Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi
-
Upload
kayip-rihtim -
Category
Documents
-
view
284 -
download
10
description
Transcript of Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi
1
2
KAYIP RIHTIM
AYLIK Ö YKÜ SEÇKI SI
2. YIL ÖZEL SEÇKİ
KAYIP RIHTIM
3
KAYIP RIHTIM
4
GİRİŞ
ş ğ
ğ ş ş ğ
ş ğ ş
′
ş ş
İş ş ğ ğ ş ğ
ğ
ş
ğ
ğ ş
ş ğ ş
ş ğ ğ
ş
ş ş
ş
ğ ğ Ş
ğ
İ
İ
ş
İ
ş
ğ
ğ
İş ş
ğ
ğ
ş ğ
ş ğ
ğ ş
5
DİZİN
Maket ………………………………………………………………………………... 6
Limbo ………………………………………………………………………………. 12
Kayıp Rıhtım’ın Çağrısı ………………………….…………………………………. 30
Kaptanın Sandığı ……………………………………………………………………. 41
Kaybolan ……………………………………………………………………..……… 47
İsyan ………………………………………………………………………………… 50
Papyonlar Havalıdır! ……………………………………………………….……….. 79
Kayıp Rıhtım’da Bir Yabancı ………………………………………………………. 92
Fedâiyan-ı Gaib Rıhtım …………………………………….……………………… 124
Rıhtım’da Bir Deli ……………………………………………………………...….. 131
Kötü Kokular Mutfağı …………………………………………………………….. 134
Altın Çağ …………………………………………………………………….......… 146
6
MAKET ALPER KAYA
ALPĠ
- ġĢĢt! diye fısıldadı karısı. Zor uyuttum zaten! Bi‘ de uyandırma Ģimdi…
Adam dudağını büzdü, o ki koskoca Cernat‘tı; yedi denizi içmiĢ, yedi kıtaya
ayak basmıĢ, adı duyulunca tir tir titrenen korsan… Tek zaafı minik oğluy-
du.
Gene uzun bir yoldan dönmüĢtü… Ganimet toplamıĢ, düĢmanları kılıçtan
geçirmiĢ, fahiĢelerle seviĢmiĢti… Ve Ģimdi oğlunun odasının kapısından içeri
girmeye muktedir değildi… Sinirlendi, bıyığı titredi.
- Çekil kadın! diye gürledi oğlunun uyanmaması için kıstığı sesiyle
Kadın kıkırdadı. Bu tezat durum Cernat‘a da komik gelmiĢti ama ciddi
durmalıydı, eliyle kibarca karısını yana ittikten sonra kapı koluna usulca
bastırıp kapıyı itti. Birazcık gıcırdayan kapı ardına kadar açıldı ve üç ay önce
yola çıkarken bıraktığı gibi duran oda ayaklarının altına serildi.
Yatağa yöneldi. Oğlu bir elini yastığın altına koymuĢ, diğerini de yatağın
sağından aĢağı sarkıtmıĢ bir Ģekilde yatıyordu. Rahatsız bir durum olduğu
aĢikardı. Elindeki hediye paketini komodinin üzerine bırakıp çocuğunun ko-
lunu ve yorganını düzeltti. Tam arkasını dönüyordu ki, ―Baba…‖ diye bir ses
duydu. Yüzüne sıcacık bir gülümseme oturdu, dönüp oğlunun baĢını okĢadı.
Dur, diyemeden çocuk yatakta doğruldu ve parlayan gözlerle, yeni çıkmıĢ
süt diĢlerini gösteren devasa gülümsemesiyle bakmaya baĢladı.
- Ne zaman geldiiiiiiiiiiin! diye çığırttı.
- Yeni.. dedi, gülmesine de engel olamayan Cernat.
7
Çocuk baĢını salladı ve babasına bakmaya baĢladı… Gözü komodinin üze-
rindeki poĢete kaydı.
- O neee! diye sevinçle sordu
- Sana bir hediye getirdim ama Ģimdi açma, uyumana devam et… Sabah
bakarsın, tamam mı? diye sordu çocuğunun baĢını okĢarken.
BaĢını sallamasına rağmen dudağını bükmüĢtü ve Cernat adı gibi emindi
ki arkasını dönüp odadan çıktığı an o paket açılacaktı. Gülümsedi.
- Hadi yat Ģimdi, uyu… diyerek çocuğun yanağına bir öpücük kondurdu ve
arkasını dönüp odadan çıktı.
Birkaç saniye sonra aniden kapıyı açtı ve oğlunu elinde poĢetle yakaladı.
- Yaaa! diye bağırdı çocuk. Hile yaptın, beni kandırdın!
Bir yandan da gülüyordu. Adam da gülmeye baĢladı. KoĢtu ve yatağın üs-
tüne atladı… Kenara kaydı, dirseğinin üstünde doğrulup ―Hadi aç baka-
lım…‖ dedi.
Kapının ucuna gelen karısının yarı sinirli yarı güleç ifadesini görünce daha
da gülümseyerek gelmesini iĢaret etti. ―Sırası mıydı Ģimdi…‖ diye homurdan-
sa da gülerek gelen kadın yatağın ucuna seyirtti. Çocuk hevesle poĢeti yırttı;
büyük, geniĢçe bir Ģeydi… Ġlk bakıĢta bir gemi maketi sanılabilirdi, ki çocuk
da öyle düĢünmüĢtü ama elle yapıldığı belli olan saman kağıdından poĢet
yırtılınca tüm görkemiyle bir rıhtım maketi ortaya çıkmıĢtı…
Çocuğun gözleri büyüdü, aĢırı ayrıntılı bu makete bakakalmıĢtı…
Sağlı sollu devasa gemiler bağlı olan rıhtımın bittiği yerde tam suya atla-
mak üzere olan bir adam figürü vardı. Arkasından koĢanlar da çok sevimli
gözüküyordu… Rıhtımın baĢladığı , sokağa benzeyen, yerde bir savaĢ can-
landırılmıĢtı. Arkalarındaki binalar alev içindeydi… Çocuk gülümseyerek
maketi dikkatlice komodinin üzerine koydu.
Kadının gülümsemesi biraz donuklaĢmıĢsa da gülerek adamı yataktan
kaldırdı. Bir yandan ―Hadi artık, Orjy uyusun!‖ diyor, bir yandan da hafifçe
kolunu çimdikliyordu. Adam da güldü, kalkıp kadına sarıldı ve dudağına bir
öpücük kondurdu. Onlara bakıp gülen oğlunun saçlarını okĢadı ve yorganını
düzelttikten sonra karısının elinden tutup odadan çıktı.
8
Odadan biraz uzaklaĢtıktan sonra kadın elini çekti. ―Niye böyle bir Ģey
yaptın!‖ diye fısıldadı. Sesi sert, bakıĢları soğuktu.
- Ne yapmıĢım? diye sordu anlamazlıktan gelerek
- Ne yaptığını gayet iyi biliyorsun! Seninle yirmi yıl önce tanıĢtığımdan beri
bunun için uğraĢıyordun, yapmıĢsın…
- Ne diyorsun? diye numaradan bir ciddiyet takındı Cernat
Kadın baĢını sallayarak öne geçti ve yarı koĢar adımlarla yatak odasına git-
ti. Kapıyı da sertçe kapadı. Bir yandan kapalı kapıya bir yandan telefonuna
baktı Cernat… Karısının kalbini illa ki alırdı tekrardan. Elini telefona götü-
rüp numaraları tuĢladı.
Ġkinci çalıĢta açıldı.
- Çocuk çok beğendi… dedi sadece.
KarĢıdan bir kahkaha geldi. ―SöylemiĢtim!‖ dedi.
- Zor oldu senin için de, sağol Nymand! dedi gururla Cernat
- ―Zor‖ mu, zor demek o çalıĢma için hakaret demektir Cernat! Kimleri kar-
Ģıma aldığımı tahmin bile edemezsin… Seni gidi aptal korsan seni!
Büyücüyü kızdırmamak gerektiğini on yıl önce çok acı bir tecrübeyle öğ-
renmiĢti Cernat, mevzuyu uzatmadı. ―Tamam, tamam pardon…‖ diye ho-
murdandı. ―Ġyi geceler…‖ diyerek telefonu kapamaya yeltendi.
―Burada sabah! Ama olsun, iyi geceler sana Cernat…‖ diye cevap gelince
meraklandı, nerede olduğunu sordu. ―Olimpos Dağı‘ndayım Cernat… Ka-
patmam lazım Ģimdi, görüĢürüz…‖ diyerek telefonu kapadı Büyücü Nymand.
Korsan, bir süre ĢaĢkınca baktıktan sonra telefonunu kapatıp bir köĢeye
fırlattı. Yatak odasının kapısına gidip kapıyı çaldı. ―Git!‖ diye bir ses duyduk-
tan sonra gülerek içeri girdi. ―Yapma ama…‖ diye homurdandı. ―Tamam,
haklısın ama o insanlar hiç acı çekmedi!‖ diyerek inkar politikasını yüz sek-
sen derece çevirdi. Kadının gözleri büyüdü, dudağı büküldü. BaĢını hafifçe
eğip bakakaldı.
9
- Hem, o savaĢı ne ben çıkarttırdım ne yangınlarla isyanları ben baĢlattır-
dım… Zaten biz o rıhtıma vardığımızda bu haldeydi!
Kadının bakıĢlarında birazcık yumuĢama olmuĢtu. ―Nasıl oldu peki?‖ diye
sordu ilgiyle.
- Ehm… Büyücü Nymand‘dan yardım aldım… Planım ona da çok uçuk
gelmiĢti, çok zorlandı ama yaptı… Gemiyle uzağından geçtiğimiz bir rıhtıma
dürbünle baktığımızda ortalığın çok karıĢık olduğunu gördük… Fırsat bu
fırsat diyerek ĢablonlaĢtırdık… Sonrası birkaç sihirli sözcüğe kaldı… dedi tek
nefeste ve karısından gelecek tepkiyi bekledi.
Kadın bir süre durdu, ―Nymand mı? O baĢbelasını tekrardan…‖ diye söze
girmiĢti ki, sözünü kesti Cernat. ―Yok yok, hayatıma sokmadım tabii ki…
Sadece bu olay için… Ġnan ki!‖ dedi ikna edici bir bakıĢ takınmaya çalıĢıp.
Kadın bir süre daha durduktan sonra omzunu silkti. Kocasını çok özlemiĢ-
ti, bu saçma küslüğü uzatmanın anlamsız olduğunu düĢünüp gülümseyerek
yatakta doğruldu. ―Hadi, üzerindekileri çıkart da gel…‖ dedi eliyle yatağın
boĢ kısmını hafif okĢayıp.
Cernat gülümsedi, gardrobunu açıp aylardır giymediği pijamalarına iç çe-
kerek baktı. Artık yaĢlandığını hissediyordu, uzun seyahatler çok zorlayıcıy-
dı… ―Belki bırakmam lazım‖ diye içinden geçirdi. Sonra arkasını döndü ve
güzel karısına baktı…
(…)
ġimdi isterseniz, onları baĢ baĢa bırakalım ve diğer odaya geçelim, bir ha-
reketlenme var gibi…
(…)
Çocuk bir süre makete baktıktan sonra uykuya yenik düĢmüĢtü… Uyur-
ken yüzüne yayılan gülümseme çok güzel ve geniĢçeydi. Uyurken istemsizce
çalıĢan yüz kaslarının yanı sıra yatakta sağına ve soluna dönüyordu zaman
zaman.
Gece lambasının ıĢığında ürkütücü bir görünüm alan rıhtım maketi girinti
çıkıntısının bolluğu nedeniyle bir hayli gölgeye sahipti. Sokakta savaĢan
adamların gölgesi titremeye baĢlamıĢtı. Bunun sebebi ıĢığın dibine kadar
girip çekilen küçük, tombul sinek değildi. IĢığın hizasındaki makete konup
10
yalanmaya baĢlayan sinek, çevresine anlam vermeye çalıĢarak bakınıyordu
ki; nereden geldiğini anlamadığı kılıç darbesiyle kafasının bedeninden ayrıl-
ması suretiyle son nefesini verdi.
Birbiriyle savaĢıyormuĢ gibi görünen grup, silkinip birbirine baktı. Görev-
leri belliydi, gerçekleĢtireceklerdi. Gülümseyerek vücutlarını geren minik
adamların gülümsemeleri tahmin ettiğiniz gibi sevimli bir Ģekilde değildi.
Yoo, bilakis, gayet ürkütücü, gayet nefret dolu gülümsemelerdi. Komodinden
aĢağı doğru bıçaklarını batıra batıra dağcı gibi inen bir grup, çocuğun yata-
ğının ayaklarına bıçaklarını batırıp çıkmaya baĢlamıĢtı bile. Diğer grup ise
odanın dıĢına yönelmiĢti…
Çocuk sağına ve soluna dönerken bir Ģeyler hissettiğinden olacak ki, gözü-
nü hafifçe araladı ve karĢısında duran minik adamları gördü. ġaĢırma ve
sempati duyma arasında gidip gelen halet-i ruhiyesi, gözüne yediği kılıç dar-
besiyle yerini acıya ve bolca kana bırakmıĢtı. Nefes almasına fırsat kalmadan
ağzına ve burnuna doluĢan intihar timi tarafından bir hayli acı çektirildi…
Ve evet, son nefesini çok geçmeden verdi…
Diğer grup bir süre odaları inceledikten sonra altından ıĢık huzmesi süzü-
len kapalı kapıya yönelmiĢti. Kapının altından sürünerek giren grup çok öf-
keli gözüküyordu. Ayaklarındaki kalın botlara rağmen ses çıkarmadan iler-
lemeleri, çok profesyonel bir görüntü çiziyordu. Yataktan gelen sesleri dinle-
yip beklediler, bir süre sonra sesler kesildi. Ufak bir gülüĢme faslından sonra
adam yataktan kalktı…
Zamanları kısıtlıydı, minik adamlar yatağa çabucak tırmanarak yatakta
doğrulmuĢ, çıplak kadınla karĢılaĢtılar. Kadın onları görünce önce anlam
verememiĢti. Sonra durumun farkına varıp ağzını muhtemelen yardım iste-
mek için açtığındaysa her Ģey için çok geç kalmıĢtı. Bir anda üstüne çulla-
nan minik korsanlar, kadının gözüne, kulaklarına ve burnuna doluĢuver-
miĢti…
Evdeki tüm hareketlilik bitmiĢti. Sadece musluktan gelen suyun sesi du-
yuluyordu. Bir süre sonra o ses kesildi ve ayak sesi, yorgun ve bitkin bir
ayak sesi duyulur oldu… Yatak odasının gıcırdayan kapısıyla bu ses kesildi.
Ve sanki tüm evren durdu, evde tek ses çıkmadı, nefes alıp veren Cernat
bir müddet bu eylemi gerçekleĢtirmedi. GerçekleĢtiremedi.
11
Su bardağının yere düĢüĢü, haddinden fazla yankılandı. KoĢar adımlarla
oğlunun odasına gittiyse de, kapının aralık oluĢu her Ģeyi anlatıyordu. Sinir-
den bıyıkları titremeye baĢlamıĢtı. Bu sinir, çok büyüktü.
Yumruklarını sıktı. DiĢleri zangırdadı.
―Sen bittin Nymand!‖ diye bağırdı.
Kurt büyücü, gene kazık atmıĢtı…
- SON -
12
LİMBO BEYZA TAġDELEN
BLACK HELEN
Karanlıklar içerisinde, Ģehrin ıĢıkları, durgun denizin üzerinde vals halin-
deydiler. Ay dolgun suratına taktığı gri, yağmura gebe maskelerin ardına
saklanmıĢtı o lanetli gecede. Balıkçı teknesi, rüzgarsız ve kokusuz denizin
üzerinde Chiron‘un kayığı gibi sessizce kaymaktaydı. Teknede yalnız olmak
huzur veriyordu Eris‘e. Eski sahiplerinin hareketsiz ve durgun gözlerinden
gökyüzünü izlemek de…
DüĢler Limanı‘na artık pek az bir yol kalmıĢtı. Ellerini teknenin en ön kıs-
mındaki puntellerine dayamıĢ gittikçe yaklaĢan kıyı Ģeridini izliyor, amaçları
doğrultusunda ortadan kaldırdığı etten ve kemikten engelleri düĢünüyordu.
Arkasından gelen bir tıkırtıyla anında o yöne döndü Eris. Sırtında asılı pa-
lasını ya da biçimli kalçalarının biraz altından geçen kemerde asılı duran
tabancasını çekmek için ufacık bir hareket yakalaması dahi yeterliydi. Bu-
nun yerine yerde kanların içerisinden baĢını kaldırmıĢ, hırıltılı nefesler al-
maya çalıĢan genç tayfayı süzdü bir süre. Uzun kuzguni saçları birden beli-
ren uğursuz rüzgârla dalgalanıyordu.
Sonra ağır ağır elini beline götürdü, gümüĢ kaplı tabancasını çekti. Horozu
yavaĢça indirdiğinde tayfa, kanla yıkanmıĢ güvertede sürünerek ondan
uzaklaĢmaya çalıĢıyordu.
―En fazla on sekiz yaĢında.‖ diye bir tahminde bulundu Eris tetiği çekme-
den önce. Çıkan gümleme sesi, teknenin direklerine konmuĢ kargaların gü-
rültülü ―gak‖ seslerine boğularak kaçıĢmalarına neden oldu.
Arkasındaki tayfanın artık cansız, yarı yarıya parçalanmıĢ kafası tahtanın
üzerine acımasız bir gümbürdemeyle çarparken, kadın yeniden ellerini
önündeki tahtadan çubuğa dayayıp, dipsiz karanlık sudaki yansımasını izle-
di. Vücudunun karanlık silueti suyun üzerinde mecalsizce dalgalanmaktay-
dı. Uzun saçları da bu gölgenin iki yanında uçuĢarak ona Medusavari bir
Ģekil kazandırıyordu.
13
Aslında Eris hiçbir zaman mitolojideki Medusa‘yla özleĢtirmemiĢti kendisi-
ni. O, adaĢı Eris gibiydi. Ġntikam ve kaosa yemin etmiĢ tanrıça gibi. Acıma-
sız, soğuk ve ölümcül.
Yüzüne özenli bir gülümseme yerleĢtirdi Eris. Rıhtıma varmasına az kal-
mıĢtı. Kıyıya arkasını dönüp, sakince cesetlerin arasından geçip kaptan ka-
marasına doğru yürüdü. Ġçerisi karanlık, kan ve yaĢanmıĢlık kokuyordu.
KöĢede hala yanmakta olan küçük bir gaz lambası da odayı hayaletli bir
dans pisti haline getiriyordu.
Eris için sade döĢenmiĢ odada aradığını bulmak zor olmadı. Gaz yağının
keskin kokusu da, yerini kolayca bulunabilir hale getiriyordu. Kadın varili
sürükleyerek yeniden güverteye çıkarttığında artık neredeyse sahil Ģeridi bo-
yunca acele ve korkuyla yürüyen insanları görebilir hale gelmiĢti. Az bir za-
manı kalmıĢtı. Kısa bir süre içerisinde limana yanaĢması gerekiyordu.
Varili cesetlerin yanına koydu, kapağı açtı ve geriye çekildi. Güçlü bir tek-
meyle devirdiği varilden fıĢkıran gaz yağı cesetleri ve güverteyi yıkadı. Eris
çıktığı yükseltinin üzerinden fazlalık yağın denize akmasını bekledi, sonra da
yüksek topuklarının üzerinde ustalıkla ıslak zeminin üzerinde yürüyerek
teknenin kıç tarafına gidip geçmiĢten gelen bir beceriyle yelkenleri mayna
etti, motoru kapattı.
Artık limana yanaĢmıĢ gemiden gelen tek ses omurgasına çarpan dalgala-
rın iç gıdıklayıcı Ģapırtısıydı. Eris dudaklarında küçük bir gülümsemeyle
geminin burnundaki halatları limandaki kazıklardan birine bağladı. Sonra
da telaĢsızca kafasını kaldırıp kendisini bir izleyen olup olmadığını kontrol
etti. Fakat bu tekinsiz kasabada kimse geceleri sokaklarda dolaĢmazdı. Hem
dolaĢsalar bile kadına baktıklarında görecekleri tek Ģey bela olacaktı. Bu da
buradaki kimsenin fazladan sahip olmak istediği bir Ģey değildi.
Eris tekneden inmeden hemen önce cebinden çıkarttığı gümüĢ sigara ta-
bakasının üzerinden yansıyan ay ıĢığını seyretti. Sonra da aynı uyuĢuk, an-
cak tehlike kokan hareketlerle kibrit kutusundan bir çöp çekip, ucunu ku-
tunun kenarındaki tırtıklı alana sürttü. Bir anda parlayan alev kadının göl-
geler içerisindeki yüzünün kıvrımlarını aydınlattı.
Dudaklarına yerleĢtirdiği sigarayı yakmadı kadın. Bunun yerine, ardında,
gecenin içerisinde dev bir ateĢ böceği gibi hüzünlü sesler çıkararak yanan
gemiyi bırakarak, kasabanın sessiz sokaklarını adımladı.
14
Hüzünlü bir yerdi Kayıp Rıhtım Kasabası. Eski zamanlarda Kayıp Evren‘in
en yüce krallıklarından birinin baĢkenti ve o dönemin en zengin Ģehirlerin-
den biriydi. Sonrasında ―O‖ gelip Ġmparator Magicalis‘i devirip, gücü eline
geçirince iĢler yolundan çıkmaya baĢlamıĢtı. Bu olaydan sonra iyice fakirle-
Ģen halk yeni diktatörlerinin boyunduruğuna fazla dayanamayıp bir isyan
baĢlatmıĢlardı. Ne yazık ki kan damlatan bir tarihiten baĢka bir Ģeye sahip
olamadılar.
Zamanla kent hırsızların, katillerin, dolandırıcıların ve eĢkıyaların durak
noktası oldu. Zaten sefillik içerisinde yaĢayan halk sokağa bile çıkamaz hale
geldi. Belki de geçmiĢte fakir fakat neĢeli bir liman kenti olan bu kasaba,
zamanın tozlarıyla kaplandı.
ġimdiyse ay ıĢığından yoksun sokaklarda rahat adımlarla yürüyen Eris,
kentin temellerine sinmiĢ o çürümüĢlük ve toz kokusunu gayet iyi alabili-
yordu. Lakin her an devrilecekmiĢ gibi görünen, fakat bir zamanların en usta
mimarlarının eserleri olan eğreti binaların gölgelerinde kim bilir onu gözleyen
kaç ölü göz olduğunu tahmin edebilmek bile en ufak bir korku tesiri yarat-
mıyordu kadının üzerinde.
Bunun yanı sıra ardından gelen içki çeĢnili konuĢmalar ona takip edildiği-
ni de fark ettirmiĢti. Arkasına takılmıĢ sarhoĢları ciddiye alana kadar epeyce
bir yol kat eden Eris, artık aradığı o hana da çok yakın olduğunu hissediyor-
du. Fakat arkasındaki serseriler de canını epey sıkmaya baĢlamıĢtı. Giderek
aradaki mesafeyi kapatıp, körü körüne sonlarına yaklaĢıyorlardı.
Kadının sabrını taĢıran son damla ise, serserinin birinin poposuna dokun-
durduğu eliydi. Pis kahkahalar eĢliğinde ― Vaktin var mı güzelim?‖ diye fısıl-
dadı. O anda Eris hızlıca arkasına dönüp adamın kolunu yakaladı, seri bir
hareketle terse çevirdiği koldan gelen gürültülü çıtırtının, parçalanan kemik-
lerle ilgili olduğu Ģüphesizdi.
Alkolik serseri acı dolu bir çığlık atınca, arkadaĢları da ne olduğunu anla-
yamamanın verdiği korkuyla geriye sendelediler. Kadın hızlıca, artık bir iĢe
yaramayan kolunu tuttuğu serserinin dizlerinin arkasına tekme atıp onu diz
çökmeye zorladı.
Bir süre sonra adamın haykırıĢının ardında anlamsız inlemeler kalmıĢtı.
Kendisini bırakması için kadına yalvarıyordu. Eris yavaĢça adamın kulağına
eğildi. ―Benim törelerime göre elini kesmem gerekiyor, ama bu çok… gerek-
siz. ĠĢte bu yüzden…‖ Bir anda elinde beliren bıçağı seri bir hareketle ada-
15
mın boğazından geçiriverdi. Adam ölüyor olduğunu bile kanıksayamadan
gözleri açık, öylece, yığıldı yere. Damarlarında fıĢkıran kan yerde küçük biri-
kintiler halinde toplanıyordu.
Eris sakince bıçağı kemerine geri yerleĢtirdi. Üzerine tek bir damla kan bile
sıçramamıĢtı. Ardına bakmadan uzaklaĢırken aklında tek bir hedef vardı:
Yolgeçen Hanı.
Han, bu eğreti kasabaya göre oldukça bakımlı ve canlı bir yerdi. Tam merke-
zinde bulunduğu kentin damarlarına tıpkı bir kalp gibi dolandırıcılık ve suç
akıtıyordu. Canlı ve ıĢıltılı görümüne rağmen bir bataklıktı ve girenleri suç
dünyasının en etkileyici yüzüyle karĢılıyordu.
Eris Han‘a girdiğinde üzerine çevrilen açgözlü bakıĢlardan etkilenmedi. Fa-
re suratlı adamın teki piyano benzeri döküntü bir aletin baĢına geçmiĢ canlı
bir dans müziği çalmaya çalıĢıyordu. Fakat bu ortamda bulunan insan tip-
lemelerine o kadar ters bir durumdu ki, bir gardiyana prenses kostümü giy-
dirmenin bile daha doğal olacağı ortadaydı.
Kadın gözleriyle yavaĢça masaları taradı. Kaslı adamlar, cüppeli adamlar,
sinsi adamlar, kimliksiz adamlar ve yaĢlı bir adam görüyordu. En sağlam
adımlarıyla yaĢlı adamın oturduğu masaya yürüdü. Masanın baĢına geldi-
ğinde kendisine bakmadan önündeki birasını yudumlayıp, bir parĢömen
parçasını okuyan adama kısaca bir göz attı. Adam parĢömenden baĢını kal-
dırmadan, sakince konuĢtu.
―Seni daha erken bekliyordum. Bu kadar gecikmen beni ĢaĢırttı.‖
Kadın kemerinden çıkarttığı kanlı bıçağı masaya koydu ve sandalyeyi çekip
otururken gözlerini devirerek ―Serseriler.‖ dedi. Adam sonunda gözlerini par-
Ģömenden kaldırıp siyah bakıĢlarını kadınınkilere dikti.
―Eminim öldüklerini bile fark etmemiĢlerdir.‖
Eris soğuk bir biçimde gülümsedi. Ġfadesiz yüzüne gelen bu farklılık onu
daha sinsi kılmıĢtı. ―Fark etmediklerinden eminim.‖
Adam sessizce güldükte sonra devam etti. ―Buraya neden geldiğini tahmin
edememek için bir ifritin zekasına sahip olmam gerekirdi. Ġntikamını almak
için hazır olduğunu düĢünüyor musun gerçekten…?‖ Sonra da rahatsız bir
biçimde ekledi. ―… Hanımım.‖
16
Kadın rahatsız bir biçimde kıpırdandı. Cevap verdiğinde gözlerinde çok de-
ğiĢik bir ifade, bir hüzün vardı. ―Birileri bana bu Ģekilde hitap etmeyeli uzun
zaman oluyor. ‖
Adam yavaĢça baĢını salladı. ―Eminim öyledir. Sen de bunun için burada
değil misin zaten? Kız kardeĢlerinin ruhlarını kurtarmaya gelmedin mi? Ve
kendi ruhunun yarısını da kurtarmaya?‖
Kadın yavaĢça baĢını salladı. ―Hayır, bunun için gelmedim. Eğer kız kar-
deĢlerim yeterince güçlü olsalardı kendi ruhlarını kurtarabilirlerdi. Onlara
bir öç borçlu değilim ben. Ben sadece kendi ruhumun kalanıyla ilgileni-
rim…Büyücü.‖
Adam gülümsedi.‖ Birileri bana bu Ģekilde hitap etmeyeli uzun zaman olu-
yor.‖
Kadın sustu ve daha sonra tekrar konuĢtu. ―Onu nerede bulabilirim. Artık
bu iĢi bitirmek istiyorum.‖
Büyücü ellerini iki yana açtı. ―Bu konuda pek bir bilgim yok.‖ Yanından
geçen garsona bardağını yenilemesi için bir iĢaret yaptıktan sonra devam
etti. ― Bilirsin o pek bulunabilen biri değildir. Genellikle o seni bulur. Ama
bu aralar yer altıyla bağlantıları olduğunu duydum. Belki de eski dostlarımı-
zı ziyaret etmelisindir. Nasıl olsa taĢların yerini bir tek onlar biliyorlardı. Sa-
na söyleyebileceğim tek doğru Ģey, her Ģeyin göründüğü gibi olmadığı. ‖
―Eğer bir bildiğin varsa Ģimdi konuĢ büyücü.‖
Adam baĢını iki yöne salladıktan sonra sonra sustu ve bir daha konuĢma-
dı. Gözleri yeniden parĢömeninin üzerinde geziniyordu. Eris baĢıyla hafif bir
iĢaret yapıp masadan kalktı. Büyücünün önüne koyduğu, artık üzerine bu-
laĢan kanların kuruyup koyu bir renk aldığı, gümüĢ bıçağı eline aldı. GümüĢ
kıvrımlar üzerinde gezdirdiği parmakları bir an kasıldı. Bir an sonra kalbinin
üzerinde arsızca titreyen bıçağa bakan büyücü, mizahi parıltılar saçan gözle-
rini kadına dikmiĢti.
Eris arkasını döndü ve ağır adımlarla handan çıktı. Mekanın diğer müĢte-
rileri bu sahneyle ilgilenmemiĢlerdi bile. Birkaç saniyelik boĢ bakıĢlardan
sonra herkes iĢine geri döndü. UyuĢturucu ticareti yeniden baĢladı, kadın
tacirleri yeni pazarlıklara giriĢtiler ve dolandırıcılar baĢka anlaĢmalar hazır-
17
lamayı sürdürdüler. Ceset sanki hiç orada bulunmamıĢ gibi hızla ortadan
kaldırıldı.
DıĢarıda dingin gecenin içerisinde Eris sessiz ve ölçülü adımlarla kasaba-
nın gerisindeki eski madenlere doğru ilerliyordu. Eski madenler ve civarı her
ölümlü için lanetli yerlerdi. Çünkü bu madenler lanetlenmiĢ ölümsüzlerin
mekânlarıydı. Aklı baĢında hiçbir insan bu madenlere yaklaĢmazdı.
Fakat ―O‖ gelip bilinen dünyanın, daha doğrusu Kayıp Dünya‘nın çoğunu
ele geçirip, hırsıyla toprakları zehirlemeden ve kötülüğün gölgelerini insanla-
rın üzerine düĢürmeden önce, Kayıp Rıhtım Kasabası‘nda bulunan bu ma-
denlerden değeri paha biçilemeyecek dört taĢ çıkartılmıĢtı. Daha fazlasını
bulabilmek için getirtilen ve yıllarca çabalayan onlarca iĢçi ise elleri hep boĢ
geri dönmüĢlerdi. Bu dört taĢ eĢsizdi.
Kuzey Denizi‘nin ötesinden gelen büyücüler, her türlü büyüyle etkileĢime
geçip etkisini arttırabilen, muska olarak oyulabilen ve sihre yatkınlığıyla bi-
linen bu mücevherler için akıl almaz fiyatlar önermiĢlerdi. Tabi bu taĢların
nasıl kullanılması gerektiğinin sırrı sadece en güçlü büyücülerin yani, dört
elementin hanımları olarak bilinen ve anaerkil bir topluluk olan Shined‘lerin
elinde bulunurdu.
Bu yüzden taĢlar uzun süreler onlarda kaldı, halkın iyiliği, büyük hüküm-
dar Magicalis‘in istekleri ve geliĢim adına kullanıldı. Fakat Shinedler bile
aralarında hainler dolaĢacağını önceden tahmin edemezlerdi. TaĢların çalın-
dığı gece, mutlak ki büyük Rıhtım Ġmparatorluğu için en lanetli geceydi.
Ve Ģimdi Eris, son ve yarım Shined, eskiden ihtiĢamın ve sihrin yapıtaĢının
çıkarıldığı, fakat Ģimdi ise yıkıntıdan baĢka bir Ģey olmayan, sadece lanetlile-
rin yaĢayabildiği madenlere girerken, gök arsızca inliyor ve suyla seyrelmiĢ
kanını yeryüzüne akıtmak için hazırlanıyordu.
Eris o gri geceyi hatırlıyordu kalbinde sonsuz bir nefretle. Ruhunun yarısı-
nı çalan ve ona sadece karanlığı bırakan adamı hatırlıyordu. Yağmur damla-
larının yüzünde dans ediĢlerini, kız kardeĢlerinin kanlarıyla ıslanmıĢ mer-
mer zeminin kayganlığını, beyaz elbisesinin kızıla kesiliĢini ve o korkunç taĢ-
ları hatırlıyordu. O hasta ruhu hatırlıyordu. Ġntikama yemin ettiği yağmurlu
geceyi hatırlıyordu.
Ve bütün anılar bir anda geldiği gibi gitti. Eris‘i geçmiĢin hüznüyle bırakıp
yokluğa karıĢtılar. Bir süre hareket etmeden durdu siyahlara bürünmüĢ ka-
18
dın, sakince gecenin ölü nefesini içine çekti. Sonra da ağır ağır elini belinde-
ki kemerin üzerinde sıralanmıĢ torbalardan birine attı. GümüĢ zincirlerin
ruhsuz parıltısı açığa çıktığında, çevik bir hareketle onları boynuna ve bilek-
lerine doladı. Elini yeniden kemere atıp tahtanın huzur verici pürüzsüzlüğü-
nü hissetti. Sonra da emin adımlarla madenlere doğru yürümeye baĢladı.
Madenlerin giriĢi tozlu bir terk edilmiĢlik kokusu yayıyordu. Her adım attı-
ğında ayağının altında rayların ölü çıtırtılarını da duymasa, buranın bir me-
zarlığın sessizliğine büründüğünü söyleyebilirdi. Tıpkı mezarlıklardaki doğa-
üstü, ilah sessizlik gibi burası da normalin dıĢında fazlaca ıssızdı. Sanki en
ufak bir çıtırtıda kopmaya hazır bir tel titreĢiyordu.
Eris giderek karanlıklaĢan madenin içine doğru ilerlerken ıĢığa olan ihtiya-
cı giderek azalıyordu. Karanlığı hissedebiliyor, bir nefes gibi içine çekebiliyor
ve içerisinde yolunu bulabiliyordu. Çünkü ruhundan geriye kalmıĢ kırık
parçalar karanlığın kendisiydi. Giderek havasızlaĢan madende ilerlerken,
sırtındaki gözleri hissedebilmek onu rahatsız etmek yerine, tatlı tatlı gülüm-
setiyordu.
Bu lanetlilerin kendisinden korktuklarını biliyordu. Bu tatmin edici bir
histi. Bu hissin keyfi ise meĢalelerin ıĢığını görene kadar sürdü. Eris, meĢa-
lelerin aydınlığında bekleĢen karaltıları gördüğünde durdu. Belli ki bu karar-
tılar da onu fark etmiĢlerdi.
Yüzü aydınlığa çıkacak Ģekilde bir adım attı bu gölgelerden biri. Kızıl gözle-
ri meĢalenin ıĢığında aldığı canların hayaletlerini yansıtıyordu. Aslında bu
pek yakıĢıklı bir yüz değildi, bir lanetlinin yüzüydü. Fakat onlarca kurbanını
kendi ayaklarıyla ölüme götüren Ģey de zaten yakıĢıklı oluĢu değil, lanetinin
ölümcül cazibesiydi.
Eris kendisini ciddi bir dikkatle süzen vampire doğru ufak bir adım attı.
Ama bu doğru hareket değildi. Gölgelerin arasından fırlayan bir düzine vam-
pir, hırlyarak kadının etrafını çevirdiler. Hepsinin dudakları gerilmiĢ, uçları
ıĢıkta parlayan diĢları ortaya çıkmıĢ ve elleri birer pençe gibi kıvrılmıĢtı. Eris
hala sakince gülüyordu. Hareketinde yaptığı tek değiĢiklik kemerindeki ka-
zıklara dokunan parmaklarıydı.
Geride kalmıĢ olan vampir yavaĢ adımlarla yürüyerek, kadının etrafını
sarmıĢ diğer vampirlerin arasından geçti. Kadına olabildiğince yakında dur-
du ve zehir gibi yakıcı bir sesle konuĢtu.
19
―Tekrar hoĢ geldin Shined Hanımı Eris. Seni görmeyeli uzun zaman oldu-
ğunu, sendeki bu değiĢimi hissedince fark ettim.‖
Eris cilveden uzak bir gülüĢle cevapladı.
―HoĢ buldum Filius. Vampirlerin veliahdı, yüce oğul. Benim kendi isteğime
bağlı olmaksızın gerçekleĢen değiĢimim göreceli bir kavramdır.‖
Filius bu cevaptan hoĢlanmıĢ gibi gözüküyordu. Elini yavaĢça kadının
boynuna uzattı ancak gümüĢ zincirin parıltısı irkilerek elini çekmesine ne-
den oldu. Artık sinirli görünüyordu. Kızıl gözleri koyulaĢmıĢ, bordoya bü-
rünmüĢtü.
―Demek artık dostluğumuza da güvenin kalmadı. Buraya bu zincirlerle
gelmenin ne demek olduğunu bilmek hoĢuma gidecektir.‖
Bu tepkiye rağmen Eris istifini bozmuyordu.
―Bir vampire güvenmenin en büyük ve son hatam olacağını söylemiĢti kız
kardeĢlerimden biri. Haklı çıkmıĢ olması ne ironik. Çünkü sizin sadakatsizli-
ğiniz yüzünden artık nefes almıyor, benim değiĢimim de size bağlıdır. Bir ha-
ine yataklık ettiğiniz. Beni Patre‘ye götür. Bu suçlamalarımın muhatabı sen
değilsin.‖
Filius Eris‘e sırtını döndü. Sesi artık hem üzgün hem de soğuktu. ―Beni
takip et. Belindekileri kullanmana gerek kalmayacağı konusunda seni temin
edebilirim. Ama onları, barıĢının ve güveninin bir ifadesi olarak burada da
bırakabilirsin. Senin seçimin.‖
Eris‘in sesi daha da soğuktu. ― Benim kimseye güvenim yok.‖
Filius cevap vermedi, bunun yerine meĢalelerin biraz gerisinde duran, dev
ahĢap kapıya üç kez vurdu. Ağır ağır açılan kapının ardındaki manzara göz
kamaĢtırıcıydı. Altından avizelerin aydınlattığı altından bir salon uzanıyordu
önlerinde. Eris daha önce de bu manzarayla karĢılaĢtığı için fazla ĢaĢırmadı,
ancak odada Kral Süleyman‘ın bile görünce hayrete düĢeceği kadar çok al-
tından eĢya vardı.
Masalar, yemek takımları, Ģamdanlar, resim çerçeveleri… Ve en görkemli-
leri de salonun ortasında bir sütün görevi gören bronzdan heykelle, onun
yanında duran zümrüt kakmalı tahttı.
20
Taht ıĢığın altında parıltılar saçmasına rağmen üzerinde Kayıp Evrenin en
karanlık simalarından birini taĢıyordu. Patre gözlerini görmeyen her insanın
kırklı yaĢlarda bir mafya babası sanabileceği bir simaydı. Tek fark elinde tut-
tuğu kadehte viski değil, kan olmasıydı.
Heykel ise bu odada altından olmayan tek Ģeydi ve bir zamanların ünlü
imparatoru Magicalis‘i betimliyordu. Eski zamanlarda kent limanın tam or-
tasında durur ve dingin gülümsemesiyle yeni yanaĢan gemileri selamlardı.
Patre Magicalis‘e büyük bir bağlılık duyardı çünkü onun zamanında da yer
altında yaĢamaya mahkûm olsalar da vampirlerin iĢlerini illegal yollardan
halletmelerine gerek kalmazdı. Toplumda da bir yerleri vardı. Bu yüzdendir
ki Magicalis tahttan indirildiğinde bile onun sıkı bir fanatiği olan vampir rei-
si, bu heykele de sahip çıkmıĢtı. Onu kendi tahtının yanına yerleĢtirerek
düĢmüĢ bir kahramanı ĢereflendirmiĢti.
Patre Eris‘i gördüğünde yavaĢça tahtında doğruldu. Gözleri kızıl bir merak-
la ve sahtekârlıkla parlıyordu. Filius‘un birkaç yıl yaĢlanmıĢ hali gibiydi. Fa-
kat onda Patre olmanın getirdiği cazibenin ağırlığı da mevcuttu. KonuĢtu-
ğunda bariton sesi, arka plandaki konuĢmaların sesini bastırıyordu.
―HoĢgeldin Shined Hanımı Eris. Seni görmeyeli uzun yıllar oluyor.‖
Eris konuĢmadan önce vampiri hoĢnutsuzca süzdü.
―Pek hoĢ bulmadım Patre. Hainliğinin sonuçlarını duydun mu acaba?‖
Bir anda ortam buz gibi oldu. Daha önce buraya gelip, Patre‘ye böyle haka-
ret edip sağ çıkabilen biri olmamıĢtı. Çevredeki bütün vampirler en ufak bir
saldırı emri için kaslarını germiĢ bekliyorlardı. Fakat Patre bu Ģok havasın-
dan pek nasibini almamıĢ görünüyordu.
―Ne demek istediğini açıkla Shined, yoksa ölürsün.‖
Onu asıl Ģok eden Ģey ise bu sözleri sarf ettikten sonra Eris‘i bıyık altından
gülmesiydi.
―Sana saygı duyarım Patre ama ruhumun ve benliğimin bir kısmını kay-
betmiĢ olmam büyü gücümü de kaybettiğim anlamına gelmez. Ruhumdan
bana kalan karanlık taraf, kara büyülerin her an, kusursuzca elimin altında
olmasını sağlıyor.‖
21
Kadın bu sözlerinin ardından ellerini havaya kaldırdı ve bir süre dua edi-
yormuĢ gibi kaldı. Birkaç genç vampir bu sonu olmayan gösteri karĢısında
gülmeye hazırlanıyorlardı ki, havada yoğunlaĢarak ıĢıklar saçan ve birden
bire beliren kızıl, güneĢ benzeri küre karĢısında korkuyla geniĢ sütunların
ardına saklandılar. Bu güneĢin küçük bir kopyasıydı, sadece daha Ģeytani
bir güçteydi.
Eris yerde kıvranarak ıĢıktan kaçmaya çalıĢan vampirlere Ģöyle bir göz atıp
bu deneyini durdurdu. GüneĢ geldiği gibi yok oldu, yerde yatan birkaç kül
yığını dıĢında burada olağanüstü bir Ģeyler olduğunun anlaĢılması imkânsı-
za yakındı. Bunun en büyük nedeni de Eris ve Patre‘nin eskisi gibi sapasağ-
lam ayakta kalan kibirli bakıĢlarıydı.
Eris bu küçük gösterinin ardından sözlerine devam etti. ―Bunun dıĢında,
hainliğine geri dönelim. ―O‖nun taĢların bizde olduğunu öğrenmesi konu-
sunda kimi suçlayacağım aĢikâr. O dört taĢ sizin gözetiminizde topraktan
çıkartıldı. Bu madenlerin sahipleri ezelden beri sizsiniz. Nereye satıldığını
sadece siz biliyorsunuz. Yerimizin ―O‖ na sızdırılması konusunda kimi suç-
lamalıyım?‖
Patre bu sefer gerçekten sinirlenmiĢ görünüyordu. Eris yerinden doğruldu-
ğunu bile göremeden karĢısında bulmuĢtu yaĢlı vampiri. ―Bana bak küçük
sürtük, o taĢların yerinin bizden baĢka kimse tarafından bilinmediği doğru,
fakat bu bizim onurumuzu da sattığımız anlamına gelmez. Bizi suçlamadan
önce sadakatsiz kız kardeĢlerini bir gözden geçir.
Sana bir Ģey kanıtlamak zorunda değilim. Sen daha büyünün kelimelerini
dilinin üzerinde bile gezdiremeden kafanı koparıp, bir ibret nesnesi olarak
sergileyebilirim. Fakat Ģanımı ve onurumu lekelemene göz yummayacağım.‖
AteĢ saçan gözlerini kadınınkilerden ayırdıktan sonra arkasını dönüp, mürit-
lerine seslendi.
―Sevgili klanım, soydaĢlarım, ortaklarım, ben bu kadının iddia ettiği gibi
bir sahtekarlık yaptım mı, taĢların yerini kimseye söyledim mi? Ve de en
önemlisi ―O‖ dediği ucubenin madenlerimize yaklaĢmasına izin verdim mi?‖
Salondaki vampirler bir ağızdan liderlerine cevap verdiler. ―Hayır!‖
Aslında belli etmese de Eris etkilenmiĢti. Fakat bir yandan da kafası ka-
rıĢmıĢtı. Bir klandaki her vampirin liderlerine kutsal bir yeminle bağlı oldu-
ğu bilinen bir gerçekti. Bu yüzden bu vampirler liderlerine asla yalan söyle-
22
yemezlerdi. Patre de bu Ģekilde kendini aklamıĢtı. Onlar değilse o zaman
kimdi taĢların yerini ifĢa eden? Bu kiĢinin kendi kız kardeĢlerinden biri ola-
bileceğini düĢünmek bile istemiyordu Eris.
Patre‘nin kendisine dikilmiĢ soğuk gözlerine baktı. KonuĢtuğunda sesi pü-
rüzsüzdü. ―Beni anlamalısın Patre. Bu sızdırılan bilgi yüzünden neredeyse
koca bir evren yok oluyordu. Bu hainliğin kaç kiĢinin ruhuna mal olduğunu
tahmin edebilir misin?‖
Patre ifadesizce cevapladı. ―Bunları tahmin edemem ancak senin beni o al-
çağa yardım etmekle suçladığını rahatça söyleyebilirim. Yine de senin bura-
dan öldürülmeden çıkmanı ve o alçağı bulmanı istiyorum. Bu yüzden bu ha-
karetlerine karĢın sana onun yerini söyleyeceğim, çünkü onu ancak sen yok
edebilirsin.‖
Delici bakıĢları Eris‘e dikiliydi. Eris de hiçbir Ģey söylemedi. Yalnızca te-
Ģekkür manasında ufak bir baĢ iĢareti yaptı. YaĢlı vampir sakinleĢmiĢ olarak
devam etti. ―Kuleleri bilirsin. ġehrin en tepesinde sivri parmaklar gibi dikili
dururlar. Bu imparatorluğun doğduğu ve yok olduğu Gizem Kulesi‘ne git. O
iğrenç yaratık hala orada, sahte zaferinin kalıntılarının üzerinde oturuyor.
Onu bul ve yok et. Yoksa yemin ederim kızım, seni bulur, en ince damarları-
na kadar her yerine kesikler açar, tüm kanın boĢalana kadar seni izlerim.‖
Eris sessizce teĢekkür etti. Patre aheste aheste tahtına döndü ve yaptığı
tek el iĢaretiyle altın kapılar açıldı. Son Shined Hanımı salonu terk ederken
tüm vampirler suskunca bu sahneyi izlediler. Sonra da bir mafya ailesi gibi
planlarına geri döndüler.
Madenlerin içinden çıkmak bir kaç dakikasını aldı Eris‘in. DıĢarı çıktığın-
daysa yağmur bir dulun hüznüyle dövüyordu toprağı. Kömürsü gecede, ar-
kadaki yarı yıkık kule gayet iyi seçiliyordu. Gizem Kulesi gecenin içerisinde
bulutların dolgun vücutlarını keĢfetmek istercesine yükseliyordu.
Eris eski bir çoban patikasından yukarı, kuleye doğru tırmanmaya baĢladı.
Belli bir yükseklikten sonra kentin tüm haritası önünde açıldı. DüĢler Lima-
nı‘nın ıssızlığı, Yolgeçen Hanı‘nın solgun, davetkâr ıĢıkları, eski, yarı yıkık
Liman Kütüphanesi… Hepsi geçmiĢin hayaletlerinden nasibini almıĢ, artık
büyümüĢ bir çocuğun kenara fırlatılmıĢ oyuncakları gibi hüzünlü görünü-
yordu.
