KÂF SÛRESİ ق ةروس - WordPress.com...KÂF SÛRESİ ق ةروس 03/12/2012 NUZUL: 36 MUSHAF:...
Transcript of KÂF SÛRESİ ق ةروس - WordPress.com...KÂF SÛRESİ ق ةروس 03/12/2012 NUZUL: 36 MUSHAF:...
KÂF SÛRESİ سورة ق
03/12/2012
NUZUL: 36
MUSHAF: 50
MEKKİ BİR SUREDİR 45 AYETTİR.
Bu ders muhtşem Kur’an ülkemizin yepyeni bir sitesine daha gireceğiz. Bu sitenin adı Kâf. K’af
suresi adını girişindeki mukatta harfinden, yani alfabe harfi olan “kâf” harfinden alır. Sure bu adı
daha ilk nesilden itibaren kazanmıştır. Sahabe onu bu adla anıyor. İçinde kâf' harfi bulunan
kelimelerin çokluğuyla dikkat çeker. Bize kadar gelen rivayetlerden anlıyoruz ki, daha sahabe
döneminde bu isimle anılmaya başlamıştır.
Ümmü Hişam isimli bir annemiz bu sureyi efendimizden dinleyerek ezberlediğini çünkü Rasulullah'ın
bu sûreyi sık sık mü'minlere 'hutbe' olarak okuduğunu, kendisinin de bu sûreyi Rasulullah'tan dinleye
dinleye ezberlediğini söyler (Müslim). Yani efendimizin Kur’an’la konuştuğunu, hutbelerde Kur’an
okuduğunu, insanlara nasihat olarak Kur’an’ı verdiğini biz bu rivayetlerden öğreniyoruz. Yine Hz.
Ömer, Rasulullah'ın bu sûreyi sık sık bayram namazlarında, bir rivayette sabah namazlarında bazen
de hutbe şeklinde sürekli okuduğunu nakleder (Muvatta ve Müslim).
Mekke'de inmiştir. Hatta yaklaşık nüzul yılına ait bir veriye de sahibiz. İçeriğinden, peygamberliğin
4 yada 5. yılına ait olduğu kesin. Buda nispeten nübüvetin ilk döneminin sonlarına doğru indiğini
gösterir. Tüm kronolojilerde, vahiy iniş tertiplerinde Mûrselât-Beled arasında yer alır. Nüzul
sıralamasında 34. Sıradadır. Yine tüm kıraat okullarına göre 45 âyettir.
Kalem, Fecr ve Şems sûrelerinin ardından nüzul sürecinde içeriğinde kıssa anlatılan 4. sûredir.
Öncekilerden farklı olarak Nûh, Ress, Lût ve Tübba' kıssaları anlatılır. Muhammedi davete karşı
Mekke müşriklerinin şiddet ve yıldırma politikalarının şiddetlendiği yıllarda inmiştir. Bu nedenle
surede anlatılan kıssalar inkarcı muhataplarına uyarı amacı taşır.
Sûrenin ana teması tek cümle ile yeniden diriliş ve âhirettir. Kâf sûresi, konu açısından iç bütünlüğe
sahiptir. Vahye atıfla başlayan sûre, baştan sona sure ahiret tasavvurumuzu, adalet tasavvurumuzu,
yeniden diriliş inancımızı inşa eder. Yer ve göklere ilişkin jeolojik ve kozmolojik deliller, hep bu
kaçınılmaz sonu ifade için sıralanır (1-15).
İslamın inanç sisteminin saç ayağını;
1. Tevhid
2. Nübüvvet ve
3. Ahiret oluşturur.
Bunların içerisinde Ahiret’e imanın yeri çok özeldir. Zira Mekke kodamanları gibi yeryüzünde;
Allah’a inandığı halde Ahiret’e inanmayan pek çok insan vardır, fakat Ahiret’e inandığı halde
Allah’ı inkar edene rastlanmamıştır. Bunun sebebi, Ahiret’in Allah’tan daha gayb olmasıdır.Varlık
Gayba nispetle 3 kısımdır;
Kendisi de eseri de gaib olmayan; Maddi alemin tamamı.
Kendisi Gaib olduğu halde eseri zahir olan: Allah.
Kendisi de eseri de gaib olan: Ahiret.
Bu sure baştan sona yeniden dirilişi ve hesap gününü konu edinir. Yer ve göklere ilişkin jeolojik ve
kozmolojik deliller, hep bu kaçınılmaz sonu ifade için sıralanır (1-15). ‘’Onlar, üzerlerindeki göğe
dönüp de bakmadılar mı? ‘’Yeryüzünü Allah genişletmiştir, dağları O yerleştirmiştir.‘’Her tür çiftten
güzel bitkiler yeşertmiştir.‘’Gökten su indirmiştir. Onunla envai çeşit ürünler var etmiştir. Bütün
bunları hatırlatan ayetler, muhataptan ne istediğini de söylemektedir.‘’Gönüllü olarak O’na yönelen
her kul için bir bilinç kaynağı ve bir uyarı vesilesi olsun. (6-10) Bütün bu sayılanların ahretin
varlığına olan delalet ciheti nedir? Aslında onu da Vahyin kendisi söylemektedir; Biz ölü bir
beldeye su ile can verdik; işte insanın yeniden dirilişi de böyle olacaktır’’ (11) Vahiy, çok basit bir
gerçeği inkarcıya hatırlatıyor: Her yıl gördüğün kışın ardından gelen cennet gibi bahar yeniden
dirilişin tabiattaki bir karşılığı değil midir? Bin yıldır yeşermemiş bir çöl, uygun bir ortamı
bulduğunda nasıl da yemyeşil bir vaha oluveriyor. Bütün bunları gözünle görüp dururken yeniden
dirilişi nasıl inkar edebilirsin? Bunun Allah’a zor geleceğini mi düşünüyorsun? Makul olmadığını mı
düşünüyorsun? Yeniden dirilişi inkâr etmenin temelinde ne yatıyor sorusu gerçekten dikkate değer
bir sorudur. Kur’an yeniden dirilişi, hesap gününü inkarın en temelinde yatan saikin "uzak tanrı"
tasavvurunun olduğunu dile getirir. Ve o meşhur âyet, o bizi yüreğimizden titreten, sarsan ayet,
berceste ayet bu sûrede yer alır: …ve nahnu akrabu ileyhi min hablil verid; "Biz insana
şahdamarından daha yakınız" (16). Ardından yeniden dirilişi inkâr edeni bekleyen ahiret azabı tasvir
edilir (19-30). Ardından bu hakikate iman edip hesabı verilecek bir hayat yaşayanları bekleyen
ödülün niteliği dile getirilir (31-35).
Sözün özü: İnsanoğlu ölümden kaçamaz. O halde akıbetine hazırlıklı olmak zorundadır. Neden?
Nedeni açık; er geç, "tüm yollar Allah'a çıkar" dönüş Allaha’dır (41). Zira: "yer ayaklarının altından
kayıp paramparça olduğu gün (her şey) son sürattir: işte bu akıl sır ermez bir toplanıştır" (44). Son
hitap doğrudan Allah Rasulüne ve onun risalet mirasını sırtlanacak olan herkesedir.‘’Biz onların
neler söylediğini çok iyi biliyoruz; ne ki sen onları zorla (inandıracak) bir zorba değilsin, şu halde
sen, benim tehditlerimden korkanları bu Kur’an aracılığıyla uyarmaya devam et. (45)
KOVULMUŞ, TAŞLANMIŞ ŞEYTANIN ŞERRİNDEN ALLAHA SIĞINIRIZ
- Kovulmuş, taşlanmış, mel’un ve matrut olmuş, insanın ötekisi ilan edilmiş ve aslında temiz olan
insana sanki sıçramış bir çamur, bir kir, bir pasak, bir pislik gibi arız olmuş, her tür şeytan, şeytani
duygu, şeytani dürtü, şeytani güdü, şeytansı, görünür - görünmez, maddi, manevi her tür şeytanın
şerrinden Allaha sığınırım/sığınırız. İstiaze bir “de” emri değildir, “yap” emridir.
بسم الله الرحن الرحيم RAHMAN RAHİM OLAN ALLAH’IN ADIYLA
“özünde merhametli, işinde merhametli Allah adına.”
- Bizatihi merhamet kaynağı ve tüm eylemlerinde de merhametle iş gören Allah adına. Seven sonsuz
sevginin membağı olan ve tüm yarattıklarına sevgiyle şefkatle muamele eden Allah adına/adıyla…
(1ق والقرآن المجيد ) Kaf vel kur'anil mecid
“Kâf! BU şanlı-şerefli Kur'an'ın değerini bilin!”
- Kaf; hurufu mukataa harfi, nuzül sürecinde ilk geldiği yer Kâlem sûresidir. Başında geldiği her sure
vahye doğrudan veya dolaylı atıftır. 29 surenin başında gelir, yani Kur’an’ın 4 de 1’inin başında
gelir. Başında geldiği her sure çoğunlukla doğrudan sadece 2 tanesi dolaylı olarak vahye atıfla başlar.
