Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle...

404
KÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir. Bu konu tüm yönleriyle irdelenmesi gerekir. Bu tartışma, önümüzdeki süreçte, Kürt halkının geleceğini tayin etmede önemli rol oynayacaktır. Ulusal bilinç denildiğinde ilk akla gelen, bir halkın kendini tanıması ve tanımlamasıdır. Bir halk kendini ne kadar iyi tanıyorsa, sahip olduğu özellikleri ne oranda açığa koyuyorsa o oranda ulus bilincini ortaya koyuyor demektir. Ulusal bilinci toplumsal bilincin bir parçası olarak ele almamak gerekir, tersine toplumsal şekillenmeyi sağlayan bir bütün olarak görmek gerekir. Ama, toplumsal bilinci nasıl ki sınıflar üstü görmüyorsak, ulusal bilinci de sınıflar üstü göremeyiz. Bu gün Kürtler'de ulusal bilinç üzerine hiç tartışma yürütülmediğini söyleyemem. Ama sıkça da ulusal bilinç yanlış zeminlerde tartışılıyor. Tartışmaların önemli bir kısmı, ulusal sorunun ya da ulusal bilincin burjuvazinin gericileşmesiyle birlikte halkın sorunu olmaktan çıktığı yönünde. Bu bakış açısı daha çok Türk solunun şöven bakış açısıdır. Kürt Milliyetçisi olarak tanımlanan diğer tarafın önemli bir kesimi de, sosyalizmin ulusal sorunu ve de ulusal bilinci tümden inkâr ettiğini ileri sürmekte. Her iki anlayışta bana göre yanlıştır; sosyalizm ezilen halkların sorununu ve ulusal bilinci inkar etmez, tam tresine sahiplenir. Sorun tartışılırken, Türk solunun klasik değer yargılarıyla sosyalist düşünce birbirine karıştırılmamalı. Milliyetçilik de çoğu zaman bazı kesimlerce anlamsız hale getirilmeye çalışılmakta. Bir taraftan 'Milliyeçiyim', 'Kürt milliyetçisiyim' denilmekte, öbür taraftan ulusal bilincin işaret ettiği merkezden uzak durmaya özen gösterilmekte. Nasıl bir milliyetçiliktir pek anlaşılmaz daha doğrusu. Aynı durum 'sosyalistim' diyen bazı çevreler için de geçerlidir. Oysa ezilen ulusun hem milliyetçisinin, hem de sosyalistinin ortak çekim merkezi olmalıdır. Bu merkez tektir, yani günümüz dünyasında her ulus için geçerli çekim merkezi, Kürtler için de geçerli olmalı. Bu çekim merkezini ister devlet, ister bağımsızlık olarak tanımla. Mutlaklaştırmaktan bahsetmiyorum, önemli olan ana hedefin belirlenmesidir. Ayrılığa veya birliğe karar verecek tek bir güç vardır, o da, halktır, halkın özgür iradesidir. Siyasal, kültürel, zihinsel, toplumu toplum yapan tüm alanlarda ortak tepki koyulmasını sağlamada belirleyici tek nokta etrafında birleşilmediği sürece, yeterli ulusal bilinçten bahsedilemez. Ezilen ulusun bireyi kendini ne kadar ulusun bir parçası olarak görürse o kadar da toplumsal bilince ulaşmış olur. Bu ana hedef, bireylerin düşünce, eylem ve davranış biçimini belirleyen bir konumda olmalı, yani bireylerin yaşam biçimine yön vermelidir. Kürdistan'da ulusal bilincin istenilen düzeyde olmamasının bir çok sebebleri vardır. Bunların en belli başlıcası bölünmüşlük ve egemen güçlerin ezici çoğunluğunun kendini ulusun bir parçası olarak görmemesidir. Buna bir de Kuzey Kürdistan'da Türk egemen güçlerinin asimileyi temel alan politikası eklenmelidir. Gerek Fars, gerekse de Arap egemenliğinin olduğu Kürdistan parçalarında

Transcript of Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle...

Page 1: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

KÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ

Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir. Bu konu tüm yönleriyle irdelenmesi gerekir. Bu tartışma, önümüzdeki süreçte, Kürt halkının geleceğini tayin etmede önemli rol oynayacaktır. Ulusal bilinç denildiğinde ilk akla gelen, bir halkın kendini tanıması ve tanımlamasıdır. Bir halk kendini ne kadar iyi tanıyorsa, sahip olduğu özellikleri ne oranda açığa koyuyorsa o oranda ulus bilincini ortaya koyuyor demektir. Ulusal bilinci toplumsal bilincin bir parçası olarak ele almamak gerekir, tersine toplumsal şekillenmeyi sağlayan bir bütün olarak görmek gerekir. Ama, toplumsal bilinci nasıl ki sınıflar üstü görmüyorsak, ulusal bilinci de sınıflar üstü göremeyiz. Bu gün Kürtler'de ulusal bilinç üzerine hiç tartışma yürütülmediğini söyleyemem. Ama sıkça da ulusal bilinç yanlış zeminlerde tartışılıyor. Tartışmaların önemli bir kısmı, ulusal sorunun ya da ulusal bilincin burjuvazinin gericileşmesiyle birlikte halkın sorunu olmaktan çıktığı yönünde. Bu bakış açısı daha çok Türk solunun şöven bakış açısıdır. Kürt Milliyetçisi olarak tanımlanan diğer tarafın önemli bir kesimi de, sosyalizmin ulusal sorunu ve de ulusal bilinci tümden inkâr ettiğini ileri sürmekte. Her iki anlayışta bana göre yanlıştır; sosyalizm ezilen halkların sorununu ve ulusal bilinci inkar etmez, tam tresine sahiplenir. Sorun tartışılırken, Türk solunun klasik değer yargılarıyla sosyalist düşünce birbirine karıştırılmamalı. Milliyetçilik de çoğu zaman bazı kesimlerce anlamsız hale getirilmeye çalışılmakta. Bir taraftan 'Milliyeçiyim', 'Kürt milliyetçisiyim' denilmekte, öbür taraftan ulusal bilincin işaret ettiği merkezden uzak durmaya özen gösterilmekte. Nasıl bir milliyetçiliktir pek anlaşılmaz daha doğrusu. Aynı durum 'sosyalistim' diyen bazı çevreler için de geçerlidir. Oysa ezilen ulusun hem milliyetçisinin, hem de sosyalistinin ortak çekim merkezi olmalıdır. Bu merkez tektir, yani günümüz dünyasında her ulus için geçerli çekim merkezi, Kürtler için de geçerli olmalı. Bu çekim merkezini ister devlet, ister bağımsızlık olarak tanımla. Mutlaklaştırmaktan bahsetmiyorum, önemli olan ana hedefin belirlenmesidir. Ayrılığa veya birliğe karar verecek tek bir güç vardır, o da, halktır, halkın özgür iradesidir. Siyasal, kültürel, zihinsel, toplumu toplum yapan tüm alanlarda ortak tepki koyulmasını sağlamada belirleyici tek nokta etrafında birleşilmediği sürece, yeterli ulusal bilinçten bahsedilemez. Ezilen ulusun bireyi kendini ne kadar ulusun bir parçası olarak görürse o kadar da toplumsal bilince ulaşmış olur. Bu ana hedef, bireylerin düşünce, eylem ve davranış biçimini belirleyen bir konumda olmalı, yani bireylerin yaşam biçimine yön vermelidir. Kürdistan'da ulusal bilincin istenilen düzeyde olmamasının bir çok sebebleri vardır. Bunların en belli başlıcası bölünmüşlük ve egemen güçlerin ezici çoğunluğunun kendini ulusun bir parçası olarak görmemesidir. Buna bir de Kuzey Kürdistan'da Türk egemen güçlerinin asimileyi temel alan politikası eklenmelidir. Gerek Fars, gerekse de Arap egemenliğinin olduğu Kürdistan parçalarında toplumu toplum yapan alanlarda tahribatlar yapılmış olmasına karşın, ulusal bilincin gelişmesinde belirleyici rol oynayan dilde ciddi tahribat yaratmada pek bir başarı sağlanmamıştır. O bölgelerde dil, günlük yaşamın bir parçası olmaya devam edebilmiştir. Ama aynı durum Kuzey için tartışmalıdır. Oysa dil, ulusal bilincin geliştirilmesinde ve yaygınlaştırılmasında belirleyici rol oynar. Bugün Güney Kürdistan'da, ulusal bilinç daha güçlü ve yaygındır. Bağımsızlık ilan edilmemesine rağmen, bağımsız devletten farklı hareket tarzı izlememektedir. Bu durum toplumun hem her katmanında, hem de toplumsal yaşantının her alanında ulusal bilinci yükseltmeyi sağlamakta. Doğu Kürdistan'da ağır baskı ve şiddet politikasına rağmen ulusal bilinç güçlenmektedir. Bu her iki parçada, Rojava'da kantonculuk ve Kuzey'de Belediye meclisi yetkilerinin genişletilmesi oynu oynanmamaktadır. Yani Rojava ve Kuzey Kürdistan'da egemenlere hizmet eden, daha doğrusu, egemenlerce yazılmış senaryonun figuranlığı yapılmaktadır. Bugün PKK-HDP ile gelecek elli yıl kotarılmaya çalışılmaktadır. Şu anda PKK aracılığıyla izlenen strateji budur. Nüfus planlamasından tutun da, pazar olanaklarının yerle bir edilmesi ve muhtemel sermaye birikimine yol açacak her girişimin önlenmeye çalışılması, bu nedenledir. Bu politika, Kemalist kanatla işbirliği içinde gerçekleştirilmekte. Bunca Kürdün Batı'ya niçin göç

Page 2: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

ettirildiği ve halen de ettirilmeye çalışıldığı, yeterince tartışılmamakta. Belediye meclisi yetkilerinin arttırılması bahanesiyle Kürt halkına karşı kırım yapan PKK, Kürtlüğü, Kürdün ulusal bilincini bitirmeye çalışmakta. Gelmişkirem, gitmişkirem'lerin yuvalandığı bir yapılanma olan PKK, ulusal bilinçin istenilen düzeye ulaşmasının önünde ciddi bir engeldir. Türk etnik kimliğe ait olan PKK-HDP, Kürt ulusunun tarihten gelme karakteristik özelliklerini yok etmenin adıdır. Baki Karer3.10.2015

Ortadoğu'da Dönüşümün Sancıları

Irak-Şam İslam Devleti isimli eli kanlı örgütün Irak ve Suriye'de başlattığı saldırı devam etmektedir. Bu örgütün saldırıları uzun süre daha devam edeceğe benzemektedir. İŞİD saldırılarıyla birlikte, gerek Ortadoğu ülkeleri, gerekse de Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri açısından grift bir durum ortaya çıkmıştır. Özellikle ABD'nin enerji yollarını denetim altına almak ve aynı zamanda İsrail'in uzun vadeli güvenliğini sağlamak için Irak'ı işgal ettiğinden bu yana, Ortadoğu'da mezhepler arası kışkırtmalarda daha bir aktif rol oynadığı bilinmektedir. İŞID'din güç toplamasını, silahlanmasını niçin görmezden geldiğini bir de bu bağlamda tartışmak gerekir. Bu kadar büyük gücün bir anda ortaya çıkmasını, hele hele bir yerlere dayanmaksızın muazzam bir askeri güce sahip olmasını doğal görmek akıl işi değildir. Bugün Suriye'de ve Irak'ta yapılan katliamların, ABD silahlarıyla yapılıyor olması, salt tesadüflerle açıklanamaz. Ama kabul etmek gerekir ki, olayların dizginlenemez düzeye gelmesinin sorumlularından biri de, İran destekli Şii-Maliki iktidarı olmuştur. Irak'ta fay hatlarını derinleştirilmesine katkıda bulunarak, bugünkü tablonun oluşmasını körüklemiştir. Bugün DAIŞ'e aracı rolü oynatılarak gelecekte Ortadoğu'da yapılacak dizaynın ön adımları atılmakta. Şu anda mevcut çatışmaların boyutuna bakılırsa, Irak ve Suriye'de mezhepleri temel alan federal veya konfederal bir çözümden ziyade bağımsız devletler biçiminde bir ayrışmaya doğru gidiş vardır. Mezheplere dayalı yeni bağımsız devletlerin ortaya çıkması, Bölge'de gerçekten uzun vadeli barışı getirip getirmeyeceği tartışmalıdır. Ortadoğu ülkeleri, Çin, Rusya, ABD ve B.Avrupa'nın, hangi ortak noktalarda çıkarlarının dengeleneceği tam bir muammadır. Bu nedenle de, Bölgede mezheplere dayalı yeni sınırların çizilmesi pek o kadar kolay gözükmüyor. Ortadoğu'nun yeniden bölüşümünde Başta Türkiye ve İran gözardı edilemez. İşte, 'Grift bir durum ortaya çıkmıştır' derken, bu noktayı da kastediyorum? İçinde bulunduğumuz koşullar, Birinci Dünya Savaşı koşullarından çok farklıdır. İran ve Türkiye'nin kabul etmediği çözümlerin, geciçi de olsa başarıya ulaşması mümkün değildir. Ayrıca Bölgenin böylesi bir temelde parçalara ayrılması, İran'ı daha da güçlendirme olasılığı vardır. İran, bir kaç müttefike kavuşmuş olacaktır. Aynı durum, Türkiye için de geçerlidir. Amerika Birleşik Devletleri ve B.Avrupa'nın, Ortadoğu'nun yeniden bölüşümünde, Türkiye'yi ve İran'ı dolaylı da olsa güçlendirecek bir çözümden yana tavır alması, sadece paylarına düşecek pastanın büyüklüğü ile orantılı değildir. Çünkü aktörler çok ve de güçlüdürler. Sahnede boy gösteren aktörlerin sayısını azaltacak yeni Hiroşima'ya kimse cesaret edemez. Bu da, yürütülen savaşın, daha çok yıllar alacağı anlamına gelir. Ortadoğu bu gidişle, çok daha ciddi alt-üst oluşlara sahne olacağa benzemektedir. Yürütülen savaş, salt dinler ya da mezhepler arası savaşı gibi gösterilmek isteniyorsa da, aslında tam anlamıyla yeniden bölüşüm savaşıdır. Sosyalist sistemin dağılmasıyla birlikte 'barışçıl ortam' beklentisi yayan emperyalist güçler, tam tersi bir ortamın ortaya çıkmasına neden oldular. Kapitalizmin her zamanki aç gözlülüğü ağır bastı; talanla, savaşla ve silahlanmayla krizlerine çare aramaya devam etti. Amerika Birleşik Devletleri soğuk savaş döneminde Eisenhower doktrini'ni uygulamaya koyarken, İngiltere' nin bölüp bölüştürdüğü sınırları temel almayı çıkarlarına uygun bulmuştu. Buna bir anlamda mecbur kalmıştı, çünkü karşısında Sovyetler Birliği vardı. Süreç içinde her iki

Page 3: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

sistemin her alanda başlattğı rekabetten Sovyetler Birliği yenik olarak çıktı. ABD'nin başını çektiği Batı dünyası başarılı oldu. Arkasından dünyada istediği anda, istediği ülkelere, istediği biçimde müdahale etti; Afganistan, Irak ve Libya. Buralarla da sınırlı kalmayıp Osmanlı İmparatorluğu'nun egemen olduğu alanı yeniden yapılandırma çabası içine girdi. Birinci Düya Savaşı döneminde Britanya'nın oynadığı rolü oynamaya koyuldu. Ve şu anda Bölge, tam bir kaosa sürüklenmiştir. Yaşanan bu kaos ortamına karşı Batı dünyasının takındığı tavır, sömürgeci geleneğinden kaynaklanan reflexle hareket etmedir. Şu anda kurulan kooalisyon, kaosu önlemeye değil, çıkarlarını tehdit edecek boyuta ulaşmasını engellemeye yöneliktir. Bir nevi nöbet bekleyişi içindeler diyebiliriz. Bu da gösteriyor ki, ABD'nin günümüz koşullarında Bölgeyi yeniden dizayn etme çabaları, pek o kadar kolay gözükmemektedir. Önünde çok ciddi engellerin olmadığını kimse söyleyemez. ABD'nin günümüzde rahatça hareket edememesinin bir çok nedeni vardır. Her şeyden önce günümüz koşulları çok farklı. Bunlardan en önemlisi de, Rusya Federasyonu başta olmak üzere, dünyanın bir çok bölgesinde bir çok ülke hemen her alanda epeyce güçlenmiş durumdadırlar. Örneğin geçmişte Marsall Planı'nın en fazla savunuculuğunu yapan Türkiye ve İran'dı ama şimdi bunlar her istenileni itirazsız yerine getiren ülkeler konumundan çıkmışlardır. Yine Arjantin, Hindistan, Brezilya v.b ülkeler, bölgelerinde güç olma konumuna gelmişlerdir. Çin ise artık süper güç olmuştur ve giderek ekonomik olarak ABD'yi sollayacak bir düzeye gelmiştir. Yani ABD, liderliğini dayatmadan ziyade, liderliği kaptırmamanın kavgası içine düşmüştür diyebiliriz. Çin'in sanayileşmede katettiği aşama ve günümüz teknolojini pazarda hizmete sunma gücü elbette tartışılır. Ne olursa olsun, genel ve bölgesel güçlerin konumları değerlendirildiğinde, ABD ve B.Avrupa'nın gelecekte hareket etmek için oluşturmaya çalıştıkları zeminin, hayal ettikleri kadar pürüzsüz olmayacağı gerçeği inkâr edilemez. Bu durum, 'Globalist' denilen sistemin çöküşünün ifadesidir bir anlamda. Özellikle doksanlı yıllardan itibaren gezginci sermayenin bölgesel, etniksel, mezhepsel ve hatta kültürel farklılıkları körükleyerek sömürü ağını daha da genişletme gayretleri, günümüzde ABD ve B.Avrupa'ının kendi iç çelişkilerinin alevlenmesine de neden olmuştur. Şimdi, sınırlanmaya karşı tahammülsüzlüğün verdiği hırçın davranışlar sergiliyorlar.Avrupa'nın göbeğinde faşist örgütlenmelerin neredeyse iktidara yürümeleri boşuna değildir. Geçmişte olduğu gibi Washıngton'da, Londra'da veya Brüksel'de yuvarlak masa etrafında bir araya gelip istedikleri çözümü dayatma dönemi geçti. Yuvarlak masada dayatmaya çalışacakları 'çözümler', evlerinin bacalarında yangın çıkarma tehlikesini de içinde barındırmaktadır. Diğer bir nokta ise, Oratadoğu halkları diktatörlüklere karşı mücadelede önemli deneyimler elde etti ve birçoğunu da yıkmayı başardı. Bu süreç şu veya bu biçimde engellenmeye çalışılmakta. Ama ister örgütlü, ister kendiliğinden olsun, kitleler, demokrasi ve özgürlüklerin mücadele ile alınacağını kavramış durumdadır. Ortadoğu halkları uzun yıllar krallıklar ve Baas rejimleriyle cendere içinde tutulmuştur. Artık kapak açılmıştır. Şimdi mezhep kavgaları yaygınlaştırılarak, halkların demokrasi ve özgürlüklere ulaşması engellenmek istenmekte, daha doğrusu, emperyalist güçler, çıkarlarını sarsmayacak yeni iktidar biçimleri yaratmanın kavgasını vermekteler. Bunun pek mümkün olmayacağı açığa çıkmıştır. DAİŞ/IŞID, El-Kaide, PKK, Boko Haram türü çağ dışı dayatmalarla sonuç alınamayacaktır. Er veya geç Bölgede yaşanan kaos sona erecek ve şu veya bu biçimde bir çözüme ulaşılacak. Ama ne tür bir çözüm ortaya çıkarsa çıksın, her koşulda da emperyalist güçlerin pastaları küçülecek. Bir başka önemli nokta ise, çatışmaların, savaşların yoğun olarak sürdüğü alan sadece Ortadoğu değil, Kuzey Afrika, Nijerya, Myanmar, Orta Afrika Cumhuriyeti, Afganistan ve Ukrayna var. Bu kadar geniş bir çoğrafyada aynı anda çatışma ve savaşların ortaya çıkması ABD ve B.Avrupa'nın da güclerinin bölünmesini getirmektedir. Artık ister Ortadoğu'da, ister Afrika'da halkların iradesini temel almayan çözümler başarılı olamaz. Ortadoğu'da kıran kırana yürütülen savaşta, Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ni farklı bir zeminde ele almak gerekir. Nedenleri gayet açıktır. Yukarıda değindiğim örgütler halklara karşı kanlı eylemler gerçekleştirirken, Kürdistan Yönetimi halkını korumanın kavgasını vermiştir. Hem Batı'da, hem de Güney'de Kürt halkının katliamdan kurtarmıştır. Bu büyük bir başarıdır. Son model silahlarla donanmış katil bir gücü toprakları üzerinde yenilgiye uğratmıştır. Bu arada

Page 4: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Bağdat yönetimiyle yaşadığı sınır anlaşmazlıklarını da çözmüştür. Aynı zamanda ekonomik, siyasal ve askeri alanlarda muazzam oranda güç kazanmıştır. Tüm bunlardan daha da önemlisi, dayatılan mezhep kavgasının içine girmemiştir.Çok renkliliği ve çok sesliliği korumayı başarmıştır. Dönemin koşullarını fırsat bilerek çok sesliliği bastırmanın içine girmemiştir. Çağ dışı kanlı bir örgüte karşı mücadelenin önderliğini başarıyla yapmıştır. Bu, diğer tüm halklar açısından da bir kazançtır. Ama bu noktada bir parentez açarak kandan fırsat edinmeye çalışan sürüngene, bir diğer adıyla PKK ve de çıngırdaklarına da değinmek gerekir. Bunlar ilk başlarda stratejilerini Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin yenilgisi ihtimali üzerine oturttular. DAİŞ/IŞID'in halklara karşı giriştiği kanlı terör eylemleri umurlarında bile değildi. 1988 Enfal'linden sonra yaptıkları çapulculuğu yeniden organize etmenin planlarını yaptılar ama tutmadı. Hatta Erbil'in düşmesi için dua ettiler. Eğer PKK ve çıngırdaklarına kalsaydı bugün yüzbinlerce Kürt katledilmiş olacaktı. Bazıları yine ortaya çıkıp, 'öyle değil, ucundan kıyından direndiler' diyecek. Bunlar inandırıcı olamazlar. Rojawa'da Toplumu toplum yapan tüm dinamikleri yıktılar. Yani toplumun direnç merkezlerini yok ettiler. Esad cenderesinden kurtulmayı uman kitleler daha beter bir cenderenin içine tıkıldı PKK eliyle. Beşşar Esad rejiminde en geri düzeyde de olsa bir devlet hukuku vardı. Ama PKK-PYD'de bırakın en geri düzeyde bir hukuk anlayışını, kitleler üzerinde sistematik terör estirmeyi hukukun temel prensibi haline getirdiler. Hukuk, farklı, aykırı düşünen herkesin kafasına kurşun sıkmayla özdeştirildi. Kürt halkı bu derece düşürülmemiş olsaydı DAİŞ Rojava'nın yanından bile geçemezdi ve hele hele bu derece tahribat yapamazdı. Rojawa halkı adeta iki ateş arasında bırakıldı, çareyi Türkiye'ye kaçmakta buldu. Gerçekten direnmek isteyen, eli silah tutan halk, ümitsizliğe sürüklendi. Ensesi kalınların ve göbek şişirenlerin yönetiminde savaşmayı kabul etmedi aslında. Hem Esad'la işbirliği yapacaksın, hem de Ankara'nın lüks kebab salonlarında kese doldurmak için dilencilik yapacaksın...Eli silah tutan onbinlerce gencin Türkiye'ye geçişi kurtuluş olarak görmesi bu nedenledir. İşte böylesi koşullarda peşmerge, Türkiye'nin açtığı koridordan geçerek duruma müdahale etmek zorunda kaldı, hem de açılmış bir kaç cephede savaşmayı göze alarak. Sonuçta peşmerge güçlerinin sabırlı ve uzun mücadelesiyle İŞİD çeteleri yenilgiye uğratıldı. Şu anda da laylom-lay partileri düzenliyorlar, onca müceleye ve emeğe saygısızlık yaparcasına. Bu da yetmiyor, Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ne karşı provokatif çıkışlar yapmaya devam ediyorlar. Hatta Şengal'de kanton için pervasızca provokasyonlar geliştiriyorlar. Batı Kürdistan'da ilan ettikleri kantonlarda tango yaparken, DAİŞ'in Kobani'yi işgal etmesine seyirci kalmalarını unutturacaklarını sanıyorlar. Sonuç olarak ne yerel güçlerin, ne de emperyal güçlerden her hangi birinin isteği doğrultusunda Ortadodu'da sorunlara çözüm bulma imkansızlaşmıştır. Halkların iradesini temel alan çözümler, uluslararası dengelerde yerini bulacaktır.6.02.2015Baki Karer

2015’i geride bırakırken Ortadoğu ve KürdistanŞöyle bir geriye bakıp geçmiş bir yılı, 2015 yılını değerlendirdiğimizde Kürt halkının neler kazandığını ve neler kaybettiğini rahatlıkla görebiliriz. Çok değil, 90’lı hatta 2000’li yılların başlarında ‘Kürt’ ve ‘Kürdistan’ denildiğinde, iç çatışma haberlerinin ağırlıkta olduğunu görebiliriz. Bu iç çatışmalar, Kürt halkını içten içe yiyip bitiren en temel faktörlerden biriydi.Geçmişte kalan bu iç çatışmaların yerini artık siyasal rekabet almıştır. Çelişkilerin siyasal düzlemde ifade edilmeye başlanması elbette olumludur. Toplumsal yapıdaki tüm eğilimlerin, düşüncelerini hemen her alanda ileri sürmesi kadar doğal bir şey olamaz. Böylesine rekabetlerin, toplumsal yapıyı daha ileriye taşıyacağı kesindir. Farklı düşüncelerin tartışılmasının engellenmesi, egemen güçlere karşı kavganın

Page 5: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

anlamsız hale getirilmesi demektir. Yani bu biçimde hareket tarzı toplumda umutsuzluğu, kendine güvensizliği yaygınlaştıracağı gibi, özgür olmanın anlamsız olduğunu farklı bir biçimde ifade etmeye hizmet eder aynı zamanda. Geçmişin kanlı hesaplaşmalarının yerini, siyasal alanda boy gösteren rekabetlerin almasından rahatsız olanları, artık farklı kategoride değerlendirmek gerekir.

GÜNEY KÜRDİSTAN’IN ÖNEMİ

Kürdistan’ın 2015’te neler kazandığını ve kaybettiğini elbette tartışmak gerekir. Böylesi tartışmalar, gelecekte yapılması gerekenlerin ana hatlarıyla belirginleşmesine yardımcı olur. İçinde bulunduğumuz koşullarda Kürdistan’ın bugünü ve geleceği tarışılırken, merkeze Güney Kürdistan’ı koymak gerekir. Güney Kürdistan’ın uzun bir mücadele tarihi vardır. 20. yüzyılın başından itibaren, kısa süreli durgunluk dönemlerini saymazsak, ‘sürekli’ diyebileceğimiz ayaklanmalarla yoğrulmuş bir bölgedir. Yürütülen yoğun mücadelenin ürünleri artık toplanmaya başlanmıştır.Önümüzdeki süreçte, Kürdistan ve Kürt halkını ileri noktalara taşıyacak muhtemel siyasal gelişmelere damgasını vuracak olan Güney Kürdistan, aynı zamanda, Bölge’de baş gösterecek köklü değişimlerde önemli rol oynayacak bir konumdadır. Siyasal açıdan bu sorumluluğu üstlenen güç, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’dir. Bu nedenle Kürdistan’ın diğer bölgeleri Güney’in halkını ve Kürdistan Federe Devleti’ni desteklemelidir. Güney Kürdistan bütün bir ulusun dik duruşunu sağlacak bir eşiktir, duvarıdır. Yılların mücadele birikimiyle örülmüş bu duvarı siper edinme Kürt halkının temel görevi olmalıdır.Güney Kürdistan’ın bu noktaya gelmesine katkıda bulunan gelişmelere bakmakta yarar var. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte pazarların yeniden bölüşümü gündemleşmiştir. Dünya jandarmalığını ele alan Amerika Birleşik Devletleri, enerji kaynaklarını ve bu kaynakların dünya pazarlarına sevk edileceği yolları kontrol etmenin kavgasına girişti. Irak’ın ve Afganistan’ın işgal edilmesi bu nedenledir. ABD bunu yaparken en yakın müttefiklerini, Batı Avrupa’yı bile dışlamıştır. Saddam rejiminin yıkılması Kürt halkı için muazzam bir fırsat yaratmıştır.

ORTADOĞU VE ABD

Giderek Mısır, Libya ve Tunus’ta Baas türü rejimler yıkılınca, bunu fırsat bilen ABD, 20. yüzyılın başında Büyük Biritanya’nın inisiyatifiyle çizilmiş sınırları, bir başka ismiyle Sykes-Picot Antlaşmas’ını geçersiz kılacak bir strateji geliştirmeye başladı. Bu stratejinin bölgeyi bir yüzyıl daha denetim altında tutmayı amaçladığını söyleyebiliriz. Bu nedenle de daha çok mezhepler temelinde Ortadoğu’nun yeniden bölüşümü çabaları içine girildi. Gelişmeler başlarda istedikleri gibi giderken, Suriye’de ciddi bir engelle karşılaşıldı. Suriye’de Baas ve Esad iktidarı tüm gücüyle direndi. ABD ve müttefikleri umduklarını bulamadı. Suriye’de başlayan iç savaş, kısa sürede mezhepler arası savaşa dönüştü. Günümüzde Yemen’den Lübnan’a kadar geniş bir bölge mezhepler ve dinler arası savaşa sahne olmaya devam etmekte. Mezhepler arası savaşın kışkırtılmasında İran’ın da önemli oranda payı vardır. Dikkat edilirse, ABD, İran’ın bölgede etnik ve mezhepsel kışkırtmalarından hiç de rahatsız olmuyor ve bu gidişle de pek olacağa benzememektedir. Yani İran’ın bölgedeki hareket tarzı, ABD’nin işine gelmekte. Epeyce süredir İran üzerinde uygulanan ekonomik ambargonun birden bire kaldırılmasının bir nedeni de, uzun vadeli hesaplar için koltuk değneğe ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. Hem böylece tahtaravallide Türkiye tek bırakılmadı; bölgedeki gelişmelerde rol oynayacak güçler arasında bir nevi denge sağlanmış oldu. İşte DEAŞ/IŞİD sorununu bir de bu açıdan tartışmak gerekir.Bugün IŞİD’ın nasıl ortaya çıktığı ve kısa süre içinde bu kadar güçlü konuma nasıl geldiği tartışılmakta. El-Kaide’yi kim ortaya çıkmışsa, İŞİD’i de ortaya çıkartan, piyasaya süren o dur; El-Kaide gibi ABD patentlidir. IŞİD’in bir gecede organize olup sabahleyin kırk bin kişilik orduyu sahip olduğu tüm tçchizatlarıyla birlikte teslim aldığı masalına hiç kimse inanmaz. Binlerce fit yükseklikten yerdeki keçinin hangi ağıla girdiğini takip eden ABD’nin devasa istihbarat gücünü dikkate alırsak, IŞİD’den habersiz olduğu söylemi sadece bir kandırmacadan ibarettir. Elindeki son model silah gücüne güvenerek bu örgütlenmenin şımarıklaşmış olması, sorunların çözümünde aşılamayacak oranda ciddi bir engel değildir. Esas engel; bugün gelinen noktada herkesin bir IŞİD’inin olmasıdır. Şu anda herkes IŞİD’de karşıymış gibi davranıyor ama hiç kimse de parmağını bile oynatmıyor. IŞİD, Ortadoğu’nun adeta nükleer güce sahip süper ülkesi gibi. Oysa gerçekler hiç de öyle

Page 6: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

değil; bu cani örgütlenmenin yok edilmesi, bölgenin bölüşüm kavgasıyla orantılıdır. Eğer bölüşümde anlaşma sağlanırsa, ömrü bir kaç günlüktür.

RUSYA’NIN DİRENCİ

Suriye’de savaşın uzamasının esas nedenlerinden biri de, Rusya Federasyonu’nun gösterdiği dirençtir.Türkiye, ABD ve bir bütün olarak Batı, Rusya’nın göstereceği tavırda yanılgıya düşmüşlerdir; Libya’da Kaddafi iktidarının yıkılışı karşısında takındığı tavrın bir benzerini, Suriye’de de göstereceği yanılgısı içine girilmiştir. Ayrıca Suriye’de Rusya Federasyonu’nun direnç göstermesinin bir nedeni de, genel paylaşımın bir parçası olarak Ukrayna üzerinden elde ettiği kazanımları, çizdiği geniş bir çemberde savunma hattı oluşturma çabasıdır. Rusya Federasyonu bu aşamadan sonra, hemen hemen her bölgede yürütülen bölüşümde aktif bir taraf olarak konumlandırmıştır kendini.Batı Avrupa, Rusya ve bölgesel güçlerin, bölgenin yeniden bölüşümünde söz sahibi olmak istemeleri, durumu daha bir karmaşık hale getirmekte. Geçmişte olduğu gibi herhangi bir süper gücün tek başına veya birkaç süper gücün bir araya gelmesiyle ne bir bölgeye, ne de dünyaya yeniden biçim verme olanağı yoktur. Günümüz koşullarında yeni Yalta ve Potsdam’ların geçerli olacağı kanaatinde değilim.6.02.2015 tarihinde ‘Ortadoğu’da Dönüşümün Sancıları’ başlıklı makalemde şöyle demiştim:“Örneğin geçmişte Marshall Planı’nın en fazla savunuculuğunu yapan Türkiye ve İran’dı ama şimdi bunlar her istenileni itirazsız yerine getiren ülkeler konumundan çıkmışlardır. Yine Arjantin, Hindistan, Brezilya vb. ülkeler, bölgelerinde güç olma konumuna gelmişlerdir. Çin ise artık süper güç olmuştur ve giderek ekonomik olarak ABD’yi sollayacak bir düzeye gelmiştir. Yani ABD, liderliğini dayatmadan ziyade, liderliği kaptırmamanın kavgası içine düşmüştür diyebiliriz. Çin’in sanayileşmede katettiği aşama ve günümüz teknolojini pazarda hizmete sunma gücü elbette tartışılır. Ne olursa olsun, genel ve bölgesel güçlerin konumları değerlendirildiğinde, ABD ve Batı Avrupa’nın gelecekte hareket etmek için oluşturmaya çalıştıkları zeminin, hayal ettikleri kadar pürüzsüz olmayacağı gerçeği inkâr edilemez.”İşte bu ve benzeri nedenlerle, günlük değişken denklemler ortamında Ortadoğu’nun barışçıl bir ortama kavuşma ihtimali, yakın bir gelecekte pek zayıftır.Ayrıca, yaşadığımız coğrafyada peşpeşe çok sarsıcı gelişmeler oluyor. Bazen takip etmekte zorlanıyoruz. Çoğu zaman bazılarını unutuyoruz. Nereden bakılırsa bakılsın, IŞİD’in ortaya çıkış koşulları çok ilginçtir. İŞİD’in ortaya çıkışını değerlendirirken, bir başka noktaya daha dikkat çekmede yarar var: Kürdistan Bölgesel Yönetimi, önemli ölçüde Bağdat’tan bağımsız hareket ederek Türkiye ile enerji anlaşmaları imzaladı. Bu anlaşmalara, Erbil’in Türkiye’ye petrol satmasına en fazla tepki gösterenlerin başında, Amerika Birleşik Devletleri gelmekteydi. Hatta birçok Kürt çevresi bile Barzani’yi eleştirmişti bu tutumundan dolayı. Eleştirinin nedenini anlamak çok zor elbette. Erbil elindeki petrolü satmayıp da sabah kahvaltısında mı kullanacaktı? Sonuç olarak, Kürt Federe Yönetimi Bağdat’tan ekonomik olarak bağımsızlaşmaya yönelik adımlar atmaya başladığı bir dönemde, IŞİD’in Kürt halkının üzerine yürütülmesi pek tesadüf olarak görülmemesi gerekir. Yani IŞİD her ne kadar bölgenin genelini yeniden dizayn etmek için ortaya sürülmüşse de, özel olarak Erbil yönetimi de hedeflemiştir; en azından bağımsız hareket imkanlarından yoksun bırakılmaya çalışılmıştır. Ama istenilen sonuçlar alınamamıştır.Bunca çelişkilerin ve savaşların yaşandığı ortamda Kürdistan Bölgesel Yönetimi, yaygınlaştırılmak istenen mezhep ve etnik kışkırtmaların dışında kalmayı bilmiştir; etnik ve mezhepler arasında çelişki ve çatışmaları önleyecek ciddi reformlar yapabilmiştir. En önemlisi de, Bağdat’la anlaşmazlık içinde olduğu sınır sorununu çözüme kavuşturmuştur. Bunlar, Kürdistan Bölgesel yönetimi açısından çok ciddi kazanımlardır. Gelinen bu noktada birlikte veya bağımsız yaşamaya karar verecek güç, halk ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi’dir. Ortadoğu denkleminde artık Kürt halkı da vardır.

KUZEY VE BATI KÜRDİSTAN

Diğer bölgeleri de kısaca değerlendirecek olursak, Kuzey’de kanalizasyon ve hendek aşmakla meşgul olanlar, sonuçta Kemalist güçlerin nasıl ayak pası olduklarını saklayamaz hale gelmişlerdir. Hendek bitiminden sonra yeni bir evreye girilecek; Kürdi güçlerle Kemalistler arasında ayrışma daha da derinleşecektir.Batı Kürdistan’a gelince, bugüne kadar Batı Kürdistan’da şöyle devrim oldu, böyle devrim oldu hikayeleri anlatıldı. Anlatılanların hiç birinin de aslı yoktur. Kobani’de devrim yaşanmamış, tam tersine

Page 7: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

ülkenin harabeye dönüştürülmesine seyirci kalınmıştır. Her zaman söyledim, Batı Kürdistan’da Kürt halkının dinamikleriyle oynanmamış olunsaydı, IŞİD saldırı yapmayı aklına bile getiremezdi. Orada Kürt toplumunu ayakta tutan tüm değerler, Esad’ın çıkarları doğrultusunda çok önceden yerle bir edilmişti.Devrim yapıldı hikayeleri, seksenli ve doksanlı yıllarda Türkiye’de pazarlanan sigorta poliçeleri hikayeleridir. Batı Kürdistan gençleri, Esad’ın ve ABD’nin paralı askerleri haline getirilmiştir. Bu durum, bu bölge halkı için çok acıdır. Kobani başta olmak üzere diğer yörelerde, bayrağına saygısızlaşmayı görev bilen topluluk yaratılmıştır. Herkesin şu soruyu sorması gerekir;, devrim bu mudur?30.01.2016Baki Karer

KÜRDİSTANDA KAZANIMLAR

Şöyle bir geriye bakıp geçmiş bir yılı, 2015 yılını değerlendirdiğimizde Kürt halkının neler kazandığını ve neler kaybettiğini rahatlıkla görebiliriz. Çok değil, 90’lı hatta ikibinli yılların başlarında Kürt ve kürdistan denildiğinde, iç çatışma haberlerinin ağırlıkta olduğunu görebiliriz. Bu iç çatışmalar, Kürt halkını içten içe yiğip bitiren en temel faktörlerden biriydi. Geçmişte kalan bu iç çatışmalarin yerini artık siyasal rekabet almıştır. Çelişkilerin siyasal düzlemde ifade edilmeye başlanması elbette olumludur. Toplumsal yapıdaki tüm eğilimlerin, düşüncelerini hemen her alanda ileri sürmesi kadar doğal bir şey olamaz. Böylesine rekabetler, toplumsal yapıyı daha ileriye taşıyacağı kesindir. Farklı düşüncelerin tartışılmasının engellenmesi, egemen güçlere karşı kavganın anlamsız hale getirilmesi demektir. Yani bu biçimde hareket tarzı toplumda umutsuzluğu, kendine güvensizliği yaygınlaştıracağı gibi, özgür olmanın anlamsız olduğunu farklı bir biçimde ifade etmeye hizmet eder aynı zamanda. Geçmişin kanlı hesaplaşmalarının yerini, siyasal alanda boy gösteren rekabetlerin almasından rahatsız olanları, artık farklı kategoride değerlendirmek gerekir. Kürdistan’ın 2015 te neler kazandığını ve kaybettiğini elbette tartışmak gerekir. Böylesi tartışmalar, gelecekte yapılması gerekenlerin ana hatlarıyla belirgenleşmesine yardımcı olur. İçinde bulunduğumuz koşullarda Kürdistan’ın bugünü ve geleceği tarışılırken, merkeze Güney kürdistan’ı koymak gerekir. G. Kürdistan’ın uzun bir mücadele tarihi vardır. 20 yy. başından itibaren kısa süreli durgunluk dönemlerini saymazsak ‘sürekli’ diyebileceğimiz ayaklanmalarla yoğrulmuş bir bölgedir. Yürütülen yoğun mücadelenin ürünleri artık toplanmaya başlanmıştır. Önümüzdeki süreçte, Kürdistan ve Kürt halkını ileri noktalara taşıyacak muhtemel siyasal gelişmelere damgasını vuracak olan, G.Kürdistandır. G. Kürdistan, aynı zamanda, Bölge’de baş gösterecek köklü değişimlerde önemli rol oynayacak bir konumdadır. Siyasal açıdan bu sorumluluğu üstlenen güç, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’dir. Bu nedenle Kürdistan’ın diğer bölgeleri Güney’in halkını ve Kürdistan Federe Devleti’ni desteklemelidir. Güney Kürdistan bütün bir ulusun dik duruşunu sağlacak bir eşiktir, duvarıdır. Yılların mücadele birikimiyle örülmüş bu duvarı siper edinme Kürt halkının temel görevi olmalıdır. G.Kürdistan’ın bu noktaya gelmesine katkıda bulunan gelişmelere bakmakta yarar var. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte pazarların yeniden bölüşümü gündemleşmiştir. Dünya jandarmalığını ele alan Amerika Birleşik Devletleri, enerji kaynaklarını ve bu kaynakların dünya pazarlarına sevkedileceği yolları kontrol etmenin kavgasına girişti. Irak’ın ve Afganistan’ın işgal edilmesi bu nedenledir. ABD bunu yaparken en yakın müttefiklerini, B.Avrupa’yı bile dıştalamıştır. Saddam rejiminin yıkılması Kürt halkı için muazzam bir fırsat yaratmıştır. Giderek Mısır, Libya ve Tunus’ta Baas türü rejimler yıkılmaya başladı. Ortadoğu’nun Baas türü rejimlerden temizlenmesini fırsat bilen ABD, yirminci yy.başında Büyük Biritanya’nın insiyatifiyle çizilmiş sınırları, bir başka ismiyle Sykes-Picot anlaşmasını geçersiz kılacak strateji geliştirmeye başladı. Bu stratejinin Bölgeyi bir yüzyıl daha denetim altında tutmayı amaçladığını söyleyebiliriz. Bu nedenle de daha çok mezhepler temelinde Ortadoğu’nun yeniden bölüşümü

Page 8: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

çabaları içine girildi. Gelişmeler başlarda istedikleri gibi giderken, Suriye’de ciddi bir engelle karşılaştı. Suriye’de Baas ve Esad iktidarı tüm gücüyle direndi. ABD ve müttefikleri umduklarını bulamadı. Suriye’de başlayan iç savaş, kısa sürede mezhepler arası savaşa dönüştü. Günümüzde Yemenden Lübnan’a kadar geniş bir bölge mezhepler ve dinler arası savaşa sahne olmaya devam etmekte. Mezhepler arası savaşın kışkırtılmasında İran’ın da önemli oranda payı vardır. Dikkat edilirse, ABD, İran’ın Bölge’de etnik ve mezhepsel kışkırtmalarından hiçte rahatsız olmuyor ve bu gidişle de pek olacağa benzememektedir. Yani İran’ın bölgedeki hareket tarzı, ABD’nin işine gelmekte. Epeyce süredir İran üzerinde uygulanan ekonomik ambargonun birden bire kaldırılmasının bir nedeni de, uzun vadeli hesaplar için koltuk değneğe ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. Hem böylece tahtaravallide Türkiye tek bırakılmadı; Bölge’deki gelişmelerde rol oynayacak güçler arasında bir nevi denge sağlanmış oldu. İşte DEAŞ/İŞİD sorununu bir de bu açıdan tartışmak gerekir. Bugün İŞİD’ın nasıl ortaya çıktığı ve kısa süre içinde bu kadar güçlü konuma nasıl geldiği tartışılmakta. El-Kaide’yi kim ortaya çıkmışsa, İŞİD’i de ortaya çıkartan, piyasaya süren o dur; El-Kaide gibi ABD patentlidir. İŞİD’in bir gecede organize olup sabahleyin kırk bin kişilik orduyu sahip olduğu tüm techizatlarıyla birlikte teslim aldığı masalına hiç kimse inanmaz. Binlerce fit yükseklikten yerdeki keçinin hangi ağıla girdiğini takip eden ABD’nin devasa istihbarat gücünü dikkate alırsak, İŞİD’den habersiz olduğu söylemi sadece bir kandırmacadan ibarettir. Elindeki son model silah gücüne güvenerek bu örgütlenmenin şımarıklaşmış olması, sorunların çözümünde aşılamayacak oranda ciddi bir engel değildir. Esas engel; bu gün gelinen noktada herkesin bir İŞİD’inin olmasıdır. Şu anda herkes İŞİD’de karşıymış gibi davranıyor ama hiç kimse de parmağını bile oynatmıyor. İŞİD, Ortadoğu’nun adeta nükleer güce sahip süper ülkesi gibi. Oysa gerçekler hiçte öyle değil; bu cani örgütlenmenin yok edilmesi, Bölge’nin bölüşüm kavgasıyla orantılıdır. Eğer bölüşümde anlaşma sağlanırsa, ömrü bir kaç günlüktür. Suriye’de savaşın uzamasının esas nedenlerinden biri de, Rusya Federasyonu’nun gösterdiği dirençtir.Türkiye, ABD ve bir bütün olarak Batı, Rusya’nın göstereceği tavırda yanılgıya düşmüşlerdir; Kaddafi iktidarının yıkılışı karşısında takındığı tavrın bir benzerini Suriye’de de göstereceği yanılgısı içine girilmiştir. Ayrıca Suriye’de Rusya Federasyonu’nun direnç göstermesinin bir nedeni de, genel paylaşımın bir parçası olarak Ukrayna üzerinden elde ettiği kazanımları, çizdiği geniş bir çemberde savunma hattı oluşturma çabasıdır. Rusya Federasyonu bu aşamadan sonra, hemen hemen her bölgede yürütülen bölüşümde aktif bir taraf olarak konumlandırmıştır kendini. B.Avrupa, Rusya ve bölgesel güçlerin, Bölgenin yeniden bölüşümünde söz sahibi olmak istemeleri, durumu daha bir karmaşık hale getirmekte. Geçmişte olduğu gibi her hangi bir süper gücün tek başına veya bir kaç süper gücün bir araya gelmesiyle ne bir bölgeye, ne de dünyaya yeniden biçim verme olanağı yoktur. Günümüz koşullarında yeni Yalta ve Potsdam’ların geçerli olacağı kanaatinde değilim. 6.02.2015 tarihinde ‘Ortadoğu’da Dönüşümün Sancıları’ başlıklı makalemde şöyle demiştim; “Örneğin geçmişte Marshall Planı'nın en fazla savunuculuğunu yapan Türkiye ve İran'dı ama şimdi bunlar her istenileni itirazsız yerine getiren ülkeler konumundan çıkmışlardır. Yine Arjantin, Hindistan, Brezilya v.b ülkeler, bölgelerinde  güç olma konumuna gelmişlerdir. Çin ise artık süper güç olmuştur ve giderek ekonomik olarak ABD'yi sollayacak bir düzeye gelmiştir. Yani ABD, liderliğini dayatmadan ziyade, liderliği kaptırmamanın kavgası içine düşmüştür diyebiliriz. Çin'in sanayileşmede katettiği aşama ve günümüz teknolojini pazarda hizmete sunma gücü elbette tartışılır. Ne olursa olsun, genel ve bölgesel güçlerin konumları değerlendirildiğinde, ABD ve B.Avrupa'nın gelecekte hareket etmek için oluşturmaya çalıştıkları zeminin, hayal ettikleri kadar pürüzsüz olmayacağı gerçeği inkâr edilemez.” İşte bunlar ve benzeri nedenlerle, günlük değişken denklemler ortamında Ortaduğu’nun barışcıl bir ortama kavuşma ihtimali, yakın bir gelecekte pek zayıftır. Ayrıca, Yaşadığımız coğrafyada peşpeşe çok sarsıcı gelişmeler oluyor. Bazen takip etmede zorlanıyoruz. Çoğu zamanda bazılarını unutuyoruz. Nereden bakılırsa bakılsın, İŞİD’in ortaya çıkış koşulları çok ilginçtir. İŞİD’in ortaya çıkışını değerlendirirken, bir başka noktaya daha

Page 9: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

dikkat çekmede yarar var: Kürdistan Bölgesel Yönetimi, önemli ölçüde Bağdat’tan bağımsız hareket ederek Türkiye ile enerji anlaşmaları imzaladı. Bu anlaşmalara, Erbil’in Türkiye’ye petrol satmasına en fazla tepki gösterenlerin başında, Amerika Birleşik Devletleri gelmekteydi. Hatta bir çok Kürt çevresi bile Barzani’yi eleştirmişti bu tutumundan dolayı. Eleştirinin nedenini anlamak çok zor elbette. Erbil elindeki petrolü satmayıpta sabah kahvaltısında mı kullanacaktı? Sonuç olarak, Kürt Federe Yönetimi Bağdat’tan ekonomik olarak bağımsızlaşmaya yönelik adımlar atmaya başladığı bir dönemde, İŞİD’in Kürt halkının üzerine yürütülmesi pek tesadüf olarak görülmemesi gerekir. Yani İŞİD her ne kadar Bölgenin genelini yeniden dizayn etmek için ortaya sürülmüşse de, özel olarak Erbil yönetimi de hedeflemiştir; en azından bağımsız hareket imkanlarından yoksun bırakılmaya çalışılmıştır. Ama istenilen sonuçlar alınamamıştır. Bunca çelişkilerin ve savaşların yaşandığı ortamda Kürdistan Bölgesel Yönetimi, yaygınlaştırılmak istenen mezhep ve etnik kışkırtmaların dışında kalmayı bilmiştir; etnik ve mezhepler arasında çelişki ve çatışmaları önleyecek ciddi reformlar yapabilmiştir. En önemliside, Bağdat’la anlaşmazlık içinde olduğu sınır sorununu çözüme kavuşturmuştur. Bunlar, Kürdistan Bölgesel yönetimi açısından çok ciddi kazanımlardır. Gelinen bu noktada birlikte veya bağımsız yaşamaya karar verecek güç, halk ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi’dir. Ortadoğu denkleminde artık Kürt halkı da vardır. Diğer bölgeleri de kısaca değerlendirecek olursak, Kuzey’de kanalizasyon ve hendek aşmakla meşgül olanlar, sonuçta Kemalist güçlerin nasıl ayak pası olduklarını saklayamaz hale gelmişlerdir. Hendek bitiminden sonra yeni bir evreye girilecek; Kürdi güçlerle Kemalistler arasında ayrışma daha da derinleşecektir. B. Kürdiatan’a gelince: Bugüne kadar B.Kürdistan’da şöyle devrim oldu, böyle devrim oldu hikayeleri anlatıldı. Anlatılanların hiç birinin de aslı yoktur. Kobani’de devrim yaşanmamış, tam tersine ülkenin harabeye dönüştürülmesine seyirci kalınmıştır. Her zaman söyledim, B.Kürdistan’da Kürt halkının dinamikleriyle oynanmamış olunsaydı, İŞİD saldırı yapmayı aklına bile getiremezdi. Orada Kürt toplumunu ayakta tutan tüm değerler, Esadın çıkarları doğrultusunda çok önceden yerle bir edilmişti. Devrim yapıldı hikayeleri, seksenli ve doksanlı yıllarda Türkiye’de pazarlanan sigorta poliçeleri hikayeleridir. B.Kürdistan gençleri, Esad’ın ve ABD’nin paralı askerleri haline getirilmiştir. Bu durum, bu bölge halkı için çok acıdır. Kobani başta olmak üzere diğer yörelerde, bayrağına saygısızlaşmayı görev bilen topluluk yaratılmıştır. Herkesin şu soruyu sorması gerekir;, devrim bu mudur? 30.01.2016Baki Karer

TAŞERONLARIN ENTRİKACILIĞI

Aslında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görüşülmekte olan Anayasa değişikliği üzerine görüşlerimi belirten bir yazı kaleme almaya başlamıştım. Ama internette bazı web sayfalarında gezinti yaparken, çok ilginç bir habere rastladım. Haber, sayın Mesut Barzani ile ilgiliydi; Barzani’nin istifa ettiğini iddia ediyordu. Gelişmeleri yakından takip ettiğim için çok şaşırdım. Haberi bir kez daha okuduğumda anladım ki, uydurma bir haber. Aslında haberden ziyade, makale biçiminde kaleme alınmış köşe yazısı. Ama ne olursa olsun, makale veya haber metni, kendi içinde bir yığın çelişkilerle dolu. Art niyetle kaleme alındığını anlamamak için tam bir aptal olmak gerekiyor. Sözcüklerin itina ile seçilmiş olmasına karşın, masa başında bir yerlerin talimatıyla kaleme alınan bir haber olduğu hemen anlaşılıyor; biraz geveleyerek önce istifa ettiği söyleniyor, sonra haber kaynağı olarak başka bir web gazetesi öne sürülüyor. Aslında yalan haberi veren kendisi. Yazıyı kaleme alanda, kendini açığa vurmanın verdiği dengesizlikleri fark etmeme mümkün değil. Mesut Barzani’nin Davos’a Dünya Ekonomik Forumu toplantılarına gitmeden önce haberin ortaya atılmasını, kimse bir rastlantıdan ibaret olduğunu söyleyemez. Çünkü Kürt Bölgesel Yönetimi başkanı olarak böyle bir toplantıya Mesut Barzani’nin davet edilmesi, çok önemli bir gelişmedir. Böylesine geniş çaplı uluslar arası bir toplantıda Kürdistan’ın temsil edilmesi bir

Page 10: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

dönüm noktası oluşturmaktadır. Uzun, sabırlı, bir dizi tuzaklarla dolu bir mücadelenin ardından bu noktaya gelinmesi, verilen mücadelenin meyvelerinin toplanmasıdır. Kürdistan Bölgesel Yönetimi tarafından izlenen strateji ve taktiğin doğruluğunun bir sonucu olarak Davos’a gidilmiştir. Peki, Kürt halkının elde ettiği bu başarıdan kimler rahatsız olur? Böylesi anlarda verilecek klasik yanıtları hemen herkes tahmin eder. Hiçte öyle tahmin edilenler değil; bu sefer esas rahatsız olanlar, kendini ‘Kürt’ olarak tanımlayanlardır. Nasıl Kürtler’se... Şöyle ‘Kürtler’; ‘Kerkük Kürt şehri değildir, Irak’a aittir’ diyenler. Hatta bunlar bir aralar ‘Kerkük’te ‘Öz yönetim ilan edeceğiz’ diye yanıp tutuşmuştu. Dahası var, Kerkük’le yetinmeyip şimdilerde Şengal’de Kantonculuk peşinde koşmakta. İşte yalan istifa haberlerinin yaygınlık kazanması için hummalı faliyet içinde bulunanlar, bunlardır. Ama haklarını yememek gerekir, bu sefer yanlız başlarına değillerdi; hem G. Kürdistan’ın içinden, hem de Haşdi Şabi’den müthiş destek aldılar. Daha Davos’a ayak basmadan Mesut Barzani’nin ayakları altından halıyı çekmek istediler. Hem Şengal’de oynanmak istenen provokasyonların, hem de Mesut Barzani hakkında verilen yalan haberlerin perde arkasında, Kürt Bölgesel Yönetimi’ne karşı darbe girişimlerinin bulunduğunu söylersek, hiçte abartmış olmayız. PKK’nin G.Kürdistan’da son dönemde bazılarıyla birlikte ittifak halinde bir takım girişimler içinde bulunması, dikkat çekicidir. Bu girişimler, bir yönüyle 15 Temmuz öncesi Türkiye’de yaşananlarla benzerlik içermektedir. Bir iktidarın uygulamalarını herkesin beğenmesi mümkün değildir, dolayısıyla iktidara karşı hoşnutsuzlukları dile getirme hakkını kimse kısıtlayamaz. Ama eleştiri hakkının arkasına sığınarak işi darbeciliğe götürme, kabul edilemez. Darbeci anlayışa hizmet eden ayak oyunlarıyla, eleştiri hakkı kesinlikle birbirine karıştırılmamalı. İşte, Mesut Barzani’nin daha Davos’a gitmeden yalan istifa haberlerini yaygınlaştırma, darbeci anlayışın kendini ele vermesinden başka bir şey değildir. Bu yalan haber; Kürt halkının kazanımlarını uluslar arası platformda yok göstermeyi amaçlamıştır. Ayrıca Kürdistan yönetimini gayrı meşru göstermeye çalışmıştır. Kim veya kimler adına bu oynun tezgahlandığını artık herkes görmelidir. Bu girişimin baş aktörü, hiç kuşku yok ki İran’dır. İran’a taşaronluk yapan güçlerin başını çeken PKK, Kürt halkının kazanımlarını ‘hiçe’ indirgemeye kalkışmıştır. Kürdistan Bölgesel Yönetimi hemen her alanda yaptığı atılımlarla büyük başarıların altına imza atmıştır; Ortadoğu’nun belirgin olmayan koşullarına rağmen ekonomik ve askeri alanlarda çok ciddi adımlar atmış, toplumun refah düzeyini yükseltmede başarılı olmuştur. Her şeyden önce, Bölge’de yaşanan onca karmaşaya karşın, demokrasi alanında komşu ülkelere örnek olacak biçimde cesaretli uygulamalar içine girmiştir. Atılan bunlar ve benzeri adımlar sonucudur ki bölgesinde bir irade, güç olma konumuna yükselmiştir. Böylesi gelişmeler dikkate alınırsa, taşeronların asılsız haberlerden niçin medet umdukları kendiliğinden açığa çıkar. Bu taşaronlar, yalanlarla, dedikodularla Kürt halkını infiale sürükleyip, ortaya çıkacak kargaşa ortamında ulusal güçleri tasfiye etmeyi ummaktadır. Taşaronlar ne tür çabalar içinde bulunurlarsa bulunsunlar, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni, daha doğrusu ulusal güçleri tasfiye etmeye güçleri yetmeyecektir. Baki Karer20.01.2017

Yeni Oluşumlar ve Beklentiler

Yeni bir oluşum üzerine haber ve yorumları ağırlıklı olarak sosyal medya üzerinden takip ediyorum. Özellikle son gelişmelerden sonra toplumda yeniden bir heyecan yaratma, dik duruş sergilenmesine önayak olmanın bir ihtiyaç olduğunu kimse inkâr edemez. Bilindiği üzere, uzun yıllardan bu yana hem Türk, hem Kürt toplumu çok büyük sıkıntılardan da öte yıkıntılar yaşadı. Bu noktada acıyı kimin veya hangi tarafın ne kadar yaşadığı tartışılamaz. Önemli olan herkesin acı yaşamasıdır. Ölümlerin günlük doğal yaşantının bir parçası haline

Page 11: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

getirildiği toplumlarda ilerleme sağlanmanın güçlükleri ortadadır. Bugün çağımızın yaşantısına uygun özgürlükçü adımlarla ilerleyebilmemiz için, halkı terörize eden, sindiren,akılcı düşünmenin tüm yollarını tıkamaya çalışan hareket tarzlarını mahküm etmeliyiz. Bu nedenle kırk yıla yakın bir süredir PKK piyonunun Kürt halkına karşı giriştiği yoketme eylemine karşı durma, günümüz koşullarında atılması gereken ilk adımdır. Böylesi bir adım atma, cesaretten de öte gururlu ve onurlu duruş sergilemeyi gerektirir. Kürt halkı her zaman bu gururlu ve onurlu duruşu sergilemiştir. Önemli olan böylesi dik durıuşları bir potada toplayabilme becerisini gösterecek öncü çekirdeğin ortaya çıkmasıdır. Böylesi bir hareket tarzı aynı zamanda, öncünün kimliğini de belirler. Kimliğini belirlemiş öncü, amacını, hedefini de belirlemiş demektir. Hedefini belirlemiş yeni öncü kadro hareketi veya oluşumu günümüz koşullarında bekleyen bir tehlikeye değinmekten geçmemek gerekir. Karanlık güçlerin piyonlaştırdığı PKK, tamamen lumpenleştirilmiş 'sivil' görünümlü yan örgütlenmeleriyle birlikte yeni oluşumu, oluşumları içinde hareket ettiği hendeğe çekerek bitirmenin çabası içine girecektir. Bu noktada onların ve arkalarındaki karanlık güçlerin oynuna gelmeme azami dikkat gerektirir; her zaman olduğu gibi PKK, tüm çelişkilerin merkezine kendini koyarak, karşı tarafı ezmeye yönelecektir. Ölmeyi ve öldürmeyi temel alan bir anlayıştan zaten başka bir şey beklenilmez. Kürdistan'da ortaya çıkan ve çıkacak her olumlu örgütlenmenin böylesi bir cinayet makinasını geri püskürtme yükümlülüğüyle karşı karşıyadır. Bu püskürtme de onlarla ortak noktalar aramayla değil, yaşamı, yaşatmayı temel almakla mümkündür. Sayın Barzani'nin Diyarbakır'ı ziyaret ettiğinde yazdığım bir makalede PKK ve türevlerini şu biçimde tanımlamıştım. ' Son otuz yıldır aynı merkezin kanatları arasında kurgulanmış bir çatışma sürdürüldü. Yürütülen bu silahlı çatışmanın esas amacı, Kürt’ü bitirmeydi. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren altmış yılda asimilasyon politikasında oldukça sınırlı başarılarılar elde edilmişti. Ama son otuz yılda asimilasyon politikası zirveye vardırıldı. Geçmişte Kürt, ‘Türküm’ demeye zorlanırken, bugün ‘Türküm’ deme yeterli bulunmamakta; ‘Kemalistim’ ya da ‘Ulusalcıyım’ deme daha bir ‘gurur’ verici hale getirildi. PKK’nın uzun yıllardan bu yana, Kemalistlerle ortak hareket etmesi boşuna değildi; ‘Dağlı Kürtler’i’ ‘medenileştirme’ projesiydi. Daha açık biçimde söyleyecek olursak, Kürtler’i, ulusalcı takımın basamak taşına dönüştürme projesidir. Mesut Barzani’ye karşı gösterilen kin ve nefretin altında işte bu proje yatar. Kürt’den devşirmeler Kürt’ü aşağılamaya çalışmıştır. PKK-BDP ve türevlerinin tepkilerini bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Yani daha kısa yoldan ifade edecek olursak, Barzani’nin Diyarbakır ziyareti, Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni bir pradikma kazanmasına ne kadar neden olmuşsa, Kürt Kemalistlerinin de o kadar gerçek yüzlerinin ve niyetlerinin de açığa çıkmasını sağlamıştır.' Eğer bunlar bilinir ve kitlelere bu doğrular sabırla anlatılırsa, Kürt halkının dinamikleri en doğru yolda harekete geçirilmiş olunur. Kitleler pratiğe bakar, somut olguları dikkate alır. Halka doğruların anlatılacağı ortam giderek daha bir berraklaşmaya başlamıştır. Böylesi koşullarda bir çok oluşumun ortaya çıkmasını hayrete alamet olarak görme alışkanlığı bir tarafa bırakılmalı. Toplumsal yapıdaki her renk, her düşünce kendini ifade edebilmeli. Hangi rengin ve düşüncenin önderlik konumuna geleceği, süreç içinde belli olacaktır. Toplumsal ilişkiler yumağındaki sorunlara akılcı çözümler getiren, doğal olarak ön saflarda yerini alacaktır. Bu gün halka karşı yöneltilmiş her türlü şiddet eylemlerine rağmen kültürden, sanattan dinsel alana dek hayatın her alanında dinamiklik mevcut. Böylesine canlı bir ortamda ortaya çıkan yeni oluşumların misyon yüklenmesi çok önemlidir. Yüklenilen misyon, halkın günlük karşılaştığı hemen her sorunda yol gösterici olmayı başarabilmeli. Günlük ve kısa vadeli sorunların çözümü hedefe, yani belirlenen vizyona hizmet etmeli. Bir dönem fazlasıyla otaya çıkmış olan uçuk solcular benzeri, karşılaşılan sorunları 'devrimden sonra çözeriz' anlayışına düşüldüğü an, halka zorbalık yapılmaya başlandığı andır. Böylesi davranış biçimleri korkaklığın ürünüdür. Burada bir noktaya daha dikkat çekmek gerekir; şu anda serbest pazar ilişkilerinin egemen olduğu ortamda 'dükkan' açmış epeyce bir çevrenin olduğu bilinmekte. Bunların tualine yansıyan sülüet bir apartman katı ve otomobilden ibaret olduğunu söylersek abartmış olmayız. Yeni ortaya çıkan vaya çıkacak iddialı oluşumların, böylelerine 'merhaba' demeyi bir zorunluluk olarak görmemeli.