23
Bu manzaradan sonra daha da yükseğe tırmandı Eris. Bunları görmek bile
onda delici bir öfke uyandırıyordu. Sessizce önünde yükselen kulenin siyah
tuğlalarının önünde durduğunda, karĢısında onu bekleyenlere karĢı hazır
olup olmadığını merak etti bir an. Yine de bunu yapacaktı.
ĠĢte bu yüzden kuleye yaklaĢıp, yılların ve kurtların kemirdiği tahta kapıyı
araladı. TaĢ basamaklar geniĢ fakat yıpranmıĢlardı. Soluk ve terk edilmiĢler-
di. Eris‘in adımlarının altında ufak takırtılarla isyan ediyordu bu taĢtan ba-
samaklar. En sonunda penceresiz duvarlarla çerili, döner merdiven son bul-
du.
Kulenin en tepesi bir ejderhanın ağzı gibi sivri bir karanlıkla örtülü, dört
bir yanı pencerelerle kaplı, Eris‘in daha önce hiç görmediği stilde döĢenmiĢ
bir odaya açılıyordu.
Pencerelerden arta kalan ‗duvarcık‘ olarak adlandırabileceğimiz sınırlı sa-
yıdaki bölge de garip çizimlerle doldurulmuĢtu. Eris‘in en çok dikkatini çe-
kenlerden biri ise, yumurta kabuklarının ortasından doğan güneĢi tasvir
eden tablolardan biriydi. Bunu gibi birçok resmin altında da ―Dali‖ yazmak-
taydı.
Salonun belirli köĢelerinde duvara dayalı ‗L‘ Ģeklinde koltuklar, diğer köĢe-
lerinde ise ağır, kenarları itinayla ahĢaptan oyulmuĢ, kadife kumaĢtan kol-
tuklar yer alıyordu. Tabloların önünde eski bir sehpanın üzerinde ise ucuna
boru gibi, uzun ve ağzı geniĢ bir Ģey takılmıĢ, alt kısmı ise dikdörtgen, me-
talden bir kutucuktan oluĢan garip alet bir vardı. Üzerinde dönen oval diskin
de etkisiyle olsa gerek, odaya dingin bir kadın sesi yayılıyordu.
Arkasından gelen ses Eris‘in irkilmesine ve ıĢık hızında çektiği tabancasını
doğrultarak o yöne dönmesine neden oldu.
― Ave Maria. Callas sever misin?‖
Karanlığın arasından çıkan düĢmanını çabuk tanıdı kadın. Adam yavaĢça
kadına yaklaĢtı. Yüzü tıpkı bir türlü hatırlanamayan o yüzlere benziyordu.
Silikti fakat bir yönden çok güçlüydü de. Bu güç gözlerde saklıydı. Göz bebe-
ğiyle aynı renkte gözleri unutmak kolay olamazdı.
―Seni görmeyi uzun zamandır bekliyordum. Yarım ruhunun verdiği ıstırap,
beni her an seninle meĢgul olmaya zorladı.‖
24
Eris bu cümlenin üzerine silahının horozunu çekti. Hala cevap vermiyor-
du. Adam sakince gülümsemeye devam etti. ―Beni vuramazsın. Beni yok
edemezsin. Beni yaralayamazsın. Çünkü bu benim gerçekliğim.‖
Kadın tetiği çektiği anda aslında silahın artık elinde olmadığını fark etti.
GitmiĢti. Yok olmuĢtu. Diğer tabancaları, bıçakları, kazıkları ve palasıyla be-
raber. Eris ilk defa içerisinde bir korkunun filizlenmeye baĢladığını hissetti.
―Kimsin sen?‖
Adam bir adım attı ve kadına göz kırptı. ―Ben her Ģeyim. Ben zamanım.
Ben gerçeğim. Burada gördüğün her Ģey neyse, iĢte ben oyum. Ben bir elçi-
yim.‖
Eris baĢını öne eğdi. AnlamamıĢtı. Anlamıyordu. Anlayamazdı da. Bu yüz-
den tekrar sordu.
―Bizden ne istedin? Ruhumdan, benden, kız kardeĢlerimden? Bizden ne is-
tedin!? Bunu bize niye yaptın?‖
Adam küçük bir kahkaha attı. ―Ben sizden hiçbir Ģey istemedim. Size hiç-
bir Ģey yapmadım. Her Ģeyi siz yaptınız. Küçük evreninizin sonunu hazırla-
dınız. O taĢların gücünü anlamadan, onları kullanmaya kalkıĢtınız, büyü
yaptığınızı sandınız. Hata yaptınız. Ben hep uyardım, yol gösterdim. Fakat
siz, siz her Ģeyi berbat ettiniz. Buradan yaptıklarınızın kâinatın diğer ucunda
bile nasıl Ģeylere yol açtığını anlamadınız. Bundan baĢka evrenler de var,
bundan baĢka zamanlar da var.
Ben sadece ruhunun yarısını almadım. Ruhunun aydınlık kısmını aldım.
Sana kalan karanlık taraf oldu. Bunu sen de biliyordun. Ama bunu neden
yaptığımı anlayamadın. Aydınlığı da hatırlasaydın bu seni delirtir, çıldırarak
ölmene sebep olurdu. Bunu istemedim, senin için planlarım vardı. Seni bu-
na karĢı koruyabilmek için de ruhunun, hafızanın yarısını alıkoydum. Artık
zamanı geldi. Karanlıkta ancak karanlığı görebilirsin. Ben gerçeği görmeni
istiyorum.‖
Elini kaldırdı ve Eris bir Ģeylerin geri geldiğini hissetti. Sevinçleri, üzüntü-
leri, duyguları geri geldi. Fakat onlarla gelen karabasanlar, benliğini acıya
boğdu. Aynı zamanda belleğinin diğer yarısı da geri geldi.
25
Bildiği her Ģeyi, bütün gerçeklerini eritti bu gelenler. Bütün hikâyenin bir
hiç olduğunu anladı. Aslında ―O‖ diye biri yoktu. Kasabaya lanet saçan, Shi-
nedleri yok eden, zalim bir ―o‖ kiĢisi yoktu. Onlar vardı. Kız kardeĢlerinin
hataları vardı. Delice bir deneyin sonucunda ortaya çıkanlar vardı.
***
O lanetli gecede kız kardeĢleri, taĢlarla yaptıkları ayini ortasındalardı. Bu
bir ilkti. Ġlk defa bu kadar büyük çaplı bir büyü yapacaklardı. Amaçları yara-
tıcıya ulaĢmaktı. Zamanın ve mekânın ötesinde yeni bir boyut açmaktı, tıpkı
kutsal kitaplarında yazdığı gibi. Dört taĢın da yardımıyla baĢka evrenlere
ulaĢacak, sihirlerinin sınırlarını geniĢleteceklerdi.
Eris‘in büyük kız kardeĢi Bia elinde dört taĢın bulunduğu ahĢap sandıkla
büyük ayin salonuna girerken yüzünü bürüyen gölgeler, ifadesinin anlaĢıl-
masını engelliyordu. Eris, Bia ve onların diğer kız kardeĢleri Libitina, en
yüksek rütbeli üç kız kardeĢ, o gece, orada evrenin sırlarını, sınırlarını sına-
yacaklardı. En azından Eris o ana kadar o kadarından haberdardı. Bia her
zaman bunun hükümdarlığa yararlı olacağından bahsedip durmuĢtu. Diğer
iki kız kardeĢ de buna inanmayı seçmiĢlerdi. Bunun yaptıkları en büyük ha-
ta olacağını düĢünmemiĢlerdi bile.
Ayin salonunun ortasında çizili sembole yerleĢtirdikleri taĢlar, ayın dolgun
parıltılarını yansıtıyordu. Bu haliyle dördü de bilinmeyen bir dünyadan gel-
miĢ gibiydi. Üç kız kardeĢ hiçbir Ģey söylemeden önceden binlerce kez prova
ettikleri ayine baĢladılar. Yerlerine yerleĢtiler ve üç farklı enerjinin birleĢerek
bir çığ yaratmasına izin verdiler. Sonraysa en büyük kız kardeĢ Bia büyüsü-
ne baĢladı. Eris ve Libitina da güçlerini bu yakıcı büyüye aktarıyorlardı.
TaĢlar büyünün de etkisiyle yerden birkaç santim yükselip havada asılı
kaldı. Sonra birer birer, dört farklı renkte ıĢıldamaya baĢladılar. Önce mavi,
sonra kırmızı, sonra yeĢil, en sonda da beyaz.
Üç kız kardeĢ de büyülenmiĢ gibi bu dört taĢın ortasında oluĢan boĢluğa
bakıyorlardı. Bütün kainat, sanki küçücük bir maketmiĢ gibi bu deliğin or-
tasında salınıyordu. Neredeyse solunabilecek kadar güçlü enerji filizleri yayı-
lıyordu bu delikten. Birkaç dakika kimse konuĢmadan evrenin bu en büyük
sırrını izledi. Sonra en büyük kız kardeĢ konuĢtu.
―Çok, çok güçlü… Hissediyor musunuz?‖
26
Diğer kız kardeĢler ağızlarını bile açmadan onayladılar.
―Bunu kullanabiliriz.‖
Eris ve Libitina, Bia‘nın suratına baktıklarında o gözlerde sadece sonsuz
bir aç gözlülük görebildiler. Libitina da aynı güçle sarhoĢ olmuĢ gibi cevapla-
dı.
―Evet, evet hissedebiliyorum… Gücü hissediyorum. Onu kullanmalıyız,
kendimize saklamalıyız.‖
Bir tek Eris bu öldürücü çılgınlık içerisinde nefsine hakim olabilmiĢti. Kız
kardeĢlerinin deliliğini anlamlandıramıyordu. Ġkisine de karĢı çıktı.
―Hayır, yapamayız. Bunun sonuçlarının ne olacağını tahmin edemeyiz. Ev-
rende değiĢiklik yapmıĢ oluruz bunu yaparsak.‖
Diğer iki kız kardeĢi aniden dönüp ona öldürücü bakıĢlar göndermeye baĢ-
ladılar. Eris, taĢların parlaklığının titreĢip, bir gülüĢ gibi havaya yayıldığını
hissetti. Kız kardeĢlerinin tavırlarını da hesaba kattığında bunun bir savun-
ma mekanizması olduğunu da anladı. TaĢlar onları kullanabilecek erdemli
kiĢileri seçmek için böyle bir sınava tabi tutuyordu. Bunu araĢtırmadan iĢe
kalkıĢtıkları için hataları büyüktü.
TaĢlardan etkilenmemiĢ tek kiĢi olarak Eris bu deliliğe bir son vermesi ge-
rektiğini de biliyordu. Ancak kız kardeĢleri hala büyünün etkisindelerdi. Eris
iki adım öne çıkıp çemberi bozdu. ―Yeter durun artık. Bu hiçbir iĢe yarama-
yacak. Buna bir son vermeliyiz !‖
Son cümleyi bağırarak söylemek zorunda kalmıĢtı. Kız kardeĢleri ona dö-
nüp korkunç bir kinle baktılar. Bia ellerini kaldırıp ona bir lanet okudu.Yana
çekilip lanetten son anda kurtulmasına rağmen Eris feci bir sakarlık yaptı.
Yana kaçarken eli, havada asılı duran beyaz taĢa çarptı. TaĢ korkunç bir sa-
niye boyunca havada uçtuktan sonra, enerji alanının etkisinden çıkıp yere
düĢtü.
Kırılma sesi, Eris‘in beyninde birkaç defa yankılandı sanki. Sonra iliklerini
donduran bir sarsıntı baĢladı. Evrenin kapıları hala açıktı ama dengeleyici
beyaz taĢ yok olmuĢtu. Zaman ve mekan uzamaya, kaymaya baĢladı. Nesne-
ler olmadık biçimlere girdi. Zamanın içinde hareket etmek, bir pürenin için-
de batmadan yürümeye benzedi.
27
Eris bir anda beynini kaplayan korkunç uğultunun etkisiyle çığlıklar ata-
rak yere yığıldı. Korumaya yemin ettikleri toprakları, Kayıp Evreni, aptallık-
ları yüzünden kendi elleriyle yok ediyorlardı. Eris yanı baĢında Bia ve Libiti-
na‘nın kanlı suratlarını gördü. Burunlarından, ağızlarından ve kulaklarından
Ģakır Ģakır kanlar akıyordu. Eris de burnundan kan geldiğini hissedebiliyor-
du. Bembeyaz elbisesi kızıla kesiliyordu. Ölüm ona yakındı. Hem kendi ölü-
mü, hem de koca bir evrenin ölümü.
O anda ―O‖ belirdi salonun ortasında. Ellerini havaya kaldırdı ve bu çılgın-
lık bir anda baĢladığı gibi son buldu. TaĢlar uyusalca yere geri döndüler. ―O‖
da taĢları çıkardığı kutuya yerleĢtirip cebine geri koydu. Eris‘in baĢındaki
basınç kayboldu. Sonra ―O‖ adam yavaĢça Eris‘in önünde çömeldi, elini ka-
dının alnına yerleĢtirdi. Gerisi ise sonsuz bir dinginlikti.
O kanla kaplı, kız kardeĢlerinin cesetlerine ev sahipliği yapan salonda, ya-
rım bir ruhla uyanan Eris, kardeĢlerini öldürdüğü, taĢları ve kendi ruhunun
yarısını çaldığı için rahatça suçlamıĢtı ―O‖ nu. Aylarca sonsuz bir gaddarlıkla
ve öç hırsıyla onu aramıĢtı. Fakat herkes tıpkı Eris gibi bölük pörçük hatırlı-
yordu her Ģeyi. O zaman zarfında Magicalis yıllara yenik düĢüp toprağa ka-
vuĢmuĢtu, koca imparatorluk kopuk bir kolyeye dizili inciler gibi dört bir ya-
na saçılmıĢtı. Eris bunun için de ―O‖nu suçlamıĢtı. Tıpkı diğer herkes gibi.
Gerisi ise Eris‘in ―O‖nun Kayıp Rıhtım Kasabası‘nda, eski imparatorluğun
beĢiğinde olduğunu öğrenmesiyle geliĢmiĢti. ġimdi ise Gizem Kulesinin tepe-
sinde, gerçekle yüzleĢiyordu.
Adam yavaĢça yaklaĢıp kulağına fısıldadı. ―Artık uyandın iĢte. Benim ger-
çeklerime hoĢ geldin.‖
Eris bembeyaz olmuĢ yüzüyle sordu. ―Sen Tanrı mısın?‖
Adam küçük bir kahkaha attı. ―Ah, tabi ki hayır. Ben sadece bir görevli, bir
elçiyim. Buraya sizi uyarmaya gelmiĢtim. Daha önce de söylediğim gibi her
evrenin bir ömrü vardır. Benim görevim de bu ömrü yeterince uzatıp, zamanı
geldiğinde sonlandırmaktı. Bu evrenle birlikte benim de sonum gelecek. An-
cak bir baĢka evrene yol göstermesi için, bir baĢka elçi lazım. Bu da sensin.
Bunca zaman seni izledim, azmini ve içindeki kayıp erdemleri gördüm.
Eğer seni sınamak istemeseydim, o gün, orada sen beyaz taĢı parçaladığın
anda evrenin yok olmasın izin verirdim. Beyaz taĢın gücünü dengeleyebilmek
için ne kadar enerji kaybettiğimi tahmin dahi edemezsin. Tabi beyaz taĢın
28
yerini hiçbir zaman tam olarak dolduramadım. Bu yüzden de evreniniz gide-
rek daha da sefilleĢti, uğursuzluk, kötü güçler baĢınızdan eksik olmadı. Bu
zaman zarfında yıllar ve zamanın durduğunu söyleyebilirim. Bir nevi Limbo
hayatı yaĢadınız. Beni aradığın sürenin ne kadar olduğunu ya da Magica-
lis‘in ne zaman öldüğünü sen de söyleyemezsin. Yani evrenin sonu zaten o
gece orada gelmiĢti, biz sadece uzatmaları oynadık güzelim. Fakat, evreni
öylece sonlandırmak, sana acımasızlık olurdu. Ne yapacağını ve nerede ol-
duğunu bilmeden, baĢka bir evrende, kendini yapayalnız hissederek uyanır-
dın. Tıpkı benim gibi.
Bu bir kısır döngü. Her yeni evrenin oluĢumunda ve bir baĢka evrenin yok
oluĢunda bir görevli seçilir. Zor anlarda yeni evrenin halkına yardım etsin ve
zamanı gelince de her Ģeyi sonlandırsın diye.
Beni kendi evrenimden ayırıp seçen elçi bana hiçbir Ģey açıklama zahmeti-
ne girmemiĢti, her Ģeyi kendim keĢfetmeye çalıĢırken harekete geçmek için
fazla geç kaldım. Bunları bilmeye hakkın olduğu için bu zamana kadar bu
evren yerinde durdu.
ġimdi sana son bir sorum var. Benim yerime geçmek, yeni evren için yeni
elçi olmak istiyor musun Son Shined Hanımı Eris?‖
Eris bu açıklamaların hepsini hazmetmeye çalıĢırken baĢı da Ģiddetle ağrı-
yordu. Kafası karıĢıktı, üzgündü, kendini sorumlu hissediyordu. Bu yüzden
de ne yapacağını biliyordu.
―Bir evrenin yok oluĢun tanık oldum ve bu olayda bizzat rol aldım. Bunun
zamanı gelene kadar baĢka bir evrene de olmasına izin vermeyeceğim. O
yüzden, evet, kabul ediyorum. Yalnız bir sorum olacak elçi, senin evrenin
neresiydi, sen nereden geldin?‖
Elçi üzgünce gözlerini kapattı. Sonra da cevapladı. ―Ben Dünya diye bir ge-
zegende yaĢardım eskiden. Yok oluĢuna tanık olduğum evren Dünya‘nın
içinde olduğu evrendi. Ve emin ol buraya çok benzeyen, çok güzel bir geze-
gendi. Orayı yolundan sapan büyülerin değil de içinde yaĢayan nankör in-
sanların yok ediĢine tanık oldum.‖
Eris, tekrar duvardaki ―Dali‖ imzalı resimlere, Callas adında bir kadının
sesini yayan alete ve etrafa serpiĢtirilmiĢ koltuklara baktı. Ve bu adamın ne
olursa olsun ‗Dünya‘sını çok özlediğini anladı.
29
―ġimdi, git artık Shined. Git ki, benim yaptığım hataları tekrarlama. Yolun
açık olsun.‖
Sonrası ise bitmemiĢ bir masalın, bir yeniden doğuĢun ve bir kısır döngü-
nün öyküsüdür.
- SON -
30
KAYIP RIHTIM’IN ÇAĞRISI BUĞRA ġENYÜZ
MALKAVIAN
Bacaklarının arasına sıkıĢtırdığı baltasının uç kısımlarını ritmik ve sert
hareketlerle bileylerken bir yandan diğer elinde tuttuğu parĢömeni inceliyor-
du. Bir süre bu zorlu iĢleme devam edip, kendi kendine homurdandı ve bal-
tasını bir bebeği kucaklarmıĢ gibi kaldırıp duvarda duran çengellere astı.
ġöminenin artık közleĢmeye yüz tutmuĢ ateĢinin üzerine birkaç odun attı ve
ellerini üzerindeki giysilere silip bir güzel temizledi. Rahat koltuğuna oturdu
ve keyifle piposunu yaktı. Tam parĢömeni tekrar eline almıĢtı ki, kapıdan
gelen kuvvetli gürültü ile olduğu yerden sıçradı. Okuma gözlüklerini çıkarıp
az evvel bileylediği baltayı yerinden aldığı gibi kapıya yürüdü. Hızla kapıyı
açıp korkutucu bir kükreme salıverdi ve tüm bunları yaparken her cücenin
yapması gerektiği gibi tek gözünü kısıp Ģüpheci bir bakıĢ atmayı da unut-
madı tabi ki.
Kapıdaki zavallı adam bulunduğu yerden birkaç metre geriye sıçrayıp tit-
reyen ellerle rulo yapılmıĢ mühürlü bir kağıt uzattı.
‗Özür dilerim saygıdeğer cüce. Lordum elimdeki mesajı bu yörede yaĢayan
Mit adındaki cüceye iletmemi istedi…‘
Cüce homurdanıp sakalını sıvazladı ve artık tek eliyle zararsızca tuttuğu
baltasını kapının giriĢine dayadı. Elleri sabırsızlıktan titreyerek rulo yapılmıĢ
kâğıda uzandı. KarĢısındaki adamın da elleri korku ile titriyordu ve mühürlü
parĢömeni cüceye iletmesi neredeyse bir ömür sürdü. Sonunda sabırsızlığına
yenik düĢen Mit, parĢömen yerine adamın elini bileğinden sıkıca tuttu ve
diğer eliyle parĢömeni adamdan kapıverdi. Hiçbir Ģey söylemeden arkasına
döndü ve kapıya dayadığı baltasını yine büyük bir dikkatle eline aldı. Ġçeriye
girip sertçe kapıyı kapadı. Habercinin bir Ģey söyleyecekmiĢ gibi kaldırdığı eli
kapı çarpma sesi ile tekrar düĢtü ve geldiği yere doğru ağır adımlarla ilerle-
meye baĢladı.
31
Koltuğun kenarına bıraktığı okuma gözlüklerini taktı ve kalın parmakları
ile burnundan yukarıya doğru sabırsızca itekledi. Bir eli ile taklit edilmesi
neredeyse imkânsız olan mührü kırdı ve parĢömeni açtı.
‗Tehlikeyle baĢlayan… hmm hmm homm… Saldırıya karĢılık verdik…
hrmm hrff… Büyük tehlike… Hmm hıı… Konsey toplantısı… Peeh! Tam Ben-
lik!!!‘ ParĢömeni tekrar rulo haline getirip küçük bir ip ile tutturdu ve iç cep-
lerinden birine attı. Çantasına bir adet yedek pantolon ve bir tünik attı ve
geri kalan büyük boĢluğa parĢömenler ve kitaplar tıkıĢtırdı. ġöminenin üze-
rine su döküp söndürdü ve derin bir nefes alıp evden çıktı. Birkaç saniye
sonra homurdanarak tekrar kapıyı açtı ve kütüphanesinin en üst rafların-
dan birinde bulunan mavi kaplı kitabı da aldı ve çantasına attı. Tekrardan
çantasını bağladı ve tatmin duygusu ile kapıyı kapattı.
Büyük bir homurtu eĢliğinde tekrar kapı açıldı. Gözlerini sanki bir düĢ-
manı arar gibi kıstı ve karanlığın arasında en son koyduğu yerde sessizce
bekleyen metale dokundu. Azarlar gibi parmağını ona doğru salladı ve balta-
sını bulunduğu yerden aldı. Ardından son kez kapıyı kapatıp yolculuğuna
baĢladı.
—o—
Kupaların birbirine toslarken çıkardığı çınlamalar, gür seslerin kahkahala-
rına karıĢıyordu. Tremo‘nun Yeri, her zaman olduğu gibi yine tıklım tıklımdı.
Oturduğu rahat sandalyenin hemen sağ tarafında kapalı duran sandığa doğ-
ru eğildi ve elini özlemle üzerinde gezdirdi. Bir zamanlar inandığı Ģeyler uğ-
runa ölümü göze almıĢ bir savaĢçıydı. ġimdilerde ise Ģehir Ģehir dolaĢıp, ar-
tık kaybolmuĢ ve kimsenin hatırlamadığı öyküleri anlatan sıradan bir ozan-
dan baĢkası değildi.
Derin bir nefes alıp doğruldu ve sahneye doğru isteksiz adımlarla ilerledi.
Ayağını attığı platformdaki tahtalar onu selamlarcasına gıcırdarken, karma-
Ģa içindeki gürültücü kalabalık bir anda sessizleĢti. Daha önce yüzlerce kez
sahneye çıkmasına rağmen, yine de her seferinde olduğu gibi hafifçe titreyen
eline ve elinde tuttuğu yan flüte baktı. Bu derin ve gergin sessizlik anını da-
ha fazla uzatmamak adına flütünü ağzına götürdü ve çok eski bir melodi
çalmaya baĢladı.
Hanın müĢterileri bu tanımadıkları ezgiye önce mesafeli yaklaĢtılar. Bura-
ya eğlenmeye gelmiĢlerdi ve eğlence ancak herkesin bildiği bir baladı beraber
söyleyerek olurdu. ġarkı sözünün içinde müstehcen birkaç söz olması da bu
32
canlılığı arttırırdı hani. Fakat Ģu anda sahnede duran ve kimsenin bilmediği
bu Ģarkıyı çalan Koyubeyaz adındaki ozana kimse tek bir itiraz bile edemedi.
Melodi o kadar içten ve derinden etkiliyordu ki… Az önce gürültü çıkarıp
birbiri ile kavga eden kalabalık bir anda sessizleĢmiĢ ve hüzünle biralarını
yudumluyorlardı. Han sahibi bu duruma itiraz etmek üzereydi fakat birkaç
dakikadan sonra fark etmiĢti ki, hüzünlenen kalabalık neĢeli oldukları za-
manlardan daha fazla bal likörü tüketiyordu. ĠĢin aslı çalıĢanlar da mem-
nundu. Kimse onları taciz etmeye bile yeltenmeden biralarını istiyor ve usul
usul kupalarının diplerinde kayboluyorlardı. Hatta bir çalıĢan deneme amaç-
lı göğüslerini neredeyse bir adamın burnuna kadar soktu fakat adamdan
aldığı tek tepki kabaca yana itilmek oldu.
Koyubeyaz, son notayı da flütü ile çalıp, ardından dünyanın ilk kurulduğu
günlere ait kimsenin bilmediği hüzünlü hikayeyi anlatmaya baĢladı.
Seyircilerin arasında oturan koyu yeĢil cüppe giyinmiĢ bir büyücü, tüm bu
olanları dikkatle izliyordu. Bir yandan yanında boĢ boĢ konuĢup, sürekli ha-
va atan politikacıya kulak kabartıyor, bir yandan da sahnedeki ozanı dinli-
yordu. Tam ozan unutulmuĢ tanrılardan birinin ismini haykırdığında, ma-
sanın altından elini hafifçe oynattı ve sahneye ufak bir ĢimĢek yolladı. Keyifle
gülümserken Ģarabını yudumladı, fakat o sırada bir damla kaliteli gömleğine
damladı. Cebinden, üzerinde ‗Baal‘ ismi iĢlenmiĢ kaliteli mendilini çıkardı ve
sinirle Ģarap lekesini çıkarmaya çalıĢtı.
Ozan tam hikayenin ortalarında ‗Yunalesca duy sesimizi!‘ diye bağırdı ve
bağırmasıyla birlikte bir ĢimĢek sahneye çarptı. Sahnenin alt zeminini oluĢ-
turan tahtaları, han sahibinin neredeyse yüreğine inmesine sebep olan kötü-
cül bir is kaplamıĢtı.
Koyubeyaz birçok kez sahne almasının getirmiĢ olduğu tecrübe ile hareket
etti ve bu çakan ĢimĢekle birlikte hikayeyi biraz değiĢtirerek anlatmaya de-
vam etti. Onu izleyenler arasında büyücüler olabileceği çok aĢikardı. Kaldı ki
eskiden uğruna savaĢtığı ve rahipliğini yaptığı Yunalesca, Ģimdiye kadar hiç-
bir yakarıĢına cevap vermemiĢti. Zaten rahipliği bırakmasının sebebi de
buydu. Olmayan bir tanrıya inanmak ve onun uğruna savaĢmaktan bitkin
düĢmüĢtü. Oysaki Koyubeyaz, tek bir iĢaret bile gönderse onun için ölmeye
hazırdı.
Hanın dıĢ kapısının açılması ve içeriye serin havanın hücum etmesi ile dü-
Ģüncelere dalmıĢ ozan kendine geldi.
33
Kapıdan üstü baĢı çamur olmuĢ, nefes nefese bir haberci girdi. Elinde tut-
tuğu mühürlü parĢömenlerden birini, hala sinirle gömleğindeki lekeyi çı-
karmaya çalıĢan Baal‘a uzattı. Cevap beklemeden ayrılırken, büyücü sonun-
da lekeyi çıkarmaktan vazgeçmiĢ ve onun yerine gömleğine bir ilizyon büyü-
sü yapmaya karar vermiĢti. Gömleği bir anda eskisinden de beyaz bir Ģekilde
ıĢıldamaya baĢladı. RahatlamıĢ bir Ģekilde arkasına yaslandı ve mührü kırıp
mesajı okumaya baĢladı.
Haberci elindeki diğer parĢömenle ozana doğru yaklaĢtı ve sabırla gösteri-
nin bitmesini bekledi. Hikayenin sonlarına gelindiğinde tüm seyircilerle bir-
likte onu alkıĢladı ve mesajı ona iletti.
‗Seni kim gönderdi?‘ diye soran ozana cevap bile vermeden hızla geldiği gibi
handan çıktı.
Koyubeyaz parĢömene baktı ve bal mumundan yapılmıĢ mührü gördü. Bu
mühür taklit edilmesi imkansız figürlerle doluydu ve tüm diyarda bunu gön-
derebilecek tek kiĢi vardı.
‗Vay vay vay demek hala yaĢıyorsun Magicalbronze‘ dedi ve gülümseyerek
sahnenin arkasında duran sandığa doğru ilerledi.
Kafasını kaldırıp gösteri sırasında kendine ĢimĢek gönderen büyücüyü
görmeye çalıĢtı fakat büyücünün az önce oturduğu masada, ağzı beĢ karıĢ
açık bir politikacı ve kızgın alevler saçan kötücül bir boyut kapısından baĢka
bir Ģey göremedi.
—o—
Kuzey diyarının aman vermez topraklarında yaĢam zordu ve giderek de
zorlaĢıyordu. Zaten soğuk olan hava, geçen yıllarla beraber daha da sertleĢi-
yor ve burada yaĢamayı neredeyse imkansız kılıyordu. Yine de bazı inatçı
kabileler, zorlu savaĢçılar ve yalnız kalmak isteyen bir büyücü bu topraklar-
da yaĢamaya devam ediyordu.
Büyük kar taneleri ve Ģiddetle esen rüzgar kalın deriden yapılmıĢ çadırı
kötücül bir Ģekilde sallıyordu. Laughing Madcap, ne dıĢarıdaki fırtınayı ne de
soğuğu umursuyordu. ġu anda tüm dikkati yaptığı iĢteydi. Becerikli bir terzi
gibi elinde tuttuğu iğneyi hızla diğer elinde tuttuğu ipliğe bağladı ve dikmeye
baĢladı. Tek bir küçük farkla… Diktiği Ģey ne bir elbiseydi, ne de bir gömlek.
Genç görünen, koyu, uzun saçlı ve yüzünde garip bir gülümseme olan bir
34
elfin çarpık vücudunu dikmekle meĢguldü büyücü. Eline aldığı iğne ile önce
ustalıkla, elfin bacağına açılmıĢ büyük yarığı dikti. Sonrasında ise vücudun-
dan onlarca ok çıkardı. Bütün bu oyukları da ustaca dikti ve vücudu son bir
kez kontrol etti. Her Ģey hazır gibi duruyordu. Bir tatmin duygusu ile ayağa
kalktı ve rüzgarla sarsılan çadırın arka taraflarında yere paralel olarak du-
ran kadim bir asaya uzandı. Asanın üzerindeki rünleri özlemle okĢadı ve bü-
yük bir taĢ parçasının üzerine yatırdığı elfin cesedinin üzerine geldi. Bir elini
cesedin tam kalbine koydu ve diğer elindeki asayı kaldırabildiği kadar yuka-
rıya kaldırıp kadim sözleri fısıldamaya baĢladı.
‗Ar minas tir tu velle. Derethim du nerathe nim mance. Rinu la domi Ma-
rius!!!‘
TaĢın üzerinde cansız bir Ģekilde yatan elfin vücudunu önce soluk mavi bir
ıĢık kapladı. IĢık tüm yaraların üzerinde yavaĢça gezindi ve son bir parlama
ile odayı terk etti. IĢık çadırı terk eder etmez elfin vücudu doğruldu. Yüzünde
ĢaĢkın ve korkmuĢ bir ifade ile bağırmaya baĢladı.
‗Hayır… Hayır… Beni yanlıĢ anladınız lordum!‘ diyordu.
Laughing Madcap, sahip olduğu büyü gücünün neredeyse tamamını bu ri-
tüele harcamıĢtı ve bitkindi. Fakat yine de Marius‘un anlamsız sızlanmaları-
na gülümsemeden edemedi.
‗Bu sefer nasıl öldüğünü anlatmak ister misin?‘ dedi elleri havada, ĢaĢkın
ve özür dileyen bakıĢlarla duran elfe.
‗Eee Ģey. Bir Ģato vardı.‘
‗… ve sen de korumalarını atlatabileceğini düĢündün ve öldün.‘
‗Tam olarak değil. Korumaları atlatmak aslında kolaydı. ġatoya girdim ve
bilgi almam gerekiyordu, hazinenin yeri konusunda. Ben de içerideki bir ko-
rumaya benim de bir koruma olduğumu ve hazine kısmında görevlendirildi-
ğimi söyledim.‘
‗…ve bu saçma sapan yalanı söyleyince az önce diktiğim bacağındaki bü-
yük yarığa sahip oldun öyle mi?‘
‗Tam olarak değil. Yalanıma inandı ve beni hazine odasına götürdü. Ora-
daki nöbetçi bir yıldır izin bile kullanmadan hazineyi koruyormuĢ. Benim
geldiğimi öğrenince hazine odası ile beni mutlulukla yalnız bıraktı. Hatta ko-
35
Ģarken en neĢeli han Ģarkılarından birini mırıldanıyordu. Önümde tek engel
kalmıĢtı. Hazine odası kilitliydi ve kilidin üzerinde kötücül bir zehir tuzağı
vardı.‘
‗Hmm sanırım yolculuğun tam o noktada sona erdi?‘
‗Tam olarak değil. Zehirli tuzağı küçük bir ot parçası ile aktif ettim ve kilidi
sonra açtım. Hazine odası karĢımdaydı. Ceplerime ve çantama sığmayacak
kadar altın vardı. Ama tabi ki ben akıllı bir hırsızım. Bu yüzden ağırlığı fazla
olan altınlar yerine yakutlardan bir koleksiyonu cebime indirdim ve hemen
oradan uzaklaĢtım. Daha doğrusu uzaklaĢtığımı sanıyordum. Bir iki yanlıĢ
dönüĢ ve merdivenden sonra bir baktım ki Ģatonun sahibi Lord Balen‘in
odasındayım.‘
Laughing Madcap bir kahkaha patlattı. ‗Tanıdığım tüm hırsızlar içerisinde
açık ara farkla en ĢapĢalı sensin Marius!‘
‗Eee. ġey tam olarak hikayem bitmedi. Lord Balen‘in odası çok güzel dö-
ĢenmiĢ harika bir yerdi, fakat hiçbiri umurumda bile değildi. Lordun yanın-
da duran altın sarısı saçlı kadına aĢık olmuĢtum. Bir görüĢte hemde inana-
biliyor musun?‘
‗Nedense evet…‘
‗Sonra Lord Balen‘e uzak diyarlardan gelen bir tüccar olduğumu ve ona
çok değerli yakutlar getirdiğimi söyledim ve hazine odasından çaldığım ya-
kutları incelemesini istedim.‘
‗Yok artık!‘
‗Evet evet. Her Ģey yolundaydı. Yakutları inceledi ve tam da kendi aradığı
türden olduklarını söyledi. Benden bu yakutlar karĢılığında ne istediğimi
sordu ve ben de ona dedim ki…‘
‗Dur bir saniye bekle. Bu anı ölümsüzleĢtirmek istiyorum. Kesinlikle dün-
ya üzerinde Ģimdiye kadar duyulmuĢ en saçma Ģeyi söyleyeceksin.‘ KonuĢu-
lan her Ģeyi içine hapseden büyülü bir yüzük çıkardı ve onu aktif hale getir-
di.
‗Ee yakutlar karĢılığında hemen yanı baĢında oturan kızını istediğimi. Ni-
yetimin ciddi olduğunu ve ona bir görüĢte aĢık olduğumu söyledim.‘
36
‗Hmm bu pek de insanı öldürecek türden saçma bir talep değil aslında. Al-
tından ne çıkacak merak ediyorum‘
‗Ee Ģey meğerse aĢık olduğum kadın, kızı değilmiĢ dostum. Lord Balen‘in
yeni evlendiği genç eĢiymiĢ! Buna inanabiliyor musun? Genç ve güzel, altın
sarısı saçlı bir kadın ve göbek bağlamıĢ, zengin bir pislik…‘
Laughing Madcap adına yakıĢır Ģekilde bir kahkaha daha attı ve Marius‘un
sırtına okkalı bir tokat patlattı.
‗Evet kesinlikle tanıdığım hırsızlar arasında açık ara en ĢapĢalı sensin Ma-
rius. ġimdi uyandığında söylediğin cümleler mantıklı gelmeye baĢladı. Yalnız
anlamadığım bir Ģey var. Her öldüğünde ilginç bir Ģekilde seni bana bir Ģe-
kilde ulaĢtırmayı baĢarıyorlar ve ben… Anlarsın ya… Biraz da yalnız kalmak
adına bu soğuk ve ıssız Kuzey diyarında yaĢıyorum. ‗
Marius cebinden bir parĢömen kağıdı çıkardı ve büyücüye uzattı.
Kağıtta Ģunlar yazıyordu:
‗Ben elf soyundan Marius. Bir talihsizlik eseri olur da ölürsem, beni Kuzey
diyarındaki kuzenim Laughing Madcap‘e ulaĢtırın. Tüm tanrılar adına son
dileğim budur. Detaylı bilgi ve harita bilgileri parĢömenin arkasındadır.
Ödemeniz teslimattan sonra kendisi tarafından yapılacaktır.‘
—o—
‗Bir daha at bakalım!‘ dedi birkaç diĢi dökülmüĢ, dökülmeyenler de artık
kirden görünmez hale gelmiĢ olan saçı baĢı dağınık adam.
Kadın omuzlarını silkti ve yer yer yarıklarla dolmuĢ eski masanın üzerin-
deki bir çift zara uzandı. Zarları iki elinde iyice salladı ve bıkkınlıkla attı.
Adam hiddetten kudurmuĢ bir Ģekilde ayağa kalktı. Kalkarken eski püskü
masayı, üzerindeki zarlar ve içkilerle birlikte devirmiĢti.
‗Bu kadarı da fazla seni hilebaz pislik! Kimse arka arkaya beĢ kere altı
atamaz!‘ kelimeleri tükürürcesine söylerken arada bir durup küfrediyordu.
Kadın sakin tavrını bozmadan ayağa kalktı. Dizine kadar gelen uzun de-
nizci botları ve kahverengi dar bir pantolon giymiĢti. Üzerine giydiği ipeksi,
37
vücuduna oturan, beyaz gömleğinin birkaç düğmesini sıcaktan açmıĢtı ve
ayağa kalkması ile boynundaki madalyon birden dıĢarı fırladı.
Adamın ona suçlarcasına uzattığı elini ani bir hareketle kavradı ve diğer
elini de madalyonuna götürdü. KarĢısındaki adam ve yardakçıları bir anlık
duraksama yaĢadılar. Kadın ise çoktan gözlerini kapatmıĢ derin bir konsant-
rasyon ile düĢünmeye baĢlamıĢtı bile. Adamın adı Borik‘di ve ilk suçunu da-
ha on yaĢlarındayken iĢlemiĢti. Daha sonra birçok kasabayı yağmalamıĢ
olan tehlikeli ve acımasız bir haydutlar çetesine katılmıĢtı. Tam üç kadına
tecavüz etmiĢ ve onları çocuklarının karĢısında öldürmüĢtü. Bu da yetmez-
miĢ gibi çocuklardan seçtiklerini de kendi haydut çetesine katmıĢtı.
Az önceki soğuk kanlılığını tamamen yitirmiĢ bir Ģekilde gözlerini açtı ve
adamın elini tiksinti ile bıraktı.
‗Ben Fırtınakıran, Ģans tanrıçasının sağ kolu ve yardımcısı, seni iĢlediğin
suçlardan ötürü idama mahkum ediyorum!‘ sesi adamın yaptığı sayısız iğ-
rençlikle sertleĢmiĢti. Çattığı kaĢlarının arasından ağzı bir karıĢ açık kendi-
sine yumruk atmaya çalıĢan adama son bir kez baktı ve kılıcını kınından
çekti. Kılıcı çekmesi ile adamın bir acı çığlığı ve kanlar içinde yere yapıĢması
bir oldu. Zavallı adam az önce devirdiği masanın ayaklarından birine takıl-
mıĢ ve Fırtınakıran‘ın az önce çektiği kılıca kendi kendini saplamıĢtı. Hem de
tam kalbinin ortasından!
Fırtınakıran‘ın boynundaki Ģans tanrıçasının madalyonunu ve Ģehre kötü-
lüğüyle nam salmıĢ adamın cansız bedenini gören yardakçılar hiçbir Ģey söy-
lemeden sessizce hanı terk ettiler. Bir anlık eğlence arayıĢı ile kavganın ol-
duğu tarafa meraklı bakıĢlar atan han sakinleri, aniden gerçekleĢen ölüm ile
hayal kırıklığına uğramıĢ, olaydan önce her ne yapıyorlarsa onu yapmaya
dönmüĢlerdi.
Fırtınakıran, kumardan kazandığı bir kese altını devrilen masanın biraz
uzağında buldu ve içinden iki gümüĢ sikke çıkararak han sahibine doğru
fırlattı.
‗Sanırım bu zararını karĢılar.‘ dedi tekdüze bir ses tonu ile ve hanı terk et-
ti. Karanlık dar sokakta ıslık çalarak ilerledi. Daha bir iki adım atmıĢtı ki,
sokağa yansıyan donuk ıĢığı fark etti ve durdu. Eski püskü bir binanın açık
penceresinden geliyordu bu ıĢık. Sönmeye yüz tutmuĢ, cansız bir Ģömine
ateĢinin önünde battaniyelere sarınmıĢ, huzurla uyuyan çocuklarla doluydu
38
ana salon. Merakla binanın ön tarafına dolandı ve tek bir çivisi ile duvarda
duran yamulmuĢ tabelayı fark etti. ‗Trian Yetimhanesi‘
Hiç düĢünmeden kapıyı açtı ve içeri girdi ve bunu yapar yapmaz kapıya
neden bir tokmak koymadıklarını anladı. Kapı öyle bir gıcırdıyordu ki, biri-
nin onun geldiğini anlamaması imkansızdı. Kapı açılır açılmaz tombul ve ya-
nakları kırmızılaĢmıĢ bir rahibe kapıda bitti.
‗Buyrun genç bayan. Size nasıl yardımcı olabilirim?‘
Fırtınakıran az önce kumar masasının kenarından aldığı dolgun keseyi
kadına uzattı ve tek kelime söylemeden yetimhaneyi terk etti. Yüzünde tüm
gün boyunca belki de ilk defa oluĢan bir gülümseme ifadesi vardı. Tombul
kadın keseyi açar açmaz gördüğü manzara karĢısında bayıldı ve binanın es-
ki, gıcırdayan tahtalarının üzerine büyük bir gürültü ile yığıldı. Saçılan altın
ve gümüĢ sikkelerin tıngırtısı her tarafta çınlarken, çocuklar çoktan uyanmıĢ
ve neĢe ile sağa sola dağılan paraları toplamaya uğraĢıyorlardı.
Yüzünde bir gülümseme ile yetimhaneyi terk eden ve kendi hanına doğru
yola çıkan Fırtınakıran‘ın önünü bir adam kesti. Elini hemen kılıcına doğru
uzattı kadın. Fakat karĢısındaki adam ellerini ona zarar vermeyeceğini belir-
tir bir Ģekilde kaldırdı ve ardından tek elinde tuttuğu parĢömeni dikkatle ka-
dına doğru uzattı.
Kendisine doğru uzatılan parĢömeni inceledi ve az önce yetimhanedeki ço-
cukların görüntüsü ile yüzünde oluĢan gülümseme yavaĢ yavaĢ silindi. Me-
sajı acele ile ceplerinden birine attı ve kaldığı hana doğru eĢyalarını topla-
mak için hızlı adımlarla ilerledi. Yüzünde endiĢeli bir ifade ile kendi kendine
mırıldanıyordu.
‗Bir gemi bulmalıyım!‘
—o—
Yorgunluktan artık kapanmaya yüz tutmuĢ gözlerini biraz daha açık tuta-
bilmek adına iyice gerindi ve parmaklarını kütletti. Az önce bıraktığı kuĢ tü-
yünden yapılma değerli kalemini, her yanına mürekkep bulaĢmıĢ parmakla-
rının arasına tekrardan aldı ve kaldığı yerden yazmaya devam etti.
Sabah erkenden kalkmıĢ bütün gün Ģehrin surlarındaki büyülü kalkanları
yenilemiĢti. Büyü gücünün neredeyse tamamı tükenince, Ģehirde en yüksek
39
kuleye kurulmuĢ çalıĢma odasına yönelmiĢ, mektupları yazmaya koyulmuĢ-
tu. Habercilerden aldığı haberler oldukça iç karartıcıydı. Sadece bir avuç
adamı geri dönebilmiĢ, yani mesajlarını yerine teslim edebilmiĢti.
Elinde yazmakta olduğu mektubu bitirdi ve masanın köĢesine doğru kay-
dırdı. Üzerine, mürekkebin kuruması için biraz talaĢ serpti ve masanın sağ
tarafında açık halde duran büyük haritaya bakmaya baĢladı.
Ork, goblin ve troll birliklerinin çoğu son haftalarda benzeri görülmemiĢ
bir hareketlilik içindeydi. Hepsinin niyeti apaçık ortadaydı. Ġnsanların, elfle-
rin, cücelerin ve buçuklukların barıĢ içinde yaĢadığı ana karaya tek gidiĢ
yolları Kayıprıhtım‘dan geçiyordu. Magicalbronze bakımsızlıktan yüzünde
oluĢmuĢ kirli sakalını sıvazladı ve düĢüncelere daldı. Yıllar önce diĢini tırna-
ğına katarak yoktan var ettiği bu toprakları öyle kolay kolay teslim etmeye
hiç de niyeti yoktu.
‗Gelin bakalım iblisin orduları. Gelin de sizleri neyin beklediğini görün!‘
yumruğunu masaya sertçe indirdi. Az önce uyku ile kapanan gözleri yeni bir
alevle parlamaya baĢlamıĢtı. Masanın baĢına tekrar döndü ve diyarın dört
bir yanından ona en güvendiği dostlarını getirecek olan mektupları yazmaya
devam etti.