Bunun da bir nüktesi var elbet, bu harfler alfabe harfleri. Adeta bunlarla şöyle söylenmiş olabilir;
ilahi manalar bu harflerden oluşan beşeri kelimelerin içine, kalbine indi. Ey insan bu ilahi manalar
Allah tarafından sizin zihninize böyle indirildi. Yani Allah bu ilahi gök sofrasını size inzal etti,
önünüze açtı ki merhametinin sonsuzluğunu göresiniz, size olan sevgisini anlayasınız diye. - 1-5 harf arasında değişir. Ha Mim, Elif Lam Mim, Ta Ha vb. gibi. Arap dilindeki kelimelerdeki
yapıda böyledir. Arap dilinde tüm kelimeler 1-5 harfden oluşur. Mukataa harfler 14 tanedir, Arap
alfabesinin yarısından oluşur. Bu harflerin anlamı ve işlevi üzerine 35 ayrı görüş vardır. Bu
görüşlerin zayıf ve güçlü tarafları vardır, bu görüşlerin aslında her biri gerçeğin bir kısmını temsil
eder. Fakat Hz. Ebubekirin görüşü bunların tacı hükmündedir; “Her kitabın bir sırrı vardır, bunlar
da bu kitabın sırrıdır” Hz. Ebubekir. Bu görüşlerden dikkate değer olanlardan bazıları şöyledir; 1- Belagat öncelikli surelerin başında gelir. Sureleri ikiye ayırabiliriz; a- belagat öncelikli b- anlam
öncelikli. Belagat, dilin tüm imkanlarıyla müthiş bir şekilde muhatabın dikkatini çekmeye
yönelik Mekki surelerdir. Anlam öncelikli surelere Medeni surelerdir diyebiliriz. Konuyu
anlamaya yönelik surelerdir. 2- Bu surelerin 2’si dolaylı, gerisi (27 sure) doğrudan vahye bir atıfla başlar. 3- Vahyin bir tek harfinin bile zayii edilmediğinin kanıtıdır. 4- “Her kitabın bir sırrı vardır, bunlar da bu kitabın sırrıdır” Hz. Ebubekir.
- Bu sûre ile Sâd sûresi arasında çok ilginç benzerlikler vardır. İniş yılları farklı olsa da giriş ve konu
itibarıyla benzerlik ve tamamlayıcılığa sahiptir. Sâd sûresi tevhide, bu sûre âhirete ilişkindir.
- Vel kur'anil mecid; bu şanlı ve şerefli mecid olan, aynı zamanda okuyana şeref veren, okuyanı
onurlandıran, okuyana itibar katan, okuyanı Allah’ın nazarında ve nezdinde değerli kılan Kur’an’ın
değerini bilin. Vav yemin vavı. Kasem vavı. Fakat yeminlerin arap dilinde, söz diziminde cevabı
olması lazım. Cevap yok. Cevapsız gelen yeminlerin “değerini bilin” veya “ üzerine düşünün”
anlamına geldiğini düşünmekteyiz. Böyle bir mealendirme daha doğru gözüküyor. Kâf’da zaten
yemin mânası bulunduğu için, âyetin başındaki vav’a “değerini bilin” anlamı vermek daha uygun
görünmektedir (Bkz: Elmalılı). Neden? Çünkü Vahiy size değer katıyor, vahiy size itibar veriyor,
vahiy sizin haysiyetinizi koruyor onun için sizde vahyin değerini bilin.
- El Mecid; Hem özünde şerefli olan ve hem de hayatını onunla inşa edene şeref ve onur katan,
okuyanı Allah nezdinde değerli kılan Kur’an’ın değerini bilin. Mecid; özne bir anlam, vahiy özne bir
kitaptır. El Mecid kelimesinin formundan vahyin özne bir kitap olduğunu görüyoruz. Özne inşa eder.
Vahyin muhatabı insandır ve vahiy insanı inşa etmektedir. Vahiy ilahi bir inşa projesidir. İnsanın
onur ve haysiyetini koruma yollarını insana vahiy öğretir. Nasıl mı? Kula ve eşyaya kul etmeyerek
inşa eder. Vahiy insanı Allah’a kulluğa çağırırken, Allah’a bir katkı sağlamış olmaz insana bir katkı
sağlamış olur. Vahiy yalnız Allah’a kul olmaya çağırırken kula kul olmaktan korumuş olur. Eşyaya,
mala ve dünyaya kul olmaktan korumuş olur. Hepsinden öte kendi iç benine, nefsine, egosuna kul
olmaktan korumuş olur. İşte vahiy insana böyle şeref ve itibar katar. Vahyin El Mecid olması budur.
Vahiyle şereflenen insan Allah’dan başkasına kul olmaz. Çünkü insanın bedelini ancak Allah öder.
هم ف قال الكافرون هذا شيء عجيب ) (2بل عجبوا أن جاءهم منذر من Bel acibu en caehum munzirum minhum fe kalel kafirune haza şey'un acib
“Ama nerde! Onlar içlerinden bir uyarıcının kendilerine gelmesine şaştılar ve işte bu
kâfirler dediler ki: "Bu ne acayip bir iş!”
- Rabbimiz Kur’an’da ilk defa insana insanın Rasul olarak gönderilmesine muhatapların şaştığını
burada dile getiriyor. Acayip şey insan peygamber olmuş oluyor. İlk muhatapların taptıkları putlar
melekler ve cinlerin sembolleriydi. Yani Allah’a elçiler olarak görüyorlardı putları. Onun içinde
onların zihninde ki elçi tasavvuru melek yada cin. Bir insanı Allah’ın elçisi olarak kabul
etmiyorlardı. Ama mantığa bakın, melek ve cinin putunu yapıyor ve taşlara tapıyorlar, taşlara
tapacak kadar soyut düşünceden mahrum olan bu adamlar bir insanın Allah’a elçi olmasını acayip
görüyorlar. Çelişki hem de yaman çelişki. Aslında arka planda yatan sebep belli, hayatlarına müdahil
bir Allah istemiyorlar. Çünkü kendileri gibi yeryüzünde gezen, yiyip-içen, dolaşan ölümlü bir elçi
olursa model almaları gerekecek. Yani hayatlarına müdahil olacak, bahane bulamayacaklar. …mâli
hâzer resûl bu ne biçim elçi diyorlardı, ye’kulit taâme ve yemşî fîl esvâk, “yiyor, içiyor çarşılarda
dolaşıyor” diyorlardı (Furkan 7). Onlar ayakları yerde olmayan bir elçi istiyorlardı. Neden? Ayağı
yere basmayanlar izlenmezler. Onun için Kur’an’da Allah’ı izle diye bir ayet bulamazsınız, ama
Rasulü izleyin diye ayetler bulursunuz. ….in kuntum tuhibbûnallâhe fettebiûnî yuhbibkumullâhu
ve yagfir lekum zunûbekum… (Âl-i İmran 31)“Eğer Allah’ı seviyorsanız, beni izleyin ki Allah’da
sizi sevsin” ayetinde olduğu gibi.
- Şaştılar, zira kendileri umutsuz vaka oldukları için insan soyundan da umut kesmiştiler.
نا وكنا ت رابا ذلك رجع بعيد ) (3أئذا مت E iza mitna ve kunna turaba zalike rac'um beıyd
“Ölümümüzün ve toza toprağa karışmamızın ardından (diriliş) ha? Bu dönüşü imkansız
bir son."”
- Lafzen: "Bu uzak bir dönüş".
- İnkarcı muhataplar böyle düşünüyor, yeniden dirilişi kabullenemiyorlar. Bu cehaletin bir eseridir.
İnsanın formülü eğer tüm ayrıntılarıyla bilinseydi, yeniden diriliş laboratuar da ispat edilmiş olacaktı.
O zaman kimse inkar edemeyecekti. Cenabı hak bu formülü vermediği için inkarcılar yeniden dirilişi
inkar ediyorlar. Sen bu formülü bilmiyorsun diye Allah’da mı bilmiyor? Eğer Allah o formülü
verseydi, şu toprakta yetişen bitkiler kadar kolay olduğu görülecekti. Zaten bitki kadar kolay olduğu
bu surede ifade ediliyor. Onun için yeniden dirilişi inkar cehalettir. Bu cehaleti aşmanın tek yolu
iman’dır. İman cehaleti aşmanın en sağlıklı yoludur.
هم قص الرض من (4وعندنا كتاب حفيظ )قد علمنا ما ت ن
Kad alimna ma tenkusul erdu minhum ve ındena kitabun hafıyz
“Doğrusu Biz, yerin onları nasıl çürütüp toprak edeceğini daha baştan bilmekteyiz; zira
katımızda mahfuz bir yasa mevcuttur.”
- Yani yeri de ben yarattım, insanı da ben yarattım, yasaları da ben koydum. Bana insanın toz toprak
olacağını mı hatırlatıyorlar. Yarattığım insanın toz toprak olacağını bilmiyor muyum? Buradan yola
çıkarak falanca çürümemişse iyidir gibi bir takım yaklaşımların doğru olmadığını görüyoruz. Onun
için çürümek Allah’ın insan bedeni ve toprağa koyduğu yasadır.
- ve ındena kitabun hafıyz;Yani her ölümlü varlık nerden geliyorsa oraya döner. Bedeni oraya
döner. Ruhu ise alemi ervaha döner, yani geldiği yere. Dolayısıyla her şey aslına rücu eder. Bu
yasadır ve bu yasa korunmuştur. Bu yasayı Allah koymuştur. Yeniden diriliş vaadi Allah’ın hayat
için koyduğu yasalar gözetilerek yapılmaktadır. Bunun zımnen ifadesi de budur. Yani Rabbimiz;
“ben vaadlerimi yaparken koyduğum yasaları gözeterek yapıyorum, hatta o yasalarımı daha üst
yasalarımla aşarak yapıyorum.” Yani yasasız yapmıyorum, ilkesiz yapmıyorum anlamına gelir.
- Kitabun hafıyz, Levh-i Mahfuz’dur. Bu tamlama ilk bakışta önümüze şu problemi çıkarır: Hem
“bilinmezlik” mânasında ki belirsizlik, hem “apaçıklık” mânasındaki mubîn’lik: nasıl oluyor? iki
ihtimal var: Ya “Allah için ayan açık, insan için akıl sır ermez bir yazılımla korunmuş..”, veya hem
lazım hem müteaddi olan mubîn’in özünde açık ve dâhi açıklayıcı olan çift yönlü tabiatına istinaden
“Göstergeleriyle insana açık, özüyle Allah’a açık bir yazılımla korunmuş..” Her hâlükarda belirsiz
olarak geldiği bu ve buna benzer bağlamlarda özellikle “ilâhî yazılım”a ve oluş-bozuluş yasalarının
kayıtlı tabiatına delalet eder (Msl. 53/Neml: 75; 76/Sebe’: 3). Bu ilâhî yazılımın kaynağı 39/Yâsîn
12’de imâmin mubîn (ana bellek) olarak beyan edilir.