Page 12: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Neyin kastedildiği gayet açık; 6-7 kişi, 6-7, hatta on yıl önce büyük bir iddia ile ortaya çıkmış ve halen 6-7 kişi olarak devam etmekte. Bu tür grupcuklar kiminle ne için ayrılık yaşadıklarını bir türlü izah edememekte. Neyin kavgasını verdiklerini anlamak çok zor; ekmek elden su gölden yaşam sürdürme işlerine gelmekte. Biraz da 'entelektüel' veya 'siyasetçi' geçinmeden haz duymaktalar. Son günlerde Kürdistan Demokrat Partisi'nin kurulma çalışmalarının olduğunu öğrendim. Daha önceleride aynı isim altında patilerin kurulduğunu herkes bilir. Ama bu yeni oluşum büyük bir iddia ile ortaya çıkmakta, siyaset alanında yerini almaya hazırlanmakta. Her ne kadar Güney Kürdistan KDP'si ile organik bir bağı olmasa da aynı düşünsel temelde hareket edeceği aşikar. Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ndeki KDP'nin vizyonunu kendine hedef olarak seçmesi gayet normal. Ama Kuzeyin'de bir çok konuda kendine özgü koşulları olduğunu kimse inkâr edemez. Kuzeyde yüklendiği misyonu Kürdistan Bölgesel Yönetimi KDP'sinin sahip olduğu vizyonla uyumlu hale getirmede gösterilecek ustalığın başarı sağlamayacağı iddia edilemez. Günümüzde legal olmayan her oluşum mağralara tıkılmaya mahkümdur. Legel alanda yürütülecek mücadelede hemen her alanda başarılar elde etme olanağı güçlüdür. Baki Karer8.12.2016

Haşdi Şabi-PKK-İşid Cephesi'nin Kürt Halkına Karşı Ortak Saldırısı

Son iki gündür Şengal'in Xanasor ve Sinune bölgelerinde Kürt peşmergelerle PKK arasında beklenen çatışmalar başladı. Devam eder mi veya ne kadar devam eder bilemeyiz. Ama belli ki Ortadoğu'nun derin karanlık güçleri PKK'yı Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ne karşı yoğun biçimde tekrar kullanmaya başladı. Önümüzdeki süreçte Kürt halkına karşı kanlı eylemler düzenlenirse hiç şaşmamalıyız. Aslında Neçirvan Barzani'nin Ankara'yı ziyaretinin hemen arkasından Kürtlere karşı silahlı saldırılar başlatılacaktı ama Rojava'da ve Kandil'de yaşanan belirsizlikler şu anda yaşanan kanlı çatışmaları ertelenmesine neden olmuştu. Aylar öncesinden başlatılan 'Bırakuji' tartışmalarını hatırlamakta yarar var. Bu tartışmaların kimler tarafından başlatıldığı artık bir sır değildir. Emperyalist güçlerin yol göstericiliğinde bölgesel karanlık güçlerin silah ve para desteğinde Kürdistan Bölgesel Yönetimine karşı kirli savaş başlatılmıştır. Başlatılan bu savaş zaman zaman kesintiye uğrasa da devam ettirilecektir. PKK, Kuzey'de ve Batı'da efendileri lehine aldığı sonuçları Güney'de de almanın hırsı içindedir.Ama şimdiden sunu söyleyebilirim ki, Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin egemen olduğu topraklarda yenilgiye uğrayacaktır. Bu sefer alacağı yenilgi, sahneden tümüyle çekilmesine neden olacaktır. Bilindigi üzere PKK, bir süre önce Sur'da, Lice'de, Cizre ve Nuseybin'de kazdığı hendeklerde çatışmalar içine girmişti. Hendeklerde yapılan çatışmaların, İran'ın aktif desteğiyle yapıldığını bilmeyen yoktur. Öbür yandan Türk derin devlet güçleri, Alman derin devlet güçleriyle ittifak halinde çatışmalarda önemli roller oynadılar; Van'ı merkez seçen hem Alman'ya, hem de Türkiye derin devlet güçleri kazılan hendeklerde çatışmalara yön verdiler. Kürt halkının gücü Ankara'nın karanlık dehlizlerinde çizilmiş iktidar oyunları ve aynı zamanda İran'ın Ortadoğu'daki çıkarları için harcandı. İran'ın Şam'a kadar genişlettiği tel örgüleri koruma planıyla Türk ve Alman derin devlet güçlerinin ittifak halinde Ankara'da yürüttüğü iktidar oyunları çakışmıştı. Daha doğrusu, aynı anda birden fazla gücün çıkarlarının çakışması söz konusu olmuştur. Çıkarların ortaklaştığı, çakıştığı noktada zıt güçlerin yan yana gelmesinde yadırganacak bir şey yoktur. Aslında son dönemlerde Almanya ile Türkiye arasında yaşanan sorunların temelinde üçüncü köprü, üçüncü hava alanı inşaatı ve ihalelerde yaşanan anlaşmazlığın yanısıra, Alman derin devlet desteğinde Türk derin devlet güçlerinin iktidarı ele geçirme çabası vardır. PKK, bu kavgaların figüranlığını yapmıştır. Hendek kazılan şehirlerde on bin gencin ölüme gönderilmesinin arka planında yatan gerçekler bunlardır. Hendek çatışmalarının devam ettiği süreçte karanlık güçlerin bir başka hedefi de PKK eliyle

Page 13: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

bölgenin demografik yapısının değiştirilmesidir. Bu hedefe ulaşılmadığını kimse iddia edemez; neredeyse üç yüz bin kişi evini barkını kaybetti ve Batı kentlerine göç etmek zorunda kaldı. Yine on binin üzerinde esnaf kepenk kapattı. Böylesi bir dönemde kepenk kapatmanın anlamı, iflasdır. PKK bölgenin demokrafik yapısıyla oynamayı 'Ekolojik değişim' olarak isimlendirmiştir. Yakın tarihte Ağrı, Zilan ve Dersim katliamını yapanlar bile bu derece sorumsuz davranmamıştır. Bu anlamda PKK, Kürt/kürdistan tarihinin en hain yapılanmasıdır. Yani PKK Kürt halkını yok etmeyi, Kürdistan denilen bir ülkenin isminin bile anılmasını yasaklamaya çalışan faşizan bir yapılanmadır artık. Bu gerçek görülmediği sürece, Kürt halkının ilerleme sağlaması pek olanaklı değildir. Gelelim Batı Kürdistan'a; PYD bilmem YPG benzeri bir dizi harf sıralamalarından oluşan uyduruk isimler üzerinden tartışma yürütmenin ne kadar anlamsız olduğunu herkes bilir. Her bir harf sıralaması ile oluşturulan örgütler sonuçta PKK'dır. PKK Rojava'da Beşşar Esad'a her koşulda bağlılığını ispat etmek için elinden gelen her şeyi yapmıştır; on binlerce gencin Türkiye'ye göç etmesini sağlamış, Kürt halkının ileri gelen politik şahsiyetlerini katletmiştir. Rojava'da Esad'ı aratacak faşizan bir baskı rejimini yerleştirdi. Muhalefet edenlerin bir çoğu işkencelerden geçirilerek ya öldürüldü, ya da tutuklandı. Bunlarla da yetinilmeyip Kürt ve Kürdistan adına ne varsa ayaklar altına alındı, Kürt bayrağı açanlar bile kurşuna dizildi. Bölgede direnç noktaları kırılmış, her alanda teslim alınmış toplumsal yapı inşa edilmeye çalışılmakta. Rojava sadece Esad güçlerine değil, ABD başta olmak üzere emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda peşkeş çekilmekte. Zaman zaman oynanan kantonculuğun bile ne kadar yutturmacadan ibaret olduğu herkesçe bilinmekte. Rojava'nın binlerce genci Esad'ın ve ABD'nin çıkarları uğruna feda edildi. Bundan daha korkunç ne olabilir? Kuzey ve Batı Kürdistan'da giriştiği yıkımlardan cesaret alan PKK, son üç gündür Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ne karşı saldırıya geçmiş durumda. Bu saldırının arkasında Tahran ve Bağdat'ın olduğu aşikârdır. Kürdistan Yönetimi'nin son dönemlerde uluslar arası alanda büyük destek aldığı bilinmekte. Bu durum esas olarak hem Tahran'da, hem de Bağdat'ta ciddi rahatsızlıklara neden oldu. Sayın Mesut Barzani ve yönetimine hemen her alanda desteğin yoğunlaştığı bir anda, PKK saldırıya geçirildi. Saldırıya geçerken de Mesut Barzani'nin Türkiye ile yaptığı görüşmeler bahane olarak ileri sürülmekte. Ama bu sefer elma ile armudu iyice birbirine karıştırmış durumda. Kürdistan Bölgesel Yönetimi ne Mesut Barzani'dir, ne de Kürdistan Demokrat Partisi'dir; bahsettiğimiz yönetim, belli bir coğrafi alan üzerinde hükümranlığı temsil eder. Devlet veya federatif yönetim, kendine ait hükümranlık alanını bir başkasıyla bölüşemez, bölüşmez. Kim bu hükümranlık alanına tecavüzde bulunursa, şiddetle yok edilir;egemen olarak ayakta kalmanın değişmez şartı budur. Yönetim bu tasarufu halk adına pratikte hayata geçirmek zorundadır, yani var olmanın ön şartı bu tasarufu halk adına kullanmadan geçer. Bağımsızlık için diplomatik girişimlerin yoğunlaştı bir dönemde Kürt halkına ve onun yönetimine karşı saldırıya geçilmiş olması, PKK'nın Kürt/Kürdistan düşmanlığını tartışmasız hale bir kez daha getirmiştir. Şengal, Sincar ve başka alanlar üzerinde Tahran ve Bağdat adına işgal girişimleri yenilgiye uğratılacaktır. PKK'nın Kürt halkına karşı saldırılarında bu derece sabırsız davranmasının bir nedeni de, bağımsızlıktan sonra pabucunun dama atılması korkusudur. Varlık nedeni bağımsızlığı engellemeye bağlıdır. Görevini yeterince ifa edemediği noktada, taşeronluğunu yaptığı güçlerce terk edilecektir. Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin egemenlik alanına yapılan saldırılar, bu çerçevede değerlendirilmelidir. PKK'nin başlattığı saldırı, Haşdi Şabi ve İŞİD'le birlikte bir cephe saldırısıdır. Baki Karer6.03.2017

Page 14: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Cumhuriyet Halk Partisi'nin Hırçınlığı ve Referandum

   Anayasa değişikliği tasarısının Büyük Millet Meclisi'ne sunulmasıyla birlikte gazetelerin birinci sayfaları ve televizyon haberlerinin ilk sırasını milletvekilleri arasında yaşanan tepişmeler ve yumruklaşmalar almaya başladı. Gerek muhalefeti, gerekse de iktidar partisini destekleyen gazete ve televizyon kanalları kavgaları, yumruklaşmaları eleştirecek yere, çıkan olayları mizansenleştirerek aktarmayı yeğlediler. Hatta gazeteler ve televizyonlar destekledikleri tarafın attığı yumruk ve tekmenin ne kadar gerekli olduğunu anlatabilmek için siyasal gerekçeler(!) öne sürecek kadar gülünçleştiler. Parlamentodaki yakışıksız davranışları, sahip olduğumuz kültürün bir parçası olarak sunmaya çalıştılar.   Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde anayasa maddeleri tartışılırken ve her bir maddenin oylanması sırasında CHP’nin neden karmaşa ortamı yaratmak için kavga arayışı içinde olduğunu anlamak gerçekten çok zor. Çünkü Kavgayı başlatan  ve sürdüren CHP idi. Koltuk değneği durumunda olan HDP’nin verdiği desteği de hesaba katmak gerekir. Muhalefet ediyormuş gibi gözüken her iki kesimin, bu göstermelik eylem biçimlerinin halkta yankı bulacağını sanmıyorum. CHP’nin bu davranış biçimi, politik düzlemde ne oranda çıkışsız bir noktada olduğunun da göstergesidir. Bugüne kadar ciddi bir biçimde cunta anayasasının değiştirilmesi yönünde hangi çabalarda bulunmuştur? Yürüyüşler, mitingler, kitlesel toplantılar vs. düzenlediğine şahit olmadık. Bu konuda yürüteceği aktif, ısrarlı çabalarında toplumun çoğunluğunun desteğini alacağını bildiği halde, direniş içine girmemiştir. Oysa faşist cuntanın anayasasını değiştirmek için her kesimle mutabakat arayışının başını çekebilirdi.    CHP’nin bu derece hırçınlaşmasının altında çok daha farklı nedenler yatmaktadır. Bu günkü yönetim bu nedenleri araştırıp açığa çıkarma cesaretini gösteremiyor.Giderek daralmasının sosyolojik yönden irdelemesini yapmaya kalkışsa, içine girdiği kısır döngüden çıkış noktasını da bulacak. Böylesi bir tutum içine girme cesaret ister; çünkü bu yönlü bir arayış içine girme bile örgüt yapısında çok ciddi alt üst oluşları beraberinde getirecek. Bunun bilincinde olmadıkları söylenemez. Aslında CHP’nin yaşadığı dram tüm Avrupa ülkeleri için de geçerlidir Fransa'da veya Bazı Avrupa ülkelerinde sosyal demokratların iktidar olması bizi yanıltmamalı. Orta ve küçük burjuva kesimlerinde yaşanan kayganlık, işçi sınıfının ekonomik konumu sosyal demokrat partilerin tabanının daralmasına neden olmakta. Geçmişin köylü-işçi dayanışması yok. Yine orta sınıfın katmanları arasında ekonomik ve sosyal yaşamda geçmişin ciddi makas açıklığı giderek azalmakta. Avrupa ülkelerinde ne orta kesimler, ne de işçi sınıfı mülk edinmede ciddi bir sorunla karşılaşmamakta. Pazar ilişkileri içinde bir esnafın ticaret yaparken aldığı risklerle, bir işçinin daha fazla mülk edinmede aldığı riskler arasında fazla bir farklılık yoktur. Bu nedenle özellikle ekonomik alanda sosyal demokrat partilerin uygulamalarıyla liberal partilerin uygulamaları arasında ciddi uçurumlar bulunmamakta. Hatta sosyal demokratlarda giderek daha sağa kayışın gözükmediğini söyleyemeyiz. İşçi sınıfının yoğun olduğu merkezlerde liberal politikalar daha fazla destek bulmakta. Bugün Fransa ve Almanya başta olmak üzere, İsveç gibi ülkelerde bile Nazist örgütlenmelerin ciddi boyutlarda oy toplamaları ve bunların da sosyal demokrat cephede

Page 15: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

ciddi tepkiyle karşılaşmaması düşündürücüdür. Avrupa’da milliyetçiliğin yükselişe geçmesi demek savaş riskinin her zamankinden daha fazla artması anlamını taşır. Yaşlı kıtada Türk, İslam ve genelde yabancı düşmanlığının bu derece zirve yapması boşuna değildir. Üstelik Nazist örgütlenmelere desteğin daha çokta orta sınıfın iyi kazanan kesimlerinden gelmesi üzerinde bir kez daha düşünmek gerekir. Geçmişin ‘dazlak’ ve ‘fukara’ kesimlerinin milliyetçiliği ile bugünkü küreselleşme döneminin savaş çığırtkanlığı yapan milliyetçiliği aynı değildir. Eğer bu farklılığı göremezsek giderek karmaşıklaşan siyasal sorunlara da çözüm bulamayız.   Özellikle küreselleşme döneminde Avrupa ülkeleri için geçerli ekonomik ve sosyal koşullar, aşağı yukarı Türkiye için de geçerlidir. Bu gün Türkiye'de de ağırlık basan yön zenginleşmedir. Daha önceki dönemleri bir tarafa bırakalım, 80 ve 90’lı yılların içler acısı fakirlik tablosu kaybolmuştur. En ücra köylerde bile modern binalar yükselmekte ve içleri çağımıza uygun yaşam sürdürmeyi sağlayacak her türlü modern araç gereçlerle döşenmekte. Örneğin  Türkiye’de nüfusa göre ev sahibi olma oranı yüzde 67,3, yine motorlu taşıta sahip olmada dünya ülkeleri arasında 60’cı sırada bulunuyor; her dört kişiye bir taşıt düşüyor. 2006’da maddi yoksunluk oranı yüzde 60,4 iken 2012’de bu oran yüzde 20,4 düşmüş, bu oranın içinde renkli televizyon, otomobil ve telefona sahip olma da var. Tüm bu rakamlar hiç de yabana atılacak rakamlar değil. Çizelgenin yönünün zenginleşmeden yana olduğunu göstermekte.    Artık uzun yıllardan bu yana Türkiye'de şehirde yaşayanlar kırsal kesimde yaşayanlardan daha çoktur.Yani köylülük nüfusun az bir kesimini teşkil etmekte; genel nüfus içinde köylülüğün oranı %24 civarında seyretmektedir. Özellikle doksanlı ve iki binli yıllarda yoğunlaşan kırdan kente göçle oluşan 'kenar mahalle'ler giderek kaybolmaya başlamıştır; hem ekonomik, hem de sosyal yaşam ve kültürel açıdan şehir merkezleriyle bütünleşme sürecine girmiştir. Geçmişte horlanan 'göçmenler' artık zenginlikte şehir merkezleriyle sadece yarışmamakta, aynı zamanda merkezlerde yoğunlaşmaya başlamıştır. Bu durum,ister istemez siyasal tercihlerde belirleyici rol oynamaktadır. Şeyh, ağa ve aşiret reisinin veya eskinin kasaba eşrafının tercihleri doğrultusunda oy kullanma dönemi çoktan sona erdi. Küreselleşme koşullarında pazar ilişkilerinin getirdiği çıkarlarla uyumlu siyasal tercihler yapılmakta.Yani nereden bakılırsa bakılsın, Cumhuriyet Halk Partisi'nin tabanı hemen her yönden giderek daralmakta. Bu derece hırçınlaşmasının bir nedeni de budur. Tüm bunlara bir de sınıf mücadelesi içinden çıkmamış olması, sınıfın partisi olmaması eklenirse, bu gün içine girdiği çıkmaz daha iyi anlaşılır. Halen 'devlet kuran parti' olmaktan gurur duyan, Kürdü inkâr eden CHP, kaygan bir zemin üzerinde duruyor. 'Sosyal demokratım' demekle sosyal demokrat olamaz. Tüm bunlardan sonra geçmişini irdelemeye artık gerek yok. Anayasa değişikliğinin mecliste görüşülmesi sırasında ve şimdi de referandum sürecinde CHP'nin gösterdiği hırçınlık, siyasi arenada alternatif olabilecek strateji ve taktikler üretememesinin ürünüdür; halen köylülüğe ve eşrafa özlem duyan bir CHP vardır. 'İstemezük'lüğü de buradan kaynaklanmakta.

Referandum ve Taraflar Son yıllarda ateşli tartışmaların yaşandığı her dönemde 'toplum bölünüyor' veya 'toplum kutuplaşıyor' söylemleri ayyuka çıkarılmakta. Nedenini anlamak mümkün değil. Kutuplaşma söylemi, ortaya çıkan sorunları tartışmaktan kaçınmanın bir aracı haline dönüştürülmüştür. Bu tutum, bir yönüyle de 'sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış toplum' düşüncesinin fark ettirilmeden empoze edilmesidir. Ortada toplumun ayrışması veya kutuplaşması diye bir şey yok. Sorunların açık açık ortaya konulması ve üzerinde tartışılması gerekir. Zaman zaman sert ifadeler kullanılsa da, böylesi tartışmaların gerekliliği inkâr edilemez. Sonuç olarak referandumlar, toplumlarda kutuplaşmayı getirmez. Türkiye'de başkanlık sistemini getirmede diretenlerin başında Adalet ve Kalkınma Partisi gelmektedir. Bir süre sonra buna Milliyetçi Hareket Partisi de eklendi; bu iki partinin oylarıyla anayasa değişikliği referanduma götürülmekte. Bu iki partinin son genel seçimde aldıkları oy oranlarının, referanduma yansıyıp yansımayacağına dair tartışmalar sürüp gitmekte. Toplumun genelde başkanlık sisteminin ne olup olmadığı konusunda yeterli bilgiye sahip olduğundan pek emin değilim. Propaganda süreci, kitlelerin yeterli bilgiye sahip olmasında aracı rolü oynayabilir. Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilen anayasa değişikliği kısa bir süre sonra referanduma

Page 16: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

götürülecek. Evetci ve hayırcı cephe birbiriyle yarışacak. Hayırcı cephe oldukça geniş yelpaze oluşturmakta; CHP, HDP-PKK,Vatan Partisi'inden Yeşil Sol'a kadar bir çok parti ve grup anayasa değişikliğine karşı bir çatı altında birleşmiş durumda. 'Ulusalcı' denilen bu kesim, 'imtiyazsız kaynaşmış kitle'ye ne kadar da özlem duymuş... Böylesi bir 'Hayır' cephesinin kurulmuş olması aynı zamanda ülkemizde siyasal gelişmelerde etkinlik gösterecek düzeyde devrimci sol cephenin olmadığının en bariz ispatıdır. Sol adına ortaya çıkmış bu parti ve gruplar, küreselleşme döneminde kendi içinde ayrışmaya uğramış klasik Kemalizmin varyantlarıdır; aynı potanın ilmekleridirler. Ama hakkını yememek için bu yelpazede HDP-PKK cenahını biraz farklı değerlendirmek gerekir; bunlar, 'Bonapartçı İmparatorluğun' muhafız alayı konumundadır; verilecek emirleri uygulamaya hazır ve nazır korumalar... Hayırcı cephenin en belirgin özelliği, Kürt/Kürdistan düşmanlığıdır. Anayasa değişikliğine karşı çıkarken, kitlelerde korku ve panik havası estirmekte; 'Eğer başkanlık gelirse, Kürtlere Özerklik verilecek' sloganını ön plana çıkarmaktalar. Türk halkında 'bölünme' fobi haline getirilirken Kürtler'de de, 'katliama uğrarsınız' korkusu yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Bu noktada şu soruyu sormakta yarar var; faşist cunta anayasasının devamından yana tavır koyma, Kürtler açısından daha fazla özgürlük ifade eder mi? 'Ulusalcı Cephe'nin propaganda ve sorunu değerlendirme tarzına bakıldığında, kendi içinde tutarlılıktan uzak olduğu rahatça görülecektir. Anayasa değişikliğine 'Hayır' diyorlar ama şimdiki sistemin içinde barındırdığı çelişkileri dillendirmekten uzaklar ve üstelik bu çelişkileri nasıl gidereceklerine dair hiç bir çözüm yolu göstermemekteler. Örneğin cumhurbaşkanının mevcut yetkilerine ve halk tarafından seçilmesine bir itirazları yok. Ayrıca cumhurbaşkanlığının mevcut yetkilerle halk tarafından seçilmesinin getirdiği tezatlıklar tartışılmamakta; hukuki alt yapısı olmayan şimdiki sistem, meşru olarak kabul edilmekte. Hayırcı cephenin öne sürdüğü bir argüman da, başkanlık sistemine geçişle birlikte diktatörlük kurulacağıdır. Bu sav, düz mantık yürütmekten başka bir şey değildir. O zaman sormak gerekir; Kenan Evren faşizmini üreten hangi sistemdir? Demek ki parlamenter sistem demokrasi için tam bir garantörlük sağlalayamamakta. Parlementer sistem de kendi içinde diktatörlük tehlikesini barındırmaktadır. Referandumda 'evetçi' kesimi oluşturan ağırlıklı olarak Adalet ve Kalkınma Partisi'dir. Milliyetçi Hareket Partisi'de aynı safta yer almakta. Adalet ve Kalkınma Partisi ağırlıklı olarak muhafazakâr tabanı temsil etmekte. Ama liberal ve Kemalist kesimlerden de oy almakta. Onbeş yıldan bu yana iktidar olmasına karşın henüz muhafazakâr bir çizgi üzerinde kurumlaşmış bir parti konumuna geldiği söylenemez. Halen gel-gitler yaşamakta; bu duruma neden de baştan cemaatçi kesimleri içine alacak biçimde örgütlenme tarzını seçmiş olmasıdır. Şu anda klasik muhafazakâr çizgi ile milliyetçi İslam çizgisi arasında bir arayış içinde. İktidar konumundayken parti olarak kurumlaşmasını sağlayamazsa, muhalefete düştüğünde örgütlenmesine istikrarlılık hiç kazandıramaz. Günümüzde çizgi tuturma ve istikrarlı örgütsel yapıya kavuşma demokrasiyi içselleştirmeyle bağlantılıdır. Önümüzdeki süreçte, özellikle de cumhurbaşkanlığını elinde bulundurduğu süreçte demokrasiyle arasını giderek açarsa, varlığını sürdürme olanağı yoktur. Demokratik uygulamalara direnen, gelişmiş bir demokrasiye geçişin karşısında set konumuna gelen AKP, ekonomik ve sosyal alanlarda tam anlamıyla başarısızlığa düşer. Özellikle ekonomik alanda başarısızlığa düşen hangi iktidar partisi olursa olsun, akıbeti ANAP ve Doğru Yol Partisi'nden farklı olamaz. Yani demokrasi alanında ne kadar ilerleme kaydedilirse o kadar da ekonomik ve sosyal alanlarda gelişme sağlanır. Neo-liberal ekonomi politika uygulayıcısı iktidar partisinin bunun bilincinde olduğu kanısındayım. Sonuç olarak, düşünerek, tartışarak en doğru yolun bulunacağına olan umut kaybedilmemelidir. İçinde bulunduğumuz koşullarda Kürt halkı, 'Ulusalcı Cephe'nin çıkarları doğrultusunda at başı olarak kullanılma girişimlerine karşı tavır almalıdır. 12.02.2017Baki Karer

Page 17: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Hendekleşen ‘Ekolojik Özyönetim’

Günlerdir gazeteler, televizyonlar Sur, Cizre ve Silopi’de yaşanan çatışmalarla ilgili haberler veriyor. Özellikle PKK-HDP cenahından verilen haberlere bakılırsa, ismi geçen bu şehirlerde sokak aralarında herhangi bir çatışma yaşanmıyor; polis ve asker hareket eden sivilleri öldürüyor. Hatta bu cenah, devletin Sur’da, Silopi’de ve Cizre’de kitlesel katliamlar, soykırımlar yaptığı yönünde iddialarda bulunuyor. Böylesi iddialar, bilinen odakların propaganda gücünü kullanmadan öte bir şey değildir. Bunlar, geliştirdikleri provakasyonları anlaşılmaz kılmanın canhıraş çığlıklarıdır. Oysa geçmiş tarihsel süreçte olanlarla şu anda bu bölgelerde yaşananlar arasında hiç bir bağlantı yoktur. Şu anda olup bitenleri kavramamız için olgulardan değil, olaylardan hereket etmek zorundayız; yoksa PKK-HDP’in yaptıklarını kavrama olanağı ortadan kalkar.

PKK/HDP ne yapmak istiyor?

Bilindiği üzere, uzun bir süre önce ‘Demokratik Özerklik’ denilen ne idüğü belirsiz bir şey ortaya atıldı. İleriye sürülmüş olan bu düşüncenin kim veya kimler tarafından ortaya atıldığı aslında bilinmemektedir; zaman zaman Diyarbakır meydanında halka okunan mektuplar misali. Son bir kaç aydan bu yana, PKK-HDP’nin hendekleşmesiyle birlikte ‘Demokratik Özerklik’ ve ‘Özyönetim’ daha sıkça tartışılır oldu. Hendekçi cenah, yürüttüğü olanca çabalara rağmen savlarına bir türlü çözüm getiremedi. Sorunu, ‘Tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan çıkar’dan öte bir noktaya taşıyamadılar; kimse de taşımalarını beklemedi zaten. Kürt halkını sürü yerine koyan PKK-HDP’nin hendekleşerek, ya da kazdıkları çukurlardan ‘Özyönetim’ diye bas bas bağırmalarına kitlelerin bir anlam vermesi mümkün değildi. Her zaman söyledim; bu bayların Özyönetim’ veya ‘Demokratik Özerklik’ dedikleri şey, belediye yetkilerinin arttırılmasıdır. O zaman sorarlar, sorun bu biçimde ele alındığı noktada, silaha ne

Page 18: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

gerek vardır? Eğer böylesi bir noktada işin içine silah karıştırılıyorsa, art niyet vardır demektir. Art niyet; Kürt halkının gücünü, yani toplumsal dinamiklerini bitirmedir. Nitekim şu anda Sur’da, Cizre’de, Silopi'de, Yüksekova'da ve şimdi de Nuseybin'de yapılan budur. Bu bölgelerde ısrarla ‘direniş’den bahsedilmekte. Hangi direniş! Halkı ateşin ortasına atanların, halkı korkakça kendine siper edinenlerin eylemleri ne zamandan bu yana direniş olarak nitelendirilmiştir? Ortada tek gerçek vardır, o da; Kürt halkı iktidar oyunlarına kurban edilmeye çalışılmaktadır. Düşünce ve eylem biçimlerini Adalet ve Kalkınma Partisi karşıtlığıyla sınırlandırmış olan derin güçlerin ulaklığına oynanmaktadır. Geçici bir süreliğine de olsa, böylesi bir ulaklığa kabul edilmek için 15-16 yaşındaki Kürt çocuklarının boynunu kılıc altına yatıranlar, er veya geç bunun hesabını vereceklerdir. Ulaklığa kabul edildikleri oranda da kitleler üzerinde korku salmayı amaçlamaktalar. Kitlelerde korku ve paniği ne kadar egemen kılarlarsa, o kadar da ‘Mutlak egemen benim’ diyebilmenin yolunu açmak istemekteler. Sonuçta; farklı düşünce içinde olan hemen her kesime, yaşam hakkı tanımamaya çalışmaktadırlar. PKK-HDP, yarattıkları güncel olaylar zinciriyle sorunların sağlıklı bir zeminde tartışılmasının önüne geçmeyi amaçlamaktadır. Buna bir anlamda mağduriyet edebiyatı yaratma da diyebiliriz. Ölüm kutsanmakta; Kürt halkının günlük olağan yaşantısının bir parçası haline getirilmeye çalışılmakta. Böylece ölümü kutsayan geniş çevreler yaratıp, yarattıkları bu çevreler aracılığla daha geniş kesimleri abluka altına almaya, farklı sesleri, farklı renkleri duyulmaz ve görünmez kılmaya çalışmaktalar. Ölümler, cinayetler doğallaştığı oranda toplumsal direnç etkisiz hale getirilir. PKK’nin ölümleri kutsaması işte bu nedenledir. Egemen kılınmak istenen mağduriyet pisikolojisine kapılıp ö lümleri kutsama zeminine dü ş ülmemeli. Y ani 'Özyönetim' kılıfı altında Kürt halkına karşı estirilen terörle birlikte ölümler, cinayetler kutsallaştırılmak istenmekte. İzlenen bu taktik, İspanya iç savaşı döneminde faşistlerin taktiğidir. PKK yerleşim noktalarına saldırdığında devlet karşılık verdi. Bir çok çevre hemen ‘Devlet katliam yapıyor’ diyerek protestolara başladı. Devlet eğer katliam yapıyorsa ya da yapacaksa niye başka bölgelerde değil de, Cizre’nin, Sur’un bilmem ne caddesinde yapsın? Katliam için bazı mahallelerin sokak aralarının seçilmesinin bir nedeni var mı? PKK-HDP zemininde sorunları tartışmayı yeğliyenlerin bu konuda somut nedenler ileri sürmeleri gerekir. Ama herkes bilir ki, eğer hendekler Diclekent’te, Ofis’te ve Vilayet’te kazılsaydı ölümler bu derece kutsanır hale getirilemezdi, şehitlik nutukları atılamazdı. 15-16 yaşındaki çocukları ölüme göndererek ‘direniş’ den bahsetme, olmayan kahramanlıkları ayyuka çıkarma, değer yaratmayanların işidir. Bunlar, aynı zamanda korkak ve cahildirler. Kendini tanıma çağında olmayan çocuklardan kahramanlar yaratmaya çalışma, korkaklığın dışavurumudur. Bu tür hareket tarzı, toplumda ölü seviciliğini yaygınlaştırma çabalarıdır. PKK’nin Sur’da ve daha bir kaç mahallede uygulamaya koyduğu proje de budur. Bu projenin de çok yönlü amaçlara hizmet ettiği de aşikârdır. Yani sahte direniş ve kahramanlık hikayeleri gerçeklerin örtülenmesini sağlayamaz. Hendekleşme olayına bir başka açıdan daha bakmak gerekir. PKK-HDP ‘Özyönetim’ ilan ettiklerini söylüyorlar. Bir güç bir yerleşim yerinde özyönetim ilan ediyorsa, oranın denetimini ve her türlü emniyetini sağlamış demektir. Ama bu baylar Özyönetim ilan ettikleri yerleri Neronvarice ateşe verdiler; yakıp yıktılar, şehirleri tümüyle yaşanmaz hale getirdiler. Patlattıkları bombalarla çocuk, kadın yaşlı demeden insanları havaya uçurdular.Canını zor kurtaran halk, çareyi kaçmakta buldu. Demek PKK-HDP’nin ‘Özyönetim’ dediği böyle bir şeymiş. Böylece bir kez daha gerçek niyetlerini açığa vurmuş oldular. Bunca ölüm olaylarından sonra da ‘Vurduk, kırdık, öldürdük ama hata yaptık’ diyebilecek kadar da arsızlıklarını gösterebiliyorlar. İzlenen bu strateji, karanlık güçlerle elele Kürt halkını arkadan hançerlemedir. Sur’da, Cizre’de, Nuseybin'de ve daha bir çok yerde kazılan çukurların ve hendeklerin sadece içte iktidar oyunlarıyla sınırlı olmadığını artık herkes biliyor. Hendekleşmeyi Ortadoğu’daki gelişmelerden bağımsız düşünmenin olanağı yoktur.

Kürt halkı Ortadoğu’nun mezhep kavgalarına çekilmek isteniyor

Ortadoğu’da yeni sınırların belirlenmesinde kullanılan önemli faktörlerden biri de, mezhepler arası çelişkilerdir. Bir süre önce Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde milliyet farklılıkları

Page 19: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

kullanılmaya çalışıldı. Kürtler'le Türkmenler, Araplar'la Kürtler, Araplar'la Türkmenler arasında yapay çelişkiler yaratılarak Kürdistan yönetimi iç çatışmalara çekilmek istendi. Bu tür yöntemlerle içten zaafa uğratamayacaklarını anlayınca, bu seferde bayatsımış bir başka çelişkiyi, yani dinsel farklılıkları, özellikle Ezidi’lerle Kürt’ler arasında çatışma çıkarmak istediler, hatta az sayıdaki Hristiyanlar'la Kürtler çatıştırılmaya çalışıldı. G.Kürdistan’da oynanmak istenen tüm bu oyunların başını, her zaman olduğu gibi PKK çekti. PKK sahnelemek istediği bu provakasyonlarda elbette tek başına hareket etmedi; hemen her zaman ve her dönemde destekçileri vardı. Son olarakta Kerkük’de ‘Özyönetim’ tangosu oynanmaya çalışılmakta. Kimlerle işbirliği içinde, kimlere karşı olduklarını artık bilmeyen yok. Kerkük’de ve başka bölgelerde başarılı olma şansları var mı1 diye soracak olursak, verilecek yanıt, kesinlikle hayır. Nuseybin’de, Cizre’de sağladıkları ‘başarının!’ bir benzerini de Kerkük’de elde etmeleri kaçınılmazdır. Özellikle G. Kürdistan’da bu yönlü provakasyonların amacı, hiç söylemeye gerek yok ki Kürt halkını mezhep kavgaları içine çekmedir. Bağımsızlık ilanın tartışıldığı bir evrede mezhep kavgası çemberine girmek, Kürdistan Bölgesel Yönetimi için bir felakettir. Bölge’de İran-Ruya Federasyonu-Irak ve Esad Yönetimi bir cephe oluşturmuştur. Bu cephe, Bölge’de ayak işlerinde, yani ‘Çaycı Oğlan’ olarak PKK’yi kullandığını saklamamaktadır. Özellikle İran, G.Kürdistan’a yönelik entrikalarını PKK eliyle sahnelemektedir. Cizre, Şırnak ve Sur’da kazılan hendeklerin bir amacı da, Kürdistan Bölgesel yönetimi’ni abluka altına alma politikasıdır. Şengal ve Kerkük’te geliştirilmek istenen provakasyonlarla Sur ve Cizre’de kazılan hendekler birbirinden bağımsız değildir. Kürt Bölgesel Yönetimi hem ekonomik alanda, hem de siyasal alanda boğulmaya çalışılmakta. Böylece Kürt halkı, Tahran-Bağdat-Şam hattına mahkum edilmek istenmekte. PKK'ye verilmiş olan görevler sadece bunlarla sınırlı değil; hem B.Kürdistan'da, hem G.Kürdistan'da ve aynı zamanda ‘Özyönetim’ilan ettiği yerleşim yerlerinde çevre kirliliği yaratmadır. PKK demek aynı zamanda çevre kirliliği demektir. 'Ekolojik çözüm'ler adına çevre kirliliği ve göç politikası uygulanmakta. PKK önümüzdeki süreçte, Ankara-İstanbul bağlantılı derin güçlerle ittifak halinde,Tahran-Şam-Bağdat hattının, zaman zaman da Pentegon'un istekleri doğrultusunda provakasyonlarına, cinayetlerine devam edecektir. Baki Karer14.03.2016

Yaklaşan Genel Seçimler Üzerine 

7 Haziran 2015 genel seçimi yaklaştıkça, tartışmalar da yoğunlaşmaya başladı. Siyasal atmosfer tahminlerinde ötesinde alevlendi. Hemen her tarafta hangi partinin ne oaranda oy alacağı, alınacak oylarla kimin ne kadar milletvekili çıkarabileceği tahminleri yürütülmekte. Bana kalırsa 7 Haziran 2015 seçimlerinin ilginç yanlarından biri, bu. Yani matematiksel hesaplar üzerinden politika oluşturma çabalarıdır. Özellikle muhalefet kanadı artık vaadler, projeler üzerine tartışmalar yürütülmüyor,günü kurtarmanın, yani iktidar partisinin tek başına anayasayı değiştirecek çoğunluğa ulaşmasını engelleyecek geçici taktikler üzerinde tartışmaları temel almış durumda. Bu bir anlamda ümitsizliğin ifadesidir. İçinde bulundukları koşullara teslim olma anlamını taşır. Muhalefet etmeyi sandalye sayısıyla özdeştirme, işin daha başında yenilgiyi kabullenme demektir. Peşembe'nin geleceği Çarşamba' dan bellidir misali muhalefet güçlerinin bu güne kadar izledikleri hareket tarzı, böylesine köşeye sıkışmaya yol açacağı belliydi.

Bu gün muhalefet denildiğinde, ilk akla gelen Cumhuriyet Halk Partisi'dir. Peki, CHP hiçte azımsanmayacak milletvekili ile bu güne kadar muhalefet yürütebilmiş midir? Buna verilecek yanıt, koca bir hayır. Muhalefet etme, salt aleyhte eleştiri olarak kabul edilmiştir. İster doğru olsun, ister yanlış olsun, hemen her şeye, her koşulda olumsuz eleştiri yöneltmenin muhalefet etmeyle bir alakası olamaz. CHP öyle bir noktaya gelmiştir ki, 'İstemezük'le tanımlanmaya başlanmıştır. 'Devleti kuran parti' koltuğundan inmediği sürece, baldırı çıplak olarak kalıp

Page 20: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

'İstemezük'de diretmeye devam edecektir.

Bu noktada sadece muhalefeti eleştirmek haksızlık olur. Bizde iktidar demek, aynı zamanda, muhalafetten gelen eleştirileri haklı da olsa, dikkate almama demektir. Türkiye'de iktidar sahibi kim olursa olsun, demokrasi ve özgürlüğü salt sandıktan çıkan oy çoğunluyla sınırlama anlayışı egemendir. Bu adeta bir gelenek haline getirilmiştir. İktidar kavgalarının kör bir noktaya sürüklenmesinin temel etkenlerinden biri de, budur. Bu kör döğüş sadece bu güne özgü bir durum değildir. Günümüzde ki fark, çatışmayı en yüksek seviyede ve sürekli kılmadır. Aslında bu bir anlamda topluma uygulanan şiddettir. Bu gün insanlar, kaldırımda yürürken dirseklerin birbirine değmesini bahane ederek bıçak çekme aşamasına gelmişse, egemen kılınan siyasal atmosferin bunda payının olmadığını söyleyemeyiz. İktidar ve Muhalefet partilerinin birbirlerine alternatif olma anlayışının yerini kin ve nefret almaya başlamışsa, ne muhalefet, ne de iktidar demokrasinin geliştirilip güçlenmesi için mücadele etmiyor demektir. İktidarla muhalefet arasında birbirine rakip olma anlayışının yerini, düşman kamplara bölünmüşlük almışsa, çoğulculuk, çok seslilik bastırılıyor demektir. Henüz süreklileşen bir mevzi savaşından bahsedemeyiz, ama zaman zaman da mevzi savaşlarını andıran çatışmaların içine girilmediğini de inkâr edemeyiz. Bu durum, hemen her açıdan çok tehlikeli bir durumdur. Çünkü toplum bu gidişle dumura uğratılmakta, bastıklanmaktadır. Bu noktada örgütlü şiddetin rolü tartışılmalıdır. Örgütlü şiddet, toplumu düşünerek hareket etmekten uzaklaştırıp, sürüleştirmeye çalışmaktadır.

Bugün iktidarla muhalefet arasında kıyasıya bir kavganın yürütülmesinin bir nedeni de, doksan yıldır burjuva yaratma çabası yatmaktadır. İktidara gelen her kanat şu veya bu düzeyde kendine dayanak olacak burjuva yaratma çabası içine girmiştir. Tümüyle de başarısız olunduğu söylenemez. Bugün 'İstanbul burjuvazisi' olarak adlandırılan kesim, özellikle kırklı yıllardan itibaren palazlandırılmaya başlanmış ve hem sermaye, hem de sanayileşme açısından hiçte küçümsenmiyecek bir konuma gelmiştir, daha doğrusu, getirilmiştir. Şimdilerde ise, yıllardır bastıklanan Anadolu'da bir an evvel burjuvalaşma çabası içine girildi. Yarı kendi imkanlarıyla, yarı devlet eliyle epeyce bir yol katettiler. Sonradan yükselmeye başlayan bu burjuvalaşma eylemi, 1860'ların kapitalist iştahına fatiha okuttu. Ama ne İstanbul, ne de Anadolu burjuvazisi 'Levanten'likten kurtulamamıştır. Sonuçta şu anda yaşanan çatışmaların bir nedeni de, kentsoylu'dan yükselmeye başlamayan burjuvalaşmadır. Yani Avrupa'nın ikiyüz yılda katettiği aşamayı' kısa bir süre içinde 'Akıncı' usulüyle elde etmeye çalışma, yaşanan sorunların bir başka kaynağını oluşturmakta. Bir de bunun küreselleşme dönemine denk gelmesi, ayrıca bir sorun. İstanbul burjuvazisinin şansızlığı, Anadolu burjuvazisi için de geçerlidir.

İstanbul burjuvazi ile özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde palazlanmaya başlayan Anadolu burjuvazisi arasında kıyasıya bir rekabet var. Ama Anadolu'da gelişmekte olan burjuvazi, İstanbul burjuvazinin sermaye etkinliğini henüz kırabilmiş değildir.

Bugün her iki kanadın etrafında oluşmuş elit kesimler mevcut. Bir taraf seküler ve laik olarak kendini tanımlarken, diğer kesim, yani Anadolu tarafı ise, İslami değerler üzerinden kendini tanımlamaktadır. Ama her iki kesimin de bir çok ortak noktalarda buluştuğu inkâr edilemez. Her iki tarafın buluştuğu en önemli ortak noktalardan biri, halka üstten sistem empoze etmeye çalışmasıdır. Kısa yoldan ifade edecek olursak, bir tarafın laiklik ve sekülerlik anlayışı ne kadar halktan kopuksa, diğerinin de İslam anlayışı o kadar halktan kopuktur; biri Bonapartçı, diğeri Muaviyeci. Her ikisinin de dar alanda oyun kurma özelliklerinden öte bir vasfı yoktur. Her iktidara gelenin kendine dayanak olacak sermaye kesimi yaratma çabasını son bulacağı sosyal ortam tam anlamıyla şekillenmediği sürece, iktidarla muhalefet arasında keskin kılıçların çekildiği sahneler yaşanmaya devam edilecektir;sermayenin ulaştığı boyutla orantılıdır.

Yürütülen iktidar kavgası ortamında Adalet ve Kalkınma Partisi, her iki kesimden de önemli oranda destek almakta. liberal ekonomi politikanın en acımasız biçimiyle uygulandığı koşullarda bir taraf güçlenmek için iktidar partisinden yana tercihini koyarken, diğer tarafın hiçte küçümsenmiyecek bir bölümü, neo liberal ekonomi politikanın yarattığı pazar olanaklarından

Page 21: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

yararlanmak için iktidar partisine destek vermekte. Hele hele küreselleşme koşullarında gelişmekte olan ülkelerin en önemli sorunu, istikrar ortamını egemen kılmadır. Dışardan da dayatılan 'istikrar' az çok yakalandığında, bunun devam etmesi, burjuvazinin hemen her kanadının çıkarınadır. AK Parti, bu bileşkeleri çok iyi kullanmayı bilmektedir. Bu arada Kemalist kanadın artık eski bütünlüğünün koruyamaz hale gelmiş olması da önemlidir. Yani Kemalist kanat kendi içinde ayrışmaya uğramıştır. Cumhuriyet Halk Partisi'nin bu derece gerilemesinin hatta iktidar olmada ümidini kesmesinin bir nedeni de budur.

Tüm bunlara rağmen, 7 Haziran'da yapılacak genel seçimlere çok az bir süre kala, tablo nedir. Tabloyu ele alırken, unutulmaması gereken bir nokta, son 14 yıldan bu yana girdiği tüm seçimlerde başarıyla çıkmış bir Adalet ve Kalkınma Partisi var. Diğer tarafta da CHP'nin başını çektiği muhalefet cephesi var. Muhalefet cephesinde birbirine en zıt noktada olanların birleştiği ana ortak nokta, ne pahasına olursa olsun AKP'yi iktidardan yıkmadır. Muhalefet cephesini oluşturanların özelliklerine kısaca biraz daha yakından bakmakta yarar var.

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)-Halkların Demokratik Partisi (HDP)-Vatan Partisi (VP)-Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)

Bir seçim, hele hele genel seçimler sözkonusu olduğunda her bir partinin özelliklerini ve ortaya koydukları projeleri isimleri altında irdelemek en doğru yoldur. Çünkü parti demek, iktidara gelme mücadelesi demektir. Her parti iktidar için kavga verir, stratejisini, proğramını buna göre oluşturduğu gibi halka yönelik vaadlerini ve projelerinin de bu doğrultuda ortaya koyar.

Ama ne yazık ki, yukarıda isimlerini sıraladığım partilerin hiç biri de ortaya projeler koyma yerine, sadece siyasal olarak iktidarı düşürmeninin yol ve yöntemi arayışı içindeler. Muhalefette yer alan bu belli başlı partilerden hiç biri sermaye, sanayi, enerji, tarım, teknoloji ve daha bir çok alanlarda ne tür bir politika uygulayacaklarını, iktidarla aralarındaki farklılıkları ortaya koymuş değiller. En önemlisi de, neoliberal ekonomi politikanın uygulayıcısı mı olacaklar, yoksa farklı bir ekonomi politika mı izleyecekler? Hiç biri bunlara açıklık getirmeye yanaşmamaktadır. Sadece ve sadece ulusalcı, yani milliyetçi söylemlerle yetindiklerini görmekteyiz. Şu anda ulusalcı cephede yar alan partiler özellikle CHP, HDP ve VP'lerinin dönüp dolaşıp çakıldıkları nokta İttihat ve Terakki'dir.

7 Haziran'da yapılacak seçimlerin en önemli bir özelliği de ulusalcı cepheninin, 'Kürdüm' diyen HDP'yi aralarına alarak zenginleşmesidir! Bu durum, Kemalist kanadın hem zayıflığını, hem de geçmiş tecrübelerine dayanan manevra kıvraklığını göstermektedir. Peki, gösterdiği manevra kıvraklığı nedir? Ulusalcı takıma göre şimdiye kadar 'en iyi Kürt ölü Kürt'tü. Şimdilerde, yani küreselleşme koşullarında 'ölü Kürt'ten asimile edilmiş Kürt'te dönüş yapmalarıdır. İtihat ve Terakki anlayışının günümüz koşullarına uygulanış becerisini, ulusalcı cephe hanesine artı puan olarak yazmak gerekir.. Elde edilen bu artı puan iktidar yolu açar mı? Buna verilecek yanıt, kocaman bir hayırdır. O zaman HDP'nin kapıdan içeri alınmasının, dışardan yönlendirmenin yerine içerden yönlendirmeye başlanmasının bir başka nedeni olması gerekir. Önümüzdeki süreçte Kürt halkına yönelik örgütlü şiddette, silahlı kapıkulu askerlerine sahip olma ve giderek darbecilikle iktidara gelme hayalidir. Peki, mümkün mü? Kesinlikle hayır, ama bugüne kadar olduğu gibi denemekte yarar görüyorlar. Dışardan yönlendirme yerine yakın markajın tercih edilmesinin bir başka nedeni de, 7 Haziran seçimleridir. Markaja alan, markaja aldığıyla karşı tarafa markaj uygulamaya çalışacak. Denklem o kadar da karmaşık değil. Dönemin hassas dengeleri bunu gerektiriyor. 'Hayırlara vesile olsun'

Dönemin popüler tartışmalarına değinmek için HDP sorununu biraz daha açmakta yarar var. Bilindiği üzere, HDP hiç bir zaman PKK'dan ayrı düşünülemez. Açıkcası, HDP mayoz bölünmenin hoploit hücresidir. Bu günlerde PKK-HDP'nin açıktan ulusal cephenin yanında yer almasını yadırgayanlar epeycedir. Öne sürdükleri gerekçeler de oldukça garip; 'şehitler verdik, gerilla var, Kürtlüğü bir tarafa bıraktılar' v.b... Hayır, bunların tümü de akılcı düşünmeden,

Page 22: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

mevcut ortamı ve geleceği doğru değerlendirmeden uzaktırlar. PKK ve türevleri ya da iz düşümleri veya bir dizi harf sıramalarından ibaret yapılanmalar, hiç bir zaman Kürt/Kürdistan adına hareket etmemiştir. PKK-HDP, 'Ulusal Cephe' diye adlandırılan kesimin politik çıkarları doğrultusunda kurgulanmış bir savaşın neferidir. Bu neferlerin birincil hedefi, Kürt'ü bitirmedir. Bu noktada, gerilla merilla hepsi hikayedir. Tamam, PKK'ye katılmış iyi niyetli insanlar olabilir ama bazı insanların iyi niyetli olması, gerçeği değiştiren temel unsur değildir. Direksiyonu elinde tutanlar arabayı nereye isterse oraya sürer. Bu, bu kadar nettir. Bir çokları 'Grillaya sahip çıkıyoruz ama yönetime değil' benzeri argümanlar ortaya atıyor. Bu söylem, ortaya atılan yeme atlamadan başka bir şey değildir. Kürt halkına karşı kullanılan silaha karşı çıkma, herkesin görevi olmalıdır. Bu nedenle, PKK'nın koşulsuz silah bırakmasının kavgası verilmelidir. PKK ve HDP'yi erkler savaşımının parçası olarak görmeme, siyasal körlüğe yol açar. Kürt halkı içinde devşirmelerden oluşturulan elit bir kesimin, bir nevi iç diktatörlüğe yönelimin adıdır PKK ve de HDP. Silahların susturulması, bu engelin aşılmasını getirir.

Kürt halkına karşı silah kullanmanın en yakın örneğini, 6-7 Eylül 2014'de Diyarbakır'da yaşadık. Bir anda 50 Kürt HDP-PKK çağrısıyla katledildi. Sadece insanlar katledilmedi, müzeler, kütüphaneler, kitaplar, okullar yakıldı, yıkıldı; Ortaçağ'ı aratacak eylemler yapıldı. Kürt kültürü yağmalandı ve toplumun değerleri ayaklar altına alınmak istendi. Yapılan yağmadan, çapulculuktan elde edilen iki milyona yakın gelir, PKK kasalarına aktarıldı. 6-7 Eylül çapulculuğu, ulusalcı cephe ile ittifak halinde Kürt halkına karşı gözdağı vermeye kalkışmadır. Kobani ve Hüda Par sedece bir bahaneydi. Maaşlı ve sigortalı kolluk kuvvetleri olduklarında, nasıl sadık olacaklarının ispat etmeye çalışmışlardır.

Konumları bu iken, şimdi halkın karşısına çıkmışlar oy istiyorlar. Üstelikte 50 bin Kürt'ün ölümüne sebeb olduklarını,15 bin faili meçhul cinayet işlediklerini, milyonlarca halkın yerlerinden yurtlarından göç ettirilmelerine neden olduklarını bile bile 'En demokrat biziz' diyecek kadar arsızlaşıyorlar. 'Savaş yapıyoruz' bahanesiyle öldürülmeleri için dağlara sürülen gençlerin hasabını bilen yok.

PKK ve HDP'nin gerçek yüzü bu iken, ulusalcı basın ve diğer şakşakcılar tarafından kamuoyu önünde propagandalarının yapılması, artık garipsenecek bir tavır olmaktan çıkmıştır. Kuş konmaz kervan geçmez dağların tepelerinde çekilen silahların kimlerin çıkarlarına hizmet ettiğini tekrar tekrar ele almaya, irdelemeye gerek yok. Çatışmalardan kimler palazlanıyorsa ve bu palazlanmadan payını alan grand tuvaletli Ankara'da Türk, Şırnak'ta Kürt olan yaz bozlar, kem küm ederek bir süre daha silahların susmasının önüne geçmeye çalışacaktır. Çünkü bunlar için silahların çekilmesi Mercedes, daire, yazlık villa demek, hatta oğullarını ve kızlarını 'Yüksek mertebeli' aile çocuklarıyla evlendirme demektir. İşte, ulusalcı takımın fedailerinde 'Kürtlük' kıstasları... Bu arada malum fedailerin tanımlanmasında kullanılan 'Eşme ruhu'nu da unutmamak gerekir. Silah bırakmada ayak diretilmesinin nedeni, şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Bu durumu daha açık bir biçimde ifade decek olursak, Kürtler de devşirmelerden sosyal şöven ihracına başlamış oldu. Bu gelişmeyi, bir nevi bağırsakların temizlenmesi olarak kabul etmek gerekir. Karmaşanın son bulup, safların belirgin hale gelmesinden şikayet etmemek gerekir.

Genel seçimlere az bir süre kala tüm taktik ataklara karşın, önümüzdeki süreçte pek ciddi değişimlerin ortaya çıkacağını sanmıyorum. CHP, eğer HDP barajı geçerse, koalisyon hükümeti kurmanın çabası içinde. Ama nereden bakılırsa bakılsın,CHP'nin, diğer muhalefet güçleriyle artaklaşa hükümet kuracak çoğunluğu elde etmesi her açıdan güç gözükmektedir. Koalisyonlar döneminin toplum üzerinde yarattığı korku henüz silinmiş değil. Her şeye rağmen toplumun çoğunluğu tek parti iktidarını istikrar olarak algılamakta. Yani tek parti iktidarı düşüncesi hemen her kesimde ağır basmaktadır. Ulusalcı takımdan alınacak ödünç oylarla ve olabildiğince pohpohlamalarla geçici yeni dengeler oluşturarak,HDP'nin barajı aşması sağlanmak istenmekte. Amaç; iktidar partisinin tek başına çoğunluk elde etmesini engellemektir. Hatta son olarakta alevi oylarının avcılığı yapılmakta. Alevi oyları HDP'ye yönlendirilmek istenmekte. Ama aleviler Sivas ve benzeri katliamları unutmuş olamaz ve beyhude bir çırpınıştır. Aslında bu girişimin

Page 23: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

arkasında olanlar, 6-7 Eylül 2014'te PKK ile ortaklaşa Diyarbakır katliamını düzenleyenlerdir. Kürt/Kürdistan denildiğinde her türlü entrikalar çeviren ulusalcı takım, nasıl oluyorda PKK-HDP'nin meclise daha büyük bir çoğunlukla girmesi için kavga veriyor? Herkes bir kez daha düşünmeli. Bu girişimin de başarılı olma şansı yok.

CHP ve MHP'nin oylarında sınırlı da olsa bir artış olacağı ihtimal dahilinde. Ama koalisyon kuracak bir çoğunluğa ulaşacaklarına ihtimal verme çok zor. Tüm uğraşlara, alması muhtemel ödünç oylara karşın, HDP'nin baraj sorununu aşacağını da sanmıyorum, barajın üzerine çıksa da elde edilecek milletvekili sayısı, yine koalisyon hükümeti kurmaya yetmeyecektir. Uluslararası ve özellikle iç dengelerde beklenmedik sert alt üstler olmadıkça, Adalet ve Kalkınma Partisi 1923'e kadar tek başına iktidar olmayı sürdücek bir konuma sahiptir. Bu söylemimi bir kaç yıl önceki bir makalemde ileri sürmüştüm. Nedenleri üzerinde tekrar dumaya gerek yok. Toplumsal yapıların muhafazakârlaşmaya yönelimi, sadece Türkiye'ye özgü bir durum değildir. Avrupa'daki gelişmeler de gözden kaçırılmamalı.

 

01.04.2015

Baki KarerOrtadoğu'da Dönüşümün Sancıları

     Irak-Şam İslam Devleti isimli eli kanlı örgütün Irak ve Suriye'de başlattığı saldırı devam

etmektedir. Bu örgütün saldırıları uzun süre daha devam edeceğe benzemektedir. İŞİD saldırılarıyla birlikte, gerek Ortadoğu ülkeleri, gerekse de Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri açısından grift bir durum ortaya çıkmıştır.

    Özellikle ABD'nin enerji yollarını denetim altına almak ve aynı zamanda İsrail'in uzun vadeli güvenliğini sağlamak için Irak'ı işgal ettiğinden bu yana,  Ortadoğu'da mezhepler arası kışkırtmalarda daha bir aktif rol oynadığı bilinmektedir. İŞID'din güç toplamasını, silahlanmasını niçin görmezden geldiğini bir de bu bağlamda tartışmak gerekir. Bu kadar büyük gücün bir anda ortaya çıkmasını, hele hele bir yerlere dayanmaksızın muazzam bir askeri güce sahip olmasını doğal görmek akıl işi değildir. Bugün Suriye'de ve Irak'ta yapılan katliamların, ABD silahlarıyla yapılıyor olması, salt tesadüflerle açıklanamaz. Ama kabul etmek gerekir ki, olayların dizginlenemez düzeye gelmesinin sorumlularından biri de, İran destekli Şii-Maliki iktidarı olmuştur. Irak'ta fay hatlarını derinleştirilmesine katkıda bulunarak, bugünkü tablonun oluşmasını körüklemiştir.   

    Bugün DAIŞ'e aracı rolü oynatılarak gelecekte Ortadoğu'da yapılacak dizaynın ön adımları atılmakta. Şu anda mevcut çatışmaların boyutuna bakılırsa, Irak ve Suriye'de mezhepleri temel alan federal veya konfederal bir çözümden ziyade bağımsız devletler biçiminde bir ayrışmaya doğru gidiş vardır. Mezheplere dayalı yeni bağımsız devletlerin ortaya çıkması, Bölge'de gerçekten uzun vadeli barışı getirip getirmeyeceği tartışmalıdır. Ortadoğu ülkeleri,  Çin, Rusya, ABD ve B.Avrupa'nın, hangi ortak noktalarda çıkarlarının dengeleneceği tam bir muammadır. Bu nedenle de, Bölgede mezheplere dayalı yeni sınırların çizilmesi pek o kadar kolay gözükmüyor.

    Ortadoğu'nun yeniden bölüşümünde Başta Türkiye ve İran gözardı edilemez. İşte, 'Grift bir durum ortaya çıkmıştır' derken, bu noktayı da kastediyorum? İçinde bulunduğumuz koşullar, Birinci Dünya Savaşı koşullarından çok farklıdır. İran ve Türkiye'nin kabul etmediği çözümlerin, geciçi de olsa başarıya ulaşması mümkün değildir. Ayrıca Bölgenin böylesi bir temelde parçalara ayrılması, İran'ı daha da güçlendirme olasılığı vardır. İran, bir kaç müttefike kavuşmuş olacaktır. Aynı durum, Türkiye için de geçerlidir. Amerika Birleşik Devletleri ve B.Avrupa'nın, Ortadoğu'nun yeniden bölüşümünde, Türkiye'yi ve İran'ı dolaylı da olsa güçlendirecek bir çözümden yana tavır alması, sadece paylarına düşecek pastanın büyüklüğü ile orantılı değildir. Çünkü aktörler çok ve de güçlüdürler. Sahnede boy gösteren aktörlerin sayısını azaltacak yeni Hiroşima'ya kimse cesaret edemez. Bu da, yürütülen savaşın, daha çok yıllar alacağı anlamına

Page 24: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

gelir. Ortadoğu bu gidişle, çok daha ciddi alt-üst oluşlara sahne olacağa benzemektedir.     Yürütülen savaş, salt dinler ya da mezhepler arası savaşı gibi gösterilmek isteniyorsa da,

aslında tam anlamıyla yeniden bölüşüm savaşıdır. Sosyalist sistemin dağılmasıyla birlikte 'barışçıl ortam' beklentisi yayan emperyalist güçler, tam tersi bir ortamın ortaya çıkmasına neden oldular. Kapitalizmin her zamanki aç gözlülüğü ağır bastı; talanla, savaşla ve silahlanmayla krizlerine çare aramaya devam etti.

    Amerika Birleşik Devletleri soğuk savaş döneminde Eisenhower doktrini'ni uygulamaya koyarken, İngiltere' nin bölüp bölüştürdüğü sınırları temel almayı çıkarlarına uygun bulmuştu. Buna bir anlamda mecbur kalmıştı, çünkü karşısında Sovyetler Birliği vardı. Süreç içinde her iki sistemin her alanda başlattğı rekabetten Sovyetler Birliği yenik olarak çıktı. ABD'nin başını çektiği Batı dünyası başarılı oldu. Arkasından dünyada istediği anda, istediği ülkelere, istediği biçimde müdahale etti; Afganistan, Irak ve Libya. Buralarla da sınırlı kalmayıp Osmanlı İmparatorluğu'nun egemen olduğu alanı yeniden yapılandırma çabası içine girdi. Birinci Düya Savaşı döneminde Britanya'nın oynadığı rolü oynamaya koyuldu. Ve şu anda Bölge, tam bir kaosa sürüklenmiştir. Yaşanan bu kaos ortamına karşı Batı dünyasının takındığı tavır, sömürgeci geleneğinden kaynaklanan reflexle hareket etmedir. Şu anda kurulan kooalisyon, kaosu önlemeye değil, çıkarlarını tehdit edecek boyuta ulaşmasını engellemeye yöneliktir. Bir nevi nöbet bekleyişi içindeler diyebiliriz. Bu da gösteriyor ki, ABD'nin günümüz koşullarında Bölgeyi yeniden dizayn etme çabaları, pek o kadar kolay gözükmemektedir. Önünde çok ciddi engellerin olmadığını kimse söyleyemez.   

    ABD'nin günümüzde rahatça hareket edememesinin bir çok nedeni vardır. Her şeyden önce günümüz koşulları çok farklı. Bunlardan en önemlisi de, Rusya Federasyonu başta olmak üzere, dünyanın bir çok bölgesinde bir çok ülke hemen her alanda epeyce güçlenmiş durumdadırlar. Örneğin geçmişte Marsall Planı'nın en fazla savunuculuğunu yapan Türkiye ve İran'dı ama şimdi bunlar her istenileni itirazsız yerine getiren ülkeler konumundan çıkmışlardır. Yine Arjantin, Hindistan, Brezilya v.b ülkeler, bölgelerinde  güç olma konumuna gelmişlerdir. Çin ise artık süper güç olmuştur ve giderek ekonomik olarak ABD'yi sollayacak bir düzeye gelmiştir. Yani ABD, liderliğini dayatmadan ziyade, liderliği kaptırmamanın kavgası içine düşmüştür diyebiliriz. Çin'in sanayileşmede katettiği aşama ve günümüz teknolojini pazarda hizmete sunma gücü elbette tartışılır. Ne olursa olsun, genel ve bölgesel güçlerin konumları değerlendirildiğinde, ABD ve B.Avrupa'nın gelecekte hareket etmek için oluşturmaya çalıştıkları zeminin, hayal ettikleri kadar pürüzsüz olmayacağı gerçeği inkâr edilemez. Bu durum, 'Globalist' denilen sistemin çöküşünün ifadesidir bir anlamda. Özellikle doksanlı yıllardan itibaren gezginci sermayenin bölgesel, etniksel, mezhepsel ve hatta kültürel farklılıkları körükleyerek sömürü ağını daha da genişletme gayretleri, günümüzde ABD ve B.Avrupa'ının kendi iç çelişkilerinin alevlenmesine de neden olmuştur. Şimdi, sınırlanmaya karşı tahammülsüzlüğün verdiği hırçın davranışlar sergiliyorlar.Avrupa'nın göbeğinde faşist örgütlenmelerin neredeyse iktidara yürümeleri boşuna değildir. Geçmişte olduğu gibi Washıngton'da, Londra'da veya Brüksel'de yuvarlak masa etrafında bir araya gelip istedikleri çözümü dayatma dönemi geçti. Yuvarlak masada dayatmaya çalışacakları 'çözümler', evlerinin bacalarında yangın çıkarma tehlikesini de içinde barındırmaktadır.

    Diğer bir nokta ise, Oratadoğu halkları diktatörlüklere karşı mücadelede önemli deneyimler elde etti ve birçoğunu da yıkmayı başardı. Bu süreç şu veya bu biçimde engellenmeye çalışılmakta. Ama ister örgütlü, ister kendiliğinden olsun, kitleler, demokrasi ve özgürlüklerin mücadele ile alınacağını kavramış durumdadır.

    Ortadoğu halkları uzun yıllar krallıklar ve Baas rejimleriyle cendere içinde tutulmuştur. Artık kapak açılmıştır. Şimdi mezhep kavgaları yaygınlaştırılarak, halkların demokrasi ve özgürlüklere ulaşması engellenmek istenmekte, daha doğrusu, emperyalist güçler, çıkarlarını sarsmayacak yeni iktidar biçimleri yaratmanın kavgasını vermekteler. Bunun pek mümkün olmayacağı açığa çıkmıştır. DAİŞ/IŞID, El-Kaide, PKK, Boko Haram türü çağ dışı dayatmalarla sonuç alınamayacaktır. Er veya geç Bölgede yaşanan kaos sona erecek ve şu veya bu biçimde bir çözüme ulaşılacak. Ama ne tür bir çözüm ortaya çıkarsa çıksın, her koşulda da emperyalist güçlerin pastaları küçülecek.

    Bir başka önemli nokta ise, çatışmaların, savaşların yoğun olarak sürdüğü alan sadece

Page 25: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Ortadoğu değil, Kuzey Afrika, Nijerya, Myanmar, Orta Afrika Cumhuriyeti, Afganistan ve Ukrayna var. Bu kadar geniş bir çoğrafyada aynı anda çatışma ve savaşların ortaya çıkması ABD ve B.Avrupa'nın da güclerinin bölünmesini getirmektedir. Artık ister Ortadoğu'da, ister Afrika'da halkların iradesini temel almayan çözümler başarılı olamaz.

    Ortadoğu'da kıran kırana yürütülen savaşta,  Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ni farklı bir zeminde ele almak gerekir. Nedenleri gayet açıktır. Yukarıda değindiğim örgütler halklara karşı kanlı eylemler gerçekleştirirken, Kürdistan Yönetimi halkını korumanın kavgasını vermiştir. Hem Batı'da, hem de Güney'de Kürt halkının katliamdan kurtarmıştır. Bu büyük bir başarıdır. Son model silahlarla donanmış katil bir gücü toprakları üzerinde yenilgiye uğratmıştır. Bu arada Bağdat yönetimiyle yaşadığı sınır anlaşmazlıklarını da çözmüştür. Aynı zamanda ekonomik, siyasal ve askeri alanlarda muazzam oranda güç kazanmıştır. Tüm bunlardan daha da önemlisi, dayatılan mezhep kavgasının içine girmemiştir.Çok renkliliği ve çok sesliliği korumayı başarmıştır. Dönemin koşullarını fırsat bilerek çok sesliliği bastırmanın içine girmemiştir. Çağ dışı kanlı bir örgüte karşı mücadelenin önderliğini başarıyla yapmıştır. Bu, diğer tüm halklar açısından da bir kazançtır.

    Ama bu noktada bir parentez açarak kandan fırsat edinmeye çalışan sürüngene, bir diğer adıyla PKK ve de çıngırdaklarına da değinmek gerekir. Bunlar ilk başlarda stratejilerini Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin yenilgisi ihtimali üzerine oturttular. DAİŞ/IŞID'in halklara karşı giriştiği kanlı terör eylemleri umurlarında bile değildi. 1988 Enfal'linden sonra yaptıkları çapulculuğu yeniden organize etmenin planlarını yaptılar ama tutmadı. Hatta Erbil'in düşmesi için dua ettiler. Eğer PKK ve çıngırdaklarına kalsaydı bugün yüzbinlerce Kürt katledilmiş olacaktı. Bazıları yine ortaya çıkıp, 'öyle değil, ucundan kıyından direndiler' diyecek. Bunlar inandırıcı olamazlar. Rojawa'da Toplumu toplum yapan tüm dinamikleri yıktılar. Yani toplumun direnç merkezlerini yok ettiler. Esad cenderesinden kurtulmayı uman kitleler daha beter bir cenderenin içine tıkıldı PKK eliyle. Beşşar Esad rejiminde en geri düzeyde de olsa bir devlet hukuku vardı. Ama PKK-PYD'de bırakın en geri düzeyde bir hukuk anlayışını, kitleler üzerinde sistematik terör estirmeyi hukukun temel prensibi haline getirdiler.  Hukuk, farklı, aykırı düşünen herkesin kafasına kurşun sıkmayla özdeştirildi. Kürt halkı bu derece düşürülmemiş olsaydı DAİŞ Rojava'nın yanından bile geçemezdi ve hele hele bu derece tahribat yapamazdı. Rojawa halkı adeta iki ateş arasında bırakıldı, çareyi Türkiye'ye kaçmakta buldu. Gerçekten direnmek isteyen, eli silah tutan halk, ümitsizliğe sürüklendi. Ensesi kalınların ve göbek şişirenlerin yönetiminde savaşmayı kabul etmedi aslında. Hem Esad'la işbirliği yapacaksın, hem de Ankara'nın lüks kebab salonlarında kese doldurmak için dilencilik yapacaksın...Eli silah tutan onbinlerce gencin Türkiye'ye geçişi kurtuluş olarak görmesi bu nedenledir.

    İşte böylesi koşullarda peşmerge, Türkiye'nin açtığı koridordan geçerek duruma müdahale etmek zorunda kaldı, hem de açılmış bir kaç cephede savaşmayı göze alarak. Sonuçta peşmerge güçlerinin sabırlı ve uzun mücadelesiyle İŞİD çeteleri yenilgiye uğratıldı. Şu anda da laylom-lay partileri düzenliyorlar, onca müceleye ve emeğe saygısızlık yaparcasına. Bu da yetmiyor, Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ne karşı provokatif çıkışlar yapmaya devam ediyorlar. Hatta Şengal'de kanton için pervasızca provokasyonlar geliştiriyorlar. Batı Kürdistan'da ilan ettikleri kantonlarda tango yaparken, DAİŞ'in Kobani'yi işgal etmesine seyirci kalmalarını unutturacaklarını sanıyorlar.

    Sonuç olarak, ne yerel güçlerin, ne de emperyal güçlerden her hangi birinin isteği doğrultusunda Ortadodu'da sorunlara çözüm bulma imkansızlaşmıştır. Halkların iradesini temel alan çözümler, uluslararası dengelerde yerini bulacaktır.

6.02.2015Baki Karer  

PARİS'TE KANLI SALDIRI

Page 26: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Bugün Paris'in hemen hemen merkezi sayılacak bir noktada bulunan Charlıe Hebdo isimli mizah dergisine silahlı saldırı düzenlendi. Bu silahlı saldırı eylemi, derginin çalışanlarını, yazarlarını hedef almış olması daha bir önem arzetmektedir. Şu ana kadar on iki ölü ve yirmi yaralıdan bahsedilmektedir.

Altı Ocak günü de İstanbul'un en önemli merkezlerinden Sultanahmet'te canlı bomba eylemi gerçekleştirildi. Bu iki saldırının arka arkaya gelmesi elbette düşündürücüdür. Kaldı ki, aralarında bir bağın olup olmaması hiç önemli değil. Her iki terör saldırısının arkasında aynı yönlendirici gücün veya güçlerin olma ihtimali düşünülse de, esas tartışılması gereken nokta, dünyamızın onlarca noktasında savaşların yürütüldüğü günümüz koşullarında hiç bir yerin güvenliğinin kalmadığı bir döneme girmiş olmamızdır. Saldırıda hayatlarını kaybedenlerin ailelerine başsağlığı dilerim. Umarım yaralılar da en kısa zamanda sağlıklarına yeniden kavuşurlar.

Özellikle içinde yaşadığımız Avrupa koşullarında saldırıyı sadece kınamak yeterli değildir. Saldırı elbette bir terör saldırısı ve canicedir. Üstelik katledilenlerin kimliklerine bakıldığında, saldırının ne tür amaçlar uğruna işlendiğini kavramamıza yeterince yardım etmektedir. Sıkılan kurşunlar, düşünce özgürlüğüne karşı sıkılan kurşunlardır.

Mizah dergisine yapılan kanlı saldırının Fransız vatandaşlarının gerçekleştirdiği söylenmektedir. Bu kişilerin salt kökenine bakılarak yorumlar yapma hatalı bir tutumdur. Eylemi gerçekleştirenlerin Arap asıllı ve El Kaide'ye ya da IŞİD/DEAŞ'a bağlı oldukları iddia edilmekte. Arap asıllı ve bahsedilen eli kanlı terör örgütlerine bağlı olabilirler. Şu veya bu örgüte bağlı olmaları, her şeyden önce Fransız vatandaşı olmaları gerçeğini değiştirmez. Bu noktadan hareketle, Fransa'nın ve genelde Batı Avrupa'nın dünyanın diğer bölgelerinde oynadıkları olumsuz rolün tartışılması gerekir. Yine Avrupa ülkelerinin göçmenlere karşı takındıkları tutum da yapılacak tartışmaların ve yorumların odağını oluşturmalıdır.

Eylemi yapanlar bulunabilinir, mahkemeye çıkartılıp yargılanır ve cezalarını alabilirler, ya da daha önceleri olduğu gibi, çatışma anında öldürülebilirler. Bu yöntemler, sorunun kaynağını bertaraf etmeye yeterli değildir. Pariste doğup büyümüş bu insanları, yine Paris'in göbeğinde böylesi bir katliamı gerçekleştirmeye iten etmenler nelerdir? Fransa ve tüm Avrupa buna yanıt aramak zorundadır. Tüm Avrupa, göçmenler politikasını ve dünyanın geri kalmış bölgelerine karşı uygulamalarını tekrar gözden geçirmeli.

11 Eylül saldırılarıyla ve son olarak Mısır'da 'Uygar dünyanın' becerisiyle gerçekleştirdiği darbeyle birlikte Ortadoğu halkları, IŞİD ve El-Kaide gibi örgütlenmelerle karşı karşıya getirilmiştir. Orta Doğu'da uygulanan bu politikanın bir benzeri de bugün karteller tarafından Avrupa halklarına uygulanmakta. Bu gün Avrupa çok ciddi ekonomik ve siyasal kriz içinde. Giderek yaygınlaşan yoksullaşma ve işsizlik kısa süre içinde aşılacağa benzememektedir. Avrupa artık çekim merkezi olmaktan çıkmıştır. Yabancı düşmanlığıyla, yoksul kitlelerde rasizmi geliştirme gayretleriyle bir dönem aşılmak istenmekte. Avrupa halkları bir yanda rasizim, bir yandan da tekbirli terörizm arasında sıkıştırılmak istenmekte. Sonuçta sol ve sosyal demokratlar daha bir budanmaya çalışılmakta. Bir de bu anlamda, Charlie Hebdo'nun seçilmesi tesadüfi değildir. Kitleler tek yönlü çıkışa zorlanmakta. Varolan sistemin kitleler tarafından sorgulanmasının önüne geçebileceklerini zannediyorlar. Bu taktiklerinde ne kadar başarılı olabileceklerini zaman gösterecek. Yani Avrupa halklarının rasizmin ve tekbirli terörizmin arasında sıkışması karşısında ellerini ovuşturanlar, bilinen güçlerdir. Makyajı dökülmeye başlayan Avrupa burjuvazisi, önümüzdeki süreçte yeni anti terör yasaları ve göçmenlere yönelik bir takım kısıtlamalar getirmeye başlarsa, hiç şaşmamak gerekir.

08.01.2015

Baki Karer

Page 27: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

  Demokratikleşme Paketi Üzerine 

Son günlerde siyasal alanda hızlı değişimler yaşanıyor. Yaşanan gelişmeler, hemen her alanda Türkiye'nin geleceğini tayin etmede önemli basamaklar oluşturmaktadır. 'Demokratikleşme Paketi' yapılan tartışmaların odağı haline gelmiştir.

Irkçı Uygulamalara Son Verme Çabaları 

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana geçen 90 yılda örgütlendirilmiş devlet yapısına Türk kimliği egemen olmasına rağmen, devlet, gerçekten Türk halkını ne oranda temsil etmiştir? Çoğunluk tarafından bu soruya karşı verilecek yanıtın olumlu olacağını sanmıyorum. Kürd'ü insandan saymayan bir devlet anlayışının, Türk halkını da insan sayması beklenemez. Nitekim geçmiş uygulamalar bunu apaçık göstermektedir. Ankara'da şalvarıyla şehrin meydanına girmesi yasaklanan Yozgatlı bir Türk'le Diyarbakırlı Kürd'ün arasında pek bir fark yoktur aslında; aşağılanmanın, yok sayılmanın derecesi olmaz. Yani övünç duyulan Cumhuriyet, bir avuç elitin Cumhuriyetinden öte bir şey değildir. Elitin devleti, elitin Cumhuriyeti olduğu içindir ki Kürt'e kuyruk takmış, Türk'ü de gökten zembille indirmiştir.

'Andımız'la sadece ırkçılık formüle edilmemiştir, aynı zamanda, bir tür paganizm de formüle edilmiştir. Yani laiklik adına paganizmle ırkçılık bütünleştirilmiştir. Onlarca yıldır büstlerin karşısında hazırola zorlanmış olmamızın başka türlü bir izahı olamaz. Esas tartışılması gereken, Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar geçen sürede, ırkçı uygulamaların toplumsal yapıda açtığı tahribatlardır.

'Demokratikleşme Paketi' ile birlikte 'Andımız' kaldırıldı. Bilinen kesim 'Andımız'ın kaldırılmasına karşı, daha bir yüksek sesle karşı çıktı. Oysa 'Andımız' apaçık ırkçı, fasist bir söylemdir. Bu söyleme karşı çıkanlar, yıllar boyu hapishane hücrelerini doldurdu. Burada sergilenen, adeta bir 'Kırmızı Çizgi' idi. Irkçılık, 'vatansever'liğin ölçütü haline getirilmişti. Türkçülüğe, ırkçılığa zemin hazırlayan böylesi bir söylemin ortadan kaldırılması, demokratikleşme yönünda atılmış önemli bir adımdır. Tüm bu yapılanlar, statükocuların geriletilmesidir; bağnazcılığa, toplum mühendisciliğine darbedir. Cumhuriyetin bunca yıldır demokrasi ile bütünleşememesi böylesi tekci anlayış sonucudur. Halen darbeci zihniyetten, ya da darbeci reflekslerin her an canlanabileceği ihtimallerinden bahsediliyorsa, yaşamın her alanında topluma empoze edilmeye çalışılan böylesi anlayışlar sonucudur. Eğer Dersim'de, Koçgiri'de ve daha bir çok alanlarda Kürt imha edilmişse, 'Andımız'la formüle edilmiş ırkçı ideoloji sayesindedir.

Yeni dönemde etnitiseteler üzerinde hegemonya kurmuş etnik bir yapının dayandığı temel taşlar sarsılmaya başlamıştır. Artık bu yapıya gerek duyulmamaktadır. Bu yapı, hiç tartışmaya gerek yok ki ırkçı bir yapıdır.