Devam Edecek…
40
41
KAPTANIN SANDIĞI
BURCU DURUKAN BARDES
Bir varmıĢ bir de yokmuĢ
Gökyüzünde gezen ejderhalarla,
Pis kokular saçan troller çokmuĢ
Ġnsanların elleri bol, gözleri tokmuĢ
Çocukları memnun etmek kolay,
YetiĢkinleri ikna etmek her zamanki gibi zormuĢ
ĠĢte öyle zamanlardan birinde,
Kayıp Rıhtım isimli gemide
KaptanmıĢ Magical dedikleri büyücü
Gemi üstünde gezerken senelerce
Bütün diyarlara yayılmıĢ ünü
Her durduğu limandan
Birkaç konuk alırmıĢ gemiye
Uzun yıllar böyle yaptığından
Yer kalmamıĢ yeni bir misafire
Bir hokus, pokus bir de
Hazır oluvermiĢ yeni bir gemi
42
Dolup taĢmıĢ o da kısa sürede
Pek çok kez geçmiĢ denizi
Gemilerden inenler olurmuĢ bazen
Bazılarıysa hep oradaymıĢ
Bu masalı anlatırken
Onları es geçmek olmazmıĢ
Tüyleri rengarenk bir papağanmıĢ
Geminin yardımcı kaptanı
Diğer papağanlardan farklıymıĢ
Tekrar etmezmiĢ öyle her lafı
Yolcular pek severlermiĢ
Ġsmi Amras olan bu papağanı
Çünkü efsunlu sözler söylermiĢ
Ve hoĢgörülü davranırmıĢ onlara karĢı
Geminin diğer yardımcı kaptanı
Fırtınakıran adlı denizkızıymıĢ
Bu tatlı dilli deniz canlısı
Yolcular için elinden geleni yaparmıĢ
Bazı zamanlar dalgalanırmıĢ deniz
Bazen de büyük fırtınalar koparmıĢ
O zaman dans edermiĢ denizde bu kız
Ve sular durulur, fırtınadan eser kalmazmıĢ
Geminin hemen üzerinde
Uçan bir halıdan söz edilirmiĢ
Bu Alaaddin falan değil de
43
Yüceler yücesi Bilge Mit‘miĢ
Rubailer okuyup içki içen
Bir de sarhoĢ varmıĢ gemide
Sözlerine biraz kulak veren
BaĢlarmıĢ az da olsa düĢünmeye
BaĢka bir Ģeyi olmadığından
KaybetmiĢ adının son harfini kumarda
Ve o günün hemen ardından
Adı Ģöylece kalmıĢ: Canina
Ġki elinde iki kılıç olan
Arlinon adlı sanatkâr yolcuymuĢ
Bulutları kesermiĢ suya gebe kalan
Yağmur yağdırabilen bir insanoğluymuĢ
Ellerinde kalem olansa
Çok iyi bir uydurukçuymuĢ
KimmiĢ diye merak eden varsa
Söyleyeyim hemen, Darly Opus‘muĢ
Elbette ki gemideki yolcular
Sınırlı değilmiĢ bu kadarla
Ama zaman olduğu için dar
Ufaktan geçelim biz masala
AkĢamları düzenlenen Ģenlikte
AnlatılırmıĢ öyküler
Kimi rivayetlere göre de
Ġnciye dönüĢürmüĢ hikâyeler
44
Pek çok yolcu varmıĢ öykü anlatan
Ama inci saçanları endermiĢ
Gel zaman git zaman
Birileri en güzelleri sermiĢ
Kaptanın en çok değer verdiği
Ceviz ağacından oymalı sandık
AçmıĢ ağzını, yutmuĢ incileri
Sonra söylediği tek bir ―Hık.‖
DüĢtükleri zaman yolcular
PeĢine mücevherlerinin
Sandık kaybedivermiĢ dengesini
BoylamıĢ dibini denizin
Yolcular endiĢelenmiĢ haklı olarak
Servetlerini kaybetmiĢler
Ama kaptanın büyücü olduğunu hatırlayarak
Ġçlerine su serpmiĢler
Magical, ―Bulurum,‖ demiĢ
―Getiririm incilerinizi
Ama biraz mühlet verin
Azıcık bekleteceğim sizi‖
Sonra kaptan bir iksir hazırlamıĢ
Biraz dereotu biraz atkuyruğu
Ve türlü sihirli sözcüğü karıĢtırıp denize atmıĢ
BulmuĢ iksir doğruca sandığın yolunu
AçılmıĢ sandık, mücevherler saçılmıĢ
45
Etrafa enfes bir koku yayılmıĢ
Burnu çok keskin olan üç turuncu balık
O yöne doğru yanaĢmıĢ
BakmıĢlar ki ne görsünler
Bir sandık dolusu kurtçuk
Bir çırpıda afiyetle yemiĢler
―Oh,‖ demiĢler, ―doyduk.‖
Bu üç balığın rengi
Birden dönmüĢ kırmızıya
Sanki vahiy gelmiĢ gibi
YüzmüĢler gemiden tarafa
Suyun üstünde zıpladıklarından
Kaptan fark etmiĢ bunları
―Haber var sandıktan.
Takip etmeliyiz balıkları.‖
Yüzme bilenler ve Fırtınakıran
YüzmüĢler izinden balıkların
Bulunca sandığı tutmuĢlar kulplarından
ÇıkarmıĢlar gemiye: ―Haydi toplanın.‖
Yolcular incilere kavuĢmuĢ
Mutluluk almıĢ endiĢenin yerini
Kaptanın gözleri sevinçten dolmuĢ:
―Hiçbir Ģey yıldıramaz bizi.‖
ġenlikler eskisi gibi devam etmiĢ
Ġnciler de aynı Ģekilde birikmeye
46
Herkes muradına ermiĢ
Biz de çıkalım kerevetine.
- SON -
47
KAYBOLAN CAN ĠNAL
CANĠNA
Bastonuna dayanarak yavaĢ yavaĢ ilerliyordu yolda. Eskiden civarın en iĢ-
lek yollarından biri olan bu yer, Ģimdi çimenlerle doluydu. UnutmuĢtu her-
kes yolun bittiği yeri. Önemsemekten vazgeçmiĢlerdi. Bu yolu kullanan yüz-
lerce insanın ve hayvanların çoğu çoktan ölüp gitmiĢlerdi. Evet bir kısmı bu
yol üzerinde ölmüĢ bile olabilirdi. Eskiden savaĢlar çıkardı. Yolun sonuna
kimin hükmedeceğini belirleyecek savaĢlar. Hiçbirine katılmıĢ veya uzaktan
seyretmiĢ değildi. Sadece biranın tadının sidiğe benzediği, çirkin fahiĢelerin
ve paralı askerlerin takıldığı, pis hanlarda hikâyelerini duymuĢtu. MeĢhur
Rıhtım. Bir zamanlar ülkenin incisi. ġimdi ise kimse nerede olduğunu bile
bilmiyordu. KaybolmuĢtu hafızalardan.
Kütüphaneden eski bir harita bulmamıĢ olsaydı o da asla bulamayacaktı
bu yolu. Kütüphaneci bile neden bahsettiğini bilmiyordu. Kendisi aramak
zorunda kalmıĢtı. Koskoca kütüphanede tek baĢına! Oradaki bütün ezikler,
ona garip bir bakıĢ atmıĢtı. Sanki o çok değerli kütüphanelerini pis kokutu-
yormuĢ gibi. Evet, evsiz bir sarhoĢ olabilirdi ama bu insanların ona saygısız-
lık edebilecekleri anlamına gelmiyordu. Eskiden önemli biriydi o. Güçlü bir
asker. Tabiî çok uzun zaman önceydi bunlar. Kraliyet ordusundaydı. Komu-
tanın kızıyla yatınca canını zor kurtarıp, kendi isteğiyle sürgüne gitmek zo-
runda kalmıĢtı. Her Ģeyini kaybetmiĢti bir çift süt beyazı, yumuĢak göğüs
uğruna.
Sürgün hayatı zordu. Tekrar askerlik yapmayı denemiĢti ama adı ondan
önce seyahat ediyordu. Komutanı her yere yediği haltı yaymıĢtı. Ġsmini değiĢ-
tirmeyi de denedi ama yüzünde ki çirkin ―X‖ Ģeklindeki yara onun tanınma-
sını kolaylaĢtırıyordu. O aptal yara izi yüzünden nerede iĢ arasa, müstakbel
patronları onu öldürüp kafasını komutana yollamak istemiĢlerdi. Ve malum,
en sonunda sokaklara düĢmüĢtü. Eski zırhını ve kılıcını hatırlıyordu. Ne ka-
dar da heybetliydi. DüĢmanları adeta titrerdi onun karĢısında. O kılıcıyla
onların canlarını almadan, adamlar korkudan kaçmaya baĢlarlardı. ġey…
En azından bazıları…
48
Bu boktan yolculuğa neden çıktığını bilmiyordu. Tek bildiği eğer bir yerde
kaybolmuĢ bir rıhtım varsa, burası onun gibi unutulmuĢ bir asker için bi-
çilmiĢ kaftandı. Efsaneye göre orada hâlâ yaĢayan bir ahali varmıĢ. Kendi
içlerinde yaĢıyor asla dıĢ dünya ile irtibata geçiyorlarmıĢ. Onu aralarına alıp
almayacaklarını bilmiyordu ama deneyecekti. Çünkü hayatta onun için hiç-
bir Ģey kalmamıĢtı artık. Kaybedecek bir Ģeyi yoktu. Zenginliği fakirliği, evli-
liği bekarlığı, deliliği ve bilgeliği tatmıĢtı pek çok kez. Artık istemiyordu. Sa-
dece sarhoĢluğu ve ayıklığı denemek istiyordu. Dinlenmek istiyordu. Bu
yüzden kimsenin onu tanımadığı, tanısa bile umursamayacağı bir yere gidi-
yordu. Kayıp Rıhtım! Evet, her Ģey güzel olacaktı onun için.
Bastonunu ileri attı. Tam ayağı da onu takip edecekti ki bir taĢa takılıp
sendeledi ve yere düĢtü. ―Bir baston ancak efendisi kadar ayık oluyor sanı-
rım.‖ diye söylendi ayağa kalkarken. Üzerindeki tozları temizledi ve bastonu-
nu kavradı. Yoluna devam edecekti. Az kalmıĢtı. Yol boyunca gördüğü iĢaret-
ler haritadakilere tıpatıp uyuyordu. Yol buydu. Sonunda Kayıp Rıhtım olan
bir yol. Aylardır yolculuk ediyordu. Yorgunluktan ölmek üzereydi. Becerebil-
diği kadar avlanıyor, çalıyordu. Eğer yapamazsa ise aç yatıyordu. Güzel bir
Ģarap içmeyeli bir ömür geçmiĢ gibi hissediyordu. Hedefine vardığında en az
dört sene yataktan çıkmayacaktı. Sadece içecekti. Ġçip dertlerini unutacaktı.
Onu kimse rahatsız etmezdi Rıhtım‘da. Halinden anlarlardı. Kendini kay-
betmiĢ bir adamı, kayıp bir rıhtımın ahalisinden daha iyi kim anlayabilirdi ki
zaten?
Ġki gün boyunca kimse ile karĢılaĢmadan yürüdü yolunda. Bir atı veya
eĢeği yoktu binecek. Yayan gidiyordu Rıhtım‘a. Ve bulutlu bir gecede Rıh-
tım‘a vardığını belirten ilk iĢareti gördü. Bir kayık. TaĢtan oyulmuĢ ve Ģekil
verilmiĢ bir kayık. KonuĢtuğu kimse kayığının neden veya nasıl yapıldığını
bilmiyordu. Ama görüĢüne göre Rıhtım‘ı bilen herkes bu kayığı da biliyordu.
Çok çok yaĢlı bir adam bir keresinde ona, Ģu an içinde durduğu toprakların
eskiden suyla kaplı olduğunu söylemiĢti. Adamın anlattığına göre en az üç
bin sene önce büyük bir deprem olmuĢ ve deniz geriye çekilmiĢ, kara yukarı
yükselmiĢti. Bu gerçek olabilecek bir hikâye idi ama gene de taĢtan bir kayı-
ğın neden burada olduğunu açıklamıyordu. Kayıklar tahtadan olurdu, za-
manla tahta taĢa dönüĢecek değildi ya?
Büyük bir heyecan hissetse de ifadesiz bir yüz ile kayığın yanından geçti ve
tepeyi tırmandı. Karn Aduamin. Rıhtım‘a giren insanların yürüdüğü ilk yol.
Yolcuların Rıhtım‘ı gördüğü ilk tepe. Zorlu bir tırmanıĢ değildi zira taĢtan yol
hâlâ yerli yerindeydi. Ġster istemez Rıhtım sakinlerinin hâlâ bu yolu kullan-
49
dığını ve zaman zaman tamir ettiklerini düĢündü. Bastonunu artık havaya
kaldırmıyor sadece sürüklüyordu. Yorgunluğunu hissedemeyecek kadar he-
yecanlıydı. Kayıp Rıhtım‘ı görecekti. Büyük efsaneyi. Herkesin görmek istedi-
ği yeri.
Ve sonunda tepeye çıktığında baĢını kaldırdı ve Gizem Kulesi‘ni gördü. Ka-
rarmıĢtı. Rıhtım‘ın önemli insanlarının bulunduğu kule artık terk edilmiĢ
gibi görünüyordu. Rıhtım‘ın kendisi de öyle. Yani en azından geri kalanı. Yer
yer ayakta kalan binalar vardı. Ama çoğunlukla çökmüĢ ve bazıları yanmıĢtı.
Hiçbir yaĢam belirtisi yoktu etrafta. Toprak siyah ve verimsiz görünüyordu.
Deniz hastalıklıydı. Tek bir gemi, hatta bir kayık bile yoktu büyüleyici DüĢler
Limanında. Kayıp Rıhtım. O kadar kayıp ki artık yok. Gözünden gelen yaĢ-
larla tepeden aĢağı doğru inmeye baĢladı. Bütün emekleri boĢa gitmiĢti. Bü-
tün hayalleri. Efsanevi Kayıp Rıhtım sadece tahtalardan ve küllerden ibaret-
ti.
Gizem Kulesi‘ne girmeye cesareti yoktu. Bu yüzden ayakta kalan en büyük
yapılardan birine gitti. Yolgeçen Hanı. Duyduğu bütün hikâyelerde burası
geçiyordu. Ne kadar renkli, ne kadar eğlenceli bir yer olduğu. Tadabileceğin
en iyi biraya sahip olduğu. Eh, artık değil sanırım. Artık sadece yarısı yan-
mıĢ köhne bir binaydı burası. Kapısına geldiğinde baĢını kaldırdı ve sun-
durmaya kazınmıĢ yazıyı okudu:
―Hiçbir Ģey sonsuza kadar sürmez. Kaybolan ve el değmeyecek olanlar bi-
le.‖
- SON -
50
İSYAN HAZAL ÇAMUR
FIRTINAKIRAN
Gökyüzünün zehir kustuğu gece vakti kıyıya vurdu bir avuç yolcu. Parça-
lanmıĢ bir geminin enkazıyla kan revan içinde yatıyorlardı. Kulakları sağır
eden fırtına, uğursuz sohbetlerinin ardı arkası gelmez bir biçimde konuĢuyor
ve tiz çığlıklarıyla kahkahalar atarak gülüyordu. Dalgalarsa onları sularıyla
yalıyor ve yaralarına kelimenin tam anlamıyla tuz basıyordu. ġimĢeklerin
öfkeli kaĢlarını çattığı her an çakan ıĢıklar altında, kaderin sergilediği kötü
bir sahne Ģovunun trajik baĢkahramanları böylece bir görünüp bir kaybol-
du.
―Kıpırdama.‖
Bir erkek sesi, yerde baĢarısızca kendini kaldırmaya çalıĢan kadının tepe-
sinden bakarak konuĢtu. Boylu boyunca yatmıĢ kadının bacağında derin bir
yara vardı. Tuzlu suyun her temasıyla yara giderek daha da korkunç bir hal
alıyordu.
51
Kadın yattığı yerden diğerlerine göz gezdirdi. Birkaçı zorlukla ayağa kalk-
mıĢtı, ama çoğu onun gibi yerde uzanmaya devam ediyordu. Daha fazla da-
yanamadı ve gözlerini yumdu. Acıyla sıktığı diĢleri arasından zorlukla solu-
yordu. Derin kesikteki acı, tıpkı önünde uzanan denizin hırçın dalgaları gibi
vücudunda dalga dalga yayılıyordu. O bunlarla meĢgulken baĢında duran
kiĢi eğilmiĢ ve çoktan bir büyüyle yarayı hissizleĢtirmeye baĢlamıĢtı bile. Az
sonra uzun ve kıvrık bir iğne hissizleĢmiĢ deriden geçerek yarayı büzmeye
baĢlayacaktı.
―Sana bunun için borçlu olur muyum?‖ dedi kadın acı dolu, baĢarısız bir
gülümsemeyle.
―KardeĢim olman bu gerçeği değiĢtirmez.‖ diye karĢılık verdi yarayı dik-
mekte olan, gizlediği bir tebessümle.
―Neden ĢaĢırmadım ki? Büyücüler…‖ dedi kadın yalandan bir sitemle.
Büyücü ayağa kalktı ve kalkması için yerdeki kadına elini uzattı. Kadın
uzatılan eli var gücüyle kavrarken kardeĢinin gözleri etrafı tarıyordu.
―O değil de, tüm bu uğursuz havaya bakacak olursak geldik diyebilirim.‖
Sahil, genç sevgililerin aĢklarını yaĢadıkları o kum dolu mahremiyetinden
çok uzak bir yapıya sahipti. Kumlar, üzerlerinde bir Ģeyler yakılmıĢ gibi is
izleriyle doluydu ve gece göğünün altında, fırtına ve ĢimĢeklerin eĢliğinde
haĢince savruluyordu. Bu esnada dalgalar dingin bir ninni söylemek yerine -
yörenin halkının durumuna uygun biçimde- korkunun alaylı bir temposunu
tutuyordu. ĠĢte tüm bunların arasında, fırtınayla savrulan saçlar, uçuĢan
cübbeler, takırdayan zırhlarla kapana kısılmıĢ bir avuç yolcu birbirlerine so-
kularak destek bulmaya çalıĢıyordu.
Onlarınki tarihin en sıra dıĢı ekibiydi, Ģüphesiz. Devrik krallar, gururu kı-
rılmıĢ asiller, çılgın büyücüler, sürgün Ģövalyeler, tanrısından Ģüphe eden
ruhbanlar, ödülü lanete dönüĢenler, dıĢlanmıĢlar… Bu sıra dıĢı ve her biri
kendi karanlık geçmiĢine sahip kazazedelerin oluĢturduğu uğursuzluk takı-
mı, Ģimdi de kahraman olmaya çalıĢacaktı besbelli. Ya da sadece görünen mi
bundan ibaretti? Arkasında yatan her ne olursa olsun az sonra karĢılarına
dikilecek olan gerçek, kaçamadıkları karanlık geçmiĢleri gibi, bir kez daha
yakalarına yapıĢmaya hazırlanıyordu. ġahsi arzular ve amaçlar ne olursa
olsun, Kayıp Rıhtım‘ın kara yazgısından kaçamazlardı. Ne gariptir ki onlar
da kaçmaya değil, üzerine yürümeye gelmiĢlerdi. DiĢe diĢ, göze göz.
52
“Geldiniz.” dedi uzaklardan gelen, soluk ve bitkin bir ses. O kadar ani bir
biçimde duyulmuĢtu ki hepsi olduğu yerde sıçradı. Fırtınanın bile sesini bas-
tıran o dingin fakat yankılı sesi ansızın duymak, daha yeni ölümden dönmüĢ
bu grup için pek de hoĢ bir Ģey olmamıĢtı.
Bunun üzerine herkes etrafına bakındı ancak kimseyi göremediler.
“Artık kara yazgımızın değişme vakti geldi.” dedi umutsuzluğun pençesinde
bir güneĢin doğmaya baĢladığı solgun ses.
―Tamam, bu kadarı yeter!‖ Cüce Mit ayağını yere vurarak korkusunu giz-
lemeye çalıĢtı. ―Önce her ağaca kendi garip lisanlarını tüküren goblinler, da-
ha sonra tek bildikleri Ģeyi kılıçlarına geçirip üzerimize bodoslama saldıran
troller ve Ģimdi de gaipten gelen sesler! Bunun için yeterince yaĢlıyım, pöh!‖
Ardından etrafındakilere göz gezdirdi,
―RıhtımmıĢ! Çizmelerin Rıhtım‘ı! Sizi bilmem ama ben burada göremediğim
Ģeylerle piĢpirik oynayacak değilim!‖ sözlerinin tamamlarken kollarını göğ-
sünde kavuĢturdu ve atalarının sakallarıyla ilgili bir Ģeyler geveledi.
“Sevgili Kral Mit, lütfen sözlerime siz de kulak verin. Çağrıma cevap verip
buraya kadar gelmişken bizi şimdi terk edemezsiniz!” haykırdığı görünmez
sözlerinde ıstırabın gözyaĢları vardı. Cücenin bu sözleri onu korkutmuĢtu.
Yeniden aynı iĢkenceye terk edilmekten korkuyordu.
Cüce yerinde huzursuzca kıpırdandı. Bu yaslı sesi üzmek istememiĢti doğ-
rusu.
―Elbette yardım edeceğiz yahu! Bir cüce, hele de benim gibi bir kral asla
savaĢtan kaçmaz!‖ dedi baltasını zevkle savururken.
―Eski kral.‖ diye düzeltti arkalardan biri, iğneli bir sesle. Mit cevap verme-
di, surat asmakla yetinmiĢti.
―Bize neden kendini göstermiyorsun?‖ dedi genç bir kadının etkili sesi ka-
labalığı yarıp geçerek. Büyücü cübbesinin üzerine dökülen koyu renk, iri
dalgalı saçlarıyla oldukça gizemliydi. Ancak dikkatli bakan gözler o gür saç-
ların arasından çıkan hafif sivri, yarı-elf kulakları görebilirdi.
“Çünkü size gösterebileceğim bir bedenim yok…”
Bu sözler üzerine ekip içerisinde bir uğultu gezinmeye baĢladı.
53
―Nasıl yani!‖ diye hayret ve öfkenin karıĢımı bir kadın sesi öne atıldı.
“Tam olarak dediğim gibi. Size gösterebileceğim bir bedenim yok. Hatta bir
siluet olarak bile görünemem size. İşte bu yüzden buradasınız. Çağlar boyun-
ca dünyanın kalbi olmuş kadim Kayıp Rıhtım‟ın, efsanelerin doğduğu ve kah-
ramanların cesurca öldüğü bu toprakların kendi halkına yaptığı bu. Biz artık
eskiden Magicalbronze olarak bilinen adil hükümdarımız ve sevgili liderimizin
pençesinde bir oyuncak, onun türlü kötülülerinin tek hedefiyiz.” Sözlerini ıslak
gözyaĢları gölgelemiĢti. Kimse göremese de akan gözyaĢının tuzlu dokunuĢu
hepsinin yüzüne iĢliyordu.
―Size bunu o mu yaptı?‖ söylenenleri inanmayı reddeden Darly Opus
önündekileri iterek öne çıkmıĢtı. ―Ama buna imkan yok, bu bir iftira! Magi-
calbronze Rıhtım ilk kurulduğundan beri orayı yöneten ve adaletiyle kitlelere
örnek olmuĢ biridir ve sırf bu yüzden her yıl binlerce kiĢinin Kayıp Rıhtım‘a
göç eder.‖ Cümlelerini öyle bir aklıbaĢındalıkla söylemiĢti ki herkes bir an
dönüp ona baktı. O çılgın tavırlarından eser yoktu bu itirazlarda. Ama yine
de, dikkatli gözlerin de görebileceği gibi, gözbebeklerine oturmuĢ delice kah-
kahalar orada yanıp sönüyordu.
―Neden ĢaĢırıyorsunuz? YozlaĢmak salgın bir hastalık gibi dünyanın her
cephesini sarıyorken Kayıp Rıhtım‘ı es geçmesini nasıl bekleyebilirdik?‖ Yoz-
laĢma kelimesini telaffuz etmesi ile sesinde bir kırgınlık oluĢan, Tanrı‘nın
yüce paladinlerinden Berre‘nin sözleri hiç Ģüphesiz gerçeğin yansımasıydı.
YozlaĢma, kötülük, bağnazlık ve iktidar hırsı insanlığın kalbine ekilen kara
bir tohumken, kutsal ve bunca zaman dokunulmamıĢ Kayıp Rıhtım‘ın bun-
dan uzak kalacağını nasıl düĢünebilirlerdi?
“Magicalbronze demek bile şu durumda çok yanlış. O artık eski hükümdarı-
mız değil, bizi koruyup kollayan kişi hiç değil. Halkını kendi hırsı ve arzuları
doğrultusunda köleleştirdi ve artık kendine Darkbronze diyor…” sözleri yeni
bir hüzün dalgasıyla son buldu.
―Darkbronze… Pekala bu yaptığı iĢlere uyan bir isim olmuĢ. Yine de bura-
ya gelirken karĢımızdakinin Magical, yani Darkbronze olacağını hiç düĢün-
memiĢtim. Ama bunun bir önemi yok. Sadede gelecek olursak, bizden bu
yozlaĢmıĢ kralı devirmemizi mi istiyorsun?‖
“Evet.” dedi ses ve öz bir biçimde.
54
Herkes sessizliğe bürünmüĢ, birinin öne çıkmasını beklerken sessizliği yır-
tan Malkavian‘ın itirazı oldu.
―Yeter! Ne bu Kayıp Rıhtım ne de Darkbronze‘un yaptıkları umurumda!
Benim amacım savaĢmak değil. Sadece biricik karımı, hayatımın tek aĢkını
bulup gitmek istiyorum! Onun burada olduğundan bile emin değilim! Bu
ucubeler sirkine nasıl katıldığımı bile hatırlamıyorum! Önüme çıkan her
umut ipliğine tutundum ve buraya kadar sürüklendim! Ama burada son
noktayı koyuyorum!‖
―Ucubeler sirki?‖ Tek kaĢını kaldırmıĢ olan Madcap‘in sesinde alaylı bir
ĢaĢkınlık vardı. Malkavian bu harekete, uzayan köpek diĢleriyle cevap verdi.
Koyu renk gözleri kedimsi bir sarılığa dönüĢürken vampir diĢleri tehditkârca
ortaya çıkmıĢtı.
“Lord Malkavian, şu anda öyle bir durumda bulunuyoruz ki eşinizin Kayıp
Rıhtım‟da olması çok muhtemel. Çünkü dünyanın her yanından pek çok kadın
her gün kayboluyor ve garip bir biçimde Rıhtım‟da ortaya çıkıyor. Birileri ya da
bir şey tüm kadınları kendi egemenliği altına topluyor. Bunun Darkbronze ol-
duğunu söyleyemiyoruz, çünkü şatosunda böyle bir ize rastlanmadı. Yine de
durum ne olursa olsun onunla bir bağlantısı olduğuna inanıyoruz.”
Malkavian bu sözler üzerine eski haline döndü. Çaresizce ellerini yüzüne
kapattı ve sessizce eĢine seslendi: ―Seveal, nerdesin…‖
“Size söyleyebileceklerim bu kadar. Artık son enerji kırıntılarımı da harcamış
oldum. Bundan sonrası sizlerin seçimleriyle şekillenecek. Bu arada bizler, Ka-
yıp Rıhtım‟ın Kayıp Ruhları, yaşarken bir şey fark ettik. Ne olduğunu size di-
rek söyleyemem. Darkbronze‟un güçlü büyüleri buna engel oluyor. Dillerimiz
onun mührü ile damgalandı. O yüzden size diyorum ki, kötülüğü duvarın ar-
kasında arayın.”
Bu sözler üzerine bedensiz ses kayboldu. Bir süre yeniden konuĢup ko-
nuĢmayacağını görmek için beklediler ama daha sonra gittiğinden tamamıyla
emin oldular.
Tüm ekip yeniden sessizliğe bürünmüĢtü. ġimdi her biri canı sıkkın bir bi-
çimde diğerinin konuĢmasını bekliyordu. Kimse ilk sözü söyleyen olmak is-
temiyordu. Hatta kimse Kayıp Rıhtım‘ın derinliklerine doğru ilerlemek de is-
temiyordu. Söylentileri duymuĢlardı ve hiçbiri orada olmak için can atmıyor-
du. Yine de, baĢka çareleri de yoktu.
55
―Eh, ilerlemeye baĢlasak iyi olacak.‖ dedi Fırtınakıran, sabırsız bir tonda.
―Bizler kahraman değiliz. Olamayız da.‖ Kutsanma ve lanetin en büyüğünü
üzerinde taĢıyan maceracı Marius böyle dedi. Onun gibi tehlikeden kaçma-
yan biri bile-ki bunun bedelini de her defasında öderdi- ilerlemek konusun-
da tereddütlüydü.
―Buraya kahraman olmaya gelmedik. Herkesin kendi amacı belli ve kimse
birbirini bu konuda sorgulamıyor. Kahraman olmak, eğer gerçekten olabile-
ceğimiz Ģey buysa, ancak ikincil bir amaç olabilir. Ama siz bilirsiniz, ben gi-
diyorum. Hiç kimseyi durup bekleyerek amacımdan sapacak değilim.‖ Sonra
birkaç adım atıp arkasına baktı. Kollarını kavuĢturmuĢ bir biçimde gidiĢini
izleyen ikiziyle göz göze gelerek, ‖ Gelmiyor musun?‖ dedi.
Madcap hiçbir Ģey söylemeden kardeĢinin yanına yürüdü. Onun yanına
geldiğindeyse kimsenin duymayacağından emin olduğu bir sesle konuĢtu:
―Eğer Ģu Darkbronze‘u devirebilirsek nelere kavuĢacağımızı tahmin bile
edemezsin.‖
―Nasıl yani?‖
―Halk bizi bir kahraman ilan eder ve Darkbronze‘un yaptıklarını kolay ko-
lay unutmaz. Yeni bir lidere ihtiyaç duyarlar.‖
―Ve?‖
―Ve böylece yeni bir lidere, hatta belki liderlere kavuĢurlar.‖ Sözlerini biti-
rirken yüzünde oluĢan gülümsemede tatmin olmuĢ bir duruĢ vardı.
―Ama biz buralara yabancıyız. Muhtemelen kendilerinden olan birini ister-
ler.‖
―Biz de güvenlerini kazanırız.‖
Fırtınakıran bir an durup kısık, sorgulayan gözlerle kardeĢine baktı.
―Tahtı kendine istiyorsun.‖
―Hayır, o tahtın yanında ikinci bir taht da olacak.‖
56
Madcap tam sözlerini tamamlamıĢtı ki arkadan bir cücenin gümbür güm-
bür sesi duyuldu.
―Hey siz, çift yumurtalar! Bizi böyle arkanızda bırakıp gidemezsiniz. Biz de
geliyoruz!‖
―Ne! Sana adımıza karar verebileceğini kim söyledi?‖ O ana kadar suskun
olan ve genelde de böyle bir ruha sahip, KoyuBeyaz adlı ruhban cücenin bu
hareketine daha fazla dayanamamıĢtı.
―He heyt! Orda dur bakalım ruhban efendi! Ben ki koca bir krallığı yönet-
miĢ Kral Mit‘im, bir avuç çapulcuya mı liderlik edemeyeceğim?‖
Bu sözler üzerine Helen, ya da hak ederek kazandığı unvanıyla Black He-
len, ellerini beline koyarak duruma isyan etti.
―Harika! Önce ucubeler sirki Ģimdi de çapulcular. En sonunda da Rıhtım
Kahramanları yerine Rıhtım Çöpçüleri olacağız anlaĢılan.‖ dedi ve önüne ge-
len gür saçlarını yarı-elf kulaklarının arkasına doğru itti.
Paladin Berre ise bu sözler üzerine kahkahalarını bastırmak için ellerini
ağzına kapattı ve zoraki bir ciddiyetle, gülmemeye çalıĢarak söze girdi.
―Burada kaybettiğimiz her saniye bize büyük bir zarar olarak geri dönüyor.
Bence tartıĢarak vakit kaybetmeyelim. Nasıl olsa yolda tartıĢacak bol vakti-
miz olacak.‖ Sonra kimseyi beklemeden ileride durmuĢ, eğlenerek onları izle-
yen ikizlerin yanına yürüdü. Yanlarına geldiğinde Fırtınakıran‘a doğru dön-
dü ve:
―Ablacım, ilerlemeye hazır mıyız?‖ dedi.
Fırtınakıran, yüzünde memnun bir sırıtıĢ ile cevapladı,
―Kesinlikle.‖
Böyle baĢladı macera ve böyle ilerlediler karanlığın kalbine doğru. Bir çağ-
rıyla kaderleri kesiĢmiĢ, geçmiĢinden kaçan dokuz kiĢi, Kayıp Rıhtım‘ın
makûs talihini yenmek amacıyla yolları arĢınlamaya baĢladı. Ama her Ģey-
den önce, bedensiz sesin dediği o duvarın arkasını görebilmek için birbirleri-
ni tanımalı ve güvenmeliydiler. Tekinsiz bir deniz yolculuğuyla hiçbir Ģeye
baĢlangıç yapmamıĢlardı. Birbirlerine dair tek bildikleriyse hepsinin çok de-
taya girmeden bahsettiği bazı ―tatsız‖ olaylardı. Ama onlar ki dokuz uç kiĢi-
57
lik, dokuz karanlık nokta ve kaderinin bir cilvesiyle gönülsüz kahraman ola-
cak olanlar, kaçacak hiçbir yerleri yoktu. Bu nedenle ya iĢbirliği yapacaklar-
dı ya da Kayıp Rıhtım‘ın kararmıĢ dokusunda trajik bir motif olmaya
mahkûm olacaklardı.
Yürüdükleri yollar ne ayın ne de yıldızların ıĢığını kabul ediyordu. Solgun
ıĢıklar tepelerinde süzülüyor ama patikaya kesinlikle değmiyordu. Black He-
len‘ın ve Madcap‘in avuçlarında tuttuğu büyülü ıĢıklar olmasa zifiri karanlık-
ta kalacaklardı. Yine de bu avuca sığan ıĢıkların varlığı, etraflarındaki ağaç-
ların çarpık gövdelerine korkunç gölgeler düĢürerek hepsini paniğe doğru
sürüklüyordu. Her köĢeyi dönüĢlerinde karĢılarına çıkan bükülmüĢ ağaçla-
rın soluk ıĢıklarla aydınlanmıĢ tuhaf siluetleri onları korkunun pençesine
doğru itiyordu. Hepsinin sessizliğiyse buna karĢı koymalarına engel oluyor-
du. Biri bir Ģey söylese hepsi minnettar olacak ve bu sessizliği yırtıp atmak
için çaba göstereceklerdi, ancak kimse ilk konuĢan olmak istemiyordu. Ama
aralarından biri kendinde bu cesareti buldu ve konuĢtuk.
―Eee, hep böyle sessiz mi kalacağız? Aslında burası bana birkaç sene ön-
ceki maceramı hatırlattı. Yine böyle bir ormandaydım…‖ Marius bir anda
sözlerini yarıda kesti, kimseyi rahatsız etmek istemiyordu. ―Neyse öyle iĢte.‖
Oysa herkes konuĢtuğu için minnettardı ve daha fazlasını duymak için can
atıyordu.
―Orda ne olmuĢtu?‖ Darly Opus‘un delilik dolu sesi karanlığın içinde ne-
Ģeyle çınlamıĢtı.
―ĠĢte yine böyle bir ormandayken, sanırım kayıp bir hazineyi arıyordum,
yok yok o ondan sonraki yıldı, o ara çağ öncesi bir ork kabilesinin kutsal
baltasını arıyordum, her neyse dediğim gibi böyle bir ormandayken birden
bir ses duyar gibi oldum! Ama sonra bunun hayal gücümün bir sonucu ol-
duğunu düĢünüp yola devam ettim. Etrafımdan gelen sesler giderek artıyor-
du ve ben tek baĢıma ilerliyordum. Öyle eski bir yerde kim olabilirdi ki?‖
―Peki seslerin kaynağı neymiĢ?‖ Darly Opus iyice meraklanmıĢtı. Soruyu
sorarken ellerini çılgın bir biçimde ovuĢturuyordu. Sessizce dinlemelerine
rağmen diğerleri de onun kadar merak etmiĢti ve hepsi korkularını bir kena-
ra bırakıp kafalarını baĢka bir Ģeye vermeye hazırdı.
―ġey, yani orada halen daha orklar olabileceğini düĢünmemiĢtim. Ufak bir
hesaplama hatası. Meğer o baltayı yüzyıllardır koruyor olmasınlar mı? Üze-
58
rime birkaç savaĢçı ve bir Ģaman ile saldırdılar. Hızlı koĢtuğumu söylemiĢ
miydim? Neyse, eğer bir maceracıysanız her atlatılan olayla birlikte hızınız
iki katına çıkıyor. Mesleğimde hızlı koĢmak Ģart. Nerede kalmıĢtım? Ah evet,
peĢime düĢmeleriyle benim de koĢmaya baĢlamam bir oldu. ĠĢte ben kaçıyor,
onlar kovalıyorken bir anda o karanlık ormanın gündüz vakti gibi aydınlan-
dığını fark ettim. Arkamdan fırlatılan ateĢ topunun nasıl farkına varabilir-
dim?‖
―Sonra?‖ dedi devamını iyice merak eden KoyuBeyaz. ―Koca bir ateĢ to-
pundan nasıl kaçtın?‖
―Kaçamadım… Eee aslında orda öldüm. Ama bildiğiniz gibi tekrar dirilebil-
diğim için birkaç saat sonra yeniden canlandım. Orklar beni orada bırakıp
gitmiĢti. Ama Ģöyle bir sorun vardı, eee, ateĢ topu yüzünden birkaç ay otu-
ramadım.‖
Bu söz üzerine tüm grup öyle bir kahkaha patlatmıĢtı ki karanlık ormanda
gizlenmiĢ olan kargalar bet sesleriyle inleyerek uçup gittiler. Bu manzara
üzerine herkes bir tehlikenin geldiğini sanıp silahlarına sarıldıysa da sonra-
dan suçlunun kendileri olduğunu fark edip kendilerine çeki düzen verdiler.
―Ölüp ölüp dirilmek çok ilginç bir özellik. Söylesene bu gücü nasıl kazan-
dın?‖ Soruyu soran Darly Opus olmuĢtu. AnlaĢılan onun deli cesareti dıĢın-
da bu sessizliği bozabilecek olan yoktu.
―Bu bir lanet.‖ dedi Marius, kendisinden beklenmeyen bir hüzünle. Büyülü
ıĢıkların yansıttığı hüznü gören diğerleri bakıĢlarını baĢka tarafa çevirdi.
Hepsi kendi lanetinin kurbanıydı ne de olsa. Yine de aralarından biri bunları
aĢmaya can atıyordu.
―Burada herkes kendi lanetinin esiri. Anlatırsan ne kaybedersin?‖ Fırtına-
kıran omzunun üzerinden geriye doğru bakarak söylemiĢti bu sözleri. Bu
sözler üzerine herkes huzursuzca kıpırdandı. Birinin anlatmaya baĢlaması
demek sıranın diğerlerine geçeceğini gösterirdi.
Marius omuzlarını silkti ve anlatmaya baĢladı. Eninde sonunda konu bu-
raya gelecekti nasıl olsa.
―Bir maceracı olarak büyük baĢarılar elde etmiĢ biriydim. Pek çok hazineyi
bulmuĢ ve bir o kadar da kutsal mabedi kirletmiĢtim. Eh, olaya ben böyle
bakmıyorum ama birilerinin bunu bu Ģekilde gördüğünü bilemezdim. Sonuç-
59
ta benim için hepsi eski ve tozlu yerlerdi. Ġçlerindeki değerli Ģeyler dıĢında
pek de ilgimi çekmiyorlardı.
Ölümsüzlük Pınarları‘nı duydunuz mu bilmem ama ben duyduğumda ha-
yatımı adayacak bir Ģeyi de bulmuĢ oldum. Böylece beĢ yılımı onu arayarak
geçirdim. Sonuçta bir maceracı olarak pek çok kez ölümle burun buruna
gelmiĢtim ve ölmek benim için en korkulacak Ģeydi. Aradığımı bulduğumda
asıl gerçeklerin baĢlayacağını bilemezdim. Meğer o ‗kirlettiğimi‘ iddia ettikleri
kutsal yerler için bana kızgın pek çok yaslı ruh varmıĢ. Ölümsüzlük Pınarla-
rı‘ndan aldığım ilk yudumla ölümsüzlüğü damarlarımda hissettim. Ah, eĢsiz
bir duygudur. Ama ilk yudumla beraber karĢıma dikilen onca cesedi bekle-
miyordum. Hepsi iĢlediğim günahları yüzüme vurdu ve onları ebedi istira-
hatlarından uyandırdığım için beni lanetleyeceklerini söylediler. Ölüp huzur
bulamayacaktım. Böylece ölümsüz oldum ama bunun karĢılığı olarak da bir
laneti peĢime taktılar. Artık sürekli ölecektim ama hiçbiri gerçek ölüm olma-
yacaktı. Ömrümün sonuna kadar türlü ölümlerle ölüp, öldüğüm gibi dirile-
cektim de.‖ Son cümlelerini geçiĢtirir gibi bir sesle söylemiĢti. Konu üzerinde
fazla durmak istemediği belliydi. Sonra ellerini cebine sokarak hepsinin yü-
züne tek tek baktı.
―Ben kendi hikâyemi anlattım, sıra sizde.‖
Herkes sırasını savmak için bahaneler düĢünmeye baĢlamıĢken Mit adlı
cüce elini baltasının sapına koyarak söze girdi.
―Ben eskiden bir kraldım.‖
Bu sözler üzerine her birinin gözlerinin içine baktı tek tek. Ne kadar da
genç ve her Ģeyden bihaberdiler. Onun yüzyıllık yaĢında gördüklerinin yarı-
sını bile görmemiĢti. Her biriyle ağız dalaĢına girmekten keyif alsa da içten
içe hepsini bir baba Ģefkati ile sahipleniyordu. Aralarında en yaĢlı ve tecrü-
beli olarak kendini hepsinden sorumlu sayıyordu.
―Siz doğmadan önce…‖ tam bu sözleri söylerken Malkavian keyifli bir gü-
lümsemeyle araya girdi,
―Ben doğmuĢumdur muhtemelen.‖ dedi. Cüce Mit bu söze gümbür güm-
bür bir kahkahayla karĢılık verdi ve devam etti.
60
―Malkavian hariç diğerleriniz doğmadan önce, Ģimdi adı tarihin tozlu sayfa-
larında bile geçmeyen bir cüce krallığının kralıydım. Adına Mitbardin dedik-
leri bu ülke tüm zamanların gördüğü en büyük cüce krallığıydı.‖
Malkavian tekrar söze girdi:
―Ah evet, oradaki iĢçiliği bugünün cücelerinde bulamazsınız.‖ dedi baĢını
iki yana sallayarak.
―Bu doğru.‖ dedi Mit hınçla. ―ġimdiki kralların hepsi tüyleri yeni bitmiĢ bi-
rer zibidi! Kalıbımı basarım o sakalları bile gerçek değil onların, peh! Ehem,
neyse ben devam edeyim. Mitbardin‘in kralı olan ben, halkımın bu yeteneğini
ve en iyisi olmalarının bir gün baĢımıza bela olacağını tahmin ediyordum.
Diğer cüce krallıkları bize karĢı giderek büyüyen bir nefretle yaklaĢmaya
baĢlamıĢlardı.‖ Bu noktada gözlerine biriken yaĢları sildi ve devam etti,
―Bize bir kazık atacaklarını nereden bilebilirdim? Halkıma karĢı biriktirdik-
leri öfkenin farkındaydım ancak bu kadar ileri gidebileceklerini düĢünme-
miĢtim. Ne olursa olsun hepimiz kuzendik. Her cüce krallığı birbirinin akra-
basıydı!‖ elini sertçe en yakındaki ağacın gövdesine indirdi ve ağaç çatırdadı.
―Ama ben fazla iyi niyetliydim; onlarsa yoldan çıkmıĢtı. AnlaĢmaya vardık-
ları birkaç insan ulusu ile tepemize çöktüklerinde, bize daha önceden söyle-
dikleri sözde bir toplantı için hazırlık yapıyorduk. Onları suçlayamam, söz
verdikleri saatte ordaydılar. Tabii koca bir ordu ve ek insan kuvvetleriyle bir-
likte. Sonuç olarak, tarihin en büyük yıkımlarından birini yaĢadık. YaklaĢık
50 senemi esir olarak geçirdim ve ne zaman ki artık bir zarar veremeyeceğimi
anladılar, iĢte o zaman serbest kaldım. Ama ne esir düĢmem ne de serbest
kalmam bir çözüm getirmiyor. Benim halkım, altın çağında yok edildi. Onur-
lu, yüce gönüllü ve en önemlisi merhametli kadim bir halktı. Ve Ģimdi ben,
onların devrik kralıyım…‖ Son sözleriyle tüm bu zaman boyunca hırsla sıktı-
ğı balta sapını bırakmıĢtı. BaĢını öne eğmiĢ, omuzlarıysa düĢmüĢtü.
Onun bu hazin hikâyesinden ötürü herkesi bir huzursuzluk kaplamıĢtı.
Ama aralarından bazılarını cesaretlendirmiĢti de. Nitekim Berre adlı paladin
kendi öyküsünü anlatmak için söze baĢladı.
―Benim hikâyem sizinki gibi kitlelere mal olmuĢ bir Ģey değil, hatta değer-
siz bile. Ancak kuzenlerinizin aynı hırsı ve davranıĢının bir benzerini ben Ģu
tek kiĢilik hayatımda yaĢadım.
61
Bir paladin olmak için çok genç yaĢta kabul edilmiĢtim. Tek amacım, Tan-
rı‘mın yolunda iyiliği yüceltmek ve masumlara zulüm edenlerin tepesine bir
kâbus gibi çökmekti. Ancak benim genç yaĢta kabulümün ve tarihteki en
genç paladin oluĢumun birilerini rahatsız edebileceğini düĢünememiĢtim.
Hepimiz bir bütünün parçasıydık bana göre ve ben kimsenin bana bir oyun
oynayabileceğini akıl edememiĢtim. Paladinliğimin baĢlarında giderek Tan-
rımızın gözdesi haline gelmem ve aldığım sayısız baĢarıyla bu durum diğerle-
ri için daha da rahatsız edici olmaya baĢlamıĢtı. Ne zaman ki Tanrımızın se-
çilmiĢinin açıklanacağı gün geldi iĢte benim sonum da o kara günde Ģekil-
lendi. Ne olduğunu bile anlamadan, kutsallığımıza ve Tanrımıza çeĢitli kü-
fürler savurduğumu iddia eden pek çok yalan delillerle önce paladinlikten
atıldım sonra da Tanrımızın öfkesinden ötürü paladinliğe geri alınıp dünya-
nın öbür ucuna ‗göreve‘ gönderildim. Ama ben dâhil herkes bunun bir sür-
gün olduğunu biliyordu…‖
Artık kaçıĢ yoktu. Karanlık ormandaki patikanın sonuna gelmeye baĢla-
mıĢlardı. Karanlık aynı oranda ilerliyor olsa da içlerindeki korku yerini yavaĢ
yavaĢ güvene bırakıyordu. Her konuĢan karanlığı biraz daha dağıtıyor ve yü-
reklere gelecekte oluĢacak olan bir beraberliğin yeni tohumlarını ekiyordu.
Yolun sonu görünmeye baĢladığında Malkavian söze baĢlamıĢtı bile.
―Hepinizden farklı olarak ne sizin diyarlarınıza ne de sizin ırkınıza aidim.
Bir vampir lordu olarak, Ģatomda geçirdiğim yalnız yıllardan sonra buldu-
ğum gerçek aĢkımı kara bir günde kaybettim. O gün bugündür de onu arıyo-
rum. Ne kadar zamandır bu iĢin peĢindeyim onu da bilmiyorum. Artık za-
man kavramımı yitirdim. Bir vampir olarak geçirdiğim uzun ve yalnız yılla-
rıma derman olan sevgilimin kaybı benim de sonsuz ömrüme bir darbe in-
dirmiĢ oldu. Oysa o ıssız Ģatomuzda öyle mutluyduk ki…‖
―Sence o burada mı?‖ dedi Black Helen. Malkavian‘ın hikâyesi ilgisini çek-
miĢti.
―Bilmiyorum. Ne zaman onu bulacağımı hissetsem hep eli boĢ döndüm. Bu
nedenle artık umutlarımı kenara bıraktım. Onu gördüğüm gün bulduğuma
inanacağım.‖
Black Helen gözlerini yere dikti.
―En azından onu merak eden biri var. Bazen merak ediyorum acaba beni
de merak ediyorlar mıdır?‖
62
Bu sözler üzerine herkes dönüp ona bakmıĢtı. Helen onların bakıĢlarını
görünce eski ciddi tavrına döndü ve anlatmaya baĢladı.
―Demek istediğim Ģu ki, evden kaçmıĢ biri olarak bazen beni arayıp ara-
madıklarını merak ediyorum hepsi bu.‖
―Ġyi de neden evden kaçtın?‖ Marius bir hayli meraklanmıĢtı.
―Çünkü bir yarı-elf olmak göründüğünden çok daha zor. Her iki tarafça
tamamen kabul edilmemek ve hiçbir zaman bir yere ait olamamak kolay Ģey-
ler değil. Gerçi bir büyücü olduktan sonra yalnızlığımda kendimi buldum
diyebilirim. Ama bu hayatta tamamen güce eriĢmem için hem insanları hem
de elfleri terk etmem gerekti. Ġki tarafla da uzun süre yaĢayamadım.‖
Marius ısrarcı sorularına devam ediyordu.