ا جاءهم ف هم ف أمر مريج ) بوا بالق لم (5بل كذ
Bel kezzebu bil hakkı lemma caehum fe hum fi emrim meric
“Dahasını da yaptılar, ayaklarına kadar geldiği halde hakikati yalanladılar: hasılı onlar
derin bir iç karmaşası yaşıyorlar.”
- Bel edatı; “daha beterini de yaptılar” vurgusunu da içerir (Bkz: Ebüssuud).
- Çevirimizin gerekçesi, merîc'in asli anlamıdır; karmaşa, karışıklık, bulanıklık, içinden çıkılamayacak
kadar karmaşa hali, iç dünyalarında derin bir kaos yaşıyorlar. İç dünyasında kaos yaşayan, dış
dünyasında ki cosmos’u fark etmez. O muhteşem dizaynı fark etmez. Sanatta ki o muhteşemliği fark
etmeyince, sanatkarın ihtişamını fark etmez. Onun içinde yaratmayı Allah’a bile çok görür, kafaya
bakın, Allah tasavvuruna bakın. İnsanın Allah tasavvuru insanın zihnini yüceltmesi gerekirken, onlar
yüce bir tasavvur olan Allah tasavvurunu insan seviyesine indirmeye çalışıyorlar. İşte onun için
algılayamıyorlar.
- Zımnen: ne diyeceklerini, ne yapacaklarını bilemiyorlar. Kah sihirbaz, kah şair, kah deli veya kahin
iftirasında bulunuyorlar.
ناها ماء ف وق هم كيف ب ن ي (6وزي ناها وما لا من ف روج )أف لم ي نظروا إل الس E fe lem yenzuru iles semai fevkahum keyfe beneynaha ve zeyyennaha ve ma leha min
furuc
“Onlar üzerlerindeki göğe dönüp de bakmadılar mı? Onu nasıl inşa ettik ve ışıl ışıl
bezedik, üstelik hiçbir eksik gedik bırakmadık!”
- Yani Allah’ın yeniden yaratışı, öldükten sonra tekrar dirilişi Allah’a bile çok gören bu insanlar şöyle
kafalarını kaldırıp yukarı doğru baksalar ya.
- ma leha min furuc Burada ki Mâ farklıda algılanabilir. Kem anlamı verebiliriz. Bu Arap dilinde
edatlarda mümkündür. O zaman "ona nice geçit noktaları yerleştirdik" anlamına da ulaşılabilir. Bunu
alternatif bir anlam olarak sunulabilir.
نا فيها من كل زوج بيج ) نا فيها رواسي وأن بت (7والرض مددناها وألقي
Vel erda medednaha ve elkayna fiha ravasiye ve embetna fiha min kulli zevcim behic
“Yeryüzünü ise (engebeli arazi yapısıyla) uzatıp genişlettik, zira oraya kalkmaz
kımıldamaz dağlar yerleştirdik, üstelik orada her tür çiftten güzel bitkiler yeşerttik ki,”
- Dağlar yerleştirilerek yeryüzü nasıl uzar? Düz bir sathı, yuvarlak ve düz bir sathı uzatmak istiyorsak,
engebeler koymamız lazım. Vadiler ve zirveler. Bu sayede düz bir alanı 2 katına, 3 katına uzatmış
olursunuz. İşte Cenab-ı Hâk o düz satıhta dağlar ve vadiler yerleştirerek muhteşem bir uzama
gerçekleştirdi, genişletti. Aslında Kur’an’ın genel üslubu gereği fiziki şeylerden bahsederken hep
aslında ahlaki, manevi noktalara imada bulunur. Yani dağ diyorsa Kur’an, yeryüzü diyorsa bunu
insanın iç dünyası olarak anlayacağız. İnsanın iç dünyasının kapasitesini de artırır. Yani Allah iç
dünyamızı da genişletiyor. Tıpkı yeryüzünün kapasitesini, yüz ölçümünü alanını dağlar ve vadiler
koyarak artırdıysa, insanın iç kapasitesini de bereketlendirir. Zımnen: Nasıl ki engebeli yapısı
yeryüzünün alanını büyütüyorsa, insan hayatının iniş-çıkışları da hayata zenginlik katıyor: tekdüze
olsa hayat çekilmez olurdu. Dolayısıyla İnsanın iç kapasitesini de artırır.
- Zevcim behic; zevc, varlığın çift kutupluluğuna atıftır. Vahyin değişmez karakterlerinden biride çift
kutupluluktur. Vahyin içinde bile biz bu çift kutupluluğu görürüz. Bir maddeye atıf yapar, bir
manaya, bir dünyaya atıf yapar, bir ukbaya atıf yapar. Bir korkuya atıf yapar, bir umuda, bir cennete
atıf yapar, bir cehenneme. Bir insana atıf yapar bir şeytana. Bir imana atıf yapar, bir benliğe nefse
atıf yapar. Yani vahiyde kendi içinde çift kutuplu bir üslubu barındırır. Hatta Allah’dan bahsederken
bile celal sıfatına atıf yapar, bir cemal sıfatına. Bir kahrı ilahiye atıf yapar bir de lütfu ilahiye. Yani
çift kutupluluğun vahyin yasası olduğunu dile getirmiş olur. Baştan beri gelen pasajla bu ifadenin
arasında nasıl bir alaka var? “zevcim behic” çift kutuplu güzellik, göz alıcı güzellik. Ahiretle
ilgilidir, ahreti inkarla ilgilidir bu pasajın konusu. Ey ahireti inkar eden inkarcı muhataplar; varlık çift
kutupludur, dünya bu kutbun bir tanesidir, öteki kutbu ahirettir. Sen aslında ahireti inkar etmekle
varlığın yasasını, seninde tabi olduğun yasayı inkar ediyorsun. Kendini inkar ediyorsun, sen bile
ceset ile ruh gibi çift kutuptan, hatta üç kutuptan müteşekkilsin; ceset, can, ruh. Sen tek dünyalı
olmayı kendi içine nasıl sindiriyorsun.
(8يب )ت بصرة وذكرى لكل عبد من
Tebsıratev ve zikra li kulli abdim munib
“gönüllü olarak O'na yönelen her kul için bir bilinç kaynağı ve bir uyarı vesilesi olsun.”
- Tebsıra; ampirik bilgiye delalet eder. Gözlem yoluyla elde edilen veriye, dataya, deneysel bilgiye
yani dış bilgiye delalet eder. Zikrâ ise iç bilgiye, iç aydınlanmaya, tefekküre, düşünceye, akleden
kalbi aydınlatan "ilme" delalet eder. Yani bu kısacık ayette bilginin iki temel kaynağı da dile
getiriliyor. Gönüllü olarak Allah’a yönelen her kul için hem gözlem yoluyla elde edilen bir dış bilgi,
hem de tefekkür yoluyla elde edilen bir iç bilgi olsun diye. Bu vahyin gönderiliş ve şu kainat ayetinin
okunuş sebebi bu olmalı. Yani dönüp bakmıyor musunuz? Ya nassı kulağınızla duyun ya da görün.
Ya kitaptaki ayeti okuyun, ya da kainat ayetini. Siz ne onu okuyorsunuz, ne onu okuyorsunuz. Peki
siz ne işe yararsınız? Aslında söylenen zımnen bu.
نا به جنات وحب الصيد ) ماء ماء مباركا فأن بت (9ون زلنا من الس
Ve nezzelna mines semai maem mubaraken fe embetna bihi cennativ ve habbel hasıyd
“Yine Biz, gökten bereketli bir su indirdik ve onunla has bahçeleri yeşerttik, dahası hasat
edilen tahılı ”
- Mübarek su, mübarek ürün, bu çifti gördüğünüz her yerde ahlaki ve manevi suya bakacaksınız.
Vahiy suya benzetilir. Nasıl gökten su nazil etmişse Allah, semadan da, yani manevi semadan da
vahiy nazil etmiştir. Nereye? Suyu kurumuş topraklara can versin, vahyi de kurumuş yüreklere can
versin diye. Mübarek Kur’an, mübarek su. Gökten mümin bir akla nazil olursa, orayı cennet yapar.
Aslında bir müminin cenneti ilk defa yüreğinde tohumlanır. Müminin gireceği cennetin prototipi
yüreğidir. Orayı çölken cennete çevirende vahiy rahmetidir.
(11والنخل باسقات لا طلع نضيد )
Ven nahle basikatil leha tal'un nedıyd
“ve sıra salkımlı meyveleriyle boylu poslu hurma ağaçlarını,”
نا به ب لدة ميتا كذلك الروج ) (11رزقا للعباد وأحي ي
Rizkal lil ıbadi ve ahyeyna bihi beldetem meyta kezalikel huruc
“bütün kullara bir rızık olarak (verdik): Evet, Biz ölü bir beldeye o (su) ile can verdik, işte
(insanın) yeniden dirilişi de böyle olacaktır.”
- İnsana adeta Allah’ın ayetlerini okumuyorsunuz, bari kainat ayetini okuyun da yeniden dirilişi
anlayın deniyor. Dört mevsim nedir? İnsan bir kışın baksın tabiata, birde baharın. Aslında 24 saat
bile yeterlidir yeniden dirilişi anlamaya. Her akşamınız, her yatağa girişiniz kabre girişiniz, her
sabahınız basübadelmevtinizdir, yeniden dirilişinizdir. Gündüzü felaketlerle dolu olan bir ömrün
gecesi kâbustur. Gündüzü saadetle geçen bir ömrün gecesi salih bir rüyadır, cennet baharının
müjdesidir.
- Bitkinin çıkışı ihya ile insanın yeniden dirilişi ihraç ile ifade ediliyor. Oysa tersi olması lazımdı.
