iyi anlayabiliriz:
Hz.Adem (a.s)’ın kıssası altı sûrede tekerrür etmiştir. Bunlar; Bakara, Araf,
Hicr, İsra, Kehf ve Tâhâ sûreleridir. Bu kıssalardan maksat: Bakara sûresinde,
Allah’ın nimetlerini; Araf’ta, Allah’ın nimetlerine karşı halkın az şükrettiğini;
Hicr’de, Allah’ın insanı topraktan, cinni ateşten yaratıp bu iki maddenin birbirinden
üstün olmadığını ve İblis’in kendini Âdem’den hayırlı telakkî etmesinde bir
Kur’ân İlimleri-I
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13
Mesellerin; vaaz ve
öğüt vermek,
hatırlatmak, teşvik ve
men etmek, ibret
alınmasını sağlamak,
maksadı anlaşılır hale
getirmek, görülmeyeni
gözle görülür hale
getirmek gibi pek çok
faydaları vardır.
aldatmaca ve cehalet eseri bulunduğunu; İsra’da insanların fitnelerini; Kehf
sûresinde insanın düşmanı olan İblis ve onun cinsinden olanlarla dostluk tesis
etmenin ne kadar kötü bir şey olduğunu; Tâhâ sûresinde ise, insanın zaaf hallerini
ve bundan dolayı her zaman Allah’ın yardımına muhtaç olduğunu hatırlatmaktır.
Mü’minlerin ibret almaları için adı geçen kıssa bu altı sûrede böylece ve
lüzumuna binaen tekrarlanmıştır. Tekrarın önemini belirtmek üzere Rahman
sûresinde 31 defa tekrar eden “Böyle iken Rabbinizin hangi nimetlerini yalan
sayabilirsiniz?” âyetinin tekrar ediliş hikmetini şu şekilde izah edebîliriz:
Bu âyet, nimetleri bir bir anlatma ve bu anlatılanları tekid etmek için tekrar
edilmiştir. Şöyle ki, Yüce Allah, önce verdiği nimetleri insanlara bir bir sayıyor ve
saydığı her iki nimetin arasını, o nimete tembihte bulunacağı bir şeyle ayırıyor. Bu
tıpkı herhangi bir kişinin, iyilikte bulunup bol bol nimet vermesine rağmen verdiği
nimetleri inkâr edene şöyle demesine benzer:
“Sen fakirsin, ben seni zengin yaptım. Söyle! Bunu inkâr mı ediyorsun?
Çıplaktın, ben seni giydirdim. Bunu da mı inkâr ediyorsun? Alelâde bir kişiydin seni
şerefli kıldım. Haydi! Bunu da mı inkâr ediyorsun?”
Şuara suresinde farklı peygamberlerin diliyle tekrar edilen aynı ifadeyle ise,
bütün peygamberlerin davasının bir olduğu, aynı hakikatleri tebliğ ettikleri
vurgulanmıştır.
KUR’ÂN-I KERÎM’DE MESELLER
Mesel, lügatte benzer, nazîr manalarına gelir. Terim olarak ise, sonradan
olan bir şeyin, daha önce olmuş bir şeye benzetilmesinden ibaret, meşhur olmuş
sözlerdir. Atasözleri de mesel sınıfındandır. Meselin çoğulu, emsâl’dir.
Kur’ân-ı Kerîm’de emsalle ilgili âyetler pek çoktur. Bunların faydası; vaaz ve
öğüt vermek, hatırlatmak, teşvik ve men etmek, ibret alınmasını sağlamak,
maksadı anlaşılır hale getirmek, görünmeyeni gözle görünür hale getirmek gibi
durumlardır. Kur’ân’daki meseller başlıca iki gruba ayrılır. Birincisi sarih/açık
olanlar ikincisi de kâmin/gizli olanlardır.
Açık olan emsâlde, doğrudan doğruya teşbih lafzı ve edatları kullanılır. Gizli
olanlarda ise teşbih lafzı ve edatları yer almaz.