Paket'le getirilen yeni uygulamalara karşı bazı çevreler, ulus devlet ortadan kaldırılıyor diye karşı çıkmıştır. Üstelik karşı çıkanlar korusunda sol ve sosyal demokrat olduğunu iddia edenler de vardır. Malum bu çevreler, 'Ulusalcı' veya 'Cumhuriyetçi' olarak da nitelendirilmekte. Bunlar, moderinitenin yeni yasayla birlikte yok olacağını iddia etmekteler. Cumhuriyet döneminde ortaya çıkmış modernlik ayrı bir tartışma konusudur. Ortaya çıkan modernlikten hareketle, ırkçı uygulamaları mazur göstermek isteyenlerin sol düşünce ile hiç bir alakası olamaz.

Demokratikleşme Paketi ile getirilen bir çok değişiklikler yerindedir. Yeterli olup olmayışı ayrı bir konudur. Getirilen yenilikleri, yeni uygulamaları kabul etmeme, tümden redetme ayrı, demokratikleşme doğrultusunda atılması gereken daha bir çok adımların olduğunu dillendirme ayrı bir konudur. Ama görüyoruz ki, bazı çevreler, ülkenin demokratikleşmesini sağlayacak

Page 28: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

yönde atılan adımları inkâr etmekte. Nedenini anlama zor değil; 'Andımız'ın kaldırılışına karşı çıkanlar, ceberut devlet anlayışının halkları aşağılamasını savunanlardır.

Kabul edilen paketle, Cumhuriyete yeni bir pradigma kazandırılmak istenmektedir; geçmişin ırkçı söylemlerini ve uygulamalarını ortadan kaldırmayı hedefleyen bir pradigma. Bunun neresi olumsuz?

13 Ekim 2013

Baki karer

ÇATIŞMASIZ BİR ORTAMA DOĞRU    Epey bir zamandır 'süreç'ten bahsediliyor. Artık birçok sözcük kullanılırken ilk akla

gelen, 'süreç' oluyor. Örneğin barış, silah bırakma, çözüm, İmralı, Mit vb. sözcükler süreç'le bağlantılı kullanılmaya başlandı. Peki, toplumun neredeyse tüm kesimlerinin bahsettiği 'süreç', nedir? Ya da içinde bulunduğumuz ortamda süreçten ne kastediyoruz. Sıkça kullandığımız bu sözcükten beklentilerimiz nelerdir? Süreci, zaman ölçüsü birimiyle sınırlı olarak ele almadığımıza göre, zaman içinde gelişen olaylarla bağlantılı olarak düşünüyoruz demektir. Yeni bir süreçten bahsedildiğinde, çoğumuzun aklına tarihin akışını değiştiren olaylar ya da toplumsal yaşantımıza yön veren ekonomik gelişmeler gelmektedir. Oysa, o sıkca bahsedilen süreç bunların hiç birini içermiyor. İçinde yaşadığımız şu dönemde aklımıza gelen tek şey, Öcalan-Mit görüşmesinin sonucunun ne olacağıdır. Elde edilecek sonuçlar, daha binlerce gencin yaşamını ilgilendirdiğini kimse yadsıyamaz. Çünkü ta başından itibaren belli merkezlerin kontrolü altında otuz yıldır sürdürülen 'düşük yoğunluklu çatışma' sözkonusu. Yani toplumsal çelişkiler ve gelişmeler sonucu ortaya çıkmış olaylar zinciri ile karşıkarşıya kalmış değiliz, tersine, toplumsal gelişmeleri seyrinden çıkarmaya yönelik iradi müdahalelerle karşı karşıya kaldık, kalıyoruz.

    Süreç, zaman içinde düzenli veya düzensiz, birbiriyle ilintili veya ilintisiz birçok olaylar zinciridir. Sonuçta zamanla ilintilidir. Dolayısıyla 'zaman'dır. Felsefi açıdan her ne kadar helen tartışılıyor olsa da, zaman ölçülebilirdir.Ama diğer açıdan sonsuzluk olarak da görülür. İşte bu noktada, bir çoğu Tanrıya vurgu yapar; sonsuzluğu Tanrıyla özdeştirir.

    Son günlerde Öcalan-Mit arasında başlatılan görüşmeler sonucu varılmak istenen çatışmasız ortam, sonsuzluğa havale edilerek yeni bir 'Tanrı' yaratmaya yönelik çabalar içinde olunduğuna dair bazı girişimlere şahit olmaktayız. Bu yönlü girişimlerin yeni olmadığını hemen belirtelim. İşte geçmişten bir örnek; 'Onun 'Öcalan kastediliyor.BN.) tanrısal bir güç olarak değerlendirilmesinin en başlıca sebebi de, onun anlaşılmasının zorluğundan kaynaklanmaktadır.' (Abdullah Öcalan.. Devrimin Dili ve Eylemi.S.12) Dikkat edilirse Öcalan dokunulmaz, görünmez ve anlaşılmaz kılınarak sonsuzluğa havale ediliyor Sansuzluğa havale etme ise tanrılaştırmadır. Öcalan'ı kitlelere 'Tanrı' olarak lanse etme girişimlerinin, halka yönelik silahlı şiddeti terkettirme çabarının hız kazandığı dönemde daha bir ağırlık kazanmasına şaşmamalıyız. Son dönemlerde Kandil ve BDP içinde bazı odakların süreci girdaplara sürükleyerek boğma çabası içinde bulunması, bir de bu nedenledir. Halen bir dönemler Bekaa'ya akın eden akıl hocalarının tavsiyeleri doğrultusunda hareket edilmektedir. Yani ululaştırma ve tanrılaştırma çabaları sürdürülmekte. Bu yönlü çabaların kimlere ait olduğunu anlamak için, Cumhuriyet tarihine bakma yeterlidir. 'Heykelini dikeceğiz' ya da kişiye yönelik özgürlük söylemi, 'düşük yoğunluklu çatışma'dan aslan payını alanların söylemidir.

Süreçten kimler ne bekliyor?    Süreçten beklentileri olanları üç temel kategoride ele alabiliriz: Bunlardan birincisi, otuz

yıldır Kürd halkına karşı sürüdürlen silahlı şiddetin son bulmasını isteyenler. Bunlar sürdürülen silahlı şiddetin Kürd halkının iç dinamiklerini parçaladığını, yok yere bir neslin heba edildiğini söylemekte. Kürd halkına karşı uygulanan silahlı şiddetin başından itibaren egemen güçlerin bir projesi olduğunu; silahlı terörün Kürd halkını beyin gücünden, aydınlanmadan yoksun bıraktığını, ekonomik ve siyasal açıdan da tarihin gerisine düşürdüğünü tüm açıklığıyla gözler önüne sermekteler. Sürdürülen anlamsız şiddetin halkın demokrafik yapısını bozduğunu; göç ve

Page 29: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

asimilasyonu hızlandırmakla kalmadığını, Batı'ya göç eden nüfüsun aynı zamanda ucuz işgücü deposu olarak kullanıldığını dillendirmektedir. Bunlar ve benzeri nedenlerden dolayı PKK'nin silahlı şiddeti bırakması için mücadele etmekteler. Yani silahların konuşmadığı bir ortamın, halkın çıkarına olacağını bilmekteler. Yürütülen silahlı terörün esas mağrununu Kürd halkı olduğunun bilincindeler. Bu nedenle, Kürd sorunun çözümü ile silahlı terörün sona erdirilmesi girişimini aynı düzlemde düşünmemekteler. Kısaca şiddetin sona erdiği noktada, Kürd sorununa en sağlıklı çözümün bulunacağına inanmaktadırlar. Doğrusu da budur.

    Bir diğer kesim ise, bir yandan silahlı şiddete karşı olduğunu beyan etmekte ama öbür yandan da, şu vaya bu biçimde PKK'yı bir süre daha 'kullanma' anlayışına sahip olanlardır. Bu kesim, 'PKK silahı kullansın, sonuçları üzerine nasıl olsa konarız' düşüncesiyle hareket etmekte. Oysa kullanılan silahlı şiddetin hiç bir getirisinin olmayacağını, olsa da başkalarına yedirilmeyeceğini bilmemekteler. Herşeye rağmen dirsek teması içinde olmayı tercih etmekteler. Bunlara, moloz yığını üzerine ucuz bina inşa etmek isteyenler de diyebiliriz. Oysa PKK'nin hareket tarzı, tam anlamıyla dolap beygirliğine denk düşmektedir. Çünkü bir konseptin ürünüdür.

    En önemlisi de, Kürd halkına karşı silahlı şiddetin sürdürülmesinden yana açıktan tavır koyanlardır; bunların varlığı, neredeyse tamemen şiddet ortamının devamıyla orantılıdır. Sivil siyasetin üzerinde vesayat rejimi devam ettiği koşullarda, mevcut düzenin çarkı içinde ekonomik ve siyasal çıkarlarını koruyabileceklerini düşünmektedirler. Baskıcı, despotluğun egemen olduğu ortamın ürünü olduklarından, aydınlıktan korkmaktalar. Eski düzen ilişkilerinin egemen olduğu ortamda, dönen çarktan vurgunla beslenmeyi alışkanlık hale getirmişlerdir. Bu nedenle, ana prensipleri Kürdün yok sayılmasıdır. Daha açık bir deyimle, Kürdün kendini özgürce ifade etmesi, bu düzen asalaklarının kendilerine özgü kurdukları yuvanın yıkılışı anlamını taşır. 'Vatan, millet, Sakarya' edebiyatını halen geçerli akçe olacağını iddia eden bu kesim, aslında İstanbul elitidir. Son dönemlerde bağımsızlığı ve anti emperyalizmi dillerine pelesenk etmiş olsalar da, özünde emperyalizmle işbirliği içinde yeni 12 Eylüller peşinde olduklarını gizlememekteler. Halen darbe beklentisi içindeler. Silahlı şiddetin devamı onlara sadece siyasal alanda getiriler sağlamamakta, aynı zamanda havadan ekonomik ve mali kazançlar sağlamakta. İstanbul elitinin BDP-Kandil ile ittifak kurduğu noktalara bakılırsa her şey daha kolayca anlaşılır.

    Son şıkta bahsettiğimiz kesim, herşeye rağmen güç açısından hiçte yabana atılamaz. Her ne kadar geriye çekilmişlerse de, hemen her alanda güç kaybına uğramışlarsa da süreci provoke etme güçleri vardır. Özellikle son dönemlerde medya ayaklarıyla atağa geçmiş durumdalar. Bu kesim, silah bırakılmasını engellemek için olmadık 'çözüm' önerilerileriyle kafa kargaşalığına sebeb olmaktadır. Özellikle İngiltere ve İRA örneği etrafında dönüp dolaşmaktalar. Böylesi öneriler Tel Aviv ve Washington kaynaklıdır. Özünde Kürdü bitirme önerileridir.Bu açıdan Kandil'in sözcülüğünü yapmalarına şaşmamak gerekir. Son günlerde kaleme aldıkları köşe yazılarına bakma yeterlidir. Hakkari'yi, Gevaş'ı ömründe görmemiş, Kürd gördüğünde son surat taban yağlayacak olan birinin makele başlığının ilginçliği gözlerden kaçmamakta; 'Hop bi dakika.' Bir de 'raporcu'lar var; 'BDP içinde normal karşılanıyor da dışarda pek öyle değil' yönlü arka arkaya kaleme alınan kışkırtıcı yorumların dikkat çekmemesi mümkün değil. Kastedilen 'dışarı' ise, Diyarbakır'ın lüks pastahanelerinde kahve içerken 'etraf'la yapılan sohbetlerdir. Hele orada burada sergilenen Sinn Fein hayranlığı...Üzerinde durmaya bile değmez. Bunlar çok iyi biliyor ki, İrlanda ile Kürd sorunu arasında hiçbir bağlantı ve benzerlik yoktur. İleride 'Kürdler arasında Alevi-Sunni, Şafi-Hanefi çatşması var' diye tartışmalara başlarlarsa hiç şaşmamak gerekir. Bahsedilen bu kesim, silah bırakmanın önüne ne tür engeller çıkartırsa çıkartsın, hamlelerinin karşısında dik duruş sergileme onları geri püskürtecektir. Gerek Ortadoğu'daki siyasal gelişmeler, gerekse de Türkiye'de egemen olan siyasal atmosfer, savaş çığırtkanlığı yapanları siyasal arenada aktör olmaktan çıkarmıştır. Silahlı şiddeti sürdürmede ısrar edenlerin de, silahlı şiddete çanak tutanların da esas hedefi, Kürdistan Federe Bölgesi'dir. İmralı-BDP görüşme notlarını sızdıranlar bu bloka dahil olanlardır.

 İmralı 'tutanağı'nı kimler sızdırdı ve niçin?    BDP heyeti, Öcalan'la yaptığı görüşmenin içeriğini 'İmralı Tutanakları' adı altında kaleme

alarak basına gönderdi. Haber duyulur duyulmaz 'başarılı habercilik' olarak yutturulmaya çalışıldı. Olayın kesinlikle başarılı habercilikle hiçbir alakası yok. Ayrıca haberin veriliş tarzı ve

Page 30: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

üzerinde oynanmış olunması aslında yeni bir tür 'andıçlama'dır. Bu sefer medya andıçlama yaptı, hem de en pespaye biçimde. Basına verilen karşılıklı konuşma notlarından anladığımıza göre, bazı konular üzerinde tartışıldığı açık. Tartışılan konular sonradan, yani dışarıda bir yerlerde kaleme alınmış, düzenleme yapılmış. Kurulan cümlelere ve paragaflara, yazıda sergilenen mentaliteye bakıldığında sonradan Apoculaşmış birinin kaleminden çıktığı besbelli. Dağınık, ele avuca gelebilecek kırıntıları bulmakta ne kadar zorlanıldığı gizlenememiş. Eğer yayınlanan notlar Kandil'de düzenlemeye uğramış olsaydı, bambaşka bir uslup ve yöntem sergilenirdi. BDP içindeki malum tayfa, işi çok aceleye getirmiş. Acemi piyes yazarlığıyla sürece 'ince ayar' verilmek istenmiş. Ama bu notların gazeteye verilmesinin tamemen Kandil'in  bilgisi dışında olmadığı da kesin. BDP içinde bu konuyla ilgili çok ciddi tartışmalar yapılmakta. BDP'de Öcalan'a sınırsız yarenlik yapanlardan iki kişinin bu işte başrol oynadığını bilmeyen yok. Zaten bu kişilerin, baştan itibaren, daha fazla kan dökülmesi için akla gelebilecek her türlü gayreti gösterdikleri bilinmekte. Bunlar anlaşılmaz tanrısallaştırma eyleminin de öncüleridir. Notları sızdırdıkları iddiasıyla partiden 'atılan' üç kişi, gönüllü kurbanlardır. Ama oyunları tutmadı. 14 Temmuz 2011 Silvan olayı ile alınan sonuç, 'görüşme notları'nın yayımlanmasıyla alınmak istendi. Sonuçta geliştirdikleri oynun kurbanı haline geldiler. Silah ve şiddete, kan dökülmesine karşı tavır alanların izlediği aklıselim politika ağır bastı.

    Gerek Kandil ve gerekse de BDP içinde ulusalcı takımın arkasında sürüklenen kanad, süreci baltalamak için kısa aralıklarla başvurduğu 'ince ayar'ların hiç birinde başarılı olamadı. Bunların takoz koyma eylemlerine inatla devam etmeyeceklerine kimse garanti veremez. Ama her şeye rağmen, kaçırılan memur ve askerlerin geri verilmesi, bu kanadın epeyce gücünün kırıldığını göstermekte. Bugünden sonra 'ince ayar'larına ne tür oyunlarla devam ederler bilinmez ama cesaretlerinin epeyce kırıldığını söyleyebiliriz. Mevcut ortamın başarıyla devam ettirilmesinde halkın desteği çok önemli. Halk bu desteği yeterince vermektedir. Ne tür provokasyon gelişirse gelişsin, halkın verdiği destek temel alınmalı.

PKK'nin seçenekleri tükenmişir    Günümüze dek PKK'nın sürdürdüğü silahlı şiddet hareketi, 12 Eylül rejiminin Kürd halkı

üzerinde kesintisiz devamını sağlamıştır. Dolayısıyla Kürd halkı hem siyasal, hem ekonomik, hem de sosyal alanda büyük tahribatlara uğramıştır. Toplumsal yapının zihninde bile körelme yaratılmıştır. Oy verdiği partinin başkanının ismini bile bilmeyen bir toplumsal yapı ortaya çıkmıştır. Bu tablo bile, toplumsal yapıda yaygın olan korku ve paniği gösterir. Bireyler kendini özgürce ifademiyor demektir.

    İster Kürd, ister Türk olsun hemen herkes, silahlı şiddet politikasının son bulmasını istemektedir.Gelinen bu noktadan sonra, PKK'nin sürecin gereklerini yerine getirmekten uzaklaşıp silaha sarılması, daha birçok Melise Aker ve Nesibe Belgin'lerde ısrarlı olacağını ilan etmesi demektir. Bunu bir seçenek olarak kabul etmenin akıldışılığı tartışma götürmez. Ortadoğu'daki siyasal gelişmeleri 'güvence' olarak görme, algıda yanılmayı ifade eder. Kafkaslarda ve Ortadoğu'da devler tepişiyor. Hiç kimse Kürd halkını devlerin tepişmesine heba etmeye yeltenmemlidir. İpe un sererek süreci çıkmaza sürükleyecek olanlar, tarih karşısında suçlu konuma düşerler. Elitlerin seksen yıllık statükosu dağılmakta, sistem daha özgür bir düzleme doğru evrilmektedir. Statükodan yana tavır alma, asalak elit güçlere hizmet anlamı taşır. Silahların değil, düşüncelerin konuştuğu özgür ortam herkesin çıkarınadır. 

15.03.2013Baki Karer

SİLAH BIRAKMA SÜRECİ     PKK'nin silahsızlandırılması üzerine tartışmalar yoğunlaşarak devam etmektedir. Öcalan'la

MİT arasında sürdürülen görüşmelerin tüm detayları henüz açığa çıkmış değil. Sürdürülen görüşmeler, kamuoyu ile paylaşıldığında bir çok çevre şaşkınlık yaşadı, BDP'nin önemli bir kesimi de bunlara dahildir. Daha önce de belirttim; hükümetin PKK'yi silahsızlandırma yönünde aldığı karar, cesaret isteyen bir karardır. Önemlidir; yıllardır sürdürülen 'devlet politikası' sona erdirilmek istenmektedir. Bugün için başarılır veya başarılmaz, önemli olan düğmeye

Page 31: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

basılmasıdır, yani sonlandırmaya karar verilmiş olunmasıdır. Durumun vahametini anlama açısından, Öcalan'ın daha önceleri söylediğini bir kez daha hatırlamakta yarar var; 'Bu çatışmayı bitireni bitirirler.' Hükümet bir anlamda bitirmeyi göze almış durumda. Elbette bu noktaya çok kolay gelindiği söylenemez. Son on yıldan bu yana, siyasal alanda yaşanan gelişmeleri takip edenler, gelinen sürecin önemini kavrar. Hükümet cephesinde, başlatılan süreci sonuna kadar götürecek kararlılığın olduğunu görmekteyiz. Başbakan Tayip Erdoğan'nın 11.02.2013'de Kayseri'de yaptığı konuşmada, "Terörü bitirmek için ne gerekiyorsa yaparım. Terörün bitmesi için zehir içeceksin deseler içerim. Siyasi hayatımın biteceğini de bilsem, öleceğimi de bilsem bu zehri içerim. Yeter ki terör bitsin" demesi, kararlılığın bir ifadesidir. Bu noktadan itibaren herkes, üzerine düşen rolü olumlu yönde kullanmaya özen göstermeli.

 BDP'ye düşen rol     BDP'nin şu anki konumuyla yapacağı en önemli iyilik, sürece katkıda bulunacak barışcıl

söylem geliştirme yetilerini ortaya çıkarma olmalıdır. Baştan itibaren kendini konumlandırdığı yer, böylesi bir rolle sınırlandırmış durumdadır. Parti olarak insiyatif alamayacağını, çatışmasız bir ortamın yaratılması yönünde irade kullanamayacağını açıkça ifade etmiştir. Nitekim, bugüne kadar süreçle ilgili bir plan ve proje dillendirmeden uzak kalmıştır. Bu durum ister istemez, çözümü kolaylaştıracak düşünce üretiminden uzak olduğunu göstermektedir. Oysa süreç, BDP açısından fırsatlarla yüklü olan bir süreçti. Ama malesef tüm fırsatları kaçırdı. Kendini bir realite, bir özne olarak görmedi. Aslında böylesi bir davranış içine girmesinin elbette birçok nedeni var. Çünkü halkın siyasi ve sosyal taleplerinin ortaya çıkardığı bir siyasal oluşum değildi. Silikliği, çekingenliği de buradan kaynaklanıyordu. Basit bir protestoda bile esnafa silah zoruyla kepeng kapattıran, 7-8 yaşındaki çocuklardan medet uman ve en önemlisi de, farklı görüşleri silahlı şiddetle bastırmayı prensip edinmiş bir güç, şidetin egemen olmadığı bir ortamda kendini yabancı hisseder. İşte BDP'nin yaşadığı şaşkınlık bu nedenledir.

    BDP, özgürce geliştirdiği en ufak bir düşüncesi olmadan, ikidebir 'Öcalan'la görüşeceğim' diye ortalıkta dolaşıyor. Nedenini de bir türlü açıklıyamıyor.  Düşüncelerim veya sürecle ilgili plan ve proğramım şudur diyemiyor. İmralı'ya gidiş uzadıkça, olmadık provakasyonlara başvurmakta. 15 Şubatta geniş çaplı provakasyonlar geliştirilmek istendi ama olmadı. Daha doğrusu başaramadılar. Şimdi Karadeniz Bölgesi'ni turlamaya çalışmaktalar. Ama neden? Neden özellikle Karadeniz bölgesi? Diyarbakır, Hakkari, Şırnak'a gidememelerinin nedeni nedir? Süreçle ilgili gelişmeler hakında bu bölgelerde bilgilendirme yaptıklarına şahit olmadık.

 Kemalist güçlerle ittifakın Sonuçları     Bilindiği gibi, BDP baştan itibaren Kemalist güçlerle içiçe geçmiştir. Hemen her konuda

Kandil ve BDP, ulusalcı güçlerin, daha doğrusu 'Türkün sorunu'nu çözümlemeyi temel almış güçlerin yedek gücü olarak hareket etti. Ankara'da iktidar savaşımının bir parçası haline geldi. Varlık nedenlerini AKP iktidarına karşı durmakla sınırladılar. Şimdi Karadeniz'de yaşananlar böylesi bir ittifakın sonuçlarıdır. Silah bırakma ihtimaline karşı, ittifak içinde tekmeleniyorlar. Elbette bir milletvekili her tarafta özgürce dolaşabilmelidir. Herkes düşüncesini, nerede olursa olsun özgürce söyleyebilmeli. Bizim coğrafyamızda linç kültürü her zaman varolmuştur. Pusu kültürünün egemen olduğu her yerde, linç kültürü bir kat daha fazladır. Sinop ve Samsun'da yaşananlar, bunun bir parçasıdır. Farklı olanı şidet kullanarak yoketme anlayışı, faşizmdir.

    Karadeniz'de yaşananlar, BDP'yi masum kılmaz. BDP her şeyden önce, ulusalcı güçlerin bir parçası haline gelmenin hesabını vermelidir. Daha dün, faşist 12 Eylül anayasasında yapılan değişikliklere karşı MHP, CHP ve diğer ulusalcı güçlerle birlikte hareket ettiğini unutturamaz. Bugün de Kemalistlerin insiyatifinde Karadeniz'de boy göstermeye kalkışıyor. Bunun Kürd halkına olan yararı nedir acaba? Kürd halkını ikna edemeyenler, Karadeniz'de kimleri ikna edecek? Ulusalcı kanatla birlikte, silah bırakmanın önüne geçmek için, sırıtan böylesi ayak oyunlarına gerek yoktur.

     Türk ulusalcı güçlerinin Kürd halkına karşı takındığı tavrı, Kandil ve BDP, içinden çıktığını iddia ettiği Kürd halkına karşı takınmıştır. Yani Kandil ve BDP, elitlik kopleksi içindedir. Çok

Page 32: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

geçmedi, geçen Yaz, en fazla oy aldığı alanlarda silahlı şiddeti tırmandırdı, hem de başkalarının hesabına. Bu bir halkı küçümseme, hiçe sayma değil de nedir? 'Ben istediğimi yaparım, siz de beni izlemek zorundasınız' demektir. Hakkari ve Şırnak'a gittiğinde anlatacak bir şey bulamamalarının bir nedeni de budur. Öylesine dar bir alana sıkışmış durumdalar ki, kurdukları cepheden hem ayrılamıyorlar, hem de hırpalanmaya razı oluyorlar. Bu bir anlamda, Kemalist güçlerin terbiye etme eylemidir.

 Silah bırakmada yaşanan ikircimlilik     Hükümet PKK'ya silah bıraktırmak için yaptığı girişimleri kamuoyu ile paylaşmasından bu

yana, olumlu bir atmosfer egemen oluşmuştur. Esen olumlu rüzgara rağmen, gerek İmralı ve gerekse de Kandil-BDP cephesinde henüz ikircimlilikler aşılmış değildir. Öcalan saf değiştirdikten sonra, eskiden dayandığı güçlerin gücünü ne kadar koruyup korumadığına dair şüpheleri var. 'Gün olur devran döner'den hareketle halinin ne olacağının hesabını halen yapmakla meşgul. Bu nedenle, beklenenden daha fazla temkinli adımlar atmakta. Bir diğer sorun da, Öcalan'ın saf değiştirmesinden bu yana Kandilli'de yerini dolduran birileri var ve bunlar bir ekip halinde hareket etmekte. Öcalan bunun bilincinde. BDP'nin şu anda rotasız hareket etmesini bunlar sağlıyor.

    Hem Kandil'de ve hem de BDP içinde bazı kesimler, silahların susmasından sonra 'hükmetme' pozisyonunun ne olacağının hesabı içindeler. Bu katagoride yer alanlar için, halkın geleceğinin hiçbir önemi yoktur. Kişisel çıkarlarını halkın çıkarlarından önplanda tutanlardır. Sıkca 'Öcalan'a özgürlük' diye tepinmeleri bu nedenledir. Önümüzdeki süreçte, özellikle Öcalan yarenliği yapanlara dikkat etmek gerekir. İmralı ile görüşmeyi problem haline getirenler, daha çok bu kesimdir.

    Duyulan bir diğer kaygı ise; silahlı şiddetin son bulmasıyla birlikte, toplumsal yapıda yeni bir siyasal mevzilenme ortaya çıkacaktır. Bu mevzilenme içinde Kandil-BDP'nin ne oranda yer alacağı bir muammadır. Gerçekten güçlerini koruyabilecekler mi? Silahlı şiddetten arınmış siyasal ortamda yer edinme, elbette kolay olmayacak. Çatışma ortamının getirdiği ekonomik ve siyasal avantajlardan feragat edebilecekler mi? Eğer feragat edebilirlerse, ulusalcı güçler hemen her noktada mevzi kaybına uğrayacaktır. İstanbul'a sıkışmış elit kadro hareketiyle günlerini sayacaklardır.

    Kandil ve BDP, içinde bulundukları ikircimli hareket tarzından kurtulup kurtulmayacakları kısa süre içinde belli olacaktır.Ulusalcı kanatla işbirliği içinde bir süre daha ipe un sermeye devam edeceklerini tahmin etemek güç değil. Çatışmasız bir ortamda, devletin inayetiyle politik güç olma hayellerine son verilmeli. Gelinen bu noktadan geriye dönüş, feci bir intiharla sonuçlanabilir.

20.02.2013Baki Karer                                                

CHP IRKÇILIĞI VE İMRALI SÜRECİ      24 Ocak'ta Büyük Millet Meclisi'nde bir konuşma yapan CHP milletvekili Birgül Ayman

Güler, CHP'nin tarifini bir kez daha yaptı. Bu milletvekilinin konuşması epeyce bir tepki çekti. Oysa bu konuşma, milletvekillerinin önemli bir kesimi tarfından alkışlanmıştı. Aslına bakılırsa, yapılan konuşma, CHP açısından yeni bir şey değildi, geçmişte söylenenlerin bir tekrarıydı. Söylenenleri kısaca özetlersek; Kürtler Türklerle eşit değildir; Türkler Kürtlere göre üstün bir ırktır. Uzunca bir süredir, bunu, bir kez daha dillendirememenin sancısı çekiliyordu. Nihayet, önümüzdeki süreçte izleyecekleri politikayı açıkça ortaya koymuş oldular. Güler'in yaptığı konuşmaya CHP yönetimi tarfından herhangi bir tepki verilmemiştir, verileceğini de sanmıyorum. Meclis kürsüsünden yapılan bu konuşma, CHP açısından bir yol ayrımını ifade eder. Aynı zamanda önümüzdeki sürece özgü yeni bir yapılanmanın da ifadesidir. Artık kartlar açık oynanacaktır. Elbette partide bir bütünlük yoktur. Daha bir yüksek sesle tekrar

Page 33: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

gündemleştirilen bu stratejiyi, CHP'li tüm milletvekillerinin tasvip ettiklerini söyleyemem. Bu nedenle 'yol ayrımı' ifadesini kullanma daha uygundur.

    Bilindiği üzere, uzun süredir bu parti içinde kendilerini ulusalcı olarak tarif eden kanat, henüz yerini belirlemede zorluk çeken diğer tarafa karşı atağa geçmiş durumda. Ya istedikleri doğrultuda partiyi yönlendirecekler ya da ayrılmayı göze alarak, kendi başlarına hareket edecekler. Her iki duruma göre hazırlık yaptıklarını, hareket tarzlarıyla göstermektedirler. Nereden bakılırsa bakılsın, ulusalcı kanat açısından gelinen nokta, geri dönülmez bir noktadır. Zaten uzun süreden bu yana, kendilerini en kısa yoldan tarif edebilecekleri bir çıkış anı yakalamak için hazırlık yaptıklarını, siyasal gelişmeleri takip edenler bilir. Yıllardan bu yana gasp edilmiş bir hakkın sınırlı çerçevede iade edilmesine bile tahammül edemeyen ulusalcı takım, 'anadilde savunma'nın yasalaşma sürecinde çıkışını yapmıştır. Özellikle bu anın kollanması kesinlikle tesadüf değildir. Kürde karşı bir yapılanma olduklarını bir kez daha hatırlatmak istediler. Yani varlık nedenlerini ortaya koymuş oldular.

    Ulusalcıların bu çıkışını tam olarak tanımlayacak olursak, nasyonal sosyalizm'dir, Nationalsozıalimus. Almanya'nın, Fransa'nın dazlakları olur da Türkler'in dazlakları niçin olmasın? Bu dazlaklar epeyce bir süreden bu yana, 'Kürd'ün sorunu yoktur, Türk'ün sorunu vardır' veya 'Türkler'in sabrı tükendi', 'Kürdleri Batı'dan silip atmak gerekir' yönlü kitlelere yönelik propagandalar yapıyorlardı. Hatta bu doğrultuda epeyce provakasyonlara da başvurdukları bilinmekte; Manisa, denizli, Bursa yörelerinde Kürdleri linç etme girişimleri henüz unutulmuş değil.

    Sol maskeli bu ulusalcı takımın çıkışının elbette birçok nedeni var. En belirgin nedenlerinden biri de, Cumhuriyet Halk Partisi'nin artık hükümet olma ümidini yitirmiş olmasıdır. Hatta önümüzdeki dönemde yapılacak genel seçimlerde koalisyon biçiminde de olsa, iktidar olma şansı görmemektedir. Böylesi bir düşünceye kapılmasına sebeb olacak birçok verinin olmadığını söyleyemeyiz. Ayrıca, global ekonomi-politik gelişmelerin kendini dıştaladığını bilmekte. Bu nedenle, varlığını az da olsa devam ettirmeyi, pragmatik ilkelere sıkı sıkıya bağlanmakta bulmakta. 'Ayakta kalma' düşüncesi yok olma korkusunu, dolayısıyla büzülmeyi getirmekte. Yakın gelecekte, CHP'nin ulusalcı kanadı, diğer bazı kesimlerle de bütünleşerek bir kadro hareketine dönüşme gayreti içindedir. Yani günümüz koşullarına uyarlanmış yeni bir İttihat veTerakki oluşturulma çabaları da diyebiliriz. Türkiye'nin bugünkü ekonomik ve sosyal yapısında, kadro hareketinin, üstelik ırkçı temellere dayanan bir kadro hareketinin alternatif bir güç olacak biçimde taban bulması olanaksız. Orta sınıf kategorisi içinde yer alanların son on yıl içinde 30-35 milyonla ifade edildiği bir toplumsal yapıda, kadro hareketi sonuç alamaz. Orta sınıfın yaygınlaştığı, refahın göreceli de olsa yükselişe geçtiği bir süreçte, zaman zaman ortaya çıkacak aksaklıklara karşı orta sınıfların 'tavır alma' seçeneklerinden biri, ırkçı temelde örgütlenmiş ulusalcı kadro hareketine destek olamaz. Bunun bir çok nedeni vardır. Türkiye'de genelde orta sınıfın sistemle olan ilişkisi ve yaşanan süreçte alt orta sınıfla üst orta sınıf arasındaki kayganlığın ağır basan yönü irdelendiğinde,  ırkçı ulusalcıların nasıl havada kaldıkları görülecektir.   

    Klasik Kemalist taban kendi içinde ayrışmıştır. Bu ayrışma CHP'yi daraltan bir başka etkendir. Bugün İstanbul ve Ankara gibi metropollerde Adalet ve Kalkınma Partisi belediye başkanlıklarınının ezici çoğunluğunu kazanıyorsa, bunda, Kemalist tabanın ayrışması büyük rol oynamaktadır. Yani geçmişte CHP'ye oy veren seçmen, çıkarı sözkonusu olduğunda AKP'ye oy verebilmekte. Ulusalcı kanadı kadro hareketine dönüştüren en önemli bir etmen de budur.

    Ulusalcı kanadı köşeye sıkıştıran bir başka neden de, hükümetin PKK'ye silah bıraktırmak için harekete geçmiş olmasıdır.Oysa bu durum ırkçı ulusalcı takımın hiç işine gelmemekte. Silahların ateşlendiği, savaş uçaklarının Hakkari dağlarını bombaladığı sürece vesayetci siyasetten kurtuluş olamayacağının bilincindedirler. Vesayet rejimi onları bürokraside ve diğer alanlarda pastanın bölüşümünde pay almalarını sağlamakta. En önemlisi de, silahlı PKK'nin varlığı, Musul ve Kerkük emellerinin canlı tutulmasına olanak vermekte. Yani PKK'nin silah bırakma koşullarında, Kürdistan Federe Bölgesi'ni sürekli tehdit etme olanaklarının kalmayacağını bilmekteler. Onların önceliği iktidar olmadan ziyade, kim olursa olsun, Ankara'da iktidar olacak her gücün genelde Kürd'e, özellikle de G.Kürdistan'a karşı düşmanca tavır içinde olması önemlidir. Otuz yıldır sürdürülen kirli çatışmanın, geçmişte olduğu gibi bugün de, 'devlet

Page 34: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

politikası' olarak sürdürülmesini istemekteler.Meclis kürsüsünden saldırı tehditleri bu nedenle yapılmıştır. Silahların bırakılmaması için her çareye başvuracaklardır.

İMRALI SÜRECİNİN BAŞARI SANSI VARMIDIR?

    Süreç, daha doğrusu başlatılan silahsızlandırma girişimlerinin başarıyla sonuçlanması elbette herkesin dileğidir. Süreci engelleyici faktörler arasında sadece ırkçı ulusalcılar bulunmamaktadır. Yıllardan bu yana, özellikle Kandil-Şırnak-Beytüşşebab'tan başlayıp Diyarbakır'a ve Ankara'dan geçerek İstanbul baronlarına uzanan gayet 'verimli' bir pazar alanı oluşmuştur. Bu pazar ilişkilerinin bir de yurtdışı boyutu vardır. Siyasal çıkarları bir tarafa bırakırsak, salt bu pazar ilişkileri bile bir çok kesimin birbiriyle çatışmasına yeterlidir. Bu hat üzerinden nemalanan her kesim de silahların susmaması için elinden gelen gayreti gösterecektir. Kandan nemalanan bu çıkar gruplarının geliştirecekleri her türlü provakasyonlara karşı dik durmada ısrarcı olunursa, sonuca ulaşılır.   

    Kandil-BDP hattında aşırı bir korku ve panikleme var. Bunu anlamak zor. Silahları susturmamanın ince ayarlarını bulma gayreti içindeler. İmralıya 'sen gideceksin, olmaz, ben gideceğim' çekişmesi, başvurulan 'ince ayar' girişimlerine verilecek net bir örnektir. Şimdi bu çekişme içinde olanlar, tüm iradelerini kayıtsız şartsız İmralıya devrettiklerini beyan etmişlerdi. Görüşme trafiği içinde yer alma yarışına girişmiş olanların bir iradeleri olduğuna da inanmıyorum. Sergilenen tavır sadece ve sadece yaranma yarışından başka bir şey değil. Açıkçası, pastadan pay alma yarışıdır. Çıkartıldıkları çardaktan aşağı inmeme çabası içindeler.

    Daha fazla kanın dökülmemesi isteniyorsa, sağa sola zigzaglar çizmeyen duruş sergilemek gerekir. Silahların bırakılması için samimi çaba göstermek, herkesin hayrınadır. Bugün oluşan olumlu atmosferde, silahları bırakma şansı her zamankinden daha yüksektir.

Baki Karer30.01.2013                                         

  MİT-ÖCALAN GÖRÜŞMESİ VE SAKİNE CANSIZ SUİKASTİ

    Mit, Derin Devlet, Gladyo isimleri her zaman Öcalan'la birlikte veya yanyana anılır olmuştur. Ya da Mit, Derin Devlet, Özel Savaş, Gladyo denildiğinde akla ilk gelen isim, Öcalan olmuştur. Yani Öcalan, devletin istihbarat kurum ve kuruluşlarıyla özdeşmiş bir isimdir. Neredeyse devletin istihbarat örgütlerini tanımlayan bir sıfat haline gelmiştir. Ama ne olursa olsun, Öcalan'ın nasıl tanımlanması gerekir diye bir soru yöneltiğinde, verilecek yanıt üzerine uzun uzadıya düşünüleceğini sanmıyorum. Öcalan; kan, gözyaşı ve terörden başka bir şey değildir. Daha farklı bir açıdan tanımlamada bulunanlar, kanıtlarını da beraberrinde sunmak zorundadırlar.

    Birdenbire tüm medya Mit-Öcalan görüşmesine kilitlendi. Bu durumu anlamak çok zor. Böylesi bir kilitlenme, odaklanma niye oldu pek anlaşılır bulmuyorum doğrusu. İlginç bir yan görmediğim gibi, ilk olan bir şey de değil. Kırk yıllık iki ahbabın her zamanki buluşması... Görüşme, bugünkü hükümetin özellikleri ve devlet kurumlarından bazılarının yeniden yapılanmasına bağlı olarak ele alınmış olunsaydı daha gerçekçi olurdu sanıyorum. Ama yine de, gençlerin, çocukların yaşamlarını kaybetmesini engelleyecek her adımı desteklemek gerekir. Yani geçmişte karanlık güçlerin, uzun vadeli hedefler için Kürt halkına karşı öne sürdüğü Öcalan alternatifi, bugün devlet politikası olmaktan çıkarılmaya çalışılmaktadır.

    Yaşanan süreç, Gladyo'nun Kürt ayağına darbe vurma biçimlerinden biridir. Doksanlı yılların başlarından itibaren Avrupa'nın birçok ülkesinde, Gladyo oluşumlarının nasıl yok edildiklerine şahit olduk. İtalya ve İspanya örnekleri en sancılı olanlarıydı. Özellikle bu iki ülkede çok ciddi altüst oluşlar yaşanmıştı. Fransa ve Belçika daha farklı bir yol izlemişlerdi. Ben Şu anda Hükümetin daha çok Belçika örneğinden hareketle Kürt Gladyo'suna karşı bir yönelim içinde olduğu kanısındayım. Ama nereye kadar gidebileceğini, ne oranda olumlu sonuçlara ulaşabileceğini şimdilik kestirme zor. Önemli olan duruşta kararlılıktır. Bu kararlılığın

Page 35: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

olmadığını da kimse iddia edemez. Kendini 'ulusalcı' olarak tanımlayan güçlerin Kürt ayağını oluşturan Kandil ve BDP takımı, bir anlamda gafil avlandılar.

    Bu gafil avlanmaya neden olan siyasal gelişmeler üzerinde durmak gerekir. Ergenekoncu takım, strateji ve taktiklerini Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarını yıkmaya yönelik geliştirdiler. Bu nedenle iç ve dış ittifakçı güçlerini hep bu yönde oluşturdular. Darbeci kanadın iç ittifakkını belirleyen esas etmenlerden biri, faşist 12 Eylül darbecilerinin anayasasıdır. Faşist güçlerin hazırladığı anayasaya karşı alınacak tavır ölçü haline getirilmiştir; mevcut anayasayı savunma 'ulusalcılık' olarak kabul edilirken, karşı çıkma 'hainlik'le nitelendirilmekte.Bu hareket tarzının Türkiye koşullarında karşılığı nasyonalizmdir. Yani Türkiye'de savunulan ulusalcılık giderek nasyonalizme dönüşmüştür. Kandil ve BDP'yi bu çerçevenin dışında düşünmek tam anlamıyla bir yanılgıdır. Açlık grevlerinde izlenen yöntemler ve yaşları çoğunlukla 18 yaş altı olan yüzlerce çocuğun Kazan Deresi'nde ölüme gönderilmeleri en açık kanıtlardır. İzmir, Bursa, İstanbul vb. şehirlere göçetmek zorunda kalmış Kürtlere karşı takınılan ırkçı tavırlar ve geliştirilen söylemler, Hatay'da atılan sloganlar, ulusalcılığın nasyonalizme dönüştüğünü göstermeye yeter.

    Dış ittifaklar da bu doğrultuda şekillendirilmiştir. Ortadoğu'da mezhep ayrımını temel alan bir şeridin üzerinde hareket etmediklerini kimse iddia edemez. 'Ulusalcı' olduğunu iddia eden takım, Kandil ve BDP ayağıyla birlikte, başta İran olmak üzere, Bağdat'ta Maliki iktidarı ve Suriye'de Beşşar Esad'ın temsil ettiği Baas rejimini temel ittifakçı güçler olarak görmüştür. PKK bunlarla da yetinmeyerek, 'TSK içinde gidişattan rahatsız güçleri'de ittifaka dahil etmiştir. Kıralcıdan daha kıralcı olmak, herhalde böyle bir şey olsa gerek. 'Ulusalcı' cephe, kandil ve BDP'yi çok akıllıca kullanarak, Ortadoğu'da ortaya çıkan siyasal istikrarsızlığı ülke içinde iktidar kavgasına eklemlemek istedi, ama olmadı. Yani beklentilerini bulamadılar. Kaybedecekleri daha baştan belliydi; Suriye'de Esad iktidarı kendini bile koruyamaz hale geldi, yıkılması an meselesi. Bağdat'ta Maliki hükümeti ise iktidar olma kavgası vermekte ve hatta, dayandığı Şii nüfusu içinden yükselen muhalefetle başetmeye çalışmakta. İran ve ABD'den gelen baskılar karşısında denge tutturamamakta. İran ise, Bölge'de yalnız kalmamak için neredeyse günlük değişen politikalar karşısında dengede kalmanın gayreti içinde. Nereden bakılırsa bakılsın, Ortadoğu'da kaybeden güçlerin yanında tavır aldılar. Dolayısıyla bu cephe, kaybetmeye mahkumdu. Nitekim, gelinen noktada kaybettiler. Tam köşeye sıkıştıkları noktada, hükümet atağa geçti. Artık anlaşmak zorundalar. İstanbul ve Ankara'da çeşitli bahaneler üreterek başlatacakları birkaç protestoya, Şırnakta patlatılacak birkaç mermiyle verilecek destek, artık onları kurtaramaz.  

 PKK SİLAH BIRAKMALIDIR     PKK kayıtsız şartsız silah bırakmalıdır. Türkiyede burjuva gücleri arasında iktidar

savaşımının bir aracı olmaktan çıkmak zorundadır. Bugün yapılan çoğu tartışmalarda Kandil-BDP, Kürdlerin temsilcisiymiş gibi lanse edilmekte. Bu, bilerek ve inatla sürdürülen bir politikadır. Kürdleri gerçekten temsil edecek, demokrasi ve özgürlüklerin gelişmesini sağlıyacak güçlerin önplana çıkmasını istemeyenlerin başvurduğu bir yöntemdir. Bu politikayı temel alanlar, aynı zamanda, PKK'nin Batı'daki ittifakcı güçleridir. Bu güçler, halen 'Balkan pisikoloji'sinden,Osmanlı'nın dağılma sürecinde yaşadığı 'yokolma'sendromundan kurtulamayanlardır. Kürd halkına karşı kin ve nefret duyarak kendilerini tatmin etmektedirler. değişen dünya koşullarını algılamaktan ve ona uygun yönelimler içine girmekten korkuyorlar. Oysa çok iyi biliyorlar ki, PKK'nin Kürd ve Kürdistan'la bir ilişkisi yoktur. Malum bu kesimler, 'Arap, bizi arkandan vurandır' diyerek, B.Avrupa ve ABD'nin izinden milim şaşmamış olanlardır. Bugünkü 'anti Amerikancılık'ları tam bir sahteliktir. Geçmişte olduğu gibi darbecilik oyunlarına destek bulsalar, Amerikadan daha iyisi yoktur.

    Tüm bu gerçekler kavranıldığı içindir ki gerek Kürd, gerekse de Türk halkı, körü körüne akan kanın durması için her türlü desteği vermekte. Ortamın bu derece olumlaşmasında hükümetin oynadığı rol, görülmemezlikten gelinemez. Bu aynı zamanda, bir cesaret işidir. PKK'nin silah bırakma sürecini, Kürd halkının haklarıyla ilişkilendirme abesle iştigaldir. Yıllardır sürdürülen egemen güçler arası bu danışıklı döğüş bitmeli ki, Kürd halkının en doğal demokratik hakları gündemleşsin. Evine bakkaldan yiyecek alan bir polisin kafasına kurşun

Page 36: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

sıkmakla, 20 yaşındaki askerin ölümü karşısında sevinçten dans etmekle ve de daha 18'ini bile doldurmamış binlerce Kürd çocuğunu göz göre göre dağlara ölüme göndermekle hiç bir sorun halledilemez. Günümüzde oluşan bu olumlu atmosferi tersine çevirecek güç Kandil-BDP olursa, bunun sorumluluğu altında boğulmaya mahkumdurlar. Önümüzdeki süreçte sağa sola tehdit savuranlara, 'bu böyle olmazsa süreç kesilir' diyenlere dikkat etmek gerekir. Bunlar, derinin çukurunda olanlardır. Demokrasinin her alanda yaygınlaştırılacağı, özgürlüklerin kazanılacağı tarihin en elverişli evresinde bulunmaktayız. Böylesine elverişli koşulların, bir avuç azınlığın ihtirasları uğruna yokedilmesi karşısında dik durmalıyız. Havadan yaşamayı kendine prensip edinmiş olanlar pusuya yatmış, bu olumlu atmosferi bir an evvel yoketme çabası içinde; 8 Ocak'ta Çukurca'da karakol baskını niçin yapıldı, bu sorgulanmalı. Bir olayın önemli olup olmadığı salt matematiksel hesaplarla yapılamaz. Önümüzdeki günlerde bu ve benzeri ortaya çıkacak çatışmaların, süreci teslim almasına müsaade edilmemeli. Sürece 'ket vuracak olay' olarak değerlendirilen bir başka gelişme, 10 Ocak günü Pariste yaşandı.

 SAKİNE CANSIZ VE İKİ ARKADAŞI NEDEN KATLEDİLDİ?     Türkiye'de görsel ve yazılı basının hali sorgulanmalı. Bir olay olduğunda herkes bir masa

kuruyor ve en olmadık tartışmalar yapıyor. Bunların ezici bir çoğunluğunu kahvesini yarım bırakıp tartışmaya koşanlar oluşturuyor. Bazıları da, 'geri kalmayayım' düşüncesiyle bir şeyler karalıyor. Sakine'yi 'para kasası', Oslo görüşmelerinde aracı', 'Uluslararası ilişkileri yürüten kişi' ve benzeri daha bir çok görevler yükleyenler çıktı. Yani örgüt içindeki konumu ve iki arkadaşıyla birlikte infaz edilmesi üzerine öyle yorumlar yapıldı ki, hayret etmemek mümkün değil. Sakine Cansız için çok fazla bir şey söylemeyi uygun görmüyorum, çünkü öldürüldü. Söyleyeceklerime yanıt verme olanağı ortadan kaldırıldı. İnfaz edilen bayanların ailelerine başsağlığı dilerim.

     Ama infaz olayına açıklıklık getirmem için bazı noktalara değinmek zorundayım. Sakine Cansız, uzun yıllardan bu yana örgüt içinde geri planda tutulan, her yönüyle etkisiz hale getirilmiş biri idi. 91-92'lerden itibaren Öcalan ve tayfasının söylemediği kalmamıştır. Bunları burada yazıya dökemem. Kafasına tabanca tutarak, çoğu zaman da ailesiyle tehdit edilerek onlarca sayfa 'itiraf' yazdırılmıştr. Bilgi sahibi olmak isteyenler, Serwebûn'un 118'ci sayısına bakması yeterlidir. Sakine Cansız'a 'dostlar pazarda görsün' misali görevler verilmiş, mümkün olduğunca pasif kalması için çaba gösterilmiştir. Açıkcası, sürekli gözaltında tutulmuştur. Ama tehlikeli işler sözkonusu olduğunda da önplana itiklenmiştir. Örneğin büyük miktarda para taşıma veya transver işleri sözkonusu olduğunda, çoğu zaman Sakine Cansız kullanılmıştır. PKK'nin topladığı paraların kaynağı zaten başlı başına tartışma konusu. Tehlikeli görev oluşu, bu noktadan kaynaklanmakta. Sakine Cansız, Fidan doğan ve Leyla Söylemez'in bir arada infaz edilerek öldürülmeleri tam bir tesadüftür. Doğrudur, esas hedef Sakine'dir, diğerleri görgü tanığı kalmasın diye öldürülmüşlerdir. Meselenin büyük ihtimalle para olduğu düşünülmektedir. Tetiği çeken veya çekenler PKK'lıdır. Binlerce insanın infazlarla katledildiği bir örgütsel yapıda, para nedeniyle işlenen bu tür cinayetler de yeni değildir. Aslında bunu Kandil-BDP de bilmekte, ama üzerinden siyasal kazanç elde edebilmek için kullanmaktalar. Sürmekte olan Öcalan-MİT görüşmelerinde doğrudan taraf olmak isteyenlerce, fırsata dönüştürme yönünde kullanmaktadır. Öcalan'ın MİT'le görüşmeler yürütüğü bir dönemde, olay yerine birikmiş kitleye devlet aleyhine slogan attırma çok komik kaçıyor.                                          

11.01.2013BAKİ KARER

 ÖCALAN VE 'GİZLİ TANIK'

     “Sayın Mumcu’nun yazmak istediği bizimle ilgili bir kitap vardı ve kitabın da ismi; Apo

Üzerine’ydi. Sanırım bu kitap çıktı. Fakat doğru çıkmadı. Yarım yamalak çıktı… O kitapla ilgili epey son on yılda yoğun faaliyetleri vardı. Bana göre, O’nun ölümüyle, bu kitap arasında bir ilişki kurulabilir. Kitapta kanımca şunu dile getirmek istiyordu; ‘Apo’yu bizim devletimizin yaklaşımları ortaya çıkardı, besletti, büyüttü.’ Şimdi bunun şöyle doğrudan ilişkisi vardır:

Page 37: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Devlet, üç yıl beni Ankara’da kendi özel yöntemleriyle besledi. Artık bu bir yetenek midir, bir yaşam yolu mudur, ne derseniz deyin. Devlet ne dediyse ben evet dedim. Böyle olacaksın dedi, ben öyle olacağım dedim.

    Formül şu; bunu rahatlıkla çekeriz. Ben de şunu söyledim; istediğiniz kadar beni çekebilirsiniz. Hem de hiç ihtiyaç duymadan, belki çok çabalayıp, geliştireceği projeleri bizzat istediği gibi kurabileceğini, benim hazır olduğumu, belki de istediğinden(Kont Gerilla, diğer ismiyle Özel Savaş kastediliyor. BN) daha fazla hazır olduğumu gösterdim. Uğur Mumcu’nun dile getirmek istediği olay bu.” (Abdullah Öcalan’ın MED-TV’de PKK’nin 19’cu kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmadan.)

****    Son dönemlerde gazete ve televizyonlarda Abdullah Öcalan'ın Ergenekon davasında gizli

tanık olarak ifade verip vermediği yoğunca tartışılmakta. Nihayet bu aşamaya gelinmiş olunması, önemli bir yol ayrımını ifade eder. Aşamadır çünkü Öcalan'ın bağlı olduğu karanlık odaklar arasında bir ayrışma yaşanmaktadır. Ergenekon davasında karar aşamasına yaklaşıldıkça, bu ayrışma daha bir kendini göstermeye başlamıştır. Kimileri demeçleriyle, kimileri de katıldıldıkları televizyon programlarında yaptıkları yorumlarla, Öcalan'ın gerçek durumunu kamufle etmeye çalışmakta. Ama nafile; ne tür çarelere başvururlarsa vursunlar, Öcalan'ı temize çıkartmaya güçleri yetmemekte. Böylesi canhıraş çabalar, Kürt halkına karşı ortak oldukları hıyaneti örtbas etme gayretinden öte bir şey değildir. Onları kahreden de budur. Öcalan, yıllardır karanlık güçlerin emrinde bir nefer olarak görev ifa ettiğini açıkça söylemekte. Yani karanlık güçlerin hazırlayıp uygulamaya koyduğu projeleri uygulamakla görevlendirildiğini yıllar öncesinden itiraf etmiştir. 

    Gladyo içinde ayrışmanın ilk işaretleri Yalçın Küçük tarafından verilmişti. Küçük'ün Yurt Gazetesi'inde yayınlanan röportajı bir dönüm noktasıdır. CHP'nin bugünkü yönetimiyle iplerin koparılacağı dillendiriliyor. Nedeni ise, CHP'nin Gladyo'nun savunulmasında kurumsal olarak yetersiz kalması gösteriliyor. Bir anlamda doğrudur. CHP, seçmen kitlesi nezdinde zor durumlara düştüğü için kaçak güreşmek zorunda kalıyor. Verdiği destek yeterli olmuyor. Bu, ister istemez, oluşturulmuş olan cephenin bir kanadının çökmesini getirmekte. Bunun içindir ki CHP, kurumsal olarak cepheden dıştalanmakla tehdit ediliyor.

    Gladyo'nun hem operasyonel kanadı içinde, hem de sivil akıl hocaları veya stratejistler takımı arasında bir ayrışma yaşanmakta. Öcala'nın daha uçaktayken sevinçten dile getirdiklerini anımsarsak, ayrışmanın hangi temelde olduğunu da kavrarız. Musul-Kerkük'cü kanatla Misak-ı Milli ile yetinilmesini savunan kanat arasında ciddi çelişkiler yaşanmakta. Ama her iki kanadın ortak olduğu tek nokta, Kürdü bitirmedir. Öcalan, Türkiye'nin bugünkü sınırlarını Musul ve Kerkük'ü, hatta Halep'i de içine alacak biçimde genişletilmesini savunanlardandır. Yani Yalçın Küçük'ün deyimiyle, 'Musul'un Barzaniden temizlenmesi'ni temel alan eğilimin yanında yer alandır.12 Eylül Faşist cuntası tarafından uzun vadeli hedefler için Kandil'e yerleştirilmesi boşuna değildir. Öcalan'ın yüzer-gezer yatta misafir edilmeye başlandığında, Misak-ı Milli ile yetinilmemesi gerektiği yönünde savunma yapması ve demeçler vermesi, hangi projenin ürünü olduğunu açığa çıkarır. Bu anlamda Öcalan'ın, Özel Savaş'ın operasyonal kanadının adamı olduğu unutulmamalıdır. Aclık grevleri ve bir dizi eylemlerle, neredeyse unutulmaya yüztutmuş Öcalan'ın yeniden önplana çıkarılmak istenmesinin bir nedeni de, Gladyo'nun operasyonel kanadının tek el altında toplanmak istenmesindendir. Yani neredeyse 25-30 sayfa tutan konuşmalarını 'kamuoyuna' aktaracak 'zeki avukatlar'a kavuşmanın gayreti yürütülmekte.

    Öcalan için 'gizli tanık' söylentilerinde gerçeklik payı var mı? Projelerini hiç çekinmeden bu derece açıktan dile getirmiş biri, neden gizlenmeye ihtiyaç duydu acaba? Ergenekon içinde bahsettiğim ikinci kanatla çelişkileri yeni başlamadı, 'her iki taraf da beni kullanıyor' veya 'çekiliyorum' yönlü demeçler vermeye başladığı günden bu yana, aralarında ciddi çelişkiler başladı. Şimdi bu çelişkiler ayrışma noktasına gelmiş bulunmaktadır. Nisan ayından bu yana geliştirilen provakasyonlara büyük umutlar bağlanmıştı. Alınan darbeler sonucu, en önemlisi de halkın sessiz ama derinden aldığı tavır, gelecek için de ümitkâr olmalarının önünü aldı. Halk, Gladyo'ya yönelik operasyonlarla birlikte, nefes alma kanallarının açıldığını fark etti. Açıkcası, cıscıbıldak meydanda kaldılar. Gelinen noktada, aralarındaki çelişkileri saklayamaz oldular.

    Özellikle Balyoz davasında verilen cezalar, Öcalan'ı ve dahil olduğu kanadı epeyce ürkütmüş

Page 38: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

durumda. Ayrıca hükümetin üzerinde sıkı denetim kurmaya başlamasından bu yana 'stratejiler' geliştiremez olmuştur. Çünkü akıl hocalarına danışmadan bağımsız hareket edememekte. Şu anda  dikte edilenleri kabullenmek zorundadır. 'Federasyon','demokratik ulus','ekolojik ulus', 'demokratik özerklik...'v.b uzayıp giden, daha doğrusu, saymakla bitmeyen 'çözüm' biçimlerini dikkate aldığımızda, akıl hocalarıyla birlikte hareket edemediği dönemde 'yeni üretim' yapmakta zorluklar içine düştüğünü görebiliriz.

        Gelinen bu günkü aşamada, ister sosyalist, ister demokrat, ister liberal olsun, Öcalan'ın ofis-boy'luktan itibaren Kürtkıranlık için yetiştirilmediğini hiç kimse iddia edemez. Evet, açıkça kabul edildiği üzere, Kürd halkını yıkıma uğratmak için geliştirilen bir dizi projelerin ugulayıcıdır. Kürt halkı, tarihinin hiç bir döneminde bu günkü kadar içten bir hainlikle bu derece kırıma uğratılmamıştır. Bugün Kandil ağalarının ve sivil görünümlü uzantılarının hedefinde Kürt halkını her yönüyle bitirme vardır. Bu nedenle, son günlerde İstanbul ve Ankara kulislerinde anlatılan 'gizli tanık' hikayeleri tartışılmalı. Birden bire, hemen hemen hiç kimsenin beklemediği bir biçimde Şemdin Sakık'ın 'gizli tanık'olarak ifade vermesinin deşifre edilmesi, bir başka tanıklığın örtbas edilmesi için olmasın? Sakık ismi etrafında büyük bir gürültü koparılarak, Öcalan'ın veya akıl hocalarından birinin tanıklığı mı örtülenmek istendi? Şemdin Sakık'ın mahkemede ne söylediği önemli değil, önemli olan perde arkasında yürütülen bir operasyunun örtülenmek istenmesidir. Yapılan operasyon bir hayra delalet midir, orasını bilmiyoruz. Silivri'de Mahkeme karar aşamasına yaklaştıkça, Gladyo içinde ayrışma, bölünme de o kadar hızlanmakta. Hangi tarafın ağır basacağını önümüzdeki süreçte göreceğiz. Yaşanan böylesi gelişmeleri, Öcalan'ın yeniden açık artırmaya çıkartılması olarak da tanımlayabiliriz.

 APOCULUĞUN KÜRTKIRANLIĞI    Kandil ve bilinen merkezlerce atanmışların dışında aklı selim düşünen hiç kimse,

Apoculuğun gördüğü işlevin Kürtkıranlık olduğunu yadsımamaktadır. Apoculuğun Kandil'e yerleştirilmesi, faşist 12 Eylül baskılarının Kürt halkı üzerinde sürekli kılınması içindir. 12 Eylülden günümüze dek Kürt halkının yaşadıklarını gözönünde bulundurma, bunun için yeterlidir.

    Son otuz yıldır bir paradikma oluşturulma çabası verilmekte. Oluşturulmak istenen paradikma, 'ölü seviciliği'dir. Bir başka biçimde ifade edecek olursak, 'kefen seviciliği'dir. Apoculuğun ölen herkesi 'kahraman', 'yüce' v.b. tanımlamalarla göklere çıkarması boşuna değildir. Apocu mantığa göre yaşayan hiçbir insanın değeri yoktur. Hatta canlı hiç bir varlığın değeri yoktur. Hemen hemen tüm kitap ve makaleleri, 'şehit olmuş büyük kahraman...' diye başlarlar, 'yaşayan hainler...' diye son bulur. Oysa bahsettikleri her yüceliğin, ya da ölü methiyelerinin altında bir cücelik, bir korku vardır. Aynı pradikmayı Türkçülük akımında da görebiliriz. Büstleştirilmiş Kemalist anlayış da irdelendiğinde varılacak sonuç aynıdır. Yani Apoculuk, Kemalist madalyonun diğer yüzüdür. Kurulan ittifaklar, dayanışmalar, hatta 'heykel dikeceğiz' çığrışları boşuna değildir. Daha gerilere gidecek olursak; Apoculuk, 'hürriyet için dağa çıkan Enver' le 'bize dokunan yanar', ya da 'bitireni bitirirler' ittifakıdır. Ne ithal malı,ne de çekirdekten yetişme 'Enver'ler' de şimdilik bir sıkıntı olmadığını söyleyebiliriz.

    Yirmi, yirmibeş yıl öncesine gitmeye gerek yok. Bu yılın Yaz ve Sonbahar aylarında PKK'nın eylem biçimlerine bakıldığında, Öcalan aracılığıyla uygulamaya koyulan projelerde halen ısrarlı olunduğu görülecektir. Eyelemler bir yönüyle de PKK-BDP dışındaki Kürt örgütlenmelerine bir meydan okumaydı; 'alan bana ait, başka hiç kimse bu alana giremez' düşüncesini pekiştirmeye yönelikti. Bu nedenle iş makinaları yakıldı, parçalandı, Anaokullarına bombalar atıldı, bir yaşındaki çocuklar bile katledildi. Toplumda korku, panik estirilerek, farklı siyasal güçlerin örgütlenmeleri engellenmek istendi. Esnafa zorla kepenk kapattırma, yine esnaftan haraç toplama, hakim oldukları belediyelerde esnafa kesilen para cezaları v.b uygulamalarla toplumda farklı düşüncelerin önü alınmak istendi. Tüm bunlara parelel olarak, farklı düşünce ve örgütlenmelerin önderleri ve aydınlar ölümle tehdit edildi. Şimdi, 'bize dokunan yanar' söylemiyle ne istendiği daha iyi anlaşılıyor. Bombalanan çocuklar ve hamile kadınlar, yine kurşuna dizilen kadınlardan hareketle ne kadar acımasız olabileceklerini vurguluyorlar. Ama unutmayalaım ki, halka yöneltilmiş her şiddetin, kanlı gösterinin arka planında bir korkaklık ve de  küçülmüş beyinler vardır.

Page 39: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

    Bugün Kandil-BDP, Kürt halkının nefes borularını kapatmakta, halkın çıkarlarını dile getireceği her kanalı kapayan tıpa görevi görmektedir. Hizaya dizilmiş tek tip toplum yaratma çabası yürütenlerin kimler olduğunu tekrar tartışmanın bir anlamı yoktur. Er veya geç bu badireler atlatılacak ve Kürt halkı, oluşturduğu kendi gündemi doğrultusunda en akılcı çözümlerini bulacaktır.

02.12.2012BAKİ KARERKARANLIK DEHLİZLERDE YAZILMIŞ BİR OYUN DAHA SONA ERDİ           “(...)Burada bulunan topluluk içinde hiç kimsenin üzerinde istediği gibi tasarufta

bulunabileceği kendine has ne bir canı vardır, ne de kendine özgü bir niyeti olabilir. (..)hiç bir militan kendi varlığı üzerinde bir mülkiyet hakkına sahip değildir. Hiç bir militan 'bu can benim canımdır' diyebilecek durumda olamaz, olmamalıdır.Böyle bir tutumda ısrar eden kişide mülkiyet duyguları gelişiyor demektir.” (Serxwebûn sayı, 65, s.13)

 ***    Son 8-9 aydır tarihin en çirkef oyunları sergilenmekte. Bir süre daha bu çirkef oyunların

sergilenmesine şahit olacağız. Gelişmelerin seyri onu gösteriyor. Tema, sahne dekorları ve oyuncular yine aynı olacak. Bıkmadan usanmadan, daha doğrusu zorla, çapulçulukla daha fazla gelir elde etmenin gayretini bir süre daha sürdürecekler. Oyun, her zaman aşina olduğumuz oyun, oyuncular da, hep tanıdık oyuncular olacak. Dekoru ise hiç tartışmaya gerek yok; kan ve cesetten ibaret olmayan bir dekor zaten kabul görmemekte. Bu nedenle gösterime sunulacak yeni sahne oyunları üzerinde durmaya pek gerek yok. Çünkü geçmişte oynanaların tekrarı olacaktır.

    Ama  henüz biten sahneyi biraz irdelemekte yarar var. Biten sahne, yani açlık grevleri. Açlık grevleri neden, ne uğruna başlatıldı, niçin sona erdirildi, bilen var mı? Şimdi belki de onlarca, yüzlerce insan şu veya bu oranda sakat kalacak. Sakat kalacak bu insanlara, bu insanların ailelerine, eş ve dostlarına gelecekte kim, ne yanıt verecek? Bir hiç uğruna bunca Kürt gencinin geleceğini ipotek altına alan kimlerdir? Meclisten gelecek maaşlar için ruhunu karanlığa satanları, Kürt halkı iyi tanımalıdır. Sadece tanımakla kalmamalı, hesab sormalıdır. Ölüme yatmış olan gençler hastalıkla boğuşurken, bu baylar, Mecliste yumuşak koltuklarına gömülerek, otomobillerinde seyehat ederek, dublex dairelerinde şaraplarını yudumlayarak bir sonraki ayın kazançı üzerine kafa yoracaklar.

   Bunca insanı ölüme yatırmanın, yine binlerce insanın bile bile dağlarda ölüme sürülmesinin tek nedeni, İstanbul'da bir avuç elitin rahatlığı içindir. Kürt halkının iç dinamikleri parçalanmakta, dili, tarihi, kültürü iç hainler aracılığıyla bitirilmeye çalışılmakta. Bir halk, iki Küçük'le bir general akrabasının başrol oynadığı karanlık güçlerce yok edilmeye çalışılıyor. Kürt halkını yoketmeye yönelik projeler 'Kürdüm' diyenlere uygulatılmaktadır. Ne tesadüftür ki, geçmişte de Hamidiye Alayları'nın kurulmasına üç kişi öncülük yapmıştı.

    Aclık grevleri daha başından itibaren bir Gladyo operasyonudur. Öcalan, uzun süreden bu yana kendini büyüten güçlerle birlikte projeler geliştirmekten alıkonulmuştu. Daha doğrusu, Gladyo'cu efendileriyle ortak hareket etmekten men edilmişti. Bu durum ister istemez Kandil-BDP tabanında giderek etkisinin azalmasını getirmişti. Aclık grevleriyle birlikte Öcalan, tekrar sahneye çıkarılmak istenmiştir. Yani Kürt halkına zoraki 'önder' empoze edilmektedir. Bu politika, Gladyo politikasıdır. İç politikada ortaya çıkan gelişmeler de dikkate alınarak, Ortadoğu'nun bugünkü konjektöründe, Öcalan vasıtasıyla Kandil-BDP yan cepte tutulmak istenmekte. Kandil ve BDP'nin olmadığı bir siyasal ortamda ortaya çıkabilecek yeni dengelerin hiçte çıkarlarına hizmet etmeyeceği bilinmekte. Bir de bu nedenledir ki, ölüm orucları bir operasyondu. Büstçü Kemalislerle içiçe geçmiş Kandil-BDP,yani son tahlilde bir erkgenekon operasyonudur.

     Hükümetin, Ergenekon operasyonlarını, Fırat'ın ötesine taşıma niyeti olmadığı bilinmekte. Yalçın Küçük'ün birdenbire 'iç savaş' çağrısı yapması boşuna değildi. Kürt, Kürdistan denildiğinde, içlerindeki tüm kinlerini kusan malum bu büstçü Kemalistler, neden bu kadar aclık gerevlerinin savunuculuğunu yaptı acaba? 'Tüm hapishaneleri Tahrir'e çevirdik' diye övünç duymaları nedendir? Tahrir'de bir kaç saatin içinde 30 yıllık bir diktatörlüğün yıkıldığı biliniyor. Bu söylem halkla dalga geçmektir. Bu tavır bir halkı aşağılamadır. Kürt halkı bu aşağılanmayı

Page 40: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

kabul edemez, etmeyecektir de. Kürt halkı, bölüşümcü olmayan Kemalist siyasetin kurbanı olmayacaktır.    

    'Ölüm orucu' eylemiyle varılmak istenen bir başka hedef daha vardır. Bilindiği üzere Ortadoğu tarihinin en sancılı dönemini yaşamakta. Bölgesel çatışmaların göbeğinde yer alan ülkelerden biri de, Irak'tır. Irak'ta meshepsel ve etnik çatışmaların boy gösterme olsalığı yüksektir. Gladyo, Öcalan'ı meşrulaştırma temelinde Kandil ve BDP'yi kontrol altında tutmaya, günümüz koşullarında daha fazla ihtiyaç duymakta. Böylece Federal Kürt Yönetimi üzerinde provakasyonlar geliştirmeyi, Batı Kürdistan'da Esad iktidarıyla işbirliği içinde denetim kurmayı amaçlamaktadırlar. Aslında geçmişte, yani 90'lı yıllarda KDP'ye kaşı oynanan oyunların bir benzeri de bu gün Kamışlı ve civarında oynanmaktadır. Kandil yönetiminin dayandığı karanlık güçler, bu bölgelerde geliştirecekleri provakasyonlardan alacakları güçle, içte yürüttükleri iktidar kavgalarında ileri mevziler kazanacaklarını düşünmekteler.

    Ölüm orucu çok ciddi bir eylemdir. Hiç bir zaman rastgele başvurulacak bir eylem biçimi olamaz. Kaldı ki, içinde bulunduğumuz koşullarda, merkezine insanı koymayan, insan yaşamını önemsemeyen her eylem biçimi, her şeyden önce insani değildir. Bunun bilinmiyor olması mümkün değil. Ayrıca böylesi ciddi eylemlere başvurmak için ülke içi dengelerin ve uluslararası konjektörün elverişlilik düzeylerinin hesaplanması gerekir. Yine ileri sürülecek taleplerin halkta ne oranda yankı bulacağı gözardı edilemez. Eğer tüm bunlar hesaba katılmaksızın körü körüne ölüm orucuna başvuruluyorsa, ortada apaçık bir art niyet vardır. Kandil ve BDP yönetiminin 'Öcalan'a özgürlük' talebini ileri sürerek Kürt gençlerini ölüme yatırması, aslında gençleri kovboy olarak kullanmasından başka bir şey değildir. Perde arkası gerçekler oynanan böylesi senaryolarla örtbas edilemez.

    Ama ne yapmak isterlerse istesinler, hedeflerine ulaşamayacakları gün gibi aşikârdır. 19.11.2012BAKİ KARER

KADIN CİNAYETLERİ

 

11 Şubat günü Özgecan Aslan, Mersin’de vahşice işlenmiş bir cinayete kurban gitti. Cinayet, toplumun tüm kesimlerinde çok ciddi infiale yol açtı. Gösterilen tepkinin bu derece yaygın olmasının bir nedeni de, toplu taşıma aracında cinayetin işlenmiş olmasıdır.