Bununla bitkinin insanın gördüğü kadar basit olmadığı, insanın yeniden yaratılışının da Allah için
sanıldığı kadar zor olmadığı ifade edilmektedir. Ölü toprağa suyla can verme metaforunun geçtiği
her yerde, zımnen vahyin ölü yüreklere hayat vermesi hatırlatılır.
لهم ق وم نوح وأصحاب الرس وثود ) بت ق ب (22كذ Kezzebet kablehum kavmu nuhıv ve ashabur rassi ve semud
“Onlardan önce Nûh Kavmi, Ress sakinleri ve Semud da yalanladı,”
- Ress sakinleri; kuyu demektir ress, hatta bi’irr’den farklıdır, bi’irr merdivenle içine inilen üzeri
kapalı kuyular. Ama Ress kuyu tipi kör kuyu, derin kuyu etrafı taşla çevrili Anadolu da çok görülen
bir kuyu. Birçok dilcinin "kuyu" anlamı verdiği er-ress, bölge insanlarının bildiği, cahiliyye şiirinde
de geçen bir vadinin adıdır (Mekâyîs). Bu vadinin yeri ve helâk edilen sakinlerinin kimliği
müfessirlerimizi hayli yormuştur. Bunlardan birine göre, Güney Arabistan'da yer alan Ress sakinleri
peygamber olarak gönderilen Hanzala b. Saffan'ı katletmişler ve belâya uğramışlardır. Bu Ress'in
Du-hân 37 ve Kâf 14'de geçen Tubba' kavmiyle ardışık olması mümkündür. Ress kavminin nerde
olduğu ihtilaflıdır. En yoğun görüşe göre necran da yani Mekke ile yemen arasında bulunan
Necran’da. Başka bir görüşe göre Azerbeycan da, ırak ta olduğu gibi görüşler var. Ibn Abbas'ın
Ka'b'dan yaptığı bir nakle, muhtemelen buna dayanan Süddi'ye göre Ress Antakya'dadır. Bu isimler,
bununla "Yâsîn Sahibi" diye bilinen marangoz Habib'in kastedildiği görüşündedirler. Ress'in,
Azerbaycan taraflarında, üzerinde çok gelişmiş bir uygarlığın kurulduğu bir vadi olduğu da
söylenmiştir. Diğerinin âyetle çelişir gözükmesi bu ihtimali daha da güçlendirmektedir. Her
nerdeyse, bu kavim kendilerine gönderilen peygamberi kuyuya atmış. Peygamberini kuyuya atıp,
ondan kurtulan azgın kavim anlamında Ress sakinleri denmiş.
(13وعاد وفرعون وإخوان لوط )
Ve aduv ve fir'avnu ve ıhvanu lut
“ yine 'Âd, Firavun ve Lût'un kardeşleri... ”
- İlginçtir Kur’an’da nerede ad’dan bahsedilirse, orada semud’dan bahsedilir. İkisi adeta ikizdir.
Sebebi açıktır, Ad: dönüş demektir, id dönüp dönüp gelmesini istediğimiz şeylere denir onun için
bayramlara id denir. Demek o kadar görkemli bir uygarlık ki Ad kavmi, gelen bir daha gelmek
istiyor. 24 yerde geçer kuranda 22 sinde semud la birlikte gelir, mevkileri Arabistan yarımadasının
güneyinde yemenle umman arasında hadra mevt adlı (ölü yeşil demek), rumul hal çölü ( 4/3 ıssızlık
çölü) dünyanın en büyük çöllerinden çölün alt kısmında sana dan ummana uzanan bölge, ahkaf
denilen kum tepeleri olan bir yer. Bu kum tepeleri bir felaketle oluşmuş, bu yüzyılda uzaydan çekilen
resimlerde fark edilen bir kum dağının altında ad kavmine ait kalıntılar bulundu. Orda ahkaf denen
yerde bir medeniyet kurmuş, hud peygamberin kavmi nuh dan sonra, Kur’an’da ad kavmi nuh
kavminden sonra gelir, kadim kavimlerden, alimler Arapları 3 e ayırır, 1- arabul baide: uzak Araplar
2- arabul aribe: gerçek Araplar 3- arabul mustağrabe: sonradan arap olanlar, peygamberimiz
sonradan arap olanlardan, hz İbrahimin torunu olduğu ve hz. İbrahim in Sümerlerden geldiği için. Bu
ad kavmi arabul baide ilk Araplardandır, arap peygamber olarak sayılan 3 peygamberdir ilki de Hud
peygamberdir. Zaten tevratta ad – semud kıssası hiç geçmez, efsanelere göre Şeddad isimli bir
hükümdar kardeşinden sonra mutlak hükümdar olmuş ve cennet diye bir şeye inandıklarını duyuyor
muvahhidlerin ve diyorki siz cennet diye bir şeye inanıyormuşunuz, ben ölmeden sizi cennete
sokayım diyor ve irem bağlarını yapıyor. Ad kaminin anlatıldığı her yerde söylenen şudur: cenneti
dünyada arayanların hali böyle olur.
- Peygamberlerini dinlemediler ve sonunda korkunç bir fekakete uğradılar. Onlar bulut geliyor diye
bayram yapıyorlardı, ama gelen felaketleriydi, korkunç bir şekilde mahvoldular, kökünü kurutucu bir
rüzgar der Kur’an, adeta kum tanesine çevirecek bir rüzgar. Tefsirlerde anlatıldığına göre; öyle kum
taneleri savuruyormuş ki rüzgar insana değdiğinde insanı hücrelerine kadar bölüyormuş. Her bir kum
tanesi kurşun gibi. Semud: smd kelimesi az su demektir. Semud kavminin kalıntıları çok önceden
beri daha iyi biliniyor. Araplar ordan gelip geçiyorlardı ve bu kalıntıları görüyorlardı. Suudi
Arabistan’ın kuzeyinde kalan şu anda da ziyarete açık olan bölge semud un kalıntıları sayılır. Yine
Ürdün sınırları içinde kalan petra, o bölge silfir taşlarıyla doludur şu anda yerden alın yumurta
gibidir kırın ortasından bims’in daha yumuşak bir hali çıkar. Yanmış bir taş.
- Bunlar monoblok kayaları vadi vadi oymuşlar, insan eliyle açılmış bu Vadilerin iki yamacında
şehirler kurmuşlar. Hala durmakta. Bu ne azim çalışma, bunlar aşağıda ad kavminden kurtulmuş
olanlar. Yukarı kuzeye çıkmışlar. Niye böyle yapmışlar; orda malzeme kumdu burada kaya, çürüktü
yıkıldı, taştan yapalım yıkılmasın, inşaat malzemesi sorunu sandılar. Sorunu algılayıştaki sapıklığa
bakın, kayada bize bir şey olmaz. Sorun yapı malzemesinde değildi ki, Allah’la olan ilişkinizdeydi,
sorun kalbinizdeydi, ahlakınızdaydı. Siz ahlakınızı değiştirmek yerine yapı malzemesini
değiştirdiniz. Allah bu malzemeyi helak etmez mi sandınız? Yine helak oldunuz. Onun için ad ve
semud bir arada anılır.
- ve fir'avnu ve ıhvanu lut; ve firavun ve lut’un kardeşleri. Dikkat edin, firavun olarak yalın
geliyor, kavminden bahsetmiyor. Neden? Firavun o kadar baskındı ki artık ortada kavim değil,
sadece Firavun kalmıştı. O kadar baskıcı ve zorbaydı. Firavun'un tek merkezden koca bir toplumu
şahsiyetsizleştirerek sürüleştirmesiyle firavunun kavmi denecek bir topluluk kalmamıştı orada.
Çobanın elindeki bir tutam otun arkasına dökülmüş bir sürü. Onun için şahsiyeti olmayanlara Kur’an
adam demiyor.
- "Nuh kavmi" gibi diğer kavimler, kendini tanrı ilan eden bir zorbanın zoruyla değil, kendi
hevalarıyla inkâr etmiştiler ve helak olmuştular.
(12. Ayet’te geçen kavimlerin suyla bir tür ilişkili olması, 13.ayette ise çölde yaşayan kavimler olmasının bunların ayrı
olarak sayılması ilginç.)
ب الرسل فحق وعيد ) (11وأصحاب اليكة وق وم ت بع كل كذ
Ve ashabul eyketi ve kavmu tubba kulun kezzeber rusule fe hakka veıyd
“Yine ormanlık vadinin sakinleri ve Tübba' kavmi... Bunların hepsi de elçileri
yalanladılar: sonunda vaad ettiğim ceza gerçekleşti.”
- Medyen dağlık, Eyke ise, ormanlık olan iki yerleşim yeriydi. Eyke ashabına, Eykeliler yahut
Leykeliler de denir. Eyke, yumuşak ağaç bitiren bataklık demek olup, Medyen'e doğru, deniz
sahilinde bir yerin adıdır. Burada yaşayan bir topluluk vardı. Şuayb (a.s), bunlara da elçi olarak
gönderilmişti.Ancak Şuayb, onların(Eykeliler'in) kavminden değildi. Medyen kavmindendi. Bu
nedenledir ki Kur'an şöyle der: Medyen'e kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Şuayb, dedi ki: "Ey
kavmim, Allah'a kul olun! Sizin için O'ndan başka ilah yoktur. Muhakkak size, Rabb'inizden apaçık
bir delil gelmiştir. Ölçüyü ve tartıyı tam tutun, insanların eşyasını(mallarını) değerinden eksiltmeyin
ve ıslah ettikten sonra, yeryüzünde fesat çıkarmayın. Şayet iman ediyorsanız, bu sizin için daha
hayırlıdır."[ARAF (7)/ 85]
Kezzebe ashâbul eyketil murselîn; Eyke ashabı da, elçilerini yalanladı. İz kâle lehum şuaybun e lâ
tettekûn; O zaman onlara Şuayb dedi ki: 'Sakınmıyor musunuz? İnnî lekum resûlun emîn;
Muhakkak ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Fettekullâhe ve etîûn; Allah'tan korkup-
sakının ve bana itaat edin! [ŞUARA(26)/ 176-179] Bu ayetlerden, Şuayb'ın, Medyen kavminden
olup; hem Medyen'e ve hem de Eyke halkına elçi olarak gönderildiği, açıkça anlaşılmaktadır.