Sarih emsale örnek olarak şu ayeti zikredebiliriz: “Onların meseli (misali) ateş
yakıp da ateş etraflarını aydınlattığı bir sırada Allah’ın, ışıklarını alıp da karanlıklar
içinde görmez bir vaziyette bıraktığı insanların meseli gibidir” (Bakara, 17) Bu
âyette münafıkların haliyle ilgili olarak zikredilen mesel açıkça mesel olarak
isimlendirilmiştir.
Kur’ân İlimleri-I
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14
Kâmin meseller ise, Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça belirtilmedikleri halde, mana
yönüyle âyetlerin bünyesinde saklı (kâmin) olduğu kabul edilen, kendilerine işâret
veya telmih edildiği düşünülen veya âyetlerdeki ifade veya lafız benzerliğinden
dolayı çağrışım yoluyla hatıra gelen mesellerdir. (Güllüce, Veysel. Kâmin Mesellerin
Değerlendirilmesi, s. 2)
Bu mesellere dair örnekler daha çok bu sahada yazılmış en eski eserlerden
olan Hüseyn b. Fadl’a (v. h. 282) ait el-Emsalu’l-Kâminefi’l-Kur’âni’l-Kerîm adlı
eserden nakledilmektedir. Hüseyn b. Fadl Arap ve başka milletlere ait deyim ve
atasözlerini (emsal) Kur’ân’dan istihraç etmede şöhret bulmuş biri olup, eserinde
Mudarib b. İbrahim tarafından kendisine yöneltilen “Allah’ın kitabında şu şu
meseller var mıdır?” şeklindeki sorulara “evet” karşılığını vererek ardından o
mesellerle ilgili olarak zikrettiği âyetler vardır. Eserde, 61 mesel zikredilmiştir
(Güllüce, agm. s.3)
Örneğin, İşlerin hayırlısı vasat (orta/ ifrat ve tefritten uzak) olanıdır.
Atasözünün manasının şu âyetlerde bulunduğunu belirtir:
a. “O inek ne yaşlı ne de genç olup, ikisinin arası bir durumdadır” (Bakara,
68).
b. “O mü’minler infak ettiklerinde ne İsrâf ne de cimrilik ederler. Bu ikisinin
arası bir yol tutarlar” (Furkân, 67).
c. “Namazını ne yüksek ne de kısık sesle kıl. Bu ikisi arasında bir yol ara” (İsrâ,
110).
d. “Elini ne boynuna dola (ne cimri ol) ne de tamamen aç ” (İsrâ, 29).
VUCÛH VE NEZÂİR
Vucûh, vech kelimesinin çoğuludur. Lügatte yüz, yön, manzara, niyet, ön,
sebep gibi birçok mânâya gelmektedir. Nezâir, “nazire”nın çoğulu olup, lügatte eş,
Bir
eys
el
Etki
nlik
• İbn Kayyum el-Cevziyye’nin A’lamu’l-Muvakkı’în adlı eserinin Emsâlu’l-Kur’an'la ilgili bölümünü inceleyiniz.
Kur’ân İlimleri-I
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15
benzer ve denk anlamlarındadır. Nitekim İbn Mes’ud “Resulullah (s.a.s)’ın nezâir’i
(mufassal sûreleri) okuduğunu bilirim” sözü ile mufassal surelerin uzunluk
bakımından birbirine yakın ve benzer olduklarını ifade etmiştir.
Bir Kur’ân ilmi olarak Vucûh ve Nezâir’in değişik tarifleri yapılmıştır. En
meşhûr ve makbulu İbnü’l-Cevzi (597/1200)nin yaptığı tariftir: “Vucûh, aynı lafız ve
hareke ile Kur’ân’ın çeşitli yerlerinde geçen bir kelimenin, değişik anlamlarda
kullanılmasıdır. Nezâir de Kur’ân’ın değişik yerlerinde farklı anlamlarda kullanılan
bu kelimenin benzer lafızlarıdır”. Diğer bir tarif de: “Vucûh, birçok mana için
vaz’edilen müşterek anlamlı kelimelere; Nezâir de “eş anlamlı kelimelere” denir
şeklindedir.