Gün geçmiyor ki kadın cinayetinden bahsedilmesin. Erkek cinayetine kurban gitmiş bir kadının cenazesi daha kaldırılmadan, bir başka kadın cinayeti haberi ortalığı sarsıyor. Sonuna kadar bir direnç ve inatlaşma var. Bu erkeklerin direnişi ve inatlaşmasıdır. Neden? Elbette bir çok neden sayabiliriz. ‘Mahallenin namus bekçiliği’nden alaşağı edilişine karşı direnme olarakta görebiliriz. Kadının pazar ilişkileri içinde kendi ayakları üzerinde durmasına, yani ekonomik özgürlüğe ulaşmasına karşı dikilme olarakta algılıyabiliriz. Sonuçta kadının özgürleşmesini hazmedememe vardır. Hele hele kültürel faktörler, tartışmanın bir başka boyutudur. Arka arkaya bunca cinayetin işlenmesinin altında yatan nedenler elbette çok çeşitlidir.

Kadınlara yönelik cinayetler, sadece bize özgü bir durum değildir. Dünyanın gelişmiş, gelişmemiş hemen her ülkesinde kadın cinayetleri işlenmekte. Ama bizde bu derece sıklıkla ve çok vahşice cinayetlerin işlenmesinin bir çok açıdan farklılıklar içerdiğini de kabul etmeliyiz. Günümüzde kadınlara karşı içlenen cinayetlerin bu derece yaygın oluşunda, yaşamın hemen her alanında şidetin ve şiddet dilinin yaygın olmasının büyük rolü var. Bizde medyanın önemli bir kısmı, şiddeti olağanlaştırmada çekince duymamaktadır. Kültürle, teknoloji ve bilimle bu kadar iç içe olan bir alanın, şiddeti toplumda yaygınlaştırıcı bir araç olarak kullanılması gerçekten şaşırtıcı. Halen bir çok gazetenin 2-3 çü sayfaları, ‘Namusunu temizledi’ başlığı altında  kadın cinateylerini haberleştirmesi, toplumda şiddeti içseltirme çabalarıdır.

Page 41: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Şiddet, toplumsal şekillenmemizde her zaman önemli bir rol oynamıştır; işverenin işçiye, komutanın askere, öğretmenin öğrenciye,ustanın çırağa, anne ve babanın çocuğa uyguladığı şiddet… Bunlardan henüz kurtulmuş değiliz.

Bir başka temel nedene, daha doğrusu, halen kapanmamış bir yaraya daha değinmekte yarar var; özellikle  80’li yıllarda başlayan ve 90 yıllarda yoğunlaşan köyden kente kontrolsüz göç olayı, günümüzde yaşanan olumsuzluklarda önemli rol oynamaya devem etmekte. 90’lı yıllarda metropollerin kenarlarında oluşmaya başlayan gettolar artık getto olmaktan çıkmaya başlamıştır. Geçmişin gettoları, kimlik çelişkisinden kurtulup kimlik edinmeye doğru yol almaya başlamıştır. Bu yerleşim yerleri son on, onbeş yılda modern kentler haline gelmiştir. Süreç içinde metrepollerin merkezleriyle farklılıkları aza indirgenmeye başlanmıştır. Geçmişin gettolarında yükselen modern kentler, semtler metropollerin merkezleriyle önemli oranda bütünleşmeye başlamıştır. 15-20 yıl önce ‘kenar mahalle ahalisi’ olarak küçümsenenler, şimdilerde merkezlerde ticaret yapan ‘zenginler’ haline gelmişlerdir. Ama geçmişin metropol sakinlerince yine de kıskançlıkla işaret edilmekten kutulduklarını söyleyemeyiz. Boynunda muska, elinde tesbih göç eden neslin yerini daha eğitimli, lüks dairelerde yaşayan, lüks arabalar kullanan, modern toplum olmanın nimetlerinden yararlanan yeni bir nesil almaya başlamıştır. Yeni neslin bir önceki nesile rağmen eğitimli ve modern yaşama olan düşkünlüğne karşın, eski neslin taşıdığı kültürel değerlerden henüz tümüyle kutulmuş değildir. İşte sorun da daha çok bu noktada başlamakta. Sorunu biraz daha geniş bir çerçevede ele alırsak, modern toplumsal yapının şekillenmesinde rol oynayan pazar ilişkilerinde geç kalmışlığın verdiği sorunlar yaşanmaktadır. Bir de bunlara, küreselleşmenin getirdiği gereksiz tüketim alışkanlığının kazandırdığı davranış bozuklukları da eklemek gerekir

Ekonomik ve sosoyal gelişmeler, ‘Ev Kadını’ kimliğini yok etmekte. ‘Ev kadınlığı’ yok olduğu oranda ‘Namus bekçiliği’de yok olma tehlikesiyle karşı karşıya gelmekte. Sonuçta modern yaşamın tüm nimetlerinden yaralanmayı kendisi için normal gören erkek, kadının sosyal yaşamın her alanında söz sahibi olmasına karşı ayak diretmekte. Kadının toplumda statü sahibi olmasına karşı direnç göstermekte. Kadına yönelik cinayetlerin artan bir grafik izlemesi, özünde kadının özgürleşmesine karşı duyulan tepkiden kaynaklanmakta. Yani kadının cinselliği yok edilmek istenmekte. Kadının cinselliği erkeğin çizdiği fasit bir daireye hapis edilmeye çalışılmakta.

Bu arada İslam adına söylemde bulunan bazı kesimlerin sapıkca söylemleri, kadına karşı şiddeti teşvik etmekte. ‘Hamile kadın sokağa çıkmamalı’, ‘Yedi yaşındaki kızla evlilik yapılır’, ‘Annenin eteği dizden yukarı olursa tahrik edicidir’ yönlü söylemler, kadını yok saymayı hedeflemektedir. Bunların amaçları, kadını sindirmedir, hiçleştirmedir.

İşkencecilerin, tecavüzcülerin, kadına karşı şiddet uygulayanların ortak özelliği; kendine güvensizlik, kişiliksizlik ve şiddeti çözüm aracı olarak görmedir. Özgecan Aslan’ı ve daha bir çok kadını katledenler, böylesine düşkün, insanlıktan zerre kadar nasibi almamış olanlardır.

Baki Karer

2015-02-22

  ORTADOĞU YOL AYRIMINDA 

  

Bölgede cetvelle çizilen sınırlar kalkmak üzere. Birinci dünya savaşı döneminin kudretli gücü Büyük Briritanya'nın, uzun vadeli hesaplar doğrultusunda Ortadoğu'da çizdiği sınırlar, günümüzde yaşanan sorunların esas kaynağını oluşturmakta. Bugünkü sınırlar çizilirken, temel alınan esas unsur, petrol kaynaklarıydı.Ortadoğu halklarının iradeleri dışında çizilen sınırlar, bugün, Bölge halkları tarafından kabul

Page 42: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

görmediğini biliyoruz. Ama bu noktada şu soru da akla gelmiyor değil; Bölge halkları özgür iradelerini gerçekten ne kadar kullanma olanağına sahipler? Irak'ta ve Suriye'de yaşananları dikkate alırsak, bu soruya doğru bir yanıt verebiliriz. Ya da soruyu daha farklı da sorabiliriz, halkların özgür iradelerini kullanmalarına yerel egemenler ve işbirliği içinde oldukları emperyalist güçler ne oranda seyirci kalacaklardır? Suriye'de uluslararası güçlerin müdahalesini bir tarfa bırakırsak, başlıbaşına Irak'ta ortaya çıkan IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) faktörü bu soruya yanıtı yeterince vermektedir. IŞİD'in ortaya çıkış koşulları ve bugün Ortadoğu'da sınırları değiştirmede aracı olarak kullanılması, başlıbaşına tartışma konusu.Ortadoğu'da kısa süre içinde bir çözüm beklenilmemeli. Amerika Birleşik Devletleri Irak'a askeri müdahalede bulunurken, uzun süreli karmaşa ortamının egemen olacağını biliyordu. Çıkarları, yarattığı belirsizliklerde gizlidir. Birçokları ABD'nin Irak'ta başarısız olduğunu, geri çekilmek zorunda kaldığını iddia etti. Aslında durum tam tersidir; Irak'a müdahale ile uzun vadeli çıkarlarını daha bir garantiye almıştır. ABD ve diğer emperyalist güçler için, Ortadoğu'da süreklileştirilecek mezhep ve azınlık çatışmaları hiçte sorun değildir. Bu çatışmalardan güç kaybına uğrayan ya da uğrayacak olan onlar değil, bölge halklarıdır.Kanlı ve Uzun Süreli Mezhep Çatışmalarının Kapıları Aralanıyor.Ortadoğu'da her dönemde de kaygan, hatta günlük diyebileceğimiz değişken ilişkiler ağı mevcut olmuştur. Güçler dengesinin nerede, ne zaman ve nasıl değişeceğinin hesabını yapma her zaman zor olmuştur. Arap dünyasında Baas iktidarlarının yıkılış sürecinde, bu durum kendini bir kez daha göstermiştir.Tunus'da başlayan değişim, Suriye'ye gelince çakılıp kalmıştır. Şam'ın şu veya bu düzeyde Bölge"nin Arap toplumlarında oynadığı rol, bir kez daha kendini göstermiş oldu. Özellikle Türkiye açısından bu dengeler tam anlamıyla hesaplanamamıştır. Bu hesap hatalarına bir neden de, Ortadoğu'da olup bitenlere karşı Türkiye'nin uzun yıllar kayıtsız kalmasından ziyade, Rusya alternafini dikkate almamasıdır. Ayrıca Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devleti'nin segiledikleri yaklaşımlara aşırı bel bağlanmasıdır. Türkiye'nin Suriye'de Baas diktatörlüğüne karşı tavır alışında eleştirilecek bir nokta yoktur, ama Esad iktidarını yıkmaya yönelik iç hesaplaşmaya direkt müdahil olması gerekmezdi. Ve şimdi sonuçlarıyla karşı karşıyadır. Suriye'de Baas diktatörlüğüne karşı mücadele mezhep kavgasına dönüşmüş durumda, buradan hareketle, Suriye, mezhep temelinde bölünme tehlikesiyle karşı karşıya. Buradaki mezhepsel bölünme giderek Irak'ı da olumsuz etkilemeye başlamıştır. Suriye'deki iç savaştan güç alan bir takım radikal İslamcı odaklar, Irak'ı da mezhepsel temelde bölmeye çalışmakta. Böylesine kanlı bir sürecin sadece Irak ve Suriye ile sınırlı kalacağı sanılmamalı; bu çatışmalar, giderek Lübnan, Ürdün ve Körfez ülkelerine de yayılmayacağını kimse garanti edemez. Irak'ta sürdürülen mezhepler arası savaş bölünme ile sonuçlanırsa, Ortadoğu ülkelerinin uzun vadeli kanlı iç çatışmalara sahne olması muhtemeldir.Irak İç SavaşıIŞİD'in ortaya çıkışıyla birlikte Irak'ta Arap toplumu, mevcut sınırı korumayı temel alan federal bir çözüme mi gidecek, yoksa Sunni ve Şii mezhepleri temelinde iki ayrı devlet biçiminde mi şekillenecek? Bu konuda kesin yargıya varmak için henüz erken. Ama şu bir gerçek; Irak artık eski düzenini devam ettiremeyecetir. Eğer her iki mezhebin de ayrı devletler biçiminde örgütlenmesiyle bir sonuca gidilirse, Bölge uzun süreli kanlı çatışmalara sahne olacaktır. Bu çatışmalı süreçte yerel aktörlerin yanısıra, uluslararası güçler de, özellikle ABD, B.Avrupa, Rusya ve Çin mevzilenmiş durumda. Tüm bu güçler Ortadoğu'da değişmesi muhtemel sınırlarda söz sahibi olmak istemekte.Ortadoğu'da çizilecek yeni sınırlarda İran ve Türkiye'de rollerini oynamanın çabası içindeler. Büyük güçler kartlarını oynarlarken, İran ve Türkiye'yi tümden saf dışı bırakma imkanına sahip değiller. Eskiden olsa yerel güçlere Mısır da eklenebilirdi ama artık Mısır'ın Arap dünyasını temsilen hareket etmesi pek olanaklı gözükmüyor. Mısır, Abdülfettah El Sisi darbesiyle bertaraf edilmiştir; dikte edilecek her şeye tabii olmaktan başka çıkış yolu yoktur.IŞİD'in Suriye'den başlıyarak Irak'ta yarattığı fiili durum, aslında hem askeri, hem de kitle desteği gücünü aşan bir durumdur. Yine bu örgütün İslam anlayışı, Arap halkları tarafından kabul görmesi pek olanaklı değildir. Irak ve Suriye'de 'güçlü' konumda görünüyor olması bir takım yanılgılara neden olabilir. Irak'ta Sunni kesimde uzun süreli iktidarı elinde bulundurması hemen

Page 43: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

hemen imkansızdır. Şu anda sadece bir aracı, ya da köprü görevi yüklenmiş durumda.Kürdistan Bölgesel YönetimiIrak'ın mezhep temelinde bölünmesini tartışırken, Kürt ve Kürdistan sorunu penceresinden de bakmak gerekir. Hem IŞİD'in, hem de Bağdat'ın, federatif çözümde anlaşmalarını sağlıyacak faktörlerden biri de, Kürdistan Bölgesel Yönetimi'dir. Hem Sunni, hem de Şii kesimin yöneticileri, Erbil'in bağımsız hareket etmesini çıkarları açısında tehlike gördüklerini unutmamak gerekir.Bu süreçte, mezhep ve azınlık kavgaları içine düşmeden istikrarlı politika yürüten, Kürdistan Bölgesel Yönetimi'dir. Irak iç savaşında en kârlı çıkan Kürtler olmuştur. Hem mezhepler arası çatışmaya müdahil olmamış, hem de Kerkük başta olmak üzere, Bağdat'la sorunlu olan bölgeleri ele geçirmiştir. Yani sorunu, bir anlamda çözmüştür. Geldiği bu noktadan geriye adım atması düşünülemez. Zaten Bağdat'ın savaşı göze alması pek olası değildir, kaldı ki, Kürtlere karşı savaş yapacak gücü de yoktur. Yani Irak içi dengeler açısından bakıldığında, bağımsızlığın önündeki engeller önemli oranda ortadan kalmıştır. Barzani ve KDP iç savaş sürecinde yürüttüğü başarılı politikayı eğer uluslararası planda da yürütebilirse, ekonomik, askeri ve siyasal alanlarda çok ileri düzeylerde başarılar elde etmesi mümkündür. Şu anda bölgesinde tek egemen güç haline gelmiştir. Kürdistan Bölgesel Yönetimi, hangi tür çözümle sonuca gidileceğine karar verme gücüne ulaşmıştır. IŞID'in başlattığı yeni süreç, her şeyden önce seçim özgürlüğüne sahip olmasını daha bir güçlendirmiştir. Bağımsızlık, bu gün için daha çok uluslararası dengelerle ilintili bir noktaya gelmiştir. Özelikle ABD, Rusya ve Çin'in takınacağı tavırlar belirleyici olacaktır.

3 Ağostos 2014Baki Karer                    DİYARBAKIR BULUŞMASIKürdistan Bölgesel Yönetim Başkanı Mesut Barzani' nin Diyarbakır'ı ziyaret etmesi ve Başbakan Tayip Erdoğan'ın konuşması, Devlette pradikma değişikliğini güçlendiren bir başka etmendir. Cumhuriyet tarihinde dile getirilmemiş bir gerçek, açıkça dillendirilmiştir;ilk defa Kürt/Kürdistan'dan bahsedilmiştir.Bu ziyaret, aynı zamanda, varolan, bilinen saflaşmaları daha da keskinleştirmiştir. Bu gelecek için iyi mi, kötü mü olmuştur? Anlaşılıyor ki, çok iyi olmuştur. En önemlisi de Kürt denildiğinde alt-kimlik, üst-kimlik tartışmalarının son bulmasını sağlamıştır. Her halkın kendi kimliği vardır ve bir halkın başka bir halkın kimliğini kedine örtü edinerek hareket etmesi mümkün değildir. Yani her halkın kendi kimliği ile özgürce hareket etmesinin önündeki setler yıkılmaya başlamıştır.Kemalist Ulusalcı Cephenin çıngırdaklarıPKK-BDP Mesut Barzani'nin Diyarbakır'a gelişi aleyhine bu derece kıyamet kopartanları, protesto edenleri, olmadık dedi koduları ayyuka çıkartanları iyi tanımak gerekir. Bu cephede yer alan Milliyetçi Hareket Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin tavırları üzerine bir şeyler söylemeyi gerekli görmüyorum. Çünkü onların klişeleşmiş önyargılarını bilmeyen yoktur. Bu nedenle de, gösterdileri tepkileri herkes anlıyor. Önemli olan PKK ve türevlerinin Mesut Barzani'ye, dolayısıyla Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ne karşı takındıkları tavırdır. Mesut Barzani Diyarbakır'a özel bir ziyaret yapmamıştır, kaldı ki yapabilir de. Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ni temsilen ziyarette bulunmuştur. Mesut Barzani'ye karşı halen de sürdürülmekte olan ahlak dışı anti propaganda, Kürt yönetimine karşı yapılmış sayılır. PKK ve türevlerinin gerçek yüzleri, niyetleri bir kez daha açığa çıkmıştır. Her zaman söyledim ve sabırla da söylemeye devam edeceğim. Devam ettirilmekte olan anti propagandalar irdelendiğinde, Otuz yıldır Kürtler üzerinde uygulanan kanlı projenin ne kadar başarılı olduğunu göstermekte. Kemalist cephenin çıngılları PKK ve BDP'nin Barzani'ye karşı takındıkları bu düşmanca tavır neden?Bugüne kadar PKK üzerinden hareketle savaştan ve barıştan çok bahsedildi. Ama ben, esas sorunun çözümü adına ne savaştan, ne de barıştan bahsettim. Otuz yıldan bu yana Kürt halkına karşı sürdürülen şiddete 'Savaş' demedim, doğal olarak 'Barış' teranesini de hiç dillendirmedim.

Page 44: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Çünkü savaşın olmadığı bir yerde barıştan bahsedilmez. Onlarca yıldan buyana barış ve savaş sözcükleri tersyüz edilerek kullanıldı. Tüm bunlar bilerek yapıldı; toplum kavram kargaşasına sürüklendi, her şey anlaşılmaz kılınmaya çalışıldı. Bu nedenle, 'çatışma' veya 'anlaşmalı çatışma' yaşanan kanlı süreci ifade eden doğru sözcük ve cümleydi. Kürt halkı üzerinde estirilen terör, bir süre sonra, 'Düşük yoğunluklu çatışma' olarak ifade edilmeye başlandı. Bu, Özel Harp uygulamalarının açıktan ifade edilişiydi. Yani halka karşı işlenen suçların itirafıydı.Son otuz yıldır aynı merkezin kanatları arasında kurgulanmış bir çatışma sürdürüldü. Yürütülen bu silahlı çatışmanın esas amacı, Kürt'ü bitirmeydi. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren altmış yılda asimilasyon politikasında oldukça sınırlı başarılarılar elde edilmişti. Ama son otuz yılda asimilasyon politikası zirveye vardırıldı. Geçmişte Kürt, 'Türküm' demeye zorlanırken, bugün 'Türküm' deme yeterli bulunmamakta; 'Kemalistim' ya da 'Ulusalcıyım' deme daha bir 'gurur' verici hale getirildi. PKK'nın uzun yıllardan bu yana, Kemalistlerle ortak hareket etmesi boşuna değildi; 'Dağlı Kürtler'i' 'medenileştirme' projesiydi. Daha açık biçimde söyleyecek olursak, Kürtler'i, ulusalcı takımın basamak taşına dönüştürme projesidir. Mesut Barzani'ye karşı gösterilen kin ve nefretin altında işte bu proje yatar. Kürt'den devşirmeler Kürt'ü aşağılamaya çalışmıştır. PKK-BDP ve türevlerinin tepkilerini bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Yani daha kısa yoldan ifade edecek olursak, Barzani'nin Diyarbakır ziyareti, Türkiye Cumhuriyeti'nin yeni bir pradikma kazanmasına ne kadar neden olmuşsa, Kürt Kemalistlerinin de o kadar gerçek yüzlerinin ve niyetlerinin de açığa çıkmasını sağlamıştır.Şimdi ulusalcı cepheden kimileri elde silahla Erbil üzerine yürüme tehdidinde bulunurken, kimileri de tıkıldıkları heybeden arada bir dışarı çıkarak Yüzer-gezer yat, Erbil ve Süleymaniye arasında mekik dokumaya başladı. Süleymaniye ve Erbil'i yeniden keşfetmeye başlamaları boşuna değil.21 Kasım 2013Baki Karer

KORKMAYIN, ŞİMDİ KORKMANIN ZAMANI DEĞİLDİR    Ayvazın biri birkaç gün önce bazı gazetelerde yayınlanan bir röportajında iç savaşa çağrı yaparak herkese meydan okuyor. 'Korkun' diyor. Yani 'biz geliyoruz, çok kan akıtatacağız, yeneceğiz' diyor. Belli ki, çok sinirli, kahyalıktan men edilişini, daha doğrusu aldığı yenilgiyi hiç hazmedememiş. Öylesine sinirli ki, destek aldığı bazı ev hizmetçilerini bile azarlıyor. Cehepe'yle kurulan cepheyi bozuyor. Peki, siperde ittifakı bozup, vuruşma meydanından arkasına bakmadan kaçanların tarihin her döneminde korkak olarak nitelendirildiğini bilmiyor mu? Elbette biliyor. İşine son verilmiş, bir kuytuda malum geleceğini bekleyen bu ayvazı korkutan ne oldu? Bu zatın avurnalar gibi sesler çıkarmasına neden olan çok ciddi gelişmeler olmuş ki, hörgüçlerini paralarcasına toprağa sürtmekte.    Bu bay, profesörlük, hayran olduğu dille hitap edersek, professeur ünvanına güvenerek Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinden örnekler vererek, birlikte hareket ettiği cephenin darma dağın olduğunu bile bile zafer elde edeceğini iddia ediyor. Yenilginin verdiği kızgınlığı saklamaya çalışarak, zaman zaman da rüzgara karşı durmaya çalışan Gelincik edasıyla masumiyet taslıyor. Ama hangi kılıfa bürünürse bürünsün, kaybetmiş taraf olduğu bir gerçektir.     Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde ortaya çıkmış bazı olayları aferist bir tutumla değerlendirmeye çalışmakta. kendini ve kendisi gibi düşünenleri, olmaması gereken bir zemin üzerinde değerlendirmeye tabii tutmakta. Daha doğrusu, tarihi gelişmeleri tersyüz etmekte. Çünkü özentili biri; öğretmenine yaraşır bir öğrenci olma çabasından ziyade, öğretmenini aşma özentisi içinde kıvranan biri. Attığı çiziklere bakılırsa, ömrü kendini bu yönde ispat çabasıyla geçmiş. Öğretmeni tarih üzerine beş cilt mi yazmış, o da illa beş cilt yazacak; sırf 'ben de beş cilt yazdım' diyebilmek için. Varsayımlar üzerine yazmış olması hiç önemli değil. Onun için önemli olan, Don Kişot olarak adlandırılması. Don Kişotluğu onum olarak görür her zaman.     Bilinen bu özelliklerine karşın, tarihi değerlendiriken yaptığı en önemli hata, kendini ve ekibini olmaması, daha doğrusu yer almadığı ve hiç bir zamanda alamayacağı tarafa koyarak değerlendirmeye tabii tutmasıdır. Oysa Eşkinci değil, Yeniçeri'dir. Yani esnaflaşmış, giderek çeteleşmiş, halktan haraç toplayan, toplumsal gelişmenin önüne 'zor'u direten Yeniçeridir. Baldırının yanmasına o kadar alışmış olacak ki, pantolon içinde hiç rahat etmemekte; eski

Page 45: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

günlerine dönüp 'baldırı yanık' olarak dolaşmak istemekte, istemekteler. Beyhude çaba; gelinen aşamada 'to be or not to be' Onun için bir anlam taşımamaktadır artık. Birlikte hareket ettiği taraf, varlığını tartışacak, tartıştıracak noktada olmanın çok gerisinde. Mecrasında ilerleyen sosyal gelişmelerin önüne çekilmeye çalışılan 'zor', çoktan suların dibinde paslanmaya yüztutmuş. Bu paslanma, 'çalışma ilkelerini doğa ve toplumdan' türetemeyen aklı temsil eder.     Bu noktada aydını, aydın olmanın özelliklerini tartışmak gerekir ama yeri değil. Şu kadarını söyliyeyim ki, paşalara dayanarak, paşaların gölgesine sığınarak aydın olunmaz. Paşalara sığınma, özellikle de Cumhuriyet döneminde, azalacağı yere giderek artan bir olgudur maalesef. İçerde iç savaş ilanı yapan bayımız misali bizde, aydınların çoğu 'kurtuluş' için 'Hareket Ordusu' beklentisi içinde olmuştur.     Aydın geçinen Ergenekoncuların 'Hareket Ordusu', Beytüşşebab-Şırnak hattının Kazan Deresi'inde boğuldu. Açık söylüyorum, hezimetle sonuçlanan beklentilerin hayalini bile bir daha kuramayacaklar. Silivri'den başlayıp İmralı'dan geçen ve Kandil'de son bulan cephe yıkıldı; bir daha asla! Ve unutmak zorundalar. Paşalara dayanan kadro hareketinin sonu. Yine açık açık söylemek zorundayım; Bu yenilgi, silahın zoru ile olmamıştır; Hakkari, Şırnak, Beytüşşebab halkının, Kürt halkının dik duruşu sayesinde olmuştur. Her kadro hareketinde olduğu gibi Erkenekoncu kadro hareketinin 'yığın' olarak gördüğü halk, en büyük şamarı vurdu. Üstelik ilk şamarı vuran da Kürt halkı oldu. Yani 'gericiliği geriletmek için yığın kullanılır' tezi hapı yuttu.     Demek istediğim şu ki, Gladyo'nun beklentisine yanıt verecek ordu çıkmaz, ya da Ordu, beklentileri karşılayacak 'Ordu' olmaz. Ordu er, ya da geç 'iç düşmanlar' yaratanlara ilham kaynağı olmaktan çıkmak zorundadır. İçinde bulunduğumuz süreçte böylesi bir değişim başlamış durumda. İç düşmanlar yaratma hantalların, tembellerin işidir. Cehepe'ye gelince; cehepe artık Chp'lilerin olmaz, ama bir süre daha iki arada bir derede kalmaya devam eder; bu ikircimliliğin iç savaş çığırtkanlarına bir yardımı olmaz. Sonuç olarak, ne Halâskâr Zapitân'a, ne de Hareket Ordusu'na yer yoktur. Anadolu'da 31 mart vakası yaşanıyor diyenler, kendi kendini aldatıyor.     Son söz; korkunuzdan 'bir daha asla' diyerek yola koyuluşunuz, Kürt halkına karşı 1988'de yaşanan Enfal'i yaşatmak içindi ama olmadı. Ne Kürdün, ne Türkün, ne de Çerkezin korkusu var; iç savaşa davetiye çıkaranların yüzüne tükürülmüştür. Şimdi korkma zamanı değil, çünkü 'yığın' yok, daha fazla demokrasi ve özgürlük için kavga veren yurttaş var.     BAKİ KARER23.10.2012 

ŞEMDİNLİ'DE KİM SAVAŞIYOR?     Şemdin'lide 17 Temmuz'dan itibaren çatışmaların sürdüğü bilinmekte. Gerek yazılı, gerekse de görsel medyada gün, hatta saatler geçmiyor ki çatışma haberleri verilmesin. Ulusal televizyon kanallarında çatışmalar üzerine akla gelmedik her türlü yorumlar yapılmakta. Kimileri PKK'nın düzenli savaş aşamasına geçtiğini dahi iddia etmekte. Şemdinli ve çevresinde yürütülen çatışmaları kimileri Suriye'nin, kimileri de İran'ın kışkırttığını söylemekte, hatta bazıları Türkiye'nin Suriye politikasına karşı İran'ın bir misillemesi olarak nitelendirmekte. Son dönem çatışmalarda Suriye, İran ve Irak'ın Türkiye'ye karşı takındıkları tavırlar birer faktördür ama bunların hiç birinin belirleyici olmadığını özellikle belirtmeliyim.    Temmuz ayından bu yana yoğunlaşan olayları daha iyi anlayabilmek için kısa geçmişte ortaya çıkmış bazı olayları değerlendirmek gerekir. Kimileri dönüm noktası olarak Dersim'de Hüseyin Aygün'ün kaçırılmasını, kimileri özellikle 23Temmuz'dan itibaren Şemdinli'de yoğunlaşan çatışmaları, kimilerileri de 20-08-2012'de Antep'te çocukları katleden bombalama eylemini almaktadır. Bana kalırsa bunların hiçbiri de dönüm noktası değildir. Eğer illaki bir dönüm noktası alınması gerekiyorsa, 2011'in 13 Temmuz'unda yapılan Silvan saldırısı temel alınmalıdır. Çünkü Silvan saldırısı, Öcalan'ın derin devlet odaklarının elinden alınmasına bir tepkidir. Derin devlet güçleri, Öcalanı istedikleri gibi kullanamayacağını anlayınca, Hükümeti tehdit için Silvan baskınını gündemleştirmiştir. Yani Silvan olayından sonra derin devlet, Öcalan'ı elinden kaybetmiştir. Bu tarihten itibaren Öcalan üzerinde hükümet denetim kurmaya başlamıştır.

Page 46: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Aslında KCK falan baştan itibaren uydurma bir oluşumdu. Yani KCK hükümetin MİT aracılığıyla Öcalan'ı denetim altına almak için derin devlet güçlerine karşı yürüttüğü bir operasyondu. İhtiyaç duyulan denetim sağlandıktan sonra tasviye edildi. Öcalan, değişen güçler dengesine bağlı olarak artık yeni yerini belirlemiş oldu. Derin devlet denilen oluşumun tekrar Öcalan üzerinde etkili olacağını sanmıyorum. Bu karanlık güçler yeterli olmasa da önemli ölçüde darbeler almıştır. Elbette bu yeterli değildir. Türkiye’de Gladyo’nun Kürt ayağına, yani PKK ayağına dokunulmadığı sürece, derin devlet güçleri, değişik biçimlerde zaman zaman siyasal sürece müdahale edecek fırsatlar ortaya çıktığında, bu fırsatları değerlendirmeye devam edecektir. Ama geçmişte olduğu gibi belirleyici konumda olamayacaklardır. İşte son dönemde Şemdinli-Beytüşşebap-Şırnak bölgesinde yaşanan olayları bir de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Derin devletin yeniden canlanma ve yaşanan siyasal sürecte yeniden belirleyici konuma gelme çabaları olarak görmek gerekir. Yani Ortadoğu'nun içinde bulunduğu siyasal ortamı bir fırsat görerek içte iktidar kavgasıyla bütünleştirmek istemekteler.     Eylemlerin biçim ve kapasitesine bakıldığında, karanlık güçlerin emir ve komutasında hareket edildiği rahatça görülecektir. Eylem biçimleri arada bir karakol baskınlarıyla asker öldürme, daha çokta sivil halkın malına ve canına kastetmedir. Çocukları öldürüyorlar, yol kesip halkın kamyonlarını yakıyorlar, şantiye basıp makinaları kırıp döküyorlar, esnafa kepenk kapattırıyorlar. Sonuçta bölge halkını göçe zorlamak için gayret gösteriyorlar. Doksanlı yıllara geri dönüş için her türlü çabayı yürütmekteler. Kargaşa ve kaos onlar için kolay kazanç kapısıdır. Ama olaya sadece bu çerçevede değil, biraz daha geniş bir perspektiften bakmada yarar var. O zaman PKK ve sivil görünümlü uzantılarının amaç ve hedefleri daha iyi anlaşılır.    Ülke içinde kıyasıya bir iktidar kavgası var. İçte yürütülen iktidar mücadelesine paralel Ortadoğu’da pazarları yeniden bölüşüm kavgası var. Ortadoğu'da yeniden bölüşüm savaşının odağında da her zaman olduğu gibi, petrol ve doğal gaz yatakları bulunmaktadır. Türkiye, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarıyla birlikte Ortadoğu ile daha fazla ilgilenir olmuştur. Artık Türkiye’de Ortadoğu, Kafkas ve Doğu Akdeniz bölgelerinde yürütülen paylaşımda ‘Ben de varım’ demektedir. Oysa Ortadoğu, uzun yıllardan bu yana, ABD-Büyük Biritanya ve İsrail ittifakıyla Türkiye’ye kapatılmıştır. Zaten ikibinli yıllara kadar da Türkiye’nin ekonomik gücü bu ittifaka karşı çıkabilecek düzeyde değildi. İktidar, Ortadoğu ve dünya genelinde güçler dengesini tüm yönleriyle değerlendirmelerde bir çok noktada yanlışlara düşmesine karşın, özellikle Ortadoğu ve Akdeniz’de varlığını hissettirmeye çalışmaktadır. İktidarın önüne koyduğu bu hedeflerle, Türkiye'nin ekonomik, askeri ve siyasal gücünün ne oranda orantılı olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu. Ama en azından çokyönlü politik uygulamalar içine girmesi ve bu doğrultuda bazı noktalarda ilerlemeler kaydetmesi, uluslararası planda bir çok çevreyi rahatsız etmekte.     İçinde bulunduğumuz koşullarda Ortadoğu’ya yönelmiş bir Türkiye, AB'nin, daha çokta Almanya'nın Bölgedeki çıkarlarına ters düşmekte. İşte son dönemlerde Şemdinli’de yaşanan olayların arka planında Almanya vardır. Hem Batı ile ilişkilerini devam ettiren, hem de Ortadoğu, Kafkasya ve Afrika ile ilişkiler geliştiren bir Türkiye en fazla Almanya'nın işine gelmemektedir. Almanya bu bölgelerde İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri'nin politikalarına karşı Türkiyesiz etkin bir tavır sergilemesi pek olanaklı değildir. Bu nedenle Almanya derin devleti Türk derin devletiyle sıkı bir ittifak içinde PKK'ye her türlü imkanları sunmakta. Finanas Almanyadan, yöneticilik yerli derin devletten, vurucu ekipmanların önemli bir kesimi de Suriye, İran ve son dönemlerde az da olsa Irak'tan temin edilmektedir. Tüm bu tarafların çıkarları şu anda çakışmaktadır. Yeni bir İttihat ve Terakki arayışı içinde olan Almanya, Türkiye'nin özellikle Ortadoğu ve Doğu Akdenizden çekilmesini ve aynı zamanda Kafkas-Avrupa arası enerji koridoru üzeride tam anlamıyla söz sahibi olmak istemekte. Suriye içişlerine doğrudan müdahale edilmesine karşı misilleme yapmakta, İran ise, Suriye'de savaşan muhalefin yanında olan Türkiyeyi bir noktada oyalayıp Bölge'de yalnızlaşmanın önüne geçmek istemekte. En azında Esad iktidarının yıkılışını üzün bir süreye yaymaya çalışmakta. Irak'ta Nuri El Maliki iktidarı ise İranla birlikte hareket etmekte. Bu arada İsrail'in izlediği sinsi politika başlıbaşına irdelenmesi gerekir. Türkiye'de derin devlet Bölge'nin içinde bulunduğu böylesine karmaşık ilişkiler ağının ortaya çıkardığı bu fırsatı kaçırmak istememektedir. Daha anlaşılır bir biçimde anlatacak olursak, Şemdin'li-Beytuşşabap hattında devam eden çatışmarara komuta edenler, Musa Anter'in katilini

Page 47: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

yıllardır bu bölgede saklayanlardır. 21.09.2012BAKİ KARER

   

SURİYE’YE KARŞI MİSİLLEME      Bugün Suriye’den ateşlendiği iddia edilen top mermileri Akçakale ilçesinin merkezine düştü. Son geçilen haberlere bakılırsa 5 ölü ve 15 yaralının olduğu söylenilmekte. Akçakale’ye birkaç yüz metre ötede sürdürülen çatışmaların bu ilçede hayatı yaşanmaz hale getirdiği biliniyordu. Sadece Akçakale değil, tüm sınır boyunun güvenli olmadığı ortadaydı. Bu nedenle Türkiye ile Suriye arasında her an bir çatışmanın çıkabileceği kaygısı taşınıyordu. Nihayet bu kaygı bugün için çok sınırlı da olsa karşılıklı sınır çatışmasına dönüşmüş durumda. Bunun uzun süreli olacağına ihtimal vermiyorum. Türkiye’nin bir düzüne top atışı ile karşılık vermesiyle sınırlı kalacaktır.    Şu anda Türkiye’nin topyekün bir savaş başlatacağını sanmıyorum. Hükümet hem iç kamuoyu nezdinde zor durumda kalmamak, hem de Suriye yöntimine gözdağı vermek için misilleme yapmayı bir zorunluluk olarak görmüş durumda. Ayrıca uluslararası alana da mesajını vermiş oldu.    Suriye üzerinden yeni bir Ortadoğu haritası şekillendirilmek isteniyor. Ama bunun pek öyle kolay olamayacağını tahmin etmek zor değil. Mezhep ayrımı üzerinden şekillendirilmeye çalışılan yeni haritanın çok kanlı olacağını tahmin etmek güç değil. Ortadoğu’da mezhep farklılıklarına dayalı çatışmaların ve savaşların bir kaç onyıla yayılma ihtimali de vardır.    Türkiye’nin Ortadoğu’da diktatörlüklerin yıkılması sürecinde özgürlük isteyen halkların yanında tavır alması doğru bir politikaydı. Ama giderek bu sürecin mezhep kavgasına dönüşme tehlikesi karşısında daha gerçekçi bir tutum takınabilirdi. Bu anlamda Bölge’nin güçler dengesini daha bir gözden geçirmesi gerekiyordu. Yaptığı en önemli hata, Suudi Arabistan ve Katar ittifakını temel almasıydı. Bu ülke iktidarlarının da birer diktatör olduğunu gözardı etmeyecekti. Böylesi bir ittifak, Türkiyenin özgürlükler karşısındaki tutumunu sorgulamayı da beraberinde getirdi. Oysa bölgede oluşan siyasal ortam daha bağımsız hareket etmeye elverişliydi. Ayrıca hükümet Suriye’de çok aceleci davranmakla kalmadı, Rusya’ya rağmen sonuç alacak biçimde hareket etti. Avrupa’nın kayıtsız kalacağı, ABD’nin çok fazla başını ağrıtmayacak bir taktik izleyeceği daha başından belliydi. Rusya’nın daha başından itibaren alternatif bir güç olduğunun hesaplanması gerekirdi.    Ortadoğu’da etkin olma mücadelesinde geri plana düşen Iran’ın takındığı ve gelecekte takınacağı tutum da dikkate alınmak zorunda. İran dış destekten tümden yoksun kalsa da, kullanabileceği argumanlara sahiptir; bunlardan biri de, mezhepler arası çatışmadır. Nitekim şimdiden Körfez ülkelerinden başlayıp Irak’ı da kapsayacak biçimde Lübnan’na kadar uzanan bir bölgede mezhep ayrımına dayalı bir hat oluşturmuş durumdadır. Türkiye, oluşturulan bu fay hatlarında birini seçmeden hareket etme olanağına sahiptir. Fay hatları üzerinde durarak politika belirleme, gelecekte ateş içine düşmeyi getirebilir. Yani mezhep ayrılığı üzerinden hareket ederek kazanılacak bir şey yoktur. Bu noktadan hareketle, Ortadoğu’da ortak hareket edilecek temel ittifakcı güçlerin yeniden belirlenmesine ihtiyaç vardır. Suriye’de Esad iktidarı er veya geç yıkılmaya mahkumdur. Önemli olan, Esad sonrası oluşacak iktidarın mezhepsel ayrımı tümüyle dıştalamasıdır. Türkiye böyle bir iktidarın biçimlenmesinde belirleyici rol oynayabilir.    Suriye’deki iktidar kavgası Türkiye içinde de safların belirlenmesinde önemli bir rol oynamaktadır. CHP ve irili ufaklı müttefikleri; BDP gibi suni oluşumlar statükonun, yani diktatörlüklerin yanında tavır almıştır.  Bu kesimin bir süre önce Hatay’da düzenlediği protesto, Almanya dazlaklarının göçmenlere karşı düzenledikleri protestoları anımsatmaktan uzak değildi. Aradaki fark, bu protestoların ‘sol’ ve ‘sosyal demokrasi’ adına yapılmış olmasıdır. Protestoyu düzenliyenlerin savaş karşıtlığı ile diktatörlük karşıtlığını birbirine karıştırdıklarına inanmıyorum. Tüm bu çırpınışlar, CHP ve müttefiklerinin çıkışsızlığının ifadesidir.  CHP ittifakının bir ayağı da Suriye’de PYD (Demokratik Birlik Partisi)dir. PYD güçleri Kürt halkına karşı kullanılan Şebiha güçleridir. Esad sonrasında Süriye’de Kürt halkının PYD’yi muhatap

Page 48: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

alacağını sanmıyorum. Esad tarafından ellerine verilmiş silahlarla halkı susuturmaya çalışsalarda uzun vadede başarılı olacaklarına ihtimal vermiyorum. Kürt halkı giden Esad’ın yerini bir başka Esad’ın almasını kabullenmeyecektir.        Sonuç olarak, Türkiye’nin tek başına Suriye’ye karşı savaşa gireceğini düşünmüyorum. 2013′ün Nisan ve Mayıs ayları, Esad iktidarının devam edip etmeyeceğini belirleyecek  aylar olacaktır.Baki Karer03.10.2012 

TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ     Türkiye Suriye ilişkileri son dönemlerde epeyce gerginleşti. Başbakan Erdoğan’ın, ‘sabrımız taşmak üzeredir’ yönlü tehditvari demecinden sonra, uluslararası alanda diplomasi trafiği hızlandı.            Suriye sorunu, Orta doğu genelinde birçok denklemi içinde barındıran bir sorundur. Çözümü pek o kadar kolay değildir. Giderek genişletilerek uygulanan yaptırımlarla veya askeri işgalle bir anda çözümlenecek bir sorun olduğu söylenemez.     Çözümsüzlüğün en temel nedeni, örgütlü bir muhalefetin olmayışı. Halk üzerinde yıllardır sürdürülen acımasız baskı, demokratik bir muhalefetin örgütlenmesini engellemiştir. Sokaklara egemen olan korkusuz kalabalıktır. Demokrasi ve özgürlük isteyen kitleleri iktidar alternatifi haline getirecek örgütlü bir yapı ortaya çıkmadığı koşullarda, Esat rejimini yıkma, Orta Doğu’da uzun süreli bir savaşı göze alma demektir.    Başbakan Erdoğan’ın tehditkâr konuşmasına rağmen, Türkiye’nin ilk müdahale eden bir ülke olacağına, ihtimal vermiyorum. Böyle bir tutum takınılması, tüm arap dünyasını karşıya alma demektir. Türkiye, Arap toplumları nazarında yeni bir Osmanlı olarak görülmeye başlanır. Bu, ister istemez, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği’nin dikte edeceği her politikaya harfiyen uymayı getirir. Dolayısıyla, Tek Şeflik ve Menderes döneminin politikalarına geri dönüş demektir.     Suriye sorununun diğer bir boyutu ise, Lübnan Hizbullahı ve İran’dır. Askeri müdahale bu güçlerle de sürekli çatışmayı getirir. İran hem siyasi hem de ticari açıdan Türkiye’ye karşı tavır almamazlık yapamaz. Çünkü İran, bölgede kendini yanlızlaştırma politikaları karşısında sessiz kalmayacaktır.     Türkiye açısından dikkate alınması gereken diğer bir sorun da, İsrail’dir. Suriye’de iktidarın yıkılması ve olası bir iç savaşa sürüklenmesi, İsrail’in her açıdan işine yarar. Suriye’nin safdışı edilmesi, İsrail’in rahat nefes alması demektir.     Nereden bakılırsa bakılsın, Suriye’ye karşı askeri müdahalede Türkiye’nin öncülük yapması, ABD ve AB’ye hizmet eder.15.08.2011BAKİ KARER LİBYA’YA ASKERİ SALDIRI     Son iki gündür Libya’ya Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Fransa öncülüğünde askeri bir saldırı başlatıldı. Saldırı, Kaddafi iktidarına karşı ayaklanan sivil halkı koruma adına başlatıldı. Anlaşılacağı üzere, Irak’a taşınan ‘demokrasi’ Libya’ya da taşınacakmış!.. Bu duru mu bugünlerde Muhteşem Süleyman dizisinden dolayı pek populer olan bir sözcükle tanımlayacak olursak, ne âlâ! Açık ki, Kuzey Afrika ve Ortadoğu halk hareketlerinden pek rahatsız olan eski klasik sömürgeci güçlerin ABD ile birlikte birden bire ‘demokrasi’ iştahı kabardı. Yemen’de ve Bahreyn’de çağdışı iktidar güçleri demokrasi için ayaklanan halka karşı her türlü şiddeti uygulamaya devam ederken, hatta yer yer katliamlar yaparken, Libya için ‘demokrasi’ istemi

Page 49: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

önplana çıkartıldı. Suudi Arabistan, Bahreyn’ne ve Yemen’e halk ayaklanmalarını bastırmak için askeri birlikler yollarken ses seda yok. Neden? Çünkü Bahreyn ve Yemen’de iktidarlar düşerse, Suudi Krallığı daha fazla ayakta kalamaz. Bahreyn’de reform adı altında ufak tefek değişiklikler yapılarak mevcut iktidarla yol alınmak istenirken, Yemen’de halkın demokrasi istemlerini boşa çıkarmak için elden gelen her çaba sarfedilmekte. Emperyalist saldırganlık ve ikiyüzlülük gizlenemez olmuştur.     Kaddafi iktidarına karşı elbette tavır alınmalı, ama yeni iktidar Libya halkının özgür iradesiyle belirlenmeli. Emperyalist güçlerin zoraki dayatacağı iktidar biçimi, Kaddafi iktidarından daha beter olacağı açıkça ortadadır. Bu nedenle Libya’nın işgaline karşı çıkılmalı. Emperya list güçler, bu ülkenin zengin yeraltı kaynaklarını bölüşmek için katliamlar da dahil ellerinden gelen her vahşeti uygulayacaklarını şimdiden ilan etmişlerdir. Bugün Irak’ta, yakın geçmişte Kongo’da ve Cezayir’de yapılan kitle katliamları Libya’da yapılacaktır. Bu gidişle Ruanda türü katliamlar dahi devreye sokulacaktır. Emperyalist güçlerin saldırıları sonucu Karzai türü bir iktidar kurabilirler, ama bu Libya için bir çözüm olmayacaktır, sadece süreci uzatmaya hizmet edecektir. Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da halkın özgürleşmesinin önü alınamayacaktır.  BAKİ KARER22.03.2011 SEÇİMLER YAKLAŞIRKEN      12 Haziran seçimlerine fazla bir süre kalmadı. Partiler birbirleriyle kıran kırana bir rakabet yürütmekte.  Gerek iktidar partisinden gerekse de muhalefet partilerinden kitleleri cezbedecek vaadler ileri sürülmekte.Cumhuriyet Halk Partisi’nin özellikle yoksul kesimlere, işsizlere yönelik sosyal güvence programı dikkat çekicidir. Milliyetçi Halk Partisi’nin de bu doğrultuda bir açıklaması var ama tek başına iktidar alternatifi olmadığı için, silik kalmakta. BDP tarafından beslenen MHP’nin, önümüzdeki süreçte pek ciddiye alınacağını sanmıyorum.     Adalet ve Kalkınma Partisi’nin açıkladığı ‘Çılgın Proje’ diye adlandırılan kanal projesinin yabana atılacak bir poroje olmadığını da söylemeliyim. Bu proje belki halkın günlük yaşamına hemen etki etmeyecek ama uzun vadede, hem stratejik, hem de ekonomik açıdan Türkiye’ye çok ciddi getirileri olacaktır. Çevre düzenlemeleriyle birlikte bu proje hayata geçirildiğinde, İstanbul’un, hemen hemen her açıdan Tokyo ya da Newyork’la eşit bir şehir durumuna yükselme olasalığı yüksektir. Açılacak yeni kanal için 15-20 milyar dolarlık bir maliyetten bahsedilmekte. Bu büyük bir mebladır. Bu maliyetin kaynağı bildiğim kadarıyla henüz açıklanmış değil. Ama bu konuda madalyonun bir de öbür yüzüne bakmak gerekir. Günümüzde bu tür projeler geliştirilirken, ülke genelini gözardı etmemek gerekir. Türkiye henüz alt yapı sorununu halletmiş, buna bağlı olarak sanayileşmede ve sermaye birikiminde çok ileri adımlar atmış bir ülke değildir. Bu anlamda, sadece kanala harcanacak 15-20 milyar dolar, ülke genelinde değişik alanlarda altyapının modernleştirilmesine yatırılsa, ekonomik ve sosyal gelişmeye çok daha ciddi ivmeler kazandıracağı bir gerçektir.     Önümüzdeki genel seçimin en önemli özelliklerinden biri, Gerek iktidar partisi, gerekse de Cumhuriyet Halk Partisi ve Milliyetçi Hareket partisi’nin seçim proğramlarında halkın sosyal yaşamını yükseltmeye yönelik projelere ağırlık vermeleridir. BDP ise bambaşka bir bulvarda seyretmekte. Sisteme olabildiğince nefes aldıran, en ‘yalın’, en ‘sade’ seçim taktiklerine başvurmakta. Buna, bir nevi entekrasyon sancısı da denilebilinir. Günümüz koşullarında entekrasyon bürosu olarak görev ifa etme pek o kadar kolay değil elbette. Bir de bu nedenledir ki, temsil ettiğini iddia ettiği Kürt halkına karşı, kaddarca bir politika geliştirmekte. Kürtlerin her birini, egemen güçlerin çıkarları doğrultusunda kullanılacak kum torbası olarak görmekte.Şimdiden Saddam’ı aratır hale gelmişlerdir. Bu gidişle önümüzdeki süreçte asker ve polise gerek kalmayacaktır.     BDP, demokrasi, özgürlükler vb.sorunlar sözkonusu olduğunda, köşe kıvırmada o kadar ustalaşmış ki, saray içi ayak oyunlarını geride bırakıyor. Demokrasi ve özgürlükler üzerine tartışmaların, çözüm önerilerinin yoğunlaştığı her kritik dönemde, ağızlarına tutuşturulan yaprak

Page 50: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

düdüğü öttürmeye başlıyorlar, hem de hiç değiştirme zahmetine girmedikleri nağmeyle; yüzer-gezer yata özgürlüüük! Ya da ‘Bugün kutsal doğum günü, kutlamalıyız, hatta kutsamalıyız, hurra! Bazen bunları da yeterli görmeyip, ‘O bizim son peygamberimizdir, eline ayağına sürünmeliyiz’ diye çığlıklar atmakta. Nereden bakılırsa bakılsın, kelle korkusundan kaynaklanan hünkâr yağcılığı...     Karanlıkların prensi ise;    ‘Devletle görüşeceğim, görüştüm, görüşüyorum’ diyor ve hemen ekliyor; ‘Bekleyin, doğumumu kutsayın, söylediklerimi trennüm edin ve ayetleştirerek sokakalarda namaz kılın, bu yeni bir dindir, abdest almanıza gerek yoktur’ yönlü fetvalar vermekte.     Fetvaları sorgulayanlar, yüzer-gezer yatta ağırlanana soruyorlar;    -Kiminle, Başbakanlıkla mı görüşüyorsun?    -Hayır, Başbakanlıkla değil.    -Genel Kurmaylıkla mı?    -Hayır, yani alt düzeyde ya da diyelim üst düzeyde...    -Milli İstihbaharat Teşkilatıyla mı?    -Hayır, ama...    -Peki, kiminle, nasıl bir devletle görüşüyorsun?    Kızgınlıkla yanıt vermekte;    -Açıklayamam! Benim annem de Türktür.    Ve kızgınlıktan hızını alamıyor, devamla;    -Kestiririm, astırırım, öldürtürüm... Silahlı, silahsız ve kadın, erkek, çocuk demem! diyor    -Kimse ses çıkartmayacak, biliyorsunuz, devletle görüşüyorum. Açıklayamam! o kadar.    Peki, ne zaman açıklayacak acaba? Açıklayacağını sanmıyorum. Otuz yıldır hangi mihraklarla görüşmeler yapmışsa yine aynı mihraklarla görüşmelerine devam ettiği bir sır değildir. Kokuşmuş dehlizlerin prensi başka nasıl olunur?    İşte, demokrasi ve özgürlüklerin önüne engeller koymada ustalaşan Barış ve Demokrasi Partisi denilen silahlı-külahlı takımın seçim proğramının özeti, kısaca budur.     Bu seçimin de iktidar partisi lehine sonuçlanacağını sanıyorum. Yaygın işsizlik, rüşvet ve kayırmalara karşın, orta sınıfın ve hatta işçi kesiminin önemli bir kesimi henüz iktidardan ümidini kesmiş değil. Adalet ve Kalkınma Partisi, iktidarı döneminde özellikle sağlık alanında getirdiği düzenlemeler, 12 Haziran 2011 seçimlerinde önemli bir rol oynayacaktır. Yetersiz de olsa bu düzenlemelerden halkın çok memnun olduğunu söylemeliyim. Ama yine de, bazı çevrelerin iddia ettiği gibi, yüzde ellilerin üzerinde oy çoğunluğu elde edeceğini sanmıyorum.    Cumhuriyet Halk Partisi klasik oy oranının biraz üstüne çıkabilir ama tek başına iktidar olamaz. Kitlelerin güvenini henüz kazanmış değildir. Güven verememesinin bir nedeni de, kendi içinde birliğini sağlamamış parti görüntüsü vermesidir. Yıllardır uygulanan globalist ekonomi politikalar sonucu, klasik Kemalist tabanda bölünmeler ortaya çıkmıştır. Bu, CHP’yi daraltan başlıbaşına bir faktördür. Bu nedenledir ki, 12 Haziran seçimlerinde liberal politikaların temsilcilerine ön sıralarda yer vermiştir. Bununla taban kaybını telafi etmeye çalışmaktadır. Değişen sosyal yapıyı yeni farkettiler, bu nedenle tutunulacak yeni zemin arayışı içindeler. Ergenekon tutuklularına sahiplik sadece bir bahanedir. Bu yönelim, CHP’de hem örgütsel alanda, hem de ideolojik planda bir dizi yeni bunalımları da beraberinde getirecektir. Kitleler bunun farkındadır. İşte bir de bu nedenden dolayı, 12 Haziran 2011 seçimlerinde tek başına iktidar alternatifi olamamaktadır.     12 Haziran seçimlerinden sonra oluşacak meclis, bir ihtimalle, ilk defa sivil anayasa yapacak bir meclis olacak. Bu nedenle, seçimlerden sonra başlayacak süreç, oldukça sancılı bir süreç olacaktır. Epeyce çatışmalı geçecek bu süreçte, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ne oranda direngen davranacağını kestirmek oldukça zor. Özellikle BDP-MHP cephesi, askersiz bir anayasa yapılmasına karşı. CHP’de bu cephenin çabalarının perde arkasını yönlendirecek gibi gözüküyor. Elbette AKP, tek başına, gerçekten sivil, demokratik bir anayasa yapacak olgunluğa ve anlayışa sahip değildir. Sürecin ne kadar çatışmalı geçeceği, biraz da Adalet ve Kalkınma Partisi’nin tutumuna bağlıdır. Demokratik kurum ve kuruluşların takınacağı aktif tutum, gerçekten demokratik bir anayasa yapılmasında etkili olabilir.  Seçim sonrası dönemde, 12 Eylül Anayasasından kurtulma mümkündür. BDP ve dayanağı Kandil’in, asarım-keserim tehditlerinin

Page 51: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

arkasında yatan esas neden, sivil, demokratik bir anayasa yapılmasının önüne set çekmedir. Yani derbe çığırtkanlığı bunun için yapılmakta.  BAKİ KARER10 MAYIS 2011   

 ORDUDAN İSTİFALAR

     Genel Kurmay Başkanı ve kuvvet komutanları, ordu personalinin haklarını yeterince savunamadıklarını iddia ederek istifa ettiler. Üstelik iç hizmetler tüzüğüne ve yasalara aykırı olarak istifa ettiler. Bildiğim kadarıyla, ordudan toplu istifa edenler, divan-ı harbe verilir ve cezalandırılır. Toplumun çoğunluğu, yasaların ve hukuk kurallarının dışına çıkmak için, Türkiye’de general olmak gerektiğinin bilincindedir.     Yasadışı işlere karışma gerekçesiyle savcılık tarafından tutuklanmış muvazzaf general ve subayların rütbelerini yükseltmek için verdikleri çabaya, ‘personal hakları’ demekteler. Bir devlet görevlisi veya herhangi bir kişi sanık sıfatı ile yakalanmışsa, normal hukuk kuralları içinde mahkemenin vereceği karar beklenilir. Mahkeme sonucu ya suçlu olarak görülür ya da suçsuz. Hukuk üstünlüğü bu noktada gündemleşir. Hukukta cezai müeyideler asker sivil ayrımı yapılmadan uygulanır. Demokrasinin temel prensibi budur. Tutuklanan devlet görevlilerinin terfi ve atamaları, mahkeme kararı beklenilmeden, birşey olmamış gibi yapılmak istenmesi, hukuk kurallarını çiğneme ve sonuçta demokrasiye karşı tavır almadır. Bu açıdan bakıldığında, Genel Kurmay Başkanı ve kuvvet kumutannlarının istifası demokrasinin tüm kurum ve kuruluşlarıyla yerleşmesine karşı alınmış bir tavır, hatta tehdittir. Eskiden birkaç değil, bir generalin bile sivil mahkemelerce yakalanması ve hapse atılması, darbe nedeni olabilirdi. Ama günümüzün dünya ve Türkiye konjöktörü buna elvermiyor.       Aslında tartışılmalar, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yapılanması üzerine yürütülmelidir. Bugün generallerin ve alt rütbedeki subayların çoğunluğu ya Osmanlı dönemi subaylarının torunları ya da Balkan ve Kafkaslardan göç etmiş varlıklı ailelerden gelmekteler. Halkın içinden çıktığını iddia eden bir kurumun, halka karşı bu derece baskıcı oluşunun bir nedeni de budur. Bırakalım Şemdinli’nin, Suruç’un köyünden birinin TSK içinde yükselemsi, Askeri okula bile alınmamaktadır. Aynı biçimde Niğde’nin, Yozgat’ın bir kasabasından Mehmetin, Ayşe’nin çocuğunun askeri okula alınması ve yükselmesi de olanaksız. Terfi ve atamalar elit kesimin kendi içinde paslaşmasıdır.     Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 600.000 bine varan asker ve subaylarla gereksiz yere şişkin tutulması da başlıbaşına tartışılmalı. Bu şişkinliğin ülke ekonomisine yüklediği yük, Ordu yönetiminin umrunda değil. Üstelik bu kadar şişkinliği kaldıracak teknolojik gelişmeye de sahip değil. Niteliksiz bu kabarıklık, sanayileşmenin ve teknolojik gelişmelerin önünde başlı başına bir engel oluşturmaktadır.     TSK her ne kadar bolca modernlikten bahsediyor olsa da, hemen her dönemde gelişmelerin gerisinde kalan bir bir yapılanmaya sahiptir. Zaman zaman uğradığı değişimler iç dinamiklerden hareketle değil, dış dinamiklerin zorlamasıyla olmuştur. Bu anlamda özellikle soğuk savaş döneminde tamamen ABD ve Avrupanın çıkarlarını temel alan örgütsel değişimlere gidilmiştir. Bu da ister istemez, ülke gerçekliğiyle ters düşmesini sağlamıştır. Halen köylülüğün ağır bastığı toplumsal koşulara özgü yapılanmada ısrarcı davranmakta. Bu tutum değişimi, dönüşümü sancılı kılmakta. Aslında istifaların bir nedeni de, toplumsal değişime karşı ayak diretmeden kaynaklanmıştır.    Yine, TSK, sürekli laikllikten, cumhuriyetten bahsetmiştir ve hatta bunların koruyucusu olark kendini görmüştür. Bir nevi zorlama bir yükümlülüğün altına girmiştir. Halkın koruyucu hale gelmesini istememiştir. Bu nedenle hemen her dönemde siyasete yön vermeye çalışmıştır. Laikliği,demokrasiyi ve cumhuriyeti farklı kategorilerde ele almıştır. Demokrasiyi, cumhuriyet ve laiklikle hiç özdeş görmemiştir. Laikliği salt din ile devlet ilişkisini birbirinden ayrılmasına indirgemiş, cumhuriyeti ise, ordudan emekli olmuş generallerin cumhurbaşkanı atanması olarak görmüştür. Ama tüm bu anlayışlar günümüz Türkiye koşullarında tümüyle geçersizleşmekte.

Page 52: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Artık her kurum ve kuruluş gibi yerine çekilmenin dönemi gelmiştir. Dış ticareti 130 milyarı bulmuş bir ülkede askerin siyasete hükmetmesi mümkün değildir. Giderek yaygınlaşan küçük sanayi işletmeciliği, büyük sanayinin ulaştığı sermaye boyutu, ordunun seksen yıllık klasikleşmiş alışkanlıklarını törpülemektedir. Liberal pazar ekonomisinin ortaya çıkardığı sosyal yapıda,ordunun öncülüğüne artık gerek görülmemektedir. Toplum, özgürlüklerin olabildiğinde genişletilmesinden yanadır. Zaten özgürlükler geliştiği, sanayileşmede ileri adımlar atıldığı oranda laiklik toplum tarafından benimsenir. Hukukun herkes için uygulanır hale gelmesi özgürleşmeyle, laikleşmeyle orantılıdır.    Bu noktada Adalet ve Kalkınma Partisi’nin rolünü çok fazla abartmamak gerekir. Ama yine de AKP ve hükümetinin yaptığını önemsememek hatalı olur. Bir yol ayrımına gelinmiştir ve bu yol ayrımında hükümet generallerin yasadışı isteklerine boyun eğmemiştir, dik duruş sergileyebilmiştir. Batının klasik liberal partileri olma yolunda adım atmıştır. Bu tavrını demokratik bir anayasa yapmada da gösterebilirse, önemli oranda kendini kanıtlamış olacaktır. Yani generallerin istifası, Ordu için ne kadar bir dönüm noktasıysa, bir o kadar da AKP için dönüm noktasıdır.    Her iki taraf için dönüm noktası olarak görmemin bir nedeni de, bundan sonra toplumda yapay kutuplaşmaların önemli oranda azalmasının önü açılacağı düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Giderek çetrefilli, içinden çıkılmaz  hale getirilmeye çalışılan Gladyo davaları başarıyla sonuçlanır ve uzun yıllardan bu yana Türkiye’nin başına bela hale getirilen bu örgütlenme dağıtılırsa, toplumsal yapı kendi mecrasında ilerleme şansı elde edecektir. Bu durum ister istemez sekülerleşmeyi derinleştirecek, her sınıf tabaka özgürce gelişme şansı elde edecektir. Bu noktada Cumhuriyet demokrasiyle bütünleşecek, laiklik ve özgürlük eş anlamlı olacaktır. Laiklik ve İslamcılık adına cemaatçilik yapanların toplumsal yapıyı yönlendirme çabaları, majinal düzeye çekilmiş olacaktır.  13.08.2011BAKİ KARER                   

“AÇILIM” ÜZERİNE   

    Son dönemlerde yazılı basında ve ekranlarda hemen herkes ‘açılım’ konusunu tartışmakta. Herkes önerilerde bulunmaya ve projeler üretmeye özel bir çaba göstermeye başladı. Yapılan tartışmaların ortak noktalarından dikkati çeken önemlisi, hemen hepsinin de ‘Gayet mahrem’dir damgasına riayet etmesidir. Kimse sorunu esas boyutlarıyla tartışmadan yana tavır alma cesareti gösteremiyor.    Kürt aydınlarında ve belli bir düşünce akımını temsil ettiğini iddia eden çevrelerde ise neredeyse tam bir suskunluk hakimdir diyebilirim. Terk edilmişliğin, alternatif olamamanın ve siyasal alanda alternatifler üretmeden yoksun kalmanın üzüntüsü var. Böylesi bir noktaya gelmelerine neden olan etmenlerin irdelenmesi gerekir. Gelinen nokta itibariyle bir dönem, ağır adımlarla da olsa kapanmak üzeredir. Her şey lüks yatta kafa kafaya verilerek pişirilmiştir. Geride kalanlara düşen görev, masalarına servis yapılanları yemektir;ister lezzetli olsun, ister ekşi. Elbette yememe özgürlüğüne sahipler, fakat açlıktan midesi alt üst olmuş hiç kimse, reçele bulandırılmış kılçıklı hamsi de olsa beğenmeme lüksüne sahip değildir.****    Bahsedilen evreye nasıl ve niçin girildiğinin açılımını değil anlatımını yapmaya çalışacağım. Gerek iç gerekse dış konjöktürlere bakıldığında‘dağlı Türk’lerden Kürtlere doğru inen bir yolun açılmaya çalışılacağını görmekteyiz.Adım adım çoktan uygulamaya konulmuş bir projenin sonlandırılmasına doğru yol alınmakta. Ekonomik, sosyal ve bunlara bağlı olarak iç siyasette yaşananlar bahsadilen alanda atılan ve atılacak adımlarda önemli rol oynamıştır. Gelinen noktada sermaye gücü bürokrasinin etkinliğini, önemli oranda sınırlandırmıştır, hatta buna kırılmıştır denilebilinir. Ordunun gücüde tam anlamıyla olmasa da epyce geriletilmiş bir konuma çekilmiştir, ama buradan çok daha fazla

Page 53: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

gerilere çekileceğini sanmıyorum.    Anadolu ve İstanbul sannayi burjuvazisi artık Kandilli’de ve Cudi’de hayali hırpıtlarla kavga eden ordunun vesayetinden kurtulmak istemektedir. Fiilen görev yapan bazı subayların, emekliye ayrılmış generallerin ve bunların sivil uzantılarının tutuklanmasının altında yatan bir neden de budur. Böylece gizli ellerin yaratmış olduğu Kandil’inin iç desteği büyük oranda sonlandırılmış olundu. Nasıl darbeler dönemi geçmişte kalmışsa bir takım bahanelerin arkasına sığınılarak tehditlerle siyasal iktidarlara çeki-düzen verme ya da ‘balans ayarı’yapma dönemleri de tarihe karışacaktır. Sonuç olarak burjuva demokrasisi hayatın her alanında kurumlaşmaya yönelik daha ciddi adımlar atacaktır. Tüm kimliklerin tanınma sürecine girilecektir. Bu bir anlamda kimlik siyasetinin terk edilmesini, buna parelel olarak sınıf mücadelesine doğru kayışı getirecektir. Sınıf mücedelesinin yükselişi bazı çevrelerin iddia ettiği gibi kimliklerden uzaklaşmayı gerektirmez. Açıkçası anti parantez içinde belirtmek istediğim konu şu; karanlık güçlerce yaratılmış yapay çatışma ortamı sadece Kürt kimliğine karşı değildi, aynı zamanda işçi sınıfının, tüm ezilen emekçi yığınların mücadelesini köreltmeyi de hedeflemişti. Böylesi bir engelin tedricen de olsa ortadan kaldırılmaya başlanması, önümüzdeki süreçte işçi sınıfının, emekçi yığınların iktidar olmayı da hedefliyecek bir biçimde ekonomik, sosyal ve rafah düzeyini yükseltme çabalarına ivme kazandıracaktır.    İçte yaşanan böylesi siyasal gelişmelerin, dışta, özellikle de Irak ve Ortadoğudaki politik alanda değişimlerle bağlantılı olmadığını düşünemeyiz. Amerika Birleşik Devleti’nde Obama’nın iktidara gelmesiyle birlikte İsrail biraz geri plana çekilmiştir. Bu bir anlamda Türkiye’nin önplana çıkartılmak istenmesinden kaynaklanmıştır. Zaten İsrail’in bölgede bir denge unsuru olması mümkün de değildir. Ama Türkiye, Balkan, Kafkas ve Ortadoğu üçgeninde hem tarihsel bağlarıyla hem de ekonomik ve askeri gücüyle, bulunduğu yerin jeopolitik yapısı da dikkate alınırsa, kurulması istenen dengenin dayanılacak bir ayağı durumdadır. Türkiye’nin bu bölgeler için bir denge unsuru olarak kabul edilmesinin bir nedeni de Rusya’dır. Gerek Avrupa Birliği, gerekse de Amerika Birleşik Devleti Türkiye’nin bu bölgelerde rolünü oynayabilmesi için özellikle de Kürt kimliğini inkar siyasetini bir tarafa bırakmasını istemektedir. Yani tüm kimlikleri kabul edecek bir yapılanmada bulunmasını istemektedirler. Devlet de içinde bulunduğumuz koşullarda tüm farklılıkların kendini ifade etme özgürlüğüne kavuşmasının gerekli olduğunu görmeye başlamıştır. Milyonlarca nüfusa sahip Kürt kimliğini kabul etmeyen bir Türkiye’nin Çin’de Uygurlara karşı uygulanan baskıyı protesto etmesi gülünçtür. İşte bu tür acaipliklerden, ikiyüzlülüklerden kutulduğu oranda demokrasiyi içine sindiren bir ülke konumuna gelecektir.    Bu noktada bile burjuvazi sahip olduğu niteliklerden dolayı bir dizi ayak oyunlarını elden bırakmıyor. Sorun şurada yatmakta: Bugüne kadar sergilenen ayıpları direk mi itiraf edecek yoksa yarttığı devlet Kürdünü mü kullanarak kabul edecek? Çözüm çoktan bulunmuş! Yaratılan devlet Kürdüne itiraf yaptıracaklar. Yani bu sefer, aslen Kürt olupta Türklüğe mağlup olmuş ya da devşirilmiş olana itiraf yaptırılacak. Böylece burjuvazi, tüm günahlardan ve ayıplardan arınmış olacak.    Getirilecek önerilerin tümü de devletin birimlerince çoktan kararlaştırılmış önerilerdir. Önümüzdeki 10-15 yıllık süre içinde kademe kademe uygulamaya konulacaktır. Bunlardan bir kaçı bugün için kabul edilmez olarak adlandırılsa da 20018-20020 yllarında gayet normal karşılanacaktır. Üzerinde karar verilmiş paket aşamalı olarak çoktan uygulamaya konulmuştur.    Sonlandırmadan bir konuya daha açıklık getirmek istiyorum. Bahsedilen açılımlarla birlikte Türkiye’nin Musul ve Karkük’ü işgal edeceği, Misak-ı Milli sınırlarını genişleteceği tartılşılmakta. Tüm bunlar afakı, bir kaç tane hayalprestin düşünceleridir.  Daha doğrusu Ülkemizde sürkeli askeri iktidar istiyenlerin ve dolayısıyla kan akışından beslenenlerin çıkardığı tartışmalardır. Türkiye sınırlarla oynamayacak. Sınırların değişimi yüzyıl savaşının göze alınması demektir. Bu nedenle uygulanan ve uygulanacak reformlarla Türkiye Balkanlarda Kafkaslarda ve Ortadoğu’da bölgesel bir güç olacaktır. Türkiye’nin ilerleyişi bu yöndedir.    Sonuç olarak, hangi biçimde olursa olsun, entrikalara son verilmesi ve akan kanın durdurulması kadar güzel bir şey olamaz.  BAKİ KARER