- Tubba‘, Güney Arabistan’da güçlü ve görkemli bir uygarlık kurulmuş olan Himyer krallarına veya
devletine verilen isimdir. Bir dönemde Kafkaslara kadar uzanan bir devlet tubba kavmi. Etraftaki
tüm devletçikleri kendilerine ‘bağladıkları’ için Tubba‘ adını almışlardır. Başlangıcı Milat öncesine
kadar giden Tubba‘ devletine, MS. 4. yüzyılda Habeşliler son vermiştir. Kur’an, muhatapları nın
hafızasında hatırası canlı olan Tubba‘ uygarlığını bir “ibret” olarak sunmaktadır. Taberî gibi
kaynaklarımız Tubba’ halkının sonradan müslüman olduğunu zikrederler.
(15هم ف لبس من خلق جديد )أف عيينا باللق الول بل
E fe ayına bil halkıl evvel bel hum fi lebsim min halkın cedid
“Şimdi Biz, ilk yaratış sırasında bitkin düşmüşüz, öyle mi? Asla! Ama onlar, yeniden
yaratmanın (imkanından) kuşku duymaktalar.”
- İlginç bir noktaya getirdi vahiy. Sûrenin 38. âyetiyle karşılaştırınız. Burada müşriklerin "uzak tanrı"
tasavvurlarıyla Yahudilerin "yorulan tanrı" tasavvurları arasındaki ortak nokta olan "yetersiz tanrı"
sapmasına dikkat çekiliyor. Bu ayet iki iftirayı zemin olarak aynı temele yerleştiriyor. Yahudilerin
iftirası tevratın tahrif edilmiş tevratın tekvin bölümünün 2.babının 2.cümlesinde “Allah yerleri ve
gökleri 6 günde yarattı ve 7. Gün dinlendi” onun için bizde cumartesi gün hiçbir iş yapmayacağız.
Madem o yoruldu bizde onun için yorulalım gibi bir mantıkla yola çıktılar. Bu aslında Müşriklerin
yeniden yaratışı çok gördükleri sınırlı Allah tasavvurlarına benziyordu. Oysaki Allah Mutlak olandır,
her ne mükemmellik aklınıza geliyor o Allah’a aittir. Her ne noksanlık aklınıza geliyor Allah ondan
münezzehtir. Allah inancı budur. Selim bir Allah inancının olmazsa olmazıdır. Bunlar yoksa orada
selim bir Allah inancından söz edilemez. Dolayısıyla müşriklerle Yahudilerin ortak bir hastalığı
olduğunu söylüyor burada; “uzak Allah inancı.” İşte şimdi oraya geldik.
نسان ون علم ما ت وسوس به ن فسه ونن أق رب إليه من حبل الوريد ) (16ولقد خلقنا ال
Ve le kad halaknel insane ve na'lemu ma tuvesvisu bihi nefsuh ve nahnu akrabu ileyhi
min hablil verid
“Doğrusu insanı yaratan Biziz ve iç beninin ona neler fısıldadığını iyi biliriz: zira Biz
insana şahdamarından daha yakınız.”
- Bu üstünde ısrarla durulması gereken bir ayettir. Berceste ayettir. Kur’an’ın çivi ayetlerinden biri.
İnsanı insana tanıtan aynalardandır. Ey insan kendinin görünmez tarafını seyretmek istiyor musun?
Allah’ın tuttuğu aynada kendine bak. İçine bak. Yani hiçbir ayna sana içinin zaaflarını göstermez.
Allah’ın aynası ancak gösterir. Elâ ya’lemu men halak; Çünkü Allah yarattı “yaratan bilmez mi?”
(mülk suresi 14). Bu ayet insanın gizemli iç dünyasından bahsediyor. İç ben nefis ve onun
ayartılmasından söz ediyor. Yani insanı biz yarattık, onun iç beninin de ona vesvese verdiğini de biz
çok iyi biliriz.
- Vesvese doğal kelimedir ve iç benin "fısıltılarını" ifade eder. Irade ve vesvese ters orantılıdır: biri
büyürse diğeri küçülür. Vesvese eylem, öznesi nefs, iç ben. Peki nesnesi kim? İnsan. O zaman
burada bir eylem, bir özne, bir nesne var. Özne vesvese veriyor, fiil vesvese, nesnede insan. Yani
insanın içinde iki kutup var, bir kutup diğerini baskı altına alıyor. Neyle? Fiskosla, vesveseyle,
ayartıyla, fısıltıyla baskı altına alıyor. İnsanın içindeki iki odaktan söz eden bir ayetle karşı
karşıyayız. Ayet nefs ve insan diyor, ayet insanın nesneleşme sorununu ele alıyor. Ayetin konusu
insanın nesneleşmesidir. Ve ayet şöyle diyor, zımnen: Insan Allah için kendi başına bırakılmayacak
kadar önemlidir. Allah insanı kendi kendisine bırakmaz, neden? Çünkü insan kendisine kıyar. Allah
insana sahip çıkarsa büyük bir rahmet etmiştir. Zira dışarıdan hiç müdahale olmasa dahi, içindeki
imkanı zaafa dönüştürerek insan ya kula kul olur ya da kulu kendine kul eder. Kendisine yazık eder.
Ama insan ille de beni bırak diyorsa insan Allah’a kötülük yapmış olmaz, kendine kötülük yapmış
olur. Sonuçta vesveseden vicdanının sesini duyamaz olur. Kendisini insan eden vicdanın sesinin
üzerine perde gerilir. O ses Allah’ın fıtrat sesidir. Allah’ın fıtratın üzerinden konuşmasıdır. O sesi
duymak insanın kendisini aşarak özüne ulaşmasıyla mümkündür. İşte vesvese bu sesi duymamız için
parazit yapmaktadır. Alıcılarımızın Allah’ın fıtratımız üzerinden verdiği mesajları duymamız için iç
benimiz bir parazit yayar. İrade ve vesvese ters orantılıdır. Bu cümle tüm vesveseler için geçerlidir.
İrade arttıkça vesvese azalır, vesvese arttıkça irade azalır. Eğer bir insan vesveseliyse iradesizidir.
Ona yapılacak en iyi tavsiye iradeni arttır, vesvesen azalsın demektir, 100 de 100 irade kullan,
vesvesen %0 olsun denir.
- ve nahnu akrabu ileyhi min hablil verid; “zira biz insana şah damarından daha yakınız” yani ona iç
beninin hangi fısıltıları yaptığını biliriz. İnsanı biz yarattık, iç beninin fısıldadıklarını biz biliriz,
çünkü biz insana şah damarından daha yakınız. Bu muhteşem cümle bir Allah tasavvuru inşasıdır.
Kendini bilen Rabbini bilir. İnsana şah damarından daha yakınız diyen Rabbini bilmesi için, içine
yönelmesi lazım. İçine, derinliğine yönelmesi yani kendini aşması lazımdır. Çünkü Allah şah
damarından daha yakınsa kendini aşarak oraya ulaşacak. Kendini aştığı yerde Rabbiyle karşılaşacak.
Teslim olacak, beni ben bilmem sen bilirsin Allah’ım diyecek. Ve kendisine gönderilen kullanma
kılavuzuna uyacak. Rasulallah işte bu gerçeği bildiği için ara ara “ Allah’ım beni kendimle bir lahza
başbaşa bırakma” diyordu. Dert insanın kendisiyle baş başa kalınca, kendisine kıymasıdır. İnsanın
kendisinden kopunca, Rabbinden de kopması. İnsanın kendini unutunca Rabbini de unutması.
Haddini bilmeyince, Allah’ın da kadrini bilmemesidir.
مال قعيد ) يان عن اليمين وعن الش ى المت لق (17إذ ي ت لق
İz yetelekkal mutelekkıyani anil yemini ve aniş şimali kaıyd
“(Zıt kutuplarda) konuşlanmış olan o iki (unsur), sağdan ve soldan karşı karşıya geldiği
zaman”
- Vesvese veren ve vesvese verilen. Yani: bir önceki âyette yer alan "insan, aklı selim, irade" ve "iç
beni, nefs, ego ". Bu pasaj boyunca bu iki unsurdan bahsedilecek. Bizim "konuşlanmış" karşılığını
verdiğimiz, "oturmuş güdülere" ve insanı yönlendiren "köklü saiklere" delalet eden ka'îd, hem özne
hem nesne anlamına sahiptir.
- Ayet kaiyd diye bitiyor. İnsanın negatif ve pozitif tarafıdır. İnsanın aklı selimi ve egosu. Kaiyd hem
özne hem nesne formundadır. Hem fail hem mefuldür. Fail formu Arapçada ikisini birden içerir.
Hem etkendir, hem edilgendir. Bununla söylenmek istenen; yerleşik güdüler ve akli melekeler, bir
tarafta güdüler diğer tarafta akli melekeler vardır. İki melek diye anlayanlarda olmuştur, sağdan
soldan gelenlerin. Sonra gelecek ayetlerde bu yorumun isabetli olmadığı görülüyor. İki melek mi?
Biri melek biri şeytan mı? Müfessirlerin bir kısmı melek, bir kısmı şeytan demişler şeytanla melek
arasında bayağı bir fark var. Dolayısıyla burada insanın içinde ki iki odak olarak anlayacağız, zaten
16. Ayette nefs ve insan geliyor. Bu pasaj boyunca bu ikili yapı devam edecek bizde böyle
anlayacağız. Hz. Peygamber'in, dili bu meleklerin kalemi, tükürüğü ise mürekkebi olarak nitelemesi,
bu âyette ki yoğun sembolizme işaret eder (Zemahşerî). Efendimiz bu sembollerle açıklıyor. Bilinç-
bilinçaltı karşıtlığını biz burada görüyoruz. Soru da, sorun da aslında kişinin ben idrakini hangi kutup
inşa edecek. Ego mu inşa edecek nefs mi? Yoksa aklı selim mi? Fıtrat mı? Benlik mi? İnşa edecek.