―Ya ailen?‖
―Bilmiyorum. Zaten onların beni arayıp aramadığını merak ediyorum ya.
Muhtemelen arıyorlardır ama ne ben onlara geri dönebilirim ne de dönmem
bir Ģeyleri değiĢtirir.‖
Tüm sözlerini aynı ciddi tonda söylemiĢti. Sesinde en ufak bir titreme dahi
yoktu. DıĢarıdan bakan biri belki bu tavrı duygusuzca bulabilirdi, ancak
ekibin geri kalanı hiç de öyle düĢünmedi. Aksine bir samimiyet ve dürüstlük
gördüler bu sözlerde ve ona saygı duydular.
O sırada Darly Opus çılgın bir kahkahayla Helen‘dan arta kalan sessizliği
bozdu.
―Ġyi de neden ‗Black‘ Helen diyorlar sana?‖
Black Helen her zamanki ciddi ifadesini koruyarak cevapladı,
―Çünkü büyülerimin her biri bu unvanı bana katacak etkiler bırakmıĢtır.‖
Black Helen‘ın bu sözleriyle birden bir uğultu kopmuĢtu. Herkes kendi
arasında bir Ģeyler söylüyordu. Ama o bunu umursamadı, böyle görülmeye
alıĢıktı. Daha ileri gitmelerini bile bekliyordu. Ancak öyle olmadı. Uğultular
çabuk kesildi. Helen her birine meydan okurca baktığımda orda alay ya da
hor görü değil, kabullenmenin kendisini gördü. Bu beklediği bir Ģey değildi
ancak onlar onu çoktan kabullenmiĢti bile.
63
―Eee, terapi seansımıza devam etmiyor muyuz?‖ dedi Darly Opus, yüzünde
alaylı bir sırıtıĢla.
―Bu kadar hevesliysen sen neden bize nasıl delirdiğini anlatmıyorsun?‖ di-
ye tersleyerek cevap verdi Fırtınakıran.
―Bir deli nasıl delirdiğini anlatabilir mi ablacık?‖
―Ben de tam olarak bunu merak ediyorum.‖ dedi Fırtınakıran oldukça eğ-
lenen bir tonda.
―Peki, seni mi kıracağım ablacık.‖ dedi göz kıparak ve o neĢeli görünüĢün
altındaki acıyı gün yüzüne çıkardı.
―Eskiden ben de bir nevi kraldım. Pek çok diĢinin olduğu iki ülkenin yöne-
ticilerinden biriydim. Ama bir gün hepsi delirdi. Bilirsiniz delilik bulaĢıcıdır.
Ama onların deliliği bambaĢkaydı. Bir yandan Harry diye haykıranlar, diğer
yanda Edward diye bağıranlara katılarak üzerime yürümüĢlerdi.‖
Ama sözleri yarıda kaldı. Kendi sohbetlerine o kadar dalmıĢlardı ki çoktan
Ģehrin içine girdiklerinin farkına varmamıĢlardı bile. Ancak rüzgârın getirdiği
mırıltılarla hepsi dikkat kesildi. Elleri silahlara, akıllar büyülere gitti. Bir sü-
re tetikte bekledikten sonra karĢılarına bir Ģey çıkmadığını görünce yollarına
temkinli bir edayla devam ettiler.
―Devam et.‖ dedi Fırtınakıran, gözünü bir an olsun etraftan ayırmadan.
Darly Opus omuzlarını silkti ve ellerini cebine sokarak devam etti. Ama de-
liliğin yansıması olan gözleri fıldır fıldır etrafı tarıyordu.
―Sonrası malum. Onlara uzun zaman direndim. Ne olursa olsun iki taraf
da benim halkım sayılırdı. Onları reddedemezdim. Ben de onları delilikleriyle
kabul ettim ve üzerime yürüdükleri her defasında onlara kucak açtım. Ama
onlar tatmin olmamıĢtı. Onlardan biri olmamı istiyordular. Buna tüm benli-
ğimle karĢı koymuĢ olsam da beni esir edecekleri yıllar kapımdaydı. Ne ya-
pabilirdim? Kaderimden kaçamazdım; delilik her yerdeydi. Beni tamamıyla
ele geçirdikleri günden sonraki bir yıl boyunca onların iĢkencelerine maruz
kaldım. Kulağıma Harry Potter‘ın ne kadar harika ve Edward‘ın aslında ne
kadar yakıĢıklı olduğunu fısıldadılar. Alacakaranlık‘ın gelmiĢ geçmiĢ en iyi
edebiyat eseri olduğunu dinleyerek bir sene iĢkence gördüm. Eh, sonunda
da gördüğünüz hale geldim!‖ Son sözlerini büyük bir neĢeyle söylemiĢ ve
64
sanki bir Ģeyi sunarmıĢ gibi kollarını iki yana açarak haykırmıĢtı. Kendi ha-
reketine keyifle güldü ve devam etti.
―Eee kırbaçlı Ģövalye, senin hikâyeni dinleyelim Ģimdi. Hem o kırbaç niye?‖
Ancak ne Fırtınakıran ne de bir baĢkası cevap verdi. Darly Opus‘un
hikâyesi ile iyice ilerlemiĢlerdi. Ama artık etraflarındaki manzara dayanıla-
cak gibi değildi. Tüm evlerin kapıları sıkıca kilitlenmiĢti ve arkalarında yaĢa-
yan birilerinin olduğundan bile Ģüpheliydiler. Birkaç trol ellerine aldıkları bir
kitabı birbirine övüyor, pek çok goblinse anlaĢılmaz bir lisanda bir Ģeyler
haykırarak, karga gibi sesleriyle etrafta koĢturuyordu. Evlerin damları bü-
yük ateĢ topları yemiĢ gibi çökmüĢ ve is kaplıydı. Bazılarının kapıları kırıl-
mıĢ ya da bir menteĢesinden sarkar haldeydi. Esen rüzgâr bu tek menteĢe-
nin tuttuğu kapıları acı dolu bir gıcırdamayla sallıyordu. Hemen ilerilerinde
birkaç drow çoktan ölmüĢ bir Rıhtım sakininin üzerine oturmuĢ keyifle kâğıt
oynamaktaydı. Sonra o kokuyu duydular. Çürümenin ve ölümün kokusu-
nu…
Dokuz kiĢilik ekibin önünde uzanan karmaĢa henüz baĢlangıçtı. Birbirle-
rine daha da yaklaĢarak bu korkunç manzaranın ilk adımını geçmeye baĢla-
dılar. Etraftaki troller ellerindeki kitapları bir yana fırlatmıĢ, uzun diĢlerini
göstererek onlara hırlıyordu. Goblinler, o anlaĢılmaz lisanlarında dalga geçen
bir Ģarkı tutturmuĢ onları aĢağılıyordu. Drowlarsa ellerini yavaĢça silahları-
na götürmüĢlerdi. Aralarında bulunan tek diĢi, yılanbaĢlı kırbacını çekmiĢti
bile. Ama buna karĢılık olarak Fırtınakıran‘ın da kendi kırbacını çekmesi
üzerine bir süre bakıĢıp ikisi de kırbaçlarını yerine koymayı tercih etmiĢti.
ġimdi çürüme ve ölüm kokusunun hâkim olduğu yere doğru ilerliyorlardı.
Artık gece neredeyse bitmiĢ ve yerini yavaĢ yavaĢ gündüze bırakmaya baĢ-
lamıĢtı. Ama doğacak güneĢ ne kadar görkemli olursa olsun, bu bir zaman-
ların kutsal mabedine hiç umut getiremeyeceği açıktı.
Fırtınakıran sessizliği bozmak için hafifçe öksürdü ve söze baĢladı:
―Ben eskiden…‖ bu esnada goblinler etraflarında o rahatsız edici, aĢağıla-
yıcı Ģarkıyı söylemeye devam ediyorlardı. ―Ģövalyeydim.‖
―Çok uzun yıllar Ģövalyelerin en sadık adamlarından biriydim. Yıllarca
farklı yerlerde görev yapıp masumları korudum ve iyilik adına olduğuna
inandığım hiçbir Ģeyi yapmaktan çekinmedim. Ama ġövalyelik yaptıklarımı
fazla saldırganca bulmaya baĢlamıĢtı. Elbette arkasında yatan neden bu de-
65
ğildi. YavaĢ yavaĢ iyilik denilen Ģeyden uzaklaĢmaya, kendi çıkarları doğrul-
tusunda kararlar almaya baĢlamıĢlardı. Bunun farkındaydım ve tüm benli-
ğimle bu durumun tersini yapıyordum. Eh, haliyle onların çıkarlarıyla benim
yaptıklarım çakıĢıyordu. Pek çok kez uyarılmama rağmen durmadım. Sürül-
düm. Bu da bir çözüm olmadı. En son gittiğim yerde, sürgün yerimde, ġö-
valyelik‘ten üst düzey bir Ģövalyeyi öldürme noktasına gelince, atıldım.‖ Elini
saçlarının arasında gezdirerek sıkıntısını dağıtmaya çalıĢtı. Sonra Darly
Opus‘a bakarak devam etti:
―Kılıcımı da o zaman kaybettim. Kılıç, Ģövalyenin onurudur. Onu benden
aldılar. Ben de o günden sonra hem ġövalyelik‘e lanet ettim hem de elimi bir
daha kılıçlara sürmedim. ĠĢte, kırbacın nedeni bu. Hem Ģakladığında çıkar-
dığı sesi seviyorum.‖ Yüzünde eğlenen bir ifadeyle tamamlamıĢtı sözlerini.
Fırtınakıran sözlerini bitirdiğinde çürüme kokusunun geldiği yere ilk adım-
larını da atmıĢ oldular. Etraf korkunçtu. DehĢet, sokaklarda oynayan çocuk-
lar gibi her yerdeydi. Rıhtım sakinlerinin, üzerlerinde türlü deneyler yapılmıĢ
çarpık bedenleri, ağızları açık bir halde, sanki yardım istiyormuĢ gibi duran
yüzlerde de dehĢet eğlenerek onları izliyordu. Yuvaları boĢ gözleri kargalar
didikliyor, evlerin olması gereken yerde birkaç duvar parçasından baĢka bir
Ģey yoktu.
Manzara dayanılmazdı. Ölü insanların çürümeye yüz tutmuĢ bedenleri her
yerdeydi. Bir sel gibi gelen iğrenç koku ve herkesin kalbini parçalayan, sanki
yardım istiyormuĢ gibi duran ölü bedenlerle yapayalnızdılar. Ama yolun so-
nuna da gelmiĢlerdi. Çünkü tüm bu dehĢetin az ilerisinde, karanlık varlığı
ile yükselen Darkbronze‘un kulesi duruyordu.
―Ruhban, bir dua et de Ģu uğursuz havayı dağıt.‖ dedi cüce Mit, berbat bir
ruh haliyle.
―Yapamam… Çünkü Tanrıçam beni dinlemez.‖
―Nasıl yani?‖ dedi cüce hayretleri içinde.
―Eh, o zaman hikâyeyi anlatma sırası bende demek. Eskiden Tanrıçam‘ın
en değerli rahiplerinden biriydim. Ettiğim her duaya anında yanıt gelir, gitti-
ğim her yerde büyük bir mutlulukla karĢılanırdım. Benim geliĢim bereket ve
umut demekti. Ta ki ben Tanrıçam‘dan Ģüphe duyana kadar… Son gittiğim
ülkede gördüğüm sefalet beni o kadar ĢaĢırmıĢtı ki Tanrıçam‘a edeceğim du-
ayı bile ĢaĢırmıĢtım. Kendimi toparladığımdaysa yanıt gelmedi. Bir gece bo-
66
yunca, uykusuz kalarak ona yakardım. En sonunda bana cevap verdiğinde,
Ģu anda bunlarla ilgilenemeyeceğini geçiĢtirir bir tavırla ifade etti. ĠĢte o
günden sonra hem Tanrıçam‘dan hem de onun merhametinden Ģüphe duyar
oldum. Yıllar geçtikçe aramızdaki bağ zayıfladı ve en sonunda dualarıma ya-
nıt vermez oldu. Gerçi ben de eskisi gibi inanarak, tüm kalbimle dua etmi-
yordum ya, neyse.‖
KoyuBeyaz‘ın bu sözleri herkesi düĢüncelere itmiĢti. Hepsi bir Ģekilde
inandıkları değerleri sorgulamıĢ ve onlara karĢı gelmiĢlerdi. Her biri bir is-
yankâr ve aynı zamanda günahkârdı da. Ama hikâyesini anlatmayan bir kiĢi
kalmıĢtı ve cüce Mit onun bu Ģekilde kurtulabilmesine izin verecek de değil-
di. Yine de, önce ne yapmaları gerektiğine karar vermeliydiler.
Önlerinde uzanan ve etrafı acılı cesetlerle bezeli kuleye diktiler gözlerini.
ġimdi ya bir halkı sonsuz acıdan kurtarıp kahraman olacak ve günahların-
dan arınacaklar ya da tamamen kendi çıkarlarına yönelip baĢarısız olarak
günahlarıyla birlikte Rıhtım‘ın cehennemi benliğinin bir parçası olacaklardı.
ġimdi orda durmuĢ, gözlerini kuleye dikmiĢken hepsinin yüzünde kararlılık
ve bir arayıĢ vardı.
―Geldik.‖ dedi Malkavian öne geçerek. Artık ya her Ģey son bulacaktı ya da
kaldığı yerden devam edecekti.
―Evet, geldik. Kaderle yüzleĢme zamanı…‖ diye ona eĢlik etti Black Helen.
Artık dönüĢ yolu yoktu, kaçacak yer yoktu. Güç, sevgi, aidiyet ya da iste-
dikleri her neyse o kulenin içerisinde en zorlu düĢmanlarıyla bekliyordu.
―O zaman popoları kaldırın bakalım tembel tenekeler!‖ diye gürledi Mit
kendinden emin bir gülümsemeyle.
Ġlerlemeye devam ettiler. Her birinin çürüme kokusundan dolayı öğürme-
sinin ve etraftaki vahĢete gözlerini yummalarının dıĢında iyi durumdaydılar.
Kulenin merdivenlerine geldiklerinde, sonsuzluğa uzanıyormuĢ gibi duran
basamaklara baktılar. Bu zorlu bir tırmanıĢ olacaktı ve hala daha son kiĢi
hikâyesini anlatmamıĢtı. Cüce Mit de bunu unutmamıĢtı.
Mit, sol yanında basamakları çıkmakta olan büyücüye doğru bir bakıĢ attı.
Büyücü bu bakıĢı fark etti ve ona doğru dönerek soran gözlerle baktı.
67
―Laughing Madcap‘ti değil mi? YanlıĢ bilmiyorsam bu Gülen Çatlak anla-
mına geliyor. Ama ne Ģu ana kadar güldüğünü ne de bir çatlaklığını gördük.‖
dedi imalı imalı. ―Sanırım bir tek sen kaldın. Anlat bakalım bu isim nereden
geliyor ve seni buraya sürükleyen o kara talih ne?‖
―Neden anlatmak zorunda olayım?‖ diye karĢılık verdi Madcap. Anlatmaya
pek hevesli olmadığı her halinden belliydi.
―He heyt! Burada herkes anlatırken iyiydi de sana gelince mi kötü oldu?‖
Madcap tam iğneli sözleriyle cüceye cevap verecekken solundaki ikizinin
yavaĢça koluna dokunduğunu hissetti. Sonra kız kardeĢinin sadece onun
duyabileceği bir tonda söylediği sözleri duydu.
―Herkesin güvenini kazanmaktan bahsetmiĢtin. Buna onlardan baĢlama-
mız en iyisi.‖
Madcap bunu kafasında değerlendirdi ve mantıklı buldu. Sonra omuzlarını
silkerek anlatmaya baĢladı.
―KardeĢim ġövalyelik‘e kabul edildiğinde ben de Yüce Büyücülük‘e kabul
edilmiĢtim. Ama hiçbir zaman büyü anlayıĢımız oradakilerle aynı olmadı.
Ben büyünün kurallarla dizginlenemeyecek kadar özgür ve vahĢi olduğuna
inanırım ve büyülerim de bu temele dayanır. Ancak onlar her Ģeyi bir kurala
ve disipline oturtmakta ısrarlıydı. Ayak uyduramadım. Daha doğrusu, hiçbir
zaman ayak uydurmaya çalıĢmadım. Beni uyarmadılar, sadece gitmemi iste-
diler. Ġçimdeki ‗özgür‘ büyüyle birlikte buraya ait olmadığımı ifade ettiler.
Umurumda değildi ve gidecektim ama…‖ birden durup gözlerini hınçla kıstı,
―iĢler bu kadar basit olmadı. Gideceğim gün beni bir asi ilan edip, tüm oku-
lun önünde alay konusu yapmaya çalıĢtıklarında, hele ki yeteneklerime dil
uzatmaya kalkıĢtıklarında o güne kadar attığım en büyük kahkahayla tüm
okulu ateĢe verdim. Bir kısmı orada yanarken bir kısmı kurtuldu. Ne ölenler
ne de geri de kalanlar umurumda değil. Zaten o ana dair tek hatırladığım bir
daha öyle bir kahkahayı atamayacak olmam.‖
Laughing Madcap‘in tamamladığı hikâyesi ile merdivenlerin sonuna gel-
miĢlerdi. Çift kanatlı dev kapılar ardına kadar açıktı. Ġçeride birinin eğlenen
kahkahaları yükseliyordu. Devasa kapılardan geçerlerken kimsenin kuleyi
korumadığını fark ettiler. Bu kadar serbestçe girmeleri onları rahatsız etmiĢ-
ti. Ama az sonra tüm Ģüphelerini giderecek Ģeyin geleceğini bilmiyorlardı bi-
le.
68
Dokuz kiĢilik zoraki kahramanlar ilerledi. GiriĢi geçip koridorda ilerlemeye
devam ederlerken duvarlarda gördükleri Ģeyle mideleri alt üst oldu. Pek çok
goblin ve troll, artık Rıhtım‘da sevilmediklerini ve buranın hiç de iyi bir yer
olmadığını söyleyen pek çok ―Elveda‖ baĢlıklı mektubu rastgele duvarlara
yapıĢtırmıĢlardı. Ne demek istedikleri tam olarak anlaĢılmıyordu ama anlaĢı-
lanlar da yeterince rahatsız ediciydi. Daha da kötüsü, birkaç duvar sonra
aynı goblinler neĢeyle döndüklerini ilan edip, Rıhtım halkına yapacakları ye-
ni kötülükleri bir bir sıralamıĢtı. Kısacası, kulenin için gereksiz bir kirlilikle
doluydu.
Kapıları bronzdan yapılmıĢ taht odasına geldiklerinde, kapıların sıkıca ka-
palı olduğunu fark ettiler ve önünde yeĢil cübbesiyle düĢünceli düĢünceli
oturan birini gördüler. Elleriyle kulaklarını kapamıĢ bir halde kapının önün-
de bağdaĢ kurmuĢtu. Ġçeride büyük bir kıyametin koptuğu belliydi. Ama o
bunu duymak istemiyordu bile. DıĢarıdan bakıldığında yüzünde derin bir
acının izleri vardı. Hatta daha dikkatli bakan biri yüzünde piĢmanlığın ve
çaresizliğin uyumsuz dansını bile görebilirdi.
Kapının önünde oturan yeĢil cübbeli, yakalaĢan ekibi görünce baĢını kal-
dırdı.
―Siz de kimsiniz! Buraya nasıl geldiniz!‖ dedi ve hızla ayağa kalktı.
―Dur dur, sakin ol.‖ diye yatıĢtırıcı bir sözle araya girdi KoyuBeyaz.
―Bizler buraya kötü bir niyetle gelmedik. Biz sadece yolcuyuz ve burada
neler olduğunu anlamaya çalıĢıyoruz.‖
―Yolcu mu? Ama buraya bizim kabul etmediğimiz kimse gelemez ki? Ah,
hayır! Sizi Magi… Darkbronze kabul etmiĢ olmalı. Kim bilir aklında yine ne-
ler var!‖ Bunu söyledikten sonra çaresizlikle ellerini yüzüne bastırdı. Nefes
nefeseydi. Zor bir karar aĢamasında olduğu belliydi.
―Buna daha fazla göz yumamam. ġu ana kadar durmuĢ olmam bile bunca
acının yükümlülüğünü benim omuzlarıma yüklüyor. Hayır, bu defa durma-
yacağım! Hepiniz öleceksiniz!‖
Ardından çatı yarıldı ve üzerlerine yıldırımlar yağmaya baĢladı.
69
―Hayır, dur! Biz Darkbronze‘un adamları değiliz!‖ KoyuBeyaz‘ın bu Ģekilde
haykırmasına rağmen yeĢil cübbelinin yıldırımlarının çakmasıyla sesi kaybo-
lup gitmiĢti.
KarĢılarındaki büyücü çok güçlüydü ama bu talihsiz serüvencilerin de geri
duracağı yoktu. Helen ve Madcap aynı Ģeyleri düĢünmüĢ olacak ki ikisi de
aynı anda öne çıkıp bir kalkan yaparak tüm ekibi korudu.
―Sen delirdin mi!‖ diye haykırdı Black Helen ama karĢısındakinin duracağı
yoktu.
Yıldırımlarından kurtulmalarına sinirlenen yeĢil cübbeli Helen‘ın bağrıĢını
duymamıĢtı bile. Bir kar fırtınası baĢlatmakla öyle meĢguldü ki kimseyi du-
yacağı yoktu aslında. Büyülü sözler piĢmanlıkla karıĢık bir öfkeyle dudakla-
rından dökülürken havaya kaldırdığı elinde bir kar fırtınası giderek büyü-
yordu. Fırtınanın artan Ģiddeti onları geriye doğru sürüyor ve kar yüzünden
önlerini göremiyorlardı. Herkes elini yüzüne siper etmiĢ, çaresizlikle direni-
yordu.
―Bu kadarı çok fazla! Ya Ģunu kes ya da ölümünle yüzleĢ büyücü! Sayıca
senden üstünüz! Sana yemin ederim ki böyle giderse benden hiç merhamet
bulamayacaksın!‖ diye haykıran Fırtınakıran‘ın sözleri büyücüye ulaĢan tek
cümle olmuĢtu.
―Olmaz! Bu defa olmaz! O zaman daha fazla kötülük Rıhtım‘a akın eder ve
daha çok kiĢi acı çeker! Bu defa sessiz kalmayacağım!‖ diye bağırarak cevap
verdi yeĢil cübbeli.
―Birlikte hareket etmediğimiz sürece onu durduramayız!‖ diye bağırdı sesi-
ni duyurmak için, giderek kar kaplanmıĢ açık renk sakalını çekiĢtiren cüce.
Hepsi bir an birbirine baktı ve ne yapacaklarına hiçbir söz sarf etmeden
karar verdiler.
Kar fırtınası doludizgin üzerlerine gelirken önce Helen bir büyü bozma ri-
tüeli baĢlattı. Daha sonra Madcap ritüeli destekleyecek yan büyüleri örmeye
baĢladı. Ancak ritüel basit bir büyü gibi anında gerçekleĢemeyecek bir önem
istiyordu. Onlar büyülü kar fırtınasını bozacak uygulamayı icra ederken, di-
ğerleri de birbirlerini çekiĢtirerek fırtınaya direniyordu. Fırtınakıran kardeĢi-
ni büyüyü yaparken korumak için var gücüyle, adeta kendisini sürüyerek
kardeĢinin önüne geçti ve elinden geldiğinde sabit kalmaya çalıĢtı. Kılıcı kut-
70
sal bir ıĢıkla parıldayan ve anlaĢılan Tanrısına çoktan seslenmiĢ Berre ise
Black Helen‘ın önünde yerini almıĢtı. Marius büyücünün arkasından dola-
Ģırken Darly Opus onu ikna etmenin yollarını arıyordu. Mit, elinde baltasıyla
ileri doğru atıldı. Bir cüceyi devirmek kolay Ģey değildi ve o da diğerlerine
göre çok daha rahat bir biçimde, fırtınayı hiçe sayıp körlemesine bir saldırıya
geçti. Kar yüzünden etrafını seçemiyordu. Mit‘in önünde uçmakta olan, ya-
rasaya dönüĢmüĢ Malkavian ise diğerlerine yol gösteriyor, bir yarasa olarak
göze ihtiyaç duymadan tayin ettiği yönüyle herkese liderlik ediyordu. Bu
arada hiçbir Ģey yapmayan tek kiĢi KoyuBeyaz‘dı. Umutsuzluğa kapılmıĢtı.
Tanrıçası‘na seslenmeyi denemiĢti ama sonuç tam tahmin ettiği gibi bir hiçti.
Herkes var gücüyle savaĢırken hüzünle onlara baktı.
―KeĢke… keĢke yapabileceğim bir Ģey olsaydı!‖
Aradığı cevabın aynı hızla geleceğini nerden bilebilirdi?
“Ruhban, sesime kulak ver. Seni terk etmiş Tanrıçan‟ı sen de terk edersen
sana ve arkadaşlarına yardım ederim!”
―Sen de kimsin!‖ KoyuBeyaz paniğe kapılmıĢtı. Onunla uzun yıllardır te-
masa geçmeyen kutsal güçler, onu geri mi çağırıyordu?
“Ben Kayıp Rıhtım‟ın özüyüm. Magicalbronze‟u o yapan, Rıhtım‟ı var eden
gücüm. Dahası, senin merhametine değer veren ve hatta her canlıya karşı bir
sevgi barındıran Kayıp Rıhtım‟ın ta kendisiyim. Şimdi söyle bana, Tanrıçan‟ı
bırakıp bana yönelir misin?”
KoyuBeyaz bir an durup düĢündü. Tanrıçası zaten onu terk etmiĢti. Her-
kes umutsuzca mücadele ederken bir Ģeyler yapmalıydı. Ayrıca içindeki kut-
sal boĢluğu dolduracak bir Ģeye de ihtiyacı vardı.
―Evet, yaparım.‖
“O zaman dualarını kabul ediyorum.”
Bu sözlerle birlikte büyücülerin güçleri iki katına çıktı, savaĢçıların daya-
nıklılığı daha da arttı.
Fırtına büyüsünü bozacak olan ritüel baĢarıyla ve olması gerektiğinden
çok daha kısa sürede tamamlanır tamamlanmaz fırtına durdu. Hazırda bek-
leyen diğerleri silahlarıyla yeĢil cübbelinin üzerine atıldı. Kalabalığın arasın-
dan bir ok gibi fırlayan kırbaç ucu büyücünün elindeki asayı kenara attı.
71
Diğerleriyse var güçleriyle büyücünün üzerine atlayarak onu etkisiz hale ge-
tirdiler. ġimdi hepsi nefes nefeseydi. Malkavian‘ın iki elini sıkıca tuttuğu bü-
yücü karĢı koyamayacak kadar yorulmuĢtu.
―Yine durduramadım…‖
KoyuBeyaz öne çıktı, ―ġimdi sakinleĢtiğine göre konuĢabiliriz. Bizi buraya
Darkbronze çağırmadı. Tutumuna ve sözlerine bakarak Ģunu itiraf etmeliyim
ki bizler yolcu değiliz. Onu durdurmak için gelmiĢ bahtsızlarız o kadar.‖
―Onu durduramazsınız…‖ BaĢı öne düĢmüĢ büyücü ellerini Malkavian‘dan
kurtarmıĢtı. Ama bir Ģey yapmaya çalıĢmayacak gibiydi. ―Bunu daha önce
denemediler mi sanıyorsunuz? Kaç kiĢinin denerken öldüğünde bilmiyor
musunuz?‖
―Senin adın ne büyücü?‖dedi bir anda Darly Opus. Onu bir yerlerden tanı-
yor gibiydi.
―Amras. Amras Ringeril.‖
―Amras! Dostum!‖
Darly Opus, Amras‘a doğru eğildi ve onu dostane bir biçimde kucakladı.
―Burada neler oldu dostum, anlat bize!‖ dedi o tekinsiz ciddiyetine bürüne-
rek.
―Anlatacak bir Ģey yok. O dönüĢtü ve ben onun karanlığa doğru çekildiği-
nin farkına bile varamadım. Her Ģeyi yolda gelirken görmüĢsünüzdür. Ne
anlatmamı bekliyorsun ki? Adaletin sembolü artık karanlığın lordu oldu. Ve
ben… ben bunu vaktinde fark edemedim…‖
―Bana bak büyücü, madem bu iĢten rahatsızsın o zaman gel bize katıl. ġu
Darkbronze‘u senin yardımınla devirelim ve her Ģey eskiye dönsün. Az önce-
ki ufak Ģovuna bakılırsa epey de güçlüsün.‖ dedi Mit, yüzünde dostane bir
gülümsemeyle.
―Anlamıyorsunuz! Onu yenemezsiniz!‖
―Sen anlamıyorsun!‖ Fırtınakıran‘ın sabrı taĢmaya baĢlamıĢtı, ―Sen gelsen
de gelmesen de, orada ölecek olsak bile içeriye gireceğiz ve ne pahasına olur-
sa olsun Darkbronze koltuğundan inecek!‖
72
Amras bu sözleri biraz düĢündü. BaĢarısız olacaklarına neredeyse emindi
ama burada oturarak da bir Ģey yapamayacağının farkındaydı.
―Öyle olsun. Ama kapıları siz açamazsınız. O yüzden biraz geri çekilin.‖
Cübbesini düzeltti ve ellerini havaya kaldırarak Ģiddetli bir büyüye baĢladı.
Amras büyüsünü bitirdiğinde kapılar büyük bir patlamayla geriye doğru sav-
ruldu. Herkes ağzı bir karıĢ açık kalmıĢken arkasına döndü ve durumu açık-
ladı:
―Eh, kapıları açmanın tek yolu bu.‖
Patlamanın yarattığı duman dağılıp da her Ģey ortaya çıktığında Malkavian
herkesten ayrılıp ileri doğru koĢmaya baĢlamıĢtı.
―Seveal!‖
Duman dağıldığında herkes gördü ki içeride pek çok kadın, sayamayacak-
ları kadar çoktu hem de, ayaklarından zincirlenmiĢ Ģekilde taht odasını kap-
lıyordu. O kalabalığın arasından sevdiğini bir bakıĢta bulmuĢ olan Malka-
vian ise, tahta yakın bir yerde durmakta olan bir kadına doğru son hız koĢu-
yordu. Taht odası boĢtu ve bu durum hepsinin içini huzursuz etmiĢti.
Malkavian tam kadının yanına gelmiĢti ki olanlar oldu ve yoktan var olmuĢ
gibi, salonun tam ortasında kızıl cübbeli biri Ģekillendi.
―Amras, kapılarımı patlatmanı neye borçluyum?‖
―Magical! Olamaz sesin bile değiĢmiĢ!‖
Ama Darkbronze onun söylediklerine kulak asmamıĢtı ve az sonra karısına
kavuĢacak olan Malkavian‘ı delirtecek hareketi yaptı: Seveal‘ı yok etti.
Malkavian bir an durdu ve Seveal‘ın olması gereken boĢluğa baktı. Elleri
titriyordu. Kontrolü ellerinden kayıp gidiyordu.
―Buradaki tüm kadınlar bana aittir. Çünkü ben, en çekici olan, tüm kadın-
ların istediği tek erkeğim. Umarım bu konuda anlaĢabiliriz.‖ diye yalancı bir
sevimlilikle gülümsedi Darkbronze.
―Sen!‖
73
Malkavian bir anda vampir formuna büründü ve vampir diĢlerini öfkeyle
sergileyerek Darkbronze‘un üzerine atıldı. AnlaĢılan Darkbronze karĢısında-
kinin bir vampir olduğunu anlayamamıĢtı. Birkaç sıyrık aldıktan sonra sal-
dırıdan kurtuldu ve ziyaretçilere nefretle bakarak haykırdı:
―Sizi tanıyorum! Siz Ģu geberesice Rıhtım‘ın çağırdıklarısınız!‖
―Yolun sonuna geldik Darkbronze! O tahttan ineceksin!‖ diye bağırdı Fırtı-
nakıran.
―Deneyip görün bakalım.‖ diye pis pis gülen Darkbronze‘un sözleri tamam-
lanır tamamlanmaz odayı sayısız goblin ve troll kapladı. SavaĢ kaçınılmazdı.
Büyük bir mücadele baĢlamıĢtı ve önlerindeki engeli aĢmadan Darkbron-
ze‘a ulaĢamayacaklarını biliyorlardı. Darkbronze ise kaçmaya hazırlanıyordu
besbelli, ancak çağırdığı sayısız asker ve onlarla boğuĢan kahramanlar yü-
zünden pek hareket edemiyordu. Birkaçını yere devirip üzerine basarak geç-
tiyse de hâlâ önünde pek çokları vardı.
Dokuz kahraman ve Amras ölümüne verdikleri mücadelede iyi bir iĢ çı-
karmalarına rağmen saldırganların ardı arkası kesilmiyordu. Giderek yoru-
luyorlardı. Böyle giderse daha fazla dayanamayacaklardı. KoyuBeyaz yapma-
sı gerekeni biliyordu,
―Rıhtım, sesimi duy ve dualarıma cevap ver. Senin adına savaĢan tüm in-
sanların yardımcısı ol. Bizi zafere ulaĢtır!‖
“Dualarını kabul ediyorum.” diye karĢılık verdi Rıhtım ve artık bitap düĢ-
mekte olan kahramanların etrafındaki tüm goblin ve troller geldikleri gibi
kayboldu.
―Ama bu nasıl olur!‖ diye haykıran Darkbronze delirmiĢçesine bir yüzle
büyük bir büyü yapmaya baĢlamıĢtı.
―Kahretsin! Eğer büyüyü tamamlarsa hiçbirimiz kaçamayız!‖ Amras hü-
kümdarın yaptığı büyüyü adı gibi biliyordu.
Ancak tam bütün saldırganların yok edildiği sırada, son anda bir trollün
güçlü kollarınca fırlatılmıĢ olan Marius tahtın arkasındaki duvara çarpıp
onu yıkmıĢtı. BaĢını tutarak kalkan Marius bir yandan da ne kadar da güçlü
olup bir duvarı yerle bir edebildiğini düĢünüyordu. Fakat yerden kalkmasıyla
Darkbronze‘un sesini dibinde duyması bir oldu. Hemen savunma pozisyo-
74
nuna geçti ancak az sonra Darkbronze‘un az ilerisinde bir büyüyle meĢgul
olduğunu fark etti. Ayrıca Darkbronze iki kere konuĢuyordu Ģimdi. Önce
sözleri onun çok yakınında söylüyor, 1-2 saniye sonraysa aynı sözleri uzak-
taki hali tekrar ediyordu. Marius Ģüpheyle arkasını döndüğünde gördüğü
manzara ile Ģok oldu. Kısa boylu, ĢiĢman bir adam yere çömelmiĢ, elinde
tuttuğu büyülü bir nesneye bir Ģeyler söylüyordu. Sonra aynı sesle
Darkbronze onun dediklerini tekrar ediyordu. Marius birden her Ģeyin farkı-
na vardı.
―Aaa! Ne demiĢti ruh? Duvarın arkasına bakın. E duvarın arkasında bu
var!‖
O böyle kendi kendine konuĢurken ĢiĢman adam onun farkına vardı.
―Sen de kimsin! Beni nasıl buldun!‖ dedi çömeldiği yerden kalkmadan.
―Asıl sen kimsin be adam!‖ sonra durup diğerlerine seslendi,
―Bırakın Darkbronze‘u, duvarın arkasını buldum! Gelin!‖
Önce kimse ne demek istediğini anlamamıĢtı, ancak sonra hepsi ruhun
sözlerini hatırlayınca oraya doğru koĢmaya baĢladılar. ġiĢman adam o kadar
ĢaĢırmıĢtı ki büyüyü yapmayı bile bırakmıĢtı. Dolayısıyla Darkbronze da
susmuĢ ve Ģimdi hiçbir Ģey yapmayarak, boĢ gözlerle etrafa bakıyordu.
―Her Ģeyin arkasındaki sensin!‖ diye birden durumu kavradı Malkavian.
―Karım nerde!‖ diye bağırdı ardından.
―Hah! Karını bir daha göremeyeceksin!‖ diye güldü ĢiĢman adam, göbeğini
hoplatarak.
―Bana bak toparlak, seni tek baĢıma öyle bir pataklarım ki tüm Rıhtım‘ı
ayakların popona vura vura koĢmak zorunda kalırsın!‖ diye gürledi Mit.
Bu sözler üzerine gerileyen ĢiĢman adam geri adım attı.
―Hemen sinirlenmeyin yahu. Ben burada Rıhtım‘ın iyiliği için çalıĢıyorum.‖
Malkavian daha fazla dayanamadı ve vampir diĢlerini ortaya çıkararak
boynuna atıldı.
―Karım nerede!‖
75
―Aaaa! Dur dur, ısırma beni! Dur, bak karın orda!‖ diye korkuyla bağırdı
adam ve Malkavian‘ın karısını bir anda eskiden durduğu yere geri getirdi.
―Seveal! Bu sen misin?‖
―Malkavian! Ah, artık hiç kavuĢamayacağız sanmıĢtım!‖
Ġki sevgili birbirlerine hasretle sarılırken diğerlerinin iĢi henüz bitmemiĢti.
―Yaptığının adı iyilik değil! Tanrım‘ın izniyle seni sonsuz bir cezaya
mahkûm edeceğim!‖ diye haykırdı paladin Berre, kılıcı kutsal ıĢığıyla daha
da parıldamaya baĢlarken.
―Bana inanmak zorundasınız! Ben gerçekten her Ģeyi Rıhtım için yaptım.
Magicalbronze her Ģeyi berbat ediyordu ve iyi bir yönetici de değildi. Ben de
onun yapamadığını yaparak Rıhtım‘ı daha iyi bir yere getirmeye çalıĢtım.
Hepsi bu.‖
―Tahtımın bu adamın kemiklerinden olmasını istiyorum.‖ dedi Madcap,
ansızın.
―O zaman sen direkleri getir ben de kırbacı hazırlayayım. Bu uzun bir gün
olacak, kemiklere anca ulaĢırız.‖ diye cevapladı Fırtınakıran.
Ġkizler nefretle karĢılarındaki adama bakıyordu. Ellerinde olsa, onu o anda
oracıkta öldüreceklerdi.
―Durun!‖ dedi hiç duymadıkları bir ses.
Arkalarını döndüklerinde Magicalbronze‘u gördüler. Bu defa kendi sesiyle
konuĢuyordu.
―Kayıp Rıhtım yeterince acı çekti. Bunca acı ve eziyetin bir sonu olmalı. Bu
adam, bu korkunç adam, her Ģeyin sorumlusu ama ben herkes bu kadar acı
çekmiĢken onu da aynı acıya mahkum edemem. O yüzden onu ben cezalan-
dıracağım ve cezası bittiğinde ait olduğu yere, Rıhtım‘a geri dönecek.‖
―Sen delirdin mi! Adam tüm krallığını mahvetti, seni bir oyuncak gibi kul-
landı! Sen onu bir süre sonra bağıĢlamaktan bahsediyorsun!‖ Fırtınakıran
bu sözlerle çılgına dönmüĢtü.
76
―Fırtınakıran haklı, böyle saçmalık hiçbir yerde görülmemiĢtir.‖ diye onay-
ladı Black Helen.
―Ama ben bu adamı tanırım ve gerçekten bir Ģeyleri iyileĢtirmeye çalıĢtığı-
na inanıyorum. Tabii kendi doğrularıyla.‖ dedi imalı imalı adama bakarak.
Adamsa rahatsız edici bir biçimde gülümsedi.
―Güç onu delirtti. Olan bu. Ama ben artık sizlerin yardımıyla geri döndüm
ve her Ģey yoluna girecek.‖
―Ah Ģu merhametin…‖ Fırtınakıran bilmiyordu ki bu sözü yıllar boyunca
daha kaç kez söyleyecekti…
Birkaç yıl sonra
Geçen seneler içinde Kayıp Rıhtım eski görkemine ve kutsallığına kavuĢ-
muĢtu. Magicalbronze‘un kendisine yeniden Magical dediği bu yıllarda, ülke
hiç olmadığı kadar üne kavuĢmuĢtu. Artık Kayıp Rıhtım eskisinden daha
meĢhurdu ve insanlar buraya akın akın gelmeye devam ediyordu.
Magicalbronze yardımlarından ötürü kahramanları unutmamıĢtı elbette.
Kendisinden sonra gelen en ileri yönetici olan Amras Ringeril‘in yanına Fırtı-
nakıran‘ı da eklemiĢ ve yönetim kadrosunu büyütmüĢtü. Artık ondan sonra
gelen iki adamının gözleri Rıhtım‘ın üzerindeydi. Paladin Berre, burada ta-
nıĢtığı gerçek paladinlerle yeniden maceralara atılmaya baĢlamıĢ ve Fırtına-
kıran‘dan gelen emirler doğrultusunda hız kesmeden Rıhtım‘da kötülükleri
bir bir temizliyordu.
Cüce Mit, adeta Rıhtım‘ın kralıydı. Magicalbronze gerçek hükümdar olsa
da halk onu o kadar seviyordu ki bazen Magicalbronze‘un önüne geçtiği bile
oluyordu. Madcap, hareketli bir yaĢam sürerek çıkan isyanları bastırmada
akla gelen ilk isim olmuĢtu ve Ģu aralara yeni bir isyanı bastırmakla meĢgul-
dü. Black Helen, büyü güçlerini Rıhtım‘ın huzuru için kullanırken Berre ile
iyi bir takım olmuĢ ve onunla birlikte çeĢitli görevlere katılıp, gücünü sakın-
madan adaleti dağıtıyordu. Darly Opus, kendi deliliğiyle etrafa neĢe saçıp,
Rıhtım‘dakilere öğütler verirken KoyuBeyaz yeni kavuĢtuğu tanrısıyla bütün-
leĢmiĢ ve Rıhtım‘ın gerçek ruhunu anlayan kiĢi olarak en ufak sorunda baĢ-
vurulan yegane kiĢi olmuĢtu. Marius‘a gelecek olursak, her gün baĢka bir
yerde ölü olarak bulunup, tekrar tekrar diriliyordu. Rıhtım‘ın gizemlerini
çözmeye adamıĢtı kendini ve bu uğurda sayısız ölümle karĢılamıĢtı. Malka-
vian ise, Ģatosunu Rıhtım‘a taĢımıĢ ve Seveal ile mutlu bir hayat yaĢıyordu.
77
Tabii bu esnada, Rıhtım‘a girmeye çalıĢan çeĢitli goblin ve trollü, üzerlerinde
bıraktığı diĢ izleriyle gerisin geri sürüyordu da. Magilcabronze ise yeniden
baĢa geçerek iyi bir liderin nasıl olduğunu herkese kanıtlamaya devam edi-
yordu.
Fırtınakıran masasına bırakılmıĢ olan mektubu aldı. Üzerindeki mührü
görünce hafifçe gülümsedi ve mektubu açıp masaya serdi. Mektubu okuma-
dı, sadece pencerenin kenarına yaslanıp dürbünden dıĢarıyı gözetlemeye
baĢladı. Mektubun büyülü olduğunu biliyordu, nasıl olsa az sonra kendi
kendini okumaya baĢlayacaktı. O dürbünle etrafı gözetlerken mektup titredi
ve bir erkek sesi Ģu sözleri söylemeye baĢladı:
Kardeşim,
Son mektubuna cevap vermem zaman aldı, farkındayım. Bunun için her ne
kadar bastırmaya çalıştığımız isyanın etkisi olsa da, beni bilirsin, cevap
vermek için üşenmedim değil.
Doğudaki topraklarımızda Wally‟e karşı yürüttüğümüz saldırı ve şehrin dört
bir yanını saran klon askerlerini kovmakta sona yaklaşmış durumdayız.
Halk umutlu ve bizden desteklerini esirgemiyorlar.
Aslında, yeterince direnmediğini itiraf etmeliyim. Bunun arkasından bir şey
gelecek ya, neyse.
Doğu topraklarımızı kuşatan ve kendini tekrarlayan mesajları sürekli sokak-
larda bağıran klon askerlerin kontrolünü Wally‟den alabilirsem, işte o za-
man sokaklarda haykıracakları mesajları görmeni isterim. Şu sıkıcı günlere
hoş bir renk katabilirim. Ama bunu Magicalbronze‟a söyleme, bilirsin, eğlen-
ce anlayışımız pek uyuşmuyor.
Kısacası, burada her şey çok yoğun, çok hızlı ve, pff, çok sıkıcı.
Her zamanki kadar sıkılıyorum.
Sevgiler,
Madcap
- SON -
78
79
PAPYONLAR
HAVALIDIR! KÜRġAT TOKER
LAUGHĠNG MADCAP
―Gördüğün üzere, tüm bu anomaliler zamanın her yerinde ama tek bir
noktada toplanıyorlar.‖
Ekrandaki tarayıcı evrenin temsili resmi üzerinde gidip geliyor ve evrenin
ortasındaki kırmızı bir noktada duraksayıp yaklaĢık 2 dakikadır yaptığı gibi
taramalarına devam ediyordu. Ekranın altındaki konsoldan ayarlamalar ya-
pıldığında ekrandaki görüntü biraz değiĢiyordu fakat kırmızı nokta aynı yer-
de kalıyordu.
―ĠĢte bak. Milattan önce 5389, bam! Milat, bam! 4,599,234 yılı. Ah, ne yıldı
ama. Ve kırmızı nokta yine orada. River, nasıl fark ettin bunu?‖
―Senin yapmadığını yaptım hayatım. Sadece baktım.‖
Adam sırıttı ve heyecanla merkezi konsolun etrafında dönerek birkaç kolu
çekti, bir tuĢa bastı ve yukarıdan sallanan bir kolu çekti.
―River, seni seviyorum!‖
Kadın ellerini beline koydu ve kafa salladı.
―Hayır, henüz o kısma gelmedik. Sanıyorum o noktaya gidiyorsun?‖
Adam daire Ģeklindeki konsolun öteki tarafına geçip daktilo Ģeklindeki bir
alete bir Ģeyler yazdı.
―Tüm zamanlarda, evrenin ortasında sabit bir nokta! Beni bilirsin, buna
karĢı koyamam.‖
Kadın gülümsemekle yetindi.
80
―Bilirim. Neyse, beni Fırtına Kafesi‘ne geri bıraktıktan sonra oraya gidebi-
lirsin.‖
Adam yaptığı iĢi bırakıp kafasını yana eğdi ve kadına seslendi.
―Sen gelmiyor musun?‖
Kadın cebinden mavi bir defter çıkartıp gösterdi.
―Hayır, Doktor. Bu sefer değil.‖
***
TARDIS – Time and Relative Dimension in Space (Uzaydaki Zaman ve Röla-
tif Boyut) – uzayın ortasında, devasa bir uzay istasyonunun yanına cisim-
lendiğinde Doktor hayal kırıklığına uğradı. Bir kara delik içinde büyük bir
süpernova, iç içe geçmiĢ iki yıldız ya da sıkıĢarak patlayan ve bu enerjiyle
tekrar birleĢen büyük bir gaz bulutu gibi bir Ģey bekliyordu aslında. Ġstas-
yon, daha önce gördüğü hiçbir mimariye sahip değildi ki Doktor‘un görmedi-
ği Ģey yoktu. L Ģeklinde, havada yüzen bir limanı andırıyordu istasyon, fakat
bilinen limanların aksine çok katlıydı. Ġstasyonun yan tarafında büyük harf-
lerle yazılmıĢ bir yazı vardı: Kayıp Rıhtım. Doktor baĢka bir Ģey daha fark
etti, Ġstasyonun en üst katlarındaki ve yan bölümlerdeki silahlar aktifleĢmiĢ-
lerdi ve hepsi de TARDIS‘i hedef alıyordu. Bu mavi kutuya bir çizik bile ata-
bileceklerinden Ģüphe duysa da merakla olacakları bekledi.
Çok beklemesine gerek kalmadı. Bir ses TARDIS‘in içinde yankılandı, bu
mesaj muhtemelen gemiden üzerine doğru gelen askeri birliğin liderinden
geliyordu.
―Kimliğinizi ve burada ne yaptığınızı söyleyin.‖
Doktor, kontrol panelinden sarkan telefonun ahizesini kaldırdı ve cevap
verdi.