Yukarıdaki tariflerden ikincisi eksik olup “Vucûh” ve “Nezâir”i tam olarak
ifade etmemektedir. Çünkü bu tarif, bir bakıma –birçok anlam için vaz’edilen-
müteradif –eş anlamlı- kelimeleri ifade etmektedir. Meselâ, ayn müşterek anlamlı
bir lafızdır. Göz, su kaynağı, casus, kumandan, altın, para gibi daha birçok mana için
vaz’edilmiştir. Herhangi bir cümlede kullanılmadığı takdirde müşterek olduğu
manaların her biri verilebilir. Şayet herhangi bir cümlede kullanılırsa karine ile
vaz’edildiği manalardan birini alır. Hidayet kelimesi ise müşterek anlamlı olmadığı
için, tek başına, herhangi bir cümlede kullanılmadığında sadece, doğru yola
girmek, manasına gelir. İşte hidayet kelimesinin aynı lafızla Kur’ân’ın değişik
yerlerinde kullanılması durumunda, değişik manalara gelmesine vucûh; aynı lafzın
kullanılması da nezâir’dir. Dolayısıyla, “nâr”, “sakar”, “hutama”, “cahim” gibi çeşitli
kelimelerin bir tek manaya –cehennem mânâsına- gelmesine “nezâir“ değil
müteradif denir. Özetle, vucûh ve nezâir, müşterek ve müteradiften farklı iki ayrı
terimdir.
Vucûh ve nezâir, Kur’ân’ın i’caz yönlerinden biri olarak da
değerlendirilmiştir. Çünkü bir kelime, Kur’ân’da, kullanıldığı yerlere göre çok sayıda
mana ifade edebilmektedir. Nitekim İbnü’l-Cevzî “hidayet” kelimesinin Kur’ân’ın
değişik yerlerinde yirmi dört farklı manada kullanıldığını söylemiştir. Bu nevi
kelimeler 300 civarındadır. Beşer kelamında ise bu özellikler yoktur. Nitekim Ebu’d-
Derda “Kur’ân’daki birçok vecihleri (çeşitli anlamlara gelen kelimeleri) bilmedikçe,
gerçek manada bir fakih olamazsın” demektedir. Bu sebeple, Kur’ân’ın doğru
anlaşılabilmesi, delillerinin sıhhatli değerlendirilmesi hususunda, diğer bilgilerin
yanında, vucûh ve nezâir ilminin bilinmesi büyük önem arz etmektedir.
Bu alanda günümüze kadar ulaşan ilk eser, Mukatil b. Süleyman (150/767)’ın
el-Vucûh ve’n-Nezâir’idir. Kur’ân’daki vucûh ve nezâire dair telif edilen eserler,
lügat, nahiv, edebiyat ve fıkıh konularında yazılan “Eşbâh ve Nezâir” kitaplarına
esas teşkil etmiştir.
Kur’ân İlimleri-I
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16
Öze
t •Hakikat ve mecâz,Kur’ân’nın kullandığı edebî üsluplardan biridir. İslâm alimlerinin çoğunluğu, Kur’ân’da mecâzın varlığını kabul etmişlerdir. Onlara göre Kur’ân’dan mecâzı kaldıracak olursak, onun edebî güzellik yönü de ortadan kalkmış olur. Kur’ân ibaresinin tatlılığı, edebî güzelliği biraz da kendisinde mevcut olan mecâzlardan ileri gelmektedir. Ayrıca Kur’ân, evrensel bir kitaptır. Muhatapları bütün insanlar, yani bütün dünyadır. Bütün zaman ve mekânlarda, bütün insanlığa hitap etmektedir.