Aslında savaş o savaş. Sağdan soldan gelip de birbiriyle çatışanda onlar. Ka’id; oturmuş güdüler,
oturmuş aklı selim. İkisi birbirini yok edemez, birbirlerinin sesini bastırır. Yani ya melekler meleke
olmuştur insanda, ya şeytanlar meleke olmuştur. Melek meleke haline gelmişse insanda o aklı selim,
şeytan meleke haline gelmişse o da ego olarak konuşacaktır. Artık biz bu konuşmayı dinleyeceğiz bu
ayetin ardından;
(18قيب عتيد )ما ي لفظ من ق ول إل لديه ر
Ma yelfizu min kavlin illa ledeyhi rakıybun atid
“insandan herhangi bir söz çıkmaya görsün, illa ki, kendi içinde bile onu gözetleyip
kaydeden Biri vardır.”
- Söz, tasavvurla eylemin orta noktasında bulunur. Düşüncenin meyvesi, eylemin tohumudur.
Düşüncenin çocuğudur, eylemin anasıdır. Sözden bahsettiğimizde hem niyetle düşünceyi, hem de
eylemi ortaya koymuş oluruz. Zımnen: Eğer söz kaydediliyorsa eylem haydi haydi kaydediliyor
demektir. Gözetleyenin "Allah" olduğunu, 16. âyetten çıkarabiliriz.
يد ) (19وجاءت سكرة الموت بالق ذلك ما كنت منه ت
Ve caet sekratul mevti bil hakk zalike ma kunte minhu tehıyd
“Derken ölüm kâbusu tüm gerçekliğiyle çıkagelir, (ki) işte bu (ey insan), senin köşe bucak
kaçtığın şeydir!”
- Tek dünyalı bir bakışla bakarsan ölümden kaçarsın. Fakat iki dünyalı bakmış olsaydın ölümden bu
kadar kaçmazdın. Ölen bir kez ölür. Ölümden kaçansa her ölümü hatırladığında ölür. Sen kaç kez
öldün.
(22ذلك ي وم الوعيد ) ونفخ ف الصور Ve nufiha fis sur zalike yevmul veıyd
“Nihayet (diriliş için) sura üflenir: işte bu da (ey insan), kendisine karşı uyarıl(dığın)
gündür”
- Veya Katade’nin suver okuyufluna istinaden: “suretlere (ruh) üflenecek” (Ferrâ, Zümer: 68’in
tefsirinde).
- Yani Allah’ın uyarması için ille de sana vahyin ulaşması şart değil. Aslında bedenin seni uyarmıştı,
saçında ağaran her siyah tel seni uyarmıştı. Yüzünde oluşan her yeni kırışık bir uyarıydı aslında.
Aslında her geçen gün bir uyarıydı. Her bahar ve kış bir uyarıydı. Ey insan seninde bir gün kışın
gelecek. Her gece bir uyarıydı, seninde ömrünün gecesi gelecek.
(11وجاءت كل ن فس معها سائق وشهيد )
Ve caet kullu nefsim meaha saikun ve şehid
“Ve her can kendisini yönlendiren unsurlar ve tanıklarla (huzura) gelir,”
- Hem etkileyen dış/aktif/özne unsurlar, hem de etkilenen iç/pasif/nesne unsurlar.
- Saik ve şehit. Gerçekten çok harika anlamlarla dolu iki anlamdır. Saik; modern Arapçada şoföre
denilir. Aslında özne ve nesneden bahsediliyor, saik fail formunda. Şehit ise iki formu birden kapsar
ama fail geldiğine göre orda meful öne çıkıyor, yani nesne. Bu nedir? İnsanın bünyesindeki iki
kutuptan hangisi özne, hangisi nesnedir. Aklı mı? Güdüsü mü? Bilinci mi? Bilinç altı mı? İşte ayet
bundan bahsediyor. İnsanın şoförü kim? Huzuru ilahiye çıktığınızda; Yarabbi beni süren nefsim
diyecek bazı canlar. Bazıları da aklı selim diyecekler. Şoförünüz doğru yolda mı sürdü sizi, yanlış
yolda mı? Allah’ın verdiği koordinatlara göre mi? Yoksa şeytanın verdiği koordinatlara göre mi
sürdü sizi şoförünüz. Kime göre sürdünüz bu hayat arabanızı hayat yolunda. Tanıkta ortaya çıkacak,
bütün uzuvlarınız tanık. Eğer bastırmışsa iç ben, aklı selimi o artık nesne olarak kalmıştır. Özne iç
bendir nefistir. O zaman nesneleşmiş, nesneleştirilmiş olan o aklı selim şahit olacak. Yarabbi beni
ona verdin o bana ihanet etti diyecek, aklı selim, fıtrat ve vicdan. Küfür vicdanın üzerine örtülen
kalın perdedir, vicdanın sesi duyulmasın diye kalın bir perde örtmektir.
(11لقد كنت ف غفلة من هذا فكشفنا عنك غطاءك ف بصرك الي وم حديد )
Le kad kunte fi ğafletim min haza fe keşefna anke ğıtaeke fe besarukel yevme hadid
“"Doğrusu sen" (denilir), "buna karşı gaflet içindeydin, işte, artık senin perdeni önünden
kaldırdık: şimdi gözün daha bir keskindir."”
- Yani: vicdanının ve sağduyunun üzerine örttüğün küfür perdesini, seni kör, sağır ve dilsiz eden
perdeyi... Sen kendine karşı gaflet içindeydin. Duymak görmek istemedin. Belil'insanu 'ala
nefsihibesıyra; bilakis insan kendi benliğine gözetleyicidir diyor Kıyame 14. Ayet. Fakat o gözü kör
etmişseniz Summun bukmun umyun fe hum lâ yerciûn; görmez, işitmez ve dilsiz olur o zaman fe hum
lâ yerciûn dönemez.
- fe keşefna anke ğıtaeke İşte artık senin perdeni senden kaldırdık. Senin perdeni diye çevrilmesi
daha uygun, çünkü o perdeyi sen örttün. Küfür perdesi. Ahrette bu perde kalkacak ama iş işten
geçmiş olacak. Bu dünya hakikatin yansıdığı perdedir. Zira hakikati mutlak niteliğiyle göremeyiz.
Görsek ölürdük, o yüzden ölünce göreceğiz. İman bu açıdan da bir nimettir, yakin âhirettir. Tıpkı Hz.
Ali'nin söylediği gibi: "İnsanlar bir tür uykudadır, ölünce uyanırlar".
- İşte artık senin perdeni senden kaldırdık. Senin perdeni diye çevrilmesi daha uygun çünkü o perdeyi
sen örttün. Ahrette örttüğün küfür perdesi kaldırılacak, o zaman anlayacaksın ama iş işten geçmiş
olacak.
- fe besarukel yevme hadid; Şimdi gözün daha da keskindir. Burada ince bir ironi var. Hadi
bakalım perdeni kaldırdık, gördün inkar ettiğin şeyleri fakat neye yaradı.
(13وقال قرينه هذا ما لدي عتيد )
Ve kale karinuhu haza ma ledeyye atid
“Güdümüne girdiği (şeytani öteki kişiliği) der ki: "İşte, bir uydu gibi emrime pervane
olan budur!"”
- Bütün bu âyetlerde yer alan karîn'in tefsiri bu âyettir. Karîn'i "şeytani öteki kişilik" olarak alışımızın
gerekçesi, 16. âyette yer alan "iç beninin ona neler fısıldadığı" ifadesidir. Bu âyetten, pasaj boyunca
karşı karşıya gelen iki kişiliğin tek bir şahsa ait olduğu sonucuna varıyoruz.
- Ma ledeyye atid; emrinde pervane gibi dönmek. Her şeyiyle birinin emrine girmek, onun emri altında
onu gölgesi gibi hareket etmek anlamına gelir.
ار عنيد ) (11ألقيا ف جهنم كل كف
Elkıya fı cehenneme kulle keffarin anid
“(Allah emreder): "İnkarda ısrar eden her inatçı kâfiri (uydusu olduğu odakla) birlikte
cehenneme fırlatın: ”
(15مناع للخي معتد مريب )
Mennaıl lil hayri mu'teim murib
“her hayra engel olanları, her haddini bilmez saldırganı, her kuşku ve fesat yayanı,”
- Veya: "değer yıkıcılık yapanları" atın cehenneme der.
- Mennaıl lil hayr; insanın özündeki iyiliği ve hayrı bastıranı diye anlamak lazım. Yani şer aslında
senden değildi, fakat sen seni öldürdün. Sen içindeki imkanı öldürdün. İçindeki imkanı şerre alet
ettin. Cennetini yeşertmek yerine, cehennemin ateşini tutuşturdun. Onun için hayrı engelledin, el
hayr diyor.
ديد ) (16الذي جعل مع الله إلا آخر فألقياه ف العذاب الش
Ellezi ceale meallahi ilahen ahar fe elkiyahu fil azabiş şedid
“Allah dışında başka ilâhlar peydahlayanı... Haydi, (özne ve nesnesiyle birlikte) hepsini
şiddetli azabın bağrına fırlatın!”
- Elkiya; orada ki tesniye zamiri; özne ve nesnesiyle birlikte diye çevrildi. Hepsini şedid olan azaba
fırlatıp atın. Niye? Çünkü nesne oldu, irade sıfırlandı. Nesne gibi, değersiz bir şey gibi fırlatın atın. (17قال قرينه رب نا ما أطغيته ولكن كان ف ضلل بعيد )
Kale karinuhu rabbena ma atğaytuhu ve lakin kane fi dalalim beıyd
“Güdümüne girdiği (şeytani öteki kişilik): "Rabbimiz!" der, "Onu azdırıp saptıran ben
değildim, kaldı ki o zaten derin bir sapıklığın içindeydi."”