―Bir yolcuyum, bu muhteĢem yapıyı görüp merak ettim sadece. ―
Bir anlık sessizlikten sonra askerden otoriter bir cevap geldi.
―ĠniĢ iznin verildi yolcu. Rıhtım‘a kadar sana eĢlik edeceğiz.‖
81
6 tane küçük savaĢ gemisi eĢliğinde TARDIS, Rıhtım‘ın yan tarafındaki
açıklıklardan birisinden içeri girdi ve gemilerin konuĢlandığı geniĢ alana in-
di. Doktor kapıyı açtığında karĢısında kırmızı üniformalı bir birliğin, kendi-
sine doğru silah doğrulttuğunu gördü. TARDIS‘ten dıĢarı çıkarken zararsız
olduğunu göstermek için ellerini yukarıya kaldırdı. O sırada sağ taraftan,
elinde pilot kaskıyla birisi hızlı adımlarla ona doğru geliyordu. Üniformasın-
daki yıldızlara bakılırsa, az önce konuĢan kiĢi buydu.
Adam mavi polis kutusuna ve Doktor‘a yaklaĢtığında duraksadı ve her iki-
sini de uzun bir süre inceledi.
―ġimdiye kadar gördüğüm en komik uzay gemisi bu.‖
Doktor ellerini indirip baĢını iki yana salladı.
―ġĢĢt! Öyle deme, alınır sonra.‖
Adam yavaĢ adımlarla yaklaĢmaya devam etti, ĢaĢırmıĢ görünüyordu.
―Hem bu ne biçim bir kıyafet?‖
Bu sefer alınan Doktor‘du. Adamın bakıĢlarını takip ederek hızla elini pap-
yonuna götürdü ve papyonunu düzeltti.
―Bu papyon. Papyonlar havalıdır.‖
Neden sonra adamın ağzı bir karıĢ açıldı. Doktor‘a iyice yaklaĢıp baĢtan
aĢağı onu süzdü.
―Sen… Sen o‘sun?‖
―Evet. O benim.‖ dedi Doktor göğsünü kabartarak. Sonra duraksadı ve ek-
ledi. ―Kimden bahsediyorsun?‖
―Heykel!‖
Adamın haykırıĢıyla beraber askerler silahlarını indirdiler ve heyecanla
kendi aralarında konuĢmaya baĢladılar. Liderlerinin elini havaya kaldırma-
sıyla hemen sustular. Yine de heyecanları gözlerinden okunuyordu.
Adam elini uzatıp heyecanlı bir Ģekilde Doktor‘un elini sıkmaya baĢladı.
―Ben BinbaĢı Madcap ve sizinle tanıĢmak bir onur.‖
82
Doktor elini zorla adamdan kurtardı ve bir elini adamın omzuna koydu.
―Heykel derken? ―
―Siz O‘sunuz iĢte. Heykel.‖
Doktor kafasını iki yana sallayıp bir ileri bir geri gitmeye baĢladı.
―Hayır. Ben Doktor‘um. Gördüğün gibi kanlı ve canlıyım. Biraz da heye-
canlıyım açıkçası ama bunun konumuzla bir alakası yok. Diğer taraftan,
heykel dediğin Ģey bir Ağlayan Melek ve eğer ondan bahsediyorsan çok bü-
yük tehlikedeyiz demektir. Ağlayan Melek‘ler, sessiz katiller olarak da bilinir,
bu evrendeki en tehlikeli Ģeyler. Ama korkmayın, Doktor burada. ġimdi
plan!‖
Adam Doktor‘u sakinleĢtirmek için bir ileri bir geri giden Doktor‘u omuzla-
rından tuttu. ―Hayır hayır. Ağlayan bir melek falan yok burada. Sizin Kah-
ramanlar Salonu‘nda bir heykeliniz var. Sizi oradan tanıyoruz.‖
Doktor eli çenesinde adamı süzdü ve tekrar konuĢtu.
―O zaman BinbaĢı, beni bana götürün!‖
***
Kahramanlar Salonu, istasyonun en alt katında bulunuyordu. Asansör
kapıları açılıp da BinbaĢı Madcap ile asansörden çıktıklarında Doktor ellerini
kavuĢturup gülümsedi. Burası sadece bir salon değildi, tüm istasyonun bir
katı boyunca geniĢlikte, içinde irili ufaklı binlerce heykel bulunan bir yerdi.
Doktor ve Madcap heykellerin arasından ilerlemeye baĢladılar. Madcap gide-
ceği yeri bildiği için askeri botlarıyla tüm salonu inleterek hızla ilerliyordu
ama Doktor heykelleri incelediği için oldukça geriden geliyordu.
―Bunları kim yaptı?‖
BinbaĢı Madcap geriye dönüp Doktor‘un incelediği bir heykelin yanına gel-
di. Kafasında bir taç, elinde muhteĢem bir kılıç tutan, heybetli bir heykeldi
bu.
―Aslında, biz de bilmiyoruz. Nereden geldiklerini, ne zaman yapıldıklarını,
kimin yaptığını… Hatta heykellerin çoğunu tanımıyoruz bile.‖
83
Doktor eliyle önünde durdukları heykeli gösterdi ve soran gözlerle baktı.
BinbaĢı bilmiyorum dercesine baĢını salladı.
―Kral Arthur! Görüp görebileceğin en cesur adamlardan birisiydi. O kılıcı
taĢtan söküĢü var hele, ne olaydı! Ve ah, Ģuna bak!‖
Kral Arthur heykelinin yanında duran, oldukça sıska, kambur duran, elin-
de koca bir kitap taĢıyan bir adamın heykelini gösterdi.
―Ne kadar da genç gözüküyor, Merlin‘e bak sen.‖
BinbaĢı öksürerek Doktor‘un çocukça sevinmesini kesti.
―Sizin de heykeliniz olduğuna göre, bu heykelleri tanıyabileceğinizi dü-
ĢünmüĢtüm zaten.‖
Doktor heyecanla bir ayağının üstünde döndü ve parmağıyla BinbaĢıyı
gösterdi.
―Ah evet! Benim heykelim! Haydi gidelim!‖
BinbaĢı ve Doktor yaklaĢık 20 dakika boyunca heykellerin arasında ilerle-
diler. Doktor‘un heykeli o kadar da uzakta değildi aslında ama Doktor sık sık
durup heykeller hakkında bir Ģeyler söylüyordu.
―Bu çok ironik olmuĢ. Sezar‘ın heykelinin tam arkasına Brütüs heykeli
koymak, muhteĢem!‖
BinbaĢı‘nın sürekli uyarması ve sinir bozucu, ―Devam edelim.‖leriyle bera-
ber yollarına devam ediyorlardı. Fakat Doktor her üç heykelden birisi için bir
Ģeyler söylediği için bir türlü ilerleyemiyorlardı.
―Spartaküs! Bilinenin aksine sadece Roma Ġmparatorluğu‘na karĢı değil,
Daleklere karĢı da savaĢtı. Bir Dalek karĢısında ben bile onun kadar cesur
değilim.‖
―Ohoho… Napolyon, seni Ģeytan! Normalde çok daha kısa boyludur.‖
―Güzel papyon. Bu kim?‖
BinbaĢı heykelin yanında, tek kaĢını kaldırıp Doktor‘a baktı.
84
―Aah.. Ah evet. Ben. Sürekli değiĢtiğim için…‖ Birden ellerini çırpıp heye-
canla heykelin etrafında döndü. Neden sonra cebinden bir tornavida çıkardı
ve tornavidanın sapındaki kırmızı tuĢa basarak tornavidayı heykelin üzerin-
de gezdirdi. Bu sırada alet garip bir voiy voiy sesi çıkartıyordu.
―Sonik Tornavida…‖ diye kısaca açıklama yaptı Doktor ve heykele dokuna-
rak incelemeye devam etti.
―Ama bu taĢtan… Ve çok eski. Ve ben! Yani tabi ki ben ama aynı ben!‖
Heykeldeki Doktor, elindeki sonik tornavidayı karĢıya tutmuĢ bir Ģekilde
duruyordu. Doktor da heykeliyle aynı pozu vererek karĢısında durdu ve
kahkaha attı.
―Ben buraya nasıl gelmiĢim ki?‖
BinbaĢı kollarını kavuĢturmuĢ, heykele dayanıyordu.
―Biz de bilmiyoruz ama bilen birisini tahmin edebiliyorum. Ġzninizle, sizi
General‘in yanına götüreyim ve orada bu konuyu açıklığa getiririz.‖
Doktor poz vermeyi bıraktı ve sonik tornavidasını cebine attı.
―Önden buyur BinbaĢı.‖
***
ġafak SavaĢı‘ndaki baĢarısından sonra ―Magical‖ olarak da bilinen General
Bronze, odasında oturmuĢ evrak iĢleriyle uğraĢıyordu. YazıĢmaları tamamla-
yıp koltuğunda biraz gerindikten sonra çağrı cihazının ötmesiyle irkildi. Git-
mesi gereken toplantının habercisi olan çağrı cihazını bıkkınlıkla susturduk-
tan sonra odasından çıktı.
General Bronze‘un odası, Rıhtım‘ın en üst katındaydı. Bu katta üst düzey
yöneticilerin ya da büyük misafirlerin odalarının dıĢında, toplantı odaları ve
kontrol odası bulunuyordu. ―Magical‖ Bronze‘un odasının bulunduğu kori-
dorun sonunda, 3 numaralı toplantı odası bulunuyordu ve General‘in gide-
ceği yer de orasıydı. Kapıda nöbet tutan iki askerin selamını baĢıyla onayla-
dıktan sonra içeri girdi.
3 numaralı toplantı odası, diğer toplantı odalarına göre daha küçüktü. Ge-
nellikle fazla önem arz etmeyen, günlük durum raporlarının verildiği ya da
85
birkaç küçük tartıĢmanın yapıldığı, ortada yuvarlak bir masa ve etrafında 12
sandalyenin bulunduğu bir odaydı bu. General içeri girdiğinde toplantı oda-
sına çoktan gelmiĢ olan iki kiĢi ayağa kalkıp selam durdu.
―Buyurun, oturun.‖
General, diğerleriyle beraber sandalyesine oturduktan sonra önündeki
dosyayı açıp inceledi ve günlük raporları okumaya baĢladı. Neden sonra,
sandalyelerin özellikle birisinin boĢ olduğunu fark etti ve okumayı yarıda bı-
rakarak gözlerini boĢtaki sandalyeye dikti.
―BinbaĢı Madcap nerede?‖
Birkaç mırıldanma dıĢında kimseden ses çıkmayınca General bir Ģeyler
söylemek üzere ağzını açmıĢtı ki, toplantı odası mekanik bir sesle açıldı ve
içeriye BinbaĢı girdi.
―General. Toplantıya geç kaldığım ve böldüğüm için özür dilerim ama… Bir
misafirimiz var.‖
General Bronze oturduğu yerde yavaĢça kapıya doğru döndü, sol kaĢı so-
rarcasına havaya kalkmıĢtı.
―General. Bayanlar ve Baylar. KarĢınızda Doktor!‖
BinbaĢı yana çekilerek arkasında dikilen adama yol verdi ve toplantı oda-
sındakilerin Ģimdiye kadar gördüğü en ilginç ―Ģey‖ içeriye girdi.
―Merhaba, merhaba!‖
Kahverengi bir takım elbise, mavi bir gömlek ve kareli papyonuyla, bir çeĢit
palyaço reverans yapıp toplantı odasındakilere el sallıyordu.
―Doktor kim?‖ dedi General Bronze sıktığı diĢlerinin arasından.
―Kesinlikle!‖
Doktor neĢeyle sesin geldiği yere yöneldi ve ĢaĢkın bakıĢlarını üstüne di-
ken General‘in elini sıkmaya baĢladı.
86
―Siz General ―Magical‖ Bronze olmalısınız. ġafak SavaĢı‘nda yaptıklarınızı
duydum, muhteĢem! AĢağıda sizin de bir heykeliniz olmalı aslında ama gör-
düğüm kadarıyla yoktu. Ayıp. Büyük ayıp.‖
General öfkeyle ayağa kalktı ve BinbaĢı‘ya döndü.
―Bir yabancıyı Kahramanlar Salonu‘na mı soktun bir de? Burada neler
döndüğünü hemen anlat Madcap!‖
BinbaĢı sakin bir Ģekilde Doktor‘un koluna girdi ve onu boĢta kalan san-
dalyelerden birine oturttu. Sonrasında tekrar General‘e dönerek durumu an-
lattı. Bugün yaĢananları anlattıktan sonra, salonda bir gürültü koptu. Ġn-
sanlar heykellerden birisinin gerçek halini gördükleri için oldukça heyecan-
lanmıĢlardı. Bu heyecanlı mırıltılara alıĢmıĢ olan Doktor ise, halinden olduk-
ça memnun bir Ģekilde, gülümseyerek sandalyesinde oturuyordu.
―Demek heykeliniz var. Bu daha önce baĢımıza hiç gelmemiĢti. Pekala,
Doktor. Kayıp Rıhtım‘a hoĢ geldin. Ben ve arkadaĢlarım, sizi Rıhtım‘da ko-
naklamaktan onur duyuyoruz. Ġzin verin, sizi arkadaĢlarımla tanıĢtırayım.‖
Ayağa kalkıp masanın sol tarafındaki ilk sandalyede oturan, askeri üni-
forma yerine bir takım elbise giymiĢ, toplantı odasını dolduran insanların
çoğundan daha genç gösteren bir adamın arkasına geçti.
―Bu Amras. Rıhtım‘ın BaĢ Yöneticilerinden.‖
―TanıĢtığımıza memnun oldum Amras.‖ dedi Doktor gülümseyerek.
General bir sonraki sandalyeye geçti. Uzun saçları arkada toplanmıĢ, üni-
formasında birçok ödül taĢıyan yüksek rütbeli bir askerin arkasındaydı Ģim-
di de.
―Albay Fırtınakıran.‖ Doktor‘un soran gözlerini fark edince konuĢmaya de-
vam etti. ―Kendisi Rıhtım‘ı bir elektromanyetik fırtınadan kurtardı; gemisi
―Kırbaç‖ halen o fırtınanın izlerini taĢıyor.‖
Fırtınakıran ciddi bir ifadeyle Doktor‘u selamladı. Doktor kadında River
Song‘un acımasızlığını ve sıcakkanlılığını görüyordu, bu yüzden gülümseye-
rek selama karĢılık verdi.
―Ve BinbaĢı Madcap. Onunla zaten tanıĢmıĢtınız sanırım.‖ Dedi General,
Doktor‘un yanındaki sandalyede oturan adamı iĢaret ederek.
87
―Evet, kendisi çok yardımcı oldu. Fakat böylesine sabırlı ve sakin birisinin
adının neden Madcap olduğunu söylemedi.‖ Doktor soran gözlerle önce Bin-
baĢı‘ya sonra gülmeye baĢlayan Albay‘a ve son olarak gülümseyen General‘e
baktı.
―Siz en iyisi birkaç gün BinbaĢı ile dolaĢın. O zaman anlarsınız.‖
Bir öksürük sesiyle tüm bakıĢlar BinbaĢı‘ya döndü. BinbaĢı rahatsızca kı-
pırdanarak konuyu dağıtmaya çalıĢtı.
―Ben Mit‘e danıĢalım derim. Yani Doktor‘un neden heykelinin orada oldu-
ğunu bilebilecek birisi varsa, o da Mit‘tir.‖
General baĢıyla onayladıktan sonra hemen masanın üzerindeki elektronik
cihazın tuĢuna basıp birkaç emir yağdırmaya baĢladı. Bu sırada Doktor ya-
vaĢça BinbaĢı‘ya doğru eğilip sordu.
―Mit?‖
―Evet, Mit.‖ Dedi kısaca ve ekledi ―Aklındaki soruyu tahmin edebiliyorum.
Evet, kendisi gerçekten de bir mit.‖
Doktor neĢeyle ellerini birbirine kavuĢturdu. Burası tahmin ettiğinden da-
ha zevkliydi.
***
―Aldığımız bir habere göre, Ģu anda Rıhtım‘da çok özel bir konuğumuz
varmıĢ. Durgonath ile Müzikal Saatler‘in sonuna geliyorken, bu Ģarkı konu-
ğumuza gelsin. Evet sevgili dinleyenler, Ģimdi Radiohead‘den –―
―Radiohead mi?‖ dedi Doktor koltuğunda doğrularak. Toplantı odasında,
olayı çözecek kiĢi olan ―Mit‖i bekliyorlardı ve General, konuğu sıkılmasın di-
ye Radyo‘yu açmıĢtı. Doktor ĢaĢkın bakıĢlar içinde ayağa kalkıp sorusunu
yeniledi. ―Radiohead mi!?‖
ġarkı girince neĢeyle ellerini çırptı. ―Radiohead! Tanrıya Ģükür, Justin Bie-
ber ve türevlerinin müziği katledeceğini düĢünüyordum.‖
Toplantı odasındakilerin bakıĢları değiĢmeyince, gerekli açıklamayı yaptı.
88
―Yani 2010‘lu yıllarda öyle müzikler dinledim ki, bir daha müzik dinleme-
me kararı aldım. 4.000.000 yılında, Dünya‘nın 12. kolonisinin 2000. yıl kut-
lamalarında müzik çalmasın diye koloni meydanını havaya uçu-ehm. Ne
günler ama, heh.‖
Doktor sandalyesine tekrar oturup az önce yaramazlık yapmıĢ çocuk gibi
kıpırdamadan dururken toplantı odasındakiler mekanik bir ses eĢliğinde açı-
lan kapıya doğru döndüler.
Ġçeri giren adamın ilk bakıĢta en çok dikkat çeken Ģeyleri gözlükleriydi.
Ancak bu bir yanılsamadan ibaretti, çünkü insanların dikkatini çeken o göz-
lük değil, arkasındaki bir çift gözdü. 30‘lu yaĢlarda görünüyor olmasına
rağmen, gözleri binlerce yılın yükünü taĢıyordu. Nispeten atletik bir vücuda
sahip olmasına rağmen kambur duruyordu. Hareketleri aynı zamanda hızlı
ve yavaĢtı. BakıĢları etrafa öylesine bakıyormuĢ gibi seriydi ancak o bakıĢla-
rın her milisaniyesinde bir anlam yüklüydü. Adam normal bir kıyafet giymiĢ-
ti; bir pantolon ve sol göğüs tarafında KR amblemi olan bir gömlek. Saçları
özenle kesilmiĢ gibi dursa da dikkatli bakıldığında saçlarına kimse yıllardır
dokunmamıĢ gibiydi. Kısacası adam hem genç hem de kadim gözüküyordu
ve bu görünüĢ Doktor‘a çok yakın birisini hatırlatıyordu; Kendisini.
Adam içeri girer girmez Doktor ayağa fırladı ve gözlerini büyükçe açarak
adamı inceledi. Etrafında dönüp, ensesine dokunduktan sonra kollarını ka-
vuĢturup adamın etrafında dönmeye baĢlayan Doktor sonunda durup ada-
ma döndü.
―Bu imkânsız!‖
Sonradan aklına gelmesine kızmıĢ gibi eliyle kendi kafasına vurdu ve ce-
binden sonik tornavidasını çıkartıp onunla Mit‘i inceledi.
―Sen Zaman Lordu musun?‖
Mit tüm bu olanlar sırasında sadece gülümsüyordu. Uzun zamandır bek-
lediği bir soruyu duymuĢçasına gülümsemesi geniĢledi ve kafasını salladı.
―Hayır, bunu daha önce de sormuĢtun.‖ Duraksayıp kafasını kaĢıdı. ―Ya da
soracaksın. Söz konusu sen olunca iĢler biraz karıĢık oluyor.‖
89
Doktor sonik tornavidasını tekrar cebine koyup yavaĢça Mit‘e yaklaĢtı.
Gözlerini kısmıĢtı ve milyonlarca parçalık bir bulmacanın en önemli parçası-
nı yakalamak üzereymiĢ gibi gülümsüyordu.
―Biz… Biz daha önce karĢılaĢmıĢ mıydık?‖
Mit ellerini iki yana kaldırıp dudaklarını büktü.
―Ben karĢılaĢtım. Sen karĢılaĢacaksın. Dediğin gibi, bu zaman denen Ģey
garip bir ―zamanzingo‖.
Doktor kafasını sallayıp diğerlerine döndü. Suratında, az önceki gibi, ya-
ramazlık yapmıĢ bir çocuğun ifadesi vardı.
―Zamanzingo mu? Ben öyle bir Ģey demedim.‖
Mit kısaca, ―Henüz.‖ dedi ve toplantı odasının bir ucunda bulunan kütüp-
haneye doğru ilerledi.
―ġimdiii, bakalım nereye koymuĢtum. YaklaĢık bu yıllarda ortaya çıkacağı-
nı söylemiĢtin, o yüzden bir iki ay önce onu buraya bir yere saklamıĢtım
ama… Heh, buldum!‖
Mit kalınca bir kitabı rafların arasından çıkarttı ve toplantı masasının üs-
tüne koydu.
―Heykelin hikâyesini öğrenmek istiyorsun.‖
Ses tonunda bunun bir sorudan çok yıllardır bilinen bir gerçek olduğu
vurgusu vardı. Kitabın kapağını çevirip okumaya baĢladı.
“Yeni Tema‟dan Sonra 1499 yılı. Ben Mit ve bu satırları büyük bir acıyla ya-
zıyorum. Kral Bronze zor durumda ve korkarım kimse ona yardım edemez.”
Doktor elini kaldırıp Mit‘i durdurdu.
―Bu büyük büyük büyük büyük büyük büyük dedenin yazdığı kitap mı?‖
Doktor‘un suratındaki kurnaz ifade, aslında sorunun cevabını bildiğini
gösteriyordu.
―Hayır, benim.‖
90
Doktor neĢeyle ellerini çırpıp etrafında döndü. ―Aha! Biliyordum!‖ Heyecan-
la Mit‘in omuzlarından tutup kafasını Mit‘in kafasına dayadı. ―Sen… Kim-
sin!?‖
Mit yavaĢça kendisini Doktor‘dan kurtardı ve gözlüğünü düzeltti. ―Göre-
ceksin. Neyse, devam ediyorum.‖
―Aaaaaaah!‖ diye yükselen çığlık, toplantı odasındakilerin yerinde sıçrama-
sına neden oldu. Doktor hızla kitabı kapattı ve masanın üstünden kaldırıp
yere fırlattı. General silahını çekmeye hazırlanan Albay Fırtınakıran‘ı dur-
durdu ve BinbaĢı Madcap‘e, ―Senin bulacağın adam böyle olur.‖ gibisinden
bir bakıĢ attı.
―SPOILER!‖ diye kükredi Doktor ve toplantı odasını hızla terk etti.
―N- Nereye gitti bu adam? BinbaĢı!‖
BinbaĢı Madcap, General Bronze‘un emriyle tam odadan çıkacaktı ki Mit‘in
elini kaldırmasıyla olduğu yerde kaldı.
―Gerek yok Madcap. Nereye gittiğini biliyorum.‖
Yerden kitabı kaldıran Mit, tekrar masaya koydu ve kapağını açtı.
―Bizi kurtarmaya gitti. Hangi yıla gitmesi gerektiğini az önce benden duy-
du. Muhtemelen çoktan TARDIS‘ine atlayıp bize yardım etmeye baĢlamıĢtır.
Aynen kendisinin de söylediği gibi, buna dayanamıyor.‖
Uzun, hatta fazlasıyla uzun yıllar boyunca maruz kaldığı o soran bakıĢlara
gülümseyerek karĢılık verdi.
―Kendisi geçmiĢ yıllarda karĢılaĢtığımızda bana öyle demiĢti; Kitabı oku,
spoilerlardan nefret ederim. Dayanamayıp kendim gelirim.‖
Kitabın birkaç sayfasını daha çevirip aradığı yeri buldu, öne düĢmüĢ göz-
lüklerini tekrar yerine oturttuktan sonra bir sandalyeye oturarak toplantı
salonundakilere okumaya baĢladı.
―Hmm burasını geçtik ve hah. Devam ediyorum. Gökyüzünü yarıp gelen
mavi bir kutu ve bunun içinden çıkan garip kıyafetli bir adam. Bugün daha da
ilginç bir hal alamazdı derken, adam ki kendisine Doktor diyor, beni tanıdığını
iddia etti. Buraları geçiyorum, sayfalarca TARDIS‘i anlatmaya çalıĢmıĢım.
91
Mavi kutu iĢte, neyse. Hah. Rin krallığının bencil kralı Whu‟nun yağmacı or-
dusu sınırlarımıza dayandı. Kral Whu bu sefer bizi tamamen bitirmek için sal-
dırıyor. Bu Whu çok çirkindi. Klasik bir pozu vardır onun, tahtta bile öyle
oturur. O Ģekilde heykelini yapacaklardı, ibret olsun diye. Ġzin vermedim.
Neyse. Komutan Malkavian önderliğinde Düşler Ovası‟nda büyük bir zafer ka-
zanıldı. Ne adamdı ama. Ulubatlı Marius, tüm o yaralarına rağmen kaleyi tek
başına savundu. Bir insana en fazla kaç tane ok saplanabilir ki? Ruhban Ko-
yubeyaz‟ın duaları, beklediğimiz gibi olmasa da fazlasıyla işe yaradı. Yaralı-
ları iyileĢtirmesi için tanrılarına dua etmiĢti. Gökten yağan o yıldırımları dün
gibi hatırlıyorum. Ve böylece, yardımlarından dolayı heykelini yapmaya karar
verdik. Burayı da geçiyorum. Altı üstü bir papyon, neden bu kadar büyütüyor
ki? Ve evet, bu cümlenin üstü çizilmiĢ, yanında ―Papyonlar havalıdır!‖ yazı-
yor. Bu kitabı ne pahasına olursa olsun korumamı ve zamanı geldiğinde top-
lantı odasındaki raflara yerleştirmemi söyledi. Beni tekrar gördüğünde, bu
kitabı okumalıymışım. Neden bahsettiği hakkında hiçbir fikrim yok. Aah, ne
adam ama.‖
Kitabı kapatıp yanına aldı, gözlüğünü çıkarttı ve yavaĢça odadan çıkmaya
hazırlandı. Bu sırada toplantı odasında herkes ĢaĢkın bir Ģekilde öylece du-
ruyordu. Kimse az önce neler döndüğünü tam anlamıyla kestiremiyordu.
Herkes adı geçen bir sürü karakterin kim olduğunu hatırlamaya çalıĢıyor, en
önemlisi de bunun nasıl mümkün olduğunu anlamaya çalıĢıyordu.
―Sen… kimsin?‖ Sessizliği general bozdu.
Mit önce duraksadı. Sonra yavaĢça arkasını döndü ve gözlerinin ucuyla
toplantı odasındakileri süzdü. Gözlüğünü yavaĢça taktıktan sonra soruya
cevap verdi.
―Ben Mit.‖
- SON -
92
KAYIP RIHTIM’DA BİR YABANCI
M. ĠHSAN TATARĠ MĠT
Soğuk ve karanlık bir geceydi. Uzun ve dar bir patika gecenin karanlığına
doğru kıvrıla kıvrıla gidiyordu. Patikanın üzerindeyse yalnız bir yolcu ürkek
gözlerle etrafına bakınarak ilerlemekteydi. KaybolmuĢtu… Elindeki kitaba
sımsıkı sarılmıĢtı ve soğuktan tir tir titriyordu yolcu. Harry Potter‘ın son cil-
diydi tuttuğu. Onun için çok Ģey ifade ediyordu bu kitap. Çünkü fantastik
edebiyatla ilk tanıĢması bu seriyle gerçekleĢmiĢti ve bu yeni türü çok ama
çok sevmiĢti. Kendini fantastiğin derin ve renkli sularına bırakarak bir çırpı-
da tüm seriyi okumuĢtu. Ama her güzel Ģey gibi bu serinin de bir sonu vardı
ve o son çok çabuk gelmiĢti yolcunun yanı baĢına. Ama kolay kolay bu tür-
den kopmaya niyeti yoktu. O yüzden yeni arayıĢlar içerisinde kendini fantas-
tik diyarların gizemli topraklarına atıvermiĢti. Fakat düĢünemediği bir Ģey
vardı. Bu diyarlar çok geniĢti ve yolunu bilmeyen birinin burada kaybolması
an meselesiydi. Tıpkı Ģu anda kendisinin de kaybolduğu gibi…
Derken uzaklarda bir yerde yanan bir ıĢık takıldı gözüne. Hızla o yöne doğ-
ru baktı fakat parlak ıĢık geldiği hızla yok olmuĢtu. Bir an için hayal görüp
görmediğinden emin olamayarak o yöne bakakaldı yolcu. Ardından bir kez
daha gördü parlak ıĢığı… AnlaĢılan kısa aralıklarla yanıp sönen cinsten bir
ıĢıktı bu. Neydi acaba? Durmak bilmeksizin çalıĢan cücelerin madenlerinden
biri miydi? Yoksa ateĢ saçan bir ejderhanın ölümcül nefesi mi? Aklına yapa-
cak baĢka bir Ģey gelmediğinden o yöne doğru yürümeye baĢladı yavaĢça.
Yürüdükçe dingin dalgaların sessiz çırpınıĢları çalındı kulağına.
Çok fazla gitmemiĢti ki patikada baĢka biriyle karĢılaĢmak üzere olduğunu
fark etti. Parlak zırhları içinde oldukça mağrur görünen, uzun saçlı, kırmızı
pelerinli biriydi bu. Kılıç yerine bir kamçı taĢıyordu ve sırtı dönük olduğun-
dan henüz yolcuyu fark etmemiĢti. Yolcu, zırhlı kiĢiye usulca yaklaĢtı ve ―M-
Mer-Merhaba bayım.‖ dedi ürkekçe.
93
Zırhlı ardından gelen çekingen sesi duyunca yavaĢça döndü ve ―Merhaba.‖
dedi. Yolcu karĢısındaki kiĢiye ĢaĢkınlıkla bakakaldı. Elinde tuttuğu kitap
yavaĢça elinden kayarak düĢerken ağzı da bir karıĢ açılmıĢtı. Çünkü az önce
bayım diye hitap ettiği Ģövalye aslında bir bayandı.
―B-be-ben çok özür dilerim bayım! ġey yani… Bayan! Ben sizi Ģey sanmıĢ-
tım da… Hani öyle zırhlar içinde falan görünce.‖ diye kekeledi yolcu.
―Eh, sorun değil. Bu ilk defa olmuyor.‖ dedi hafifçe gülümseyen Ģövalye.
Ardından eğilerek yerdeki kitabı aldı ve yolcuya uzattı. ―Kitabına iyi bak. On-
ların yeri baĢımızın üstüdür, ayaklarımızın dibi değil.‖
―TeĢekkür ederim.‖ diye mırıldandı yolcu, kitabı alırken. ―Siz de mi kaybol-
dunuz?‖
―Kayıp mı? Hayır, hayır.‖ diye güldü Ģövalye. ―Aksine ben burada sana ve
senin gibi bu diyarlarda yolunu kaybetmiĢ ve devam etmek için nereye gide-
ceğini bilemeyen yolculara yol göstermek için varım. Yalnız da değilim üste-
lik. Rıhtım‘da benim gibi pek çok arkadaĢım daha var.‖
―Rıhtım mı, hangi rıhtım? Yalnızılar Rıhtımı mı yoksa?‖
―Kayıp Rıhtım tabi ki…‖ diye cevapladı Ģövalye, tek eliyle ileride bir yeri
iĢaret ederek. ―Fantastik Diyarlar‘a giden tüm yollar Rıhtım‘dan geçer.‖
Tam o esnada uzaklardaki parlak ıĢık bir kez daha parladı ve hem Ģöval-
yenin hem de yolcunun yüzünü aydınlatıverdi. Yolcu o anda hayretle Ģöval-
yenin gösterdiği yönde, denizin üzerinde uzanan bir baĢka patika daha oldu-
ğunu gördü. Yolun sonunda küçük ama sevimli, gizemli fakat davetkâr bir
ada görünüyordu hayal meyal. Adanın tam ortasındaysa oldukça kadim bir
deniz feneri vardı. IĢık buradan geliyordu iĢte.
―Vay canına!‖ dedi yolcu. ―Yolun sonundaki ıĢık dedikleri bu mu yoksa?‖
―Tabi ki hayır.‖ dedi Ģövalye gülerek. ―Kayıp Rıhtım orası iĢte, ben de ora-
nın yöneticilerinden biriyim. Tüm diyarların birleĢtiği yer… Orası senin gibi
fantastik edebiyata gönül vermiĢ kiĢilerle dolu. Sevdiğin seriler hakkında pek
çok bilgiye ulaĢabileceğin gibi hiç tanımadığın baĢka evrenlere, baĢka mace-
ralara açılan kapılar da bulabilirsin orada. Tabi gitmek istersen…‖
94
―Kulağa harika geliyor doğrusu.‖ dedi yolcu bir patikaya bir de Ģövalyeye
bakarak. Ardından gülümseyerek baĢını salladı ve ―Gideceğim.‖ dedi kararlı-
lıkla.
―O zaman giriĢe kadar yanında yürüyeceğim yolcu.‖
Ġlk adımlarıyla birlikte yolun üzerindeki sis dağılıverdi ve etraflarını altın
rengi, parlak bir ıĢık sarmaladı ikilinin. IĢık onları yıkadıkça yolcu etrafında
garip sesler duymaya ve değiĢik görüntüler görmeye baĢladı. Fakat hiçbiri
korkunç değildi, aksine heyecan verici Ģeylerdi. Bir an oldukça kadim bir
savaĢ alanında, zafere koĢan atlılar görüyordu bir an sonraysa gelecekte, ha-
yal dahi edemeyeceği teknolojik harikalardan oluĢan evrenler.
Onlar yürüdükçe önlerindeki ada biraz daha görünür oldu. Büyücülük ku-
lelerine benzer yüksek yapıları, kadim deniz fenerini, sahili boydan boya
kaplayan geniĢ iskeleleri ve limana demirlemiĢ gemileri rahatça görebiliyor-
lardı artık.
―MuhteĢem görünüyor.‖ diye fısıldadı yolcu, Ģövalyenin pelerinine basma-
maya dikkat ederek yürürken.
Derken patika birdenbire sona erdi ve kendilerini çift kanatlı, demir par-
maklıklı devasa bir kapının önünde buldular. Kapılar altın kaplamaydı ve
ardına kadar açıktı. GiriĢin yanındaysa ufak ama gösteriĢli bir tabela vardı.
Üzerinde Ģöyle yazıyordu:
“Kayıp Rıhtım,
Fantastik edebiyatta kaybolanlara…”
ġövalye, yolcunun yazıyı okumakta olduğunu fark edince dostane bir bi-
çimde omzuna vurdu.
―Eh, ‗kaybolanlara‘ diyor ama içeriye giren kimse artık kayıp değildir dos-
tum.‖ dedi gülümseyerek.
―TeĢekkür ederim.‖ dedi yolcu, minnettarlıkla ona bakarak. ―Daha adınızı
bile bilmiyorum.‖ diye ekledi ardından.
Durmadan dönüp etrafı aydınlatan fenerin ıĢığı bir kez daha yolcuyla Ģö-
valyenin yüzüne vurdu ve o esnada Ģövalyenin ismi dudaklarından serbest
kaldı; ―Fırtınakıran.‖
95
―TeĢekkür ederim Tırpanakaçan.‖
―Adım Fırtınakıran… Dalgakıranın fırtınaya uyarlanmıĢ hali.‖
―Ha… Tamam. ġey… Memnun oldum o zaman.‖ dedi yolcu ve kendisine
uzatılan eli samimiyetle sıktı.
―Umarım iyi vakit geçirirsin. Bu arada dikkat et de dürbünle gözetleyenlere
yakalanma.‖ dedi Fırtınakıran gizleyemediği bir sırıtıĢla.
―Neye yakalanmayayım neye?‖ diye sordu yolcu.
Fırtınakıran ise sadece ―Göreceksin.‖ demekle yetindi ve yeni yolcular
bulma ümidiyle oradan uzaklaĢtı.
Yolcu kitabını sıkıca kavradı. Ardından derin bir nefes alarak kapıya dön-
dü ve rıhtımdan içeri ilk adımını attı.
***
Her iki yanı yeĢil ağaçlarla kaplı dar bir patikaydı ilk karĢısına çıkan. Yo-
lun her iki kenarına alçak, beyaz duvarlar inĢa edilmiĢti. Yolun hemen sa-
ğındaki tek katlı taĢ yapı görünürdeki yegâne binaydı.
―Merhabalar yolcu.‖ diye seslendi biri, henüz birkaç adımdan fazlasını at-
mamıĢken.
Sesin geldiği yöne baktığında yeĢil pelerinli, siyah çizmeli bir adamla karĢı-
laĢtı. Adam pelerinine sıkıca sarınmıĢtı ve baĢlığını iyice aĢağı çektiğinden
yüzü tam olarak seçilemiyordu. Alçak duvarlardan birinin üzerine rahatça
kurulmuĢ bir Ģekilde yolu gözlüyor, bir taraftan da keyifle piposunu tüttürü-
yordu.
―ġey… Merhaba.‖ dedi yolcu, tereddütle.
Adam çevik bir Ģekilde duvardan atlayıp uzun adımlarla yolcuya yaklaĢtı.
―Kayıp Rıhtım‘a hoĢ geldin yabancı. Bana Bolgezer derler. Bir kolcuyum‖ de-
di elini uzatarak.
―Bolgezer mi? Garip bir isim.‖ dedi yolcu, uzatılan eli çekinerek sıkarak.
96
―Evet, öyle de denebilir. Dostlarımsa bana Amras Ringeril diye hitap eder.
Rıhtım yöneticilerinden biriyim. Aramıza hoĢ geldin.‖
―HoĢ bulduk Tamgaz Bingeril.‖
―ġey… Amras olacaktı. Her neyse… Yoldan geçen bir yolcu musun yoksa
kalıcı olmaya mı geldin?‖
―Aslında buna henüz karar vermedim. Önce bir etrafı gezmeyi düĢünüyor-
dum, sakıncası yoksa elbette…‖
―Tabi ki yok. Eğer fikrini değiĢtirirsen Karn Aduamin hemen Ģu tarafta.‖
dedi kolcu, eliyle giriĢin hemen yanındaki tek katlı yapıyı iĢaret ederek.
―Karın… Ne?‖
―Karn Aduamin… Yani kadim büyülü aynamız.‖
―Kelid aynası gibi mi yani?‖ diye sordu yolcu, elindeki Potter kitabına he-
vesle sarılarak.
―Öyle de denebilir fakat bizimkinin iĢlevi biraz daha farklı. KarĢısına geçip
kendin için seçtiğin adı söylüyorsun ve o andan itibaren tüm Rıhtım seni o
isimle tanımaya baĢlıyor. Aksi takdirde sadece bir yolcu olarak kalırsın. O
takdirde de etkinliklerimizi izleyebilir ama katılımda bulunamazsın.‖
―Hmm…‖ dedi yolcu, ―Bunu bir düĢüneceğim. Ama dediğim gibi, önce bir
dolaĢıp etrafı görmek istiyorum.‖
―O halde yol sizindir, saygıdeğer yolcu.‖ dedi Amras, kenara çekilip zarif bir
reveransla yolu açarken. Yolcu beceriksiz bir biçimde eğilerek bu selama
karĢılık verdi.
Tam o esnada mikrofon cızırtısına benzer bir ses duyuldu gökyüzünde.
Yolcu hızla etrafına bakındı ama yakınlarda ne bir direk ne de hoparlör gö-
remedi.
―Büyü.‖ diye fısıldadı Amras Ringeril, yolcunun soran bakıĢlarıyla karĢılaĢ-
tığında. ―Rıhtımın efendisi bir duyuru yapmak üzere.‖
―Dikkat, dikkat!‖ dedi büyüyle yükseltilmiĢ ses, yankılı bir biçimde.
―Sheqer_cocuq isimli üyemiz, güzel Türkçemizi kötüye kullanmaktan ve bu
97
davranıĢındaki ısrarından dolayı süresiz olarak sınır dıĢı edilmiĢtir. Bilgini-
ze!‖
Ardından mekanik bir tıkırtı duyulmaya ve zemin hafifçe sarsılmaya baĢ-
ladı. Yerin altından devasa boyutlarda bir mancınık yükseliyordu gökyüzüne
doğru yavaĢ yavaĢ. Mancınığın üzerinde birinin olduğunu gördü yolcu, hayal
meyal.
―Bıraqın beni yha! Ġstediiim gibi qonusurum, kimse bana krĢmz!‖ diye ava-
zı çıktığı kadar bağırıyordu mancınığın üzerindeki kiĢi. Devasa teçhizat yük-
seliĢini tamamladığında gümbürtüyle durdu, geriye doğru iyice gerildi ve hız-
lı bir atıĢla üyeyi Rıhtım sınırlarının dıĢına gönderdi.
―Hayııııııır!‖ diye bağırıyordu sheqer_cocuq, gökyüzünde kontrolsüz bir Ģe-
kilde süzülürken. Ufukta küçücük bir nokta haline gelip kayboluncaya ka-
dar ardından bakakaldı yolcu.
―Hehehe…‖ diye kıkırdadı büyülü ses keyifle. Sonra da mikrofonun hâlâ
açık olduğunu anımsayarak bir ―Ups!‖ dedi panikle. Ardından ses baĢladığı
gibi aniden sona erdi.
―Bu da neydi?‖ diye sordu yolcu, merak ve endiĢe karıĢımı bir duyguyla.
―Önemli değil, cezayı hak eden biri sadece.‖ diye geçiĢtirdi Amras. ―Rıhtım
özgür bir yer elbette ama baĢkalarına saygı göstermediğin sürece burada ye-
rin yoktur. Bir de Türkçeye tabi…‖
―Anlıyorum.‖ dedi yolcu.
―Çok da fazla bir Ģey istemiyoruz, değil mi?‖
―Sanırım hayır. ġey… Ben devam edeyim o zaman.‖
―Elbette. Ġyi eğlenceler dilerim.‖ dedi Amras.
Bunun üzerine Rıhtım‘ın derinliklerine doğru ilerleyen patika üzerinde ye-
niden yol almaya baĢladı yolcu. O yürürken kolcu da az önceki yerine geri
döndü ve kendi kendine bir Ģarkı mırıldanmaya baĢladı;
“Yol hiç bitmez, uzar gider,
başladığı kapıdan.
98
Az gittik, uz gittik ama
gücüm yettikçe yola devam.
Bacaklarım yorulsa da
yürürüm varana dek anayola.
Yollarla işler birleşir orada,
bilmem yolculuk sonra ne yana.”
***
Yolcu, Kayıp Rıhtım‘ın ilginç bir yer olduğunu tahmin ediyordu zaten. Ama
böylesine muazzam bir mekânla karĢılaĢacağını hayal dahi etmemiĢti. Patika
biter bitmez geniĢ, daire Ģeklinde bir meydanda bulmuĢtu kendisini. Yerler
taĢ döĢeliydi ve pek çok farklı yol bağlanıyordu bu meydana. Yolların her iki
yanında çeĢit çeĢit binalar, kuleler, parklar, havuzlar ve bahçeler vardı. Bun-
ların kimi Orta Çağ yapılarını andırırken kimi günümüze kimiyse geleceğe
aitmiĢ gibi görünüyordu. BakıĢlarını yukarı kaldırdığında gökyüzünde gezi-
nen uçan balonlar, küçük zeplinler, uçan halılar, süpürgeler ve birkaç uzay
gemisi çarptı gözüne. Rıhtım‘daki en yüksek yapıysa kadim deniz feneriydi.
Tam meydanın ortasında, üzerinde onlarca ok yerleĢtirilmiĢ bir yön tabela-
sı vardı. Okların her biri değiĢik bir doğrultuyu gösteriyordu ve hepsinin üze-
rinde Kurgu Ġskelesi, Swoop-race pisti, DüĢler Limanı, Quidditch sahası, Öy-
kü Seçkisi meydanı, Shire, Fantastik Diller Okulu, Kenderyurdu, Yolgeçen
Hanı, Lothlórien, Liman Kütüphanesi, Son Yuva Hanı ve Dipsiz Konak gibi
pek çok enteresan isim vardı. Yolcu baĢını kaĢıyarak tabeladaki isimlere
baktı, sonra tekrardan baĢını kaldırıp deniz fenerine göz attı. Ne yöne gitmesi
gerektiğinden emin olamadığından fenere gittiğini düĢündüğü yollardan biri-
ne rastgele dalıverdi.
Uçan kaykaylar üzerinde gezen bir grup genç geçti yanından. Hani Ģu Ge-
leceğe DönüĢ filmindeki kaykaylardan… Hemen karĢısında bir grup sakallı
cüce kendi aralarında hararetle tartıĢarak yürümekteydi. Duvarlardan birin-
de ―Kayıp Rıhtım; kenderlere kucak açan tek ülke!‖ yazan bir afiĢ gördü. Te-
pesinden bir Zümrüdüanka kuĢu geçti uçarak, o billur sesiyle öterken. Zırhlı
Ģövalyeler, ninjalar, cüceler, astronotlar, samuraylar, kovboylar, büyücüler,
elfler ve buçukluklar her yanındaydı. Fırtınakıran burası için tüm diyarların
birleĢtiği yer derken abartmamıĢtı anlaĢılan.
99
Tam bir köĢeyi dönmüĢtü ki beyaz zırhları içinde iki asker yolunu kesiver-
di. Yolcu onları tanımıĢtı. Star Wars filmlerindeki imparatorluk askerleri yani
Stormtrooperlardı bunlar.
―Dur!‖ dedi Stormtrooperlardan biri. ―Nereye gittiğini sanıyorsun?‖
―Ben…‖
―Adın ne senin?‖ diye sordu bir diğeri, elindeki lazer tüfeğini yolcuya doğru
sallayarak.
―ġey…‖
―ġey mi? Hiç böyle saçma bir isim duymamıĢtım! Kimliğini göster.‖
Yolcu ne yapacağını bilemez bir Ģekilde karĢısındakilere bakarken arka-
sından gelen bir baĢka ses duydu.
―Onun kimliğini görmeye ihtiyacınız yok.‖
Üçü birden yeni gelenin kim olduğunu görmek için o yöne döndü. Jedi kı-
yafetleri içerisinde, top sakallı, hafif çekik gözlü bir delikanlıydı bu.
―Sen de kimsin?‖ dedi askerlerden biri aksi bir tavırla.
―Size onun kimliğini görmeye ihtiyacınız yok dedim.‖ diye yanıtladı Jedi,
bir elini askerlerin yüzüne doğru yavaĢça sallayarak.
―Ah, haydi! Yine mi Ģu sahne?‖ diye söylendi ilk asker. ―Hep aynı numarayı
yapıyorsunuz ama. Haksızlık bu!‖
―Senaryonun akıĢını bozmak uğursuzluktur. 40 yıl Death Star‘da paspas
atarsınız sonra.‖ dedi Jedi, iĢaret parmağını sağa sola sallayarak.
―Öf! Tamam, tamam.‖ dedi Stormtrooper mutsuzca. ―Onun kimliğini gör-
meye ihtiyacımız yok.‖
―O sizin aradığınız droid değil.‖
―O bizim… Ne? Bu nasıl bir saçmalık böyle? Elbette ki o bir droid değil!‖
―Senaryoyu bozma!‖ dedi Jedi, hiç istifini bozmadan.
100
―Peki, peki…‖ dedi Stormtrooper boynunu bükerek. ―O bizim aradığımız
droid değil.‖ diye ekledi ardından, baĢını memnuniyetsiz bir biçimde iki yana
yatırarak.
―Devam edin.‖
―Devam edin, devam edin.‖ dedi Stormtrooper ve iki asker söylene söyle
uzaklaĢtı.
―TeĢekkür ederim.‖ dedi yolcu. ―Siz olmasaydınız ne yapardım bilemiyo-
rum.‖
―Sorun değil.‖ diye yanıtladı Jedi savaĢçısı, ellerini elbisesinin yenlerine
sokarak. ―Adım Hurin.‖
―Memnun oldum efendim. Bir Jedi için alıĢılmadık bir isminiz var doğru-
su.‖ dedi yolcu.