•Geçmişte insanlar tarafından yaşanan ve Allah tarafından bize bildirilen kıssalar, çok önemli mesajları içermektedir. Önemsiz ayrıntılardan, zaman ve mekânla kayıtlı olmaktan uzak olan bu kıssaların, gerek konularında, gerek anlatımlarında ve gerekse içerdikleri olayların tasvirinde sadece edebî bir gaye güdülmez. Çünkü Kur’ân kıssalarının dini gayeye hizmet etmesi esastır. Kıssaların tefekkür boyutu geniş tutularak, ilmî bir yöntemle incelendiğinde, pek çok hikmeti ihtiva ettikleri görülebilecektir.
•Edebiyatçılar tekrara büyük önem vermişlerdir. Tekrar, manayı vurgulamak, bir şeyin önemini, gerekli olduğunu belirtmek, olumlu veya olumsuz, faydalı veya faydasız olduğuna dikkat çekmek, bir konuda şüphe ve tereddüdü ortadan kaldırmak gibi gayeler için kullanılır. Böyle bir durumda, evrensel bir kitap olan Kur’ân-ı Kerîm’in, muhataplarına hitap ederken tekrarı, eğitim ve ikna metodu olarak kullanmakta ve bu konuda en önemli metotlardan biri olarak itibar etmektedir.
•Kur’ân-ı Kerîm’de emsalle ilgili âyetler pek çoktur. Bunların faydası, vaaz ve öğüt vermek, hatırlatmak, teşvik ve men etmek, ibret alınmasını sağlamak, maksadı anlaşılır hale getirmek, görülmeyeni gözle görülür hale getirmek gibi özelliklerdir. Kur’ân’daki meseller başlıca iki gruba ayrılabilir. Birincisi açık/sarih olanlar ikincisi de kâmin/gizli olanlardır.
•Kur’an’ın çeşitli ayetlerinde aynı hareke ve lafızla geçen ayrı ayrı anlamlara gelen sözcükler vardır. Bunlara vucûh adı verilmektedir. Aynı sözcüklerin kullanılması da nezâir diye ifade edilmektedir.
Kur’ân İlimleri-I
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi tek bir mana için kullanılan lafızdır?
a) Mecâz
b) Müşterek
c) Mücmel
d) Müşkil
e) Hakikat
2. Bir kelimenin aynı lafız ve hareke ile Kur’ân’ın çeşitli yerlerinde ayrı ayrı
anlamlarda kullanılması aşağıdakilerden hangisini ifada eder?
a) Nezâir
b) Eşanlamlı
c) Muhkem
d) Vucûh
e) Müteşabih
3. Aşağıdakilerden hangisi Kur’ân’da tekrarların hedeflerinden biri değildir?
a) Vurgulamak.
b) Önemini belirtmek.
c) Konunun öğretilmesini sağlamak.
d) Hafızayı güçlendirmek.
e) İnsanları yönlendirmek.
Kur’ân İlimleri-I
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18
4. Kıssa sözcüğünün anlamı aşağıdakilerden hangisidir?
a) İzini takip etmek.
b) Yolda yürümek.
c) Söz söylemek .
d) Aldatmak.
e) Bilmek.
5. “ Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?” ayeti Kur’ân’da kaç kere
tekrar edilmektedir?
a) 10
b) 20
c) 42
d) 31
e) 35
6. Aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a) Mecâz, lafzın konulduğu mana dışında kullanılmasıdır.
b) Mecâz-i aklî, sözün gereğinden fazla uzatılmasıdır.
c) Teşbih, bir şeyi başka bir şeye benzetmektir.
d) Mesel, Kur’ân’ın edebî yönlerinden birini oluşturur.
e) Kur’ân kıssalarının asıl hedefi ders ve ibret alınmasını sağlamaktır.