Page 54: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

07.08.2009

MISIR’DA İKTİDAR YIKILDI     Evet, nihayet beklenen oldu; Hüsnü Mübarek devlet          başkanlığından ayrılmak zorunda kaldı. Zaten dün akşam yaptığı açıklama gidici olduğunu gösteriyordu. Halkın tepkisi karşısında daha fazla dayanması mümkün değildi. Bunun Mısır halkı için ileri bir adım, bir kazanım olduğunu söyleyebiliriz. Uzun maratonun birinci etabı halkın zaferi ile sonuçlanmıştır. Mısır’da yıllardan bu yana ilk defa halkın tepkisiyle bir iktidar gitmek zorunda kalmıştır. Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz; bu ülkede halk, tarihte ilk defa kendini yönetmek için harekete geçmiştir. Ne kadar ve nereye kadar başarılı olacağı önümüzdeki süreçte ortaya çıkacaktır. Her ülkede iktidar mücadelesi çok denklemlidir ama Mısır’da daha çok denklemlidir. Mısır’da daha çok denklemli oluşunun esas nedeni de, bu ülkenin tüm Arap dünyasında oynadığı rolden ve öneminden kaynaklanmakta.    Hüsnü Mübarek tüm yetkilerini güvenlik konseyine devretti. Bu,  ordunun iktidarı direk devralması demektir. Zaten ordunun baştan beri protestolara karşı direk tavır almayışının bir nedeni de bu idi, yani rezerv olarak yedekte tutulmuştur. İktidardaki bu değişimi, bir geçiş dönemi olarak nitelendirebiliriz. Mısır’da yapılacak yeni anayasanın bizdeki 1961 anayasası kadar geniş özgürlüklere sahip olacağına ihtimal vermiyorum. Ama en azından serbest seçimlerle sivil iktidarların belirlenmesinin yolu açılacak ve halkın geçmişe göre daha iyi ekonomik ve sosyal imkânlara kavuşmasını hedefleyecek bir sürecin başlangıcı olacaktır. Demokrasinin inşası için uzun bir yolçuluğa çıkılmıştır. Mısır’ın ekonomik ve sosyal kalkınmışlık düzeyi dikkate alındığında, bugün için bundan daha ileri hedeflerin gerçekleşeceğini düşünmek biraz hayalprestlik olur. Kaldı ki, Mübarek iktidarına karşı ayaklanan kitlelerin, ordunun iktidarı geçici de olsa devralmasına razı olması, bunu göstermekte.     Ordunun şu andaki konumunu bahane ederek, halk yığınlarının ileri bir demokrasi için elde ettiği kazancı küçümseme, gerçeklere gözü kapamadır. Hüsnü Mübarek iktidarının yıkılmasında iç dinamikler belirleyici olmuştur. ABD ve B.Avrupa, yıkılan iktidarla daha onyıllarca giderdi. ‘Devrim değildir’ diyerek olup bitenleri küçümseme, bu direnişin Mısır halkı ve gelecekte Arap dünyasında oynayacağı rolü de inkâr etme demektir. Mısır’da halkın direnişiyle elde edilen kazanımlar sonucu, yapılacak ilk serbest genel seçimlerle sivil bir iktidar kurulursa, işte o zaman Arap dünyası çok ciddi alt-üst oluşlara gebe kalacaktır. Ne Suudi, ne Ürdün ve ne de diğer Arap ülkelerindeki iktidarlar koltuklarında rahat oturamayacaklar. Bu iktidarlar açısından belirsiz bir süreç başlamış olacak. Korkularını yenmiş kitlelerin gücünü her an enselerinde hissedecekler.     Tunus, Yemen ve Mısır’da halk ayaklanmalarını, ABD’nin BOB projesine bağlayanlar var. ABD tarafından düğmeye basıldığı yönünde yorumlar, tartışmalar da yapılmakta. Ortadoğu’da son yaşanan ayaklanmaların ortaya çıkış biçimi, hedefleri ve zamanlaması doğru tahlil edilirse, bu yorum ve tartışmaların ne kadar geçersiz olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Kaldı ki, yıkılan iktidarların ABD’nin her isteğine boyun eyen iktidarlar olduğunu unutmamalıyız. Yani gidenler, ABD’nin işbirlikçileridir. Ancak yeni iktidarların oluşumunda, ABD’nin manipülasyonlar yapmayacağını söyliyemem. Şu ya da bu biçimde müdahalede bulunacakdır. Ne oranda müdahalede bulunursa bulunsun, yaşanan süreçte halkın demokratik istemleri ağır basacaktır.  11.02.2011Baki Karer 

APOCULARIN İÇ İNFAZLARI VE FAİLİ MECHULLER      Derin Devlet ve PKK işbirliğiyle yıllardır sürdürülen cinayet ve katliamlar, nihayet araştırılmaya başlandı. TBMM İnsan Hakları Araştırma Komisyonu'na bağlı bir alt komisyon

Page 55: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

kuruldu. Bu Komisyon PKK’nin cinayetlerini incelemeye başladı. Ayrıca Diyarbakır Özel Yetkili Savcılığı bir iddianame hazırladı. Bu durum, demokratikleşme sürecinde yadsınmayacak ileri bir adımdır. Tüm bunlara rağmen, bir takım çekincelerimin olmadığını söyleyemem.    Türkiye’de gerçekten demokratik bir ortam egemen kılınmak isteniyorsa, Gladyo’nun Kürt, yani Apoculuk ayağı tüm yönleriyle deşifre edilmesi gerekir. Apocuların işlediği cinayetlerin, faili mechullerin soruşturulması ve tüm çıplaklığıyla açıklığa kavuşturulması, aynı zamanda devletin demokratik temellerde yeniden yapılanmasına kapı aralayacaktır. Çünkü bu örgütün silahlı ve ‘sivil’ yan kuruluşlarınca işlenen cinayetler, son tahlilde, derin devletin işlediği, işlettirdiği cinayetlerdir.    Soruşturmalar yapılırken, derin devleti Apoculuktan, ya da Apoculuğu derin devletden ayrı düşünmek olanaksızdır. Nasıl ki JİTEM, bir kaç elemanın yargılanmasıyla açıklığa kavuşturulamazsa, Apoculuğun işlediği cinayetler de bir kaç tetikçinin yargılanmasıyla açıklığa kavuşturulamaz. Apoculuk ve Apoculuğun arkasında yatan güç, birlikte yargılanmalı. Çünkü bu yapı bir bütündür. Demokratikleşme ancak bu yolla mümkündür. Abdullah Öcalan ve karanlık destekçilerinin bu yargılamadan muaf tutulma olasılığı çekincemin kaynağını oluşturmakta. Gelişmelerin bu yönde seyredeceğine dair işaretler, bugünden verilmeye başlanmıştır. Öcalan ve şurekasının derin devlet tarafından finansa edildiğini ve Abdullah Öcalan’ın da derin devletin en sadık elemanı olarak yıllardır hizmet verdiğini tartışma konusu yapmanın artık bir anlamı yoktur; Öcalan bunu zeten yıllardır dillendirmekte, yani derin devletin bir elemanı olarak hareket ettiğini kabul etmektedir. Hele hele son dönemde MİT-polis ve yargı üçgeninde ortaya çıkan anlaşmazlıklar sonucu havada uçuşan belgeler ve İstanbul Özel Yetkili Savcılığı tarafından ileri sürülen iddialar, Apoculuk ve yan kuruluşlarının kimlerin denetiminde, kimler tarafından sevk ve idare edildiği bir kez daha kanıtlamıştır. Tekrar vurgulayacak olursak, Abdullah Öcalan’ın Gladyo’nun elemanı olduğu bir kez daha gün gibi ortaya çıkmıştır. Bu noktada yapılması gereken, Abdullah Öcalan’ın Gladyo yargılamalarına dahil edilmesidir. Bu yapılmadığı sürece, Glado yapılanması tümüyle etkisiz hale getirilemez. Öcalan, onbeş bin Kürdü katlattiğini kabul etmiştir. Örgüt içinde binlerce kadro ve sampatizan, halktan binlerce insan öldürülmüştür. Bu bir katliamdır. Uğur Mumcu, Çetin Emeç ve Hırant Dink’i katleden güçle, Apocu örgütlenmede iç infazları yapanlar aynı güçtür.    Kaldı ki, Apocular, örgüt içinde ve dışında halk karşı işlediği cinayetleri zaten inkâr etmemektedir. Ama nedense, bazıları kıraldan daha kıralcı kesilmekte. Şerafettin Elçi ve bazı arkadaşları Apocuların işlediği cinayetleri meşru görmekte. Şerafettin Elçi'nin bu tavrını anlamak zor. Elçi'nin milletvekilliği koltuğu uğruna böylesi bir noktaya gelmesi düşündürücüdür. Sarfettiği sözler, ilerlemiş yaşıyla ilintilenemez. Bir insanın hangi yaşta olursa olsun, ömür uzatma çabası içinde olması elbette sevindiricidir. Ama dökülen kanlar üzerinden ömür uztma çabaları, kelimenin tam anlamıyla çirkefliktir. Hastalığının kanser olduğunu söylemekte. Acaba organ nakli ile ömrünün epeyce uzayacağını mı ümit etmekte? Bildiğim kadarıyla, Apocular tarafından organ nakli vaadleriyle kandırılan ilk kişi Şerafettin Elçi değildir. Bu nedenle, Elçi'nin akıbeti, yakın geçmişte kandırılan bazı kişilerin akıbetinden farklı olmayacaktır. Belli ki, Stockholm'de Apoculardan yediği dayağın etkisinden halen kurtulmamış. 'Hain ve ihbarcı' olduğu için mi dayak yemişti? Ölümden zor kurtulduğunu anımsıyor olması gerekir. Her neyse, üzerinde çok fazla durmaya değmez.     Kim ne derse desin, gelinen noktada derin devletin derinliği kalmadığı gibi, ‘faili mechul’lerin de failleri ortadadır.Gladyo yapılanması, Apoculuk-Jitem-Hizbullah üçgenini oluşturarak özellikle Kürt halkına karşı en vahşi cinayetleri işlemiştir. Lolan ve Bekaa kampları faşist cunta döneminin Diyarbakır ve Mamak cezaevlerinin bir devamıdır.Buralarda binlerce insanın ceseti bulunmaktadır. PKK er veya geç bunların hesabını vermek zorundadır. 31.03.2012BAKİ KARER  KUZEY AFRIKA VE ORTA-DOĞU HALK HAREKETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ     Tunus’da ve Mısır’da iktidarların yıkılmasına neden olan ayaklanmalar Yemen, Dubai, Cezair

Page 56: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

ve az da olsa Ürdün, Libya ve İran’da devam etmekte. Kuzey Afrikayı, Ortadoğu’yu saran halk ayaklanmaları şimdilik sadece Tunus ve Mısır’da iktidarı yıktığı için değil, tüm Ortadoğu’da hemen her alanda değişimin ateşini yaktığı için önemlidir. Aslında bu direnişler daha önceleri de Avrupa’da ve Latin Amerika’da ortaya çıkmış halk direnişlerinin bir parçası ya da devamı niteliğindedir. Ortadoğu’da birden fazla ülkede aynı anda çıkmasının önem arzetmesi, bölgenin özelliğinde yatmakta. Dolayısıyla dünya genelinde önemli sonuçlar ortaya çıkartacağını söyleyebiliriz. Er veya geç, özellikle ekonomik ve siyasal alanlarda ciddi sonuçlar doğuracaktır. Bu bir anlamda 21. yüzyıla damgasını vuracak toplumsal değişimlerin başlangıcıdır.    Ortaya çıkan bu ayaklanmalar, Fransa’nın ne 1789 ne de 1848’idir. Arap ülkelerinde ortaya çıkan bu direnmeler; Yunanistan’da ve bir dönem önce Paris’in banliyölerinde ‘gençliğin protestosu’ denilerek geçiştirilen, Ekvator ve Bolivya’da iktidar değişimlerine yolaçan halk hareketlerinden farklı bir şey değildir. Bu nedenle, Arap ülkelerinde giderek yaygınlaşan halk hareketlerini ‘burjuva devrimleri’ olarak nitelendirme globalizm koşullarında uygulanan ekonomik politikaların vahşiliğini örtülemeye çalışmadır. Yani bir anlamda neo-liberal politikaların meşru olduğunu savunmadır, başkaldırı hareketlerinin sonuçlarını daha başından törpüleme girişimleridir. Bu nedenle, bu tür yorum ve tartışmaları ciddiye almamak gerekir. Mısır, Yemen, Ürdün vb.ülkelerin pazarlarının uluslararası tekellere açık olmadığını, yani uluslararsı tekellerce istenildiği gibi yönlendirilmediğini kimse iddia edemez. Bugün Ortadoğu şu veya bu oranda kapitalist ilişkilerin egemen olduğu bir bölgedir. Hele Mısır ve Tunus için bu sorun hiç tartışılmaz. Bu ülkelerde orta sınıfın nüfusun önemli bir bölümünü teşkil ettiği tartışma götürmez. Küçük ve orta boy işletmeciliğinin epeyce yaygınlık kazandığı gözardı edilemez. Yine, uluslararası tekellerin, bu pazarlarda, hemen her alanda yatırımlarını daha da çeşitlendirmek için birbiriyle yarıştıkları bilinmekte. Bugün Bölge ülkeleri halkı açısından en önemli sorunlardan biri, işçilerin ve küçük işletme sahiplerinin, asgari düzeyde bile geçimlerini sağlayamamalarıdır. Bir de buna yaygın rüşvet, polis baskısı ve işkencesi eklenince, yaşam her geçen gün daha bir çekilmez olmuştur. Bu nedenle bu ülkelerde ekonomik taleplerle siyasi talepler daha başından birbiriyle paralellik kazanmıştır. Uzun yıllardır halka hükmetmiş bir avuç elite dayanan anti-demokratik iktidar biçimleriyle yol alınamayacağı bilinmekte. Bu anlamda, önümüzdeki süreçte, Bölge ülkelerinde hangi tür iktidar biçimi gelirse gelsin, sekülerleşme hızlanacaktır.     Tunus’da, Mısır’da, hemen hemen tüm Arap ülkelerinde geçmişte sömürgecilik uygulayan güçler bügün de güçlerinden çok fazla bir şey kaybetmemiştir. Tunus’da sadece devrik devlet başkanı Zine El Abidine Ben Ali’nin 12 milyar dolar parasının Fransa bankalarında bulunuşu bile bunu doğrulamaya yeter. Bu ülkelerin üretime dayalı olmayan, neredeyse iğneden ipliğe kadar ithalata dayanan tüketim ekonomileri dikkate alınırsa, bugüne kadar hüküm sürmüş iktidarların yapısı da kendiliğinden açığa çıkar. Bu noktadan hareketle, B. Avrupa’nın ve ABD’nin özellikle Ortadoğu ülkelerinde demokrasinin gelişmesini neden istemedikleri daha iyi anlaşılır.     Globalist ekonomi-politikanın yaygınlık kazanmasıyla birlikte ortaya çıkan halk ayaklanmaları, çığ gibi büyüyen işsizlerin ve açlık sınırında yaşayan kitlelerin çığlığıdır. Bu noktada esas tartışılması gereken, aç ve yoksul kitlelerin sorunlarını ve giderek gücünü kaybeden orta sınıfların ekonomik, sosyal ve siyasi taleplerini ortak paydada birleştirecek iktidar alternatifidir.  Yaşadığımız çağda, sorun, sadece işsizlik ve açlık içinde bulunan halk yığınlarının sorunu değildir, aynı zamanda erimeye başlamış ve giderek hızla yoksullaşan orta sınıfları da hesaba katmak gerekir. Dikkat edilirse, sadece işsiz ve yoksullar değil, aynı zamanda orta sınıflar, bürokrasinin önemli bir kesimi de ayaklanmalarda yerini almıştır. Mısır’da sokaklarda, meydanlarda protestoya katılanların bileşimi gelecek için önemli ipucları vermeye yeterlidir.      Bu halk ayaklanmalarının en önemli bir özelliği de, din, kimlik, etnik, cinsiyet ayrımınına gidilmeden, ekonomik ve siyasal talepler etrafında birleşilmesidir. Yani farklılıkları olduğu gibi kabullenerek, her bir farklılığı meşru görme anlayışı içinde toplumsal sorunlara çözüm aramak için bir noktada buluşulmuş olması önemlidir.Toplumsal ilişkiler ağının geometrik yapısını iktidara taşıma arzusu Mısır ve Tunus’ta ulusal devlet yapısını aşındırmaya başlamış,  tekci ve otokratik devlet yapılarını çatırdatmıştır. Böylesi bir özelliğe sahip halk hareketlerini, günümüz koşullarında salt bir sınıfın önderliğine indirgemeye, şu veya bu sınıfın öncülüğünü mutlaklaştırmaya kalkışmak, yıkılan ve yıkılmakta olan tekçi devlet yapılarının meşruluğunu

Page 57: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

kabullenmeye götürür bizi. Sınıf, özellikle de işçi sınıfı öncülüğünü vurgulamak ya da mutlaklaştırmak, globelleşme döneminde ‘dışarıdan bilinç’ götürülecek kesimleri büyüteçle aramaya götürür bizi. Bu da, aynı zamanda, günümüz teknolojisinin oldukça ayrıntılı kıldığı işbölümünü ve bu ayrıntılı işbölümünden hareketle, işçinin klasik işlevinin çoktan aşıldığını görmemezlikten gelmemizi sağlar. Küreselleşmeyi emperyalizmden bağımsız ele almadan, yine emperyalizme karşı mücedele içinde, en geniş halk yığınlarının ekonomik ve siyasal sorunlarına çözümü amaçlayan örgütlenme modelini çözüme kavuşturma zorunluluğu vardır.    Baki Karer2011.02.18     SERXWEBÛN KUPÜRLERİsites/43/43f601c34de496d2c562ae11d004c22a/attachments/File/botan__1.jpg

sites/43/43f601c34de496d2c562ae11d004c22a/attachments/File/botan-2.jpg sites/43/43f601c34de496d2c562ae11d004c22a/attachments/File/botan__3.jpg ÖCALAN’A ÖZGÜRLÜK YA DA ŞERÊ VİRA      “Daha çok kan akıtacağız ve bundan en küçük bir şekilde ‘yanlış yapıyoruz, yenilebiliriz’ diye korkakça bir tutuma girmeyeceğiz” ( Serxewebûn, sayı, 44, s. 7)“Çok kan dökülmesi gerekiyor(…)milyonlarca insanın ölümü hiçbir şey değildir. Botan suyundan daha fazla kan akmalı, her dağda, her ağacın altında, her taş kovuğunda şehitler vermeliyiz” Serxewebûn, sayı 42, s. 6    Yukarıdaki sözleri okuyan her insan, bunları söyleyen birinin olsa olsa ikinci dünya savaşı Almanya’sında esir kapları sorumlularından birinin sözleri olabileceğini iddia eder. Çünkü bu derece kan akıtmaktan ve ceset görmekten hoşlananlar sözkonusu olduğunda, 1940′lı yılların Almanya’ sını hatırlamama mümkün değil. Ama yanılmayın, bunu söyleyen kişi, şu anda İmralı’da misafir ediliyor. Ve bu kişi 40 bin insanın ölümüyle övünüyor. Sadece örgüt içinden 15 bin insanı katlettiğini açıkça itiraf etmiştir. Yani her ağacın ve taşın altında bir ceset yatırmanın gayretini verdiğini saklamamıştır. Böylesi bir söylemde bulunan birini, Kürt halkının lideri konumuna getirmenin çabası içinde olanların kimler olduğunu tartışmanın bir anlamı yoktur. Böyle bir canavar, Kürt halkının lideri olamaz. Böyle biri ancak ve ancak Kürt halkının düşmanı, yani Kürt halkını yoketmeyi hedeflemiş biri olur. Milyonlarca Kürdü yok etmeyi hedeflemiş birinin, Kürt sorunu olamaz. ‘Kürt, alçaktır, rezildir, köledir’ diyen biri için, nasıl olur da ‘liderimizdir’ denilebilinir?Bu noktada, kimse, yukarıdaki söylemi dikkate almaksızın, ezilen halklara özgü özelliklerden yola çıkarak, PKK-BDP’yi Kürt halkının temsilcisi gösterme gayreti içine girmesin. PKK-BDP egemen güçlerin oluşturduğu karanlık odakların emrinde Kürt kıran hareketidir.    Onbinlerce Kürdü katletmiş birini, Kürt halkının lideri yapma çabası yürütenler kimlerdir? Bir tarafta bir dönemler her Kürtçe kelimeye para cezası kesenler, diğer tarafta marabaları kullanarak yüzyıllardır hüküm sürmüş ağalar, aşiret reisleri ve yeni yetme bezirganlar vardır. Çünkü bu iki kesimin ittifakı yıllardır halklarımıza olmadık işkenceyi yapmıştır. Kürde anadilini bile yasaklayan, şalvarlıyı şehrin merkezine koymayan bu ittifaktır. Eskiden olduğu gibi, bu ittifakı, tekrar iktidar yapmanın kavgası verilmekte. Yani giderek kızışan bir iktidar kavgası verilmektedir. Bu kavgada Kürt çocukları, gençleri kullanılmaktadır, daha doğrusu feda edilmektedir.    Bu ittikafakı biraz daha açmakta yarar var: Bir tarafta Kandil’e bağlı, daha doğrusu Kandil’in emrinde içmerkez olarak görev yapan BDP var. Diğer tarafta CHP’nin başını çektiği büstçü Kemalistler ve en önemlisi de  Gladyocular var. Tabii tüm bu kesimlerin yurtdışı ittifakçılarını da

Page 58: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

gözardı edemeyiz.    Kürt gençlerine ‘ÖLÜN,ÖLÜME YATIN’ diye emir veren Kandilin buyrukları doğrultusunda hereket eden BDP’li baylar ve bayanlar, halkın çocuklarına ‘Ölün’ diyebilmekteler. Eğer ölüme yatma o kadar kolaysa, niçin kendileri bu yolu denemekten kaçınmaktalar. Lüks otomobillerde seyehat yapanların, lüks otellerde eğlenenlerin, her gün değişik gran tuvaletler içinde dolaşanların, daha doğrusu, zevk ve sefa içinde yaşayanların sokaklarda dolaşarak halkın çocuklarının yaşamı hakkında en pervasız konuşmalar yapmakta.Dahası var; bu sahte kahramanların çocukları, kardeşleri, eşleri neredeler? ‘Çüzüm’ diye ortalıkta dolaşan Barış ve Demokrasi Partisi milletvekillerinin çocukları, kardeşleri en iyi okullarda öğrenim görürken, lüks arabalarıyla çaka atarken, yine lüks dairelerde ve villalarda, hatta konaklarda yaşam sürdürürken, halkın çocuklarını bir Öcalan için, bin bir türlü entrikalarla ölüme gönderme hangi ahlaka sığar?  Açlık grevleri sonucu hayatını kaybedecek her gencin sorumlusu, Kandil ağaları ve onların emir kulu BDP’dir. Eninde sonunda Kürt halkı bunların hesabını soracaktır.    Soruna bu biçimde yaklaşıldığında, sözümona liberal geçinen bazı köşe yazarları ‘akrabalar niçin işin içine koyuluyor’ diye tepki duymaktalar ve hemen arkasından ‘çözüm’ü tartışalım diyorlar. Çözümü tartışma ile Kürt gençlerini ölüme yollamanın ne alakası var o zaman? Çözümü tartışmak için Kürt gençlerinin ölüme sürüklenmesi gerekmiyor. Bu tür savunma reflekslerini harekete geçirmenin tek nedeni, oynanan oynun perde arkasının aydınlanmasını engellemek içindir. En önemlisi de, ortaya koyulan eylemin biçimi, insanların yaşamlarıyla ilgilidir. Hiç kimse bir başkasını zorla, tehditle ölüme gönderme hakkına sahip değildir. Tombalayı karıştır, ‘şu numaraları elinde bulunduranlar ölüme gidecek’ usulü, çokta eski olmayan bir tarihte kimler tarafından uygulandığını bilmek için tarihçi olmaya gerek yoktur. Bu yöntemin insanlık dışı bir yöntem olmadığını iddia edenler, tarihe bakarak düşünce ve hareket tarzlarını gözden geçirmeliler. BDP’li ağalar da çok iyi bilmekteler ki, ileri sürülen ‘Öcalana özgürlük’ talebi uydurma bir talepdir. Öcalan yerinden gayet memnundur ve rahattır. Hiç bir talebi de yoktur, olmadığı için de açlık grevinde bulunanları ‘maraba’ olarak görmekte ve geçmişte olduğu gibi şerê vira olarak değerlendirmekte. Bu nedenledir ki, bırakın ölüm orucuna yatmayı, tıka basa yemeğe devam etmekte, yan gelip yatmakta. Tekrar Gladyo’nunu denetiminde çalışacağı günleri sayıklamakta. İleri sürülen diğer isteklerde ise samimilik yoktur, sadece örtü görevi için kullanılmaktadır. Bir halkın en temel hakları karanlık güçlerin çıkarları doğrultusunda paravanlaştırılmakta. BDP’liler, yeni bir anayasanın bir an önce yapılması veya tüm faili mechullerin açığa çıkarılması için bir protesto eylemi düzenlemeye yanaşmamakta. Nedeni gayet açık; işlenen faili mechul cinayetlerin bir ucu kendilerine dokunmaktadır. Bu nedenle sessizce savuşturmaya çalışmaktalar. Yeni, sivil bir anayasa ise, işlerine hiç gelmemekte.    Bu noktada BDP’yi biraz daha irdelemek gerekir. BDP’de toprak ağaları, aşiret reisleri, yeni türeme bezirganlar ve bir de, sol geçinen nesli tükenmiş bir grubu temsil eden bazıları hükümranlık yapmakta. Toprak ağaları dağda öldürülmüş hangi kişinin ailesine kaç metre kare toprak vermiş? Bezirganlar ise; hem yurtdışında kurdukları şirketler, hem de belediyelerden aldıkları ihaleler sayesinde kazandıkları milyon dolarlar yetmiyor, yurtdışına insan kaçakçılığından da milyon dolarlar kazanmakta. Bunlar, dağda evladı öldürülmüş hangi yoksul aileye yardım eli uzatmışdır? Açıkça söylüyorum, bu ailelerin yanından bile geçmiyorlar. Aşiret reisleri ise, daha düne kadar başka gruplarla fingerdişiyordu. Kazançlarına daha fazla kazanç eklemek için birden en keskin Apocu kesildiler. Bu aşiret reisleri hem meclis küsüsünden, hem de zaman zaman kaçak güreşen pehlivanlar misali sokak ortalarında şov yapmayı neredeyse bir sanat haline getirmişler. Bahsettiğim bu aşiret reisleri dağda ölen gençlerin ailelerinin yüzünü görmeye bile tahammülleri yok. Hatta bu ailelerle dalga bile geçmekteler. İstanbulun kel aynak kuşları ise, Kürt gençlerinin sırtına basarak, unutulmuş olmaktan kurtulmanın hayalini kurmaktalar. Büstçü Kemalistlerle fingerdeşen ‘sol’ partiyi, Kürtlerin kanı üzerinden yeniden inşa edeceklerine inanıyorlar.Yeni Bir 28 Şubat Denemesi    14 temmuz 2011 Silvan’da gerçekleştirilen eylem, bir dönüm noktasıdır. Bu tarihten itibaren başlatılan bir süreç vardır. Son Beytüşşebab ve Şırnak bölgelerinde PKK tarafından başlatılan saldırıların komuta merkezini İstanbulun ve Ankara’nın  karanlık dehlizlerinde aramak gerekir.

Page 59: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Eğer Gladyo soruşturması Fıratın ötesine kaydırılmış olunsaydı, şu anda yaşananların hiç biri yaşanmayacaktı. Yaşanılan sürecin dış bağlantıları, başlı başına irdelenmesi gereken ayrı bir konu. Ama şu anda PKK’nin silahlı eylemlerinin, sokak gösterilerinin ve son olarak başvurulan açlık grevlerinin buluştuğu tek bir nokta vardır, o da, darbeciliktir. Canhıraş gayretler yeni bir 28 şubat yaratmaya yöneliktir. Liberal aydın denilen takımın birden bire ‘büyük abi’ rolüne bürünerek, demokrat kesilmeleri boşuna değildir. Bunların derdinin Kürt halkının hakları, daha ileri bir demokrasi olmadığı açıktır. Elbette iktidar eleştirilmelidir, iktidar olan her güçte eleştirilmeyi göze almalıdır. Demokratik olmanın bir ölçüsü de, eleştirilere açık olmayı gerektirir. Ama eleştiri, yerini darbecilik oyunlarına bırakırsa, işte bu noktada karşı durma da en demokratik tavırdır. Şu anda Kemalistlerden liberal geçinen aydınlara kadar olan bir kesim, büyük bir hayal kırıklığı içinde. Artık tekrar iktidar yüzü göremeyecekleri kanısına kapılmışlardır. Ağırlıklı olarak liberal aydınların sıkça boy gösterdiği televizyon kanallarına, köşe yazarlığı yaptıkları gazetelere bakın, PKK’yi ve PKK’nin türevlerini eleştiren hiç kimseye yer vermemekte. Binlerce Kürt gencinin dağlarda bilerek ölüme gönderilmeleri umurlarında bile değil.     ‘Kemalistim’ diyenler, halkın desteğiyle bir daha iktidar olmayacaklarını bildiklerinden, liberal aydınlar da Avrupa Birliği ile zenginlik yaratma hayaliyle Adalet ve Kalkınma Partisi’ne karşı, darbecilikte birleşmiş durumdalar. Her ikisinin de ortak yanı, halka güvensizliktir. Bu süreçte PKK’ye verilen görev, palyaçoluktur.    Muhalefet salt olumsuzlukları eleştirme üzerine inşa edilemez. Hareket tarzını salt olumsuzluklar üzerine inşa etme, projesizlik, yani alternatif çözümler üretememe demektir. Bu tutum ister istemez halka güvensizliği, halkla içiçe olamamayı beraberinde getirir. Bizde, liberal aydınların önemli bir kesiminin en büyük korkusu, halkla aydın arasındaki farkın giderek azalmaya başlamasıdır. İşte onları korkutan bu süreçtir. Gereksiz tepkileri bu yüzdendir.    Ortadoğu’da yaşanılan karmaşadan cesaret alınarak, Hakkari-Şırnak hattında başlatılan silahlı eylemlerle birlikte halkın ayaklanmasıyla iktidarın düşeceği planlanmıştı ama olmadı, tüm hayaller suya düştü. Şimdi ikinci perde açılmış durumda. Bir takım kutlamalar bahane edilerek sokaklarda yaratılan kargaşa ölüm oruclarıyla birleştirilerek darbecilik oynanmakta. Ama bu oyunun da, çok seyirci toplayacağına inanmıyorum. Ne iç, ne de dış koşullar buna elverişli değildir.    AKP’ye karşı yeni bir 28 Şubat denemesine başvurulmasının belli başlı nedenlerini şöyle sıralaya bilirim:a) Yönünü Batı’ya olduğu kadar Doğu’ya da çevirmeye başlaması;b) Teknolojik alanda kaydedilen gelişmeler sonucu silah ihracatına başlanması;d) Son 40-50 yıldır el atılmayan demiryollarına yatırım yapmaya başlaması;e) Sivil bir anayasa yapmaya kalkışması;    Yukarıda çizdiğim ana hatlar irdelendiğinde, oynanan darbecilik oynunun iç ve dış bağlantılarını da tespit etmiş oluruz. Gücü olan iktidarı sandıkta yıkar. Artık AKP bir olgudur. Geçmişte siyasal arenada Demokrat Partisi, Adalet Partisi ne kadar bir olgu ise, AKP’de bugün o kadar bir olgudur. Veya şöyle de diyebiriz; bugün CHP siyasal alanda ne kadar olgu ise, AKP’de bir o kadar olgudur. Artık bu kabul edilmelidir. Bu nedenle, CHP eğer kalıcı olmak istiyorsa, boynuna geçirdiği Silivri değirmen taşından kurtulup, halkın gücüne güven duyan sosyal demokrat bir yapılanmaya gitmek zorundadır. CHP ve liberal aydınlar PKK-BDP’yi kullanarak bir yere gelemeyeceğini artık anlamalıdır.    Kimi çevrelerin demokrat görünüm altında açlık grevleri karşısında takındığı tavır sahtedir. Kimse timsah göz yaşı dökerek inandırıcı olamaz.Bu çevreler, Antep’de katledilen çocuklar ve Siirt’te katledilen genç kadınlar için sokaklarda onbinleri yürütme cesaretini gösterselerdi,700 kişinin iradeleri dışında ölüme yolçuluk başlatmasını da engellemiş olurlardı.    Her ne kadar ‘iradeleri dışında’ diyorsak da, bu durum, bizi, madalyonun her iki yüzünü görmemizi engellememelidir. Bu çağda başı dik durmayı kavrayamama da yargılanmalıdır. Bilinçle hareket etme varken, salt körü körüne inanaçla peşe takılma da eleştirilmeli. Yaşadığımız bu çağda müritlikten kurtulma çabası içinde olamama düşündürücür. olayın salt hümaniter yanını ele alır değerlendirmede bulunursak, müritliğe pirim vermiş oluruz. 

Page 60: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

BAKİ KARER01.11.2012    

SURİYE’YE KARŞI MİSİLLEME     Bugün Suriye’den ateşlendiği iddia edilen top mermileri Akçakale ilçesinin merkezine düştü. Son geçilen haberlere bakılırsa 5 ölü ve 15 yaralının olduğu söylenilmekte. Akçakale’ye birkaç yüz metre ötede sürdürülen çatışmaların bu ilçede hayatı yaşanmaz hale getirdiği biliniyordu. Sadece Akçakale değil, tüm sınır boyunun güvenli olmadığı ortadaydı. Bu nedenle Türkiye ile Suriye arasında her an bir çatışmanın çıkabileceği kaygısı taşınıyordu. Nihayet bu kaygı bugün için çok sınırlı da olsa karşılıklı sınır çatışmasına dönüşmüş durumda. Bunun uzun süreli olacağına ihtimal vermiyorum. Türkiye’nin bir düzüne top atışı ile karşılık vermesiyle sınırlı kalacaktır.    Şu anda Türkiye’nin topyekün bir savaş başlatacağını sanmıyorum. Hükümet hem iç kamuoyu nezdinde zor durumda kalmamak, hem de Suriye yöntimine gözdağı vermek için misilleme yapmayı bir zorunluluk olarak görmüş durumda. Ayrıca uluslararası alana da mesajını vermiş oldu.    Suriye üzerinden yeni bir Ortadoğu haritası şekillendirilmek isteniyor. Ama bunun pek öyle kolay olamayacağını tahmin etmek zor değil. Mezhep ayrımı üzerinden şekillendirilmeye çalışılan yeni haritanın çok kanlı olacağını tahmin etmek güç değil. Ortadoğu’da mezhep farklılıklarına dayalı çatışmaların ve savaşların bir kaç onyıla yayılma ihtimali de vardır.    Türkiye’nin Ortadoğu’da diktatörlüklerin yıkılması sürecinde özgürlük isteyen halkların yanında tavır alması doğru bir politikaydı. Ama giderek bu sürecin mezhep kavgasına dönüşme tehlikesi karşısında daha gerçekçi bir tutum takınabilirdi. Bu anlamda Bölge’nin güçler dengesini daha bir gözden geçirmesi gerekiyordu. Yaptığı en önemli hata, Suudi Arabistan ve Katar ittifakını temel almasıydı. Bu ülke iktidarlarının da birer diktatör olduğunu gözardı etmeyecekti. Böylesi bir ittifak, Türkiyenin özgürlükler karşısındaki tutumunu sorgulamayı da beraberinde getirdi. Oysa bölgede oluşan siyasal ortam daha bağımsız hareket etmeye elverişliydi. Ayrıca hükümet Suriye’de çok aceleci davranmakla kalmadı, Rusya’ya rağmen sonuç alacak biçimde hareket etti. Avrupa’nın kayıtsız kalacağı, ABD’nin çok fazla başını ağrıtmayacak bir taktik izleyeceği daha başından belliydi. Rusya’nın daha başından itibaren alternatif bir güç olduğunun hesaplanması gerekirdi.    Ortadoğu’da etkin olma mücadelesinde geri plana düşen Iran’ın takındığı ve gelecekte takınacağı tutum da dikkate alınmak zorunda. İran dış destekten tümden yoksun kalsa da, kullanabileceği argumanlara sahiptir; bunlardan biri de, mezhepler arası çatışmadır. Nitekim şimdiden Körfez ülkelerinden başlayıp Irak’ı da kapsayacak biçimde Lübnan’na kadar uzanan bir bölgede mezhep ayrımına dayalı bir hat oluşturmuş durumdadır. Türkiye, oluşturulan bu fay hatlarında birini seçmeden hareket etme olanağına sahiptir. Fay hatları üzerinde durarak politika belirleme, gelecekte ateş içine düşmeyi getirebilir. Yani mezhep ayrılığı üzerinden hareket ederek kazanılacak bir şey yoktur. Bu noktadan hareketle, Ortadoğu’da ortak hareket edilecek temel ittifakcı güçlerin yeniden belirlenmesine ihtiyaç vardır. Suriye’de Esad iktidarı er veya geç yıkılmaya mahkumdur. Önemli olan, Esad sonrası oluşacak iktidarın mezhepsel ayrımı tümüyle dıştalamasıdır. Türkiye böyle bir iktidarın biçimlenmesinde belirleyici rol oynayabilir.    Suriye’deki iktidar kavgası Türkiye içinde de safların belirlenmesinde önemli bir rol oynamaktadır. CHP ve irili ufaklı müttefikleri; BDP gibi suni oluşumlar statükonun, yani diktatörlüklerin yanında tavır almıştır.  Bu kesimin bir süre önce Hatay’da düzenlediği protesto, Almanya dazlaklarının göçmenlere karşı düzenledikleri protestoları anımsatmaktan uzak değildi. Aradaki fark, bu protestoların ‘sol’ ve ‘sosyal demokrasi’ adına yapılmış olmasıdır. Protestoyu düzenliyenlerin savaş karşıtlığı ile diktatörlük karşıtlığını birbirine karıştırdıklarına inanmıyorum. Tüm bu çırpınışlar, CHP ve müttefiklerinin çıkışsızlığının ifadesidir.  CHP ittifakının bir ayağı da Suriye’de PYD (Demokratik Birlik Partisi)dir. PYD güçleri Kürt halkına

Page 61: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

karşı kullanılan Şebiha güçleridir. Esad sonrasında Süriye’de Kürt halkının PYD’yi muhatap alacağını sanmıyorum. Esad tarafından ellerine verilmiş silahlarla halkı susuturmaya çalışsalarda uzun vadede başarılı olacaklarına ihtimal vermiyorum. Kürt halkı giden Esad’ın yerini bir başka Esad’ın almasını kabullenmeyecektir.        Sonuç olarak, Türkiye’nin tek başına Suriye’ye karşı savaşa gireceğini düşünmüyorum. 2013′ün Nisan ve Mayıs ayları, Esad iktidarının devam edip etmeyeceğini belirleyecek  aylar olacaktır.Baki Karer03.10.2012  

ORTADOĞU’DA BÖLÜŞÜM SAVAŞI 

 Ortadoğu diktatörlüklerinin kimi yıkıldı, kimi de sallantıda. Her tür muhalefe yaşam hakkı tanınmayan bu ülkelerde halk, nihayet özgürlük ve demokrasi için ayaklandı. Kendiliğinden ortaya çıkan ayaklanmalarda önderlik arayışının sonuçlandığını henüz söyleyemeyiz. Halkın odaklandığı hedeflere ulaşma çabası sürecinde, önderlik sorunu, şu veya bu biçimde çözümlenecektir. Ama bu süreç, hiçte kolay olmayacaktır. Kolay olmayaşının en önemli nedeni de, Batılı güçlerin bu ülkelere dolaylı ve zaman zaman doğrudan müdahaleleridir. Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere, Avrupa Birliği ülkeleri, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde gelişen halk hareketlerinin demokratik bir zeminde gelişip güçlenerek sonuç almalarını engellemek için ellerinden gelen her tülü gayreti göstermektedir. Örneğin Libya’da Muammer Kaddafi’ den sonra kurulan geçici konsey, Libya halkını temsil etmemektedir; petrol tekellerinin çıkarlarına hizmet edecek tarzda oluşturulmuş bir kukladır. Libya’da halkın taleplerinin çok gerilerinde seyreden işbirlikçi iktidar yapılanmasının çabaları verilmekte şu anda. Tunus’da yapılan seçimleri ılımlı İslam olarak adlandırılan kesim her ne kadar çoğunluğu elde etmiş olsa da, tek başına egemen durumda değildir. Dolaylı da olsa dışarıdan müdahalelerin önü alınabilinirse, bu ülkede toplumsal değişim kendi iç dinamikleriyle daha ileriye yönelik değişimlere doğru kolayca ilerleyecektir. Genel seçimlerden sonra kurulan iktidar, bir nevi geçiş döneminin iktidarı niteliğindedir. Mısır’da ise silahlı kuvvetler,’sancısız geçiş’ bahanesiyle zaman kazanarak, özellikle ABD’nin çıkarlarına hizmet edecek doğrultuda bir iktidar oluşturmak için sürdürdüğü çabaları sonuca ulaştıramadan yeni bir direnişle karşı karşıya gelmiştir. Mısır’da ordu, yapılacak ilk demokratik genel seçimler sonucu çoğunluğun tercih ettiği kesime iktidarı bırakmak zorunda kalacak veya insiyatifi kaybetme korkusuyla açıktan cuntaya yönelecek. Ama Mısır’da cuntanın yapabileği hiç bir şey yoktur ve böylesi bir çözüm biçiminde ısrarcı olma, bu ülke için felaket olur. Tahrir meydanında yeniden başlatılan protestolar ve bu protestolara karşı ordunun takındığı tavır, tıkanmanın göstergesidir. Korkuyu yenmiş kitlelere salt dipcik ucuyla geri adım attırmaya çalışma, Mısır’a pahallıya mal olur ve sonuçta halkın demokratik istemlerinin önüne geçilemez. Halk zamanında müdahalede bulunmuştur. Oyalama politikasına son verilmesini istemiştir. Başlarda olduğu gibi, son gösterilerde İslamcı Kardeşler’in oynadığı rol belirleyici değildir. Bu örgütün varlığı bahane olarak kullanılmaktadır. Artık bu noktadan sonra başvurulacak savsaklamalar,iç savaşa devetiye çıkarmaya yarar. Gelişmelerin ciddiyetini farkeden Askeri Konsey, ayak sürüme tarzında da olsa yeni anayasa ve genel seçim çalışmalarını hızlandırmaya yönelmiştir. Suriye’de Esad iktidarının halka karşı direnişi sürdüğü sürece, Mısır’ın sürekli istikrarsızlık içinde kalması, Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Avrupa’nın da işine gelmez. Ortadoğu’da sorunlar, her zaman birbiriyle bağlantılı ve çok denklemli olmuştur.Suriye’de Esad iktidarı olabildiğince yıpranmış, artık toplumsal gelişmeleri kontrol edemez hale gelmiştir. İktidarda ayak diretmesinin önemli bir nedeni de, barışçıl

Page 62: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

seçenekleri tümüyle ortadan kaldırmış olmasıdır. Aslında bu tür iktidar biçimlerinin elinde fazla seçenek yoktur. Sonunun Muammer Kaddafiye benzemesinden korkmaktadır. Ama İran ve Lübnan faktörleriyle birlikte Rusya Federasyonu’nun şu anda Esad yönetimine verdiği destek dikkate alınırsa, bir süre daha ayak direteceğe benzemekte. Suriye konusunda Türkiye’nin ve İngiltere’nin izlediği taktiğe bakılırsa, dıştan bir müdahale ile değil, içten darbe yöntemiyle mevcut iktidar yıkılmak istenmekte. Esad iktidarının yıkılması ve sonrası süreçte Türkiye, özellikle Faransa’nın dıştalanması yönünde gayret göstermekte. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün İngiltere ziyaretinin altında yatan bir neden de, budur. Türkiye’nin gücü, bunu başarmaya yeter mi? Ayrıca bu konuda Rusya alternatifini de gözardı etmemek gerekir. Rusya için Suriye, Akdeniz’de bir basamak teşkil etmektedir. Ama Rusya’nın Suriye’yi pazarlık konusu yapmayacağını da söyleyemeyiz. Batı Avrupa, ABD ve Türkiye’nin Rusya’yı dışlayan bir yönelim içine gireceklerini sanmıyorum. B.Avrupa’nın ve özellikle ABD’nin Suriye’ye karşı yapılacak operasyonlarda geri planda kalışının bir nedeni de budur. Bu nedenledir ki, Suriye’ye karşı operasyonlarda Türkiye ve Arap Birliği önplana çıkarılmakta. Özellikle Türkiye’ye her türlü destek verilerek ateş hattına itilmekte. Bu durum karşısında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin duruşunu tanımlarsak; bir dönemler İrana karşı kullanılan Irak’ın Saddam’ı konumunda. Yani çiviyi çiviyle sökme metodu uygulanmakta. Suriye konusunda AKP iktidarının izlediği politikayı tasvip etmek mümkün değildir. Komşularla sıfır sorunlu bir politikadan komşulara saldırganlık politikası üretme kadar bir ucubelik olamaz. Ayrıca AKP’de bilmektedir ki, esas sorun Suriye değildir. Suriye üzerinden İran hedeflenmekte ve uzun vadede Ortadoğu dizayn edilmeye çalışılmaktadır. ABD askeri güçlerini hızla Suudi Arabistan ve Basra bölgesi ülkelerinde kalıcı olmaya yönelik konuşlandırmaya başlamıştır. Buradan Ortadoğu ve Kuzey afrikayı kontrol altında tutmaya çalışmaktadır. İşte bu nedenle İran’ı engel olarak görmekte. Suriye ve Lübnan düşürüldüğünde yalnızlaşan İran hedef alınacaktır. Füze savunma sisteminin Malatya’ya yerleştirilmesinin bir nedeni de budur. Bu aynı zamanda İsrail’in önündeki engellerin temizlenmesi demektir. Suudi Arabistan ve Basra ülkelerinin birden bire neden demokrasi güçleri vagonuna bindirildiğini anlamak için kahin olmaya gerek yok.Aynı biçimde, Türkiye’ye, özellikle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a verilen destek, bu noktada daha bir anlamlı hale gelmekte. Sormak gerekir, Başbakan birden bire neden bu kadar Arap halkları nezdinde popüler hale geldi, ya da getirildi? Batı medyasında, basınında bu kadar övgüler dizilmesi boşuna mıdır? Başbakan Tayip Erdoğan’ın bugünkü pozisyonu, bana, yakın geçmişte Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin başkanı Michail Gorbatjov’un konumunu anımsatmaktadır. Gorbacov’a verilen destekler, yapılan övgüler karşılığında nasıl sonuçlar elde edildiğini tekrar belirtmeye gerek yok. AKP hükümetine ve Tayip Erdoğan’a verilen destekle nelerin elde edilmek istendiğini tartışmakta yarar var. Sonuç olarak, Esad iktidarının yıkılışında, halkın mücadeleci gücü belirleyici olmalıdır. Emperyalist güçlerin müdahalesiyle bir ülkenin demokratikleşeceğini sanmak aptallıktır. Geçmişte, klasik sömürgecilik döneminde uygarlık götürme bahanesiyle ülkeler nasıl işgal edilmişse, günümüzde de demokrasi adına işgal edilmektedir. Halkların özgür iradeleri hiçe sayılmakta. Tunus’, Mısır, Libya ve Suriye’de halk, emperyalist güçlerin ülkelerini işgal etmesi için değil, özgür ve bağımsız yaşamak için ayaklandı.  Baki Karer2011-11-28

TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ

Page 63: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

  

    Türkiye Suriye ilişkileri son dönmelerde epeyce gerginleşti. Başbakan Erdoğan’ın, ‘Sabrımız taşmak üzeredir’ yönlü tehditvari demecinden sonra, uluslararası alanda diplomasi trafiği hızlandı. Suriye sorunu, Orta doğu genelinde birçok denklemi içinde barındıran bir sorundur. Çözümü pek o kadar kolay değildir. Giderek genişletilerek uygulanan yaptırımlarla veya askeri işgalle bir anda çözümlenecek bir sorun olduğu söylenemez.     Çözümsüzlüğün en temel nedeni, örgütlü bir muhalefetin olmayışı. Halk üzerinde yıllardır sürdürülen acımasız baskı, demokratik bir muhalefetin örgütlenmesini engellemiştir. Sokaklara egemen olan korkusuz kalabalıktır. Demokrasi ve özgürlük isteyen kitleleri iktidar alternatifi haline getirecek örgütlü bir yapı ortaya çıkmadığı koşullarda, Esat rejimini yıkma, Orta Doğu’da uzun süreli bir savaşı göze alma demektir.    Başbakan Erdoğan’ın tehditkâr konuşmasına rağmen, Türkiye’nin ilk müdahale eden bir ülke olacağına, ihtimal vermiyorum. Böyle bir tutum takınılması, tüm arap dünyasını karşıya alma demektir. Türkiye, Arap toplumları nazarında, yeni bir Osmanlı olarak görülmeye başlanır. Bu, ister istemez, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği’nin dikte edeceği her politikaya harfiyen uymayı getirir. Dolayısıyla, Tek Şeflik ve Menderes döneminin politikalarına geri dönüş demektir.     Suriye sorununun diğer bir boyutu ise, Lübnan Hizbullahı ve İran’dır. Askeri müdahale bu güçlerle de sürekli çatışmayı getirir. İran hem siyasi hem de ticari açıdan Türkiye’ye karşı tavır almamazlık yapamaz. Çünkü İran, bölgede kendini yanlızlaştırma politikaları karşısında sessiz kalmayacaktır.     Türkiye açısından dikkate alınması gereken diğer bir sorun da, İsrail’dir. Suriye’de iktidarın yıkılması ve olası bir iç savaşa sürüklenmesi, İsrail’in her açıdan işine yarar. Suriye’nin safdışı edilmesi, İsrail’in rahat nefes alması demektir.     Nereden bakılırsa bakılsın, Suriye’ye karşı askeri müdahalede Türkiye’nin öncülük yapması, ABD ve AB’ye hizmet eder.15.08.2011BAKİ KARER 

 KORKULUKLARIN YIKILIŞI

     Tunus’da neredeyse sessiz sedasız amerikan yanlısı azılı iktidar yıkıldı. ‘Sessiz sedasız’ diyorum, çünkü bu ülkede halk isyanı başladığında normal bir protesto olarak görüldü. Ve yıllardır hüküm süren diktatörlük bir anda yıkıldı. Yıkılmakla da kalmadı, devlet başkanı ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.     Ayaklanmanın ciddiliği sonradan kavranıldı ve neredeyse son anda müdahale edildi; rejimin özellikleri değiştirilmeden yumuşak geçiş sağlandı. Halkın yıllardır birikmiş tepkisinin nerede son bulacağı kestirilemezdi. Şimdi Tunus’ta laik rejimin devamı sağlanacak mı yoksa ‘ılımlılaştırılmış’ bir İslam iktidarı mı kurulacak? Henüz tam olarak çözüme kavuştuğunu söyleyemeyiz, ama AKP türü bir iktidarın kurulmayacağını şimdiden söyliyebilirim. Büyük ihtimalle islami kesimleri de kapsayacak biçimde bir nevi koalisyon kurularak devam edilecek. Hangi biçimde devam edilirse edilsin, Tunus artık eski Tunus olmayacak.     Geçmeden şunu da belirtmek zorundayım; Tunus’ta ve Mısır’da İslamcı akımların herhangi bir biçimi tek başına iktidar olamayacak. Kurulacak iktidarlar daha fazla demokrasiye doğru yol alacaklar. Ayaklanmalar halkın kollarına zoraki geçirilmiş ‘İslam terörü’ bağını koparmayı başarmıştır. Tunus, Mısır ve Yemen’deki halkın son isyanlarının bir özelliği de budur. Bu ülkelerde kurulacak yeni iktidarlar toplumun tüm renklerine mümkün olduğunca açık olmaya çalışacaktır. Bugüne kadar dıştalanmış, kenarda tutulan kesimler oluşturulacak yeni havuzda

Page 64: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

yerlerini alacaklardır. Böylece ABD ve Avrupa’nın ‘ılımlılaştırılmış İslam’ tezi de bu isyanlarla aşılmıştır.     Tunus’daki halk ayaklanması Ortadoğu özellikle Arap halkını etkilemesi anlamında domino etkisi rolü oynamıştır, ama diktatörlerin yıkılması anlamında domino etkisi rolü şimdilik sınırlı kalacağa benzemektedir; büyük ihtimalle Mısır ve Yemen’le sınırlı kalacaktır. Özellikle Mısır’da diktatörlüğün yıkılması, Arap ülkelerinde demokratik rejimlerin kurulmasında mihenktaşı rolü oynayacaktır. İlk hamlede elde edilen bu kazanımlar, gelecekte belirleyici rol oynayacağını söyleyebiliriz.     Ama Mısır’da Hüsnü Mübarek sonrasında, demokratik bir ortamın egemen olmasını hemen bekleyemeyiz. Mısır’da iktidar mücadelesi, demokrasinin inşası uzun ve sancılı olacaktır. Hüsnü Mübarek iktidarı, ABD’ye yılda bir milyar dolara kendini satmış bir iktidardır, karşılığında İsrail’in bekçiliğini yapmak için. Bu nedenle ABD olsun B.Avrupa olsun Mısır’da demokrasinin inşasını geciktirmek, engellemek için ellerinden geleni yapacaklardır.     Tunus’da başlayan Mısır ve Yemen’le devam eden Arap halkının başkaldırışı, kısa vadede olmasa da orta vadede, ABD ve Batı Avrupa emperyalist güçlerinin çirkinleşmiş yüzünü daha bir açığa çıkartacağı gibi aralarındaki çelişkilerin kızışmasına neden olacak. Tartışılan refah düzeyleri ve demokrasi anlayışları daha bir netleşecek. Onların ‘demokrasileri’ ve ‘yüksek refah’ düzeyleri Arap halkının, geri bıraktırılmış tüm halkların arın terleri üzerine kuruludur. Bu nedenle ABD ve Batı Avrupa’ın çıkarları, tüm Ortadoğu halklarının demokratik olamayan rejimlerin altında tutulmasında yatar. Arap ve tüm Müslüman halklarının başına İslamcı terör denilen ucubeyi bela etmeleri de bundandır. İslamcı terör bahanesiyle yıllardan bu yana Arap halkının kendi iç dinamiklerini harekete geçirmesini engellemişlerdir. İşte bir de bu nedenle, Hüsnü Mübarek ve Kral Faysal türü kanlı diktatörler bugüne kadar hüküm sürmüştür.     Ayaklanmaların Ürdün, Suudi Arabistan vb. ülkelerde iktidarları yıkacak tarzda yaygınlık kazanacağına dair şimdilik bir belirti yok. Özellikle Ürdün B. Avrupa, ABD ve İsrail için stratejik öneme haiz bir ülkedir. Ürdün’de başlayacak ve iktidarı yıkacak bir ayaklanma orada Filistinlilerin iktidar olmasına yolaçabilir. Nüfusunun çoğunluğu Filistinlilerden oluştuğu bilinmekte. Burada çıkacak ciddi bir ayaklanmaya ABD ve İsrail’in dolaysız müdahalede bulunma ihtimali yüksektir. Bu nedenle Ürdün Krallığı bir takım reform tedbirleriyle dönemi geçiştirmeye çalışmakta. Ama nereden bakılırsa bakılsın Ortadoğu’da dengeler değişecektir. ABD ve İsrail eskiden olduğu gibi rahat hareket edemeyecek, ister istemez değişen dengeleri dikkate almak zorunda kalacaklar. B.Avrupa ve ABD artık yeni Ortadoğu politikalarını belirlerken tek başına İsrail’e odaklanmayı temel alamayacaklar. Bugüne kadar şımartılmış İsrail, biraz daha aklı başında hareket etmeye zorlanacak.  BAKİ KARER08.02.2011 

 MISIR’DA İKTİDAR YIKILDI

     Evet, nihayet beklenen oldu; Hüsnü Mübarek devlet          başkanlığından ayrılmak zorunda kaldı. Zaten dün akşam yaptığı açıklama gidici olduğunu gösteriyordu. Halkın tepkisi karşısında daha fazla dayanması mümkün değildi. Bunun Mısır halkı için ileri bir adım, bir kazanım olduğunu söyleyebiliriz. Uzun maratonun birinci etabı halkın zaferi ile sonuçlanmıştır. Mısır’da yıllardan bu yana ilk defa halkın tepkisiyle bir iktidar gitmek zorunda kalmıştır. Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz; bu ülkede halk, tarihte ilk defa kendini yönetmek için harekete geçmiştir. Ne kadar ve nereye kadar başarılı olacağı önümüzdeki süreçte ortaya çıkacaktır. Her ülkede iktidar mücadelesi çok denklemlidir ama Mısır’da daha çok denklemlidir. Mısır’da daha çok denklemli oluşunun esas nedeni de, bu ülkenin tüm Arap dünyasında oynadığı rolden ve öneminden kaynaklanmakta.    Hüsnü Mübarek tüm yetkilerini güvenlik konseyine devretti. Bu,  ordunun iktidarı direk

Page 65: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

devralması demektir. Zaten ordunun baştan beri protestolara karşı direk tavır almayışının bir nedeni de bu idi, yani rezerv olarak yedekte tutulmuştur. İktidardaki bu değişimi, bir geçiş dönemi olarak nitelendirebiliriz. Mısır’da yapılacak yeni anayasanın bizdeki 1961 anayasası kadar geniş özgürlüklere sahip olacağına ihtimal vermiyorum. Ama en azından serbest seçimlerle sivil iktidarların belirlenmesinin yolu açılacak ve halkın geçmişe göre daha iyi ekonomik ve sosyal imkânlara kavuşmasını hedefleyecek bir sürecin başlangıcı olacaktır. Demokrasinin inşası için uzun bir yolçuluğa çıkılmıştır. Mısır’ın ekonomik ve sosyal kalkınmışlık düzeyi dikkate alındığında, bugün için bundan daha ileri hedeflerin gerçekleşeceğini düşünmek biraz hayalprestlik olur. Kaldı ki, Mübarek iktidarına karşı ayaklanan kitlelerin, ordunun iktidarı geçici de olsa devralmasına razı olması, bunu göstermekte.     Ordunun şu andaki konumunu bahane ederek, halk yığınlarının ileri bir demokrasi için elde ettiği kazancı küçümseme, gerçeklere gözü kapamadır. Hüsnü Mübarek iktidarının yıkılmasında iç dinamikler belirleyici olmuştur. ABD ve B.Avrupa, yıkılan iktidarla daha onyıllarca giderdi. ‘Devrim değildir’ diyerek olup bitenleri küçümseme, bu direnişin Mısır halkı ve gelecekte Arap dünyasında oynayacağı rolü de inkâr etme demektir. Mısır’da halkın direnişiyle elde edilen kazanımlar sonucu, yapılacak ilk serbest genel seçimlerle sivil bir iktidar kurulursa, işte o zaman Arap dünyası çok ciddi alt-üst oluşlara gebe kalacaktır. Ne Suudi, ne Ürdün ve ne de diğer Arap ülkelerindeki iktidarlar koltuklarında rahat oturamayacaklar. Bu iktidarlar açısından belirsiz bir süreç başlamış olacak. Korkularını yenmiş kitlelerin gücünü her an enselerinde hissedecekler.     Tunus, Yemen ve Mısır’da halk ayaklanmalarını, ABD’nin BOB projesine bağlayanlar var. ABD tarafından düğmeye basıldığı yönünde yorumlar, tartışmalar da yapılmakta. Ortadoğu’da son yaşanan ayaklanmaların ortaya çıkış biçimi, hedefleri ve zamanlaması doğru tahlil edilirse, bu yorum ve tartışmaların ne kadar geçersiz olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Kaldı ki, yıkılan iktidarların ABD’nin her isteğine boyun eyen iktidarlar olduğunu unutmamalıyız. Yani gidenler, ABD’nin işbirlikçileridir. Ancak yeni iktidarların oluşumunda, ABD’nin manipülasyonlar yapmayacağını söyliyemem. Şu ya da bu biçimde müdahalede bulunacakdır. Ne oranda müdahalede bulunursa bulunsun, yaşanan süreçte halkın demokratik istemleri ağır basacaktır.  11.02.2011Baki Karer  

     ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ     Özellikle son bir aydır Anayasa değişikliği üzerine çok yönlü tartışmalar yapılmakta. Burjuva partilerinin birbirleriyle paslaşma misali tartışmalardan ve çeşitli meslek örgütlerinin önerilerinden sağlıklı bir sonuca ulaşılacağından emin değilim. Ne Adalet ve Kalkınma Partisi ne de Cumhuriyet Halk Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi, çağımızın standartlarına uygun bir anayasa yapmada ciddi değillerdir. Yerel milliyetçiliklerin birbirini beslemesinden güç alan MHP’nin demokratik bir ortamın egemen kılınmasından yana tavır alması zaten beklenilmiyor. BDP ise ara yerde, bir o yana bir bu yana gezinen hayalet durumunda. Aslında hemen her kesimin değirmenine su taşımakta. Bu durum, düzenle olan bağlantıları dikkate alındığında, pek yadırganmamalı.     Değişikliğe karşı çıkanların başında bazı hukuk kurumları da gelmekte, örneğin HSYK, Danıştay, Yargıtay vb. Bu krumların hukukla, adaletle bir alakaları olmadığı apaçık ortada. Fildişi kulesinde yaşayan elit bir kesimin çıkarlarını temsil etmektedirler. Statükonun az da olsa bozulması bu kesimlerin çıkarlarını sarsmakta. Bu kurum ve kuruluşların hukuk anlayışı, elit kesimin halka karşı çıkarlarını ne pahasına olursa olsun her koşulda korumadan ibarettir. Yamalı pantolon giymeyi geçersiz kılacak sosyal yapının egemen hale gelmesi yönünde çaba yürütmeyi temel alma yerine, şalvarlıların şehir merkezine sokulmama anlayışına sıkı sıkıya bağlıdırlar. Bunlar anti demokratik ve aynı zamanda Cumhuriyete karşıdırlar. Uygulamada değil, söylemde laiktirler.     Türkiyede hukuk adına örgütlendirilmiş kurumlar, kokuşmuşluğun, her türlü kayırmanın, rüşvetin ve anti demokratik uygulamaların odağında yer alır. Bizde, haklının haksız ilan edildiği, haksızın haklı görüldüğü, daha doğrusu, işkencecilerin elini kolunu sallayarak gezindiği, faili

Page 66: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

mechul cinayetlerin örtbas edildiği bir hukuk sistemi egemendir.        Peki, AKP’nin getirmek istediği değişiklikler gerçekten demokratik midir? Çok rahatlıkla demokratik olmadığını söyliyebiliriz. Bir defa iktidar partisi de yeni baştan demokratik bir anayasa yapmadan yana değildir. Diğerleriyle farkı ‘daha az despotik olalım’ demesidir.     Anayasa demek, toplumun tüm kesimlerinin ortak bir noktada buluşması demektir. Asker ve sivil bürokrasiden dar bir elitin çıkarlarını gözeten bugünkü anayasa içinde oynamalarla demokratikleşmenin sağlanamayacağı ortadadır. Her tarafından yırtılmış, halka zoraki giydirilen bu gömleği emekçi yığınlar taşımak zorunda değildir. Halk, kötü ile daha kötü arasında tercih yapmaya zorlanıyor.     Toplumsal yapının tüm renklerinin kendini özgürce ifade edeceği bir metnin ortaya çıkmasında rol oynayacak güçlerin zayıflığı devam ettiği sürece, demokratik bir anayasa yapılamayacak. BAKİ KARER04 Nisan 2010 Pazar

TEKEL İŞÇİLERİ GREVİ VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

     Tekel işçileri grevini biraz farklı açıdan ele almak istiyorum.‘İşçi sınıfı yine başkaldırıyor’ ya da ‘işçi sınıfı direniyor’ vb.slogancılıkla sorunların üstesinden gelinemeyeceğinin anlaşılmış olması gerek. Globolist politikaların ve ekonomik uygulamaların sonuçlarının bir ürünü olarak olaya bakmakta yarar var.     Doğru, hak kaybına uğrayan, kölece çalışmaya zorlanan Tekel işçileri direniyor, ama işçi sınıfı direnmiyor, toplum direnmiyor. Geçmişte üzerinde çok kafa yorduğumuz işçi sınıfına müttefik olabilecekler ses bile vermiyor. Ne oldu, neler değişti? Gelinen noktada işçi eylemlerinin bu kadar zayıf ve yalnız kalması düşündürücüdür. Dolayısıyla bu durum, sendikalaların da gücünü ortaya çıkarmakta. Ama olaya salt belli meslek gurubuna ait işçilerin direnişi ve sendikaların gücü açısından bakılmamalı. Gelişmelere sol ve sosyal demokrasinin örgütlülük düzeyi açısından da bakılmalı. Ayrıca Türkiye’de politikaların ve toplumsal ilişkilerin dünya genelinde uygulanan politikalardan ve değişime uğrayan toplumsal ilişkilerden bağımsız olmadığı ve bunlardan ne kadar fazla etkilendiğini de hesaba katmak gerekiyor.    Globalist uygulamaların gelip dayandığı noktada devlet/toplum/birey, ilişkileri açısından irdelemek gerekiyor. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla hız kazanan globalist politika ve ekonomik uygulamalar iktidarlar açısından olduğu kadar ulus-devlet yönetiminde de değişimler ortaya çıkarmıştır. Bu bağlamda devlet/ birey, toplum/birey ilişkileri de farklı boyutlar kazanmıştır. Avrupa’da olsun Türkiye’de olsun sol’un ve sosyal demokratların yaşadığı çıkmaz, önemli oranda bu noktadan kaynaklanmakta.     Globelleşmenin asal belirleyici unsuru sistemsel bir değişiklik değildir. Geçmişten gelen modernitenin yeni toplumsal ilişkilere göre biçimlendirilmesi sözkonusudur. Yani yaşadığımız süreç, post modern olarak adlandıracağımız bir süreç değildir. Globelleşmeyi bir anlamda kapitalist gelişmenin bir evresi olarakta görebiliriz. İçinde bulunduğumuz süreçte globelleşme ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda değişiklikler ortaya çıkarmıştır. Hem de birbirine zıt, hatta birbiriyle çatışan diyebileceğimiz değişimlere neden olmuştur. Çatışan değişimler derken, eskiden dışlalanlara, yerel olanlara modernlik içinde yer verilmesi olarak düşünülebilinir. Ulusal globelleşirken yerel de bir anlamda globelleşmekte. Bu noktada ulusal olanla yerel olanın arasında neredeyse bir fark kalmamakta. Dolayısıyla ulusal olan yereli ve gelenekçi olanı kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu noktada global/ulusal ve yerel, ister istemez birbirini etkilemekte, birbirini dönüşüme uğratmakta. Ama asıl önemli olan, yerelin modern alan içine çekilerek dönüşüme uğramasıdır. Bu ister istemez çelişkili birlikte yaşamı da beraberinde getirmekte. Kültürel, kimliksel, cinsel ve daha bir çok farklılıklar küreselleşme döneminde aynı anda daha bir netlik kazanmakta ve her biri kendini ifade etmeye çalışmaktadır. Bu durum, egemen olanın yerelliğe tehammülü, çok kültürlülüğü, etniksel ve daha bir çok farklılıkları içselleştirmesi olarakta görülebilinir. Bunlar birbirleriyle bağlantı içinde ele alındığında siyasette de ciddi

Page 67: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

değişimlerin ortaya çıktığını görmekteyiz.    Globelleşmeyle birlikte gerek neo-liberal, gerekse de sosyal demokratlarda elit bir kesimin yönetime tek başına egemen olma dönemi sona ermiş durumdadır. Serbest Pazar ilişkileri içinde iktidara aday ya da ortak olabilecek yeni güçler ortaya çıkmıştır. İster sanayileşmiş, isterse de gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerde bu gerçek kendini dayatmış durumdadır. Sanayileşmiş ülkeler bu sorunu bir takım engellerle karşılaşıyor olsa da aşabilmekte. Ama az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde bu sorun çok ciddi iç çatışmalara neden olmakta. İktidar için farklı aktörlerin ortaya çıkması, bazılarının iddia ettiği gibi devletin egemenliğinden bir şey kaybetmesini getirmemekte. Devlet ortaya çıkan aktörlerin ortaya koyduğu ve koyacağı tepkileri şu veya bu biçimde özümsemekte ve belirlediği sınırlar içine çekmeyi başarmaktadır. Sonuç olarak, farklılıklar modernite düzleminde siyaset içinde eritilmeye çalışılmaktadır. Bu ‘eritme’ çabaları ulus-devlet’te bir ölçüde esnekleşmeyi getirmekte ama genel olarak devletin egemenlik yapısında bir krize yol açmamakta; en azında vatandaşlık ilişkilerinin egemen olduğu sanayileşmiş ulus-devletlerde ciddi bir krize neden olmamakta. Bu ülkelerde ciddi bir krize neden olmamasının esas nedenlerinden biri de, sahip oldukları ekonomik ve mali gücünün yanısıra, toplumsal ve sosyal yapılarının özelliklerinden kaynaklanmakta. Ama özellikle B.Avrupa’nın sanayileşmiş bazı ülkeleri farklı kültürler, farklı kimlikler sözkonusu olduğunda çok acımasız davrandıklarını görmemezlikten gelemeyiz. Bu tür farklılıklara tehammül ettiklerini pek söyliyemeyiz. Daha çokta Almanya ve Fransa’nın dayattığı entegrasyon politikası, aslında asimileyi öngören politikalardır. Mümkün olduğunca homojen ulusu temel almaktadırlar. Bu ülkelerde son dönemlerde milliyetçi, neo-nazist örgütlenmelerinin yaygınlaşmasının bir nedeni de budur. Aslında bu tür ideolojilerin ve örgütlenmlerin yaygınlık kazanmasında devlet desteğinin olduğu gayet açıktır.    Küreselleşmenin yaygınlık kazanmasıyla birlikte özellikle neo-liberallerin savunduğu ve günümüz koşullarında sosyal-demokratların da fazla bir direnç göstermediği ‘devletin küçültülmesi’ politikası önemli bir rol oynamakta. Devletin küçültülmesi politikası daha çok gezginci sermayenin istediği bir politikaydı. Reel sektörden uzaklaşmış, dünya ölçeğinde faizle yaşayan sermaye, girdiği her alanda devlet müdahaleleriyle karşılaşmak istemiyordu. Sanayileşmiş ülkelerde ise, bürokrasinin daraltılmasını ve devletin sosyal devlet olmaktan çıkartılmasını sağladı. Bu politika, Batı’nın yıllardan bu yana övündüğü moderniteyi ve kalkınma modelini tartışılır hale getirmiştir. Çünkü Avrupa’da devletler artık hızla sosyal devlet olmaktan çıkmaya başlamış, işsizlik, fakirleşme ve yoksulluk her geçen gün artan bir olgu haline gelmiştir. Hatta bu durum özellikle ikibinli yıllardan itibaren orta sınfları eriten boyuta ulaşmıştır. Yani burjuva demokrasilerinin belkemiği kırılmaya başlamıştır. Bu anlamda neo-liberalizmin bireysel özgürlüklere açıktan darbe vuran bir politika olduğu saklanamaz hale gelmiştir.     Globelleşmeyle birlikte ortaya çıkan bu çok boyutlu ilişkiler, ulus-devlete egemen olan kimlik sorununu tartışılır hale getirmekte, ama her şeye rağmen, kapitalist devlet egemenliğini tartışılır hale getirmekten çok uzak. Yani farklılıklarını ortaya koyan kesimler kapitalizmle çizilmiş sınırların ötesine geçmeye çalışmamaktadır. Bunun bir nedeni, sanayileşmiş ülkelere ait global sermaye kendi ulusal devletlerini zaafa götürecek, devletin egemenliğini sarsacak bir davranış içine girmemiştir. Ama geri kalmış ve gelişmekte olan ülkeler sözkonusu olduğunda, hiçbir sınır tanınmamıştır. Bu tür ülkeler adeta yolgeçen hanı yapılmak istenmiştir. Bu ülkelerin ekonomileri adeta çöküntüye uğratılmıştır. Global sermaye ‘sınırlar kaldırılsın’ derken, çıktıkları ülkelerin sınırlarını tel örgüyle korurken yoksul ve gelişmekte olan ülkelerin sınırlarını kaldırmıştır. Bu adımlarını da demokrasi söylemiyle süslemiştir. Sonuçta ulus-devlet yapısında aşınma, kalkınmakta olan ve geri kalmış ülkelerin sınırlarını yok sayarken, devletin egemenlik yapısında tam tersi yetkinleşmeyi sağlamıştır. Bunlara rağmen, küreselleşmeyi demokrasiyle özdeş gören bir anlayışın savunuculuğunu yapanlar hiçte az değildir. Bilgi edinmeyi ve kültürel akışı kolaylaştırdığı doğrudur ama demokrasi sorunu sadece bilgi edinmeden ve kültürel akışın kolaylaşmasından ibaret değildir. Özellikle ülkemizde bazı aydın çevrelerce görülemeyen ya da görülmek istenmeyen budur. Bu durumu, ortaya saçılmış yeme balıklama atlamayla izah edebiliriz.Bir diğer neden de, küreselleşmeyle birlikte üretim ve bölüşümde ortaya çıkan durumdur. Talebin üzerinde üretim zaten kapitalizmin her zaman sorunu olmuştur. Ama bu dönemde bu sorun daha

Page 68: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

farklı bir boyut almış durumda. Bu dönemde insanlar artık salt ihtiyaçlarını karşılamk için çaba yürtmemekte ya da çalışmamaktadır. Her geçen gün gelişen teknolojinin ortaya çıkardığı lüks tüketim maddelerinden yararlanmanın yollarını arar hale gelmiştir. Bu noktada zeruri ihtiyacının olup olmaması hiç önemli değil. Sorun, ne yapıp yapıp bulundurma, hatta bir kaç saatliğine de olsa kullanma. Birey metanın bir uzantısı veya metanın esiri haline getirilmeye çalışılmaktadır. Bu yaşam tarzı bireyleri toplumsaldan uzak kılmakta, toplumsal sorumluluğu zaafa uğratmaktadır. Öbür yandan, bireyin toplumdan bağımsızlaştığı oranda özgürleştiği ve bir özne haline geldiği düşüncesi de savunulmaktadır. Elbette bireyin özgürleşmesi ve bir özne haline gelmesi önemlidir. Ama birey özgürleştiği oranda çıkarları kesişen diğer bireylerle birlikte hareket edebilme yetisini ve sorumluluğunu kazanabilmesi önemlidir. Eğer birey özgürleştikçe devletin daha fazla denetimine giriyorsa, yani devlete bağlı birey haline geliyorsa o zaman bu özgürlük tartışılmalı. Devlet endeksli özgürleşme gerçekten özgürleşme değildir. Küreselleşmeyle birlikte yaşanan da budur.     Bir diğer nokta da farklılıklar ve kimlik siyaseti çok kültürlülük gibi sorunlar önplana çıkartılarak sınıf siyaseti geri plana itiklenmekte,sınıf siyaseti örtülenmeye çalışılmakta. Oysa sınıf siyaseti içinde de farklılıklara yer verilebilinir, herkesin kimliğiyle hareket etmesi sağlanabilinir. Sınıf siyaseti çok kültürlülüğü ve kimliği yadsımaz. Gelinen noktada, sınıf siyaseti ezilenler açısından tanınmaz hale getiriliyor.Ama ezenler, sermaye sınıfı açısından durum hiçte böyle değil; onlar kendi sınıf çıkarlarını korumanın savaşımından geri durmuyorlar.     Küreselleşmenin ortaya çıkarttığı böylesi karmaşık ilişkiler sonucudur ki, Tekel işçilerinin başlattığı haklı direniş, toplumda gereği gibi yankı bulamamakta ve gereken desteği alamamakta. Elbette bu noktada solun yaratıcılığı tartışılmalı. Bugün Türkiye’de sol ve sosyal demokrasi örgütlü değildir. Tekel işçilerinin direnişi bugün toplumda hakettiği desteği bulamamasında rol oynayan en önemli bir neden de, solun içinde bulunduğu dağınıktır. Şu anda giderek kızışan bir iktidar mücadelesi yürütülmekte ama bu iktidar mücadelesinde sol ve sosyal demokrasi yoktur.