- Ibn Abbas, Mücahid ve Katade bu konuşanı "O kişi için görevlendirilen Şeytan" olarak yorumlar
(Ibn Kesir).
- İç ben, güdümüne girdiği öteki kişilik, ego der; o zaten derin bir sapıklık içindeydi, yani kendisi
sapmaya hazırdı benim yardımımı istedi, bende yardım ettim. Tercihini sapma yönünde yaptı bende
yardımımı esirgemedim. Senin koordinatlarını bıraktı Ya Rabbi, bende ona yeni koordinatlar verdim.
مت إليكم بالوعيد ) (22قال ل تتصموا لدي وقد قد Kale la tahtesımu ledeyye ve kad kaddemtu ileykum bil veıyd
“(Allah) buyuracak: "Benim huzurumda hesaplaşmayın, zira Ben sizi azabımla
uyarmıştım,”
- Veya zımnen: "Özeleştiriyi Benim huzurumda yapmayın, bunun bir yararı yok". Nefis muhasebesini
benim huzurumda yapmanın ne lüzumu var, artık bitti. Yaşarken yapacaktınız.
م للعبيد ) ل القول لدي وما أنا بظل (19ما ي بد
Ma yubeddelul kavlu ledeyye ve ma enen bi zallamil lil abid
“Benim katımda verilen söz değişmez ve benim kullarıma zulmetme ihtimalim yoktur.”
- ma enen bi zallamil lil abid; geldi büyük cümle. Ben kullarıma zulmetmem diye çevirmiyoruz.
Çünkü ma’nın haberi yani nefyin haberi bâ ile gelirse bu Allah için kullanıldığında imkan ve/veya
ihtimal yokluğuna delalet eder. Benim kullarıma zulmetme ihtimalim bulunmamaktadır. Rabbimizin
kullarına zulmetme ihtimali asla yoktur. Mübalağa kipi, zulmün olumsuzlanmasına ilave bir
vurgudur (Ibn Aşur). Ve mâ zalemnâhum ve lâkin kânû humuz zâlimîn (Zuhruf 76)"Onlara Biz
zulmetmedik, onlar kendi kendilerine zulmettiler". Rabbimizin kullarına zulmetme ihtimali asla
yoktur. Aslında kutsi hadis olarak rivayet edilen sahih bir haberde “ben zulmü kendime haram
kıldım” ifadesiyle de örtüşüyor. Rabbimiz zerre kadar zulmetmez, insan zulmeder. Rabbimiz insanın
zulmünü önlemek için müdahale eder, vahyi gönderir.
(31مزيد )ي وم ن قول لهنم هل امتلت وت قول هل من
Yevme nekulu li cehenneme helimtele'ti ve tekulu hel mim mezid
“O gün cehenneme "Doldun mu?" diye soracağız, o "Daha var mı?" diyecek.”
- Zımnen: Her varlık gibi cehennem de yaratılış amacı uğrunda çaba gösterecek. Tıpkı şahit olan
organlar gibi, cehennemin konuşan bir özne olarak tasvir edilmesi dikkat çekicidir. Cehennemin özne
olarak tasviri Kur'an'ın tamamında yer alan bir özelliktir. Bu, hem kul kendi eylemleriyle kendisini
yakar mesajı içerir, hem de aktif bir özne olan cehennemin elinden cehennemliğin kaçıp
kurtulamayacağını ifade eder. Zira cehenneme lâyık olan, kendini güdülerinin eline vererek
nesneleştirmenin cezasını çekmektedir. Cehennemden konuşan özne olarak bahsediliyor. Bazı
boşboğazlara da bir gönderme var. Bu kadar adamı cehennem nasıl alacak diyen boşboğazlara
cehennem işte böyle diyecek. Sen onu merak etme adam olmaya çalış, sen cennetini yeşert deniliyor.
ر بعيد ) (31وأزلفت النة للمتقين غي
Ve uzlifetil cennetu lil muttekıyne ğayra beıyd
“Ve cennet muttakilerin ayağına getirilecek ve asla uzaklaşmayacak:”
- Cennetten cehennemin aksine edilgen bir "nesne" olarak söz ediliyor. Cehennem konuşan, cennet ise
getirilen bir şey olarak söz ediliyor neden? Bu cennetin amellerin bedeli değil, Allah'ın ödülü
olduğunu gösterir. Cennetin öznesi sizsiniz. Hak etmeniz halinde o ayağınıza gelecek. Çünkü siz
amellerinizle, aklıseliminizle, iç beninizin, egonuzun, şeytanınızın sizin özneniz olmasına izin
vermediniz. Madem öyle Allah’ta size cenneti nesne kıldı, bu mesajı alıyoruz. Burada zaman ve
mekân kavramları tanıdık-bildik anlamlarının dışında kullanılıyor.
(31اب حفيظ )هذا ما توعدون لكل أو
Haza ma tuadune li kulli evvabin hafıyz
“"Işte, size vaad edilen budur, O'na dönük bir gönülle hatırdan O'nu hiç çıkarmayan
herkese,”
- Veya: "kendini koruyan" ya da "korunan herkese".
(33بقلب منيب )من خشي الرحن بالغيب وجاء
Men haşiyer rahmane bil ğaybi ve cae bi kalbim munib
“idraki aşan bir hakikat olduğu halde, O sonsuz rahmet sahibi karşısında içi titreyen ve
O'nun huzuruna adanmış bir yürekle gelen herkese: ”
- Burada Allah yerine Rahmân isminin gelmesi, "O'nun Rahmân olduğunu bilmesine rağmen içi titrer"
yan anlamını da verir. Zımnen: O'nun sevgisini kaybetme korkusuyla titrer.
(31ادخلوها بسلم ذلك ي وم اللود )
34. Udhuluha bi selam zalike yevmul hulud
“Oraya tarifsiz bir huzur içinde girin! Işte bu ebedi ikamet günüdür" (denilecek).”
(35لم ما يشاءون فيها ولدي نا مزيد )
Lehum ma yeşaune fiha ve ledeyna mezid
“Onlar orada arzu ettikleri her şeye kavuşacaklar, ama katımızda daha fazlası da var.”
- Yani katımızda sürprizler var. Secde suresi 17. Ayette Fe lâ ta’lemu nefsun mâ uhfiye lehum min
kurreti a’yun, cezâen bi mâ kânû ya’melûn “ cennetlik bir mümini orada hangi göz kamaştırıcı
sürprizlerin beklediğini kimse bilemez, tasavvur dahi edemez.” mâ uhfiye lehum hangi sürprizler
beklediğini
يص ) بوا ف البلد هل من م هم بطشا ف ن ق لهم من ق رن هم أشد من (63وكم أهلكنا ق ب
Ve kem ehlekna kablehum min karnin hum eşeddu minhum batşen fe nekkabu fil bilad
hel mim mehıys
“BIZ, onlardan önce nice uygarlıkları helâk etmişiz, onlar güç ve kudret olarak
bunlardan çok daha ileriydiler, fakat "Bir sığınak yok mu?"diye sığınacak delik
aradılar.”
- Zımnen: Allah'tan kaçmaya çalıştılar, fakat başaramadılar. Gücün sözünü dinlediler fakat sözün
gücünü dinlemediler. Güce sahip oldular ama güç ahlakına sahip olmadılar. Onun içinde dünyada
güç ve imkan sahibi olmaları şeytanları haline geldi ve cehennemleri oldu.
مع وهو شهيد ) إن ف ذلك لذكرى لمن كان له ق لب (37أو ألقى الس
İnne fi zalike le zikra li men kane lehu kalb ev elkas sem'a ve huve şehid
“Elbet bunda, (akleden) bir kalbe sahip olanlar için ibretlik bir uyarı vardır veya pür
dikkat bir şahit olarak kulak verenler için.”
- Bu ibare gösteriyor ki, Kur'an kalp derken fiziki bir organı yani kan pompasını kast etmez, akletme
ve inanma yetisini kastetmektedir. Bir kalbi olanlar için bir uyarı ve öğüt vardır diyor Kur’an’da.
Oysaki yaşayan her insan kalp taşıdığını düşünüyor, Kur’an’ın kalp dediği şeyi taşımıyor. Kuran’ın
kalp dediği şey akletme yeteneği. Zaten akıl çalışmıyorsa Kur’an onu yok hükmünde sayıyor. Aktif
ve aktüel değilse akıl yoktur, yok hükmündedir. Kalb'in iki asli mânası vardır: 1) Bir şeyin en şerefli
ve en saf kısmı. 2) Sürekli dönen, yerinde durmayan. Kur'an'da genellikle "akıl" anlamında kullanılır.
Kur'an'da bağırsak dâhi geçerken hassaten "beynin" geçmemiş olmasının gerekçesi budur. Akleden
kalp beyin, fıkheden kalp yürektir, denilebilir. Kur’an’ın kalp dediği şey akletme yeteneği.
- Yani, selim bir akla veya sağlıklı bir gözlem ve bilgiye sahip olanlar için. Ikili bilgi kaynağına dair
benzer bir kullanım için bkz. 60/Mülk: 10. Şahit ile gaib birbirlerinin karşıtıdır. Vahye kulak verip
onu anlayanlar, onun naklettiği gaybi hakikatleri görür gibi olurlar. Bu da onları şahit kılar. Akleden
bir kalbe sahip olmayanlar şahit olamazlar. Mücahid, "Akleden kalbin 'tanık olması' onu anlamasıdır,
bunu yapmayana Kur'an'ın söyleyeceği hiçbir şey yoktur" der.
نا من لغوب )ولقد ن هما ف ستة أيام وما مس ماوات والرض وما ب ي (38خلقنا الس
Ve le kad halaknes semavati vel erda ve ma beynehuma fi sitteti eyyamiv ve ma messena
mil luğub
“Dahası gökleri, yeri ve bunlar arasındakiler! altı aşamada yarattığımızı, fakat Bize asla
bir yorgunluk arız olmadığını (bilenler için)...”