7. Aşağıdakilerden hangisi Kur’ân kıssalarının hedeflerinden biri değildir?
a) Kıssalar peygamberliğin ispatıdır.
b) Ders ve ibret almadır.
c) Teselli vermedir.
d) Peygamberlere ve seçkin kullara Allah’ın hikmetini hatırlatmadır.
e) Kulları okumaya teşvik etmedir.
Kur’ân İlimleri-I
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19
8. Vücuh ve nezâir konusunda günümüze ulaşan ilk eser kim tarafından
yazılmıştır?
a) Abdullah b. Abbas
b) Mukatil b. Süleyman
c) Hâkim et-Tirmîzî
d) Ali b. Ebi Talha
e) İkrime
9. “İşlerin hayırlısı vasat (orta/ ifrat ve tefritten uzak) olanıdır” meseli
âşağıdaki âyetlerden hangisinde gizli (kâmin) sayılamaz?
a) “O inek ne yaşlı ne de genç olup, ikisinin arası bir durumdadır”
(Bakara, 68).
b) “O mü’minler infak ettiklerinde ne İsrâf ne de cimrilik ederler. Bu
ikisinin arası bir yol tutarlar” (Furkân, 67).
c) “Namazını ne yüksek ne de kısık sesle kıl. Bu ikisi arasında bir yol
ara” (İsrâ, 110).
d) “Elini ne boynuna bağla (ne cimri ol) ne de tamamen aç ” (İsrâ, 29).
e) “Allah’tan başka veliler edinenler, (kendisine) bir ev edinen
örümceğe benzerler”. (Ankebût, 41).
10. Kâmin mesellerle ilgili el-Emsalu’l-Kâminefi’l-Kur’âni’l-Kerîm adlı eser
kime aittir?
a) İbnu’l-Cevzî
b) Celaleddin es-Suyûtî
c) Zerkeşî
d) Hüseyn b. Fadl
e) İbnu’l-Esîr
Cevap Anahtarı
1-e, 2-d, 3-e, 4-a, 5-d, 6-b, 7-e, 8-b, 9-e, 10-d
Kur’ân İlimleri-I
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Abdulcabbar (el-Kadî), Ebu’l Hasan el-Esedâbâdi. (1965). el-Muğni fi Ebvabi’t-
Tevhidve’l-Adl (İ’câzu’l-Kur’ân), Tahkik, Emin el-Hûli. Kahire.
Ali Sevah İshak. (1404/1984). Mu’cemu Musannefati’l-Kur’âni’l-Kerîm. Riyad.
Beğavi, Hüseyin b. Mesud, el-Ferra. (1926). Mealimu’t-Tenzîl, Bombay.
Brocelmann. (1943). GAL, Leiden .
Bûti, Muhammed Sa’îd Ramazan, (1975). Min Revai’il-Kur’ân, Dımeşk.
Cerrahoğlu, İsmail. (1968). Kur’ân Tefsirinin Doğuşu ve Buna Hız Veren Amiller,
Ankara.
-(1983). Tefsir Usulü, Ankara.
Cevheri. (1979). es-Sıhah, şbh, nzr, vch, maddeleri, Beyrut.
Cuveyni, Mustafa Savî, (tsz.). Menâhic fit-Tefsir, İskenderiye.
Çetin, Osman. (1989). Kur’ân’da Vucûh ve Nezâir, Diyanet Dergisi, Ankara, XXV, S.
3, s. 97-106.
Ebu’l-Futûh, Muhammed Hüseyin. (tsz). Uslûbu’t-Tevkît fi’l-Kur’âni’l-Kerîm,
Lübnân.
Eroğlu, Ali. (1987). Müfessir Beğavi ve Tefsirindeki Metodu, (Basılmamış Doktora
Tezi), Erzurum.
Esed, Muhammed, (1997). Kur’ân Mesajı, İstanbul.
Gazzali, (1994). Mişkâtu’l-Envâr (Nurlar Feneri), Ter. Süleyman Ateş, İstanbul.