BAKİ KARER9 Şubat 2010

‘VELEV Kİ SİYASİ SİMGE OLSUN....’

Basında ‘turban düzenlemesi’ olarak dillendirilen, aslında kara çarşafa özgürlük getiren anayasa düzenlemesi, Anayasa Mahkemesi tarafından dün kabul edilmedi. Çokta güzel oldu. AKP’nin öncülük yaptığı, MHP’nin oy avcılığı uğruna yandan destek verdiği şeriatçı düzenlemenin ret edilmesi, aslında Türkiye için bir dönüm noktasıdır. Bu ‘türban’ denilen kara çarşaf hakkında Anayasa Mahkemesi tarafından alınan üçüncü karardır. AKP’nin bu noktadan sonra yargı kararlarını zorlayacak yaklaşımlar içine girmesi, Türkiye’yi uzun süreli olabilecek bir kaosun içine sürükleyecektir. Yaşanacak kaos ortamından taraf olarak kȃrlı çıkacağını sanmıyorum. Çünkü içinde yaşadığımız iç ve dış siyasal koşullar islamcı tarafın giderek güçlenmesine hizmet edecek koşullar değildir. Bu nedenle AKP, nasıl bir hareket tarzı izleyeceğini bir kez daha düşünmelidir. İşine geldiği noktada ‘demokrasi’ ve ‘özgürlük’ yanlısı olduğunu iddia eden hükümet, evrensel hukuk ilkelerini dikkate almak zorundadır. Başbakan Tayyip Erdoğan aldığı yüzde kırkyedilik oy oranına güvenerek hemen tüm konularda dayatmacı, daha doğrusu totaliter bir rejimin inşaası hevesine kapılmıştı. Türban ya da kara çarşaf için ‘velev ki siyasi simge olsun...’ dediğinde, aslında bir iç savaş çağrısı yapmış oldu. Yani, karşı ideolojik ve siyasal oluşumları simgelerini takarak savaş meydanına gelmelerini istiyordu. Kara çarşafa özgürlük getiren düzenleme aslında üstü örtülenmiş bir iç savaştı; meydanda değil kale burçlarında verilen bir iç savaştı. Ayakta kalan son burçlarında düşürülerek kalenin tümden teslim alınmasına yönelik bir savaştı. Şimdilik kalenin dışına püskürtülmüşlerdir, tekrar derlenip toparlanmalarının pek kolay olmayacağını sanıyorum. İslamcılar tarafından başlatılan bu kaos süreci henüz sonlanmış değildir. Göreceğiz, önümüzdeki bir yıllık süre daha

Page 69: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

çok gelişmelere gebedir. Kara Çarşafın eğitim kurumlarından uzak tutulması kararından sonra, gerek islamcı gerekse de daha çok Soroz yanlıları tarafından korkunç bir kampanya başlatıldı. Eleştiriler ağırlıklı olarak, ‘özgürlüklerin’ kıstlandığı ve ‘milli iradenin’ hiçe sayıldığı noktalarında yoğunlaştı. Oysa olaya tam tersineden bakılması gerekir; tam tersine milli iradenin ayaklar altına alınması önlenmiş, Türkiye’nin geleceği kurtarılmıştır. Salt meclis çoğunluğunu elde bulundurmanın veya seçimlerde her hangi bir partinin diğerlerinden yüksek oy alması eşittir milli irade olarak kabul edilemez. Milli irade bu kadar sığ, anti-demokratik bir zemine oturtulamaz. Bir partinin seçimlerden yüksek oy alması ve iktidar olması demek, o partinin istediği her türlü düzenlemeyi yapması, hele hele ülkeyi Ortaçağ karanlığına götürecek uygulamar içinde olma özgürlüğüne kavuşması demek değildir. Parti kurma, seçme ve seçilme demokrasinin sadece birer unsurlarıdır ama hiçbir zaman eşittir milli irade değildir. Seçimle işbaşına gelimiş bir iktidarın elbette demokratik meşruluğu vardır ama demokratik meşruluğa sahip her her iktidarın da her koşulda özgürlükçü olacağı savı geçerli değildir. Nitekim AKP iktidarında da bunu görüyoruz. Zaten Türkiye’nin bugün yaşadığı çoğu sorunların kaynağı demokrasi, anayasal demokrasi sorunlarına henüz çözüm getirememiş olmasından kaynaklanmakta. Bir de bu nedenle, hükümet ve yandaşları, Anadolu’nun ekonomik ve sosyal yapısını da gözönünde bulundurarak Halaskaran geleneğinden hareketle darbecilik oynamaya kalkışmakta. Ama yanılmaktalar; patişahlık ve hilafet yirmili yıllarda Anadolu’dan sökülüp atılmış, bugünlerle kıyaslanmayacak kadar geri ekonomik ve sosyal koşullarda laiklik kabul edilmiş,Cumhuriyet kurulmuştur. Cumhuriyetin kuruluş aşamasında ne güçlü bir sanayi burjuvazisi, dolayısıyla ne de güçlü bir işçi sınıfı vardı. Daha doğrusu burjuvaziyi demokratikleşmeye zorlayan güçlü işçi sınıfı hareketi temelinde demokrasiye geçilmedi. Bu ve benzeri tarihsel ve sosyal nedenlerle halen sağlıklı, kurumlaşmış, işleyen bir demokrasi kurulamadı. Yani, demokratikleşme ve sosyalleşmeye bağlı olarak ‘anayasal demokrasi’ oluşturulamadı. Avrupa’da burjuvazinin feodaliteye karşı yürüttüğü kanlı iç savaşlar sonucu iktidara gelmesi ve daha sonra da bujuvaziye karşı güçlü işçi sınıfı hareketleri demokratikleşmeyi getirdi, sadece getirmekle kalmadı, kurumlaşmayı ve sürekliliği sağladı. Buradan hareketle, evrensel hukuku temel alan anayasal demokrasiler oluşturuldu. Ama unutmamak gerekir ki, Batı Avrupa’nın bugünkü normlara ulaşması yüzyılları aldı. Bu nedenle Avrupa ‘demokrasi’, ‘laiklik’ derken çok rahattır. Laiklik ve demokrasi neredeyse toplumun tüm kesimlerince içselleştirilmiştir artık. Ama Türkiye için aynı şeyleri söylemek mümkün değildir. Kaldı ki bizde, kapitalist gelişmenin nüfus dokusuna sirayet edecek düzeye gelemesi henüz yenidir. Yani, demokraside sürekliliği sağlama ve sistemleşme sanayi kültürüyle doğrudan ilişkilidir. Yaşadığımız sürece bir de bu açıdan bakıldığında hiç kimse yaşanan sorunları, türbandan hareketle ‘kişisel özgürlükler’ düzeyine indirgeyemez. Türban laikliğe, Cumhuriyete karşı başkaldırının bir aracı olarak kullanılmaktadır ve bu, emperyalist güçler tarafından özellikle pohpohlanmaktadır. Yani, iç dinamiğimizi parçalayan emperyalist bir hancerdir. Türban olarak dayatılan aslında fanatik hıristiyanlıktır. Anadolu uygarlığını ve islamlığını yoketme eylemidir. Avrupa ve ABD, Anadolu’yu ‘Allahın Oğulları’ olarak görmek istemektedir. Özellikle ABD’nin kara çarşafı öne sürerek ‘ılımlı İslam’ politikasını dayatmasının esas nedeni, Osmanlı İmparatoluğu’nun sahip olduğu topraklar üzerinde kalıcı etkinlik kurma isteminden kaynaklanmakta. BOP tam da bu coğrafyayı hedeflemekte. Bunu tek başına yapması bugünkü koşullarda imkasız gözükmekte. Ama her şeyi ile teslim alınmış Türkiye ile başarmayı ümit etmektedir. İşte Anayasa Mahkemesi tarafından kara çarşafın bir kez daha yasaklanması, BOP’a karşı duruşta kararlılığın göstergesidir aynı zamanda. Dikilen bu set, malum kasimlerce çarpıtılarak ‘darbe’ ya da ‘yargı darbesi’ olarak olarak nitelendiriliyor ve böylece emperyalist güçler ve onların işbirlikçilerinin hedefleri kamufle edilmeye çalışılıyor. ‘İnsan hakları’ ve ‘demokrasi’ adına olmadık çirkeflikler sergileniyor. AKP altı yıldır iktidarda. Demokratik açılımlar açısından hangi kazanımları getirmiştir? Memurlara sendika, sendikalara genel grev hakkı mı tanıdı? Yargıda reform mu yaptı, demokratik olmayan partiler yasasını mı değiştirdi? Gerçekten demokratik anayasa yapmanın kavgasını mı verdi? Bu ve benzeri sorulara olumlu yanıt verecek hiç kimse çıkamaz. AKP kapatılsın veya kapatılmasın önümüzdeki süreçte izleyeceği iki yol var:

Page 70: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Birincisi, demokrasiye inanan, laiklikle ve Cumhuriyetle sorunu olmayan yeni bir yapılanma içine girecek. Demokrasi ve laik Cumhuriyet rejimiyle hiçbir sorunu olmadığını ispatlayacak. İkincisi, bugünkü ulemacı çizgisinde inat ederek dağılmayı göze alacak ve küçük bir grup olarak varlığını bir süre daha sürdürecek. AKP’nin birinci şıkkı seçeceğine inanmıyorum. Umarım zaman beni yanıltır.

BAKİ KARER06.06.2008

AKP’YE KAPATMA DAVASI

Cuhuriyet Başsavcılığı’nca Adalet ve Kalkınma Partisi hakkında hazırlanan iddianame Anayasa Mahkemsi tarafından kabul edildi. Yasal süreç başlamış oldu. İddianame AKP’nin kapatılmasını talep etmekte. Davanın ne kadar süre içinde sonuçlanacağını hukuki prosödürlerden daha çok siyasal gelişmelerin seyri tayin edecek sanıyorum. Yüksek mahkemelerin vereceği kararları sadece yasal çerçeveler içinde ele alma yanılgılar doğurur. Kararlar her ne kadar yasal çerçevelere oturtulsa da esas olarak siyasaldır. Bu sadece Türkiye’de değil diğer ülkelerde de böyledir. Çok gerilere giderek tarihten örnekler vermeye gerek yok. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin özellikle Türkiye hakkında aldığı kararlara bakıldığında bu çok rahat görülebilinir. Bu mahkemede ülkemiz hakkında alınan kararların ezici çoğunluğu siyasaldır. Sonuç olarak şunu söyliyebiliriz; AIHM Avrupa ülkeleri için daha çok hukuk kurallarını önplana çıkarırken, Türkiye sözkonusu olduğunda, hukuk kurallarını bir tarafa bırakıp salt siyasal temelde hareket ederek kararlar vermektedir. Türkiye’yi ilgilendiren kararlarına onlarca örnek gösterebiliriz. Avrupa Birliği bunun böyle olduğunu bildiği içindir ki, AKP’nin kapatma davası karşısında hukuk kurallarını ayaklar altına alan açıklamalarını en pervasız biçimde sürdürmekte. Hatta laikliğin ve Cumhuriyetin Türkiye için gereksiz olduğunu ilan edecek kadar ileri gidebilmekte. Elbette onları bu derece cesaretlendiren her dönemde olduğu gibi içimizdeki iflah olmaz işbirlikçilerdir. Bizdeki işbirlikçiler, bir dönemin İngiliz deniz aşırı valilerine taş çıkartacak kadar kıraldan daha kıralcıdırlar. İçinde yaşadığımız koşullar bazı farklılıklarıyla 1918-1923’ler dönemini hatırlatmaktadır; temel olarak iç dinamiklere, halkın öz gücüne dayanarak ülkeyi yeniden yapılandırmak isteyenlerle emperyalizme kayıtsız şartsız teslim olmak isteyenler arasında yürütülen amansız kavgayı anımsatmaktadır. Esas tartışılması gereken AKP’nin bu noktaya nasıl geldiğidir. Milyonların oyunu almış AKP bir anlamda Demokrat Parti’nin 1950’li yıllarda açtğı sürecin neredeyse aynısını başlatmış durumdadır. Özellikle 22 Temmuz seçimlerinden aldığı güçle, güçten ziyade şımarıklıkla hareket etmeye başlamıştır. Önünde hiçbir engel tanımayan dikta yönetimi kurmaya yönelik söylemlere ve uygulamalara ağırlık verdiğini görmemek için kör olmak gerekirdi. 22 Temmuz seçimlerinden sonra Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en zayıf hükümeti teşkil edilerek ilk adım atılmış oldu. Bakanlar Kurulu’nun teşkil ediliş biçmi tek kişinin her şeye egemen oluşuna yol açaçak biçimde tasarlanmıştır. Bakanlıklara genellikle insiyatif sahibi olmayan, beceriksiz olacakları daha başından belli olan, olumsuz gelişmeler karşısında Başbakana ve parti yönetimine karşı ses çıkartma cesareti göstermiyecek kişiler seçilmiştir. Hemen her konuda, hatta bakanların günlük icraatlarına bile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın karar verir hale gelmeye başladığını kimse yadsıyamaz. Parti ve hükümet düzeyinde hazırlıklarını yaptıktan sonra artık takiye yapmayı bir tarafa bırakıp hedeflerini açık biçim dillendirmeye başladılar. Muhalefeti, sendikaları ve diğer

Page 71: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

demokratik kuruluşları susturmaya yönelik tehditlere kalkıştılar. Demokrasi adına topluma çarşaf ve türbanı zorunlu kılacaklarını inkȃr etmediler. Çarşafın ya da türbanın siyasi bir simge olduğunu açıkça ilan ettiler. Hatta ‘Öfke de bir hitap tarzıdır’ diyerek attıkları adımlara karşı çıkanları şiddetle susturacaklarını saklamadılar. Neye, kimlere karşı öfke duydukları başından itibaren belliydi; 80 yıl öncesinin intikamını alma zamanın geldiğine iyice inandılar. Geçmişte, ‘ya İslam olacaksın ya da laik olacaksın’, ‘İslamla laiklik bir arada olmaz’ şiarlarını hayata geçirmek için kolları sıvadılar. İlk adım olarak üniversitelerde çarşafı, türbanı serbest bırakan anayasa değişikliğini yaptılar, sıra devlet dairelerinde de kullanmaya gelecekti. Demeçleriyle, yer yer uygulamalarıyla toplumu buna da alıştırmaya başlamışlardı. Sokaklarda, okul önlerinde, yerel de olsa resmi devlet törenlerinde 4-5 yaşlarındaki kız çocuklarına bile çarşaf giydirdiler. Açıkçası her alanda meydan okumaya başladılar. Laikliğe ve Cumhuriyete karşı saltanatı ve şeriatçılığı egemen kılacaklarını artık saklamadılar. Aynı zamanda kin, nefret ve intikam hırsı ile dolu olduklarını, amaçlarına mümkün olan en yaygın şiddeti uygulayarak, gerektiğinde kan dökerek ulaşacaklarını tüm söylem ve hareket tarzlarıyla göstermeye başladılar. Toplumumuzu toplum yapan dinamiklere karşı şiddete yöneldiler. Camilerde zamanlı zamansız okunan ezanlar ve gecenin ilerleyen saatlerini hiçe sayarak minare operlörlerinden kuraan okumalar adeta içkence seanslarına dönüştürülmeye başlandı. İçkili lokantaların kapatılması, caddelerde, parklarda sevgililerin elele tutuşarak gezinmelerinin yasaklanması, birçok okulda haremlik selamlık uygulamasına geçilmesi ve daha gösterilecek bir yığın örnekler, AKP’nin Suudileşme ya da İranlaşma politikasını hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçimde ortaya koyan politikalardır. AKP’nin, 22 Temmuz seçimlerden sonra bu tarzda gemi azıya almışçasına hareket etmesine rağmen, bu gidişe ‘dur’ diyecek bir karşı koyuşun yerel seçimlerden sonra gösterileceği düşüncesi kamuoyunda ağırlıktaydı. Bunu haklı kılacak birçok siyasal nedenler vardı. Ama üniversitelerde çarşafı serbest bırakma girişimleri ve Ergenekon denilen çete soruşturmasını elde etmek istediği siyasal yapılanmanın önündeki engelleri kaldırmaya yönelterek amacından saptırması, kapatma davasının erkenden açılmasını sağladı. Hükümetin bu yönlü faaliyetleri iç savaşa yönelik hazırlık niteliğindeydi. İllegal örgütlenmelere özgü hücre tipi örgütlenme modeline geçmesi ve bunları kömür, yiyecek ve düzenli para yardımlarıyla sürekli desteklenmesi ayaklanmaya, gerektiğinde vuruşmaya her an hazır kitle tabanının yaratılmasına yönelik çabalardı. Mısır’da İslamcı Kardeşler, Flistin’de Hizbullah’ın yaptıkları hiç bir zaman gözardı edilemezdi. Nereden bakılırsa bakılsın bu yönlü hazırlıkların karşılıksız kalması düşünülemezdi. AKP tam anlamıyla islami diktatörlük kurmaya yönelik girişimlerini giderek hızlandırmasının bir nedeni de, mevcut siyasi ortamdır. İçinden geçtiğimiz bugünkü siyasi ortamı kendince bulunmaz bir fırsat olarak görmektedir. İslamcı güçleri cesaretlendiren ve güçlendiren bir ortamın olmadığını da söyliyemeyiz. CHP’nin kitleler nezdinde sorunlara çözüm getirmekten uzak iç sorunlarla uğraşan bir parti görünümü var. CHP’nin dar elit kesimin dışına çıkma niyetinin olmadığı, yani ‘sırça köşk’ politikacısı olduğu düşüncesi halk nezdinde halen yaygındır. Bu partinin mevcut yönetimi ipleri elinde bulundurduğu müddetçe kitlelere güven veremeyeceği bilinmekte. Genelde sosyal demokrat cephenin dağınıklığı da gözönünde bulundurulursa, Recep Tayyip Erdoğan’ın neden sabırsız davrandığı daha iyi anlaşılır. Sendikalar zayıf. Bir araya gelinerek güç ve eylem birliği yapılmadığı sürece iktidara karşı güçlü bir karşı duruş sergilenemez. Tek başına ne DISK’in ne de KESK’in gücü sürece müdahale edecek düzeyde değildir. TÜK-İŞ ise her zamanki konumuyla orta yerde sallanmakta. Ama ne olursa olsun, içinde bulunduğumuz siyasal ortamda TÜK-İŞ’i yadsıyarak hareket etme tam bir aptallık olur. Sendikalar arasında bir uzlaşı sağlanabilinirse ve ortaya çıkacak birlik ve dayanışma diğer demokratik kuruluşlarca da desteklenirse iktidara geriye adım attırılabilinir. Protestolar bölük pörçük değil de merkezi ve örgütlü yapılmaya başlandığında sonuç alma kolaylaşacaktır. Ayrıca, sendikal muhalefetin parlemento içi ve parlemento dışı sosyal demokrat partilerle yeterli dayanışma içinde olmaması demokrasi cephesini zayıf düşürmekte. İşte AKP’yi cesaretlendiren ve sabırsız kılan bir neden de bu olmuştur. Bir diğer neden de Doğu ve Güney Anadolu’daki gelişmelerdir. Bu bölgelerde yoksulluk, işsizlik artık dayanılmaz hale gelmiştir. Emperyalist güçlerin ve onların işbirlikçilerinin provakasyonları bu bölgeleri yaşanılmaz hale getirmiştir. Bu bölge halkı AKP’yi adeta bir umut

Page 72: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

olarak görmeye başlamıştı. Bu nedenle gerek seçimlerde gerekse Anayasa değişikliği referandumunda AKP’yi desteklemiştir. İktidar, bölgenin içinde bulunduğu durumu çok iyi değerlendirerek, islamcılığı geliştirmek için elinden gelen her olanağı seferber etmiştir. Bir anlamada Batı’da etkin olduğu alanlarla Doğu ve Güney Doğu arasında bir köprü kurmuştu. Kurduğu bu köprüyü önümüzdeki yerel seçimlerle ülke genelinde kalıcı bir birliktenliğe dönüştürecekti. Türkiye’nin geleceği açısından bu çok tehlikeli bir gelişmeydi. Şeriatçı bir rejimin alt yapı ağları ‘demokrasi’ maskesi altında sinsice örülmeye başlanmıştı. Halaskaranların ya da Soroz’un kapıkulu ‘ikinci cumhuriyetci’lerin ve Fettullahcıların Doğu ve G. Doğu’ya yönelik faaliyetlerine son yıllarda ağırlık vermelerinin bir nedeni de budur. Belli başlı bu iç faktörlerin yanı sıra dış faktörlerde AKP’yi cesaretlendirdi. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği de iktidara elinden gelen desteği sağlıyordu. Onlar için Türkiye’de demokrasinin, laikliğin ve Cumhuriyetin yok olması hiçte önemli değildi. Önemli olan, bölgede, çıkarlarının bekçiliğini yapacak bir iktidarın varolmasıydı. AKP ya da Recep Tayyıp Erdoğan ekibinin iç ve dış koşulların lehlerine olduğunu düşünerek tam gaz ilerlemeye başladıkları bir anda kapatma davası açıldı. Aslında böyle bir durumla karşılaşacaklarını pek ummuyorlardı. Son seçimlerin verdiği sarhoşluğu henüz üzerlerinden atmamışlardı ki, şoke oldular. Birçok çevre kapatma davasının arkasında dış güçlerin tavrının belirleyici olduğunu iddia etmekte. İçinde bulunduğumuz siyasal koşullarda bunu kabul etmek mümkün değil. Kapatma davasının açılmasında tamamen iç dinamikler belirleyici rol oynamıştır. Dış güçler davanın açılmasından sonra sürece değişik biçimlerde müdahale etmeye başlamıştır. İçte ve dışta birçok çevre Silahlı Kuvvetler’den 28 Şubat türü bir müdahale beklentisi içersindeydi. Tam tersi oldu, sivil dinamikler gereken tavrı koydu. Müdahalede bulunan sivil dinamiklerin gücü ve geleceği, yani ne oranda yerleşik ve kalıcı oldukları başlıbaşına tartışılması gereken bir konu. Tam da bu noktada, yaşadığımız sürece ‘düşük yoğunluklu iç savaş’ tanımlaması yapmak yerinde olur. Avrupa’nın laiklik ve cumhuriyet için onlarca yıl sürdürdüğü iç savaş, farklı koşullarda ve biçimlerde ülkemizde halen devam etmekte. AKP kapatma davasından sonra tam bir türbülansa girmiştir. Buradan en azından kolu kanadı yolunarak çıkacağı kesindir. Mazlum ve mağdur rolü oynama imkanı kalmamıştır. Çünkü halkın güvenini sarsmıştır. Güçler ayrılığını hiçe sayan uygulamalarıyla çıkmazı seçen kendisi olmuştur. Mahkemenin ne yönde karar alacağını henüz bilmiyoruz ama büyük ihtimalle kapatılacaktır. Kapatılmasa da Tayip Erdoğan ve ekibi siyaset yasağı ile karşı karşıya kalması muhtemeldir. Bu da, büyük ihtimalle AKP’nin bölünmesini getirecektir. Ayrıca Cumhur Başkanı Gül geçmiş dönem siyasal faaliyetlerinden dolayı yaptırıma uğrarsa, onun da görevine devam etmesi zorlaşacaktır. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, çok denklemli bir taplo ile karşı karşıyayız. Örneğin erken genel seçim, yerel seçimlerle erken genel seçimlerin birleştirirlmesi, AKP’den bölünen bir kanatla CHP-MHP koalisyonu, yeniden cumhur başkanlığı seçimlerinin yapılması vb. Görünen o dur ki, önümüzdeki bir yıllık süreç, keskin pıçak üzerinde verilecek bir dizi kararlara gebedir. Ne olursa olsun İslamcı kesim, Türkiye’de laikliğin, demokrasinin ve Cumhuriyetin vazgeçilmez olduğunu kavrayacaktır. Demokrasiyi kalkan yaparak emperyalist güçlerle işbirliği içinde şeriat düzeni kurmanın olanaklı olmadığını kabul edecekler. Umarız ülkemizi Ortaçağ karanlığına gömecek bu yönlü teşebbüs yenilgiye uğramış son teşebbüs olarak kalır.

22/04/2008BAKİ KARER

MUXTARİYET-İ DEMOKRATİKE 

    Ucubelikler üzerine tartışmalar yürütüldüğü için, ben de yazıma, tartışma ortamına uygun bir başlık buldum. Başlığı özerkcilerin Kürtçesine göre seçmeye çalıştım. Türkçeye çevrildiğinde, sanıyorum, demokratik özerklik oluyor. Anlaşılır veya doğru olup olmaması hiçte önemli değil.

Page 73: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Hıra teblikatçına ve müritlerine göre böyle olmalıymış! Sıfatlandırılması gerekiyormuş, sıfatlandırıldığında sihirli bir değnek misali her şeyin üstesinden gelineceğini iddia ediyorlar. Ama ne biçimde anlaşılırsa anlaşılsın, çokta önemli değil onlar için. Onların bir amacı da, ortamı tanınmaz, tanımlanamaz hale getirmedir. Bu nedenledir ki, son dönemlerde bolca bir takım çözümlerden bahsediliyor, ama siyasal mı, yoksa ekonomik mi veya başka tür çözümlerden mi bahsediliyor belli değil. Ne için, neden ve nasıl bir çözüm isteniyor, tam bir muamma. Sahneye verilen tütsüden dolayı, neyin tartışıldığını anlamak zor. Her şey iç içe karışmış durumda; federasyon, otonomi, ekolojik ve de özerklik tutturulmuş gidiliyor.    Sahnede yaşanan karkaşaya, tozlu dumanlı sahneye rağmen, ’ekolojik toplum’ denilen ‘çözüm’ üzerinde niçin durulmadığını, bir ’alternatif’ olarak tartışılmaya devam edilmediğini bir türlü anlamadım. Buna, bir de, ’demokratik ekolojik’ çözüm denilseydi, yaşanılan atmosfere daha uygun olurdu sanıyorum. Demokratik özerklik diye ortaya atılan yutturmaca, bir çözüm biçimi olarak tartışılıyor da, bir dönemler moda haline getirilmeye çalışılan’ekolojik çözüm’ neden tartışılmasın. Hıra’dan Tanrının buyruklarını  tebliğ ettiğini idda eden de, ’olur’ dediğine göre, müritler de geriye bakıp ’demokratik ekolojik’ çözüm üzerine bir kez daha düşünmeliler. Hem böylece, globalist döneme uygun popüler tartışmaların gerisinde kalınmamış olunur! Sadece bu kadar değil; ikide bir daldan dala gezinti yapmaktan bitkin düşme yerine, bir noktada ısrarlı davranma daha olumludur.        Ama ister ’ekolojik’, ister ’demokratik’ olsun, bilinmesi gereken en önemli nokta, özerkliğin federasyonu kapsamadığıdır. Her şeyden önce, tartışılması gereken, özerklik ile federasyon arasındaki farklılıklardır. Yani özerklik ve federasyonun neleri kapsayıp kapsamadığı konularına açıklık getirilmeden, sorun tartışılamaz. Her iki biçimin de kapsam alanları çok çeşitli ve her ülkenin özelliklerine göre değişiklikler gösterir. Bunlar üzerine karar kılınmadan, içerikten yoksun bir biçimde, ben şunu ilan ediyorum demek ciddiyetten uzak, halkla dalga geçmedir. Daha doğrusu, bir halkın iç dinamiklerini bitirmeye yönelik çabaların bir parçasıdır.    Bir de, federasyonu ve özerkliği, ’demokratik federasyon’ ve ’demokratik özerklik’ diye isimlendirme, başlıbaşına bir ciddiyetsizliktir. Hiç kimse, federasyon biçiminde örgütlenmiş bir devletin sınırları içinde yer alan bir bölge için bilmem ne demokratik federasyonu demez, denilemez de. Bu gayrı ciddilik olsa olsa Türkiye gibi bir ülkede olur. İnsan sormadan edemiyor; hangi tezgahtan geçmiş pisikolojik propaganda türlerinden biridir bu? Almanya’da kimse demokratik Bavyera faderasyonu demez. Kimse de yüzyıllardan bu yana böylesi bir aklıevvellik yapmamıştır. Federasyon biçiminde örgütlenmiş bir devlet ne kadar demokratikse, federasyon veya özerk bölge de o kadar demokratiktir. Kaldı ki, federasyon, otonomi, konfederal ve özerklik vs. çözüm biçimlerinin esas dayanağı, farklı kimlik ve kültürleri kabul etmeye dayanır. Bu başlıbaşına temel alınması gereken bir olgudur. Bu çözüm biçimlerinden her hangi birini temel alarak örgütlenmiş bir devlette, demokrasinin tabanda yaygınlık düzeyi, ayrı bir tartışma konusudur. Ama farklı kimlikleri tartışmasız kabullenme,  süreç içinde demokrasinin derinlik kazanmasında temel rol oynar. Bunu tersinden ele almaya kalkışanların niyetlerinin ne olduğunu, tartışmaya bile gerek yok. Ayrıca, özerkliği federasyon veya federasyonu özerklik olarak ele almak saçmalıktır, kafaları bilerek karıştırmaktan başka bir şey değildir. Sorun, demokratik, otoriter, beyaz veya kırmızı demekle çözülmez.    Kandilli ve uzantısı BDP bunu bilmiyor mu? Çok iyi bildiklerinden eminim. Ama verilen talimatları uygulamak zorundalar. Ya uygulayacaklar ya da şiddete dayalı oluşmuş pazar ilişkilerinin ortaya çıkardığı getirilerden feragat edecekler. Oluşan bu Pazar ilişkilerinin kazançlarından geri durmaları sözkonusu değildir. Bu nedenledir ki, sözde özerklik ve şiddet politikası yan yana sürdürülmekte. Bu çelişkiye bilerek dikkat çekilmemekte. Bu noktaya vurgu yapılmamasının bir nedeni de, farklı siyasal akımların gelişip güçlenmesi önünde engel olmak içindir. Eğer farklı bakış açıları, düşünceler toplumda tartışılır hale gelirse, halk bunların gerçek niyetlerini kavrayacak, toplumdan silinip gidedecekler. İşte, bir de bu nedenden dolayı, Kürt toplumu tek tip gömlek içinde tutulmaya çalışılmakta. Ülke genelinde demokratik muhalafetin sesi kesilmekte. Ülkenin geleceği için en önemli sorunlar tartışmasız geçiştirilmekte. İşte bu nedenle, sahte özerklik ilanı ile birlikte silahlı eylemler başlatılmıştır. Silahlı eylemlerle ‘özerlik duyurusu’ aynı ana bilerek denk getirilmiştir. Asıl tartışılması gereken bir nokta da budur.     14 Temmuz 16 Ağustos, 4 Eylül ve daha sonraki silahlı saldırılar hiçte durup dururken olmadı.

Page 74: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Özellikle 14 Temmuz çok daha anlamlıdır. Silahlı saldırıyla birlikte, sözüm ona özerklik ilan edildi. Saldırı olacağını kaç kişi biliyordu ve özellikle kimlere haber verilmişti? ‘Ya bu gün ya da hiç bir zaman, şimdi eylemle birlikte ilan etmek zorundasınız’ diye hitap edilenler kimlerdi? Ayrıca, daha önceleri askeri istihbarattan sorumlu bazı görevlilerle görüşen ve aynı zamanda MİT’e düzenli bilgi aktardığı iddia edilen, ama her nedense sonraları bu ilişkilerin dışına atılmış kişinin yerine atanan ve verdiği demeçlerle ortalığı bulandırmaya çalışan kişi kimdir? Bu kişi, Ankara, Diyarbakır ve Hakkari’de askeri istihbaratta çalışan hangi görevlilerle düzenli ilişki içindedir? Bu görevli, MİT, askeri istihbarat, Öcalan ve Kandilli arasında kurduğu ilişkilerini yine ‘çekirdek grup’ olarak adlandırılan üç aktif görevliyle birlikte yürüttüğü söylenilmekte. Bunlardan birinin bir başka görevi ise, Alman Gladyosu ile ilişkileri koordine etmektir. Tüm bu ilişkiler çerçevesinde yürütülen faaliyetler sonucudur ki, uyduruk özerklik silahlı eylemlerle kamuoyuna ilan edilmiştir. Tüm bu karanlık ilişkilerin perde arkasında olan, tasfiye edilmekte olan Gladyonun olduğu gün gibi açıktır. Ama bu sefer biraz farklı; son çatışmalar, başta Alman gladyosu olmak üzere uluslararası karanlık güçlerle ittifak halinde yürütülmektedir. Bir de bu nedenden dolayı, belli bir süre daha oldukça kanlı bir sürecin yaşanacağını söyliyebiliriz. Ama bunun çokta uzun süceğine ihtimal vermiyorum.  Önümüzdeki süreç, iktidar kavgasında belirleyici olacaktır. Bu süre içinde kaybeden taraf, Gladyo ve ona bağlı Kandilli takımı ve yan unsurlarının olacağı ortadadır.        Çatışmalı bir ortamın egemen kılınmaya çalışılmasının hem iç hem de dış nedenleri vardır. Aslında yaşanacak böylesi bir ortamın işaretleri, son genel seçimlerden önce verilmişti. Genel seçimlerden beklentilerini bulamayan Gladyo ve hizmetçi takımı, şimdi çatışmalı ortamdan medet ummakta.     Çatışmalarda rol oynayan en önemli neden, içte yürütülen iktidar kavgasıdır. Gladyo ve müttefikleri, seçimlerden önce bir olasalık olarak tek parti iktidarının oluşamayacağı ümidiyle hareket ettiler. Ama Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yeniden iktidar olma koşullarında, şiddete başvuracaklarını her ortamda dillendirmeyi de ihmal etmediler. Nitekim beklenilen oldu; AKP yeniden hükümet kurdu. Malum elit kesimin, seçimlerden sonra Cumhuriyet Halk Partisi, Milliyetci Hareket Partisi ve Demokratik Toplum Partisi ile kooalisyon ümidi, AKP’nin seçimlerde yüzde elliye varan oy oranı ile tekrar seçilmesiyle yerle bir oldu. Bilinen elit kesimin iktidar umutları bir kez daha suya düştü. AKP’nin yeniden, üçüncü sefer iktidar oluşu, Türkiye’de yeni bir sürecin ortaya çıkma ihtimalini de beraberinde getirdi. Yani iki vaya üç sefer daha, belki de daha fazla AKP’nin iktidarda kalma olasalığı tartışılmaya başlandı. Böylesi bir olasalığın ortaya çıkması, yıllardan bu yana iktidarı elinde tutan klasik elit kesimin hiç işine gelmeyeceği belliydi. Büstçü takım, bir çok kanaldan, alışık olduğu yöntemlerle son bir kez daha şansını denemeye kalkışmıştır.     Ama Gladyo son dönemlerde bir bütün olarak hareket edememekte. Bunun bir çok nedeni var. Şu anda Musulcu kanat çatışmaları başlatmıştır. Öcalan, ortaya çıktığı andan itibaren  Musulcu kanada dahildir. Musulcu kandın hem CHP, hem de Ordu içinde önemli bir güce sahip olduğu bilinmektedir. Öcalan’ın piyasaya sürülüş koşulları dikkate alınırsa, Musulcu grubun neyi hedeflediği kendiliğinden açığa çıkar. Öcalan, koruma altına alınmak için İmralıya getirildiğinde, ‘Ben Misak-ı Milli’nin genişletilmesinden yanayım’ dediğinde kamuoyunun dikkatlerini pek çekmemişti. Bu söylemiyle K. Irak’ı hedef gösterdiğini herkes bilir. Aslında başından itibaren üzerinde karar kılınan proğramı bir kez daha ortaya koymuştu.     Ortaya konan bu program çerçevesinde, şu anda yürütülen çatışmaların ulaşmak istediği dört önemli hedef var: 1- Yeni bir anayasa yapılmasını engellemek.2- Tutuklu olan derin devlet elemanlarının serbest bırakılmasını sağlama.3- Ekonomik yapının kara deliklerinin ortaya çıkardığı, örneğin cari açık vb. zaafiyetleri silahlı şiddet ortamı ile derinleştirerek, AKP iktidarını yıkma.4- G. Kürdistanda istikrarsızlık yaratmak.    Baştan da söylediğim gibi, belirledikleri hedeflerin hiç birine de ulaşamayacaklardır. Önemli nedenlerden biri de, Ordu yönetiminin 14 Temmuz’da 14 askerin hayatını kaybetmesinden bir süre sonra istifasıdır. Genel Kurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının toplu istifalarının gerekçesi, her ne kadar personal haklarını koruyamama olarak gösteriliyorsa da, aslında ordu

Page 75: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

içindeki klasik derin devlet artıklarının kontrol altına alınamaması da önemli rol oynamıştır. Bu istifalardan sonra Ordu, siyaset üzerinde belirleyici olamayacak kadar, bugün için çekilebileceği kadar geri noktaya çekilmiştir. Bu aşamadan itibaren, darbeci takım büyük oranda güç kaybetmiş ve taktik değiştirmek zorunda kalmıştır. Doğal mütefiki olarak Ordu ve CHP’ye tam anlamıyla güvenmemektedir. Daha çok kendi gücünü ve uluslararası ittifaklarının desteğinde çizdiği hedeflere ulaşmanın gayreti içindedir. Alamanya derin devleti ile fiilen birlikte hareket etmekte. Almanya derin devleti ile Almanya’da siyasal iktidarı elinde bulunduran Merkel’in Türkiye politikası çakışmaktadır. Almanya’nın Ortadoğu’ daki enerji politikasının yanısıra, Türkiye’nin ekonomik alanda büyümesi, Asya ve Afrika ülkelerine açılım politikasıyla Avrupaya bağlılığını azaltma yönünde çaba içinde olması, Almanya’nın işine gelmemekte. Bu sürece İsrail, Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi, Akdeniz’de sorun çıkartarak destek vermekte.     Türkiye’de derin devlet denilen karanlık güçleri bu derce hırçınlaştıran ve sabırsızlaştıran bir neden de, 14 Temmuz eyleminden sonra hükümetin İmralı üzerinde  kontrolü eline almaya çalışmasıdır. Hükümet bu güne kadar attığı adımlarla derin devletin İmralı, dolayısıyla Kandilli üzerinde belirleyici rol oynamasını kabul etmemektedir. Gelinen noktada hükümetin bu doğrultuda epeyce bir yol katettiğini düşünmekteyim. Karanlık ilişkiler sarmalına neşter vurulmak üzeredir. İmralı ve Ona bağlı Kandilli düşürüldüğü noktada, derin devlet güçlerinin bir iddiası kalmayacaktır.     Bu süreçte, Irak Kürt Federasyonu, yani Mesut Barzani elde ettiği kazanımlarını akıllıca korumak istiyorsa, çok dikkatli olmalı. Kandilli takımı ve arkasındaki karanlık güçlerin oyunlarını bozucu tarzda hareket etme becerisini göstermelidir. 

BAKİ KARER2-9-2011 

Norveç’te Irkçı Terör Saldırısı 

    22-7-2011’de Norveç’in başkenti Oslo’nun merkezinde şiddetli bir bomba patlatıldı ve hemen arkasından Utoya adasında onlarca genç kurşuna dizildi.  Norveç ikinci dünya savaşından bu yana ilk defa böylesine kanlı bir olay yaşadı. Böylesine kanlı eylemi gerçekleştiren, Anders Behring Breivik’ti. Bu kişi, Norveç vatandaşı ve faşist bir örgütlenmenin militanı, yani bir terörist.    Olay medyaya yansır yansımaz, bir dizi yorumlar yapıldı. ‘İslamcı teröristler’ yaptı denildi, arkasında El Kaide’nin olduğu iddia edildi. Ama hiç kimse, Noveç’li bir teröristin yapabileceği ihtimali üzerinde durmadı. Kiliselerde yapılan dualar, hayatını kaybeden gencecik insanlar için değil de, olayın arkasından Norveçli olmayan birileri çıksın da ‘İslamcı teröristler’yaptı diyebilmek içindi adeta. Yapılan yorumlarda, sergilenen tavırlarda bu anlayışı görmemek mümkün değildi. Beklenen olmadı; bombalamayı yapan ve patlatan, gençleri kurşuna dizen bir Norveçli idi. Üstelik olayı anında üstlenmekle kalmadı bir de ırkçı ideolojik savunma yaptı. Bir anda hem görsel medya hem de yazılı basın şaşkınlık yaşadı. Aynı zamanda Avrupa ülkelerinin ileri gelen politikacıları küçük dillerini yuttu. Avrupa’nın tipik ikiyüzlülüğüne bir kez daha şahit olduk. Norveç’li terörist ya da ‘Hrıstiyan terörist’ diyemediler. Norveç’ten veya her hangi bir Avrupa ülkesinin Hrıstiyan vatandaşından terörist çkmazdı! Açıkçası, Hristiyandan terörist olmazdı! Avrupa’da böylesi bir zehirli şırınga verilerek neredeyse bir nesil yetiştirildi.     Avrupa genelinde, özellikle de İskandınav ülkelerinde Hitlerci eğilim giderek hız kazanmakta. Artık marjinal çevre olarak adlandırılamazlar. Bunlar Parlementolarda hiçte küçümsenmiyecek boyutlarda temsil edilir hale gelmişlerdir. Hatta bir kaç ülkede hükümet ortağı olmayı kılpayı kaçırmışlardır. Yetmişli ve Seksenli yıllarda olduğu gibi, yabancı düşmanlığını, ırkçılığı işsiz dazlaklarla sınırlı olduğunu iddia etmek gerçekleri görmemezlikten gelmedir. Bugün, ırkçılık, orta sınıflarda temel bulmakta, hatta elit kesimlerince savunulmaktadır.     Faşist düşüncelerin toplumlarda bu derece yaygın olmasının en önemli nedeni de ırkçı ve faşist organizasyonlara verilen devlet desteğidir. Sosyal demokrat partiler bile halktan oy toplayablilmek için yabacı düşmanlığına gözkırpar hale gelmiştir. Örneğin yabancı, göçmen

Page 76: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

karşıtları İsveç palementosunda 21 milletvekiliyle temsil edilmektedir. İsveç Sosyal Demokrat Partisi de dahil, devletin uzun yıllardan bu yana yürüttüğü politikanın sonuçlarıdır bunlar. Avrupa’ da yabancı düşmanlığının kışkırtan ve yaygınlaşmasını teşvik eden devletlerdir. Bugün Avrupa ülkelerinde devlet kurumları başta olmak üzere özel işletmelerinin ezici çoğunluğu kimliğe bakarak işe almakta. Avrupa’lı Hrıstiyan ve sarı saçlı, mavi gözlü değilsen aldığın eğitimin, edindiğin mesleğin hiç bir önemi yoktur. Yabancıları, göçmenleri bekleyen tek ‘iş’, bedava işçiliktir. Şans eseri bazı göçmenler ya da göçmen çocukları, devlete ait bazı kurumlarında bir yerlere gelmişlerse, o da izlenen sinsi politika gereği çoğunlukla kontenjandan seçilmişlerdir. Yine, göçmenler, devlet teşvikiyle oluşturulmuş gettolarda yaşamaya mahkum edilmiştir. Daha açıkçasını söylemek gerekirse, Avrupa yaşayan göçmenler, özellikle de müslümanlar uzun yıllardan bu yana sinsi ve sürekli çok yönlü estirilen terör tehditi altındadır. Norveç’te yapılan terörist saldırı, daha çok müslüman göçmenlerin ne oranda tehdit altında olduklarının dışa vurumudur. Oslo’da patlatılan bomba, Avrupa için bir dönüm noktası olmalıdır. Artık tüm Avrupa ülkeleri, bu olay ve bundan sonraki muhtemel yaşanacaklar üzerine düşünmek zorundadır. Avrupa Birliği içinde 20 milyondan fazla müslüman toplumun varlığını görmemezlikten gelen Hrıstiyan klubü anlayışı iflas etmiştir. İslamı terörizmle bütünleştiren, karaçarşafla, töre cinayetleriyle, hırsızlıkla simgeleştiren ırkçı anlayışın önü alınmak zorundadır. ‘Olmaz, olamaz’ denilen olmuştur artık. BAKI KARER01.08.2011

  12 HAZİRAN SEÇİMLERİ

                         12 haziran seçimleri sonuçlandı. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin birinci parti olarak mecliste yerini alacağına ve tekrar hükümet kuracağına hemen hemen kesin gözüyle bakılmaktaydı. Nitekim yüzde elliye yakın oy oranı ile üçünçü sefer hükümet kuracak. Bu durum, Cumhuriyet tarihinde bir ilktir.     Cumhuriyet Halk Partisi, yönetim değişikliğine rağmen, bu seçimde de yenilgi almıştır. Milletvekillerini çoğaltarak gelmesi, yenilgi almadığı anlamına gelmez. Yüzde %35 veya üstünde bir oy oranı almış olsaydı, bir başarıdan sözedilmiş olunurdu. Ama böyle olmadı. CHP’nin seçim propagandası ve vaadleri 1970’li yılların Necmettin Erbakan ve Süleymen Demirel’in seçim propagandası ve vaadlerinin benzeri durumundaydı. Bu nedenle halka güven vermekten çok uzaktı. CHP’yi başarısız kılan en önemli bir etmen de, demokrasiyi genişletmeyi temel alan güçlerle hareket etmeyi temel alma yerine, karanlık güçlerle ittifakı temel alması, dolayısıyla, yarı Baasçı sistemde çakılıp kalmasıdır.     Yaşanan kaset olayları Milliyetçi Hareket Partisi’nin oylarını yarım veya bir puan aşağıya çekmiştir. Kaset olayı, MHP’yi bir tür cezalandırmak için ortaya atılmıştır. Geçmişte iktidar partisinin getirdiği anayasa değişikliklerine onay vermesi dikkate alınarak, AKP ile arasına mesafe koymaya zorlanmıştır. Bu bir anlamda da MHP’yi yeniden şekillendirme çabalarıydı. Milliyetçi Hareket Partisi, AKP’ye karşı, CHP-DTP paraleline çekilmeye çalışılmıştır. Yani örtülü bir seçim ittifakı yapılmıştır. Bu seçim ittifakının bir nedeni de, AKP’nin birinci parti olarak çıkmasını engellemeden ziyade, tek başına hükümet kuracak çoğunluğu elde etmesini önlemeye yönelikti. Böylece yeni bir anayasa yapılması için yürütülen çabarın önü alınmış olunacaktı. Ama masa başında yapılan hesaplar tutmadı; hükümet partisi tek başına anayasayı değiştirecek çoğunluğu elde edemedi, ama tek başına hükümeti kuracak çoğunluğu elde etti.    Şimdi Adalet ve Kalkınma Partisi hükümet kuracak. CHP ve ittifakcı güçleri, iktidara karşı çeşitli bahaneler uydurarak,en geniş emekçi yığınların istemlerinin tersine, meşru olmayan bir zeminde, artık hiç bir kamuflaja gerek duymadan darbecilik oynamaya başlamıştır. Yine halkın eğilimlerini hiçe sayan elit bir havuz içinde, çıkış yolları arama çabası içinde. Bu sefer, geçmişten biraz farklı oluşu, arkasına şalvarlı davulcu ve zurnacıları da almış olmasıdır. Cuntalar karşısında diz çökmeyi alışkanlık hale getirmiş olan yargının bir kısmının desteğinde, Meclisi protesto ederek bir takım dayatmalarda bulunacağını zannetmekte. Ama bana göre, tarihinin en

Page 77: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

çıkmaz labirentine girmiştir. Girdiği bu labirente, yakayı ele vermeden nasıl kurtulur bilemem. İnsiyatifi hemen hemen tümüyle AKP’ye kaptırmıştır. CHP’nin başını çektiği protesto, bu anlamda biraz da şaşkınlığın, ne yapacağını bilememenin protestosudur. Ama sonuçta, tüm takım ve edavatıyla birlikte tıpış tıpış meclisin yolunu tutmak zorunda. Hepsi de meclise gelecek ve ceylan derili koltuklarına oturarak, başlarını sallayıp maaşlarını alacaklar. Ara seçim veya yeniden genel seçim alternatifini zorlamaları karşısında, ya bir kaç kişiyle temsil edilme ya da tümden meclis dışında kalmaları yüksek ihtimaldir. Bunu göze alacaklarını sanmıyorum. Bu nedenle, ‘Yaylalar, yaylar’ türküsünün yüksek tonla söylenişi ne kadar korkutucu ise, yaptıkları iç savaş çığırtkanlıkları da o kadar korkutucudur.     2011-07-02devam edecek    AKP’yi, bugüne kadar, gizli planlarını adım adım uygulamakla suçlayan CHP, şimdi kendisi karanlık planlarını sinsice uygulamaya koymuştur. Karanlık planlarının ilk parçası iç savaş çığırtkanlığıyla Silivri’yi boşatma ve arkasından darbeyle iktidara gelmedir. Bunun için halkın yıllardır şikayet ettiği ve bu güne kadar değiştirilmesi için en ufak bir girişimde bulunmadığı hukuk sisteminde, elit bir kesime özgü değişiklikler istemekte. Bu konuda, dikkat edilirse, demokrasiyi temel alan genel bir hukuk reformu istememektedir. Hatta kişilere özgü yasa değişikliği isteyecek kadar pervasız davranmaktadır. Anadolu halkı, kanun devletinin yumruğu altında yıllardır ezilirken, ses seda yoktu. Elbette kim olursa olsun, sorgusuz sualsiz bir insanın uzun yıllar tutuklu olarak hapis yatması demokratik bir anlayışla bağdaşmaz. Ayrıca, AKP iktidarının Ergenakon davası çerçevesinde yaptığı tutuklamaları, provakasyon odaklarını dağıtma yönünde ve dolayısıyla, demokrasinin önünü açıcı tarzda yapmadığı da bilinen bir gerçek. Sonuçta, AKP de bir başka cepheden toplum mühendisliğine oynamakta. Ama bugün, tartışılan sorun, hiçte bu değil.     CHP ve ittifakçılarını bu derece ürküten teleşlandıran nedenleri, yine bu partinin geçmişinde aramak gerekir. Çünkü geçmişin alışkanlıkları üzerine provokasyonlar geliştirmeye çalışmakta. Aslında Tek Şeflik dönemi irdelendiğinde tipik Mısır’ın Hüsnü Mübarek ve Tunus’un Bin Ali iktidarı karşımıza çıkar. Dış ilişkilerde İngiltere’nin çıkarları temel alınmıştır. Sermaye birikimi ve yatırımlar temel alınmamış, halktan toplanan vergiler, elit bir kesimin lüks yaşaması için harcanmıştır. Laiklik ve modernlik adına İngiliz kültürü egemen kılınmaya çalışılmıştır. Ordu ise İngiliz hayranıdır. 1940’lı yılların sonlarına doğru ise ABD’nin hegemonyasına geçmiştir. Hemen her açıdan ABD’ye bağımlı hale gelmiştir. Ordu, ABD’nin bir kolordusu konumuna çekilmiştir. Çok partili sisteme geçilmeden bunun temellerinin de yine CHP tarafından atıldığı inkâr edilemez. Menderes ve Bayar ikilisinin yaptığı, hazırlanan zeminde hızlı adımlarla ilerlemedir.     Ama bugün, ne iç, ne de uluslararası koşullar, CHP ve yandaşlarının istediği doğrultuda seyretmiyor ve bu tür örgütlenmeleri dıştalıyor. Özellikle Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yıkılan diktatörlükler CHP’yi oldukça tedirgin etmiştir. Bu ülkelerde sekülarizmin önünün açılması ve ister emperyalist güçlerin müdahalesi ile, isterse halkın iradesiyle oluşacak iktidar biçimlerinde, Baas türü örgütlenmelerin yerinin olmayacağını bilmekte. Bu gelişmelerin, Türkiye toplumuna şu veya bu biçimde yansımadığını düşünmek mümkün değil. Diğer yandan, Ortadoğu’daki siyasal gelişmeler, AKP’nin önünü açmış, Türkiye için daha geniş pazar olanakları yaratmıştır. İster istemez, bu, hükümetin ekonomik ve mali kaynaklarını arttıran bir nedendir. İşte CHP’nin bir korkusu da bu noktadan kaynaklanmakta. Halen Asya ve Afrika’ya sırtını dönmüş, Avrupa Birliği’nin ve Amerika Birleşik Devletleri’nin çıkarları için çırpınan ve kendi yurttaşını bu çıkarlar için pazarlayan bir anlayışta inat etmektedirler.     CHP bireyi temel alan temel hak ve özgürlükler için mi, yoksa tekdüze toplumlar yaratmayı amaçlayan kanunlar yapmak için mi çırpınmakta? Çıkış noktası olarak Silivriyi temel aldığına göre, sonuçta bireyleri cemaatle sınırlamak istediği ortada. O zaman, niçin ve kime karşı eylem yapmakta? Eğer CHP, içinde yaşadığımız çağın koşullarına uygun demokratik bir anayasa yapmak için çıkış yapmış olsaydı, kimsenin bir diyeceği olmazdı. Onbinlerle ifade edilen faili mechul cinayetlerin, örneğin JİTEM’in araştırılıp ortaya çıkartılması için en ufak bir çaba yürütmüyor. Türkiye’de kolluk kuvvetleri ve işbirlikçileri ile ortaklaşa katliamlara varan cinayetler işlenmiştir. Demokrat, sosyal demokrat olduğunu iddia eden bir örgütlenmenin asıl

Page 78: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

görevi, böylesi karanlık cinayetleri açıklığa kavuşturmak için mücadele verme olmalıydı. Karanlık ilişkilerin, cinayet ve vurgunların açıklığa kavuşturulduğu oranda, gerçek demokrasi inşa edilir. Sonuç olarak geçmişi unuturmak, geçmişle yüzleşmekten kaçınmak için ayak oyunlarına başvurulmakta. Yeni baştan korku ve panik atmosferini egemen kılmaya çalışmakta. Bunun için de uzun süreden bu yana çadırtamış olan Doğu ayağını yeniden kurmaya çalışmakta. Oynunu, bilinen Doğu ayağı ile oynamaya başlaması, amacını ortaya koyan en açık delildir. Ama çabası beyhude. Türkiye’nin içinde bulunduğu bugünkü ekonomik ve sosyal koşullarda, hızla farklılaşan ve ayrışmaya başlamış olan Batı elitinin, Doğu’nun ağa ve marabalarla kurduğu birlik, amacına ulaşamayacaktır.             Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ortaya çıkış sebebleri ve toplumsal ilişkiler ağı içindeki yerini irdeleme ayrı bir konu. Ama unutmayalım ki, AKP’yi doğuran darbeler ve darbecilik oyunlarıdır. AKP, bugüne kadar Orduya dayanan İstanbul elitinin yaptığı darbeler ve darbe tehditlerinin bir ürünüdür. Dolyısıyla, AKP’nin Türkiye’de demokrasi inşa etme gibi bir derdi zaten yok. Sanayileşmeyi ve toplumsal refahı geliştirmeyi temel alması düşünülemez. Ulufe dağıtımıyla toplumsal refahın ve bireysel özgürlüklerin geliştiği görülmemiştir. Sonuçta madalyonun bir diğer yüzünü teşkil etmekte.     BAKİ KARER2011.07.10

    

 CHP’DE NÖBET DEĞİŞİMİ VE REFERANDUM       12 Eylül’ün üzerinden 28 yıl geçti. Ama bıraktığı yaralar,acılar unutulmadı, unutulamaz da.Geliş nedenleri, uygulamaları çok tartışıldı, tartışılmaya da devam edecek. Bugün Türkiye hâlâ kalkınmakta olan ülkeler katagorisinde yer almaya devam ediyorsa, bunun önemli bir nedeni 12 Eylül cuntasıdır. Hüküm sürmekte olan bir nevi kaos ortamının sebebidir. Getirdiği yasalarla, toplumumuza zoraki giydirdiği anayasa ile ülkemizin 21yy. yaraşır bir şekilde yer almasının önüne geçmiştir. Gecekondu ayıbının yanına teneke baraka ve çadır ayıbının eklenmesine önayak olmuş faşist cuntanın gölgesi, bunca yıl geçmiş olmasına karşın silinebilmiş değil. Pek kısa bir dönemde de silineceğe benzemiyor. Binlerce insanı katletmiş, hatta 18’ne gelmemiş çocuklar dahil onlarca insanı idam etmiş, yüzbinlerce insanı işkenceden geçirmiş böylesine kanlı bir cuntayı unutmanın olanağı yok. Toplumumuzda nesiller boyu sürecek bir yara açmıştır. 12 Eylül Cuntası, ülkemizin tarihinde ulusal bir kara leke, ulusal utançdır.    Bugün, niteliği ne olursa olsun, iktidar partisi, cuntanın getirdiği anayasada ciddi değişiklikler yapmakta. Yapılan değişikliklerin demokrasiyi ne oranda geliştireceği ayrı bir tartışma konusu. Mevcut anayasaya karşı ciddi, örgütlü bir toplumsal muhalefetin olmadığı koşullarda, iktidarların demokrasiyi geliştirmek ve yaygınlaştırmak için çok ciddi çabalar içine girmeyeceği ortada. Değişiklikler tam anlamıyla demokrasiyi sağlamasa da, cuntanın anayasasına bir dokunuş yapmakta, tartışmalı da olsa bazı konularda ileri bir adım atmakta. Bu noktada CHP’ye düşen görev, çeşitli bahanelerle cunta anayasasının ve yasalarının gölgesine sığınmak değil, tümden değiştirilmesi ve her yönüyle demokrasiyi yerleştirmeyi hedefleyen yeni bir anayasa yapma yönünde çaba yürütme olmalıydı. Kaldı ki, örgütlü, aktif bir muhalefet yürütülmüyorsa da, toplumun çoğunluğunun cunta anayasasının değiştirilmesinden, özgürlüklerin daha fazla genişletilmesinden yana tavır koyduğu bilinmekte. Sosyal demokrat olduğunu iddia eden CHP, daha doğrusu Deniz Baykal yönetimi, her şeyden önce, bu durumu dikkate almak zorundaydı. Ama Baykal yönetimi, elit kesimin çıkarlarını korumak ve statükonun devamını sağlamak için toplumsal değişimi görmemezlikten gelmeyi yeğlemiştir. 1930-1940’lı yılların devlet yönetimi anlayışıyla saltanat sürdürmeye devam edeceğini umut etmiştir. Sonuçta toplumsal yapıdaki değişim CHP’yi zorlamış ve Deniz Baykal yönetimi bırakmak zorunda kalmıştır. Kaset, video görüntülerinin yayınlanması sadece bir görünümden ibarettir. Çirkin bir yöntemle, bir anlamda şiddet de içeren böylesi bir yolla, ana muhalafet partisinin liderinin gitmek zorunda kalışı hazindir. Bu durum, bir anlamda Türkiye’de yıllardan buyana süren iktidar muhalefet ilişkisinin

Page 79: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

de bir yansımasıdır. Yani iktidar muhalefet ilişkilerinde kullanılan klasik taktikler, bu sefer, CHP’nin yönetimiyle parti içi muhalefet arasında kullanılmıştır.     Bu noktada sormak gerekiyor, ‘CHP gerçekten bir değişim mi geçiriyor?’ Buna, ‘evet’ demenin olanağı yok. Yönetimde bir takım değişiklikler olabilir, bir takım konularda farklı düşünceler ileri sürebilir, ama tüm bunlar, CHP’yi sosyal demokrat çizgiye çekmeye yetmez, yetmeyecektir. Her şeyden önce yeni yönetimin gelişi bile tepeden inmeci biçimde olmuştur. En geniş kitlelerin istekleri doğrultusunda ve günümüzün sorunlarına çözüm getirecek proğram çerçevesinde oluşmuş bir yönetim yoktur ortada.Tepedeki değişimin niteliğine bakıldığında, halen kitlelere güvensizliğin önplanda tutulduğu çok açıkça görülmektedir; tepeden inmeci toplumsal yapıya dizayn verme anlayışının terkedildiği iddia edilemez. Farklı zamanda geçmişin İttihat ve Terakki ayak oyunlarıyla değişmiş bir yönetimden bahsedilebilinir sadece. CHP’nin tarihsel geçmişi, ideolojik-politik yapılanması ve bugünkü örgütsel yapısı irdelendiğinde, sosyal demokrat bir zemin üzerinde hareket etmesi zordur. Var olan örgütsel yapısıyla, ‘devlet kuran parti’ anlayışıyla hereket edildiği sürece, değiştiğini ne kadar iddia ederse etsin, gerçekten sosyal demokrat bir çizgide hareket eden CHP’den bahsedemeyiz.     Yönetim değişikliğine gidilmesinin bir nedeni de, bürokrasinin derinliklerinden gelen sesle, ABD ve Avrupa Birliği’nin AKP’ye karşı mesafeli yaklaşım sergilemeye başlamasının birleşmesidir. Yani yönetim değişikliğinde iç dinamikler kadar dış dinamikler de rol oynamıştır. AKP’nin dış politikada son dönemlerde taktik hatalar işlemesi, içte giderek yükselen işsizliğe çözüm getirecek adımlar atmaması, rüşvet ve kayırmanın yaygınlaşması vb. uygulamalar hem içte, hem de dışta AKP’ye karşı alternatif bir güç arayışını yoğunlaştırmıştır. Bu arayışlar sonucudur ki, Kemal Kılıçdaroğlu CHP yönetimine çekilmiştir. Kılıçdaroğlu bir anlamda geçiş döneminin parti başkanıdır.     Ana muhalefet partisinde ortaya çıkan bu yeni durumla, AKP’nin önümüzdeki seçimleri tümden kaybedeceği anlamı çıkarılmamalıdır. Bir olasalık olarak seçim sonrası oluşacak mecliste, CHP ve MHP birlikte çoğunluğu ele geçirebilir. Böylesi bir tablonun iş çevrelerince pekte hoş karşılanacağını sanmıyorum. Ayrıca ABD ve Avrupa Birliği’nin de ortaya çıkması muhtemel böylesi bir tablodan hoşnut kalacağını söyleyemeyiz.       Baki Karer10-07-2010 

FÜZE KALKANI     Yarın yapılacak Nato toplantısında füze kalkanı projesi büyük ihtimalle kabul edilecek. Bu onaydan kısa bir süre sonra füzelerin ve radar sistemlerinin Türkiye’ye yerleştirilmesi için yoğun çaba gösterilecek. Büyük ihtimalle yerleştirilecek ilk ülke Türkiye olacak. Yani hedef tahtasına oturtulacak ilk ülke olacağını söyliyebilirim.    AKP’nin iktidarı döneminde teknolojik ve sanayi alanında yeterli gelişim sağlanmadan ve üretime dayanmadan Orta-Doğu ve Avrupaya yönelik ihracatın artırılmasının ceremesi ödettirilmek istenmekte. Daha doğrusu, karşılığı talep edilmekte. Amerika birleşik Devletleri’nde son ortaya çıkan ekonomik ve mali krizin, Türkiye’ye neden ‘teğet’ geçtiği şimdi daha iyi anlaşılmakta. Zaten gelişmiş ülkelerin malları ucuz iş gücüyle işlenerek tekrar Avrupa’ya ihraç ediliyordu. Ne Avrupa’nın ne de ABD’nin buna bile uzun süreli tehammül edeceği beklenemezdi. Er veya geç bu ‘iyiliklerinin’ karşılığını almaya yönelik taleplerde bulunacaklarını tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok. Durup dururken, Türkiye’nin G-20’ye yükseltilmesinin bir nedeni de budur.     AKP iktidarı döneminde dış politikada son günlerde yaşananlar, adeta NATO’ya üyelik sürecinde yaşanan gelişmeleri hatırlatmakta. Türkiye’nin Orta-Doğu ve Kafkaslara yönelik politikası törpülenmeye, ABD ve Avrupa Birliği’nin çıkarları önplanda tutulacak biçimde sınırlandırılmaya çalışılmakta. Ülkemiz yeniden soğuk savaş dönemine özgü bir politika içine itilmekte. Nereden bakılırsa bakılsın, Türkiye Avrupa Birliği’nin ve ABD’nin bekciliği görevine

Page 80: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

yeniden zorlanmaktadır.     Sorunun sadece İran olmadığı açık. Rusya ve Çine karşı askeri alanda tavır almaya zorlanan Türkiye, dolayısıyla ekonomik ve mali alanda da bu iki güçle bağlantıları kesilmek istenmektedir. Yani Rusya ve Çin’e karşı önkarakolluk görevi ile görevlendirilmiş Türkiye, ABD ve Avrupa Birliği’nin her istediğini yerine getirmek zorunda kalacaktır. Böylece hemen hiçbir alanda manevra gücü kalmayacaktır. 1950’den itibaren SSCB’ nin yıkılışına kadar geçen sürede, dikte edilen politikaların aynısı, bu dönemde de uygulanmaya çalışılacaktır.     Avrupa Birliği’nin ve ABD’nin dikte edeceği politikalara karşı, AKP’nin ciddi bir biçimde dik duracağını hiç sanmıyorum. Konuşlandırılacak füzelerin kontrolü ve komutası konusunda ileri sürdüğü isteklerde ciddi olup olmadığını, dik duruş sergileyip sergilemeyeceğini önümüzdeki süreçte daha net göreceğiz. NATO’ya karşı ileri sürdüğü tekliflerin, sırf içerde komuoyu nezdinde puan toplamaya yönelik olduğu şimdiden tartışılmaya başlanmıştır. Füzelerin ülkemizde konuşlanmasını tartışmaya açmak, kabul etmekle eş anlamlıdır. Oysa daha başından ret etseydi veya başta Almanya olmak üzere diğer Avrupa Birliği ülkelerine füze savunma sisteminin konuşlanmasını şart koşarak pazarlığa başlasaydı, karşı tarafın geri adım atmasında etkili olabilirdi. Ama hükümet çok iyi bilmekte ki, uyguladığı ekonomik politika bu güçlerin desteğine muhtaçtır, dolayısıyla iktidarı bu güçlerin alacağı tavırlarla önemli oranda orantılıdır. Bu nedenle de, başlarda itiraz ediyormuş gibi gözükerek sonuçta kabul edeceğini sanıyorum.     Adalet ve Kalkınma Partisi ve hükümeti, ABD’nin füze kalkanı projesini kime karşı geliştirdiğini ve hangi amaçlar için kullandığını çok iyi değerlendirmek zorundadır.     Bölgesel çatışmalar çıkartarak ve çıkarttığı bölgesel çatışmaları mümkün olduğunca uzun süreli kılarak kendine yeni yaşam kanalları açmaya çalışan emperyalist güçlerin ağına düşmüş bir Tükiye, 21.ci yüzyılı da kalkınmamış bir ülke olarak sonladıracak demektir. Sonuçta Saddam’ın Irak’ı konumuna düşmeyeceğini kimse grantileyemez.  2010-11-18    BAKİ KARER   

     

SİYASAL VE EKONOMİK DURUM 24 Ocak kararları ve uygulamalarının sonuçları 90’lı yıllara gelindiğinde, hem ekonomik ve hem de siyasal alanda çok daha acı bir biçimde kendini gösterdi. Bu yıllarda hemen her alanda yaşanan istikrarsızlığın beklenenden daha derin oluşunun bir diğer nedeni de, SSCB’nin beklenmedik yıkılışıdır. İçine düşülen krizden kurtulmak için ardı ardına konseptler hazırlandı ve bu konseptlere uygun hükümetler ortaya çıkarıldı. Muhalefetten iktidara taşınmayan, iktidardan muhalefete geçmeyen hiçbir parti kalmadı. Zoraki ortaya çıkartılan her model veya hükümet biçimi hemen her alanda derinleşen krizin önüne geçemedi. Kırdan kente düzensiz göçün önü alınamadı. Kamu harcamalarındaki artışın önüne geçilemedi ve bütçe açığı giderek daha büyüdü. Bütçede denge sağlanamadı. Dış ticaret açığı 6 milyar dolara yaklaştı. Yeterli döviz girdisi sağlanamadı ve paraya değer kazandırılamadı. Yüksek faiz politikasına mahkum olundu. Dolayısıyla bilinçlice yüksek enflasyon politikası sürdürüldü. Kısaca hemen her alanda başarısızlığın önüne geçilemedi.    Her ne kadar ekonomide %9 oranında bir büyüme sağlandıysa da, bu çok yapay tarzda oldu. Daha çok yüksek faizli kısa vadeli sermaye politikasıyla gerçekleştirildi. Böylece geleceğin önü de tıkanmış oldu. Zaman zaman fiyatlarda düşme görüldüyse de, bu durum ithalatta fazlalaşmadan kaynaklandı.Yüzde yüzelli olan enflasyon koşullarında, yüzde 75’in üzerinde olan ihracatın ithalatı karşılama oranıyla övünç duymanın ne kadar gereksiz olduğunu anlatmaya gerek yoktur. Bu politikanın birkaç yıl sonrasında yaratacağı telafisi zor koşullar hiçe sayıldı. Büyük ekonomik potansiyele sahip olunmasına rağmen mali sermayede bir artışa gidilemediği için yabancı sermayenin egemenliği ve hükmetme gücü giderek daha fazlalaştırıldı. Öyle bir noktaya gelindi ki, faiz hadlerinin azıcık aşağıya çekilişiyle bir anda milyarlarca doların yurtdışına çıkışını sağlıyacak hasas bir denge yaratıldı. Yani ülke yüksek faiz politkasına mahkum kılındı. Sonuçta 90’lı yılların ortalarına gelindiğinde dış borç 50 milyarı aştı, 1996’ya