- Yani bu vahiy kimin için öğüttür sorusu cevaplanıp devam ediyor, bir de bunu bilenler için geliyor.
Yahudileşmiş İsrail oğulları için zımnen bir gönderme var.
- Lafzen: "altı günde". Yaratılışın aşamalılığını ifade eder. 6 gün/aşama ifadesinin Kur’an’da ilk
geçtiği yer burası. Sitteti eyyam; 6 gün, günler, fakat burada bizim anladığımız gün olmadığı açık.
Biz gün derken yeryüzünün kendi etrafında 1 kez dönüşünü kastediyoruz. Oysaki burada gökler ve
yerlerin yaratışından bahseden bir ayet bu. Henüz daha yeryüzü yaratılmamış veya yaratılma
aşamasında. Gün hangi gün olabilir? Düşünsenize saman yolunun bir günü 250milyon yıldır dünya
günüyle. Kainatta günler çok farklı. Şu fiziki alemde günler arasında bile bu kadar fark varsa,
metafizik alemde günler nedir acaba?
- Kainatın yaratılışından önceki yokluk 1 gün olarak telâkki edilirse, buradaki 6 ile birlikte toplam 7
eder. Bu rakam O'nun her an iş başında olduğunu söyleyen Rahmân 29 ışığında ilâhi yaratışın
sürekliliğine delalet eder (Krş: 40/Furkan: 59, not 72). Nüzul sürecinde âlemin altı evrede
yaratıldığını ifade eden ilk âyet budur. Yevm (gün) kelimesi Kur'an'da bağlamına göre değişen
vurgulara sahiptir (Bkz: 46/Me'aric: 4, not 5). Burada bildiğimiz güne işaret etmediği açıktır. Çünkü
henüz yer ve göğün oluşumu tamlanmamıştır.
- Eski Ahid'de (Tekvin 2:2) yer alan Allah'ın uluhiyyetine aykırı Yahudi itikadını red için. Zira
Yahudi ilahiyatında Yahve'nin varlığı haftanın 6 gününde yaratıp 7. günü istirahate çekildiği yorumu
akide haline gelmiştir. Tanrı yedinci günde tüm işini bırakıp dinlendi (fiavt; şevita: grev) Tevrat
1:31-2:1.] Bu yorum, icad edilmiş bir kimlik olan Yahudilik'te sık rastlanan mücessem
(antropomorfik) tanrı anlayışıyla örtüşmektedir. Tanrı'yı haftalık mesaiye tabi tutan bu problemli
yaklaşım, Yaratıcı'nın zamanın mahkumu değil hakimi ve halıkı olduğunu ıskalamış gözükmektedir.
مس وق بل الغروب )فاصب على ما ي قولون وسبح بمد ربك ق بل طلوع (39الش
Fasbr ala ma yekulune ve sebbıh bi hamdi rabbike kable tuluış şemsi ve kablel ğurub
“ÖYLEYSE artık onların söyleyeceklerine karşı sabırlı ol! Bir de güneşin doğuşundan ve
batıştan önce Rabbinin aşkın olan yüce zatını (namaz kılarak) hamd ile an;”
- Onların söyleyeceklerine sabırlı ol; zımnen, 17. âyetle bağlantılı olarak: "zira Allah, onların ağzından
çıkanı kaydetmektedir." Onların söylediklerini Allah kaydetmekte, sen işine bak aldırma şeklinde
anlıyoruz.
- Bu âyetten sonra inen ve belirgin bir biçimde beş vakte delalet eden âyet, benzer formdaki Tâhâ
sûresinin 130. âyetidir. Tesbih zamanla kayıtlı olarak geldiğinde namaza delalet eder. Taha
suresinden önce inen namaz ayeti budur. Namazda birçok ibadet gibi belli bir süreç içinde
olgunlaşmıştır. Yani müminler hem zihnen, hem manen, hem aklen, hem de bedenen namaza
alıştırılmışlardır. Rabbimiz böyle bir tedrici geçiş süreci tayin etmiştir. İşte o süreçte sondan bir
önceki adım gibi gözükmektedir. Beş vaktin zımni olarak içinde yer aldığı ayet bu sureden sonra
inmiş olan Taha suresinin 130. Ayetidir.
جود ) (11ومن الليل فسبحه وأدبار الس
Ve minel leyli fe sebbıhhu ve edbaras sucud
“yine geceleri ve secdelerin ardından O'nun aşkın olan zatını an!”
- Geceleri değerlendir. Geceler boyu Rabbinin huzurunda dur. Niye böyle anlıyoruz; “ey sırtına yük
yüklenen/ gecenin birazında kalk ve içini inşa et/ Allah seni inşa edecek, onun için geceni ihya et,
yani gece senin için bir mektep olsun” (Müzzemmil suresi). Biz o ayetlerle bu ayeti yan yana
düşündüğümüzde Allah rasulünün şahsında ilk müminlerin yeryüzünün en büyük iman hamlesine
nasıl bir ilahi terbiyeyle hazırlandıklarını buradan çıkarıyoruz. Hatta bu tavsiye ve emirleri o kadar
ciddi tuttular ki sahabe, bu dönemde geceleri kendilerini direklere bağlayarak ibadet ederlermiş. Yani
gece onlar için bu iman hamlesini omuzlarında taşıyacak bu dağ yürekli insanları yetiştirmede gece
ilahi bir okul olarak kullanılıyor.
(11كان قريب )واستمع ي وم ي ناد المناد من م
Vestemı'yevme yunadil munadi mim mekanin karib
“İmdi sen (ey insanoğlu); sana çok çok yakın bir yerden o güne ilişkin çağrı yapan
Allah'ın nidasına kulak ver!”
- mim mekanin karib;16. âyete zımni bir atıfla: "Şah damarından bile yakın bir yerden". Ne kadar
yakın? Benden bana yakın olan Allah’ım senin çağrını duyuyorum. Çünkü ben Allah olarak sana
oradan sesleniyorum. Ben sana fıtratından, vicdanından sesleniyorum. Fıtratının üzerini örtersen bu
perde küfür perdesi olur. Küfür zaten örtmek demektir. Küfür Allah’ın sesini sana duyuran vicdanın
sesini bir perdeyle örtmek, o sesi duymamaktır.
يحة بالق ذلك ي وم الروج ) (11ي وم يسمعون الص
Yevme yesmeunes sayhate bil hakk zalike yevmul huruc
“Tüm gerçekliğiyle o malum çığlığı (herkesin) işiteceği güne... İşte bu, bir (başka hayata)
çıkış günüdür.”
- Ya da: "Hakka çağıran o çığlığı işiteceği güne"… Allah’ın sana olan çığlığını/çağrısını duy. Allah bu
çağrıyı çok farklı biçimlerde yapıyor. Etrafında, kainatta, gece ve gündüzde yani enfüsde ve afakta
Allah bu çağrıyı sana yapıyor, bunu duy ve hazırlıklı ol. Çünkü bu başka bir hayata dönüş günüdür.
نا المصي ) (13إنا نن نيي ونيت وإلي
İnna nahnu nuhyi ve numitu ve ileynel mesıyr
“Kesin olan şu ki, ölümü ve hayatı yaratan Biziz ve her yol sonunda Bize çıkar.”
- Tüm yollar Allah’a çıkar. Yamuk ve yanlış yollara düşsen de Allah’tan kaçamazsın.
yevmeizineynelmeferr “kaçış nereye?” diyen kişi; Fe firrûilâllâh (Zariyat 50) Allah’a kaç.
نا يسي ) هم سراعا ذلك حشر علي (11ي وم تشقق الرض عن
Yevme teşekkalul erdu anhum siraa zalike haşrun aleyna yesir
“Yer ayaklarının altından kayıp paramparça olduğu gün (her şey) son sürattir: işte bu
akıl sır ermez bir toparlanıştır, Bizim için çok kolay olacaktır.”
ر بالقرآن من ياف وعيد )نن أعلم با ي قولون (44وما أنت عليهم ببار فذك
Nahnu a'lemu bi ma yekulun ve ma ente aleyhim bi cebbarin fe zekkir bil kur'ani mey
yehafu veıyd
“Biz onların neler söylediğini çok iyi biliyoruz; ne ki sen onları zorla (inandıracak) bir
zorba değilsin: şu halde sen, Benim tehditlerimden korkanları bu Kur'an aracılığıyla
uyarmaya devam et!”
- Neler ürettiklerini, hangi dedikoduları yaydıklarını çok iyi biliyoruz. Onların aslında neler
düşündüğünü, çünkü şah damarlarından yakınız. Zımnen burada öyle derin anlamlar var ki, onlar
seni inkar ederken ta içlerinde nasıl çelişki yaşadıklarını, nasıl tutarsızlıklar yaşadıklarını, kendi
kendilerini nasıl yalanladıklarını çok iyi biliyoruz. Yani kendilerinin Allah’a sevgili olmadıklarını
çok iyi bildiklerini biliyoruz. Allah bizi desteklemeseydi biz böyle refah ve zenginlik içinde
olmazdık diyorlardı. Fakat refah ve zenginliği hiç hak etmedikleri bir şey olduğunu, kol büküp, yan
kesicilik yapıp onun bunun hakkına geçtiklerini çok iyi biliyorlar.
- İman kişinin bilinçli ve özgür olarak yaptığı bir tercihtir; dayatılan iman iman değildir. Özgürlüğün
olduğu yerde imanda gürleşir. Onun için sen zorla inandıracak değilsin.
- fe zekkir bil kur'ani mey yehafu veıyd; Uyarmaya devam et. Uyananlar uyansın, uyananlara
ne mutlu. Uyanmayanlarsa akıbetlerine katlansınlar. Rabbim bu Kur’an ile uyananlardan kılsın.
“ ve ahuru davana, en elhamdülilahi Rabbül Alemin.” İddiamızın, davamızın tüm hasılatı ve son sözümüz Alemlerin Rabbine
Hamd’dir.
Serdar Ali Mıhcı
Nevşehir