Güllüce, Veysel (2006). “Kâmin Mesellerin Değerlendirilmesi –İbn Fadl Örneğinde –
“ Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 25.
Halefullah, M.A. (1972). el-Fannu’l-Kasasîyyu fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, Kahire.
Hattâbi, Ebû Süleyman, Hamd b. Muhammed (1956). Beyânu İ’câzi’l-Kur’ân,
(Selâsu Resâil fi İ’câzi’l-Kur’ân içinde), Tahkik Muhammed Halefullah-Muhammed
Zağlûl Selam, İskenderiye.
Heyet, (1998). Türkçe Sözlük, Ankara.
İbn Manzûr, (1388/1968). Lisanu’l-Arab, şbh, nzr, vch, maddeleri, Beyrut.
İbn Sa’d, Muhammed. (1380/1960). et-Tabakatu’l-Kubra, Beyrut.
Kur’ân İlimleri-I
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21
İbnu’l-Cevzî, Cemalüddîn Ebu’l-Ferec Abdurrahman. (1985). Nuzhetu’l-A’yuni’n-
Nevâzir fi İlmi’l-Vucûh ve’n-Nezâir, Nşr. Kâzım er-Râzi, Beyrut.
Kâdı’l-Kudât Muhammed b. Ali. (1983). Kamûsu’l-Kur’ân ev Islahu’l-Vucûh ve’n-
Nezâirfi’l-Kur’âni’l-Kerîm nşr. Seyyidü’l-Ehl, Tahkik edenin Mukadddimesi, Beyrut.
Kâsımî, Muhammed Cemâluddîn. (1957). Mehâsinu’t-Te’vîl, Tah: Muhammed
Fuâd Abdu’l-Bâkî, Mısır.
Kâtip Çelebi. (1967). Keşfu’z-Zunûn, Tahran.
Mennâ' el-Kattân, (1378). Mebâhis fi ‘Ulûmi’l-Kur’ân, Riyad.
Muallimoğlu, Nejat. (1998). Bütün Yönleriyle Hitabet, İstanbul.
Müslim (1373/1955). el-Câmi’u’s-Sahîh. Nşr. Muhammed Fuad Abdulbaki, Kahire.
Okiç, M. Tayyib. (1995). Tefsir ve Hadis Uslubunun Bazı Mes’eleleri, İstanbul.
Okiç, M. Tayyip. (1967). Tefsir Dersi Notları, Konya.
Ragıb, Ebu’l-Kasım el-Isfahani. (1381/1961). el-Müfredat fî Garîbi’l-Kur’ân, Mısır.
Sofuoğlu, Mehmet. (1981). Tefsire Giriş, İstanbul.
Suyûti, Celaluddin Abdurrahman. (1973). el-İtkân fî Ulumi’l-Kur’ân, Beyrut.
Şerkavi, Mahmud. (1970). el-Enbiya fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, Kahire.
Şimşek, Sait. (1995). Günümüz Tefsir Problemleri, Konya.
Tabbâre, Afîf Abdulfettah. (tsz). Ma’al- Enbiya fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, Beyrut.
Tekin, Mehmet. (1989). Roman Sanatı ve Romanın Unsurları, Konya.
Tıflîsî, Ebu’l-Fadl Hubeyş b. İbrahim. (1340/1921). Vucûh-i Kur’ân Nşr. Dr. Mehdi,
Tahkik edenin Mukaddimesi, Tahran.
Yazır, Ahmed Hamdi, (1935). Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul.
Yıldırım, Suat. (1979). Kur’ân-ı Kerimde Kıssalar, AÜ.İ.Fak. Der. , S. 3, Ankara.
Zemahşerî, Muhammed b. Omer. (1965). Esasu’l-Belâga, Beyrût.
-(tsz). Keşşaf, Beyrut.
Zerkeşi. (1972). el-Burhân fi Ulûmi’l-Kur’ân, Kahire.