Page 81: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

gelindiğinde 80 milyarı zorlar hale geldi. Bir de buna yüksek faizli iç borç yükü ve yılda 20 milyar doları aşan genel borç faizi yükü eklenirse, ikibinli yıllarda Türkiye’nin önünün hiçte parlak olmadığını görmek için müneccim olmaya gerek yoktur. Gelinen noktadan itibaren Soroz’un Türkiye’yi vurmasına gerek kalmadı; çünkü her an kendi kendini vuracak bir ekonomik yapıyla karşıkarşıyayız. Enflasyon indirilmeye, faizler düşürülmeye ve büyüme hızı biraz aşağıya çekilmeye başlandığı noktada nelerin olacağını hesaplamak hiçte zor değildir.    Öte yandan enerji sıkıntısının artışı durdurulamamıştır. Bugün Türkiye’de kişi başına kullanılan elktirik oranı Avrupa ülkelerinde kişibaşına kullanılan elektiriğin yarısının altındadır; yaklaşık 1500 kw/s biraz üstündedir. Bu nedenle çoğu işletme ve fabrika ya kapanır hale gelmiş, ya da kapasitesinin çok altında çalışmaya devam ediyor. Enerji alanında yakın zamanda acil tedbirler alınmazsa Türkiye bu gidişle karanlık bir ülke durumuna dönüşecek; gaz lambasına ve kandile geri dönüş yapılacaktır.Bugünkü enerji sıkıntısından kutulabilinmesi için yılda ortalama 3,5-4 milyar doları aşan yatırımlar yapmak gerekmektedir. Ama ciddi bir çaba da görülmemektedir. Enerjinin kişi başına kullanım oranı bir ülkede sanayileşmenin, kalkınmanın en önemli aynasıdır. Aslında enerji alanında yaşanılan sıkıntı, genelde altyapı yatırımlarının bile bile ihmal edilişinin de bir aynasıdır.       Oto-yol, demir yolu ve hava ulaşım alanlarında yaşananlar tam bir rezalettir. Trafik kazaları artışında dünyada sondan ikinci sırada yer alıyoruz. Her yıl trafik kazalarında 5.000’e yakın insan kaybedilmekte ve 150. 000’e yakın sakat ortaya çıkmaktadır. Bu durum bile başlı başına bir felakettir. Bu her yıl büyük bir kazanın haritadan silinmesi demektir. Bu durum, Türkiye’yi yönetenlerin ne kadar vurdum duymaz olduğunun örneğidir.     Tarım ve hayvancılık alanında yaşanılan sıkıntılar, diğer alanlardan hiçte farklı değildir. Tarımda üretim, girdilerin pahalılaşmasından ve göçten dolayı her geçen gün azaldı. Ülke temel gıda maddelerinde bile dışa bağımlı hale geldi. Tarımda olduğu gibi hayvancılık da içinden çıkılmaz bir durumdadır. Geçmişte geçimini hayvancılıkla karşılayan bölgelerde, özellikle Kars, Erzurum, Ağrı, Bingöl, Hakkari, Muş ve Bitlis’te Küçük ve büyükbaş hayvan besiciliği neredeyse kalmamıştır. Bu bölgelerde küçükbaş besiciliği %40, büyükbaş besiciliği %60 oranında azalmıştır. Geçmişte bu bölgelerden İran, Irak ve Suriye’ye hayvan ihracatı yapılırken, bugün bu ülkelerden ithal yapılmakta. Hatta bu ülkelerden hayvan ithalatı sınır ticaretinde çok büyük bir rantçılığı doğurmuş durumdadır. Hayvancılık alanında çok ciddi bir krizin içine girilmesinin başta gelen nedeni, kırdan kente göç ve modern besiciliği geliştirecek yatırıma yönelik teşviklerden yoksun olunmasıdır.    İşsizlik her geçen gün büyümeye devam ediyor. Böylesi talan politikasıyla zaten bu sorunun üstesinden gelinmesi beklenemezdi. Varolan işçinin ve memurun örgütlenmesinin önüne geçildiği için, ücret ve maaşlar kıt kanaat yaşam sürdürmeye bile yetmemektedir. Kişi başına gelir dağılımının halen 3.000 dolar olduğu gözönüne alınırsa kitlelerdeki yoksullaşmanın düzeyi kendiliğinden ortaya çıkar. Türkiye’de son otuz yılda en zengin %20 ile en fakir %20 arasında gelir dağılımındaki farkın 30 kattan 60 kata çıkmış olması her şeyi ifade etmeye yetmektedir. Ağrı, Şırnak, Van vb. yörelerde kişi başına gelir 750 doları dahi bulmamaktadır. Genel ortalamaya bakıldığında Türkiye, kişi başına gelir dağılımında Afrika ve çoğu Latin Amerika ülkelerinin dahi gerisine düşmektedir.     Sokak çocuklarının sayısındaki artış 90’lı yıllarda da devam etti. Filipin ve benzeri ülkeleri geride bırakmaktadır. Sadece Çocuklar arasındaki fuhuşun yaygınlığı neredeyse Brezilya ve Tayland’la kıyaslanır hale gelmiştir. Ortaokul çağında çalışan çocukların sayısı 4 milyona yaklaşmaktadır. Çalışan çocukların %95’nin ailesi açlık sınırındadır. 1996’nın resmi kayıtlarına göre 4,5 milyon yoksul var. Bu rakam ülke nüfusunun %8’ne denk düşmektedir. Ama Türkiye koşullarında resmi rakamların gerçekleri ifade etmediğini söylemeye bile gerek yoktur. Aslında yoksul, daha doğrusu açlık sınırında olanların sayısı 10 milyonu geçmektedir. Bu nedenle 60’lı ve 70’li yıllarda yokedilen bulaşıcı hastalıklar hızla artmakta, örneğin; tüberküloz neredeyse % 40’a yakın bir artış seyri izlemektedir. 21’ci yıla yaklaştığımız bu koşullarda, yüzkarası bu tabloyu yokedici ciddi bir girişim göremiyoruz.    Daha içler acısı bir sorun ise, eğitim ve öğretim sorunudur sorunudur. Son 16-17 yılda artan nüfus oranı düşünülürse halkın okuma-yazma oranında ciddi bir artış sağlanamamıştır. Temel gıda maddelerini alım gücünden düşürülmüş halk, okul çağına gelmiş çocuklarını okula

Page 82: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

gönderememekte ve yüzbinlerce aile daha ilkokulu bitirmeden çocuklarını geri almak zorunda kalmaktadır. İlkokuldan üniversiteye kadar paralı olan eğitim sisteminden farklı bir sonuç zaten beklenemezdi. Dayatılan sistem gayet açık; parası olan okur, parası olmayan kör bırakılır. Bu anlayış, veya dayatma sonucudur ki, 21’ci yüzyıla girerken Türkiye, okuma-yazma sorununu çözememiş bir ülke olarak girmektedir Türkiye genelinde okuma-yazma oranı %85’leri dahi bulamamaktadır. Bu oran Diyarbakır, Hakkari, Van, Bitlis ve bölgenin daha birçok illerine geldiğinde korkunç bir tablo ortaya çıkmakta; bölgede okuma-yazma oranı daha %50-55 civarında, kadınlar arasında ise %20’lerde kalmaktadır.    Varolan okul ve öğretmen sayısı, mevcut öğrencilere yetmemektedir. Zaten varolan eğitim-öğrenim sistemi tüm ilkelliğiyle başlıbaşına korkutucu bir tablodur. İnsanları sağır, dilsiz kılmaya yönelik, düşünmeyi yasak sayan bir öğretim sisteminde ısrar edilmektedir. Meşhur,“sosyal aydınlanma ekonomik gelişmenin önünde gidiyor”çağdışı mantığından hareketle egemen güçler her şeyi denetim altında bulundurmak istemektedirler. Bugün Avrupa ülkelerinde orta öğreniminden sonra üniversiteye devam oranı %22’yi aşarken, ülkemizde %15-16’ da seyretmektedir. Bu taplonun altında yatan esas neden, yukarıda bahsettiğimiz mantıktır. Daha doğrusu, hangi haberin verilip verilemeyeceği veya yazılıp yazılamayacağı, hangi konularda bilimsel araştırmanın yapılıp yapılamayacağına karar veren zorba anlayışın eğim sistemi, “vatan, millet, sakarya” adına ayakta tutulmak istenmektedir. Kalkınmak isteyen, yoksulluğu ve açlığı ortadan kaldırarak toplumun refah düzeyini yükseltmeyi amaç edinmiş, bilimde, teknikte, kültürde vb. tüm alanlarda çağı yakalamak isteyen, her türlü çağdışılığa ve irticai gericiliğe karşı ciddi bir kavga içinde bulunan hangi sistemde böyle bir anlayış vardır? Ülkenin en ücra köşelerine kadar imam hatip okullarının yaygınlaştırılmasına zamanında tavır almayanlar, giderek bu okulları imam yetiştiren meslek okullarından çıkartıp liselerle özdeş hale gelmesine ve buradan mezun olanların üniversitelere girerek bugün devlet bürokrasisi içinde etkin konuma gelmelerinne karşı parmak oynatmayanlar her ne hikmetse bir anda Cumhuriyeti ve laikliği korumadan taviz vermeyeceklerini iddia etmekteler. Bu güçlerin inandırıcı olmaları çok zordur. Cuhuriyeti koruma adına çok laf eden bu güçler demokrasi ve insan haklarına saygıya ve çağımızın gerektirdiği hukuk düzenini kurmaya geldiğinde yan çizdikleri çok iyi bilinmekte. Salt kanun ve kararnamelerle yönetmeye saltanat sürmeye alışmışlar bir kere. Oysa cumhuriyet demokrasiyle anlam kazanır. Eğitimde ve kültürde ileri bir düzey kazanmış halk yığınlarında korkulmakta, Eğitim ve öğretimin karşısına baskı, korkuyu egemen kılarak en geri temelde yönetici kalmayı yeğlemektedirler. Açıkcası, varlıklarını sürdürmeyi bolca korku üretmekte bulmaktadırlar.     Bugün bu güçler, “Büyük Türkiye” için toz pembe bir atmosfer çizerek gönül almaya çalışıyorlar. Oysa, eğitim ve öğretim alanında yaşanılan mevcut tablo, ülkenin gelirlerinin bir avuç repocuya ve mütahite vb. talan ettirilmesinin tablosudur.     Özellikle SSCB’nin yıkılmasından bu yana Türkiye’nin kıtalar arası “geçiş köprü” görevinin önplana çıktığı iddia edilmekte ve adeta bununla övüç duyulmaktadır. Geçiş köprülüğü görevinin önkarakolluktan pek farklı bir yanının olmadığı açıktır. Oysa eskiye ve köhnemiş sisteme olan bağlılıktan kurtulup ekonomik, eğitim, siyasi, sosyal, idari ve dış politika alanlarında cesaretle yeniden yapılanma içine girilerek, Türkiye’yi her alanda güçlü kılacak çok yönlü politika geliştirmenin koşulları geçmiş dönemlerden daha fazladır. 1999 KasımBAKİ KARER    

HADEP VE TUTUKLAMALAR ÜZERİNE 

                                                                                                       Son dönemde Avrupa Birliği üyesi ve üyesi olmayan ülkelerin dışişleri bakanları Türkiye’yi arka arkaya ziyaret etmeye başladı. İsveç, Lüksemburk, İsviçre dışişleri bakanları ülkemize geldiklerinde ilk iş olarak insan haklarıyla ilgili dernek yöneticilerini ziyaret ettiler. Bu arada HADEP’li yöneticilerle ve belediye başkanlarıyla da görüştüler. Bunlardan Diyarbakır Belediye

Page 83: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Başkanı en dikkat çekici isimler arsındaydı. Gelen bakanlardan kimi HADEP yönticilerine ve bahsettiğim belediye başkanına kebab ısmarladılar. Bu bakanların ziyareti dışarıdan bakıldığında gayet olağan gibi görünüyordu. Anlı-şanlı oldukları için, bu ziyaretlerin arka planını değerlendirme çoğu insanımızın aklından bile geçmiyordu. Ama açık söylemek gerekiyorsa, kuşkuyla karşılayanlar da çoktu. Temkinli olmayı elden bırakmamıştı. Çünkü geleneklerimizin, göreneklerimizin çok farklı olduğu biliniyordu. Avrupa’nın bırakın karşılıksız bir tabak kabab yedirmesini, çöpe atılacak bir elmayı bile yedirmediği bilinmekteydi.     Sonuçta olanlar oldu; Diyarbakır, Siirt, Bingöl belediye başkanları tutuklandı ve görevden elçektirildi. Ağrı belediye başkanının da görevine son verildi. GAP bölgesine yatırım dahil, enerji ve haberleşme ihalelerinin peşinde koşanların belediye başkanlarının tutuklanmalarıyla ilgilenecek zamanları yoktu. Elbette onları ilgilendiren bir gelişme değildi. Onlar için önemli olan, pastadan aldıkları pay ve halklarının refahı, yaşam düzeyinin korunmasıdır. İnsan hakları, demokrasi sorunları onlar için pastaya ulaşmanın sadece bir aracıdır. Batı Avrupa için bu her zaman böyle olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Dünya çıkar dengeleri üzerine kuruludur. Bunun böyle olduğunu bir türlü anlamak istemeyen, işbirlikçi karakterinden dolayı HADEP ve yöneticileridir. 

MUHALEFET GELENEĞİ     Demokrasi ve özgürlükler için çaba sarfedenler, her şeyden önce, hareket ettiği zemini öğrenmek zorundadır. Gerçekçekten hareket edilen zeminin ve çıkar üzerine sağlanmış dengelerin bilincinde midir? Bence buradan başlamakta yarar var. Demokrasinin gelişmediği, daha doğrusu demokrasi kültürünün bulunmadığı koşullarda muhalefet etme hiçte kolay değildir. Hele Türkiye’de sol adına muhalefet geliştirme bir kat daha zordur. Bırakalım sol’u, bizde burjuva partileri muhalefet etmeyi, iktidarın her yaptığına ayrım gözetmeksizin karşı çıkmayla özdeş anlamaktadır. Karşı çıkışı yaparken, niçin karşı çıktığına izah getirme zahmetine dahi katlanmaz. Karşı çıkışın getireceği siyasi ve sosyal sonuçları, bunların topluma olumlu veya olumsuz yansımalarını düşünmeyi aklının ucundan bile geçirmez. Ne pahasına olursa olsun, karşı çıkış, muhalelefetin tek ilkesi olarak görülür. Muhalefet etmede böylesi bir zemin temel alındığı için kaba, ilkel davranışlar sergilenir. İktidar her zaman “halk düşmanı”dır, muhalafet de “halkın dostu”dur. Temsil ettiği kesimin çıkarlarını dile getirmenin politik inceliklerinden, manevra gücünden yoksunluğun tüm biçimleri ortaya koyulur. Hemen her koşulda hem halk adına hareket ettiklerini iddia ederler hem de halkın gücünden korktuklarını saklayamazlar. Aslında halkın gücünden ve değişimden korkan bir muhalefet geleneği vardır. Aynı kör süreç muhalefetin iktidara, iktidarın da muhalefete taşındığıında tekrarlanır gider. Bu senaryo, ülkemizde 76 yıldır, cumhuriyet, vatanseverlik vb. çok keskin sloganlarla süslenerek oynana gelmiştir. Hemen her dönemde demokrattan, demokrasi yanlılarından geçilmemiştir ama bir türlü çağın demokratik normlarına ulaşamadığımz da ortadadır.     Burjuva partilerinin ister iktidar olanı, ister muhalefet olanı cumhuriyet der cumhuriyet işitir. Bu kelimenin arkasına sığınmanın en kolay ve ucuz olduğu bir ülke varsa, o da Türkiyedir. Oysa cumhuriyet hiçte o kadar ahım şahım dillendirilecek bir şey değildir. Oysa İran, Irak, Suriye, Mısır vb.ülkeler de birer cumhuriyettir. Rejimi monarşi olupta Türkiye’den çok daha demokratik olan ülkelerin olduğunu biliyoruz. Hollanda’yı, Danimarka’yı, İsveç’i hiç kimse demokratik ülke olmadıkları için suçlayamaz? Demek ki, bir rejimin karekterini belirleyen o rejimin demokratik olup olmamasıdır. Evet, Türkiye’de bir Cumhuriyet rejimi var ama, bu istenilen düzeyde demokratikleşememiş bir rejimdir. Demokratik hukuk kurallarının işlemediği bir rejimdir. Güçler ayrılığına adeta meydan okunmaktadır. Bugün beş kişilik liderler grubu yasama görevi yapmaktadır. Seçimler ve parlemento halkın iradesini değil, bu beş kişinin iradesini temsil etmektedir. Demokrasi ve hukuk kuralları savunuculuğu adına ortaya çıkıpta, hukuk ve adaleti ayaklar altına alan kurumlarla doludur ülkemiz. Kurum olarak Anayasa Mahkemesi de bu tutuma gösterilecek örneklerden bir tanesidir. İlericiliği, demokratlığı çağdaşlığı hiç kimseye bırakmazlar!... Cuntalar karşısında elpence divan duranların başında gelir. Rejimin hukuk kurumu olduklarını iddia ederler ama öbür yandan da ulema toplumu, cemaat toplumu oluşturmak isteyenler karşısında suspus kalmada da pek becerikli olduklarını çok iyi

Page 84: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

ispatlamışlardır.        Ülkemizde egemen güçlerin ve bunların temsilcilerinin cumhuriyet kalkanını sürekli siper edinmeleri pek boşuna olmadığı bilinmekte. Demokrasiyle bütünleşmemiş bir cumhuriyet bayraktarlığı yapma kadar kolay bir şey yoktur. Böylesi koşullarda, böylesi anlayışla iktidar partisi olma da, muhalefet olma da kolaydır. Özellikle burjuva partilerinin 12 Mart ve 12 Eylül’de görüldüğü gibi birilerinin çıkıp “hişt” dediği anda birden bire ortadan silinmelerinin bir sırrı da işte burada yatmaktadır. Kendi içinde demokratik olmayan, halka dayanmayan bir kurumun demokrasi için kavga verdiği görülmemiştir. Ama demokrasiyle uzaktan yakından ilişkisi bulunmayanların demokrasi havarisi kesildiği bir ülkeye örnek verilecek olunursa, o da yine Türkiye’dir.     HADEP bu tablonun neresinde hangi rengi temsil etmekte? Hareket tarzına baktığımızda bir yerlere tutunma gayreti içinde olduğunu görüyoruz. Fazilet Partisi’nden daha şaşkın bir halde. Avrupa’ya mı, yoksa ABD’ye mi tutunma gayreti içinde? Bu iki güç arasında sallanıp durmakta. Adeta bir mandacı arama peşinde. Ama görüldüğü kadarıyla Avrupa ile hareket etme, onların desteğiyle varlığını südürmeye çalıştığı da bir gerçek. Bugün için en azında böyle. Eğer ileride büyük patron yeşil ışık yakarsa rotayı her an değiştirebilir. Böylesi politika yürütenlerin geçmişte SHP’in yokedilmesi için çaba yürüttüklerini, böylece ABD’nin ve içte tekelci bujuvazinin ekmeğine epeyce yağ sürdüklerini ve bu tutumlarıyla da övündüklerini biliyoruz. ABD ve Avrupa’nın bir dediğini iki yapmayan bir anlayışın içte sol’a, sosyal-demokrasiye karşı böylesi bir tavır içinde olması elbette yadırganacak bir durum değildir. HADEP böylesi bir anlayışın temsilcisi olarak yoluna devam etmede ısrarlı olduğunu hemen her eylemiyle göstermektedir.    Ayrıca, HADEP bir milliyet esasına göre mi, yoksa Türkiye genelinde örgütlenmeyi hedeflemiş bir parti midir? Eğer bölge temelinde örgütlenmiş bir parti ise, İzmir’de, Anlalya’da, İstanbul’da şubeler açması ve örgütsel faaliyetler içinde bulunmasının anlamı nedir? Batı’da Kürtlere yönelik örgütsel faaliyette bulunmanın milliyetçilikten de öte bir amaç için hareket edildiğini kabul etmek zorundadır. Yok milliyet esasına, bölge esasına göre örgütlenmiş milliyetçi bir parti olduğunu söylüyorsa, buna uygun proğramı nedir? Kaldı ki, milliyetçi bir örgütlenmenin Türkiye gerçekliğiyle bağdaşır hiç bir yanı yoktur. Her iki alternatif kabul edilmiyorsa, İbrahim Tatlıses’in ulusal yayın yapan tv ekranlarından özgürce “Ben Kürdüm” diyerek Kürtçe türküler söylemesini ve hem de popolaritesini sürdürmesi, aynı zamanda ticaretine devam etmesini sağlamak için kavga verdiklerini söyliyebilmeliler. Eğer hedef bu ise, o zaman bugünkü iç ve dış ilişki bağlarını, hareket biçimlerini terk etmek zorundadırlar. Terörle, ABD ve Avrupa ülkeleriyle işbirliği içinde varılmak istenen bu hedeflere ulaşılması olanaklı değildir. Nereden bakılırsa bakılsın, HADEP en temel konularda bile kendini çözümlemiş bir güç değildir. Günlük hareket ve anlayışlarla hareket edilmekte. Direksiyonsuz bir otomobilde yol alınmaya çalışılmakta. Açık ki, ülke koşullarında nerede duracağını bilmeyen, yerini belirlememiş ama halkın sorunlarını çözümleyecek ‘güç’ olduğunu söyliyen bir ucubeyle karşıkarşıyayız. İstihdam, işsizlik, tarım, sağlık, sanayi, kültür vb. alanlarda somut projeler geliştirmekten uzak bir anlayış, nasıl olur da halk adına hareket ettiğini söyleyebilir. Yönetime geldikleri belediyelerin, akla gelebilecek her konuda yeni yapılanmalara ihtiyacı vaken, Avrupa’yı suyolu yapmanın savunulacak hiçbir yanı yoktur. Bu anlamda HADEP’in, bugüne kadar ANAP, DYP, FP ve benzeri partilerden farklı bir tutum sergilememiştir. Yani bilinen burjuva partilerinden edinilen gelenekle devam edilmektedir. Dillerine dolandırdıkları ve her yerde “barış”la ne kastedildiği de belli değil. Savaş yok ki, barış olsun. Kullanılan barış sözcüğü insana Anadolu’da sıkça anlatılan Kadı hikayesini çağrışım yapmaktadır. Evet, muhalefet yapmak zordur, halkın sorunlarına çözüm getirecek güç haline gelmek zor olanı başarmaktan geçer. Halkı duvarda asılı resim gören bürokrat anlayışla hareket etme alışkanlığı bırakılmadığı sürece, içinde bulunduğumuz koşullarda muhalefet etme bir yana, örgütsel varlığın dahi korunamayacağı bilinmelidir.  

DEĞER YARATMAYAN BASKICI OLUR     Avrupada düşünce üretimi ve sanayileşme dev adımlarla ilerlerken, Osmanlı yönetiminde elit bir kesim, ‘Devleti yaratan benim, ben karar veririm”de diretmeyi sürdürüyordu. Bu nedenle de

Page 85: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

işine geleni aldı, işine gelmeyeni “Kutsal değildir” diyerek engelledi. Saraylarda lüks yaşam sürdürmeyi, eğlelenceyi zenginliğin ölçütü olarak gördü. Bir pazar etrafında toplumun birliğini sağlamaya yönelik yaratıcı çalışmalar yerine, sürekli dini önplanda çıkararak birlik sağlanmaya gidildi. Bu tarz hareket ediş, hayali birlikler yaratmadan öte bir şey değildi. Nitekim sonuçta da dağılmak zorunda kaldı. Üretenler, değer yaratanlar, yaratılan refahı halkıyla bölüşenler kazandı, hurefelerle egemen olmaya çalışanlar kaybetti.    Ülkemizde çağdaşlaşma, daha düne kadar takım elbise giyme, mini etekle dolaşma, tanınmış marka otomobille seyehat etmeyle özdeş sayılırdı. Burjuvalaşmada bu kıstaslar aranırdı. Devlete en yakın olanlar, köşe dönmede becerikli olanlar başarılı bujuvalar olarak görülürdü. Bu anlayış her ne kadar tümüyle kalkmamışsa da, aşılmak için önemli çabaların verildiğini söylemek mümkündür. Bugünkü çözümsüzlüklerin kaynağını bu anlamda devletin örgütlenme geleneğinde ve burjuvazinin gelişme biçiminde aramak gerekir. Bizde her şey, çağdaşlaşma bile, kutsal, dokunulmaz, bir avuç elit kesimin insiyatifinde görüldü. Halka neyin, ne zaman, ne kadar verileceğini hep bu elit kesim karar verdi. “Her şey benimdir” veya ‘Her şey benim eserimdir” anlayışında olanlar, gelişme adına zor ve baskı gücünü kullnarak, değişimi halktan soyutladılar.     Osmanlının ‘kutsallık’ anlayışı aşılamadı. Cumhuriyet, Atatürk ve daha birçok şey kutsal sayıldı. Kutsallık bu sefer bir başka açıdan, yani çağdaşlık adına günlük yaşamanın bir parçası haline getirildi. Aslında yapılmak istenen düşüncelerin açılıp, serpilmesini engellemekti. Düşüncelerin özgürce dile getirilemediği ortamda, sanayi alanında da aşama sağlanaması beklenemezdi. Teknolijideki ilerlemenin takip edilmesi için düşünce üretiminin olması gerekir. Düşünce üretiminin yasaklanması teknoloji üretiminin de yasaklanması demektir. Yaratıcı, yenilikci bir toplum haline gelinmemesinin bir nedeni, hatta esas nedeni budur. Araştırma, inceleme, bilimsel değerler yaratma yasaklanmıştır. Düzeni demir yumrukla kontrol edenlerin izin verdiği oranda düşünme ve bir de üstüne üstlük yaratıcı olma beklenmezdi.    Daha baştan itibaren kapitalist kalkınma modelini seçilmiş olunmasına rağmen, düşünce ve daha birçok alanda özgürlüklerin önüne geçildiği için kapitalist kalkınmanın özüne de ters düşülmüş olundu. Eğer benzetmede bir hata olmazsa, kapitalizm Avrupadan bize gelirken, ‘sınırlardan içeriye’ adeta ilahlaşarak girdi. Türkiye de kapitalizm kutsallaştırıldı. Buna kim karşı çıkmışsa kâfir ilan edildi. Çünkü ‘Hamiline’ havale edebilmeleri için bu gerekliydi. Başka türlü bir anda köşe dönmeciler yaratılamazdı. Bu nedenle de kapitalizm bizim egemen güçlerin elinde bir ucubeye dönüştürüldü. Sabırsızdılar; sermaye edinilecek, teknikerler yetiştirilecek, fabrikalar kurulacak, üretim yapılacak, ürürünler pazara sürülecek ve satışlardan kâr yapılacak... Bu uzun işleme gerek kalmadan devletin baskı gücü kullanılarak, yine devletin sırtından burjuvalaşma daha kolay ve kestirme yoldu. Bu yolu seçtiler ve bir anda da neredeyse hiç bir ülkede görülmeyen bir hızla ‘büyüdüler.’ 80’lerin ortalarında itibaren yerden ot biter misali holdingler türedi. Bugün aile, tarikat holdingleri gılle gitmekte. Bunlara piçleşmiş kapitalizmin holdingleri de denilebilinir.     Bugün kendine sanayici diyen birçok holdingin devlete verdiği borç parayla büyümesi hiçte şaşırtıcı değildir. Bir dönem genel ev patroniçelerinin, hısızların vergi rekortmeni seçilmesinin sırrını bahsedilen kutsallaştırmada aramak gerekir. Elbette böylesi koşullarda nüfun yüzde kırkını aşan bir kesim yoksulluk içinde yüzecektir. İstihdam ve işsizlik sorunları dizboyu olacaktır. Böylesine çarpık ayaklar üzerine kurulu düzende sosyal sorunların üzerine gitmede, sözümona çözümlemede şiddetin kutsanır hale getirilmesine şaşmamak gerekir. Ülkemizde basit bir kriminal olaya da, sosyal bir soruna da güvenlik konsepti açısından bakılması bu nedenledir. Özgür düşünmenin, okumanın ve yazmanın önüne yine bu mantıkla geçilmek istenmektedir. Kitap, gazete okumanın çok düşük olduğu bir ülkede en fazla baskıya uğrayanların düşünce üreticilerinin olmasının çarpıklığı da buradan gelmekte. Çükü düşünme engellendiği oranda insan faktörünün önü alınmakta. İnsan faktörü geri plana itildiği oranda da demokratik gelişmenin önü alınmakta, böylece halkın sorgulama gücü engellenmiş olunmaktadır. Tüm bunlar ister istemez çatışmayı, çözümsüzlüğü sürekli kılmaktadır. Sonuçta çağın gelişmesinin gerisinde kalınmaktadır. Yaratamayan, özgürce düşünemeyen toplumunun çağı takip etmesi düşünülemez. Nitekim bu durumda olduğumuz için İMF başkente postunu serip Türkiye’yi yönetmekte, Clinton TBMM giderek iç ve dış politikada izlenmesi gereken politika konusunda “yönetenlere” bir güzel ders vermekte. ABD’nin büyük elçisi bırakın uzun vadeli, günlük

Page 86: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

politikaya yön vermeye çalışmaktadır. Bunlar Türkiye’nin bilinen utanç taplosudur.  

KORKULAR YARATMA POLİTİKASI 

    Kalkınmada, modernleşmede anlayış bu olunca, içte ve dışta bolca düşmanlar yaratmaya gidildi. Uluslaşmasını yeterince sağlayamamış, kalkınmasında hamleler yapamamış toplumlara özgü ne kadar çirkeflikler varsa hemen hepsi de sergilendi. Çok gerilere gitmeye gerek yok; 24 Ocak kararları, kurulacak yeni toplum düzeni düşünülmeden eski toplum düzenine çomak sokmadır. Hem varolan ekonomik, sosyal yapıyı dönüşüme uğratmak isteyeceksin ama hem de ortaya çıkacak yeni ekonomik ve sosyal yapının getireceği sorunların çözümü üzerinde düşünmeyeceksin. Bu lumpen anlayışıdır. 24 Ocak kararlarının zorla hayata geçirilmesinden yükümlü 12 Eylül Cuntası ve Özal iktidarı buna tipik örneklerdir. Hısızlığın, soygunculuğun ve bunlara karşı duranlara baskı ve şiddetin kutsallaştırılması en fazla bu dönemde kendini gösterdi. Ekonomik ve sosyal altüst oluşların getireceği sorunlar çağdaş bir yaklaşımla çözümleme yöntemi yerine entikacılık temel alındı. Bunun bir ürünü olarak da Türk-İslam sentezi denilen ne idüğü belli olmayan teoriler ortaya atıldı. Cumhuriyeti koruma adına siyasetle İslam bilinçlice birbirine karıştırıldı. Metropollere göç sorunu böylece halledilmeye çalışıldı. Bir yandan laiklik kimseye bırakılmadı diğer yandan da laiklik İslamla bütünleştirilmeye çalışıldı. Cuma namazlarına gidenler, Kurandan ayetlerle demeçlerini süsleme becerisini gösterenler en fazla laik kesilenler oldu.    Eski düzeni bozulan ama yerine yeni bir düzenin kurulamadığı koşullarda kırsal kesime boyun eğdiriş, Türk-İslam tezinin bizzat devlet eliyle yaygınlaştırılmasıyla sağlandı. Çağın zaten gerisinde yaşam sürdüren köylülük, Anadolu’nun geleneksel esnaf kesimleri, tarikatların eline teslim edildi. Tepeden inmeci serbest pazar uygulamarının toplumda yaygın altüst oluşlara sebeb olacağı, tahmin edilmeyecek bir gelişme değildi. Altüst oluşları göğüsleyecek ne sermaya birikimi, ne de mevcut sanayileşmenin gücü vardı.Bu durumu fırsat bilen tarikatlar, Refah Partisinin de desteğini alarak ortaya çıkan boşluğu değerlendirdi. Bu politika devletin işine geldi ve geçici de olsa sisteme nefes aldırıcı bir taktik olarak bakıldı. Refah Partisi’nin birden bire birinci parti durumuna gelmesi bu anlamda hiçte tesadüfi bir durum değildir. Daha sonraları DEP aracılığyla SHP’nin de götürülmesi hem yeni holdingleşmeye başlayan islamcı güçlerin, hem de İstanbul sanayi tekellerinin işine yaradı. Zaten geri, eğitimsiz, örgütsüz köylülükle birlikte büyük kentler etrafında kümelenmiş göç, böylece uzun bir süre kontrol altında tutulmuş oldu. Metropollere göç etmiş kitle tipik uluslaşmasını tamamlamamış bir toplumun aynasıydı. Büyük şehirlerin kenar mahallelerine serpilmiş göçmen kitle, adeta ayazda hissediyordu kendini. Şaşkınlıklarını kısa zamanda gidermeleri beklenemezdi. Kırdan kente göç eden kitle, göç ettikleri yerlerde gettolar oluşturmuşlardı. Malatyalılar, Trabzonlular, Kayserililer vs. mahalleleri oluşmaya başlamıştı. Sadece bölgeler temelinde bir gettolaşma kendini göstermemiş, aynı zamanda Kürtlerin, Gürcülerin, Kafkaslıların, Arnavutların vs. milliyetler esasına dayalı gettolaşma da ortaya çıkmıştır. Gelişen serbest pazar ilişkileri mozaiğin açığa çıkmasını sağlamıştır. Gettolaşma, göç kitlesini daha da kendi içine kapanmayı getirdi. Bu tür bir gettolaşma uluslaşmasını tamamlamış topluma özgü bir durumdur. Göç kitlesi, göç ettikleri şehrin yerleşik nüfusunun üstünde olmasına karşın en ufak etkileri yoktu, olması da mümkün değildi. Bu tür özelliklere sahip kitleye bir de Türk-İslam sentezi şırınga edildi. Böylece, her açıdan itaat aden kitle konumundan çıkarılmamış oldular. Sadık, şükürcü köylü kültürü, büyük kentlerin etrafında gettolarda da korunmuş oldu. Gettolarda giderek askeri kıta disiplini egemen kılındı. Çünkü, günlük yaşamın ihtiyaçları bile Allaha havale edilmişti. Bu kesimler içinde harç görevi ütlenen İslam ideolijisine rolü yeterince oynatıldı. Bu disipline gelemeyenler ve İslam ideolojisinin katı kurallarına yan çizenlerin, bir süreliğine çeteçilik yapmaları görmezden gelindi.    Ortaya atılan Türk-İslam sentezi o kadar başarılı oldu ki, sol kesilen birtakım çevreleri bile etkisi altına aldı. İnsan hakları ve demokrasi mücadelesi bahanesiyle bazı çevreler Refah Partisiyle ve tarikatlarla ittifak içine bile girdiler, ortak pretostolar geliştirmeye başladılar. Öylesine ucube bir demokrasi havarisi kesildiler ki, tarikatlara örgütlenme özgürlüğü istediler. Yakalandıkları oltadan artık kendilerini kurtaramadılar. Süreç içinde bahsettiğim solun bir kesimi pek kopmak da istemiyordu. İslamcı kesimlerler birlikte hareket ediş, süreç içinde bıyıklarının

Page 87: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

kaytanlanmasını ve dudaklarının yağlanmasını getirmişti. Sol adına hareket eden bazı çevrelerin varlığı bugün böylesi bir ‘dayanışmaya’ bağlı hale gelmiştir. Hatta islamcı çevrelerle birlikte sol adına yeni oluşumlar geçer akçe haline getirildi. Oysa, islamcı güçlerle ittifak halinde özgürlükler değil, Ortaçağ karanlığına geri dönüş sağlanır. İran ve Afganistan bunun açık örnekleridir. Böyle bir hareket zemini seçenlerin ülkemizde insan hakları ve özgürlüklerin egemen hale getirilmesi için yürütülen çabalarla bir ilgileri olacağını sanmıyorum. Bunlar, orta sınıf içinde yükselme becerisi gösteremeyen cambazlardır. Oysa Türkiye’de siyasallaşan İslam, değişime uğramamış küylülüğün temsilcisidir. Daha geniş anlamıyla, geleneksel yapının temsilcileridir. Bu anlamda, bu güçlerle ittifak peşinde koşan sol veya demokrat geçinenler hareket tarzlarıyla değişimin karşısında yer aldıklarını kabul etmek zorundadırlar. Bunları söylerken, Türkiye toplumsal gerçeğini inkâr ediyor değilim. Modernleşmeye gidilirken, demokratik hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi sağlanırken, ezici çoğunluğun müslüman olması elbette dikate alınmalıdır. Değişimin bir anda olmayacağı açıktır. 

DEĞİŞİM KENDİNİ DAYATMAKTA     Bizde değişim, yani modernleşme her dönemde devlet eliyle yaratılmıştır. Alttan gelen bir zorlamayla yenilikler yaratan bir toplum değiliz. Tanzimattan bu yana Avrupalılaşma çabaları yürütüle gelinmiştir, ama bir türlü de Avrupalı olmamışızdır. Avrupa toplumları üretim temelinde değişimi sağlarken, biz modernleşmeye höykünmüşüzdür. Yani Avrupa çağdaş değerler toplumu olurken biz, hurefeleşmiş dinsel kaidelerle yoğrulan bir toplum haline geldik. Üretimime dayalı değişimi temel alan bir yol izlenmemiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan buyana bir avuç bürokrasi eliyle, dolayısıyla devlet eliyle değişim yaratılmaya çalışılmıştır. İster istemez bu, sınıflar arası uçurumu derinleştirmiş, zaman zaman da şidettli çatışmayı getirmiştir. Çatışmayı önlemenin tek yolu da baskıda görülmüştür. Toplumsal muhalefet baskıyla engellenmek istenmiştir. Bir adım yürüyenin, iki laf edenin kafasına vurulmuştur. Doğal olarak böylesi koşullarda baskıya lumpen bir milliyetçilik karıştırılmaktan da geri durulmamıştır. Ne zaman islamcılığın, ne zaman lumpen milliyetçiliğin yaygınlaştırılmasına da ‘üstteki akıllılar’ karar vermiştir. Ekonomik uygulamalar bile milliyetçilikle izah edilmeye çalışılmıştır. Üstten aşağı empoze edilen ekonomik kararları başka türlü hayata geçirme mümkün değildi. Bu uluslaşma düzeyimizin de bir göstergesidir. Türk uluslaşması 90’lı yılların ortalarından sonra yeni bir evreye girmeye başlamıştır. Çünkü “herşeyi ben yarattım” diyen, ulusu ve uluslaşmayı temsil ettiğini iddia eden bürokrasinin etkisi önemli oranda kırılmıştır. Orta sınıflar yaygınlaşmaya başlamıştır, ve toplumda eğitim düzeyi her geçen gün yükselme trendine girmiştir. Köylülükte artık küçük toprak mülkiyeti önemini yitirmekte, yerini yavaş ta olsa işletmeciliğe bırakmaktadır. Günümüzde feodalitenin yok olması geşmişte olduğu gibi feodalleri zenginleştiren toprak reformunda değil, işletmeciliğin yaygınlaşmasından geçmektedir. Köylülüğün daraldığı, orta sınıfların geliştiği, işçi sınıfının örgütlülüğü arttığı oranda ekonomik ve siyasal talepler de artacaktır. Demokratik ve özgürlükçü ortamın egemen olması kaçınılmazdır. Gidiş bu yöndedir. Burjuvazinin sermaye gücü artmış; ister kendi olanaklarıyla, ister dış ortaklıklarla olsun uluslararası planda yatırımlar yapacak düzeydedir. Bu aşamadan itibaren ciddi bir değişim kendini dayatmış durumdadır. Burjuvazi de açılan derin uçurumların belirli ölçülerde giderilmesinden yana tavır takınmaktadır. Çatışma değil, azda olsa dengelerin korunduğu bir ortamda çıkar görmektedir. Bujuva partileri belli bir sınıf yapısına oturmak zorundadır. Aynı sınıf tabanında aile partileri olmaktan çıkmak zorundalar. Sosyal gelişme bu ayrışımı zaten kendiliğinden yapmaya başlamıştır. Birkaç partinin zaten dar olan aynı sosyal tabanı bölüşmesi gibi bir kavga sona ermeye başlamıştır. Zaten burjuva partilerinde yaşanan tıkanıklıkların bir nedeni de bu idi. Son seçimlerde DYP ve ANAP’ın daralmalarının bir nedeni de, her ikisinin dar bir kapıdan aynı anda içeri girmeye çalışmalarıdır. Hatta CHP’nin de parlemento dışı kalmasında önemli oranda bu rol oynadı. Dünyanın ve Türkiyenin değişen koşullarını değerlendirip devletin koruyucu kollarının altında siyaset geliştirme alışkanlığından geri durmamanın cezasını ödediler. Artık geniş kitleleri duyarsız kılan politikalardan uzaklaşıp, temsil ettikleri kesimin örgütlü siyasal hareketleri olmak ve bugüne kadar oluşturamadıkları uzun vadeli ulusal politikaları geliştirmek zorundadırlar. Çağla tanışmamış köylülükten oy avcılığı yapma alışkanlığıyla bir yerlere gidilemeyeceği

Page 88: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

görülmektedir. Bu aşamadan sonra, bugün de varolan ve önümüzdeki süreçte kendini daha çok dayatacak olan birey sorunudur, bireye inme sorunudur. Serbest pazar ilişkileri ülkemizde artık en ücra köşelere kadar girmiştir ama gerekli bilgi ve kültürü yaygınlaştıramamıştır. İstihdamı sürekli kılma, yani iş olanakları sağlama, eğitim seferberliği vb. daha birçok alanda hızlı, ciddi, planlı çalışmalarla insanların çağla tanışması sağlanır.        Tüm bu yönlü gelişmeler özgürlükleri, demokrasinin genişletilmesini dayatmaktadır. Demokrasinin çağın ölçülerine uygun bir biçimde geliştirilmesi ve kararnameler devletinden çıkıp hukuk kurallarının egemen olduğu bir devlet yapısına geçilmesi yönünde yürütülen çabaların önü artık alınamaz bir noktaya gelmiştir. Bir çok sorunu yok saymakla, inkârcılıkla yol alınamayacağı açıktır. Önümüzdeki süreçte sorunları halletmek için içte ve dışta bolca düşmanlar yaratarak gidilemeyeceği ortadadır. Halkıyla barışık olmayan devlet olmaktan çıkmak zorunluluktur. Eğer ayak diretmeye devam edilirse, giderek gelişen, zenginleşen bir ülke konumundan ziyade fakirleşen ve çağın tümüyle dışında kalmaya mahkum olmuş bir ülke konumuna gelinmiş olunacaktır. Serbest rekâbetin hüküm sürdüğü koşullarda azınlıklar ve milliyetler sorununa şiddetle çözüm bulunmaya kalkışılması geçersiz bir yöntemdir. Kapitalist ilişkiler geliştikçe farklı dil ve kültürler de bir o kadar açılıp serpilecektir. Asimilasyon uygulamalarıyla sonuca ulaşılmasının zamanı çoktan geçmiştir. İç pazarın uluslararsı tekellere sınırsız açılımı için çaba gösterilirken, farklı dilleri ve kültürleri inkâr etmede direnme olanaklı değildir. Osmanlı’yı yükselten, büyük yapan özellikler bir kez daha gözden geçirilmeli. Henüz aşılamamış lumpen milliyetçilikle gelişmelerin önüne geçilemeyeceği bilinmelidir. Kaldı ki, milliyetçi olduklarını iddia edenler de uluslararası sermayeye çoktan teslim olmuşlardır. Bunu artık saklamalarına gerek yoktur. Ayrıca insan hakları ve düşünce özgülüğünün sağlandığı koşullarda herkesin farklılıklarını ortaya sergilemesi o kadar korkulacak bir şey değildir. Tam tersi, farklılıkların kendini sergileme olanağı bulamadığı koşullar tehlikelidir. Eğer bir halk karşılaştığı baskı ve şiddet sonucu kimlik krizi içine girerse bu çok daha tehlikelidir. Sıkışmış gaz misali bir noktada patlama gereği görür. 15 yıldır PKK maşası kullanılarak estirilen terör sonucu Kürt halkı büyük bir kriz içine sürüklenmiştir. Serbest pazar ilişkilerinin yaygınlaşmasıyla ortaya çıkacak değişimlerin alacağı biçimlerden korkulduğu için PKK terörü kullanılmıştır. Bir yandan da uyanmak üzere olan Kürt milliyetşiliğinin islamla birleşmesini engellemek için İslamcı terör haraketi geliştirilmiştir. İlk başlarda bunun alt yapısı Refah Partisiyla hazırlanmış Hizbullhla son darbe indirilmiştir. Batı’da İslam tesettüre takılırken, Doğu ve Güney Doğu’da sonuçta Hizbullah terörüyle birleştirildi. Her iki biçimle de halk uysallaştırılmıştır. Bir dönem Türk-İslam tezi geliştirilirken bu tür incelikler de gözardı edilmemiştir. Demokratik değişimler ve kültürel açılımlar da PKK eliyle bastırılmıştır. Doğu ve Güney Doğu uzun yıllar çok yönlü bir kuşatma içinde tutulmuştur. Böylece Sorun halledilmeye çalışılmıştır. Böylece demokratik hak ve özgürlüklerin gelişiminin önüne geçilmiş, kitleler iliklerine kadar sömürülmüş ve tekelci sermayeye daha bir güç kazandırılmış olundu. Ama artık bir yol ayrımına gelinmiştir. Böylesi becerileri sergileyen kompartıman görevlileri artık yerlerini terk etmek zorundadırlar.                         

AVRUPA BİLİĞİNİN KEBABI YENMEZ     Yeni yol ayrımında Kürt aydınlarına büyük görevler düşmektedir. Bugüne kadar bu konuda birçok hatalar yapılmıştır. Terörden medet umma, teröre dayanarak bir takım haklar elde etmeye çalışma gibi yanlışlıklara düşülmüştür. Terörle demokratik hak ve özgürlükler arsında kesin bir çizgi vardır. Araya çizgi çekilmedikçe demokratik hak ve özgürlükler için kavga verilemez. Kaldı ki, hiç kimse elinde tuttuğu maşayı bir başkasına kullandırmaz. Nitekim kullandırılmamıştır da. Tüm bu gerçekler ortada dururken HADEP’in demokratik hak ve özgürlükler adına PKK külfetinden kurtulmak istememesi ilginçtir. Bu ilginçliğin nedenleri çok yönlü irdelenebilir.     Bunca tarihi tecrübeden sonra, ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin Kürt kartını hangi biçimlerde kullandığını HADEP’in bilmememsi düşünülemez. Bu güçler, Türkiye’ye çıkarlarına uygun politikalarını uygulatmak için Doğu ve Güney Doğu’nun içinde bulunduğu koşulları

Page 89: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

bahane etmektedirler. Çıkarlarını elde ettikleri gün de Kürdü unutmaktalar. Globelleşen düya koşullarında Türkiye’nin jeo-politik konumu dikkate alınırsa ne ABD’nin ne de Batı Avrupa’nın Kürt sorununu geçmişte olduğu gibi ciddi biçimde dürtükleyeceklerini sanmıyorum. Bakü-Ceyhan boru hattı bu politikanın pratikte pekiştirilmesinin sadece bir örneğidir. Balkanlarda, Kafkaslarda ve Ortadoğuda bu güçlerin çıkarlarına uygun köşe direklerinin yerinde tutulması Türkiyenin güçlülüğünden geçtiği bilinmektedir. Bugün Avrupa Birliği’nden gelen devlet görevlilerinin Doğu ve Güney Doğu bölgelerine kısa süreli turistik geziler düzenlemelerinin altında yatan esas neden, pastada payı büyütme çabasından ibarettir. Türkiye pazarları üzerinde ABD ve B.Avrupa, özellikle de Almanya büyük bir çekişme içersindedir. Bu çekişmeyi şimdilik, bölgede köşebaşlarını tutma anlamında ABD kazanmış görünmektedir. İveç’in, Lüksemburg’un, Kanada’nın Diyarbakır belediye başkanını ve HADEP yöneticilerini ziyareti pastanın bölüşüm çabalarının bir ürünüdür. Herkes GAP, enerji, telekominikasyon yatırımlarından ve askeri araç-gereç alımlarından payını istemektedir. Nitekim payını alan köşesine çekilip oturmakta, demokrasi insan hakları vb. sorunları unutmakta. Bu ülkelerin sahtekârlıkları, ikiyüzlü davranışları yıllardan buyana sürüp gitmektedir. Emperyalist güçlerin amaçları bilindiği halde, yakasına ‘Kürt aydını’ yaftası yapıştırmış bazı çevrelerin gönüllü işbirlikçiliğe soyunması hiçte anlaşılır bir şey değil.     Aslında Avrupa Birliğinin diğer ülkelerini Türkiye’ye karşı böylesi bir yönelim içine zorlayan da daha çok Almaya’dır. PKK’nin yıllardan buyana esrar-eroion, Doğu ülkelerinde beyazkadın ve Ortadoğu- Avrupa arasında insan kaçakçılığını yaptığını bilmekte. Bu tür faaliyetlerin PKK aracılığyla Kürtler arasında yaygınlık kazanmasını da teşvik etmekte. Bu yolla hem kaçakçılık yollarını denetimi altında bulundurmakta, gelirler elde etmekte hem de kürt kitlesini bataklığın içine sürüklemektedir. Öbür yandan da ‘sorun’ çözümü teranasiyle boy göstermekte. PKK içinde merkezden alt birimlere kadar kendisine bağlı ekibi yıllardan buyana yaratmıştır. Hatta PKK içinde çoğu birimlerin kurulmasında Almanya istihbaratının onayı alınmaktadır. Bu ekibin kimlerden oluştuğu herkesce bilinmekte. Almanya’nın ve daha birkaç Avrupa Birliği ülkelerinin ayarlı desteği olmaksızın PKK Avrupa’da bir gün bile ayakta kalamaz. Bu destekte Almanya’nın rolü belirleyicidir. Diğer ülkeler daha çok Almanya’yı izlemektedirler, bir anlamda da izlemek zorundadırlar. Almanya bir dönem daha PKK kozunu kullanma taraftarıdır. Son dönemlerde PKK’ye yönelik hazırlıkları bu yöndedir. Fanatik islamcı akımlarla olan ilişkileri başlıbaşına irdelenmesi gereken bir sorundur. Bu tür ilişkiler üzerine söylenecek daha çoktur. Farklı dilleri ve kültürleri kabul etmeyen Almanya gibi bir ülkeden medet umma tam bir safdilliktir. Bu tablo karşısında HADEP’in takındığı tavır, PKK ve Avrupa ülkeleriyle olan ilişkileri pek dikkat çekicidir. HADEP, PKK ile olan ilişkilerini inkâr edemez, çünkü Abdullah Öcalan’da bu ilişkileri açıklamıştır. Eğer kabul etmiyorlarsa, önce Öcalan’ı yalanlamaları gerekir.     Bugün bir takım çevreler, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday üye olarak kabul edilmesini olduğundan çok fazla abartılmakta. Kabul etmek gerekir ki, Türkiyenin AB’ye ihtiyaci kadar AB’nin de Türkiye’ye ihtiyacı vardır. Hiç kimse bu pazarı kaybetme riskini göze alamaz. Ayrıca SSCB’nin yıkılmasından sonra Türkiye’nin de olanakları olabildiğince artmıştır. Bugün AB ile yapılan ticaret hacmi, Rusya ile yapılan ticaret hacmiyle neredeyse eşit durumdadır. Ayrıca Kafkas ve Orta Asya pazarları da Türkiye açısından büyük olanaklar getirmektedir. Bu olanaklardan da akılllıca yararlanmaya başlandığı söylenebilir. Yine yeni de olsa Çine açılma çabaları da vardır. Sermaye ve sanayi girdilerinde dışa bağımlılık gibi konular veya sorunlar bahane edilerek, gelişmelerin yönü görmemezlikten gelinemez. Salt bir noktayı önplana çıkartarak polika geliştirilmez. Bugün Türkiye’de yeni bir süreç yaşanmakta ve bu süreçte uluslararası pazarlarda rekabet etmek isteyen bir burjuvazi vardır. Açıkcası çıkarların karşılıklı olduğu unutulmamalıdır. Ülkemizde demokrasi sorununa bir de bu açıdan bakılmalıdır. Türkiye AB üyeliğine olmazsa olmaz kuşuluyla bakmamaktadır, bakmamalıdır da. Şıkıştırıldığı noktada çok rahat bu üyeliği tepebilir. Çünkü gerektiğinde kullanabileği alternatifler çoktur.     AB, Türkiye’nin üyeliği sorununa aynı zamanda güvenlik açısından da bakmaktadır. Bu aynı zamanda onların zayıf noktasını oluşturmakta. Er veya geç Rusya sorunlarına çözüm getirecektir ve yeniden ayakları üzerinde duracaktır. Gelişmeler de bu yöndedir. Ayakları üzerine duran bir Rusya’nın, çevre ülkeleriyle geliştereceği ittifaklarla, Avrupa ve ABD’ye karşı süper güç rolünü tekrar oynama konumuna gelme ihtimali yüksektir. AB bugün politikasını geliştirirken, bu yönlü

Page 90: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

gelişmeleri dikkate almaktadır. Burada AB için güvenlik sorunu ciddi biçimde gündemleşmektedir. Uzun vadeli güvenlik sorunu da Türkiye alternatifini ister istemez önplana çıkarmaktadır. Bu noktada Türkiye’ye ihtiyaçları vardır ve olacaktır da. Türkiye bugün Balkan, Kafkas ve Ortadoğu’da bir istikrar unsurudur. Bu istikrar unsuru ayakta kaldığı müddetce Avrupa istikrarını sürdürebilir. Avrupa’nın zaman zaman Türkiye’yi orasından burasında inciklemesi binciklemesi aşk oynundan öte birşey değildir. Türkiye bugün Avrupa, ABD ve Rusya arasında bir denge kurma çalışması içindedir ve bu dengeyi büyük oranda başardığını söyleyebiliriz. Mavi Akım projesi bu çabanın bir ürünüdür. Son dönemlerde içte girişilen temizlik faaliyetlerini böylesi bir dengenin ürünü olarak da değerlendirmek gerekir.    Avrupa’nın dayatmalarında nasıl bir sahtekâr olduğunu göstermek için bir başka olguya daha değinmekte yarar var. Avrupa Birliği, SSCB’nin dağılmasından sonra, ABD’nin etki alanında çıkma eğilimine girmiştir. Ama bunda pek başarılı olmadığı da ortadadır. Balkanlar’da ortaya çıkan gelişmeler acizliklerinin göstergesidir. Ayrıca Küreselleşen dünya koşullarında ABD, Avrupanın pazar olanaklarını daraltmada başarılı olmuştur. ABD’nin Meksika ve Kanadayla yaptığı ticaret işbirliği ve bu işbirliğinin diğer Latin Amerika ülkelerini de kapsayacak biçimde geliştirmesi Avrupanın pazar olanaklarını giderek kısıtlamakta. Avrupa, Türkiye’ye karşı yaklaşımlarında, ABD karşısında rekabet gücünü dikkate alarak hareket etmektedir. Arka arkaya Ankara ziyeretleri boşuna değildir. İnsan hakları ve demorasiden dem vurmaları da mandolinde si sesi çıkarma misalidir. Dikkat edilirse malum ziyaretçiler, sendikalaşma, toplu sözleşme, genel grev, üniversite özerkliği vb. konuları telefuz bile etmemekteler. Bu da onların ne kadar sahtekâr olduklarını gösteren bir başka ölçüdür.     Sorunu bir başka açıdan da irdeleme gerekir: HADEP kitleler nezdinde gerçekten inandırıcı olmakta mıdır? Her şeyden önce bir belediye başkanın onlarca kez Avrupa başkentlerinde ne işi vardır? “Bu gerekliydi” deniyorsa, yapılan ziyaretler sonucunda yatırımlara yönelik ne tür yardımlar almıştır, hangi projeleri başlatmıştır? Yardım ve projeler hangi alanlara yöneliktir? Tüm bunların kamuoyu nezdinde hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçimde açıklığa kavuşturulmalıdır. Ayrıca kopartılan bu kadar fırtınadan sonra beldiyelerinde tüm gelir ve giderlerini halk nezdinde açıklığa kavuşturmalılar. Böylece holdingci basın ve yayınların iddiaları çürütülür ve en önemliside halka güven verilmiş olunur. Yoksa töhmet altında kalmaya devam ederler ve güven verici olmaktan uzak olurlar. Ama bana kalırsa bu kadar bol seyehatle zaman geçireceklerine ve belediyelerin mali olanaklarını boşuna harcayacaklarına, bu paralarla halka hizmet götürülmesi daha yararlı olur. Gerçekten demokrasi için yola çıktıklarını iddia edenler, demokrat olduklarını göstermeliler. Kaldı ki HADEP yasal bir partidir. O zaman proğram ve yasal kurallar çerçevesinde hareket etmeyi kabul etmiş demektir. Çağdaş bulmadığı yasaların değiştirilmesi için mücadele etme bambaşka bir sorundur. Yasalar çercevesinde faaliyet yürütme demokratik olmayan yasaların kaldırıması mücadelesini yadsımaz. Bunun yol ve yöntemleri vardır. Demokrat olmanın, demokrasi ve özgürlükler için mücadele vermenin bir ölçütü de, terörizme karşı aktif tavır almaktır. HADEP, PKK provakasyonuna, hatta bu çete ekibiyle ilişki içinde giderek korucuların örgütlenmesi haline gelmek istemiyorsa, cesaretini toplayıp kendine yeni baştan çeki düzen vermelidir. Emperyalist güçlerin temsilcileriyle kebab yeme yerine, kebabı halkla birlikte yeme daha tutarlı bir yoldur.                                                                                                                                                     ŞUBAT 2000                                                                                                                          BAKİKARER 

  

  

SAHA TEMİZLİĞİ

Page 91: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

      Ülkemizde yaşayan halkın yüzde doksandokuza varan bir kesiminin müslüman olduğu bilinmekte. Hiç kimse yaşanan sorunları, İslam dininde aranmalı mı veya aranmamamlı mı gibi bir ikilemin arasına sıkıştırma yanlışlığına düşemez. Dinin toplumsal yapıda oynadığı rol bilinmekte. Ama din konusu hassastır diye, dine dayandırılarak geliştirilen provakasyonları tartışmamazlık yapamayız. Felsefe geleneğinin bulunmadığı toplumumuzda, bir çok konunun “hassastır” diye geşiştirilmesine veya yüceltilerek dokunulmaz bir varlık gibi sunulmasına karşı suskun kalınamaz. Son günlerde olup bitenler, İslam adına yola çıkartılmış gruplar aracılığıyla Doğu ve Güney Doğu’da yaşayan halkımızı her cepheden terörizmle özdeştirme çabalarından başka bir şey değildir. PKK paravanasıyla soldan tamamlanan süreç, şimdi islamcı gruplarla sağdan tamamlanmaktadır.    Son dönemlerde Hizbullah gurubunun sergilediği vahşetlerin toplum nezdinde açığa çıkarılması, hiç tartışmasız olumlu bir gelişmedir. Yalnız, ülkemizde çıkan sorunları bu kadar yalın değerlendirme olanağına, daha doğrusu lüksüne sahip değiliz. Özlemini çektiğimiz demokrasi için onlarca yıldır mücadele verilmekte. Düşünmenin, yazmanın yasak olduğu koşullar henüz tam anlamıyla aşılmış değildir. Entrikacılıkta hep Bizans önsaflarda tutula gelinmiştir, ama egemen güçlerimizin entrikacılığı gerçekten Bizansa taş çıkartacak güçtedir. Ne olursa olsun, bilerek veya bilmeyerek yanlışlıklar yapılmışsa, demokratik olmanın bir ölçütü de yapılmış olan hataların kabul edilmesidir. Eğer bir ülkede yönetim geçmiş hatalarını kabul etmiyor, geçmişe eleştirel bir yaklaşım getirmiyorsa,o ülkede demokrasi geleneğinin yerleştiğini söyleyemeyiz. Malesef, bizde, yönetimde bulunanlar, hata yapmayan bir Tanrı gibi kendilerini lanse etmektedirler. Tüm olumsuzluklardan, yanlışlıklardan uzak, iyiliklerin ve güzelliklerin tümünü yönetime ait gösterme vazgeçilmez bir alışkanlık halini almıştır. Oysa bu mantık, bu davranış biçimi ayıbı olanlara aittir. Ayıbı olmayanlar açık olmadan, eleştiriden, gerçeklerin tüm çıplaklığıyla açığa çıkmasından kaçınmazlar. Çünkü hesabını veremeyeceği birtakım ilişkiler içine girmemiştir. Ama bizde işler böyle yürümemekte. En ufak araştırmaya ve soruşturmaya bile sabır gösterilmez. Gerçeklerin açığa çıkması için çaba gösterenler daha başından susuturulmaya çalışılır. Tepeden tırnağa tertemiz olunduğu iddia edilir. Devlet yönetiminde bulunanlar bu kadar sütten çıkmış kaşık ise, bu kadar cinayet niçin ve nasıl işlenmiştir? Ülkelerin iç sorunlarının aynı zamanda uluslararası sorun olduğu günümüz koşullarında “Devletin hiç bir kusuru yoktur” demekle sorunların üstesinden gelinemeyeceği açıktır. Bugünkü dünya koşullarında demokratik ülke olmanın önkoşulu, geçmişin özgürce sorgulanmasını ve gerçeklerin tüm çıplaklığıyla kamuoyuna sergilenmesinden geçer. Bu anlayış, cumhuriyeti cumhuriyet yapan, cumhuriyeti demokrasiyle kaynaştıran en önemli bir halkadır. Bilindiği gibi, iç sorunun aynı zamanda uluslararası bir sorun olduğunu her zamanki acurluğuyla Türkiye de kabul etmiştir. Ama artık imza atıp sonra da atılan imzayı unutma dönemi çoktan bitmiştir. Bir de bu noktadan hareket edildiğinde, ülkemiz yurttaşlarının can güvenliğini sağlamamanın ceremesini ödemek zorunda olanlar açığa çıkarılmalıdır. Ama görüyoruz ki, sorumlu tutulması gereken kişiler ve kurumlar demokratik hukuk normlarından kaçmanın çabası içindeler. Büyük ihtimalle de hesap vermeyecekler. İnsanın bunca olup bitenler karşısında gerçeği görmek için çok fazla uğraş vermesine gerek yoktur.     Özellikle son yirmi yıldır ülkemizde bir melodidir çalınıp duruyor. Günün her saatinde bize zorla dinletilen bu melodi yüzünden sağlıklı bir toplum olduğumuzu nasıl iddia edebiliriz? Bu nedenledir ki, yolda yürürken kalabalıkta omuzlarımızın birbirine değmesi bile karşılıklı bıçak çekmenin bir nedeni olabilmekte. Pisikoloji ve ruh sağlığı alanında yaşanılan sorunlar, ülkemizde başlı başına bir sektör olmaya doğru gitmekte. Bunun, sanayileşmede dev adımlarla ilerlediğimizden dolayı olmadığını belirtmeye gerek yok. Devletin ceset aramak için kolları sıvama becerikliliğinden kaynaklanmaktadır. Her yönüyle verilen uğraşlar sonucu toplumumuz ağlayan bir toplum haline getirildi. Cumhuriyet ve demokrasi adına her gün atılan salvaların arkasında siper alınarak bireyleri yurttaş olma kriterlerinden uzaklaştırmanın gayretleri sarfedildi. Oysa ümmet toplumundan çıkıp modern toplum, ulus olmanın en önemli ölçütü bireylerin yurttaş haline gelmesidir. Bir yanda aşiretciliği, bilinçlice

Page 92: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

ayakta tutmanın gayretleri, dolayisiyla genelde demokratik hak ve özgürlüklerin gelişmesini engellemek için yürütülen çabalar, ülkemizi ümmet toplum düzeyinde tutmanın gayretleri değil de nedir? “Düşük yoğunluklu çatışma”ya rağmen, hangi ülkede burjuvazi giderek güçlenen bir konuma gelmiştir? Ama malesef Türkiye’de bu olmuştur. Kapitalizmin gelişme yasasına Türk katkısı! Yoksa başka türlü enflasyonda, trafik kazalarında ve en önemlisi de faili meçhul cinayetlerde dünya birincisi olamazdık. Bugün dünyanın hiç bir ülkesi, binlerle ifade edilen faili meçhul cinayetlerle anılmamaktadır. İslam adına ortaya çıktıklarını iddia eden Hizbullahcıların ve Apocuların bu tabloya sunduğu hizmetlerin unutulur cinsten olmadığı artık bilinen bir gerçektir.  HİZBULLAH HANGİ KOŞULLARIN ÜRÜNÜ     Hizbullah örgütü durup dururken ortaya çıkmadı. Dolayısıyla bir günde keşfedilen bir örgüt de değildir. Hizbullahın ortaya çıkışını 12 Eylül uygulamalarından Öcalan’ın sunduğu hizmetlere kadar bir yığın etken sağladı. Ama ben, daha çok bu kanlı örgütü ortaya çıkartan koşullara ve ilişki ağlarına değinmeyi uygun buluyorum. 24 Ocak kararlarının yürürlüğe konulduğu dönemde, uygulamadan alınacak sonuçların tahmin edilemeyeceğini kimse söyliyemez. O dönemde sahip olunan toplumsal ilişkiler ve ekonomik yapı gözönünde bulundurulduğunda, tepeden inmeci 24 Ocak kararlarının çok pahallıya mal olacağını görmeme mümkün değildi. Halk, bu anlayışa karşı tepkisini, 12 Eylülden sonra yapılan ilk seçimlerde vermişti. Ne yazık ki, kötüler içinde iyisini seçme zorunda kalmıştı. Sosyal demokrasi dahil sol ve ezilmiş kitleler tek yönlü seçenekle karşıkarşıya bırakılmıştı. Buna bir de Doğu ve Güney Doğu’nun ağalık, şeyhlik ilişkilerinin yanısıra genelde köylülüğün, küçük üreticiliğin ağır basması ve bu kesimlerin geleneksel düşünce ve davranışları eklenince, tutucu bir seçeneğin ortaya çıkması beklenen bir sonuçtu.     Elbette askeri yönetime karşı her zaman sivil bir seçenek tercih edilir bir durumdur. ANAP iktidarı sivil bir seçenek olarak kabul görmüş olmasına karşın, bugün alınan olumsuz sonuçların baş mimarlarından biridir.Yığınlarda doğan boşluk islamcı düşünce ve örgütlenmelerin geliştirilmesiyle giderilmeye çalışılmıştır. Toplumun hemen hemen her kesiminde islamcı düşüncelerin geliştirilmesi için yoğun bir çaba içine girilmiştir. Cumhuriyeti güçlendirme ve demokrasiyi geliştirme adına ümmet toplumunun özellikleri egemen kılınmaya çalışılmıştır. Bu yönlü girişimler, islamcı sermaye ile güçlendirilerek kalıcı hale getirilmek istenmiştir. Bu gün ülkemizde, islamcı-ümmetci kesim, sahip oldukları örgütlenmeleriyle, mali ve ekonomik olanaklarıyla artık sosyal bir olgu haline gelmiş durumundadır. Toplumda kolay kolay silinmeyecek bir konuma yükselmişlerdir. Bu yükselişte 12 Eylülcü devlet anlayışının desteğini inkâr etme, tüm toplumu kör sayma anlayışında diretmedir. Entrikacı alışkanlıklarından sıyrılmayı hazmetmeyen bir yönetime sahibiz hȃlen. Cumhuriyet ve laiklik adına hiç bir ülkede meshepler arası kavga körüklenmez. Devlet, mezheplere eşit oranda uzak durmak zorundadır. Bizde ise devlet, laiklik adına yıllardır sunniliği ön planda tutmuş ve bu mezhebin çağdışı bir anlayışla örgütlenmesine katkı sağlamıştır. Yine azınlıklar ve farklı dinler hiçe sayılarak okullarda din dersi zorunlu kılınmıştır. Burjuva siyasal partileri iktidara gelebilmek için tarikatlara her türlü olanağı sağlamış, kolay yoldan oy kazanmanın hesaplarını örgütlenmelerinin temel direği haline getirmişlerdir. Örgütlenmelerini Doğu’da feodallere, aşiret ve dini reislere dayandırılırken, Batı’da tarikat şehlerine, köy muhtarlarına ve imamlara dayandırılmıştır. Eğer bugün Fethullahcıların sadece eğitim alanında 300 trilyonu bulan bir yatırımından bahsediliyorsa, bunda devlet desteğinin olmadığı iddia edilemez. Alevi köylerine kadar cami inşa eden ve buralarda Kuran kursu açtıran yine devletti. Bu tür uygulamalara karşı çıkan aydınlar, bilim adamları, sendikacılar vb.çevreler ya tutuklandı, ya da katledildi. Öyle ki, Atatürk’ün laiklik ve cumhuriyet üzerine konuşmaları dahi sakıncalı bulunurak yasaklandı. Kemalist olma bile tehlikeli görüldü.     Serbest pazar uygulamaları adına curcunaya dönüştürülen ekonomik uygulamalar kitlelerde yoksullaşmayı had safhaya vardırdı. Giderek nüfusun çoğunluğu şehirlerde yaşamaya başladı. Ama bu yığılmanın, sanayinin işgücü ihtiyacının çok çok üstünde olduğu

Page 93: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

biliniyordu. Anadolu’nun kırsal kesiminden göç edenler metrepollerin kenar mahallelerini doldurdu. Bunlar her türlü ekonomik ve sosyal güvenceden yoksun bir yaşam sürdürmek zorunda bırakıldı. Sözüm ona serbest pazar uygulamalarıyla küçük bir azınlık her geçen gün cebini şişirirken, açlıkla savaşan 25-30 milyonluk bir kitle yaratıldı. Anadolu’nun iç bölgelerinden gelenlerin imam-muhtar, Doğu’dan gelenlerin ağa-şeyh ilişkisi dışına çıkmamış olmaları dikkate alınarak “zararsız” bir konumda tutulmalarının çaresi, tarikat ilişkileri içine çekilmelerinde görüldü. Refah Partisi’nin birden bire kitleselleşmesi ve bugün bu partinin devamı olduğu söylenen Fazilet Partisi’nin yüzün üzerinde milletvekiliyle mecliste temsil edilmesi, bu uygulamaların bir sonucudur. Fazilet Partisi’nin tabanı her türlü tarikat ilişkilerinin anasıdır. Bu gün Fazilet Partisi’nin tabanını, Doğudan ve Batıdan kırdan kente göç etmiş kitle ile birlikte Anadolu ticaret burjuvazisi ve esnafının önemli bir kesimi oluşturmaktadır. Bu tabanın içinde sorunlarına radikal tarzda çözüm arayanların önü de Hizbullah ve benzeri örgütlerle alınmaya çalışıldı. Daha önce PKK olayında olduğu gibi, silahlı terörü savunan bu dini grupların örgütlenmelerine de aklıevvel ‘devlet kurtarıcıları’ tarafından destek sağlandı. Demokrasinin gelişmesini her dönemde sakıncalı bulan bir zihniyetten farklı bir tavır geliştirmesi beklenilemezdi. Çünkü demokrasi özgürlüklerin gelişmesi demek; sınıflararası gelir dağılımında keskin uçurumların oluşmasının önüne geçilmesi, sosyal güvencenin sağlanması ve hukuk devleti normlarının egemen hale getirilmesi, en önemlisi de yurttaşlık bilincinin gelişmesi anlamına gelir. Bu da, vahşice geliştirilen serbest pazar ekonomisi içinde, kestirmeden köşeyi dönmek ve sermayesini katlamak isteyenlerin işine gelmiyordu.     Fazilet Partisi ve şeriat yanlısı terör örgütlerinin gelişip güçlenmesinde elbette uluslararası bir takım odakların da payı vardır. Ama bizim için önemli olan bu tür örgütlenmelerin varlığında içsel bir takım güçlerin ve sosyal etkenlerin başından itibaren belirleyici rol oynamasıdır. Eğer bunlar başından beri ‘devlet koruyucuları’nın ürünü olmamış olsaydı, dış güçler de kullanma olanağından yoksun bulunmuş olacaklardı. Bizde “kökü dışarda”oldukça bayatsımış bir deyim haline gelmiştir. Eskiden bu deyim kullanıldığında akan sular dururdu. Şimdilerde durdurmaya yetmemekte, yeterli olmasa da şaibelerin altı didiklenmekte, ortaya çıkarılmaya çalışılmaktadır. Daha doğru bir değişle, ilişkiler sorgulanmaya başlanmıştır. “Kökü dışarda” olanın, durup dururken içte kök salamayacağını bilecek kadar duyarlı bir kamuoyu vardır artık. Bu nedenle Hizbullahın niçin ortaya çıkarıldığı ve neden özellikle Kürtleri temel aldığını çok iyi kavramak zorundayız.     Dikkat edilmesi gereken bir diğer durum da, PKK ile hizbullahcıların hemen her noktada benzerlik taşımalarıdır. Bu benzerliğin bir nedeni, hizbullahın çekirdek halinde PKK’ye devredilip, kucaklarında büyütülmüş olmasıdır. Yani hizbullacıların ilk feyzi PKK’den almış olmaları onların sonraki yapılanmalarına da damgasını vurmuştur. 1990’ların başından itibaren Hizbullah’dan ve bilinen diğer kanallardan başlangıçta militan, sonrada markası ve numarası silinmiş Kırıkkale silahları gönderilerek Apocuların imdadına yetişildiği bilinmekte. Bu nedenle aralarındaki benzerliğe şaşırmamak gerekir. Her ikisi de aynı fabrikanın ürünüdür. İşkence ve cinayet işlemede Apoculardan öğrenilen yöntemler aynen uygulanmıştır. Dolayısıyla bu her iki örgüt de Kürt halkının varlığına kastetmiştir. Dikkat edilirse, her ikiside Kürt halkı adına hareket ettiklerini iddia etmiş, ama her ikisi de dünyada görülmedik vahşilikle bu halktan insanların yaşamlarına son vermişlerdir. Tüm çabalar, demokratik hak ve özgürlüklerin geliştirilmesine yönelik ciddi gayretlerin önüne geçme yönünde sarfedilmiştir. Türkiye’de işçi, memur ve köylülerin ekonomik ve demokratik istemlerinin hangi bahanelerle bastırıldığı unutulmamalı. Ortaya çıkan gelişmelerin, öyle söylenildiği gibi kendini bilmez birkaç devlet memurunun işgüzarlığıyla başarılacak işler olmadığını herkes bilir. Olayı bu kadar basite indirgeyenler, Şırnak, Viranşehir, Cizre ve daha birçok yerleşim birimlerinde oynanan provakasyonlara da açıklık getirmek zorundadırlar. Bu bölgelerde bir dönem yaşanılmış olan kargaşalarda PKK-Hizbullah işbirliğini bilmeyen yoktur. Ayrıca JITEM’in ülke çapında içinde bulunduğu faaliyet başlı başına değerlendirilmesi gereken bir konudur. Bunlara açıklık getirildiği oranda PKK ve Hizbullahın gerçek nitelikleri açıklığa kavuşturulur.     Gerçekler acıdır ama doğruyu bulabilmek için de kabul etmek zorundayız. Kendine ‘Kürt

Page 94: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

aydını’ diyen bazı çevreler halen “lider” peşinde koşuyorsa, bunda iyi niyet olduğuna inanmak safdillik olur. Bir takım islamcı çevrelerin, özellikle de fetullahcıların Hizbullah vahşeti karşısında takındığı suskun tavır hiçte dikkatten kaçmamakyadır. Katil hiç bir zaman ve hiç bir koşulda savunulmaz. Abdullah Öcalan’da Kürt halkının kanını dökmüş biridir ve savunulamaz. Halka karşı en garez küfürleri pevasızca savuranlar ve cinayet işleyenler ne zamandan beri halkın lideri olmuştur? Terörizmle, provakatörlerle halk arasına çizgi çekmede çıkarı olmadığını söyleyenlerle elbette tartışılacak ortak bir nokta yoktur. Önemli olan, uluslararası gerici odaklardan destek alan ve kökü içerde olan bu güçlerin niteliklerini ve işlevlerinin halk tarafından kavranılmış olmasıdır. HİZBULLAH NEDEN BİTİRİLİYOR     Aslında PKK’nin bitirilişine yol açan gelişmelerle hizbullahın bitirilişine yol açan gelişmeler aynıdır. Bugün içe ve dışa yönelik uygulanan politikaların şekillenmesi daha 1996’da başlamıştır. O dönemde belli bir süreç içinde uygulamaya yönelik alınan kararlar bugün hayata geçirilmektedir. SSCB’nin yıkılmasıyla değişen dengeler ve bu değişen dengelerin getirdiği karmaşık ortamı Türkiye 1996’ya gelindiğinde atlatmıştı. Çoğalan komşularıyla ilişkilerde ve bölgelere yönelik politikasında saptamalarda bulunmuş ve rotasına belirginlik kazandırmıştı. Balkan’da, Kafkasya’da ve Ortadoğu’da gelecekte stabilizeyi sağlıyacak çözümler önemli oranda belirginlik kazanmıştı. Bunun yanısıra, Türkiye’nin stratejik önemi, başta ABD ve Avrupa tarafından bir takım zikzaklardan sonra da olsa kabul edilmişti. Bahsettiğim bu bölgelerde Türkiyesiz kalıcı bir istikrarı sağlamanın olanaklı olmadığı görülmüştü. Ayrıca mali, sanayi ve ekonomik alanlarda kaydedilen gelişmelerle burjuvazi kendine güven duymaya başlamıştı. Artık devlete yön verme gücünü kendinde gören burjuvazi, istikrarlı bir ortamı dayatır hale gelmişti. Sadece Balkan, Kafkasya ve Ortadoğu ile yetinmeyip, Avrupa’ya da açılmayı istiyordu. Güçlü birlikler, ortaklıklar kurmak, yabancı sermayeyi çekebilmek için hemen her alanda yeni baştan düzenlemeyi dayatmıştı. Ayrıca, yirmi yıldan bu yana halka bindirilen yük artık çekilmez hale gelmişti. Yeni bir açılım içine girilmeksizin ekonomik, mali ve sanayi alanlarında atılımı gerçekleştirme olanaksız hale gelmişti. Varolan kazanımlara kazanımlar ekleme içe ve dışa yönelik refomların, yasaların yapılmasının gerekliliği kavranmıştı. Bilinen klasik oyunlarla globelleşen pazar ilişkilerinde yer bulmanın, yaşamı sürekli kılmanın koşullarının bulunmadığını görmemek için tam anlamıyla kör olunması gerekirdi.     Yine Köpenhag kararlarını imzalamış bir Türkiye’nin pöçüğüne takmış olduğu bir dizi ayıplarla Avrupa Birliği’ne girme şansı yoktu. Yani bu birliğe girmeden önce yıllardır kirletilen sahalarda temizlik hareketi başlatılması şarttı. Elbette zamanlamanın çok iyi ayarlandığını da kabul etmek zorundayız. Aynı kıta parçası üzerinde şekillenmiş kültürel yapıda, yani Hıristiyan Avrupa Birliği’nde çok ciddi sıkıntılar yaşanıyordu. Irkçı, nazist hareketler her geçen gün gelişmeye başlamıştı. Türkiye’nin bu birliğin içine çekilmesi, ırkçı hareketlerin gelişmesine karşı adeta bir panzehir olarak sunulmak istenmiştir. Irkçı gelişmenin önünün İslamla ve Asya kökenli kültürlerle entegresyonda arama düşüncesi ağır basmaya başlamıştı. Diğer bir yönüyle de ABD ile her alanda stratejik işbirliğine yönelmiş bir Türkiye, Avrupa açısından rekabet olanağının kısıtlanması ve Kafkaslara istediği boyutta açılmasını engelleyen önemli bir duvar demekti. Yani, güçlerin karşılıklı çıkarlarının kesişmeye başladığı bir aşamada temizlik hareketine girişildi.      Daha birçok ayrıntılarla derinleştirilecek bu çerçeve gözönüne getirildiğinde, Hizbullah ve PKK gibi provakasyon örgütlenmelerinin hareket alanları daraltılmaya başlandı. Zaten 1996’ya gelindiğinde bu provakasyon örgütlenmelerinin temsil ettiği alanlarda ortaya çıkacak tehlikeler önemli oranda bertaraf edilmişti.     Sonuç olarak istenildiği an, yüzbinlerle ifade edilmeye çalışılan bir güç, birkaç günün içinde etkisiz hale getiriliyormuş! Aynı biçimde onbinlerce gerilla teraneleriyle yıllardır abartılan zat işinin bittiği noktada tıpış tıpış İmralı’da misafir edilebiliniyormuş. Her neyse…Son yirmi yılda yaşananlar daha çok tartışılacaktır.                                                                                                                                                              

Page 95: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

OCAK2000                                                                                                                                      BAKİ KARER

  

  

GEZİ PARKI OLAYLARI Gezi Parkı'nda yapılmak istenen düzenlemelere karşı yapılan protestolar, kısa bir süre

sonra yön değiştirmeye başladı. Ağaçların kesilmesine karşı başlatılan eylemlere, baştan masum ve gerçekten doğayı düşünen belli bir çevre katılıyordu. Polisin böylesi bir eyleme, protestoya karşı panik içinde sert müdahale etmesi ise haksızdı. Ama bir süre sonra protestoları 'fırsata' çevirmek isteyenler, ortalığı karıştırmaya başladı. Gezi Parkı'nı 12 Eylül öncesi Siverek'e dönüştürmenin gayreti içine girdiler. Her on yılda bir yaşamayı neredeyse alışkanlık hale getirdiğimiz darbeler öncesi provokasyonlar sergilenmeye başlandı. Ortalığı, yıkan, halkın arabasını yakan, esnafa zorla kepenk kapattıran zorbalar, darbecilik oynamaya kalkıştılar. Bu kesimlerin AKP iktidarına karşı sandıkta başarı elde edemedikleri ve bu gidişle de başarılı sonuçlar alamayacakları bilinmekte. Özgür seçimlerle sandıkta elde edemeyeceklerini sokaktan medet umarak elde etmeye yöneldiler.