―Silmarillion‘dan bir isim, daha önce duymuĢsundur mutlaka.‖
―Aslına bakarsanız duymadım. Nedir o, bir kitap mı?‖
―Anladığım kadarıyla bu diyarlarda yenisin yabancı. Silmarillion‘u sadece
basit bir kitapmıĢ gibi nitelendirdiğine göre…‖ dedi Hurin, aksi bir tavırla.
―Neyse ki doğru yere gelmiĢsin. Burada aradığın her türlü bilgiye rahatça
ulaĢabilirsin. Nereye bakman gerektiğini biliyorsan tabi…‖
―Öyle umuyorum. Siz buranın efendilerinden biri misiniz?‖
―Ben mi? Hayır… Efendi, kral, baĢrahip, padiĢah, sultan, han, hakan
sökmez buralarda bize. Biz zorlu tiplerizdir, binlerce fırtınadan kurtulup bu
rıhtıma ulaĢtık çok zaman önce. Kaptanımız ise büyük fırtınadan kurtulan
ilk kiĢidir. Yani Kayıp Rıhtım‘a demir atan ve burayı inĢa eden Magicalbron-
ze…‖
―Necikıl?‖
―Magicalbronze…‖
―Hmm, tamam. Bir bakalım; Magicalbronze, Amras Ringeril, Fırtınakıran,
Mümin…‖
101
―Hurin!‖
―Ay, Ģey… Hurin… Gerçekten de çok değiĢik isimleriniz var.‖
―Bunlar takma isimler. Mesela Magicalbronze‘un gerçek ismi Hakan‘dır.‖
―Hakan mı? Az önce bize han, hakan sökmez dememiĢ miydiniz ama?‖
―ġey… Öyle mi dedim? ġĢĢt, çaktırma.‖ dedi Hurin, telaĢlı gözlerle etrafına
bakınarak. Neyse ki kimse onları dinliyormuĢ gibi görünmüyordu.
―Kimse yanılgıya düĢmesin. Eğer ki bu rıhtımda yaĢıyorsak bunu Kaptan
Magicalbronze, Ġkinci Kaptan Amras Ringeril ve diğer görevlilere borçluyuz.
Bense rıhtım küçük bir topluluk olduğu zamanlardan beri burada olan bir
Edain beyiyim sadece. Kral olmakta gözüm yoktur. Sadece Rıhtımın güvenli-
ğini ve geliĢimini düĢünürüm.‖
―Ben bir Jedi olduğunuzu sanmıĢtım oysa.‖
―Öyleyimdir de. Aynı anda birden fazla evrene gönül vermenin cabası. Bi-
raz karıĢık bir mesele…‖ diye geçiĢtirdi Hurin.
―Eh, yardımınız için teĢekkür ederim o halde.‖
―Rica ederim. Ġlk defa birisi anlatmak istediğimi kırılmadan anladı. Aramı-
za hoĢ geldin.‖ dedi Hurin ve yürüyerek uzaklaĢtı.
***
Yolcu henüz çok gitmemiĢti ki bir köĢeyi döner dönmez uzun ve geniĢ bir
iskeleyle karĢılaĢtı. ―Kurgu Ġskelesi‖ yazıyordu hemen giriĢindeki yüksek ta-
belada. Merakla o yöne doğru yürümeye baĢladı. Ġskele L Ģeklinde uzanıyor-
du ve her iki yanında kırk beĢ derece eğimli ahĢap çalıĢma masaları vardı.
Hemen hemen her masanın baĢında birisi oturuyor ve elindeki tüy kalemle
önündeki parĢömenlere bir Ģeyler yazıyordu.
Ġskelenin sonunda konuĢma kürsüsüne benzer bir yer bulunuyordu ve ya-
zarlardan birisi Ģu anda hikâyesini sesli bir Ģekilde kürsüden okumakla
meĢguldü. Önünde de kimisi ayakta kimisiyse oturarak onu dinleyen bir sü-
rü kiĢi vardı. Kalabalığın büyük çoğunluğunu insanlar oluĢtursa da arada
elflere, gnomlara, kenderlere, perilere ve at adamlara rastlamak mümkündü.
102
Hatta birkaç denizkızı bile iskeleye yanaĢmıĢ, dikkatli bir biçimde dinliyor-
lardı anlatılanları.
“Üstatları arkasını döndü ve ikisine takip etmelerini işaret etti.
„Yarın bu alanda sizler dövüşüyor olacaksınız. Şimdi gidip dinle-
nin ve son hazırlıklarınızı yapın. Birer kılıç ustası olup yolunuza
devam etmek ve yerde yatan şu kibirli drow gibi ölmek arasındaki
ince çizgide duruyorsunuz. Yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgi-
de…‟
Son cümlesini havadan gelen buz gibi bir esinti karşıladı ve Fu-
rian ve Xen‟in şüphe ile titremesine sebep oldu.”
―Bu bölümün sonu…‖ dedi yazar, parĢömenlerini toplayarak. Dinleyiciler-
den kibar bir alkıĢ koptu.
―Çok güzel olmuĢ Malkavian, tebrik ederim.‖ dedi dinleyicilerden biri.
―Malkaçıran… Ġlginç bir isim.‖ diye düĢündü yolcu.
―Beğenmenize sevindim sevgili Berre.‖ dedi yazar.
―Zerre mi? Bu daha da enteresan bir isim.‖ diye aklından geçirdi yolcu.
―DövüĢ sahnesi esnasında bazı cümlelerin aĢırı uzun olması dıĢında nere-
deyse kusursuz. DövüĢ sahnelerini anlatıĢın, iki karakteri yansıtıĢın, tasvir-
lerin… Hepsi yerinde ve kıvamında. Eline sağlık!‖ dedi bir diğeri.
―Çok teĢekkürler arkadaĢlar.‖ dedi yazar ve dinleyicilerini selamlayıp kür-
süden indi. O inerken iskeledeki bir baĢka yazar ayaklandı. Uzun saçlı, si-
yah ağırlıklı kıyafetler giyen bir gençti bu. Dinleyicilerden birinin yanındaki
arkadaĢına ―Baal Adramelech…‖ diye fısıldadığını duydu yolcu.
―Baharatlı felek mi? Ne garip…‖ diye mırıldandı kendi kendine. O esnada
genç hikâyesini okumaya baĢlamıĢtı bile.
“Alexander hızlıca binanın tepesinden atladı ve sütunun bazı çıkıntılarına
tutunarak aşağıya doğru indi. Partenon‟un köşesindeki bu sütunu geçtiğin-
de…”
103
―Neler oluyor?‖ diye sordu yolcu, hemen yanı baĢındaki kimonolu dinleyi-
ciye. Dinleyici aĢırı büyük gözlerini kırpıĢtırarak ona baktı ĢaĢkınlıkla. ―Ah,
sen yeni olmalısın. Aramıza hoĢ geldin uzak diyarlardan gelen ve buraya ya-
bancı olan ama bir o kadar da bizden diyebileceğimiz kiĢi.‖ dedi sonra da.
―Ne?‖
―Kısaca, hoĢ geldin yabancı.‖ dedi dinleyici, derin bir çekerek.
―ġey… HoĢ bulduk. Hep böyle uzun cümleler mi kurarsın?‖
―Genellikle evet. Ġlk sorunun cevabına gelirsek, burası Kurgu Ġskelesi yani
kendi hikâyelerimizi yazıp diğerleriyle paylaĢtığımız bir yer. Bu sayede hem
kendimizi geliĢtiriyoruz hem de karĢılıklı fikir alıĢ-veriĢlerinde bulunabiliyo-
ruz.‖
―Vay canına!‖ dedi yolcu, ―Bu çok güzel bir Ģey olmalı.‖
―Evet, öyle. Bu arada ben Nihbrin.‖ dedi genç, elini uzatarak.
―Memnun oldum in-bin.‖ dedi yolcu, uzatılan eli sıkarak.
―Nihbrin…‖ dedi genç, gülerek. ―Bak, Ģu karĢıdaki limanı görüyor musun?‖
diye sordu sonra da, parmağıyla birkaç yüz metre ileriyi iĢaret ederek.
―Evet, gördüm.
―Orası da DüĢler Limanı. Burada yani Kurgu Ġskelesi‘nde fantastik türdeki
eserleri paylaĢırız, DüĢler Limanı‘ndaysa fantastik dıĢında kalan yazıları.‖
―Herkese ve her türe yer var yani.‖
―Kesinlikle.‖ dedi Nihbrin gülümseyerek. ―Belki bir gün senin hikâyelerini
de dinleriz.‖
―Belki…‖ dedi yolcu, biraz utanarak. ―Sen neler yapıyorsun peki burada?‖
―Ben mi? Genelde buradaki herkes gibi hikâyeler yazar ve paylaĢırım. Fa-
kat aynı zamanda manga ve anime bölgesinin de sorumlusuyum.‖
―Manda ve mine de nedir?‖
104
―Manga ve anime… Japon kültürü sosuna bandırılmıĢ çizgi film ve çizgi-
roman diyebiliriz kabaca. Gerçi böyle bir tanımı o güzide eserlere yakıĢtıra-
mıyorum ama öbür türlüsünü de senin anlayacağından Ģüpheliyim. Bölgem
limanın hemen karĢı tarafında. Kızların pembe, erkeklerin mavi saçlı ve her-
kesin kocaman gözlü olduğu bir yere gelirsen bil ki oradasın.‖
―ġey, belki daha sonra.‖ dedi yolcu. ―Deniz fenerine gitmeye çalıĢıyorum,
yolu tarif edebilir misin?‖
―Elbette.‖ dedi Nihbrin, ardından yavaĢ ve uzun cümlelerle anlatmaya ko-
yuldu.
***
Ġskeleden ayrılan yolcu, Nihbrin‘in tarif ettiği sokağa saparak yürümeye
devam etti. Deniz feneri Ģimdi biraz daha yakın görünüyordu. Yolun karĢı-
sından biri kırmızı diğeriyse siyah cüppeli iki büyücüyle kara zırhlar içinde
bir baĢka adamın yaklaĢmakta olduğunu gördü. Kırmızı cüppeliyi tanımı-
yordu fakat çok çarpıcı bir görüntüsü olduğu kesindi. Özellikle o kum saati
Ģeklindeki gözleri ve elindeki gösteriĢli asasıyla… Siyah cüppeliyse bir yerler-
den tanıdıktı. Yağlı uzun saçlar, kanca burun, somurtkan bir yüz…
―Severus Snape…‖ diye fısıldadı yolcu, elindeki kitaba sıkıca sarılarak.
Hemen onların yanında yürüyen üçüncü adamı ise baĢka biriyle karıĢtır-
manız imkânsızdı. Siyah kaskı, teknolojik zırhı, her daim tıslayan soluğu ve
yankılı sesi ile Darth Vader‘dı bu gelen.
―Hiç sormayın dostlarım.‖ diyordu Snape. ―Herkes seni kötü adam yerine
koyarken bir Ģeyleri baĢarmak gerçekten de çok zor.‖
―Seni çok iyi anlıyorum Severus.‖ dedi kırmızı cüppeli. ―Ne de olsa ben de
aynı yollardan geçtim sayılır.‖
―Katılıyorum.‖ dedi Vader, o derinden gelen boğuk sesiyle.
―Ġyi de sen zaten hepten kötüydün.‖ dedi kırmızı cüppeli gülerek.
―Senin de pek masum olduğunu söyleyemeyeceğim Raistlin.‖ dedi Vader.
―Takhisis hâlâ senden Ģikâyetçi. Padme‘nin dediğine göre her fırsatta seni
çekiĢtirip duruyormuĢ hâlâ.‖
105
―Ayıp sana Raist, insan hiç efendisine ihanet eder mi?‖ dedi Snape, muzip
bir Ģekilde gülerek.
―Onu Voldemort‘a sormak lazım.‖ diye yanıtladı Raistlin, manalı bir Ģekilde
sırıtarak.
―Ya da Palpatine‘e…‖ dedi Vader. Sonra üçü birden bir kahkaha patlattı.
―Kötü olmak muhteĢemdi!‖ dediler hep bir ağızdan, birbirlerinin sırtına dost-
ça vurup yolcunun yanından geçerken.
Yolcu ise duydukları karĢısında ĢaĢkına dönmüĢ bir vaziyete yürümeye
devam ediyordu. Omzunun üzerinden geriye bakıp, giderek uzaklaĢan bu
sıra dıĢı üçlüyü izlerken bir müzik sesi çalınmaya baĢladı kulaklarına. Çalan
ezgi o kadar güzeldi ki aklındaki tüm düĢünceler bir anda siliniverdi. Ġyice
dikkat kesilerek sesin geldiği yöne doğru ilerledi ve ufak bir kulenin önünde
buldu kendini.
Sivri uçlu kırmızı bir çatısı olan, yüzeyi nota desenleriyle süslü, tek katlı
bir yerdi kule. Küçük bir kapısı ve kapının hemen üzerinde de ufak bir bal-
konu vardı. Genç bir kız kemanıyla tek kiĢilik bir resital vermekteydi bal-
konda. Tıpkı Kurgu Ġskelesi‘nde olduğu gibi burada da pek çok farklı ırktan
dinleyiciler toplanmıĢtı. Hemen kulenin yanında kocaman bir Ent, üzerinde
―Symphony of Gardens‖ yazan bir tabela tutmaktaydı ağaç dallarına benze-
yen ellerinde. Yolcu karĢısındakinin bir Ent olduğunu bilmiyordu elbette fa-
kat anlamadığı bir nedenden dolayı çok sempatik bulmuĢtu bu ağaç-adamı.
Belki de müzikle birlikte hafifçe ham-humladığından ya da dallarını usulca
sağa sola salladığından olabilirdi.
Yolcu, bakıĢlarını Entten ayırarak kendini müziğin dinlendirici ezgisine bı-
raktı. Hatta arada sırada o da tıpkı ağaç-adam gibi hafifçe sağa sola salınıp
müziğe beden ritmiyle eĢlik etti. Bir müddet sonra keman hafif bir iniltiyle
son notalarını dökerek sessizleĢti ve dinleyicilerden coĢkulu bir alkıĢ koptu.
Yolcu kendisini de hararetle alkıĢlarken buldu.
―TeĢekkürler.‖ dedi kemancı kız, kibarca eğilip dinleyicilerini selamlayarak.
Sonra da bir kez daha kemanını çenesine yerleĢtirip baĢka parça çalmaya
baĢladı yavaĢça.
―Kim bu?‖ diye sordu yolcu, yanındaki iki delikanlıya.
106
―Black Helen.‖ dedi kıvırcık saçlı, top sakallı olanı. Üzerinde ―Trust me, I‘m
a translator.‖ yazan bir tiĢört vardı.
―Bırak hele mi?‖ diye sordu yolcu.
―Bırak hele değil azizim, Black Helen.‖ dedi diğer delikanlı. Uzun saçları
olan, iri yapılı biriydi. Beline sardığı geniĢ kuĢağı ve baĢındaki fesiyle eski
zamanların hikâyecileri gibi giyinmiĢti.
―Sen yeni olmalısın.‖ dedi kıvırcık saçlı olan. ―Ben Arlinon, bu da Wyern.
Ya senin adın ne?‖
―Benim henüz bir adım yok. Bu arada tanıĢtığımıza memnun oldum Har-
bidon ve Yiğen.‖
Ġki genç bir müddet yolcuya ĢaĢkınca baktıktan sonra Ģen bir kahkaha
patlatıverdi.
―Ġsimler hususunda pek de âlâ değilsiniz anlaĢılan azizim.‖ dedi Wyern,
gülmekten yaĢaran gözlerini silerken.
―ġey… Henüz alıĢamadım diyelim.‖ dedi yolcu, utanarak.
―Sorun değil, utanılacak bir Ģey yok.‖ dedi Arlinon sırıtarak. ―Sayende iyi
bir kahkaha atmıĢ olduk. Bir yerlerde birkaç yüz peri doğmuĢtur herhalde.‖
―Aman, yok üstadım. Peri meri doğmasın artık, Bağıran Baraka‘da yer
kalmadı zaten. Gulyabanileri zapt edeceğim diye canım çıkıyor zira.‖ dedi
Wyern, iki elini havaya kaldırarak.
―Hayalet Avcıları‘nı arasaydın.‖ dedi Arlinon. Yolcu burada bir kahkaha attı
fakat diğer ikisinin gayet ciddi bir Ģekilde devam ettiğini görünce de ĢaĢırdı.
―Aradım üstadım, aramam mı hiç? Lakin ekseriyetle sekreterleri olacak o
yaygaracı çıkıyor telefonuma. Avcılar halen Lord Soth‘tan kaçmakla meĢgul-
lermiĢ de falan da filan!‖
O sırada Black Helen çalmayı bitirdi ve alkıĢlara eğilerek selam verip bal-
konu terk etti.
―Hah!‖ dedi Wyern heyecanla. ―Benim sıram geldi, bana Ģans dileyin.‖
107
―TavĢanayağı al yanına!‖ diye takıldı ona Arlinon.
―Tövbe tövbe…‖ dedi Wyern, hızlı adımlarla radyo kulesine ilerlerken. O
esnada kulenin yanındaki Ent elindeki tabelayı, yan duran bir defterin say-
fasını çevirir misali değiĢtiriverdi. ġimdi ―Son gulyabaninin yeri‖ yazıyordu
üzerinde.
―BaĢka programlar da mı var?‖ diye sordu merakla.
―Elbette. Kahramanın yol türküsü, Oldies Goldies, Ahoy! Bir de Ágætis
byrjun var tabi, Dúrgonath‘ın yayını…
―Kolkanat‘ın programının adı ilginçmiĢ.‖ dedi yolcu, kafasını sallayarak.
Sonra da kahkahalara boğulan Arlinon‘u geride bırakıp tekrar yola çıktı.
***
Yolda garip cümleler kuran bir barbara ve zırhlı bir gence rastladı. Genç
olan, üzerine akağaç motifi iĢlenmiĢ gösteriĢli bir zırh giyiyordu. Barbar ise
savaĢçı kıyafetlerine bürünmüĢ, iri yarı biriydi. Anlamsız cümleler kurup du-
ruyor, hatta arada tersten bile konuĢuyordu. Oldukça üzgün bir görüntüsü
vardı. Zırhlı genç onu teselli etmeye çalıĢıyor gibi görünse de yüzündeki sırı-
tıĢa bakılırsa bu durumu gayet komik buluyordu.
―Selamlar!‖ dedi zırhlı olan, yolcunun onları izlediğini görünce.
―Merhaba…‖ diye karĢılık verdi, ürkek bir biçimde.
―Salam!‖ dedi barbar. ―Lanet bolsun!‖ dedi sonra da sinirlenerek.
―Sakin ol barbar dostum.‖ dedi zırhlı, kıkırdamasını bastırmaya çalıĢarak.
―Nesi var onun?‖ diye sordu yolcu merakla.
―Önemli bir Ģey değil, çevirisi kötü sadece.‖ dedi genç, sırıtarak.
―Tabi canım, hiç dönemli değil! Ne de olsa sana çevirinde sorun yok!‖ diye
homurdandı barbar, öfkeyle.
―Çevirisi mi kötü? Nasıl yani?‖
―Bazen bazı kendini bilmezler bir eseri dilimize çevirmeye çalıĢtığında böyle
Ģeyler oluyor maalesef.‖ dedi zırhlı. ―Ben Übergang bu arada.‖ diye kendini
108
tanıttı sonra da. ―Bu da Taht Oyunları diyarından bir barbar. Adını öğrene-
medim maalesef, her soruĢumda bambaĢka bir Ģey söylüyor çünkü.‖ dedi
kıkırdayarak.
―Sen anlayamıyorsa ben ne yapabiliyor?‖ dedi barbar, huysuzca.
―Memnun oldum Üzerbank.‖ dedi yolcu. Barbar bu hatayı çok beğenmiĢ
olacak ki gür bir kahkaha patlattı.
―Üzer değil, Über!‖ dedi genç, alıngan bir sesle. ―Übergang!‖
―Ah, pardon. Öperbak…‖ Barbar bir kahkaha daha attı.
―Hayır, hayır! Yine yanlıĢ. Bak, eğer zor geliyorsa eski adımla da çağırabi-
lirsin beni yani Jean Valjean olarak.‖
―Pekâlâ, Ģey… Jamboncan.‖
Zırhlı genç gözlerini kırpıĢtırarak yolcuya bakarken kahkahalarla gülen
barbar ise karnını tutar vaziyette yere yuvarlanmıĢ ve attığı tekmelerle hava-
yı dövmeye baĢlamıĢtı.
―ġey… Ben sizi daha fazla rahatsız etmeyeyim.‖ dedi utanan yolcu ve hızlı
adımlarla ikilinin yanından uzaklaĢıverdi. Yarı koĢar adımlarla bir köĢeyi
dönerken barbarın kahkahaları hâlâ kulaklarındaydı.
***
Tam köĢeyi dönmüĢtü ki bir baĢka Rıhtım sakini ile kafa kafaya çarpıĢı-
verdi.
―Hey, dikkat etsene!‖ dedi çarptığı kiĢi.
―Ö-özür dilerim.‖ diye kekeledi yolcu. ―Ġstemeden oldu.‖
―Sorun değil.‖ dedi genç, karĢısındakini iyice süzdükten sonra. ―Rıhtım
Times almak ister misin?‖ diye sordu sonra da umutlu bakıĢlarla, omuz çan-
tasının içindeki gazeteleri göstererek.
―Rıhtım Times mı? Nedir o?‖
109
―Bir gazete tabi ki! BaĢka ne olabilir ki?‖ dedi genç sırıtarak. ―Kayıp Rıh-
tım‘da ve tüm diyarlarda olan her Ģeyi öğrenmenin tek yolu, hem de bedava!‖
dedi genç, gazetelerden birini yolcuya uzatarak.
Gazeteyi alan yolcu ilk sayfayı merakla okumaya baĢladı.
Malkavian yine rom çalarken yakalandı!
Rom fıçısının yanında elinde bir tirbuşonla yakalanan Malkavian
yetkililer tarafından gözaltına alındı. Forumun en çok rom çalan
üyesi olarak bilinen Malkavian ise kendisini şöyle savundu;
“Bennn yapmadımmjj, hık!”
Malkavian güvenlik kuvvetleri tarafından Rıhtım Zindanlarına atı-
lırken, hapishanemizin müdavimi olan Freddy Krueger‟ın “Beni bu
manyakla yalnız bırakmayın!” diye bağırdığı da söylentiler ara-
sında.
―Ġlginç… Bu Malkaçıran denen adamı biraz önce Kurgu Ġskelesi‘nde gördü-
ğüme yemin edebilirim oysaki.‖ dedi yolcu.
―Öhöm… KarıĢtırıyorsundur canım!‖ dedi gazeteci genç, telaĢla gazeteyi
çekip alarak.
―Daha önce bu yayının adını da hiç duymamıĢtım.‖ dedi yolcu.
―Duymadım da ne demek? Bu imkans… Ay, sen yenisin! Bunu hemen ha-
ber yapmalıyım!‖ dedi gazeteci delikanlı hevesle. Ardından kulağının arkası-
na taktığı kalemi seri bir hareketle çekerek not defterine bir Ģeyler karalama-
ya baĢladı.
―Rıhtım topraklarına yeni ayak basan gizemli üye buraya sırf Rıhtım Ti-
mes‘ı okumak için geldiğini söyledi. Nasıl?‖
―Ġyi ama bu gerçek değil ki.‖
―Kesinlikle!‖ dedi gazeteci, çılgın bir sırıtıĢla. ―ĠĢin püf noktası da burada
zaten. Hem gerçek dediğin nedir ki? Sahi adın neydi senin?‖
―ġimdilik sadece bir yolcuyum. Ya sen?‖
110
―Bana Wanderer derler buralarda. Times‘ın kurucusu, yazarı ve dağıtıcısı-
yım.‖
―Memnun oldum Bandırır.‖
―Ne? Ay, hayır… Ġsmim Wanderer.‖
―Tamam, ben de Andırır dedim zaten.‖ dedi yolcu.
Wanderer bir anlığına afallayarak yolcuya bakakaldı. Sonra baĢını hızlıca
iki yana sallayarak yaĢadığı beyin dumurunu üzerinden atmaya çalıĢtı.
―Eğer senin için fazla zorsa eski ismimi de kullanabilirsin.‖ dedi ardından,
hafif yalvaran bir sesle. ―aNTiSePTiK derlerdi eskinde bu topraklarda bana.‖
―Tamam. Anti-replik o halde…‖
―Anti… Ah!‖ dedi gazeteci, buruĢturduğu yüzünü avuçlarına gömerek.
―Sanki-keklik?‖ diye sordu yolcu son bir umutla. Bu iĢkenceye daha fazla
dayanamayan Wanderer ise tam gaz koĢarak uzaklaĢmaya baĢladı oradan.
Yolcu da omuzlarını silkerek yürümeye devam etti.
***
Birkaç dakikalık yürüyüĢün ardından üzerine çeĢitli kâğıtlar, anketler,
ilanlar ve oylamalar asılmıĢ uzunca bir duvarın yanına vardı. ―Dans eden
palalar.‖ filminin bin beĢ yüz elli sekizinci gösterimi ile alakalı bir sinema
afiĢi çarptı gözüne.
Üzerinde ―Hayatın anlamını bulmak isteyenlerin mekânı, 42‘nci koğuĢ. Üs-
telik havlu bedava!‖ yazan bir psikolog reklamı vardı bir köĢede.
Bir diğerinde ise boyut kapısı açmaya yarayan dolaplarla ilgili bir ilan…
―Ġçlerinden çıkabilecek aslan ya da cadılara karĢı sorumluluk kabul etmiyo-
ruz!‖ yazıyordu altında.
―Dünya düzdür! – Terry Pratchett‖ yazılı bir afiĢ gördü. Hemen köĢesine ise
birisi hararetle ―Haydi oradan! – Galileo‖ yazmıĢtı.
Üzerinde eğik bir el yazısı olan sarı bir parĢömeni eline alıp okumaya baĢ-
ladı:
111
Bayan arkadaş aranıyor.
300 küsur yaşlarında, kızıl saçlı, uzun boylu
atletik yapılı bir yarı-elfim ve hayatımın kadınını arıyorum.
Irk tercihim olmamakla birlikte bayan olmanız benim için yeterlidir.
Rumuz, Bay Yalnız kalpler…
Hemen ilanın altındaki boĢluğa iki farklı el yazısıyla bazı öfkeli satırlar ka-
ralanmıĢtı:
Bittin sen Tanis!
İmza, L.
Bence de!
İmza, Kit…
Yemin ederim ki ben söylemedim Tanis! Şey, belki biraz…
İmza, Tas.
Birkaç metre ilerisinde iki ihtiyar durmuĢ, duvardaki anketlerden birini
okuyarak kendi aralarında gülüĢüyorlardı.
―ġu anketi gördün mü Dumbledore?‖ diye sordu gri cüppeli, aksakallı, çalı
kaĢlı olan ihtiyar. ―Ben senden daha büyük bir büyücüymüĢüm.‖
―Büyücülüğünü bilemem sevgili Gandalf ama burnunun benimkinden bü-
yük olduğu kesin!‖ diye cevap verdi mavi cüppeleri içindeki Dumbledore. Ar-
dından iki büyücü de Ģen bir kahkaha atıp omuz omuza oradan uzaklaĢtılar.
―Vay be! Dumbledore bile burada.‖ diye mırıldandı yolcu kendi kendine.
―Acaba Harry ve Ron‘u da görebilecek miyim?‖
***
Artık deniz fenerinin iyice yakınındaydı. BakıĢlarını havaya kaldırdığında
feneri açık seçik görebiliyordu. Sadece birkaç yüz metre daha ve sonunda
orada olacaktı.
―Hey! Gelmiyor musun?‖ diye seslendi biri arkasından.
112
ġaĢkınlıkla dönüp o yöne baktığında ellerinde süpürge olan bir grup gen-
cin kendinden tarafa baktığını gördü.
―Haydi, sallanma!‖ dedi bir diğeri.
Tam ―Ben mi?‖ diye soracağı sırada bir baĢka ses daha çalındı kulaklarına.
―Geliyorum, geliyorum!‖
Sesin geldiği yöne baktığında elinde süpürge olan bir baĢka gencin diğerle-
rine doğru koĢturmakta olduğunu gördü. Delikanlı tam yolcunun önünden
geçerken tökezledi ve yere kapaklandı. Yolcu hemen eğilip gencin kalkması-
na yardım etti.
―TeĢekkür ederim.‖ dedi genç, sol dizini ovuĢturarak.
―Sorun değil.‖ dedi yolcu, yerdeki süpürgeyi de kaldırarak. ―Siz temizlik
Ģirketinden misiniz?‖
―Ne? Ah, hayır. Bunlar uçan süpürgeler, Quidditch oynamaya gidiyoruz
da…‖
―Öyle mi?‖ dedi yolcu hayretle. Elindeki süpürgenin sapına baktığında
―AteĢoku‖ ibaresini görüp heyecanlandı. ―Vay be!‖ diye mırıldandı sessizce.
O esnada süpürgeli grup koĢarak yanlarına gelmiĢti.
―Hey, iyi misin DarLy?‖ dedi içlerinden bir kız.
―Evet, iyiyim Bardes. Sorun yok.‖ diye yanıtladı DarLy. ―Görüyorum ki sen
de bir Potter hayranısın.‖ dedi sonra da, yolcunun elindeki kitabı iĢaret ede-
rek.
―ġey, evet. En sevdiğim seridir. Aslında baĢka fantastik eser okumuĢluğum
da yoktur ama…‖
―Öyle mi? Doğru yere gelmiĢsin o zaman. Burada pek çok yeni tat bulacak-
sın. Harry Potter benim de en sevdiğim serilerden biridir.‖ dedi DarLy. ―Bu-
radaki dostlarım Canina, Bardes, Cigarette Smoking Man, Chiyo ve Deanna.
Benim adım da DarLy OpuS bu arada.‖
―Memnun oldum Dar bi omuz.‖ dedi yolcu, Ģansını deneyerek.
113
―Ne?‖ dedi DarLy gülerek. Gruptan ufak bir gülüĢme yükseldi. Alaycı değil,
eğlenen bir gülüĢtü bu.
―Affedersiniz, isim olayına hâlâ alıĢamadım da…‖ diye mırıldandı yolcu.
―Sorun değil, zamanla alıĢırsın.‖ dedi Chiyo, gülümseyerek.
―TeĢekkür ederim Tüyo.‖ dedi yolcu, yine gülüĢmelere yol açarak.
―Sen de bizimle oynamak ister misin?‖ diye sordu Canina.
―Hayır, teĢekkürler Fanila.‖ diye yanıtladı yolcu. Bunun üzerine Deanna
gür bir kahkaha attı.
Gruptakiler gülüĢmeye devam ederken yolcu kafasını kaldırıp rıhtımdaki
en yüksek yapıya baktı, yani deniz fenerine… Fener bir kule misali rıhtımın
üzerinde yükseliyor, etrafındaki tüm binaları gölgesinin altında bırakıyordu.
―Orası neresi?‖ diye sordu merakla Yolcu.
DarLy yolcunun bakıĢlarını takip etti ve deniz fenerinden bahsettiğini an-
ladı.
―Ha, orası mı? Orası kadim deniz fenerimiz. Fantastik diyarlarda kaybolan
yolcuları buraya çekmek ve onlara yol göstermek için kullanıyoruz onu.‖ diye
yanıtladı.
―Peki, o kim?‖ diye sordu fenerin en üst penceresinden görünen bir sureti
iĢaret ederek.
―O Magicalbronze. Rıhtım‘ın efendisi ve en yetkili kiĢisi… Çok mütevazıdir.
Aynı zamanda cana yakın ve yardımsever biridir.‖
Yolcu anladığını belirtmek için kafasını salladı. Ama hâlâ aklını kurcalayan
bir Ģeyler vardı sanki.
―Orada ne yapıyor?‖ diye sordu sonunda merakına yenik düĢüp.
―Ne mi yapıyor? Tabii ki Dürbün‘le etrafı gözetliyor.‖ dedi DarLy sırıtarak.
Yolcu hiçbir Ģey anlamamıĢtı ama bunu belli etmemeye karar verdi. Sonra
da yeni arkadaĢlarına veda edip fenere doğru daha istekli adımlarla yürüme-
ye baĢladı.
114
***
―Nihayet!‖ dedi yolcu, deniz fenerine vardığı zaman. Fener bütün haĢmetiy-
le önünde yükseliyordu. Kafasını kaldırıp en üstteki pencerelere baktı ve
Rıhtım‘ın Efendisi dedikleri kiĢinin halen orada olduğunu gördü hayal me-
yal. Onunla tanıĢmayı kafasına koymuĢtu. Hevesle giriĢi aramaya baĢladı
ama kulenin etrafında beyhude bir Ģekilde dolaĢıyordu. Çünkü görünürde ne
bir kapı ne de bir eĢik vardı.
Ellerini beline koyup sıkıntı ile ofladı. BaĢını kaldırıp tekrar yukarı baktı ve
―Acaba bağırsam sesimi duyar mı?‖ diye düĢündü kendi kendine. Tam ağzını
açmıĢ, avazı çıktığı kadar haykıracaktı ki ―Aklından bile geçirme!‖ diye geldi
bir ses arkasından. Hızla dönüp o yöne baktığında bir balkonun altında du-
ran ve kendi aralarında tartıĢan üç delikanlı ile karĢılaĢtı.
―Son kez söylüyorum Marius, sakın böyle bir Ģey deneme.‖ diyordu kırmızı
cüppeli bir genç.
―Ġyi be, üf… Tamam.‖ dedi adının Marius olduğu anlaĢılan, deri zırhlar
içindeki bir baĢkası.
―Evet Marius. Madcap‘i dinlemeni tavsiye ediyorum. Zaten attığın her iki
adımda bir ölüyorsun, seni tekrar canlandırmakla falan uğraĢamam.‖ dedi
sarı cüppe giyen üçüncü genç.
―Zaten onu da beceremiyorsun Koyu.‖ diye mızmızlandı Marius. ―En son
dua etmeye kalktığında hepimize yıldırım çarptığını daha unutmadım.‖
―ġey… O bir kazaydı, dilim sürçtü sadece.‖
―Dili sürçen bir ruhban! Daha neleri göreceğiz kim bilir?‖ dedi Marius.
―Abartma, KoyuBeyaz‘ın birden fazla kez senin hayatını kurtardığını unu-
tuyorsun.‖ dedi Madcap. ―Bu iĢi biz hallederiz, sen kıpırdama yeter.‖
―Ġyi ama çabuk olun. Benim karnım aç!‖ dedi Marius.
―Ehem…‖ dedi yolcu kibarca, yanlarına yaklaĢarak. ―Rahatsız etmiyorum
ya?‖
Ġki cüppeli, Marius‘u iyice arkalarındaki binanın gölgelerine itip korumacı
bir biçimde öne geçti.
115
―Korkmayın, zarar vermem.‖ dedi yolcu alınmıĢ bir edayla.
―Bizim korktuğumuz sen değilsin, Marius.‖ dedi Madcap.
―Evet, ilk tanıĢmalarda karĢısındakilere hançer fırlatmak gibi bir huyu
vardır da…‖ dedi KoyuBeyaz. ―Üstelik o hançer her seferinde duvarlardan
falan sekip yine kendi kalbine saplanır. AĢırı derecede Ģanssızdır da…‖
―Tam da bıçağımı hazırlamıĢtım ya!‖ diye söylendi Marius.
―Gördün mü?‖ diye sordu sırıtan Madcap.
Yolcu hafifçe yana eğilerek iki cüppelinin ardındaki Marius‘a baktı. Balko-
nun gölgesi altındaki Marius ise bir çocuk gibi kollarını önünde kavuĢturup
somurtmakla yetindi sadece.
―Ben Laughing Madcap, yanımdaki de KoyuBeyaz.‖ dedi kırmızı cüppeli
genç elini uzatarak. ―Marius‘la tanıĢtın sayılır zaten.‖
―Memnun oldum Narin Matkap.‖ dedi yolcu kendisine uzatılan eli sıkarak.
Marius coĢkulu bir kahkaha attı.
―Üzgünüm.‖ diye mırıldandı yolcu. ―Buraya geldiğimden beri daha bir kiĢi-
nin bile adını doğru söyleyemedim.‖
―Ah… Anlıyorum, sanırım.‖ dedi Madcap, hâlâ isminin nasıl o Ģekilde telaf-
fuz edildiğini çözmeye çalıĢarak.
―Sanırım ben sebebini biliyorum, hepsi yabancı kökenli da ondan.‖ dedi
KoyuBeyaz. ―Ama benim ismim tamamen Türkçe, o yüzden söylemekte sıkın-
tı çekmezsin sanırım.‖
―Belki…‖ dedi yolcu, tereddütle.
―Haydi deneyelim. Koyu…‖
―Koyu…‖
―Beyaz!‖
―Piyaz!‖
116
Marius coĢkulu bir kahkaha daha attı. ―KoyuPiyaz! Hahahaha! Bu Ģimdiye
kadar duyduğum en iyi Ģey!‖
Koyu ve Madcap birbirlerine Ģöyle bir baktılar. Ardından sinsi bir Ģekilde
sırıtarak yolcuya döndüler. ―ArkadaĢımızın adı ne demiĢtik?‖ diye sordu
Madcap, hafifçe kenara çekilip Marius‘u iĢaret ederken.
―Dar yüz?‖ diye sordu yolcu. Gülme sırası cüppelilerdeydi.
―Bir daha dene lütfen.‖ dedi kıkırdayan KoyuBeyaz.
―Nar yüz?‖ Cüppeliler bu kez gür bir kahkaha ile karĢılık verdi.
―Hiç komik değil!‖ dedi somurtan Marius.
―Hey, aĢağıdakiler! Kesin sesinizi be! Bir rahat kitap okuyamayacak mı-
yız?‖ diye geldi üstlerindeki balkondan bir bayan sesi. Önce bir pencerenin
açılma edası geldi kulaklarına, sonra da bir ―Eyvah!‖ çığlığı… Ardından ağır
bir saksı tüm haĢmetiyle Marius‘un kafasına inerek delikanlının cansız bir
Ģekilde yere yığılmasına neden oldu.
―Olamaz…‖ diye inledi Madcap.
―Yine mi?‖ dedi KoyuBeyaz usanmıĢ bir vaziyette.
―Öldü mü?‖ diye sordu yolcu, korkuyla.
―Yakında alıĢırsın, merak etme.‖ dedi Madcap. KoyuBeyaz ise cüppesinin
kollarını sıvayarak bir canlandırma büyüsüne baĢlamıĢtı bile.
―ArkadaĢlarım günlük hayatımızın bir rutini olan bu iĢle uğraĢırken ben de
sana yardımcı olayım bari.‖ diye devam etti büyücü.
―ġey… Kuleye girmek istiyordum da.‖
―Hangi kule? Minas Tirith‘den bahsediyorsan buranın kuzeyinde kalıyor.
Kral Aragorn‘un salonlarında gönlünce yiyip içebilir, bol bol akağaç fidesi
dikebilirsin.
Minas Morgul ise onun karĢısında. Sauron‘un muhteĢem eğlence parkı…
GiriĢ bileti biraz pahalı ama iĢkence odalarını gezmek oldukça ilginç. Kendi-
ne iĢkence yaptırmak da bedava üstelik…
117
Kara Kule ise hemen batıda, çölün aĢağısında. Roland‘ın plajlarında bronz-
laĢmak da keyiflidir hani. Gerçi bazen geçmiĢine ait bazı eĢyaların garip yer-
lerden fırladığı oluyor ama… Eğer onu tercih etmezsen, Yerdeniz‘in adaların-
dan birinde konaklayabilir ve eğer Ģanlıysan Çevik Atmaca‘nın isimler sözlü-
ğünü bile bulabilirsin! Ah, ama bu arayıĢa gireceksen sakın Atuan tarafına
doğru gitme. Eh, güzel bayanlar olabilirler ama erkeklere alıĢkın değiller.‖
―Hayır, hayır.‖ dedi yolcu. ―Ben deniz fenerini kastetmiĢtim.‖
―Ha, bizim kule… E, dost deyiver öyle gir.‖
―Dost mu?‖ diye sordu yolcu gözlerini kırpıĢtırarak. O anda deniz fenerin-
den tarafta taĢın taĢa sürtmesiyle çıkan o iç gıcıklayıcı ses duyuldu. O yöne
döndüğünde ise duvarda açılmıĢ bir eĢik ile karĢılaĢtı yolcu. ―TeĢekkürler!‖
dedi sevinçle ve gençlere el sallayarak o yöne doğru koĢmaya baĢladı. EĢik-
ten geçerken son duyduğu Ģey Ģiddetli bir gök gürültüsü ve acıyla inleyen iki
kiĢinin sesiydi.
***
O girer girmez eĢik hafif bir gürültü eĢliğinde arkasından kapanıverdi. Aynı
anda duvarlardaki pek çok ıĢık kaynağı yanmaya baĢladı. Kimisi eski bir
meĢale, kimisi bir gaz lambası, kimisi gösteriĢli bir aplik, kimisi ise ileri tek-
noloji ürünü bir ıĢık kaynağıydı.
“Kadim deniz fenerine hoş geldiniz.” diyen mekanik bir kadın sesi duyuldu
odanın içinde. Kesik kesik ve farklı tonlarda konuĢuyordu ses.
―ġey… HoĢ bulduk.‖ dedi yolcu, ürkek bir sesle.
“Hediyelik eşya reyonumuz… BİRİNCİ! …katta, Liman Kütüphanesi… İKİN-
Cİ! …katta, boyut kapıları ise… ÜÇÜNCÜ! …kattadır.” diye devam etti meka-
nik ses, ona aldırmayarak.
―Ama ben…‖
“Lütfen sözümü kesmeyin!” diye çıkıĢtı ses.
―Pardon…‖ dedi yolcu, sinerek.
“Böylesi daha iyi… Kütüphaneden aldığınız kitapları zamanında getirmedi-
ğiniz… ya da… köşeleri buruşmuş, kapağı yıpranmış, suya düşürülmüş ve
118
benzeri şekillerde iade ettiğiniz hallerde hakkınızda giyotinsel işlemler başlatı-
lacaktır.
Hediyelik eşya mağazamızda PayPal sistemi ve veresiye geçerli değildir.
Ödemelerinizi… Galleon! …cinsinden yapmanız rica olunur.
Lütfen tuvalete ya da benzeri yerlere gitmek için boyut kapılarını kullanma-
yınız. Kafası klozete girmiş şekilde çıkanlara artık teknik destek gönderilme-
yecektir.
Son olarak… Kek bir yalan değildir.”
―Kek mi?‖ diye sordu yolcu, kafasını kaĢıyarak. Ama ses bir daha konuĢ-
madı, yolcu da önünde uzanan merdivenleri yavaĢ yavaĢ tırmanmaya baĢla-
dı.
Duvarlarda pek çok tablo asılıydı. Hepsi de farklı zaman dilimlerine aitmiĢ
gibi görünüyorlardı. Üstelik tıpkı Hogwarts‘taki portreler gibi hareketliydiler
de… Birinde, birbirine kulak yaparak fotoğraf çekilen biri yeĢil bir cüce, di-
ğeri ise yaĢlı bir adam olan iki kiĢi vardı. Ġkisi de arsız bir Ģekilde kıkırda-
makla meĢguldü. Tablonun altındaki bronz plakaya bakılırsa bunlar Yoda ve
Palpatine‘di. Bir baĢkasında ise sakalını sıvazlayıp duran bir büyücü vardı.
―ġimdi… Nasıldı o büyü? AteĢ tozu? Alev tuzu?‖ diye mırıldanıyordu kendi
kendine.
Yolcu ilk katı geçmiĢ, ikincisine çıkan basamakları tırmanmaya baĢlamıĢ-
ken, ―Sen! Dur orada!‖ diye bir ses duydu bir anda.
BaĢını kaldırıp baktığında konuĢanın tablolardan birindeki baĢtan aĢağı
zırhla kaplı, kısa boylu, tıknaz bir Ģövalye olduğunu gördü hayretle.
―Ne cüretle bana ait bu topraklarda geziniyorsun? Davran silahına seni
köftehor seni!‖ dedi Ģövalye. Ardından kılıcını çekmek için bir hamlede bu-
lundu fakat silah, kınına sıkıĢmıĢtı. Ikınıp sıkınan Ģövalye kılıcın çıkmaya-
cağını anlayınca miğferinin siperliğini kaldırıp yüzündeki teri sildi ve
―Pekâlâ, yumruk yumruğa dövüĢürüz öyleyse!‖ dedi hararetle.
―Sir Cadogan?‖ diye sordu yolcu. ―Bu gerçekten de sen misin?‖
Yumruklarını gevĢeten Ģövalye kafasını eğip yolcuya ilgiyle baktı. ―TanıĢı-
yor muyuz? Eski silah arkadaĢlarımdan biri misin yoksa? Ya da düĢmanla-
rımın bana musallat ettiği bir ajan?‖
119
―Hayır, ben düĢman değilim. Sizi çok iyi tanıyorum, kitaplardan…‖ dedi
yolcu, elindeki kitabı sallayarak.
―Bir hayran! Nereyi imzalayayım?‖
―ġey… Aslında ben sadece en üst kata çıkmaya çalıĢıyordum.‖
―Aha! Bir macera!‖ dedi Ģövalye hevesle. ―Beni takip et öyleyse cesur yama-
ğım!‖ dedi ardından ve tablodan tabloya koĢarak merdivenleri tırmanmaya
baĢladı. Bu sahneyi çok tanıdık bulan yolcu da hemen onun ardındaydı.
Oflaya puflaya kulenin en tepesine vardığında Sir Cadogan‘ı ahĢap bir ka-
pının yanında asılı duran baĢka bir tabloda beklerken buldu. ―ĠĢte geldik
sevgili yamağım. Zafer bizim!‖ diye bağırıyordu Sir Cadogan.
―Te-teĢekkürler.‖ dedi yolcu soluk soluğa.
―Ne demek? Eğer yardıma ihtiyacın olursa çığlık atman yeter. Ben hemen
kaçarım!‖ dedi Ģövalye ve bir baĢka tabloya atlayarak gözden kayboldu.
Yolcu biraz soluklandıktan sonra eliyle birkaç kez tıklatmak suretiyle ka-
pıyı çaldı.
―Girin!‖ diye bir ses yükseldi içeriden. Yolcu kulpa asıldı ve içeriye adımını
attı.
***
―HoĢ geldiniz!‖ dedi sevecen bir ses içeriden. Magicalbronze‘du bu, Rıhtı-
mın kurucusu ve en yetkili kiĢisi. Uzun boylu, kıvırcık saçlı ve güzler yüzlü
bir delikanlıydı. Üzerinde rünler ve süslemelerle dolu uzun bir cüppe vardı.
Bir elinde gösteriĢli bir asa taĢımaktaydı, boynunda ise bir dürbün asılıydı.
“En üst kat… Yönetim kulesi.” dedi mekanik ses. “Ziyaretçilerin dürbünle et-
rafı gözlemesi yasaktır. Gizli proje sandığına dokunmak yasaktır. Magicalb-
ronze ile…”
―TeĢekkürler GLaDOS ama bunu kendim halletsem daha iyi olacak.‖ diye
lafını kesti Rıhtımın Efendisi.
―Ben Magicalbronze. Size nasıl yardımcı olabilirim?‖
120
―Memnun oldum Feci kıllı broĢ, adınızı çok duydum.‖ dedi yolcu, samimi-
yetle.
―Ne broĢ, ne broĢ?‖ dedi Magical ĢaĢkınlıkla.
“Magicalbronze hakaret etmenin bedeli uzay boşluğuna atılmaktır. Yok etme
prosedürü 5 saniye içinde başlatılacak. 4… 3…”
―Hayır GLaDOS, hayır. Kaç kere Ģu alıĢkanlıklarından vazgeçmeni tembih-
leyeceğim sana?‖ diye azarladı Magical. ―Git bize iki kek getir. Ġki tane de
sandalye…‖
“Dilediğiniz gibi olsun efendim…” dedi GLaDOS, sesinde bariz bir hayal kı-
rıklığı ile. Aynı anda zeminde üç tane delik açıldı. Ġkisinden birer sandalye
çıkarken üçünden ise üzerine kek ve limonata bulunan bir masa yükseldi.
Magicalbronze eliyle oturmasını iĢaret edince yolcu sandalyelerden birine
yerleĢiverdi.
―Robot hizmetkârımın kusuruna bakmayın. Son zamanlarda ağrı bir trav-
ma geçirdi de. Ölüp tekrar dirilmek pek kolay değil ne de olsa.‖ dedi Magi-
calbronze, limonatayı bardaklara doldururken. Yolcu dalgın dalgın baĢını
sallamakla yetindi. Odanın içini seyretmekle meĢguldü o an.
GiriĢ kısmı hariç her yanı geniĢ pencerelerle kaplı daire Ģeklinde bir odaydı
burası. Hemen üstlerinde deniz fenerinin ıĢığı daire Ģeklindeki hareketini
gerçekleĢtiriyor, kayıp yolculara yol gösteriyordu. Odanın bir köĢesinde yüz-
lerce kamera vardı ve o anda rıhtımda olup biten her Ģey gözlerinin önün-
deydi.
Bir baĢka köĢede son teknoloji ürünü bilgisayar terminalleri sıralanmıĢtı.
Sürekli bilgi alıp veriyor, istatistik tutuyorlardı. Çevrilen kitapların tamam-
lanma yüzdeleri, yayınevlerinin üzerlerinde çalıĢtığı projeler ve çeĢitli haber-
ler görünüyordu ekranlarında.
Bir pencere ise ardına kadar açıktı ve sürekli baykuĢlar ve güvercinler girip
çıkıyordu buradan. Yolcu bakarken gri bir baykuĢ süzülerek içeri girdi ve
Magicalbronze‘un koluna kondu. KuĢun ayağındaki parĢömeni alan Magical
yazılanları hevesle okudu.
―Bu harika bir geliĢme. Bunu hemen haber yapalım GLaDOS.‖ dedi par-
Ģömeni havaya kaldırarak. Mekanik bir kol uzandı ve kâğıdı aldı.
121
―Ana sayfadan duyuralım. Büyük puntolarla…‖
“Emredersiniz.”
―Evet, nasıl yardımcı olabilirim?‖ diye sordu Magicalbronze yolcuya.
―ġey… ben buralarda yeniyim ve Potter serisi haricinde hiçbir Ģey bilmiyo-
rum. O da bitti, o yüzden biraz boĢluktayım.‖ dedi yolcu. ―Kısacası nereye
gideceğimi, neyi sevip sevmeyeceğimi bilmiyorum.‖
―Anlıyorum, bu hepimizin baĢına gelen bir Ģey. Belgariad‘ı okuduktan son-
ra ben de senin gibi düĢünmüĢtüm ne de olsa.‖ dedi Magicalbronze.
―Gel beriye mi?‖
―Belgariad… Neyse, alıĢırsın ne de olsa. Önemli olan Ģu, fantastik edebi-
yattan hoĢlanıyor musun?‖
―Kesinlikle evet.‖
―O zaman doğru yerdesin, endiĢen olmasın. Burada aklına gelebilecek tüm
seri ve kitapların bilgilerine ve ön okumalarına ulaĢabilirsin. Onlar da yet-
mezse serinin hayranları burada. Gerçek bir okuyucunun dürüst yorumun-
dan daha güzel ve doyurucu ne olabilir ki?‖
―Dürüst oluyorlar mı peki?‖
―Zaman zaman…‖ dedi Magicalbronze, gülerek. ―En azından neyi sevdikle-
rini ve sana uygun olup olmadıklarını anlayabilirsin yorumlarından. Aramız-
da bu konuda çok deneyimli olanlar da var. Ama asıl önemli olan noktaysa
kitap sevgisi… Okumayı seviyorsan zaten buraya çok çabuk alıĢacaksın de-
mektir. Ne de olsa hepimiz aynı Ģeylerden hoĢlanan, benzer zevkleri bulunan
kiĢileriz. Bu altyapının bile ne derecede bağımlılık yapıcı bir ortam yarattığı-
na ve sağlam dostluklar kurdurduğuna inanamazsın.‖
―Ġsimlerini söyleyemesem bile mi?‖
―Söyleyemesen bile…‖ diye güldü Magicalbronze. ―En nihayetinde her altı-
nın parlamadığını ve her gezginin yolunu yitirmediğini unutmamak lazım.‖
Yolcu bir müddet bu söylenenleri düĢündü. Sonunda gülümseyerek Rıhtı-
mın Efendisine baktı ve ―TeĢekkürler Feci kıllı broĢ.‖ dedi.
122
―Magical… Her neyse, ben teĢekkür ederim.‖ diye karĢılık verdi cüppeli
genç.
―Eh, ben Karın Ağrısı aynasına gidip aranıza katılayım o halde.‖ dedi yolcu,
ayağa kalkarken.
―Aman dikkat et de kendini adını düzgün söyle.‖ dedi Magicalbronze.
―Merak etme.‖ diye güldü yolcu ve vedalaĢarak kapıdan çıktı. ―GörüĢürüz
Kara Dost.‖ diye seslendi bilgisayara. Kısa devreye benzer bazı sesler duy-
duysa da bir anlam veremedi ve feneri terk etti.
Derin bir nefes alarak yüzünde mutlu bir gülümseme ile etrafına bakındı.
Burada çok iyi vakit geçireceği gün gibi ortadaydı. BaĢlamak için sabırsızla-
nıyordu.
Derken top sakallı bir gencin kalabalık bir grup rıhtım ahalisi tarafından
kovalanmakta olduğunu gördü hayretle. Grubun elinde taĢ ve sopalar vardı
üstelik…
―Hey, Jamboncan!‖ dedi yolcu, bu kovalamacayı izleyen zırhlı gence yakla-
Ģarak.
―Yine mi sen?‖ dedi Jean Valjean panikle.
―Burada neler oluyor?‖
―Hiç… Yazarlarımızdan biri bizim hakkımızda bir hikâye yazmıĢ, hepimizin
adını da bilerek yanlıĢ yazmıĢ. Ona haddini bildiriyorlar sadece.‖
―Ya? KimmiĢ o yazar?‖
―Mit…‖
―Bit mi? Ne acayip isim…‖
- SON -
Not: Değerli katkılarından dolayı sevgili Hazal ÇAMUR‟a teşekkürü bir
borç bilirim.
123
124
FEDÂİYAN-I GAİB RIHTIM
MEHMET BERK YALTIRIK WYERN
“Denize ait olan acaib tılsımlar; İkincisi; Kadırga limanında bakırdan yapıl-
ma bir gemi vardır. Yılda bir defa zemheri gecesi olduğu zaman İstanbul‟un
sihirbaz kadınları o bakır gemi ile sabaha kadar denizde gezer, Akdeniz‟i ko-
rurlardı. Hatta Fatih‟in İstanbul‟u alışında bu geminin ele geçirildiğini söyler-
ler. Üçüncüsü; bir başka bakır gemi de Tophane tarafında varmış. Yine zemhe-
ri gecesinde bütün sihirbaz ve falcılar gemiye binip Karadeniz tarafında dola-
şarak buraları korurlarmış. Muaviye oğlu Yezid‟in Galata‟yı ele geçirdikten
sonra bu gemiyi parçalattığını söylerler.” Evliya Çelebi‘den…
Raviyan-ı ahbar ve nakilan-ı asar‘a göre, Ġsa Aleyhisselam‘ın doğumunun
1453. senesindeki Hicret‘ten 857 sene evvel sonra idi. Ordu-yu Hümayun‘un
ġehr-i Kostantiniyye muhasarasını müteakiben, zafer güneĢi Osmanoğulla-
rının üzerine doğmuĢ, Ġslam‘ın sancakları Kayser‘in burçlarına ve kulelerine
dikilmiĢti. ġehrin içinde sokak cenklerinin yapıldığı, barikatlarla kapattıkları
kulelerde direniĢe geçen Ģövalyelerle, Kızıl Elma‘ya ilerleyen gazilerin kılıç
tokuĢturdukları dar zamanlardı. Fetih ile muhasara arası o ince zamanda,
Sultan Mehmed Han-ı Sâni‘nin kullarından olup, yıldızlara bakmakla ve cin-
lere davet ile maruf muhteĢem saray müneccimleri Otağ-ı Hümayun‘un ka-
pısına gelerek destur istediler. Sol elleriyle silah kullanır solaklarla, sultanın
yanı baĢında dikilir silahdarlar arasından geçerek sultanın huzuruna vardı-
lar. El etek öpüp elpençe divan durarak geliĢ sebeplerini sultana arz ettiler:
“-Devletlü hünkârım! Savaşçılarınızın biraz önce altın kapılarından içeriye
süzüldüğü Kostantin şehrinden haberler getirdik! Yüce sultanım, sizin malu-
munuzdur ki şehr-i Kostantiniyye sadece şehirlerin değil, denizleri bekleyen
limanların içinde de en parlak incidir. İş bu şehrin sayısız limanı vardır. Bu
limanların içerisinde iki tanesi vardır ki, bunlar içlerinde sakladıkları kısmet
ve hazinelerle beklemektedir. Bunlar alelade insan inşası limanlar değildir
sultanım! Şehirde pek çok kara ve deniz tılsımları inşa edilmiştir. Ama bunlar-
125
dan ikisi vardır ki yeri müstesnadır. Tarihçilerin ve destancıların anlatmasına
göre Hz. Süleyman‟ın büyük mabedini inşa eden ecinni mimarların sırlarını
bilir ustalar ve sihirbazlar inşa etmiştir. Her birinde demirden yapılma, tunç-
tan tılsımların işlendiği iki gemi vardır. Zemheri gecesi İstanbul‟un sihirbaz
kadınları ve cadıları bu gemilere doluşurlar, ardından denize açılıp efsun okur-
larmış. Böylece hem Karadeniz hem Akdeniz bu tılsımlarla korunurmuş. Gala-
ta tarafındaki liman, Muaviye oğlu Yezid‟in muhasarası zamanında büyücüle-
rin marifetidir denilerek imha edilmiş. Bir tek geriye sırları ve tılsımlarıyla öte-
ki liman kalmıştır lakin onu aramak her yiğidin karı değildir!”
“-Söyleyin bana hamiyetli kullarım! Ben bu kayıp rıhtımı neden aramalıyım?
Neden bu rıhtımı aramak her yiğidin harcı değildir?”
“-Hünkarımız efendimiz. Yıldızlara göre sizin bahtınız ve hayrınız o rıhtım-
dadır. O rıhtımdaki tılsımlı gemi yeryüzünde kalan yegane işler efsunlardan-
dır. Bunu elde eden kişi onu yüreğinin istediği yere gider kazasız belasız varır.
Bu gemiye ok ve tüfek işlemez, rum ateşi yaklaşamaz, fırtına batıramaz. Cüm-
le deniz canavarı üzerine varan da helak olur. Bir düşün ki bunu elde eden
hükümdar içine seçme askerlerini doldurarak cihanı fethe çıksın!”
“-Bre bu dediğiniz tılsım madem o kadar güçlüdür, neden Bizans‟ın bir dün-
ya kayseri, kralı burunlarının ucundaki bu rıhtıma vasıl olup yeniden Roma‟yı
ihya etmediler?”
“-Hünkarım bu rıhtımı herkes neden arayamaz demiştiniz. Suallerinizin ce-
vabı birdir. Kayıp rıhtım, öyle alelade bulunabilecek bir yerde değildir. Nerede
olduğunu kimse bilmez. Biz rüzgârın ve suların ecinnilerine sual ettik, yerini
bilse bile Pera bağlarının orada, Ceneviz surlarının dibinde bir ulu çınarın di-
binde yaşamakta olan bir ihtiyar bilmektedir, dediler. O ihtiyarın huzuruna
çıkan çok olmuştur ama hiçbiri kayıp rıhtımı aramaya cesaret edememiştir.
Zira hiçbir imparator emrindeki askere, savaşçıya güvenememiştir. Çünkü o
gemiyi ele geçiren bir daha alt edilemeyeceğinden, imparatorların bile tozunu
havaya savuracağından korkmuşlardır. O yüzden yüreğine ve sadakatine
sağlam, o tılsımı bekleyen tehlikelerle başa çıkabilecek yiğitler göndermelisi-
niz. Yiğitler ağaç dibindeki ihtiyarı bulacak. İhtiyar onlara kimin kulları olduk-
larını soracak. Onlar şehrin yeni sahibinin adını söyleyip onun kulları olduğu-
nu söyleyende söylermiş yerini. Ötesini demeye izin vermezmiş gaybın cinleri.
Cin taifesinin bize dediği gemiyi arayacak olan kulların kalbinde.
126
Müneccim ve cindar taifesi susunca Sultan Mehmed de düĢüncelere daldı.
Tahtında doğrulup ellerini üç kere birbirine vurdu. Koca otağın bir köĢesin-
deki altın iĢlemeli kadife atlastan renk renk üç kat örtüler açıldı. Gölgelerin
içinden ikisi adem biri nisâ üç kiĢi çıktı. Bunlar her biri seçme ve namlı,
Ģöhreti Vatikan istihbaratından Batıni ocaklarına yayılmıĢ ―Fedailer‖di.
En sağdaki neredeyse çadırın tepesine varacak denli uzun boylu, ama her
tarafı yağ bağlamıĢ koca göbeği, koca kafası ve esmer teniyle masal gulyaba-
nilerini andıran bir acayip yiğitti. Kafası dazlak, seyrek sakallı ve bıyıklı, kı-
sık gözlü, korkutucu görünümlü bir yiğitti. AltmıĢ kıĢ görmüĢ olmasına rağ-
men dinç ve semiz duran bir dev soyuydu. Sadece hayvan postlarına bü-
rünmüĢ, yelken bezinden kıyafetler diktirmiĢti. Yeryüzünde yürüyen ender
ecinni soylu yiğitlerdendi. Anadolu bozkırında gezinen Moğolların bakiyesi
Karatatar Türkmenlerindendi. Anası gelinlik çağında kaybolmuĢ, deli olarak
obasına dönmüĢ, dokuz ayın sonunda acayip görünüĢlü dev oğlunu doğu-
rurken canını teslim etmiĢti. Babası meçhuldü, kimi eĢkıyalardır babası,
demiĢti ama çoğunluk cin taifesine bağlamıĢtı. Doymaz bir halde yediği için
insan kanıyla beslenen doymaz hortlak taifesine binaen ―Obur‖ derlerdi ona.
Kabilesiyle birlikte Timur‘un sürüsüne katılmıĢ, aç kaldığı için Timur‘un fil-
lerinden birini öldürüp yemeye çalıĢırken yakalandığından Ġsenboga Han ta-
rafından sürüden kovulmuĢtu. Kıraç bozkırda köle tüccarlarının eline düĢ-
müĢ, savaĢçılıktaki maharetiyle saraya köle olmuĢtu. Tek silahı bozkırda ka-
çak olduğu yıllarda öldürdüğü filden aĢırdığı, sadece savaĢ fillerinin hortum-
larıyla kullanabildiği ve bir ademin tövbe billah kaldıramayacağı kara çelik-
ten dövülme, kafir Ģövalyelerinin iki elli kılıçlarından da uzun cenk kılıcıydı.
Onun yanında duranı orta boylu, sinsi görünüĢlü, hırstan içi kurumuĢ
kalmıĢ gibi kara kuru tipli bir değiĢik ademdi. Saçlarının uçlarına incik bon-
cuklar takmıĢ, yarı çıplak gezen, vücudu dövmeli, elinde sadece incikli bon-
cuklu ahĢap bir sopa taĢıyan, çarpılmıĢ gibi duran korkunç tipli bir yiğitti.
Aslı nesli bilinmez, yaĢı bilinmez bir deli kiĢiydi. Bu toprakların insanların-
dan değildi. Vakti zamanında Ġspanya kıyılarında bulunmuĢtu. Demelerine
göre dünyanın bir ucundaki Ģeytanlar denizinin ortasında bulunan Kaf Da-
ğı‘nın ahalisindendi. Araplara benzerdi ama kendi kabilesinin dili bilinir bir
dil değildi. Tılsımla, büyüyle uğraĢır cenge girdiği zaman sopasıyla ve kendi-
ne has garip bir türkü çığırarak yaptığı acayip güreĢ-dövüĢ taktikleriyle alte-
derdi, düĢmanını. ―Değnekli‖ diye nam yapmıĢtı.
Onun da yanında bir nice ahudan ve dilberden bin kere daha güzel, perirû,
ay yüzlü bir hatun kiĢi vardı ki yüzünü görenler helak olmasın diye ekseriya
127
peçeyle dolaĢırdı. Eli bıçaklı fedailer arasında durmasının nedeni de bu gü-
zellikti. Sultana biri saldıracağı vakit peçesini açarak meydana fırlar, onun
güzelliğini gören erkek kadın her kimse hayran kalır, elini kolunu oynata-
mazdı. ―PeriĢah‖ namıyla tanınmasının nedeni de buydu. Bozkırın bir köĢe-
sinde, dağ baĢında bir bebek sesinin ardından giden avcı yörükler bulmuĢtu
onu. Yeni doğmuĢ iki cerenin yanında bulmuĢlardı bebekliğinde. Ceren kılı-
ğında gezen orman perilerinin soyundan sayarak yanlarına almıĢlardı. Bü-
yüme çağı gelen de güzelleĢmiĢ, hiçbir yörede tutunamamıĢ, ehli namus olsa
da, onu elde etmek isteyen beylerin ve ağaların birbirlerine öldürmeleri yü-
zünden bir nice felakete neden olmuĢtu. Namı saraya dek gidince bu Ģekilde
hizmete alınmıĢtı.
ĠĢte bu üç fedai sultanın huzuruna çıkar çıkmaz el etek öperek elpençe di-
van beklemeye baĢlamıĢlardı. Sultan müneccimlerin ve cindarların kendisine
anlattıklarını aynen fedailerine de anlattıklarından sonra kayıp rıhtımı bul-
malarını ve oradaki tılsımlı gemiyi bulur bulmaz haber uçurmalarını söyledi.
Sultanın verdiği emirler üzerine yeniden el etek öperek otağdan çıktılar. Kos-
tantiniyye surlarının dibine doğru yürüdüler. Kulelere çoktan Ġslam sancak-
ları çekilmiĢti ama halen Ģehrin içinden kılıç Ģakırtıları ve naralar gelmek-
teydi. Ġç kulelere ve manastırlara sığınan Ģövalyelerin ardına takılmıĢ birkaç
maceraperest Latin keferesi yeniçeriler ve azaplara karĢı kör bir direniĢ ser-
gilemekteydiler. Haliç üzerinden üstü deri kaplı fıçılarla kurulan yapay köp-
rüden geçtikten sonra ormanlık alanın kıyısından ilerleyerek Ceneviz kefere-
sinin surlarına yaklaĢtılar. Surlarda kalan tek tük Ceneviz askerleri gelenleri
çok dikkate almadan ama güvenmediklerinden de yarımağız göz hapsine ala-
rak takip ettiler. Ağaçların arasından sıyrılmadan sur boyu ilerleyerek koca
çınarı aramaya baĢladılar. Obur gövdesini okĢayarak söylendi:
“-Samanlıkta iğne aramaya benzer. Bir ulu çınar ara ki bulasın! Hemi de di-
binde asırlarca yaşayan bir koca!”
Değnekçi hırıltılı sesiyle:
“-Bre sanki biz çok tekiniz de, asırlık yaşayan ihtiyara inanmazsın!”
“-Bana tuhaf gelir ürükçüoğlu! Ben oburların, devlerin soyundan gelirim, ba-
cı bildiğimiz peri soyundan. Sen neslimiz büyücüydü dersin. Yüzlerce yıl ömür
sürmek ne mümkün? Ermiş, evliya takımı bile bu kadar uzun süre yaşamaz!
Tılsım beklediğine göre bu koca ermişlerden değil!”
“-Tılsımı beklediğine göre sizin gibi ecinni soyundan gelme olsa gerek!”
128
Üç fedai tepesinde karınca misali tatar yaylı Ceneviz erlerinin ve dede ya-
digârı kılıçlarla caka satan Latin komutanlarının bakıĢlarının altında, surla-
rın gölgesinde ilerlemeye devam ettiler. Cenevizliler, yerli Rumlar, Latinler,
Yahudiler, papazlar, hahamlar, falcılar, çalgıcılar, gemiciler, kürekçiler, rıh-
tım ahalisi her biri anında kolonide yayılan garip görünümlü üç kiĢinin, ku-
Ģatmacılar yönünden surlara yaklaĢması merak konusu olmuĢtu. O dönem-
lerde de Kostantiniyye‘nin sisiyle sırı kısa sürede yayılmaktaydı. Bu Kostan-
tin‘in Ģehrinde de Pera‘da da böyleydi. Surların tepesine çıkmıĢ ahali, kara
suretli dev, kara kuru yapılı ecinni ve yüzü kapalı da olsa güzellik abidesi
olduğu her halinden belli peri kızı kafalarda binbir çeĢit soruyu ve dedikodu-
yu peydahlamaktaydı. Onlarla birlikte adım adım kah eksilerek, kah artarak
surlar ve kuleler boyunca takip ettiler. Üç fedaide bir yandan ulu çınarı
ararken diğer yandan surların tepesindeki meraklı ahaliyi seyretmekteydi.
Bir an gelince kalabalığın surlarda takibi bırakarak ama dağılmadan uzak-
tan fedaileri izlemekle yetindiler. Fedailer bu davranıĢlarından ötürü kuĢku-
landılar. Meraklı Pera ahalisinin kendilerini takibi bırakıp ejder görmüĢçesi-
ne oldukları yere mıhlanmaları garipti. Ahalinin gözlerini dikmekte olduğu
yeri gördüklerinde onların bu korkulu hallerini anlamadılar ama koca çınarı
da buldular. Pera ahalisinin korkusu oradakilerin bildiği bir söylenceden
kaynaklanıyordu. Ceneviz askerlerinin ne gece ne gündüz tepesinde nöbet
beklemekte korktukları bir kule vardı. Diğer sur ve kule parçalarından bir
bakıĢta ayırt edilebiliyordu zira diğerlerinin aksine yosunlardan ve küften
rengi kararmıĢ, yüzyılların acizliğine uğramıĢ kara taĢları, yamru yumru ya-
pısı, ve tepesinde dikilmekte olan korkunç bakıĢlı baykuĢuyla burası canlı
bir ölüm ve uğursuzluk abidesiydi. Tam önünde dikilmekte olan kara yapılı,
geniĢ gövdeli ve uzunluğu neredeyse önündeki kuleye eren koca çınarla bir-
likte anılırdı. Ahali orasının lanetli olduğuna inanırdı. Hakkında türlü çeĢit
söylentiler söylenir kimi ulu bir ejderin mezarı, kimi cinlerin sarayının, kimi
de bizzat Ģeytanın orada oturduğunu anlatırdı.
Fedailer ulu çınarın dibine geldiklerinde, koca gövdesinde ağız gibi bir ya-
rığın bulunduğunu gördüler. Kovuğun içinden belli belirsiz parıltılar gelmek-
teydi. Üçü birden usulca yaklaĢarak kafalarını kovuktan içeriye soktukların-
da gördükleri Ģey karĢısında hayrete düĢtüler. Bir kuyu kadar derin ve ge-
niĢti ağaç. En tepesinde balkabağı kadar büyük bir ateĢböceği yapıĢmıĢ, ya-
nıp sönen meĢale misali ıĢıldamaktaydı. IĢığın altında, tüm tabanı kaplayan
beyaz saçların ve uzun sakal yığın ortasında bağdaĢ kurarak dikilmekte
olan, kuyu gözlü bir ihtiyar gördüler. Ġhtiyar onlara bakarak anlamsız ve tu-
haf sesler çıkardı. PeriĢah, Değnekli ile Obur‘a dönerek:
129
“-Cin taifesinin dili bu. Anacığımın geldiği saali cinlerinin lisanını konuşur.”
PeriĢah ile ihtiyar aralarında bilinmedik bir lisanda konuĢmaya baĢladılar.
Cinlerin lisanlarını herkes bilmezdi. Büyücü, cadı, Ģaman taifesinden baĢka
kendi kavimleri ve arada kalanlar, aĢina olanlar, perdesi kalkmıĢlar ve ka-
rıĢmıĢ taifesi bilirdi. PeriĢah ile ihtiyar aralarında rüzgar uğultusuyla, taĢ
tıkırtısını ve su Ģıpırtısını andıran bir sesle konuĢmaya baĢladılar. Değnek-
li‘ye yabancı, Obur‘a tamamen yabancıydı. Obur ecinni soyundan gelse de en
fazla dağ devlerinin homurtularına, ifritlerin ateĢ gürlemesine ve mezarlık
gulyabanilerinin iniltilerine aĢinaydı. PeriĢah kovuktan çekilir çekilmez onun
yüzüne baka kaldılar. PeriĢah‘ın yüzü sararmıĢ gibiydi:
“-Buradan aşağıda, kıyıda bir orman kıyısındaymış rıhtım. Bekçiyi uyan-
dırmamaya dikkat etmeliymişiz.” dedikten sonra kıyıya doğru yürümeye baĢ-
ladılar. Bir müddet sonra gerçekten de surlarla deniz kıyısının bitiĢtiği yerde
ağaçlık bir koru gördüler. Tabanı sarmaĢıklarla kaplı, yosunlu ağaç gövdele-
rinin arasında uzanan patikayı izlediler. Deniz kıyısına yakın bir yerde kırk
dökük bir rıhtımın uzanmakta olduğunu gördüler. Rıhtıma yaklaĢarak sağı-
na soluna bakınarak tılsımlı gemiye dair bir iĢaret aramaya baĢladılar. Rıh-
tıma yaklaĢtıkları anda yerin titremeye baĢladığını gördüler. Büyük bir gü-
rüldeme yeri göğü kaplamıĢtı. Gerilerine döndüklerinde kadim ağacın sal-
lanmakta olduğunu gördüler. Ağacın gövdesinden kuyu gözlü ihtiyarın sü-
rünerek çıktığını gördüler. Kulede tüneyen koca baykuĢ ihtiyarın sırtına
kondu, ateĢböceği ise ihtiyarın göğsüne yapıĢmıĢtı. Ġhtiyar sürünmekte iken
birden biri bu hayvanlarla bütünleĢerek devyarasa bir ejderhaya dönüĢtü-
ğünü gördüler. BaykuĢ pullu kanatlara, ateĢ böceği ateĢle körüklenen göğ-
süne dönüĢmüĢ, ihtiyar pullu kuyurklu, aslan kafalı, yeleli ve koca ağızlı bir
ejderhaya dönüĢmüĢtü. Yeri göğü sallayarak hızlı adımlarla limana doğru
sürünmeye baĢladı.
Ne yapacaklarını bilemez bir haldeyken ilk öne atılan değnekli oldu. Tuhaf
dansıyla ejderhayı ĢaĢırtmaya çalıĢıyor, ejderha kah pençeli kanatlarıyla,
kah koca ağzıyla onu parçalamaya çalıĢıyordu. Arada bir göğsünden körük-
lenen alevlerin harıyla yakmaya çalıĢıyordu. Koca gövdeli Obur ejderhanın
gövdesine çıkarak kafasını sarmaya çalıĢtı. Onlar böylesine ejderhayla cebel-
leĢirken PeriĢah ne yaptığını bilirmiĢ gibi, tılsımı çözmüĢçesine peçesini açtı.
Onun yüzünün güzelliğini gören ejderha içinde parlayan Ģehvetin ateĢiyle
tılsımı unutarak rıhtıma doğru adımını attı. O anda olan oldu ve tılsım hare-
kete geçti. Rıhtımın tılsımını o an anlamıĢlardı. Adımını atan ejderha o anda
ejder baĢlı, altın ve gümüĢ kaplamalarla süslü, altın ejder kanadı yelkenlere
130
baykuĢ kafalı yelken direğine dönüĢe, ucunda asılı yeĢil ıĢıklar saçan bir
ateĢ böceği temsilinden oluĢma muhteĢem bir gemiye dönüĢtü. PeriĢah kız
da o geminin bir parçası haline gelmiĢ, uzun ejder suretinin altına yapıĢmıĢ
güzel yüzlü bir deniz kızı suretine bürünmüĢtü. O an anlamıĢlardı tılsımın
sırrını. Rıhtıma ayak basan tılsımlı geminin parçası olur, ortaya çıkmasına
vesile olurdu. Kostantiniyye cadıları tılsımı böyle saklamıĢlardı asırlarca. Ka-
yıp rıhtım, ona adım atanı efsanelere karıĢtırıyordu.
Kalan fedailer tılsımlı gemiye binerek sadece gönüllerinden geçtiği gibi ha-
reket ettiğini gördüler. Haliç kıyısına geldiklerinde, sultanın maiyeti ve as-
kerleriyle beraber mehteranlarla karĢıladığını gördüler. Adım atan efsanelere
karıĢmasın diye tılsımlı rıhtımın yerini hiç kimseye söylemediler. Gördükleri
ve buldukları kısmetin uğuruyla doksan küsür yaĢına dek vardılar. Vasiyet-
leri üzerine kara kulenin dibindeki çınara gömüldüler. Derler ki onların ölü-
münün ardından gelen bahar mevsiminde o çınar ağacından tuhaf bir Ģekil-
de elma bitmiĢ. Elma ağacı olmadığı halde çınar dalından sarkan kıpkırmızı,
taze elma parçasının sırrını hikmetini çözemediler. Hikmet sahibi kiĢilere
göre zaman vaktine erince elma durduğu yerden koparak ―kayıp rıhtımı‖
arayan efsane kahramanlarının ve efsaneleri kurcalayanlarının baĢına düĢ-
müĢ, bir elma bin olmuĢ, düĢtüğü yere masallar, hikayeler konmuĢ o za-
mandan bu zaman.
- SON -
131
RIHTIM’DA BİR DELİ
ÖZGÜRCAN UZUNYAġA AMRAS RINGERIL
Dilim döndüğü kadar hikâye anlatırım böyle. DüĢler Limanı‘nda toplanır-
lar bazı geceler, ateĢ yakarlar, gitar çalar Ozan‘ın ġarkısı‘nı söylerler. Ben de
böyle uzaktan izlerim bazen, bazense gider katılırım Ģarkılarına. Hiç dıĢla-
dıklarını görmedim. Oturur dinlerim, anlamasam da anlattıklarını, bu ho-
Ģuma gider. Serttirler bazen, kırbaçlarını çekerler, ama çoğunlukla anlayıĢlı
davranırlar bana. Dilim dönmez çünkü pek. Buraya gelmeden önce de böy-
leydim ben.
Bazı geceler, gökyüzü o kadar karanlık olurdu ki ayı bulmak için dolaĢtı-
ğım caddeleri üst üste koysam, ayın kendisine ulaĢırdım. Yıldızlar birbirleri-
nin çekim kuvvetlerinden etkilenmiĢ ve birleĢip yok olmuĢlardı sanki. Üze-
rimde yırtık gömlekler, lime lime kıyafetler, ıslak pantolonlar… Ġnsanlar öyle
kaçarlardı benden. Yanlarına bile yaklaĢtırmazlardı bazı geceler. Bazı gece-
ler, hava o kadar soğuk olurdu ki, salyam kirli giysilerime değmeden donar
kalırdı. O geceler, söyleyeceklerimi dinletecek kimseyi bulamazdım. Tüm rıh-
tımları dolaĢırdım, efkârlı gençlerin biralarına yapıĢkan bir sinek olmak, bel-
ki de iki kelam etme Ģansı bulmak için. Ancak her rıhtım boĢtu benim için,
limanlar boĢ gemilerle doluydu. Her bir gemi sallanan bir yataktı benim için
Haydarlar gelene kadar.
Ancak neĢeli günlerim de olmadı değil. Sakallarımdaki ekmek kırıntılarını
ellerimle temizleye temizleye, sekerek inerdim rıhtımlara. Sekerim hep, tek
ayağım topaldır benim. Bir zamanlar o büyük Ģehre göndermek için beni bir
trene atmıĢlardı. Onlara yeterince anlattığım hikâyelerim bana acımalarını
sağlamıĢ ya da benden nefret ettirmiĢti. Onlara gördüklerimi anlatırdım hep.
Bazı geceler, derdim, gökyüzü alevler saçan kuĢlarla dolar, onların üzerinde-
ki Ģövalyeler gelsin ve beni kurtarsın diye yakardım ateĢleri. Neden diye sor-
duklarında, iki gözümü de göremeyecek kadar ĢiĢirdikten sonra, bunu söy-
lerdim. Alsınlar beni derdim. Gittikleri o unutulmuĢ diyarlara beni de götür-
132
sünler isterdim. Gökyüzünü bana çok gördüler ve beni o trene attılar, aya-
ğımı kaptırdım demirden pençelerine. O günden sonra topallayarak yürü-
düm tüm arzda.
NeĢeli günlerimde, rüzgârların amansızca köpürttüğü suların önünde
oturdum rıhtımlarda. Yanımda yoldaĢlarım oldu, ben onlara hikâyeler anla-
tırdım onlar güler ve birbirlerinin kulaklarına fısıldarlardı. DüĢlerdim, beni
alıp götüreceklerini ve yalnızca küçük bir evi ısıtmak için onlarca ev dolaĢ-
mak zorunda kalmayacağımı. Ancak sonra kalkıp giderler ya da bana demir
küçük daireler atarlar ve gitmem için zorlarlardı. Ben de gider baĢkalarına
anlatırdım. En neĢeli günlerimde bile kimse gerçekten dinlemedi beni. Onlar
gelene kadar, kimse gerçekten dinlemedi.
Büyük ayaklı küçük insanlar geldiler bir gece. Onlara ne diyeceğimi bile-
memiĢtim ve, ―Gömlek var mı?‖ diye sormuĢtum. GülmüĢlerdi bana, birala-
rından birer yudum aldılar ve hakkımda konuĢmaya baĢladılar.
―Sence hak ediyor mu?‖ dedi sevimli, sert görünüĢlü küçük kız.
―Ne demek istiyorsun? Onun için geldik zaten.‖ dedi kıvırcık uzun saçları
olan.
―ArkadaĢlar, ona bir Ģans tanımalıyız elbette.‖ dedi nispeten uzun ve top
sakallı olan.
―Bence uçuralım kafasını.‖ dedi biraz kilolu ve kısa olan.
En sonunda karara vardılar, hepsi birden arkalarını dönüp sokağın karan-
lıklarına baktılar. TaĢ sokak, efendisinin çığlıklarını iĢitmiĢçesine titredi.
Gökyüzü dalgalandı. Beyaz atının üzerinde, derisi dâhil her Ģeyi siyah olan
bir adam geldi. Yüzünden rakamlar akıyordu. Uzun boylu ve yapılıydı. Eğildi
ve bana bakarak gülümsedi. Ġki elini uzatıp avuçlarını açtığında, birinde ma-
vi birinde kırmızı iki tavuk yumurtası duruyordu.
―Eminim bu duvarlar sonsuza kadar zapt edemez bir bilinci. Tanrılar yok
olana kadar, yalnız kalmamalı ve anlatmalı öykülerini. Seç. Maviyi seçersen,
anlattığın öyküler her zamanki gibi yarım kalır ve biter. Bu karton döĢeme
yatağında duvarlarının arasında uyanırsın. Kırmızıyı seçersen, bizimle gelir-
sin ve sana bir tavĢan deliğinin ne kadar derin olabileceğini gösteririz.
Unutma, öykülerin ne kadar sürerse, delik o kadar uzundur.‖
133
Hepsi kaybolduğunda, elimde yumurtamla uykuya daldım. Uyandığımda
kendimi bulduğum yer ise uyuduğumda olduğum yerden çok farklıydı. Nefes
alamıyor, almıyordum. Gerek duymadığımı hissettim. BoĢlukta uçuyordum.
Etrafımda yıldızlar her zaman olduklarından çok daha parlak görünüyorlar-
dı. Altımda devasa bir yaratık bana araçlık yapıyordu ve ardımda, koskoca
mavi-yeĢil bir küre bana elveda diyordu. Altımdaki yaratık koca kanatlarını
çırparak daha da uzaklaĢtı. GüneĢin gittikçe ısıttığını ama yakmadığını fark
ediyordum. Bunun altımdaki yaratıkla ilgili olduğunu anlamam uzun sür-
medi. GüneĢi yutabilecek güçte gibi geliyordu bana. Ancak o tarafa gitmiyor-
duk. Ġleride, daha önce hiç görmediğim bir yıldıza doğru ilerliyorduk. Ġlerle-
dikçe etrafımda uçan daireler, roketler, tek göze benzeyen ve asla susmayan
ilginç küçük küreler gördüm. YaklaĢtıkça yaklaĢtık ve karĢımızda devasa bir
cisim belirdi. Bu cisim koca bir adamın omuzlarında taĢıdığı ilginç Ģekilli bir
dünyayı andırıyordu. Adam bana göz kırptı ve o zaman, adamın bir kaplum-
bağanın sırtına bastığını ve kaplumbağanın bilinmeyen bir yöne doğru ilerle-
diğini gördüm.
Yaratık beni dünyanın üzerinde uçurdu. Koca bir okula benzeyen etrafında
çocukların uçtuğu bir binanın üzerinden geçtik. Havlularıyla güneĢlenen iki
adam ve bir devasa baĢlı robota selam verdik, uzun denizleri aĢtık ve gökyü-
zünü delercesine yükselen simsiyah kulenin yanından geçtik, sırtını dağlara
dayamıĢ, bir taht görünümündeki ak kaleyi aĢtık, beni yakarcasına izleyen
göze bakmaktan kendimi kaçırdığımda, ileride benimkine benzeyen yaratık-
larla uçan insanlar gördüm. Yaratıklar ağızlarından alevler püskürterek sa-
vaĢıyorlardı. Onların arasından titreyerek geçtik. AĢağılarda, çok aĢağılarda,
sonsuz denizin ortasında bir adaya indik. Yaratık bana gülümsedi ve baĢıyla
ileriyi iĢaret etti. Hayatımın en doğru kararını verdiğimi hissettiğim o gün, o
iskeleden geçtim ve aynada kendime baktım. DeğiĢmiĢtim, mutlu, düzgün ve
temiz görünüyordum.
Kuleleri, deniz fenerleri, iskeleleri, limanları ve hanları olan bir cennettey-
dim. Dilim döndüğü kadar anlattım onlara dertlerimi, kimisi beni omuzları-
na aldı kimisi tersledi. Ancak hepsi en azından bir kez olsun dinledi. ġimdi
limanlarında ve rıhtımlarında her gece onların anlattıklarını dinliyorum. Ba-
na kadim ejderhalarla yaĢadıkları maceraları, cesur Ģövalyelerini, çektikleri
acıları, baĢka dünyalardaki hikâyelerini anlatıyorlar. Hatta her zaman nasıl
acıktığından bahsedenler bile var.
Ben dilim döndüğü kadar onların yanındayım. Onlar da dilleri döndüğü
kadar benim yanımdalar.
134
KÖTÜ KOKULAR MUTFAĞI ONUR SELAMET
DARLY OPUS
―Seçim yapmadığın sürece, kalan olasılıkların hepsi mümkündür.‖ - Mr. Nobody
1.Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
Mutlak unutma yoktur. Ah, ama o öykü nasıl baĢlıyordu? KonuĢmalar…
KonuĢmalar hatırlıyorum, iki adam. Yok, yok. Bir kız, bir oğlan. Daha ço-
cuklar… Üzücü. Böyle olmayacak, o güne gitmeliyiz. Onların öyküsü izlen-
meyi hak ediyor.
* * *
―Ne o, alındın mı?‖ diye sordu. Alındığını biliyordu.
―Yok. Neden alınacakmıĢım?‖ Alındığını bildiğini biliyordu.
―Sordum öyle.‖ Öyle sormuĢtu.
―Tamam.‖
―Yapma böyle…‖
―Neden yapmayacakmıĢım?‖
Çünkü… diye baĢlayacaktı söze. BaĢlamadı. Baktı sadece gözlerine. Sonra
konuĢtu: ―Bakma Ģöyle, düĢünemiyorum.‖
―Bakarsam ne yaparsın?‖ Kötü bir sırıtıĢ.
―Ne bileyim ne yaparım, en kötü denize dökerim seni.‖
135
―Döker misin cidden?‖
―Deneyelim mi?‖
Kız çok güzel değildi ya. Nefes aldığını duyabilirdiniz. Ancak… O kadar. Si-
yah saçlar, on yedi yaĢ. Kabarık ergen damarı. HoĢ bir yüz, idareten kullanı-
labilecek bir fizik. Oğlan da daha fazlası değildi. Kısa saçları siyah, iri gözleri
siyah, uzun boyu siyah… BakıĢları da siyah. Ama ruhu aydınlık, ondan
eminim. Ruhu aydınlık. On yedilik bir ruh.
―Deneyelim!‖ Kız en tatlı bakıĢını gönderdi. ―Bunu deneyelim aĢkım!‖
Oğlan derin bir nefes çekti. Kadiköy‘deydiler. Rıhtımda. GüneĢ batıyordu.
Az sonra baĢlayacak olansa kesinlikle soğuk ve karanlık bir gece değildi. Oy-
sa bütün Ģubat, böyle sonlanmıĢtı günler. Bu kez kliĢelerin adı karalanmıĢtı
geri gelmemek üzere. Klişekovar iĢ baĢındaydı. O kim miydi? Belki Tanrı,
belki Tesadüf, belki de Telemaque; Fenalon‘dan hani. Bilmiyorum. Ancak
iĢlerin ‗dünya‘ için değiĢmeye baĢladığı aĢikârdı. Gün kanıyordu Adalar‘ın
ardından.
―Bu koku da ne?‖ diye sordu Osman. Adı Osman Mazlum idi. Severdi ede-
biyatı falan. Burnunda tattığı kötü bir kokuydu. YakıĢtıramamıĢtı Kadiköy‘e.
―Bilemedim ben de. Ġç gıcıklıyor ama…‖
―Kalkalım mı Süreyya, ister misin?‖
Kız düĢündü. Adıyla hitap edilmesinden hoĢnut kalmamıĢtı.
―Kalkalım Osman, kalkalım…‖ Zaten trip modundaydı, iĢine gelirdi.
―Yok sen otur bakalım,‖ diyip kucakladı kızı Osman. ―Önce denize dökelim
Ģu kâfiri, gideriz sonra.‖ Burnuna bir öpücük kondurdu sevdiğinin.
Süreyya gülüp sımsıkı tutundu hayatını vermek istediği çocuğa. Onu deni-
ze atamayacağını bildiği halde bir piçliğe hazırdı aklı. Koku iyice yoğunlaĢ-
mıĢtı. Osman gırgırı kesmekte fayda gördü.
“Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
Çünkü iki kişiydik…”
136
Fısıldayarak söylemiĢti bunu Osman. Bir martı havalanmıĢtı, Süreyya aĢk-
la iç çekmiĢ ve dalgalar ona eĢlik etmiĢti.
―Hadi gidelim artık.‖
Gidemediler.
Gün kanadı, kanadı, kanadı… Ve sonra kansızlıktan ölüverdi. Aziz Ġstan-
bul‘un bir sevgili rıhtımı sorgusuzca çekilip alındı, her Ģeyiyle. Geriye pek bir
Ģey kalmadı; belki dizeler.
Onlar da akıllarda. Akılları da çekip alamazlar ya. Koku gerçek olamaya-
cak kadar kötüydü.
* * *
Karanlık, sadece karanlıktır. Bazen anlatmaya baĢlayacak hiçbir Ģey bu-
lamayınca susup onunla baĢlıyorum. Ardından aydınlığın geleceğini umarak.
Geliyor mu? Çoğu zaman hayır. Ama bazen… Bazen orada bir yerlerde bir
mum yanıyor. Gölgesiyle birlikte. ĠĢte bazen de bir gün yanıyor, içindekilerle
birlikte. Ġnanın ben de ancak sizin kadar anlamlandırabiliyorum bunları. Bu
iĢler böyleymiĢ meğer. Yazdıkça izleyebiliyoruz, izleyebildikçe yazıyoruz.
* * *
―Osman… Osman kalk!‖
Kız korkmuĢtu. Kim korkmazdı ki?
―Osman kalk diyorum sana!‖
O tokat hep gelirdi. Biri kalkmayınca illa tokatlamak mı gerekiyordu? Ah
tek diĢi kalmıĢ medeniyet!
Osman tokadı yiyince uyandı elbet. Bir Osmanlı torununa bu yapılır mıy-
dı?
―Ne oluyor Süreyya, neyin intikamını alıyorsun yine?‖
―Gökyüzü bölünecek dedin! Bölündü de yuttu bizi, mutlu musun!‖
―Yav nereye yuttu bizi, sapık sapık konuĢma kızım.‖
137
―Bi‘ çevrene bakıver artık?‖
Çocuk ne yapsın, bakıverdi bi‘ çevresine.
―Hassssssssss…‖
―…‖
―Haasaaan…‖
―Kıvırma, aynen öyle hassssssssssiktirrr‘lik bi‘ durumdayız aĢkım benim.‖
Öyle bir yerdeydiler iĢte. Sevdiceğinizin yanında utanmadan ‗hassiktir‘ çe-
kebileceğiniz bir yerde. Deniz vardı, tamam. Gök vardı, o da tamam. BaĢka
ne vardı? Kimileri buraya ‗Öte Yer‘ derdi, kimileri buraya hiçbir Ģey demezdi;
çünkü varlığına dair fikir üretmeye dahi zahmet etmezlerdi. Kimileri içinse
herhangi bir yerdi iĢte.
Ama biz buraya Kayıp Rıhtım diyelim.
―Nasıl oldu ya o?‖ diye sordu Osman. Bir koku falan hatırlıyordu ama…
―E senin yüzünden oldu, nasıl olacak? Gök dedin, bölecek dedin, aldın ba-
Ģımıza belayı. Of!‖
ġimdi ikisi de ayaklanmıĢ nerede olduklarını anlamaya çalıĢıyorlardı. At-
mosfer boğuktu, puslu bir sabah, belki. Pek ilerisini görmek mümkün değildi
o yüzden. Anlayabildikleri tek Ģey, burasının ‗bildikleri‘ herhangi bir yer ol-
madığıydı. Ġleride derme çatma bir yapı görünmekteydi:
Han.
2. Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
―Orada kimse var mı?‖ Böyle fantastik yerlerde, bu tarz soruların cevabı ya
olmaz ya da can yakar. Genelde. Hâlbuki Ģöyle bir yanıt olağandıĢı gelecektir
duyana: ―Var tabii, kapıyı ittiriver de içeri gel.‖
Osman, Süreyya‘ya baktı. Kız hayata karĢı her zaman cesur davranmıĢtı.
Bildiğimiz hayata karĢı, en azından. Dudakları titrese de kendini kontrol etti
ve baĢıyla onayladı sevdiğini. Kapıyı ciyaklatarak içeri daldılar. DöĢemeler
138
hoş geldiniz dedi, burunlarına anason dolu bir rüzgâr çarptı ve gözleri ‗içeri-
dekiler‘le buluĢtu.
Altı kiĢi saydılar. Hepsi sıradan insanlardı. Dört erkek, iki kadın. Fizikleri-
ne dair anlatacak pek bir Ģey hatırlamıyorum, nasıl hayal etmek istiyorsanız
öyle hayal edin. Hayal etmek istemiyorsanız da siz bilirsiniz. Onları içeri da-
vet eden ses: ―HoĢ geldiniz,‖ dedi. Bu en öndeki adamdı.
Siz olsaydınız cevap verir miydiniz?
―Eminim hoĢ bulmuĢlardır,‖ diye pekiĢtirdi kadın. En azından Süreyya ko-
nuĢana bakmadığı için onu kadın sanmıĢtı. Ama o üç kelimeyi dillendiren
bir erkekti. Sapına kadar mı bilmiyordum; fakat sesine kadar olmadığı ke-
sindi.
―Neredeyiz?‖ dedi Osman.
Asla geri kalmıyorlardı: ―Nerede olmayı isterdiniz?‖ KonuĢan bu defa kesin
erkekti. Galiba.
―Evde!‖ diyiverdi Süreyya.
―Vaaay! Çocuğu eve mi atacaksın! Hınzır Ģey!‖ Bu sefer hakiki bir kadın
konuĢmuĢtu. Galiba.
―Öyle bir Ģey demedim ben!‖
―Siz diye sorduğuma göre, cevabını da siz olarak algılamam kadar doğal bir
Ģey…‖
Bu zamana kadar sessiz kalmayı baĢarmıĢ adamlardan birisi araya girdi:
―ġamatayı keselim artık. Ayakta kaldınız, masalara buyrun. Açsınızdır.‖
Açlardı.
* * *
DoymuĢlardı.
―Konukseverliğiniz için minnettarız. Fakat neler olduğu hakkında en azın-
dan birkaç…‖
139
Adının Jale Ters olduğunu öğrendikleri kadın: ―Kelam duysanız eminim
çok hoĢunuza giderdi,‖ diye tamamladı Osman‘ın sözünü.
Kadın bakıĢlarını Kamil Karakoç‘a yöneltti. O da baĢka bir cengâverdi. Ya
da değildi. Burada belki de hepsi birbirinden sıradan birkaç adam ve iki ka-
dın vardı. Ġki de çocuk. Kamil‘in onaylayan bakıĢını gören Jale: ―Sanırım ger-
çekleri duymak için hazırsınız,‖ dedi.
―Gelir gelmez anlatsaydınız ya?‖ Süreyya misafirliğe gidildiğinde yaĢanan o
çekingenlik hissinden yavaĢ yavaĢ kurtulmaya baĢlamıĢtı.
―Aç karna olmaz diyorlar.‖
Osman konuĢanı görememiĢti. Görebilseydi, ―Kim ve neden?‖ diye sorardı,
eminim.
Onun yerine Jale, ―Dinleyin,‖ dedi.
Dinlediler.
* * *
―Dünyanız hanelerle, haneler odalarla, odalar insanlarla dolu. Ġnsanlar
acıkır. Açlıklarını gidermek için yiyecek edinir, bu yiyecekleri mutfaklarında
yemeye uygun kıvama getirirler. Mutfakta yahut da keyif sahibiyseniz salon-
da falan afiyetle mideye indirirsiniz hazırladıklarınızı. Sonra onları sindirir,
sonra utanmadan bir daha acıkırsınız. Açlığınızı gidermek için süreci yeni-
den baĢlatırsınız.
―Dünyanın her yerinde mutfaklar var. Yemekler piĢiyor. Tencereler yuvar-
lanıyor, kapakları kaçıyor. Ġnsan, her Ģey kendisi için sanıyor. Hâlbuki çok
az Ģeyi ya biliyor ya da hiç bilmiyor. Kötü Kokular Mutfağı, insanın bilmediği
Kenkagintakatrigentilyarca * Ģeyden sadece birisi. Ġnsanlar mutfakta. Tanrı-
lar aĢçı. Acıkıyorlar. Yemek istiyorlar. Sizi değil, korkmayın. Ne yediklerini…
Ah, bunu söylemek çok garip! Buraya ne yoluyla geldiğinizi düĢünüyorsu-
nuz?‖
―Don-Volga Kanalı‘yla değil,‖ dedi Süreyya. DüĢünmeden salmıĢtı sözcük-
lerini hana. Belki de az önce duyduğu yirmi altı harflik kelime yüzünden.
Bunun büyük bir sayı olduğu fikrine kapıldı.
140
Jale devam etti: ―Doğru. Siz buraya… Siz buraya gelmediniz, getirildiniz.
Bir tür enerjiyle.‖
Osman hissiz bir sesle sordu: ―Ne tür bir enerjiyle?‖
―En can alıcı yere geldik! Sürtünme enerjisiyle. Evrenler birbirine sürtü-
nürken çıkan enerjiyle. OluĢan çekim sizin yolculuğunuz, enerjiyse tanrıla-
rın akĢam yemeği olur. Onlar karnını doyururken sizi de buraya, Rıhtım‘a
fırlatırlar. Bir tür… atık olarak. Sizinle birlikte çekilen mekânsa; zaten aslın-
da hiç var olmamıĢtır dünyanız için.‖
Süreyya: ―…‖
Osman: ―…‖
Jale: ―Eheh.‖
―Nası yaa?!!!‖ diyen Süreyya, az önce boğazında oluĢan yumruyu kusmayı
baĢarmıĢtı.
―Çünkü öyle olması gerekiyor, ne bileyim ben! Sanki sizi yiyen benim ya-
hu.‖
―Jale…‖ Kamil araya girme gereği duymuĢtu. Kadının hafif dengesiz yapı-
sından haberdardı. ―Ġstersen, bayrağı ben devralayım.‖
Jale Ters baĢıyla olumladı. Gençlere laf anlatmak stresli bir iĢti.
―Jale‘nin dediklerini anladığınızı umut ediyorum. Tanrılar, çekiminizden
doğan endirekt serbest vuruĢu, yani enerjiyi kullanırken; siz de buraya, Ka-
yıp Rıhtım‘a, gönderilmek durumunda kalıyorsunuz. Tahmin ediyorum ki
Ģimdi aklınızda iki soru var. Bir: Sizinle birlikte diğer evrende bulunduğunuz
insanlar nerede? Ġki onlar da mı aynı sonu paylaĢtı?
―Yemekler, yani insanlar, gruplandırılır. Sonra da paketlenip Kayıp Rıhtım-
lara gönderilir. Nasıl yani „Rıhtımlara‟… ġöyle yani: Sayısız evren olduğuna
göre, Rıhtım sayısı da sayısız olacaktır. Çekildiğiniz yerdeki insanlar bu sayı-
sız Rıhtımlara dağıtıldı. ġükür ki birbirinizden ayrılmamıĢsınız, yol arkadaĢ-
sız buraya düĢenlerin kendine gelme süreci daha uzun oluyor.‖
Osman ve Süreyya bu kadarını beklemiyordu. Ya, ne kadarını bekliyorlar-
dı?
141
―ġimdi ne olacak?‖ dedi Süreyya.
Kamil önündeki sürahiden biraz rakı koydu. Birkaç parça buz ve iki par-
mak suyla Ģenlendirdiği içkisini yudumlayarak devam etti:
―Bundan sonra önünüzde birkaç yol var. Bizimle burada yaĢayabilirsiniz.
Eve dönmek için uğraĢ verebilirsiniz. Ya da öylece yok olabilirsiniz…‖
―Nasıl yani… Öylece… Yok olmak mı?‖ diyen Süreyya endiĢeliydi. Yok olma
fikri insanların hoĢuna gitmiyor gibiydi. Cehennem‘e gitmek bile rahatlatabi-
lirdi kiĢiyi. Ama yok olmak? Toprağa karıĢıp sanki hiç var olmamıĢ gibi si-
linmek diyarlardan?
Bu acıydı.
―Durum Ģöyle: Eve dönmeyi de seçseniz, burada kalmayı da seçseniz so-
nuç aynı oluyor genelde.‖
―Nedir o sonuç?‖
―O sonuç, hiçbir Ģeyi seçmemekle doğacak olan sonuçla aynı: Yok olmak.‖
* * *
Ġstisnasız bütün yollar Paris‘e çıkabilir. Ortada bir yol olduğu sürece, git-
mesi vakit aldığı sürece, insan yolda olduğunu hissettiği sürece; sürekli Pa-
ris‘e çıkmak kimseye koymaz. Mamafih hiçbir yolu seçmediğiniz takdirde bile
bir Ģeyler sizi Paris‘e sürüklüyorsa… Orada bir bokluk var demektir, kimse
kusura bakmasın. Sayısız evrenin, sayısız ihtimalleri insan ruhunu kaosa
sürükler.
Bu kaostan kurtulmanın tek yoluysa: Oyuna devam etmektir. Sonucunu
bildiğiniz bir oyuna. Artık ne kadar zevk alabilirseniz…
* * *
Kan donduran konuĢmanın son demleri Süreyya ve Osman için hiç de
olumlu geçmemiĢti. Envai çeĢit kâbusa gark olurken yüzlerinden tek kelime-
lik bir roman okunabilmekteydi: Korku.
Eve dönmeyi istemek, burada kalmayı istemek yahut hiçbir Ģeyi isteme-
mek aynı sonuca tekabül ediyorsa; insan bu açmazdan nasıl kurtulabilirdi?
142
Osman dayanamayıp dümeni devraldı: ―Neden… Neden her ihtimal aynı
kapıya çıkmak zorunda?‖
―Ahh… Beni yanlıĢ anlamıĢsınız, hiçbir Ģey ‗olmak zorunda‘ değil. Sonuç
genelde aynı oluyor, evet. Bunu sadece bu zamana kadarki tecrübelerimize
dayanarak söyledim. Hiçbir Ģeyin nasıl sonlanacağını bilemeyiz. Fakat bu
zamana kadar olanlardan bir sonuca vardıysak, o da Ģudur: Evren, artık
hangisi olursa, kendisinden olmayanı barındırmak niyetinde değil. Buraya
yabancıysanız, burada kaybolup gidersiniz. Geri dönüĢsüzce.‖
―Harika!‖ dedi Süreyya.
Osman da bunu harika bulmuĢtu. En büyük hayali kaybolup gitmekti ne
de olsa. Tanrılara küfretti, hayatında ilk defa. Onların hoyrat yeme alıĢkan-
lıklarına, biçtikleri bu kadere -kefene-, neĢeli ihtimaller denizine… Osman o
gün çok küfretti.
Ve kimse onu bunun için suçlamadı.
* * *
Hanın fazlaca kullanılmıĢ boğuk odalarından birindeydiler. Karınları ye-
mek, yürekleri tasayla doluydu. Süreyya sorulabilecek tek soruyu sordu:
―ġimdi ne olacak?‖
Osman düĢündü, Osman taĢındı. Bir yanıtla doldurduğunu sandığı ağzını
açtı; ancak aptal bir akvaryum balığıymıĢçasına kapatmak durumunda kal-
dı. Cevapsızdı. En iyi yaptığı Ģeyi yaptı, hayata birkaç mısra okudu:
“… Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna
diziyorlar
Bütün kara parçalarında
Afrika dâhil…”
143
3.Ben bazan istasyonu bulamayan bir adamım
Hiçbir karara varamamayı kendilerine yakıĢtıramıyorlardı. Burada kös kös
oturup Rıhtım‘ın onları silmesine de razı değildi gönülleri. Öyleyse gitmeyi
deneyeceklerdi. Gitmeyi. Onlar için dolacaksa süre, onlar yoldayken dolma-
lıydı. Zerre kadar Ģansları varsa, o Ģansın peĢindeyken bitmeliydi her Ģey.
Odadan bir karara varmanın dayanılmaz hafifliğiyle ayrıldılar. Ġlk gördük-
leri Rıhtımlıya soracaklardı dönüĢ biletinin neye patladığını.
Ġlk gördükleri Rıhtımlı sesine kadar erkek olduğu şüpheli olan Ģu erkekti.
Adını hiç öğrenemediler; ama arkadaĢları ona Biçare diyorlardı. Sordular.
Adam düĢündü. Gitmek istediklerine ĢaĢırmıĢtı. Aynı sonuç zahmetsizce
de gerçekleĢebilirdi nihayetinde. Kadınvari bir sesle konuĢtu:
―Bunun bilinen tek yolu var: Onları kusturmak.‖
Tanrıları kusturmak, Yapılacak En Mantıklı On ġey adlı listenin daima bir
numarası olmuĢtur. Genç âĢıklar bunun farkındaydı.
* * *
―Yani onlara söyledin, öyle mi?‖ dedi Jale.
―Evet, sana sorsalar söylemez miydin?‖ dedi Biçare.
―Söylerdim, bunun için buradayız.‖
―Ama bunun için beni suçluyorsun…‖
―Eve dönüĢ yolunun cinayetten geçtiğini bilmemelerini tercih ederdim. On-
lar çocuk! Birbirlerini öldürmeye nasıl… Offff! Hiçbir Ģey yapmayıp burada
yok olmayı beklemeliydiler.‖
Jale‘nin buz tutmuĢ sesi Biçare‘nin suratına acı acı çarptı. Biçare, çaresiz-
di:
―Engel olamaz mıyız? BaĢka bir yol, belki…‖
―Hayır. Gül‘ün kuralları kesindir. Çarklar bu Ģekilde döner, diĢleri sekteye
uğratmaksa… Eh, bu bütün evrenlerin uyku vakti olur.‖
144
* * *
Tarihin en Ģanslı iki kimsesi bir tren yolunu takip ediyordu. Çıplak ayakla-
rı sıcak raylara değiyordu. Hisler onları terk etmiĢti. El eleydiler. DüĢünmü-
yorlardı. Bir karara çoktan varmıĢlardı çünkü. Biçare‘nin dediklerini kabul-
lenmeleri zaman almıĢtı. Biri, diğerinin elinde can vermeden; kutsal Tanrılar
diğer kiĢiyi kusmaya tenezzül etmeyecekti. Burada güzel olan tek Ģey:
O‘nların dahi cinayeti mide bulandırıcı bulması olabilirdi. Fakat bu kimse
için inandırıcı olmazdı; çünkü en büyük cinayeti, yine O‘nlar yapmıĢtı. Yapı-
yordu. Kimse önlerinde duramayacağına göre, yapmaya da devam edecekler-
di.
Ufuk çizgileri bir dağ tarafından bölünüyordu. Kıpkırmızı bir dağ. Etekle-
rinden zirvesine güllerle kaplı bir dağ. Koku burunlarına geliyordu. Burunla-
rı canlarını yakıyordu. Canlarının yanması için bir yaprağın yere düĢmesi
bile yeterliydi çünkü. Uçan, kaçan, var olan, yok olmaya mahkûm olan her
Ģey canlarını yakıyordu.
Aldıkları karar canlarını yakıyordu.
Biçare, maktulun bedeninden ayrılmıĢ kafasının dağın zirvesine taĢınması
gerektiğini söylemiĢti. ‗Yok oluĢ‘ ancak böyle tersine çevrilebilir, ‗var oluĢ‘
modu ancak böyle aktif edilebilirdi. Sonrasında da aslolan evrene dönüĢ
vardı.
Osman mırıldanmaya baĢlamıĢtı. Ġlk baĢta sadece diĢleri, dili ve damağı
duydu sesini. Sonradan anlaĢıldı dizelerle seviĢtiği.
“Gülün tam ortasında ağlıyorum
Her akşam sokak ortasında öldükçe
Önümü arkamı bilmiyorum
Azaldığını duyup karanlıkta
Beni ayakta tutan gözlerinin…”
Süreyya‘nın gözlerinde devasa bir savaĢ yaĢanmaktaydı. Kız ağlamamak
için direniyordu. GözyaĢları püskürmek için direniyordu. Kazananıysa varış
hakemleri belirlemeyecekti. Çünkü sonuç barizdi: YaĢlar kazanmıĢ, Osman-
145
ca asla hiçbir sebeple ıslanmaması gereken yanakları sel götürmeye baĢla-
mıĢtı.
Çocuk bunun farkında değildi. Onun gözlerinde hiçbir Ģey yaĢanmıyordu.
Donuk donuktu. Rayları takip ediyordu. Raylar dağı takip ediyordu. Çok
uzaklardan bir tren onları takip ediyordu. Gökyüzünde bulutlar, kuĢlar, kü-
çük bir ihtimal de Tanrılar; onları takip ediyordu. Kayıp Rıhtım, onları takip
ediyordu.
“Ellerini alıyorum sabaha kadar seviyorum
Ellerin beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz
Ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum
İstasyonda tiren oluyor biraz
BEN BAZAN İSTASYONU BULAMAYAN BİR ADAMIM!”
* * *
Osman istasyonu hiç bulamıyor. Süreyya, Biçare‘nin armağan ettiği bıçağı
belinden çıkartıyor. Dağın etekleri sevinçten zil çalıyor. Trenin düdüğü dağa
eĢlik etme niyetinde.
Gül memnun.
Tanrılar değil.
Rıhtım buruk.
Evrenler değil.
Bu bir ilk.
Son değil.
Mi?
- SON -
* Kenkagintakatrigentilyar: 102703
146
ALTIN ÇAĞ TARIK KAPLAN
KOYUBEYAZ
Sabahın erken saatlerinde Ġstanbul günün ilk hareketlerine trafiği ile baĢ-
lar. GüneĢ doğduğu andan itibaren Ģehir nüfusunun neredeyse yarısı kadar
araç yollara dökülür. Toplu taĢıma adı altında yapılan hiçbir ulaĢım Ģekline
güvenilemeyen böylesi büyük bir Ģehirde yıllardır var olan trafiği rahatlat-
ma/ulaĢımı kolaylaĢtırma çalıĢmalarının belki en büyük ayaklarından biri, 8
yıl önce hayata geçirilen Marmaray projesiydi. Fakat projenin öngörülen bitiĢ
tarihi, Ġstanbul Boğazı‘nın her iki yakasında yapılan kazılar esnasında önem-
li tarihi bulgular çıkarılması sebebiyle ertelenmek zorunda kaldı. Bazıları bu
olayı tarihi değiĢtirecek büyük bir bulgu olarak görürken, bazıları ise kısa
sürede projenin tamamlanıp, her sabah çekilen bu ulaĢım iĢkencesinin biraz
da olsa rahatlatılması gerektiğini düĢünüyordu.
Yasemin Korkmaz 2001 model Hyundai‘nin içinde, iĢe gitmek için trafiğin
açılmasını bekliyordu. Radyoda çalan Ģarkıyla uyumlu bir biçimde hafifçe
kafasını sallayarak ritim tutarken, aklında bugün Ġstanbul Arkeoloji Müzesi-
ne götürülecek olan eserler vardı. Bir arkeolog –hem de tüm bu tarihi olayla-
rın içinde bulunan, gururlu bir arkeolog- olarak 15 aydır yaptıkları Ģeyler
konusunda heyecanlanmaması elinde değildi. Ġstanbul‘un, belki de dünya-
nın tarihini değiĢtirecek Ģeyler keĢfetmek her meslektaĢının rüyasına girecek
türden bir baĢarıydı. En azından iĢini gerçekten severek yapanların rüyası-
na; onun gibi.
Trafik ağır aksak ilerlemeye devam etti. Doğma büyüme Ġstanbullu biri ola-
rak Yasemin‘in tecrübesine ve genelde yanılmayan tahminlerine göre öğle
vaktine kadar bu Ģekilde gidecek, ardından birkaç saat süre ile hiç kıpırda-
mayacaktı bu araç sürüsü. AkĢam saatlerinde gene ağır aksak ilerlemeye
baĢlayacak ve gece yarısına kadar tek vitesle gidemeyeceğiniz kadar kalaba-
lık olmaya devam edecekti. Ġstanbul‘un dillere destan trafiğiydi bu iĢte, çö-
zülmesini her ne kadar istese de, çözümü aksatanlardan birinin de kendisi
147
olduğunun bilincindeydi. Ama buldukları Ģeyler, evet; buldukları Ģeyler tüm
bunlara değerdi.
Aklında bu düĢüncelerle bir süre daha ite kaka ilerlemeye devam etti tra-
fikte. Sonunda yoldan sapmayı baĢardı ve aracını yavaĢlatarak ince demir
levhalarla çevrili kazı alanına çevirdi. Kapıda mavi üniformalı, orta yaĢlarda
bir güvenlik görevlisi kafasını eğerek gözlerini kıstı kendisini görebilmek için.
Yasemin elini kaldırarak selam verdi Bekçi Sıtkı‘ya. Adam selamı aldı, yüzü-
ne bir gülümseme yayıldı ve araç yavaĢça yanından geçerken, ―Günaydın
Yasemin Hanım.‘‘ diye bağırdı. Araçtan arkeologların otopark olarak kullan-
dığı çakıl kaplı düzlüğe dönmeden önce kısa bir korna sesi yükseldi karĢılık
olarak, ardından yerdeki taĢları etrafa sıçratarak büyük bölümü boĢ olan
alanın ortasında durdu. Yasemin genelde iĢe ilk gelenlerden olurdu, her gün
yeni yeni Ģeyler keĢfettikleri böylesine bir iĢte –özellikle de UlaĢtırma Bakan-
lığı ve ĠBB kendilerini her gün sıkıĢtırırken- günün hiçbir dakikasını boĢa
geçirmek istemiyordu. Arabasından indiğinde kenarda park edilmiĢ olan ça-
murla kaplı Land Rover‘ı gördü, baĢ arkeolog Hakan‘ın arabasıydı bu. Hakan
da Yasemin gibi bu iĢi severek yapan insanlardan biriydi, dolayısıyla oto-
parkta sabahları bulunabilecek yegâne iki araçtan biri de onunki olurdu.
Yasemin sırt çantasını takıp aracını kilitledi ve kazı alanına ilerlerken Ha-
kan‘a arabasını yıkatmasını söylemeyi aklına not etti.
Kazı alanına girdiğinde Hakan‘ı dinlenme yeri olarak kullandıkları portatif
kulübenin duvarına yaslanmıĢ kahve içerken buldu. Elindeki birkaç kağıda
dalmıĢtı, son günlerde iĢi baĢından aĢkındı ve sürekli bu tarz dosyalarla ve
evrak iĢleriyle haĢır neĢir olması gerekiyordu. Yasemin onun yanına gelince-
ye kadar yere her basıĢında çakıllardan gıcırtı sesleri yükseldi, fakat Hakan
elindeki kâğıda öylesine odaklanmıĢtı ki, kız yanına gelip ayakları ucunda
yükselerek kulağına, ―Günaydın!‘‘ diye bağırana dek orada yalnız olmadığını
anlayamamıĢtı. Bir anda duyduğu yüksek sesle irkildi Hakan, elindeki kah-
venin bir kısmı fincandan kurtulup yere döküldü. Neden sonra kafasını çevi-
rip muzip bir Ģekilde gülümseyen Yasemin‘i gördü.
―Ha, evet; günaydın Yasemin.‘‘
―Gene BüyükĢehir‘den gelen ‗acele edin‘ mesajları mı?‘‘ diye sordu adamın
elinde tuttuğu kâğıtları iĢaret ederek. Bir yandan da sırt çantasını çıkarmıĢ,
bir fincan kahve almak için kulübeye yönelmiĢti.
148
―Hayır, daha ilginç bir Ģey.‘‘ dedi Hakan gene kâğıtlara bakar vaziyette. ―Bir
baksana Ģunlara, senin de fikrini almak istiyorum.‘‘
―Kahve alıp geliyorum, uyku mahmurluğunu atamadım daha üzerimden.‘‘
Kulübeye girip eski kahve makinasının içindeki koyu renkli sıvıyı üst raftaki
kupalardan birinin içine boca etti ve hızlıca bir yudum içti. Ġçti, fakat içme-
siyle hemen köĢedeki çöpe doğru tükürmesi bir oldu. Kahve buz gibiydi ve
inanılmaz Ģekilde acıydı; dün akĢamdan kalmaydı muhtemelen. Dilini diĢle-
rine sürterek ağzındaki acı tattan kurtulmaya çalıĢırken siyah sıvıyı da lava-
boya döktü ve hızlıca yenisini yaptı. Sonunda elinde içi sıcak kahveyle dolu
kupası ile kulübeden çıktığında Hakan‘ı bıraktığı pozisyonda buldu.
―Nedir bana göstermek istediğin Ģey? Ayrıca elindeki dün akĢamdan kalan
kahve değildir umarım?‘‘
―BoĢver Ģimdi kahveyi de Ģuna bak.‘‘ diyerek elindeki kâğıdı Yasemine doğ-
rulttu Hakan. Kız bir an afalladı, Hakan heyecanlı bir adamdı -özellikle iĢi
konusunda- fakat onu bu kadar dünyadan koparmıĢ olan Ģeyi de merak et-
miĢti. Kâğıdı eline aldı ve üzerindeki resmi inceledi.
Resimde kazı alanındaki bir bulgu vardı; bir iskelet. Son birkaç aydır buna
benzer onlarcasını bulmuĢlardı, büyük ihtimalle bu yeni bulunmuĢ olanlar-
dan biriydi. Fakat bunun ne özelliği olduğunu anlayamamıĢtı, daha önce
bulduklarından farklı olan neydi ki? Hakan yanına gelerek sanki aklını
okumuĢ gibi resmin üzerine parmağını koydu ve adamın iki elini iĢaret etti.
―Ellerin duruĢ biçimini görüyor musun? Bak, uzun bir Ģey tutuyor. Elindeki
Ģey ne sence? Bir değnek mi? Gemi parçası mı? Makara için kullanılan bir
düzenek mi? Dikkatli bak.‘‘
Yasemin kafasını kâğıda iyice yaklaĢtırınca adamın uzunca bir sopa tut-
makta olduğunu fark etti. Fakat sopa ilginç bir Ģekilde pürüzsüzdü, hatta bu
haliyle bile üzerindeki tozu alırsanız yeni cilalanmıĢ gibi görünürdü. Ha-
kan‘ın parmağı sopanın üst kısmına yönelince bir ayrıntıyı daha fark etti Ya-
semin. Uzun değneğin ucu üçe ayrılmıĢtı ve sarmal bir Ģekli vardı. Ortala-
rında oluĢmuĢ küre Ģeklinde bir boĢluk bulunuyordu. Bu ‗Ģey‘, bir çeĢit asa-
ya benziyordu. Ne yani, ellerinde bir eski çağ Ģamanı mı vardı?
―Ne düĢünüyorsun?‘‘ diye sordu Yasemin hâlâ resmi incelerken. Hakan‘ın
gözleri fal taĢı gibi açıktı, daha önce olmadığı kadar heyecanlı görünüyordu.
Sesindeki heyecanı hiç saklamadan konuĢtu.
149
―Bence bu iĢ tamamen yeni bir boyut kazanmak üzere.‘‘
***
M.Ö 4638
Bugünkü Ġstanbul‘un bulunduğu yerde, insanların ağızlarına almaktan
çekindikleri bir Ģehir vardı. Navale Ģehri. Zamanın hiçbir gücü tarafından
aĢılamayacak denli yüksek surlarla donatılmıĢ; yolları parlak taĢlarla döĢeli;
fakirliğin, hastalığın, pisliğin, savaĢın ya da suçun ‗olağan‘ kabul edilmediği
bir Ģehir. ‗Altın Çağ‘ kavramını yaĢayan ilk uygarlıklardan bir tanesi idi bu
görkemli yer, fakat insanların birçoğu bu Ģehri yalnızca efsanelerde duymuĢ,
bazıları inkâr etmiĢ, bazıları ise buradan ölesiye korkmuĢlardı. Çünkü Nava-
le‘nin ihtiĢamlı kulelerinden, zengin halkından, verimli topraklarından ve
içinde geçen tüm efsanelerden daha ünlü olduğu bir konu vardı; büyücülük.
ġehir bugünkü ihtiĢamını içinde yaĢayan halkın ilginç yöntemlerine borç-
luydu. Onlar herkesin korktuğu yaratıkları besliyor, Ģeytanların sanatı olan
büyüyü günlük hayatlarında kullanıyordu. DıĢarıdan ne kadar görkemli
olursa olsun, Navale ġehri birçok kavimde lanetli, adı ağza alınmaması gere-
ken, yasak ve korkulan sıfatları ile anılmaktaydı.
ġehrin güneĢ altında pırıl pırıl parlayan -ve doğrusunu söylemek gerekirse
oldukça çağ dıĢı görünen- devasa surlarının arasından kara cübbesiyle uzun
boylu bir adam geçti günlerden birinde. GümüĢ kapılardan geçmek için do-
laĢmadı surların etrafını, öylece duvarların içinden geçip devam etti yoluna.
ġehri koruyan okçular bunu görse de müdahale etmezlerdi, çünkü bunu ya-
pabilecek olan tek bir kiĢi bilinirdi Navale ġehri‘nin var oluĢundan bu yana.
Büyücü Madcap, uzun bir aradan sonra yeniden Ģehre gelmiĢti.
ġehrin -bugünkü Anadolu Yakası olarak bildiğimiz yerler- geniĢ sokakla-
rında ilerledi Madcap. Yüzünü kapatan bir gölge vardı baĢlığının altında, fa-
kat normal bir gölge değildi bu. GüneĢ dosdoğru kendisine vursa dahi yok
olmayacak kadar güçlü bir karanlıktan yapılmaydı. Onu dağıtmak için bir
ıĢık demetinden çok daha fazlası gerekirdi. Bu yüzdendir ki, Büyücü Mad-
cap‘in yüzü tarih boyunca hiç kimse tarafından görülememiĢti. En azından
büyücü olduktan sonraki hali…
Madcap‘in geçtiği sokaklar geniĢti, düzdü, temizdi. Ġnsanların üzerlerinde
genellikle uzun kıyafetler vardı, fakat dikkatli bakan bir kiĢi hiçbirinin yerle-
re sürünen eteklerinde kir olmadığını fark ederdi. Yalnızca kir değil, havada
tek bir tane toz zerresi dahi bulunmuyordu bu Ģehirde. Tek katlı evlerin çatı-
150
ları sokağın öbür yanına bakacak Ģekilde eğimli duruyordu, evlerin arkala-
rında ise bahçeler vardı. Sokakların her iki yanlarında binlerce yıllık ağaçlar
yükseliyor, her rüzgâr esiĢinde tatlı bir yaprak hıĢırtısı yayılıyordu çevreye.
Bahar mevsimi olduğundan her bahçenin çevresi türlü çiçeklerle kaplanmıĢ-
tı. Bu çiçeklerin kokusu insan burnunun asla alıĢamayacağı bir esanstı ade-
ta. Karanlığı asla kaybolmayan bir büyücü için bile; bu Ģehir huzurluydu.
Fakat Madcap biliyordu ki, bu uzun sürmeyecekti. ‗Altın Çağ‘ fazla uzun
sürmüĢtü ve her yükseliĢten sonra daha da büyük bir çöküĢ gelirdi. Tarihte
hep böyle olmuĢtu, hayır; tarihte hep böyle olacaktı.
Bugünkü Ġstanbul Boğazı‘nın -o zamanki deyiĢle Ayrık Nehir (ġehri ikiye
böldüğü için halk bu ismi vermiĢti)- kıyısına geldiğinde daima yere eğik olan
kafasını kaldırdı büyücü. KarĢısında duran büyük taĢ köprü, tarihin belki
her anını bilen büyük kâhinlerin dahi etkilenmeden geçemeyecekleri bir yapı
idi. Ayrık Nehir‘in tam ortasından geçen, 20 adım geniĢliğinde, kemerli bir
köprüydü bu. Tek bir büyük taĢtan yontulmuĢ gibi dümdüz olan yolunun iki
kenarından iğne ucu kalınlığındaki iĢlemelerle döĢeli korkuluklar uzanıyor-
du. En büyük fırtınada dahi titremez, en Ģiddetli depremde bile yerinden bir
tırnak ucu kadar oynamazdı. Tarih boyunca dünya üzerinde yapılmıĢ olan
en ihtiĢamlı, fakat değeri asla bilinmeyecek, keĢfi belki de hiç yapılamayacak
bir eserdi bu. Madcap köprünün üzerinden geçerken kalbinde üzüntü his-
setti. Bu Ģehir için üzülüyordu, bu köprü için, bu halk için, unutulacak olan
sanatlar için… Ama bazı insanların kader diye adlandırdığı, kendisinin ise
gerçeklik olarak gördüğü o karmaĢık sistem böyle iĢliyordu. ġehrin ömrü
bugün itibariyle dolmuĢtu.
Köprüden geçtikten sonra adımlarını hızlandırdı büyücü. Geçtiğinin benze-
ri sokaklardan ilerledi, insanların ileride ‗mitolojik‘ olarak bahsedeceği yara-
tıkların yük taĢıdığı yollardan geçti ve sonunda Navale‘nin en büyük kulesi-
ne vardı. Octurris; Ģehrin kurucusu ve en büyük büyücüsü olan Bronze‘un
oturduğu kule. Ya da halk içinde bilinen adıyla; ‗Magicalbronze‘. Kulenin
bronz renkli yuvarlak kapısı Madcap‘in yaklaĢmasıyla içeriye doğru açıldı.
Kara büyücü kapının eĢiğine geldiğinde önünde altın renkli bir merdiven be-
lirdi. YavaĢça yükseldi merdiven, her bir adımı bir öncekinden daha yukarıya
çıkarır biçimde, fakat öncekiyle aynı yükseklikte oluncaya kadar hareket etti
ve sonunda büyük bir gümbürtü ile sabitlendi. Kulenin oval duvarlarında
yumuĢak fakat güçlü bir ses yankılandı. ―HoĢ geldin kara büyücü. Yukarı
çık, ben de seni bekliyordum.‘‘
151
―Beni bekliyorsan hoĢ gelmediğimi de biliyor olman lazım Bronze.‘‘ diye ba-
ğırdı Madcap. ―Bizim vaktimiz doldu. Ġnsanlar bizden korkuyor, yaptıkları-
mızdan ve yapabileceklerimizden. Artık zamanımız doldu.‘‘ Kulenin kapıları
yumuĢak bir biçimde gerisin geri kapandı, fakat içerisi aydınlığını kaybet-
medi. Magicalbronze‘un sesi bir kez daha yumuĢak bir biçimde yankılandı
silindir biçimindeki odada.
―Yukarı gel Madcap, yapabileceklerimizi konuĢalım.‘‘
―Yapabileceğiniz hiçbir Ģey yok. Zamanınız doldu Bronze!‘‘
―Yok olmayı sessizce kabullenmemizi mi istiyorsun?‘‘ Ses gene yumuĢaktı,
fakat cümlenin sonundaki vurgu yapılamayacak olan bir Ģeyi söyler gibi de-
ğil, gerçekten ne düĢündüğünü sorar gibiydi. Madcap elini cüppesinin sırtı-
na attı ve elinde uzun, kara bir asa belirdi. Duygusuz bir ses ile cevapladı
sahibi belli olmayan sesi.
―Yapabileceğiniz baĢka bir Ģey yok.‘‘
―Yukarı gel Madcap. Madem bu seni son görüĢümüz olacak, gölgelerini
görmekten mahrum etme bizi.‘‘ Yankılanan ses bu kez Bronze‘a ait değildi.
Bir kadına aitti bu ses, büyücünün yakından tanıdığı bir kadına. Demek
konsey toplanmıĢtı, durumun ciddiyetinin farkındaydılar. Bir an tereddüt
etti Madcap, fakat son söylenen doğruydu, bir daha ne bu Ģehri, ne de baĢka
bir büyücüyü görme Ģansı olmayabilirdi. Cübbesi hiçbir toz taneciğinin tu-
tunmayı baĢaramadığı parlak zemini sürüye sürüye, sürekli eğimi artan al-
tın renkli merdivenlerden yukarı çıktı.
Merdivenlerin sonunda çift taraflı büyükçe bir kapı belirdi. Ġki yanında
birbirlerine tutunmuĢ olan ejderha motifleri vardı, kapı iki yana açıldığında
ejderhalarda birbirinden ayrıldı. Madcap bu odaya defalarca girmiĢti, fakat
her seferinde kapıdaki ejderlerin ayrıldıktan sonra hareket ettiklerini gördü-
ğünü sanırdı. Bugün, bu odayı son kez gördüğü gün, ejderhaların gerçekten
de kapı açıldığında geriye doğru çekildiklerini fark etmeyi baĢarmıĢtı. Gü-
lümsedi odaya girerken, fakat kendisi dâhil hiç kimse fark etmedi bunu.
Bu oda toplantı salonuydu. Octurris‘in en üst katında bulunurdu ve Ģeh-
rin her yerini görebilen bir manzaraya sahipti. ġehirdeki sekizinci tepenin
doruğunda yükselirdi ve çok uzaklardaki dağların zirveleri dahi açık bir
günde buradan gözlenebilirdi. Odanın ortasında çember Ģeklinde geniĢ bir
platform bulunuyordu ve platformun çevresine dizili koltuklar vardı. Her bir
152
koltuk Ģehrin büyüklerinden birine aitti, Ģu an gözleri kendisine çevrilmiĢ
olan 7 kiĢi de bu insanlardan baĢkası değildi. Gözleri simsiyah bir is ile kap-
lanmıĢ olan dokuzuncu koltuğa çevrildi. Kendi koltuğuna. Eski anılar, iĢte
tüm tarihi bilmesine rağmen dayanamadığı tek Ģey buydu. Magicalbronze
ayağa kalktı ve elini uzattı onun koltuğuna doğru.
―Son bir kez Madcap, bize katılır mısın?‘‘
Büyücü bir süre kendisine uzatılan kollara baktı, ardından sessizce ilerle-
yerek is kaplı koltuğuna oturdu. Elleri koltuğun kolluklarına dayandığında
tüm is ellerine doğru çekildi; artık koltuk eskiden olduğu gibi görkemli ve
temiz bir Ģekilde parlamaktaydı. Magicalbronze gülümseyerek yerine oturdu
ve Madcap‘e dönerek ciddi bir tonda konuĢtu.
―Öngörülerin kesin mi?‘‘
―Bu benim öngörüm değil.‘‘ dedi Madcap hâlâ çok uzun süredir oturmamıĢ
olduğu koltuğuna alıĢamayarak. ―Mit asla yanılmaz.‘‘ Bronze elini çenesine
koyarak bir süre düĢündü, ardından aynı ciddi ses ile konuĢtu yeniden.
―Tam olarak ne dedi?‘‘ Madcap kafasını kaldırdı, odadaki herkesin gözleri-
nin içine baktı ve gür bir sesle kısa bir süre önce duyduğu satırları tekrarla-
dı.
“Son gemi de ayrıldığında limandan, kaybolmuştu artık o rıhtım, gecenin ka-
ranlığından.‘‘
Bu sözler üzerine odada ölüm sessizliğinin hâkimiyeti baĢlamıĢtı. Herkesin
kafaları öne eğildi, derin düĢünceler içindeydi hepsi de. Bu dizelerde geçen
‗Rıhtım‘ Ģüphesiz ki Navale Ģehriydi. Ayrıca bu gece yeniay vardı, yani çevre-
de hiçbir ıĢık olmayacak, zifiri karanlık olacaktı. Peki o son gemi? Ġçinde Ģeh-
rin sekiz büyüğünün bulunacağı o son gemi de limandan ayrıldığında, geride
hiçbir Ģey kalmayacak mıydı? ġehir halkı dağılacak ve insanların arasına
karıĢacaktı. Üzerlerindeki kıyafetleri değiĢtirip daha önce yaptıklarından
kimseye bahsetmedikleri sürece insanların onları kendilerinden ayrıt etme-
sini imkânı yoktu. Fakat ya bu efsanevi Ģehir? Ġnsanların eline geçince bura-
ya ne olacaktı? Dünya üzerinde bulunmasını sakıncalı gördükleri tüm o ya-
ratıklar, onlara ne yapacaklardı? Hiç kimse bu düĢünceleri dillendirmemiĢ
olsa da, her biri diğerinin aklından geçenleri gayet iyi biliyordu. ġu an sekiz
büyük büyücü, aynı Ģeyler üzerine kafa patlatmaktaydı.
153
Uzun süren sessizliğin sonunda konuĢan kızıl büyücü ‗Kara Helen‘ oldu.
Cüppesinin baĢlığını geriye atarak ayağa kalktı ve sanki bir Ģiir okurmuĢça-
sına kendi çözümünü dillendirdi.
―Ġnsanların Ģeytan iĢi olarak gördükleri birçok hayvanımız var: Ejderhalar,
tek boynuzlar, minatorlar, behemothlar… Onları öldüremeyiz, fakat insanla-
ra bırakırsak hepsi öldürülecektir. Bunun için bir önerim var.‘‘ Durakladı,
odadaki herkesin kendisini pür dikkat dinlediğinden emin olduğunda kararlı
bir Ģekilde devam etti. ―Onları Utersili‘ye geçirelim. Böylece her zaman yaĢa-
maya devam ederler ve kimse onlara zarar veremez. Ayrıca insanlar isteseler
de istemeseler de onları inkâr edemezler. Biliyorum, onları bir çeĢit zihin
oyunu haline getirmek adil görünmüyor, fakat bunu yapmazsak hepsinin
soyu tükenene dek avlanacaklar.‘‘ Bu fikir önce büyük bir sessizlikle karĢı-
landı. Odadaki hiç kimsenin düĢüncesini yüzünden okumak mümkün değil-
di, ne de olsa hepsi büyük büyücülerdi ve göstermek istemedikleri hiçbir
duyguyu diğerlerine göstermezlerdi; Ģu durumda bile. Neden sonra bir baĢka
kızıl büyücü olan ‗Berre‘ elini kaldırdı.
―Ben bu fikri destekliyorum. Utersili‘yi her insanın kulağına çalınacak bir
hale getirirsek tarihin sonuna kadar yaĢamıĢ olacaklar. Aynı Ģekilde biz bü-
yücülerde öyle…‘‘
―Ve bu bilgilerin adı da mitoloji olacak.‘‘ dedi Madcap aniden söze girerek.
―Evet, mit bu fikirden bahsetmiĢti. Yapabileceğimizin en iyisi bu…‘‘ Bronze
kafa salladı.
―KararlaĢtırıldı o halde. Peki, Ģehrin geride bırakılması ile ilgili ne düĢünü-
yorsunuz?‘‘
ġu ana dek sesi çıkmamıĢ olan bir diğer büyük büyücü, ‗Opus‘ kısa ve net
bir biçimde cevap verdi bu soruya: ―Ġnsanlara bırakılamaz.‘‘ Hemen yanında-
ki diğer iki kiĢi de buna destek verdi. Biri yeĢil büyücü ‗Ringeril‘, öteki ise
kızıl büyücü ‗Arlinon‘du. Odadaki herkes bu konuda hem fikir gibi görünü-
yordu.
―Çözüm o halde?‘‘ diye sordu Bronze gür sesi ile yeniden.
―ġehri yok etmek.‘‘ Tüm bakıĢlar Fırtınakıran‘a çevrildi bu sözle birlikte.
Üzerindeki yeĢil cübbenin altındaki derisi kadar siyah olan dudaklarından
çıkan sözcükler bir süre etrafta gezindi ve herkesin beynine kazındı sanki.
Odada tekrar tekrar duyuldu bu cümle. ―ġehri yok etmek.‘‘ Doğruydu, elle-
154
rindeki tek çözüm buydu, fakat bunu dillendirecek kadar cesur olan tek kiĢi
yeĢil büyücü ‗Fırtınakıran‘ olmuĢtu. Madcap yavaĢça kafasını salladı. Bu da
öngörülmüĢtü, yapılması gereken belliydi. Ġnsanlar kendilerine Ģeytanın
uĢakları olarak bakarken, kendilerinden korkarken, bu denli büyük bir ca-
hillik içindeyken; böylesine büyük bir Ģehri, altın çağındaki Nevale‘yi onlara
bırakmaları söz konusu değildi.
Magicalbronze bir süre daha sessiz kaldıktan sonra yanı baĢında duran
uzun asadan destek alarak ayağa kalktı. Onunla birlikte odadaki tüm büyü-
cüler de öyle. Tek tek hepsinin gözlerinin içine baktı, ardından ciddi, kararlı
ve dikkatli dinleyenler için içinde biraz da hüzün bulunabilecek bir ses ile
konuĢtu.
―Ġnsanlara durumu açıklayacağım. Bugün, Navale‘nin son günü… Sekizin-
ci tepe, Octurris‘le birlikte yerin altına gömülecek. TaĢ Köprü yıkılacak ve
geriye hiçbir izi kalmayacak. Büyücülük, bundan sonra anılacağı diliyle mi-
tolojik yaratıklar, kâhinlik ve insanların yanlıĢ olduğunu düĢündüğü diğer
sanatlar bir daha uygulanmayacak, en azından onların önünde. Bu tarihten
sonra diğerlerinin arasında yaĢayacağız, her kim ki bizden birini açığa çı-
kartmaya çalıĢır, o kiĢi çevresindekiler tarafından cezalandırılacak. Asalar ile
ilgili olarak ise…‘‘ Elindeki asayı sertçe yere vurdu. Asanın üzerindeki küçük
kristal etrafındaki tutacak yerlerden kurtularak yere düĢmeye baĢladı, fakat
Bronze‘un diğer eli taĢı havada yakalamıĢtı bile. ―TaĢlar Ayrık Nehir‘in orta-
sına gömülecek ve üzerinde küçük bir kule yükselecek. Kule oradan kaldı-
rılmadığı sürece, taĢların gücü yeniden açığa çıkmayacak.‘‘
―Surlar yeryüzünden silinecek, sokaklar ve evler de öyle. Buraya gelindi-
ğinde bulacakları tek Ģey küçük bir sahil kasabası olacak. Nehrin suları ta-
rafından boğulmuĢ bir kasaba. Ve tarih, bizi böyle yazacak.‖
***
GüneĢ tüm gökyüzünü turuncuya boyamıĢ, günlük mesaisini karanlığa
devrederken, Madcap Ģehrin büyük tepelerinden birinin üzerinde bağdaĢ
kurmuĢ, Ģehrin güneĢle birlikte batıĢını izliyordu. Octurris‘in üzerinde yük-
seldiği tepe yavaĢ yavaĢ alçalmaya baĢlamıĢtı bile, Bronze hiç vakit kaybet-
miyordu. ġehrin çevresindeki surlar ağır ağır yerin dibine gömülürken, evler
yeĢil bir alevle yanmaktaydı. ġehirde kimse kalmamıĢtı, herkes üzerlerine
çeĢitli paçavralar geçirmiĢ ve yanlarına alabilecekleri kadar eĢya almıĢ, ka-
yıklarla veya yayan olarak Ģehri terk etmekteydi. Hayvanlar toplanmıĢtı,
155
kendilerini sonsuza dek hayallere taĢıyacak, fakat bir yandan da asla unu-
tulmamalarını sağlayacak olan büyülü kitap Utersili‘ye yazılmayı bekliyor-
lardı. Ejderhalar dünya üzerine son kez püskürmüĢtü alevlerini, kendi evle-
rini yakarken. Bu manzara kasvetliydi, her türlü barbarlığı ve kötülüğü gör-
müĢ olan Madcap için bile. Ġç çekti uzun yıllarının geçtiği bu Ģehri son kez
izlerken.
―ġehri nelerden kurtardığımızı düĢünüyorum da…‘‘ Madcap‘in arkasından
gelen ses Fırtınakıran‘a aitti. ―Onu bizden baĢkasının yıkamayacak olması
bir bakıma sevindirici.‘‘ Büyücü güldü.
―Adını aldığın Ģu büyük tufan gibi mi?‘‘
―Evet. Ya da yakaladığımız troller gibi.‘‘
―Ne var ki hiçbiri sonucu değiĢtirmeye yetmedi.‘‘ dedi Madcap kasvetli bir
sesle. ―Ama bilirsin, Mit‘in tek söylediği bu Ģehrin yıkılacağı değildi.‘‘
―Öyle mi?‘‘ Fırtınakıran Ģüpheyle yaklaĢtı kara cüppeli büyücünün yanına.
Madcap gülümsüyordu:
“Son büyücü de çıktığında aydınlığa, başlayacak yeni bir altın çağ.‘‘
***
―Marmaray projesi esnasında yapılan kazılarda bulunan arkeolojik kalıntı-
lara bugün bir yenisi daha eklendi. Arkeologlar bu son bulgunun diğerlerine
nazaran çok daha farklı bir anlam taĢıdığını söylüyorlar, zira bugün sabah
saatlerinde bulunan insan iskeleti ve elindeki neredeyse hiç zarar görmemiĢ
olan asası bir büyücüyü, ya da Ģamanı temsil ediyor. Eski çağlardaki inanıĢ-
lara yeni bir ıĢık tutacağı düĢünülen bu yeni bulguyu yerinde görmek için
dünyanın dört bir yanından uzmanların Ġstanbul‘a gelecekleri bildiriliyor.
Yanımda bu keĢfi ilk yapan kiĢiler olan arkeolog Hakan Yazgı ve Yasemin
Korkmaz var. Hakan Bey, bu bulgunun tarihi yeniden yazabileceği konu-
sunda-‗‘
18 ekran televizyonun ekranı karanlığa gömüldüğünde spiker kadının sesi
de kesildi. Televizyonu kapatan adam kanepesinden kalktı, eliyle sakalını
sıvazladı ve belini kıtlatarak olduğu yerde gerindi. Odanın köĢesinde duran
uzun, odun değneğin yanına gitti, sanki incitmekten korkar gibi uzattı elini
eski silahına. Bir süre düĢünceler içinde kaldı, ardından kapının çalınmasıy-
156
la yüzüne yepyeni bir gülümseme yayıldı. Asasını sertçe tuttu ortasından,
üzerindeki cüppeyi düzeltti ve kapıyı açtı. Kapının ardında 6648 yıllık bir
dostluk duruyordu.
―Yeni bir çağ baĢlıyor.‖ dedi en önde duran Bronze.
―Geliyor musun?‖
- SON -
157