Halk, yürütülen kavganın iktidar mücadelesi ile bir alakasının olmadığını anında kavradı; 12 Eylül öncesi yaşananlar anımsandı ve tepki duydu. Özellikle Avrupa Parlamentosu'nun aldığı karardan sonra, yığınlar arasında tepki, tam anlamıyla zirveye ulaştı. Yaşanan darbecilik oyunlarında emperyalist güçlerin desteği yüksek dille tartışılır hale geldi. Halkın doğal tepkisi sonucu koyduğu teşhisin doğruluğu tartışma götürmez. Gerçekten de İstanbul eliti Gezi Parkı'nda yapılmak istenen düzenlemeleri bahane ederek emperyalist güçlerle ittifak halinde sokak darbeciliğine kalkıştı. Giderek sıkışan İstanbul burjuvazisinin bir kısmı katma değer yaratarak gelişme, güçlenme yerine faizler ve ithal ikameli, yani üretmeden, devlete dayanarak yaşamak istediğini ilan etti. Gezi Parkı olaylarının perde arkasında yatan esas nedenlerden biri de budur. Bunların dış destekçileri de Almanya başta olmak üzere Amerika ve İngiltere'dir. Türkiye'den yurtdışına gönderilen 'Demokratikleşme' mektuplarının ilk önce hangi başkentlere postalandığı artık bir sır değildir. Hiç kimse, yaşanan son olaylarda emperyalist güçlerle ittifak halinde hareket edilmediğini iddia edemez. 15-16 yaşındaki çocuklar ve gençler Kandilvari meydanlara itiklenmiştir. Bu eylemlere öncülük yapanların akrabalarından kaşı yaralanan, tutuklananlar var mı? Hayır, bir tane bile yok. Ama çocuklar öne sürülmüştür, kullanılmıştır. Kim için ve ne için? Türkiye'de halk tüm bunları sağduyu ile değerlendirecek güçtedir.

Artık açıkça tartışmanın zamanı gelmiştir. Emperyalist güçler, kısa ve uzun vadeli hedefleri için Türkiye ölçeğinde kendine sadık bir taban yaratma gayreti içindedir. Bunun için Soroz ve ekibine görev verilmiştir. Türkiye'de emperyalist güçlere kitle tabanı sağlama gayreti içinde olanlar, tasfiye edilmekte olan geçmişin derin devlet güçleridir. Bu alandaki girişimler, özellikle PKK'ye silah bıraktırma çabalarının yoğunlaşmasından bu yana hız kazanmıştır. PKK'nin denklemden çıkartılma olasılığını gördükleri andan itibaren, hükümetin Suriye politikası bahane edilerek yeni alternatifler devreye konulmak istendi. 30 yıldır bilinçlice devam ettirilen çatışmaların getirilerinden mahrum olmak istemiyorlar. Hatay'da bilinen provokasyonlar, giderek sokakta patlatılan bombalarla katliamlara dönüştürüldü. Böylece kitlelerde infial yaratılarak hükümete karşı ülke genelinde ayaklanmalar yaratılmak istendi. Ama başarılı olamadılar. Şimdi Gezi Parkı bahane edilerek sokakta darbe girişimlerine ağırlık verildi. Bu siyasal yönelime ekonomik kriz çıkarma çabaları da eklenmiş durumda. Bu noktayı biraz daha açmada yarar var.

Niçin ekonomik kriz çıkartılmak istenmekte? Belli başlıcalarını ele almada yarar var. İstanbul burjuvazisinin bir kısmı, pastayı Anadolu'da yükselmekte olan burjuvazi ile bölüşmek istememekte; her alanda eskiden olduğu gibi tam bir hakimiyet istemekte. Yine

Page 96: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

bu kesim, geçmişte olduğu gibi uluslararası tekellerin servis büroları olarak kalmayı tercih etmekteler. Çatışmasız bir ortamda katma değer yaratmadan uzun süreli büyümelerinin mümkün olmayacağını çok iyi biliyorlar. Çünkü çatışmasız ortamın serbest rekabeti olabildiğince kızıştıracağı bilinmekte. Ayrıca bu iktidar koşullarında devlet ihalelerinden yeterince pay alamadıklarını düşünmekteler. Bu kesimin özellikle Avrupa firmalarıyla kurdukları ortaklıklar dikkate alınırsa, tablo daha da belirginleşir.

Hükümetin izlediği ekonomi politikayı herkesin eleştirme hakkı vardır. Toplumun her kesimi izlenen ekonomi politikaya aynı pencereden bakmak zorunda değildir. Ama bu doğruları inkâr etme anlamı taşımaz. Türkiye'de muhalefet, sadece yanlışları dile getirme veya yapılan her işi ister doğru, isterse yanlış olsun yadsımayla özdeş anlaşılmaktadır. Muhalefet etme ve iktidar olma, hemen her zaman ötekileştirmenin bir aracı olarak kullanılmıştır bizde. Dolayısıyla, demokratik ilkelerin yerleşik hale gelmesinin önüne geçilmiştir.

Bugün hükümetin ekonomik ve siyasal alanlarda kaydettiği başarılar inkâr edilemez. Özellikle bazı alanlarda yapılan yatırımlar uluslararası tekellerin hiç de hoşuna gitmemekte ve bu durumdan çok rahatsızlar. Türkiye'nin hangi alanlara nasıl ve ne kadar yatırım yapacağına karar verme alışkanlıklarını bir tarafa bırakmak istemiyorlar. AKP iktidarı döneminde İMF'ye borçlar ödenmiş, paradan bol sıfırlar atılmış, yani paraya değer kazandırılmış, faizler önemli ölçüde aşağıya çekilmiş, bütçenin sürekli açık vermesine son verilmiş, toplumda önemli ölçüde zenginlik yaratılmıştır. Bunlar ve benzeri alanlarda kaydedilen önemli başarılar söz konusu edildiğinde cari açık ön plana çıkarılmakta. Elbette tartışılması gereken bir konu. Ama bir çok yönleriyle tartışılmalı; cari açık daha çok hükümetin kamu harcamalarından ve yatırımlarından mı, yoksa özel sektörün harcamalarından mı kaynaklanmakta? Aynı biçimde, özel sektörün sıcak para politikasındaki payı da tartışılmalı.

Siyasal alanda ise, henüz yeterli olmamasına karşı önemli ölçüde demokratikleşmenin önü açılmıştır. Derin devletin büyük oranda tasfiye edilmesi, askeri vesayetin kaldırılması başlı başına önemlidir. 'Kemal'in askeriyim' diyenler ya da 'Kemal'in askerleri'ni gözlerinden öpenler, bunları yapabilir miydi? Buna verilecek yanıt, kesinlikle hayır. Kendini postala düğümlemiş olanların demokrasiyle bir ilgileri olamaz.

Son olaylarla birlikte, demokrasi üzerine yapılan tartışmalar yanıltıcı bir zemine taşınmaya başlamıştır. Basının bir bölümü birden bire demokrasiyi ve özgürlükleri hatırlar hale geldi. Ellisinden, atmışından sonra 'solcu', 'sosyal demokrat' olanların sayısı epeyce kabarıklaştı.Piyasada yer bulamayıp rahatı bozulanlardan da epeyce 'sanatçı' türemeye başladı; performanscılar, düzenleyiciler... Hemen hepsi de Aşîran-Zemzeme makamından başka bir makam bilmiyor. Bunlar da demokrasi sorununu tartışmaya başladı. Aydın geçinen bu takımı, Antepte çocuklar havaya uçurulken, Siirt'te bayanlar kurşuna dizilirken, ya da tersanelerde sigortasız çalıştırılan işçiler can verirken hiç meydanlarda görmedik. Acaba neredeydiler? Daha gelişkin bir demokrasinin nasıl inşa edilmesini mi tartışıyorlar, yoksa postalizmi mi tartışıyorlar pek haberleri yok.

Sokak darbecileri 'sandık demokrasi değildir' diyerek sadece laf kalabalığı yapıyor. Tartışmalar Şam'da ya da bir dönemlerin Bağdat'ında yapılmıyor. Tartışmalar İstanbul'un göbeğinde yapılıyor. Buradan da anlaşılıyor ki, böylesi bir tartışmayı yapanlar halen 1940'larda kalmışlar; günümüz Türkiye'sinde açık oy, gizli sayımın geçerli olmadığını bilmeleri gerekir. Bu nedenle salt sandığın rolü tartışılmıyor, tersine özgür seçimler sonucu sandıktan ortaya çıkmış iktidarın meşru olmayan yollarla yıkılmaya çalışılması tartışılıyor. Toplumda kafa kargaşalığı yaratılmak isteniyor. Tartışma, her özür seçimin halkın tüm kesimlerinin mecliste temsil hakkı elde etmesini sağlayıp sağlamadığı yönünde yapılsa, o zaman sorun farklı bir zeminde ele alınır. Ama böyle yapılmıyor. 'Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı meşru değildir, yıkılmalıdır' deniyor. AKP iktidarı meşru değilse, Cumhuriyet Halk Partisi ve diğer partilerin meclisteki varlığı da meşru değildir. Diğer bir sorun, kapsayıcılık. İktidar kapsayıcı değilse, sokaklara yön vermek isteyen CHP kapsayıcı mı? İkna Odaları henüz unutulmuş değil. CHP'nin sokaklarda estirilen teröre karşı çıkan herkesi İslamcılıkla, fanatikle suçlaması, nasıl oluyor da kapsayıcılık oluyor? Kısacası,

Page 97: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

'sandık her şey değildir' tartışmasının arka planında toplum mühendisliğine devam etme arzusu vardır.

Bir avuç elitin öncülüğünde yapılan kalkışma girişimleri 'devrim' olarak nitelendirilmekte. Ve her seferinde 27 Mayıs'a vurgu yapılmakta; en pervasız bir biçimde 'Zamanı geldiğinde o da olur' denilmekte. 27 Mayıs'ı uzun yıllar övünç kaynağı haline getiren CHP, her yıldönümünde bolca kutladı, kutsadı. Bizler de 27 Mayıs'ın hep havucuna bakar olduk, arkadan vurulan sopaları umursamadık. Peki, 27 Mayıs'tan sonra ne oldu? Türkiye tam anlamıyla köle ticaretinin pazarı haline geldi; Avrupa'ya, dünyanın dört bir köşesine Anadolu'nun insanları para karşılığı satıldı, yani pazarlandı. Türkiye'den Avrupa'ya gelme bir utanç kaynağı oldu. Üstelik uzun yıllar bu insanlara sahip çıkılmadı; inkâr edildiler, kaderleriyle baş başa bırakıldılar. Avrupa'ya köle olarak pazarlanan halk, yıllar boyu kendi konsolosluklarında bile aşağılayıcı muameleye tabi tutuldu; görevlilerle on santimetrelik demir kafeslerin önünde bürokratik işlemlerini yapmaya mecbur bırakıldı. Vesayet rejiminin sona erdirilmesiyle birlikte biçok alanda değişişimin yaşandığına herkes şahittir. Geçmişi düşündüğümüzde, bunlar, önemli ileri adımlardır. Şimdi CHP'nin öncülük yaptığı sokak darbesi girişimlerinden sonuç alınsaydı, durum, 27 Mayıs darbesi sonrası yaşananlardan farklı olmayacaktı.

Herkeste biliyor ki, Gezi Parkı bahanesiyle başlatılan eylemler, demokrasinin daha da gelişip güçlenmesinde rol oynayacak nitelikte değil; halktan kopuk, belli bir zümrenin sarsılan çıkarlarını dile getiren eylemlerdir. İktidarı demokrasi ve özgürlükler konusunda daha ileri adımlar attırmaya zorlamadan uzaktır. Protestolar, toplumun çoğunluğunun istemlerini, çıkarlarını ifade edecek hedeflere ulaşma uğruna yapılır. Ama gördük ki, bırakın en geniş yığınların çıkarlarının ifade edilmesi, sokakta boy gösterenlerin bile ortak ilkeler etrafında hareket edemediği ortaya çıkmıştır. Bu nedenledir ki, giderek esnafa, mahalle halkına, genelde halka karşı şiddete yönelmişlerdir. Eylemler giderek ünlenmek isteyenlerin TV ekranlarında görünme yarışına dönüşmüştür. Polisin böylesi bir topluluğa karşı ikide bir gaz bombası atma yerine, seyirci olarak kalması daha uygun olurdu. Ne asgari ücretle çalışmak zorunda olanlar, ne de fındık, pamuk, buğday, çay, zeytin v.b üreticileri Gezi Park'ında dile getirilen hiç bir şeyde ortak bir payda bulamadı. Baş slogan, 'Erdoğan istifa!' Neden? Sivil bir anayasa yapılmasını dillendiremediler bile. Nasıl bir demokratik muhalefet yürütmedir ki, cunta anayasasına sahip çıkılıyor, halkın ekonomik ve demokratik taleplerinden uzak duruluyor?

Ama herkes de biliyor ki, mesele başka. Sorunun bir yanı 2014 ve 2015'de devletin zirvesinde ortaya çıkabilecek muhtemel değişiklerle ilgilidir.Fakat sorunun esas kaynağı 2023'dür. Bugün için beklenilmeyen çok ciddi gelişmeler, ortaya çıkmadığı sürece, AKP'nin 2023'ce kadar iktidarda kalma şansı yüksektir. Tayyip Erdoğan'nın Cumhurbaşkanı olması, AKP'nin bir süre sonra ANAP'ın durumuna düşme ihtimalini ortaya çıkartıp çıkartmayacağı ayrı bir tartışma konusu. Kendini 'Ulusalcı' olarak tanımlayan güçlerin esas hedefi, AKP'li 2023'ün önünü ne pahasına olursa olsun kesmeye çalışmadır. Beklemedikleri bir anda silahların susturulmasının önüne, bir de bu neden dolayı geçilmek istenmektedir.

AKP bilinen muhafazakar partilerinden bir farkı yok. İktidara geldiği andan itibaren neo-liberal politikaları uygulamıştır ve bu politikasından taviz vereceğini sanmıyorum. Son on yıllık süreçte sosyal yapı çok ciddi değişikliğe uğradı. 70-80'li yılların, hatta 90'lı yılların varoşlarında yeni bir orta sınıf yaygınlaşıyor. Genelde orta sınıfın zenginleşmesi devam etmekte. Kırla kent arasında geçmişin farklılığı neredeyse ortadan kalkmak üzere. Hatta bir çok bölgede zengin ve orta sınıf, köylerde yaşamayı tercih eder hale gelmiştir. Pohpohlanan kutuplaştırma girişimlerinin sokaklarda çatışmaya dönüşmesini engelleyen de esas olarak bu durumdur. Neo-liberal politikayı eleştirirsin veya eleştirmesin, ama her kesim de bu gerçeği, değişimi görmek zorundadır. Türkiye koşullarında da işçinin 'zincirinden' başka kaybedeceği çok şey vardır artık. Bugün bir daire ve araba sahibi olmak, hemen her kesim için çok doğal hale gelmiştir. Geçmişe ait olan bir nevi kast sistemi kırılmıştır. Boğaz'a karşı dikilip şarap ve rakı şişelerini çocukların gözleri önünde laklak yapanların modernlik adına sergilediği ilkel tepki, esas bu yönde seyreden toplumsal

Page 98: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

gelişmeye karşıdır. Bu anlamda Gezi Parkı eylemleri, gelecekte demokrasinin daha da geliştirilmesi için çıkış noktası olarak alınması söz konusu olmayacaktır. Çünkü sosyal patlamanın değil, zorlamanın ürünüdür.

Elbette daha gelişmiş bir demokrasiye ihtiyacımız var, bunu kimse inkâr edemez. AKP iktidarı tolumun gelişmesi önünde tıkaç rolü oynayanları temizleme girişimlerine paralel olarak ekonomik ve sosyal alanlarda ilerleme sağlanmasına neden olmuştur. Demokratikleşme sürecinde geriye adım atması, diğer alanlarda da duraganlaşmayı getireceğinin bilincinde olması gerekir. İktidara geldiğinde 10-15 yaşında olan nesil, bugün yaşama atılmak üzeredir. Bu nesil, geçmişe oranla daha özgür ve daha elverişli ekonomik ortamda yetişmiştir. Önümüzdeki süreçte hem bu neslin, hem de toplumun genelinin demokrasi ve özgürlük taleplerine olumlu yönde yanıt vermek durumundadır. Beklenilen bu yanıtı veremediği noktada tıkanacaktır ve geriye düşüş başlayacaktır. Toplum katmanlarından gelecek tepkiyi göğüslemenin tek aracı, demokrasi ve özgürlüklerin geliştirilmesidir. Bu yönde atılacak adımlar, aynı zamanda AKP'nin kurumlaşmasını ve muhafazakar bir parti olarak kalıcılığını sağlayacaktır.

Peki, CHP'nin durumu ne olacak? Şu anda çok parçalı haliyle ayağı yanmış kedi gibi ortalıkta dolaşmakta; nereye ne zaman toslayacağı belli değil. Tarihinin en başarısız dönemini yaşadığını söyleyebiliriz; on, bilemediniz elli kişilik gurup oluşumlarından medet umar hale gelmiştir. Örneğin CHP'nin Sanayileşme politikası nedir, kalkınmakta olan ülkelerin yapısal sorunu olan cari açığı sıfırlayacak bir çözüm bulmuş mudur? Teknolojik alanda hangi atılımlar yapacak, ekonomiyi ayakta tutacak aramallar üretimine yönelik bir politikası var mı? Yine, köylüyü göçe zorlamayacak tarım ve hayvancılık politikası nedir. Tüm bunlar ve benzeri sorulara kaynak göstererek yanıt bulmak zorunda? Yuvarlak cümleler böylesi sorunları çözmeye yetmez. Gelişmiş bir demokrasiye kavuşmak için siyasal alanda ne tür adımlar atacak? Sivil bir anayasa yapılmasının önünde engel olmaya devam edecek mi, etmeyecek mi? CHP, karanlık labirentlerde dolaşmaya son vermediği sürece, bu sorunlara çözüm getirecek ciddi proğramlar geliştiremez.

Oynanan oyunların son bulacağını pek sanmıyorum. Önümüzdeki süreçte de halkın somut talepleriyle ilgisi olmayan en sıradan konuları gündemleştirerek provokasyonlara başvurulacaktır. Bazı aktörleri tekrar devreye sokmanın gayretleri verilmekte. Özellikle Ortadoğu'da baş gösteren olayların Türkiye'ye olası yansımalarını fırsat olarak değerlendirecekler. Bilindiği üzere Mısır'da Mursi iktidarı darbeyle devrildi. İçte Baascılar emperyalist güçlerle ittifak halinde darbe yaptı. Emperyalist güçler, 19 yy. başından itibaren egemenliklerini devam ettirebilmenin bir aracı olarak gördüğü argümanları, darbeye gerekçe olarak kullandı. Aslında darbenin altında yatan esas neden, İsrail'in güvenliği ve Ortadoğu'daki çıkarlarıdır. Mısır halkının demokrasi denemesi yarıda kesildi. Mısırda demokratik yollarla iktidar değişimi başarılı olsaydı, Bölge'deki krallıklar ve emirlikler tehlikeye girecekti. Nitekim yapılan darbeyi ilk alkışlayanlar da bunlar oldu.

Mısır'daki darbe bir gerçeği daha doğrulamış oldu; globalist dönemde başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere, Avrupa Birliği'nin askeri darbeleri desteklemeyeceği tezinin bir yutturmacadan ibaret olduğu ispatlanmış oldu. Her zaman söyledim, ABD ve AB için önemli olan demokrasi değil, çıkarlardır. Mısır, özellikle Avrupa Birliği için tam anlamıyla çukura batma olmuştur. Nihayet gerçek yüzünü, yani demokrasi değil, sömürgeci yanını ön plana çıkarmıştır. Bundan sonra Avrupa Birliği, kimseye demokrasi dersi veremez.

Türkiye'nin tek başına kalmasına rağmen, darbeye karşı çıkması doğrudur. Düzenlenen ve düzenlenecek olan tüm protestolara rağmen, Mursi'nin koltuğuna yeniden dönmesine müsaade edilme olasılığı çok düşüktür. Belki cumhurbaşkanlığı seçimleri planlanandan daha önce yapılır.

Mısır'daki darbe Türkiye'nin Ortadoğu'da oynamak istediği rolün de önünü kesmiştir. Böylece Türkiye, Suriye külfetini tek başına omuzlamayla karşı karşıya bırakılmıştır. Mısır üzerinden siyasal kazanç elde eden Suudi Arabistan ve Katar, Esad sonrası Suriyede şekillendirilecek iktidar biçiminde etkili olma iddialarından geri duracaklardır. Türkiye'nin bu koşullarda, Ortadoğu'da yeni dengeler kurmada oldukça zorlanacağı

Page 99: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

ortadadır. ***

Gezi Parkı bahanesiyle yapılan denemenin başarısızlıkla sonuçlanması, yeni bir takım kargaşalıkların ortaya çıkartılmayacağı anlamına gelmemektedir. Önümüzdeki dönemde PKK'yı denklem içine çekmek için gayret gösterilecektir. Bu konuda özellikle BDP içindeki bazı odaklar harekete geçirilmiştir. En uyduruk bahaneler ortaya atılarak sunni sokak çatışmalarının hesabları yapılmakta. Bu dönemde daha çok BDP içinde Öcalan merkezli söylem geliştirenlere dikkat edilmeli. Silahların susmasıyla birlikte uğradıkları kayıpları bir biçimde telafi etmenin yolları arandığını herkes biliyor. İnsanları kaçırmalar, orada burada hiç nedensiz gösterilerin düzenlenmesi, karanlık güçlerin PKK'yı denklemin içine yeniden sokma gayretleridir. Özellikle Cizre'de sıkça düzenlenen provokasyonların arka planında, silah kaçakçılığı ve esrar-eroin ticaretini elinden çıkarmak istemeyen güçler yatmaktadır. Ekilen Kenevir tarlalarını bilmeyen mi vardı? Cizre'de ortaya çıkan, zaman zaman da Diyarbakır'a davet edilen puşulu gençler kullanılarak, Kenevir tarlalarının hiç olmazsa üçte ikisi korunmak isteniyor.Bu zehrin imhasında daha ileri gidilememesinin nedenleri bir kez daha sorgulanmalı. Mesela Kenevir imhasınn Beytüşşebap'a, Şırnak'a, dağlık arazilere kaydırılmasının önünde ne tür engellerin olduğunu herkes bilmek istiyor.

Dikkat edilirse silahların susmasından bu yana BDP'li belediyeler halktan, esnaftan haraç toplamada daha bir pervasızlaşmıştır. Silahların konuşmadığı ortam, BDP'li belediyeler için turnosoldur; içinde bulundukları çirkeflikler tek tek açığa çıkmakta. Siirt Belediyesi'inde ortaya çıkan fuhuş ilişkileri sadece bir örnektir. Halktan alınan rüşvetlerin ve 'aidat' adı altında toplanan haraçların fuhuştan hiç bir farkı yoktur. Yıllardır döndüren bu çark, sadece Kandil-BDP ile sınırlı olduğunu kimse iddia edemez. Hatırlanmalı; İstanbul eliti darbeye davetiye çıkaracağı zamanlar, 'Ordu içinde genç subaylar rahatsız' diye sürmanşetten başlıklar attırırlardı. O taraftan ümidi kestikleri için şimdilerde, 'genç PKK'lılar rahatsız' diye başlıklar attırmaya başladılar. Atılan bu başlıklar, Cizre'deki olayların arka planını anlamaya yeterlidir sanıyorum.

Son dönemlerde Kandil-BDP cenahından, Hükümet şunu yapsın, bunu yapsın, yoksa süreç biter yönlü açıklamaları sıkça duyar olduk. Demek istiyorlar ki, silah kullanırız, şiddet ve terör estiririz. Böylesi tahditvari söylemlere kimsenin aldırış edeceğini sanmıyorum. Yüzde iki, en fazla ikibuçukluk oy oranıyla tüm bir toplum esaret altına alınmak isteniyor. İnkâr etmelerine gerek yok, Siirt belediyesinde ortaya çıkan rezillik, otuz yıldır sürdürülen şiddet politikasının vardığı noktayı yeterince ifade etmektedir.

Kandil'de yapılan yönetim değişikliğin bir anlamı yoktur. Sadece Ortadoğu denklemleri içinde bir süre daha tahtaravalli oynanacağına işaret etmektedir. Karayılan'la oynanan gölge oyunu sona erdi. KCK'da yapılan değişiklikle devlet otoritesine dayanarak, Kürt halkı üzerinde egemenlik kurma hesapları yapılmak istenmekte. Yedek polis gücü olma istemlerini saklamamaları bu nedenledir. Yönetimde yapılan değişiklikle manevra alanlarını genişletiklerine inanmaktalar. Oysa bu değişiklik içlerinde tıkanmayı ifade eder; seçeneklerin tükenme noktasına geldiğinin göstergesidir. Oynunu son perdesine yaklaşılmıştır; yüzer-gezer yatla günlük ilişkiye daha bir muhtaç hale gelinecektir. Ama bu arada 'süreci kavramayanlar' sessiz sedasız taşaltı yapılacak. Önümüzdeki süreçte Kandil'in içte yapacağı operasyonları gölgelemek için, BDP sudan bahanelerle 'protesto' adı altında gösteriler düzenlerse, hiç şaşmamak gerekir. Bu arada basının önemli bir kanadı, düzenlenecek miting ve yürüyüşleri mümkün olduğunca pohpohlamaya çalışacağını şimdiden söyleyebiliriz. Bu arada bazıları Kandil'e sefer yapmak için can atacak. Karayılan'ın yerine, Cemil Bayık'ı popüler yapmanın çareleri aranacaktır. Bu arada ergenekoncu takım, Şam'ın da desteğini alarak Kandil-BDP-PYD hattını eskiden olduğu gibi kullanma arayışlarına hız verecektir. Ama silahı bir araç olarak kullanmaya yönelik her teşebbüs, başarısızlıkla sonuçlanacaktır.

 Baki Karer21.7.2013 

Page 100: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

 

İKTİDAR MÜCADELESİ  

    Uzun zamandır bir iç hesaplaşma yürütülmektedir. Bu bir anlamda ikitidar mücadelesi. Çok denklemli bir iktidar mücadelesi olduğundan çatışmalı geçmekte. Kavgayı yürüten her iki taraf da homojen bir yapıya sahip değil;taraflar hem birbirleriyle kıyasıya mücadeleye tutuşmuş, hem de her bir tarafın içinde kavga var. Görünürde kavganın bir tarafını stotükoyu savunalar, bir tarafını da İslamcı ideoloji temelinde ‘değişim’ öngörenler oluşturmakta.     Stotükoyu savunan taraf, Türk Silahlı Kuvvetleri, Cumhuriyet Halk Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi. İçinden bazı farklı sesler çıksa da yargıyı oluşturan kurumlar da bu cephede yer almakta. Diğer cephede ise, İslamcı ideolojiyi temel almış neo-liberal politika uygulayıcısı Adalet ve Kalkınma Partisi ve destek aldığı bazı cemaatler var. İşin ilginç yanı, iktidar partisi cephesini değişimden yana olduğunu iddia eden bazı aydın çevreler de desteklemektedir. Ortak noktaları ‘değişim’ ama nasıl bir değişim istedikleri belli olmadığı gibi, istedikleri değişimde önderlik rolü verdikleri İslamcı ve üstelik neo-liberal olduklarını iddia edenlerle demokrasinin kurulup kurulamayacağını sorgulamıyorlar. İslamcılar da seçkinci-elitistler gibi daha şimdiden kendi elit tabakasını yaratmış durumda. Farklı olanlara karşı ne kadar acımasız olduklarını tartışmaya gerek bile yok. Farklılıkları yadsıyan sınırsız egemenlik istemektedirler. Bu anlamıyla klasik elitistlerin tersyüz edilmiş bir biçimidirler. Biri çağdaşlık adına ülkenin çağ dışında kalmasını sağlamakta, diğeri de ‘değişim’ teranesiyle açıktan çağdışılığı temel almakta. Sonuçta her iki taraf toplum mühendisliği ortak noktasında buluşmaktadır.    Bu günkü koşullarda Ordu içinde de bir bütünlük olduğunu söyliyemeyiz. Hem emekli olmuş bazı generallerle Ordu, hem de Ordu içinde subaylar arasında görüş farklılıkları var. Bunlardan bir kısmı açıktan darbe istemekte, genel kurmaylığı darbeye zorlamak için olmadık provakasyonlar yapmaktalar. Türkiye’nin ve dünyanın içinde bulunduğu konjektörü hiçe sayarak hareket etmekteler. Bu kesimin başarıya ulaşacağına inanmıyorum. Gelinen bugünkü noktada darbe Türkiye açısından bitim demektir. Dün bazı generallerin gözaltına alınması olayı, aslında Genel Kurmay Başkanlığı’nın bu kesime karşı bir misillemesidir. Yani sorguya alınan generallerin ve bunların Ordu içindeki yandaşlarını hizaya getirme taktiği olarak görülmeli. Ama Türkiye’nin içinde bulunduğu konjektör dikkate alındığında, böylesi bir operasyonun birden fazla hedefleri içerdiği de bir gerçektir.    CHP, MHP ve Ordu yönetiminin hareket tarzı bugünkü hükümeti bir darbeyle düşürmekten ziyade daha çok yıpratma, mümkünse erken seçime gütürerek tek başına bir daha iktidar olmasını engellemedir. Hatta ölçülü ekonomik krizler yaratak hükümet üzerinde baskı aracı oluşturmak istemektedirler. Tutuklamaların başlamasıyla birlikte Türkiye, uluslararası arenada sermaye akışı ve yatırımlar açısından riksli ilan edilmiş durumda. Türk Lirasına karşı Avro ve dolar yükselişe geçmiştir. Hükümet bu duruma karşı ne kadar direnir kestirmek güç. Eğer bu hamlalerle başarılı olamazlarsa, yeniden kapatma davası açmaya kadar işi ilerleteceklerini sanıyorum. Bu süreçte eğer bir erken seçim kararı alınırsa Adalet ve Kalkınma Partisi tek başına iktidar kuracak oranda oy alamayabilir. Veya erken seçimden yüzde otuzlarla geri gelerek hükümet kursa da uzun ömürlü olamaz. Sonuç olarak böyle bir durum, AKP’yi eritir.  Bir anlamda ANAP’ı eriten süreç, bir takım farklılıklarla Adalet ve Kalkınma Partisi için başlamış durumdadır. ‘Teğet’ geçen son ekonomik kriz bu sürecin alt yapısını hazırlamıştır. Bu süreçte ustaca kullanılan araçlardan biri de, Kandilli ve yerel uzantılarıdır. Baki karer23.02.2010 

Page 101: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

KİMİN OĞLANLARI İŞBAŞINDA?

 Beklendiği üzere Demokratik Toplum Partisi kapandı.İsmi her ne kadar ‘Demokratik’se de aslında anti demokratik demek daha iyi olur.Sistem kendi ucubesini kapattı.Feodaller ve marabalar arasında bir ayrışma yaşanacak.Sonuçta, marabaların suyu iyice çıkarıldıktan sonra bir kenera atılacak.Irak’taki gelişmeler marabaların ömrünü tayin edecek.Bu anlamda yaşanan süreç her yönüyle ilginçtir.Bu süreçte Ahmet Türk gibi uysallara ihtiyaç yok.Çünkü bir türlü ‘yüzer-gezer’ yattaki ‘Tanrı’yı anlamadı, anlatamadı.Zaten anlamasını da, anlatmasını da istemediler.***Önce ‘Açılım’ denildi. Hükümet büyük bir iştahla ‘sorunu’ bitireceğini hesapladı.Oysa sorun içteydi.İçe yönelme ise yürek istiyordu.İç engelin ciddiyetini ve gücünü bildiği için viraj değiştirerek yol almak istedi.Yıpranan imajını ‘Açılım’la birlikte Doğu ve G.Doğu’da toplayacağı oylarla düzeltmeyi hedefledi.Pastayı tek başına yemek istedi.Böylece en az iki seçim sürecini kurtarmaya çalıştı.‘Açılım’ın bir diğer amacı da, yaşanan ekonomik kriz ortamında kitlelerin dikkatini farklı yönlere çekmekti.Ama bir takım engelleri hesaplıyamadı;Birincisi, Ergenekon tutuklamalarıyla engellerin ortadan kalkacağını sandı.Oysa bu tutuklamalar sadece bir görüntüden ibaretti.İkincisi, Türkiye’de esas karar verici güçlerin, G.Kürdistan’da ve Irak’ta, istedikleri düzenlemelerde henüz sonuç almış olmamaları.Rezervlerin tümünü bugünden kullanma işlerine gelmiyordu.Kullanılacak alternatifleri zamana yaygınlaştırmadan yanaydı.Bu nedenle, İmralı, birden aktuel kılınırak, devreye sokuldu.Belli ki bu sefer kulağına çok fena üflemişler.Önce‘sırtım kaşınıyor’,‘göbeğim’ kaşınıyor yakarmasıyla işe başladı.Aniden hemen her tarafı kaşındı!Sonra ‘Yerim dardır, oyanayamıyorum’ dedi.‘Oğlanlar’ mesajı çoktan almışlardı.Hemen harekete geçtiler;İstanbulda bir kız çocuğunu acımasızca yaktılar,Diyarbakır’da bir genci öldürdüler,Bakkalları, mağzaları yağmaladılar.Bunları az görüp, 10 Aralık’ta Reşadiya’de 7 genci kurşuna dizdiler.‘Bizim oğlanlar’ya da marabalar bayağı ‘iş’ çıkardılar.İşlenen bu cinayetlere üstelik Dersim’de karıştırıldı.Dersim işin içine karıştırılmadan taplo tamamlanamazdı.Verilen mesaj gayet açık!Artık açıktan oynanıyor.Görmeyen gözler görsün.‘Hanım Ağa’lığa oynayan biri, demecini patlattı;‘Açılım kapandı.’Hayır, değişen hiç bir şey olmayacak.Sadece acele edilmeyecek.ABD’nin Irak’tan çekilmesine paralel olarak adımlar atılmaya devam edilecek.‘Açılım’denilen sürecin getirileri, sadece iktidar partisine yedirilmeyecek.

Page 102: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Dolayısıyla iktidar partiside bu süreçte daha bir ‘hizaya’ getirilecek.Kimin oğlanlarının iş başında olduğunun şüphe götürür bir yanı kaldı mı?

Baki Karer12.12.2009

   

DAVOS 

   Başbakan Tayyip Erdoğan İsrail Cumhur Başkanı’na karşı sert bir tavır koyarak toplantıyı terketti. Üstelik toplantıyı terk ederken de ’Davos benim için bitmiştir’ yönlü bir söz kullandı. Başbakanın tavrını iki açıdan ele almakta yarar var: Bunlardan biri, Türkiye’nin adeta zoraki Ortadoğu’da ileri sürülmesi, yani önplana çıkartılmak istenmesi; Diğeri ise, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın istemiyerekte olsa, kimsenin söylemeye cesaret edemediklerini dillendirerek, yeni bir sürecin önünü açması;Tayyip Erdoğan’ın neden bir başka devletin başbakanı ile  ya da devlet başkanıyla değil de İsrail Cumhur Başkanı Şimon Peres’le yanyana tartışmaya katıldığı çok önemli. Özellikle önceden düzenlenmiş bir senaryo gibi geliyor insana. Senaryonun Türkiye’yi bölgede hedeflenen bir noktaya getirmeye yönelik hazırlandığı çok açık. Rusya Federasyonu’nun özellikle Gürcistana yönelik askeri harekȃtından sonra Amerika Birleşik Devleti dünya jandarmalığını tek başına götüremeyeceğini anlamış durumda. Bu nedenle soğuk savaş yıllarına özgü bölgeler çapında stratejik önemi olan ülkelerle güç paylaşımına başlamıştır. Bu noktada özellikle Ortadoğu sahnesinde Türkiye’ye öncü rolü verilmekte. Biçilen öncü rolde üç ana etken rol oynamakta: Birincisi, Rusya’nın karşısında güçlü bir Türkiye istenmekte. Kafkasya ve Balkanlar’da kurulan dengeler Türkiye aracılığıyla korunmaya çalışılmakta. İkincisi, Fransa’nın bölgede güç kazanmasının önüne set çekilmekte. Türkiye de Fransa’nın Ortadoğu’da Mısır ve benzeri ülkelerle ilişkiler geliştirerek etkinlik kazanmasına en az ABD kadar engel olmaya çalışmakta. Mısır’ı ABD kadar Avrupa Birliği’nin diğer ülkeleri de güvenilir bulmamakta. Bu nedenle Fransa’nın bölgede etki alanı daraltıldığı oranda Mısır’ın da İslam dünyası içinde etkin rol oynamasının önü alınmış olunmakta. Ayrıca,Fransa ile Türkiye arasında AB üyeliği ve Ermeni sorunu konularında ciddi bir çekişme vardır. Fransa’nın yeniden NATO’nun askeri kanadına dahil olma isteğine karşı Türkiye veto hakkını kullanmakta. Ama bu vetoya ekonomik ve mali sorunlar dikkate alındığında ne kadar dayanabilir ayrı bir tartışma konusu. Fransa Nato’nun askeri kanadına dönüş yapsa da, Ortadoğu’da çıkarlar sözkonusu olduğunda, Türkiye ile Fransa arasında çelişkiler devam edeceğe benzemektedir.Üçüncüsü ise İran etkenidir. İran giderek hem askeri alanda güç kazanmakta hem de İslam dünyasının önderi olduğunu iddia etmekte. Gazze’de Hamas’a yönelik İsrail askeri harekȃtının esas amaclarından biri de zaten İran’ı safdışı etmeye yönelikti. ABD ve İsrail bu konuda şimdilik pisikolojik açıdan da olsa hiçte küçümsenmiyecek başarılar elde ettiler.  Ama bu noktada madalyonun diğer yüzünü de görmek gerekir; İran  Filistin sorununun çözümünü gerçekten istiyor mu? Suriye Filistin sorununda ne kadar ciddi ise İran da o kadar ciddidir. Toplantıda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Şimon Peres’in ateşli konuşmasına karşılık ‘Siz öldürmesini çok iyi bilirsiniz’ demesi bir noktada İsrail’in dokunulmazlık zırhının delinmesidir. Bugüne kadar İsrail askerinin Filistin halkına karşı giriştiği acımasız her harekat karşısında Avrupa hep sessiz kalmış, savunduğu değerleri açık biçimde ayaklar altına almıştı. Bahane olarakta antisemitizmi kullanmıştır. Gerek Amerika’nın baskılarıyla gerekse İsrail’in oluşturduğu

Page 103: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

güçlü lobiler sayesinde kimse sergilenen vahşetlere karşı tavır alma cesareti gösterememiştir. Tavır alan herkese hemen ‘ırkçı’ damgası vurulmuştur. Antisemitizmi ikiyüzlüce kullanmayı adeta gelenek haline getiren Avrupa, Erdoğan’ın tavrı karşısında zor duruma düştüğünü söyliyebiliriz. Bu tavırdan dolayı birçoklarının iddia ettiği gibi Türkiye’ye ciddi faturalar ödettirileceğini sanmıyorum. İsrail’in Ortadoğu’da varlığını devam ettirmesi için her zaman Türkiye’ye ihtiyacı vardır. Sözkonusu Türkiye olduğunda, İsrail’in gücünü ve lobi faaliyetlerini pek o kadar abartmanın bir anlamı yoktur. Ayrıca, Türkiye’nin Bölgede siyasal alanda ileri çıkartılmaya çalışılması bir projenin ürünüdür. Bu noktada tartışılması gereken, Türkiye’nin bu rolü sürdürebilecek ekonomik gücünün olup olmadığıdır. Henüz kişibaşına milli gelir dağılımında 10.000 doları bulmamış, ürün ihracında 40-45 milyar dolarla yetinmek zorunda kalan, -her ne kadar 120-130 milyar dolardan bahsediliyorsa sa Türkiye’nin kendine ait mamul ve hammadde ihracı bu düzeydedir. Gerisi yurtdışından getirilen malların paketlenip tekrar yurtdışına gönderilmesidir-finans sorununu çözümleyememiş ve en önemlisi de askeri açıdan dışa bağımlı bir Türkiye’nin üstlenmek istediği yeni rolde başarılı olabileceğini pek sanmıyorum. Serilen ‘kırmızı halı’ her an ayak altından çekilebilir. Özellikle Özal döneminde Kafkaslarda uğranılan başarısızlığın benzeri bu sefer Ortadoğu’da alınması mümkündür. 2009-05-07Baki Karer 

                 GAZZE İsrail tüm hışmıyla Filistinlilere yine saldırdı. Kan ve gözyaşından bahsetme saldırıların yoğunluğu ve vahşiliği karşısında çok basit kalmakta.Bir dönem vahşete uğrayan bir tarafın, uğradığı vahşeti bir başka halka reva görmesi insanı şaşkınlığa uğratmakta. Üstelikte maruz kaldığı işkence ve baskı metotlarının neredeyse benzerini Filistin halkına karşı kullanması karşısında insan donup kalmakta.Savaştan bahsedilmekte.Bir savaşın olduğu kanısında değilim. Savaş olabilmesi için karşılıklı iki gücün olması gerekir. Ortada böyle bir durum yok. Sadece tek gücün, yani İsrailin tek taraflı saldırısı, vahşet gösterisi sözkonusudur. Ufukta bu vahşetin sondırılacağına dair bir belirti de yok. Saldırıların dozu belki bir kaç hafta sonra azalacak ama kan ve gözyaşı devam edecek.Saldırıların nedeni olarak Hamas gösterilmekte. Elbette Hamas’ın izlediği politikayı kabul etmek mümkün değil. Hamas, özellikle Arafat’ın ölümünden bu yana izlediği politikayla filistin halkına büyük zararlar vermiştir. Bir anlamda İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri’nin değirmenine su taşımıştır.Filistin’in haklı davasını zayıflatmş, İsrailin en büyük arzusu olan bölünmüş bir Filistin yaratmaya yönelmiştir. Bunu da büyük oranda başarmıştır. Yani Hamas izlediği politikayla açık pazarda kullanılan bir meta haline gelmiştir.İsrail’in Haması bahane ederek Filistin halkına bu dönemde saldırmasının elbette nedenleri var. Lübnan’da uğradığı yenilginin rövanşını almak istemekte. Lübnan’da uğradığı hezimeti bir türlü içine sindiremedi. Herkeste biliyor ki, Gazze üzerinden İran harekete geçirilmek isteniyor. Bence biraz acemice ve aceleyle düzenlenmiş bir senaryo. İran bu kadar basit ayak oyunlarına gelmeyecek kadar devlet tecrübesine sahip bir ülke olduğu unutuluyor.İsrail, ABD’de 20 Ocakta Bush’dan sonra görevi devir alacak Obama’dan önce bir oldu-bitti yartmak istiyor. İran’ı bir an önce savaşın içine çekerek, Bush’un daha başkanlık döneminde ABD ile İran’ı savaşa sürüklemenin taktiği peşinde. Yani Gazze üzerinden esas tahrik ve rahatsız edilen, daha doğrusu hedef alınan İran’dır. Tehlikeli ve Ortadoğu’yu uzun vadeli daha katmerli çıkmazların içine sürükleyecek bir taktik.Olayın bir başka yönü daha var, o da, Filistin’deki Abbas iktidarı. El Fetih, gerek Hamas’ın ve gerekse de İran’ın izlediği politikadan rahatsızdır ve bu rahatsızlığını en başta paylaşanların başında da Mısır var. Ürdün de az veya çok Gazze’deki iktidar biçiminden rahatsızdır. Hamas’ın Gazze’den silinip atılması elbette El Fetih’in işine gelecektir. Ama İsrail’in de Hamas’ı tümden yok ederek Filistin iktidarını güçlendireceğini hiç sanmıyorum. Sadece bir noktaya kadar gücünü zayıflatmakla yetinecek. Bu harekat süresince asıl hedefin İran olduğu unutulmayacak.

Page 104: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

İsrail’in sergilediği vahşet karşısında büyük güçler her zamanki gibi sessiz kalmayı yeğlemekte; ABD zaten desteklemekte, Avrupa Birliği ise klasik bahanesinin arkasına gizlenmeyi yeğlemekte. Rusya ise nasıl olsa Amerika suçlanacak diye sessiz sedasız kalmayı yeğlemekte. Açıktan tepki gösterenlerin başında Türkiye gelmekte. Ama AKP iktidarının tepkisinin içi boş. Tepki elbette haklı ve yerinde. Ama diplomasi kıvraklığından uzak kaba bir tepki olarak orta yerde kalmakta. Başbakan Tayyip Erdoğan daha saldırıların başında taraflardan biriyle, yani İsrail’le görüşme yapmayacağını ilan etti.Taraflardan birini retederek arabulucu rolünün oynanmayacağı da ortadadır.O zaman niçin arabulucu rolüne büründüğünü anlamak zor. Ayrıca saldırılar başlamadan bir kaç gün önce İsrail devlet başkanı ile görüşmesi de kafaları karıştırmıyor değil. İsrailden ziyade ABD ve Avrupa Birliği ile Gazze’den Kerkük’e uzanan bir hat üzerinde bir takım konularda anlaşma mı yapıldı diye insan düşünmüyor değil. AKP’nin bu karşı çıkışının altında, gündemde yerel seçimlerin olması da büyük rol oynamıştır. ABD ve AB’nin harekete geçmediği koşullarda, Türkiyenin her iki tarafla görüşmesinin de sonuç getirmeyeceğini biliyoruz. Ama en azında karşı çıkışa daha güçlü bir zemin hazırlanabilinirdi. Yani, sonuçta havada kalan bir arabulucuk ve esen rüzgarın alıp götürdüğü bir tavır sergilendi. Baki karer 05.01.2009 

TÜRKİYE’DE DEMOKRASİ SORUNU      Türkiye, neredeyse yüzelli yılı aşkın bir süredir demokrasi ve Avrupalılaşma mücadelesi vermekte. Gelinen bugünkü noktadan geriye bakıldığında, fazla bir aşamanın katedilmediği görülecektir. Devlet, yasalarıyla, hukuk sistemiyle parlemento ve diğer kurum ve kuruluşlarıyla, genel olarak örgütlenme biçimiyle, İttihat Terakki döneminden çok fazla ileri bir adım atamamıştır. İttihat Terakki anlayışından ve geleneğinden sıyrılmış siyasal bir yapılanma içine girilememiştir. Elit bir kesimin ihtiyaçlarına cevap veren, halktan korkan, halka dayalı örgütlü bir yapı geliştirmekten çekinen, iktidara gelmekle gelmemek arasında bocalayan ülkemizin burjuva partileri, ister sağda yer alsın, ister solda yer alsın, İttihat Terakki geleneğinden kopmuş değillerdir. Bu noktada Cumhuriyetin genç oluşu bahane edilemez. Varlık nedenini halka dayandırmayan, halka rağmen siyaset yapmayı temel alan siyasal partilerin, sağlıklı bir örgütsel yapıya kavuşamama gibi nedenler öne sürme hakları yoktur. Türkiye’de devlet erkini elinde bulunduranlar, halkın ihtiyaçlarına uygun politika şekillendirmeyi temel almamış, daha çok dış güçlerin çıkarlarına göre veya onlardan gelen baskılarla politika belirlemişlerdir. Nasıl İstanbul, İzmir ve Akara burjuvalarının ekonomik ve sosyal yaşam standartlarına cevap veren bir üretim ve ithal politikası ekonomik şekillenmede temel alınmışsa, siyasette de aynı durum geçerlidir diyebiliriz.    Dönemin yönetiminden hoşnutsuz kitleleri etrafında örgütleyen İttihat ve Terakki, aslında yönetime gelmeyi istemiyordu. Daha doğrusu yönetmeye cesaret etmiyordu. Bunun bir nedeni, eski yapının çok güçlülüğünün yanısıra, kitleleri etrafında örgütlerken verdiği vaadleri yerine getirmekte samimi olmamasıdır. Eskiye karşı olması aslında sınırlıdır. Yönetimi devirme amacı taşımıyor, yönetimle anlaşarak, birlik içinde bir takım refomlarla iyileşmeler sağlamadan yanaydı. Bu tavırlarıyla kitlelerin yönetime karşı tepkisini firenleyen bir güç olmuştur. İttihatcıların tüm çabası, bürokraside biraz daha etkili olmadır. İkinci meşrutiyet ilan edildiğinde iktidar olma olanakları varken, bunu kabul etmemeleri esas olarak onları öne süren kitle gücünden korkmalarıdır. 1908’de ikinci meşrutiyetin ilanıyla birlikte valiliklerin basılmasına kadar giden küçük boyutlu köylü ayaklanmaları dahi onları olabildiğince korkutmaya yetmiştir. Ürkek ve korkaklıklarını zaman zaman o kadar gizleyemez hale geldiler ki, patişahın önceleri kısıtlanmış yetkilerini tekrar geri vermeye kadar gidebildiler. Kitlelerin sesi, radikal bir muhalefet gücü olma iddiasıyla ortaya çıkan İttihatcılar, hilafetin ve saltanatın kurtuluşu için ne tür serüvenlere atıldığı bilinmekte. Engels’in deyimiyle, “eskinin içinden çıkmış” bir güçten

Page 105: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

farklı bir tavır göstermesi beklenilemezdi.    Burjuva hareketinin ilk temsilcisi olarak İttihat ve Terakki hareketinin ortaya çıkış koşulları, içe ve dışa yönelik politikası incelendiğinde, bazı kesimlerce öne sürüldüğü gibi, pek öyle yenilikci ve ilerlemeyi temsil etmedikleri görülecektir. İttihatçılar, İmparatorluk içinde henüz gelişmekte olan burjuvazinin temsilcileri olarak mevcut yönetimi yıkmak için ortaya çıkmadıkları bir gerçektir. Anadolu’da köylü ayaklanmalarının yaygınlaştığı, özellikle Balkanlar’da İmparatorluğun toprak kaybına uğradığı vb.elverişli koşullarda ortaya çıkmış olmalarına karşın, kendilerinden beklenen radikalliği gösteremediler. Yönetimle işbirliği içinde, daha doğrusu feodal bürokrasiyle ittifak içinde İmparatorluğu yeniden toparlamayı, azınlık milliyetlerin ayaklanmalarını ve çıkış koşullarında destek aldıkları köylü hareketlerini şiddetle bastırmayı temel aldılar. İmparatorluğun emperyalist güçler tarafından haraca bağlanmış olmasına karşın, emperyalizme karşı bir tavır geliştirme yerine, efendiler içinde efendi seçme durumları vardır. Yani feodalizmle savaşım içinde şekillenmeyen, saltanat ve emperyalizmle işbirliği içinde şekillenen bir bujuvazinin temsilcileridirler. Sonuçta feodal devleti kurtarıp içinde palazlanmayı temel alan bir burjuva hareketidir. Devrimci değil, eskiyle uzlaşmacı ve işbirlikçidir.     Türkiye’de burjuvazinin gelişim sürecini ve dönemlere göre uygulamalarını ele alırken, Ulusal Kutuluş Mücadelesi dönemi en önemli dönüm noktasını oluşturur. Burada daha çok 1940-1960’lar arasına değinmekte yarar var.     Burjuvazisinin 1940-1960’lar arası uygulamaları hiçte İttihatçı dönemden farklı değildir. Kendine güvensizliğin, korkaklığın, büyük güçlere yarenliğin hiç sakınılmadan sergilendiği yıllardır. İkinci emperyalist paylaşım savaşının ilk yıllarında hangi tarafın ağır basacağı belli olmadığından, ilk anda güçlü olandan, yani Almanya’dan yana sinsi bir eğilim vardır. Ülke içine yönelik politikada bu tavır daha belirgindir. Burjuvazinin bazı kanatlarında faşist ideolojiye içten içe bir sempatinin beslenmesi sözkonusudur. 1945’e gelindiğinde her ne hikmetse Türkçülüğün bir kez daha hatırlanmaya başlaması hiçte ilginç değildir. Devam eden savaş bahanesiyle halk yığınları üzerinde acımasız sömürü ve baskı hat safhaya vardırılmıştı. Bilim, sanat, genel olarak aydınlar üzerinde baskılar çok acımasız sürekli kılındı. En fazla köylüden bahsedildiği ama en fazla da köylünün ve işçi sınıfının baskı altına alındığı, buna karşın, feodallerin korunduğu, açgözlü burjuvazinin en çok talan yaptığı bir dönemden sonra, düzende birtakım sorunların ortaya çıkacağı biliniyordu. Bu nedenle ne pahasına olursa olsun düzenin devamı düşünülerek sözümona “demokrasiye geçiş” adı altında Demokrat Parti’nin kurulmasına şiddetle tavır alınmadı. Geçmişte Terakki Perver örneğini dikkate alan Demokrat Parti, başlarda düzenle çelişki içinde olmamaya dikkat etti. Aslında iktidar, yani CHP, Demokrat Parti muhalefetinin yeni koşullarda bir boşluk doldurduğunu kabul etmekteydi. Böylece çok partili sisteme yumuşak bir geçiş sağlandı. Aynı zamanda kitlelerin yönetime karşı tepkisi de düzen sınırları içinde tutulmuş oldu. Çok partili döneme geçişte iç sorunlar kadar uluslararsı gelişmeler de etkili oldu.     İkinci paylaşım savaşına girilmemiş olunması elbette olumdur. Bunda eleştirilecek hiçbir yan yoktur. Ama savaştan sonrada kendine olmadık korkular yaratarak, yarattığı korkuların akışına kapılması ise korkunçtur. SSCB’nin savaştan güçlü çıkmasından korkulacak bir yan yoktu. Aslında ‘komünizm yayılmacılığı’ bahana edilerek yeni dünya düzeninde emperyalizme yaranma manevraları yapılmıştır. Esas korkulan ABD ve İngiltere olmasına karşın, bilinçli olarak SSCB gösterilmiştir. SSCB, emperyalist güçlere yaranmanın bir taktik gereği bahane edilmiş, Türkiye’yi her an işgal edecek bir güç olarak hedef alınmıştır. İngiltere ve ABD’nin savaş sonrasında Ortadoğu’ da bir düzenlemeye gitmelerinden korkulmaktadır. Bu nedenle İngiliz ve Fransız sömürgecilerine karşı gelişen ayaklanmalara, bağımsızlık mücadelelerine destek vermeye yanaşmamıştır. Savaş sonrasında birden ABD’ci, NATO’cu kesilmenin bir nedeni de, duyulan bu korkudandır.     Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi, ‘demokrasinin yerleşmesi’ olarak görülmekte. Bu bir yutturmacadan ibaret. Cumhuriyetin, laikliğin din ve devlet ilişkilerinin birbirinden ayrılması mantığına indirgenmesi ne ise, Demokrat Partinin kurulmasıyla ve iktidar olmasıyla “demokrasi sağlandı” mantığı da aynıdır. Demokrat Parti’nin gelmesiyle aşarın kaldırılması ve jandarma dipciğinin hafifletilmesi vb. uygulamar elbette ileriye yönelik adımlardı. Ama 1950’lerde ‘demokrasiye geçildi’ iddiası oldukça abartılıdır. Ama abartılı olmayan bir şey var ki, o da, savaş

Page 106: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

sonrası dünya koşullarında, Demokrat Parti iktidarıyla,Türkiye’nin emperyalist-kapitalist sistem içinde yerinin sağlama alınmasıdır.    1960’lara gelindiğinde, 27 Mayıs darbesiyle yeni bir dönem açılmıştır. 60’lı yılların geçmiş yıllardan, veya dönemlerden farklı bir özelliği, köylü toplum olma özelliklerinin önemli ölçüde aşınmaya başlamasıdır. İşçi sınıfı Ulusal Kurtuluş döneminde ve sonrasını izleyen otuzlu ve kırklı yıllarda da vardı. Ama varolma başlıbaşına bir yeterliliği taşımıyor. Bu dönem, özellikle işçi sınıfının uzun yılların baskı ve uyuşukluğunu üzerinden attığı yıllardır.     Aynı durum aydınlar için de geçerlidir. Piyano çalıp Fransızca konuşmayı ve daha çok bir hobi olarak tuale çizik atmayı aydın olmanın bir ölçütü olarak görüp herkese üstten bakan, bir yandan da “devrimci” olduğunu iddia eden veya bu tiplerle bir anlamda paralellik taşıyan; İstanbul sokaklarında Anadolu köylüsü hasreti çeken, ‘köylüleşme’yi bir marifet kabul eden aydın tiplerinin aşıldığı bir dönemdir. Aslında 1930’lu ve 1940’lı yıllarda, sosyalist ideoloji, Türkiye’de elit bir kesimle sınırlı kalmıştır. Bu yıllarada sosyalizm, metrepol kentlerinin kahve köşelerinde fısıldı biçiminde tartışılan bir ideoloji idi. Artık 1960’lardan itibaren halka inen, halkla bütünleşen, halkı için önsıralarda kavga veren aydın vardır.     Ama köylülük için aynı şeyleri söyliyemeyiz. Kırsal alan önemli ölçüde uyuşukluğunu sürdürmüştür. Birtakım kıpırdanmalarda bulunmuştur, ama bunlar yeterli düzeyde olmamıştır. Birkaç bölgede yapılan toprak işgallerini çok fazla abartmaya gerek yoktur. Bunları genelde köylülüğün isyanları olarak değerlendirme gerçekci bir tutum olmaz. Fakat yüzyıllarca uyutulduğu mistizmden kurtulmanın çabası görülmüştür. Yine de 60’lı yıllar, düzene karşı mümkün olan en geniş katılımlı, örgütlü direnişin geliştiği yıllar diyebiliriz. Bir başkaldırı, aydınlanma hareketi oluşmuştur.     Ve bu dönemde,diğer önemli bir gelişme, burjuvazinin en korkulu rüyası, Doğu ve G.Doğu’nun Ortaçağ uyuşukluğundan sıyrılmaya başlamasıdır. “Dağlık,” “verimsiz” bahanesiyle çağın ekonomik ve sosyal gelişmelerinden uzak tutulmaya çalışılmış Kürt halkı, hiçte küçümsenmiyecek bir uyanışa sahne olmuştur. Egemen güçler bu uyanıştan müthiş korkmuştur. Doğusuyla Batısıyla işçi sınıfının direnişi yeni bir korku yaratmıştır. Bu nedenledir ki MHP, duyulan korkuyu terörle önlemenin bir süpabı olarak öne sürülmüştür. Burjuvazi her zamanki sinsiliğiyle arkada durarak kuklaları aracılığıyla estirdiği terörle işçi sınıfına gözdağı vermeye başlamıştır. Ama bir gerçeği kabul etmek zorunda kalmıştır; hiçbir şey eskisi gibi değil. Artık bu belirlemenin ışığı altında taktiklerini geliştirmeye başlamıştır.    1970’lere gelindiğinde, burjuvazi istediği gibi hareket edemiyordu; işçi sınıfı ve geniş emekçi yınların üzerinde alışık olduğu saltanatı sürdüremiyordu. Burjuvazi, her ne kadar alışık olduğu biçimiyle “kökü dışarda” teranaleriyle kitleleri uyutmaya kalkışmışsa da, bu sefer, gerçekte kökü içte olan ciddi bir engelle karşıkarşıya kalmıştı. Bu nedenle 12 Mart hareketi, ‘dışarıdan’ esen rüzgarlara karşı durmak için değil, içten esen rüzgara karşı durmak için yapıldı. Ama aynı zamanda kendi içindeki dalgalanmaya da bir son vermek istiyordu.     12 Mart engeli, emekçi kitlelerin kabaran, her geçen gün yükselen mücadelesinin önüne geçemedi. 70’li yıllar burjuvaziye karşı mücadelenin en geniş yüzeye yayıldığı yıllar oldu. Tüm böylesi olumlu gelişmelere rağmen, solda çok ciddi olumsuzluklar da vardı: 70’in sol hareketi, ağırlıklı olarak geçmişe bir tepki biçiminde doğdu. 60’lı yılların olumlu mirası, deney ve tecrübeleri üzerinde daha emin adımlarla hareket etmesi gerekirken, kendini adeta bir “red cephesi” biçiminde ortaya koydu. Yani, egemen güçlere karşı durmayla, sol içindeki olumsuzlukları eleştirme birbirine karıştırıldı. Nitekim 70’li dönemin karakteristik bir özelliği de buydu. Özellikle çok soyut slogancılık önplana çıkartılarak, geçmişin mirası olduğu gibi red edildi. Bu arada halk adına yola çıktığını iddia eden ‘sol’ görünümlü terörist grupların işçi sınıfı mücadelesine ağır darbeler vurmaları ve egemen güçlere çok büyük hizmette bulunmaları dönemin bir başka sorunuydu.     Sinik, yaratıcılıktan uzak, boşlukların, ara dönemlerin doğurduğu ve palazlandırdığı burjuvazi, çıkışı yine şiddette buldu. “Cumhuriyeti, laikliği koruma” adına 12 Eylül, tüm emekçi yığınların başına bir balyoz gibi indirildi. 80’li yılların ağır baskı koşullarından geçilerek 90’lı yıllara gelindiğinde egemen burjuvazinin aldığı ve uyguladığı tedbirlerin geçersizliği daha net biçimde kendini gösterdi. Baskı ve şiddet politikası “parlementer rejim” görüntüsünde sürdürüldü.     Cunta koşullarında “demokrasi ve özgürlük” diye bağırıp çığıranlar, örtülenmiş baskı ve şiddet

Page 107: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

politikasını yönetimleri altında sürdürme fırsatı bulduklarında patlayıncaya kadar yemede yarışmaya başladılar. 1993’e gelindiğinde, üstelik ‘sosyal-demokrat’ partinin de iktidara ortak olduğu dönemde, 12 Eylül cuntasının uygulamaları adeta ‘sivil’ iktidarlarca yürütülür hale gelmişti; yürekli aydınların kurşuna dizilmeleri, sayısız “faili meçhul” cinayatler daha bir boyut kazandı. “Sosyal demokratım” diye bağıranlar, çalışanların sendikalaşma, toplu sözleşme vb. haklarını işitmek bile istemiyorlardı. Cuntanın getirdiği Anayasa ve yasaları olduğu gibi korumaya özen gösterdiler. Cumhuriyet Halk Partisi, Demokratik Sol Parti, Doğru Yol, Ana Vatan ve Refah Partisi bu konularda aralarında adeta bir konsessus oluşturdular. Korkaklıklarını ve acizliklerini gizleyemez oldular. Tüm sorunların ‘çözümünde’ ya da ertelenmesinde kullanılacak sihirli değnek, daha bir açıktan kullanılmaya başlandı; ‘dağda terörist var!’ Öylesine bir atmosfer yaratılmıştı ki, kimse, ‘dağdaki teröristin kumandası kimde’ diye soramıyordu, sormaya cesaret edenler de susturuluyordu.    Bujuvazi, sağı ve sosyal-demokratıyla özellikle 90’lı yıllarda ayyuka çıkardığı “vatan elden gidiyor” teranesine sarılarak güçlenmeyi yeğledi. Bu teraneyle hem kendi içindeki çelişkileri küllendirmeye çalıştı ve hem de emekçi yığınlar üzerinde sömürüsünü gizlemeye çalıştı. 90’lı yılların başından bugüne kadarki geçen dönemi, Cumhuriyet tarihi boyunca burjuvazinin en fazla sahte kahramanlık peşinde koştuğu bir dönem olarak kabul edilmelidir. Küreselleşmenin en fazla hız kazandığı bir dönemde, burjuvazinin kendini sahte zaferlerle güçlendirmeye yönelmesi, Osmanlı’nın halkta aydınlanmanın önüne geçmek için, matbanın kurulmasına karşı çıkma ilkelliğiyle eşdeğerlidir. Dünyanın küçüldüğü, dünya halkları arasında kültür alış verişinin zirveye ulaştığı, yine bilim ve teknolojide harikalar yaratıldığı bir dönemde, egemen güçlerimizin kulaklarımızı sağır edercesine kahramalık marşlarıyla kitlelerde milliyetçi duyguları körüklemesi, birkaç yıl sonra adım atacağımız 21’ci yüzyıl gerçeğine ters düşmesinin açık örneğidir. Çağı yakalama çabası olmayan veya çağı yakalamada geç kalmış bu bujuvazi, yeni bir yüzyılın eşiğine gelmenin verdiği kuşku ve korkuyu en açık biçimiyle bu yıllarda yaşamıştır. Ama bir taraftan da ayıbının bilincinde oluşunun tereddütlerini taşımaktadır. Bir yandan olabildiğince Türk milliyetçiliği körüklenirken, bir yandan da Avrupa topluluğunun üyesi olmak için çırpınma, ikircimli davranışın tipik bir örneğidir. Adeta yabancı güçlerce işgale uğramış bir ülke edasıyla milliyetçiliğin geliştirilmesi, uygarlık adına bir realitenin inkârı ve modern çağımızda işlenen büyük bir ayıptır. Bu aybı sorgulayan düncelerin önüne şiddetle set çekme ise bir suçtur. İşte işlenen bu aybı örtülemek için düşünme halen suç sayılmakta, tutuklamalar ve takipler günlük yaşamın bir parçası haline getirilmekte. En acı yan ise; burjuvazinin “vatan savunması”nı kendi eliyle yarattığı bir terör gücüne karşı yapmasıdır. Düşünmenin en ağır suç sayılmaya devam edilmesinin bir nedeni de budur. Ülkemizde her zaman olduğu gibi, bugün de sorgulanmaktan korkan bir burjuvazi vardır. Burjuvazi, yığınların bu gerçeği görmesinden korkmaktadır.    Bugün Türkiye’nin geleceğini karartacak en büyük tehlike, estirilen Türk milliyetçiliğidir. Devlet yetkililerinin alışık olduğumuz demeçleri bir yana, burjuva basınının neredeyse her satır başı ve televizyonların haber, yorum ve daha birçok proğramları Ermeni ve Rum’a küfürle başlamakta, Kürt kafasının ezilmesinin vurgulanmasıyla son bulmakta. Eğer vatan bölücülüğü yapılıyorsa, bunu yapan Türk milliyetçiliğidir. “Vatan bütünlüğü” adına toplumda kin ve nefret geliştirilmektedir. İlginç olan bir yan da, ulus olduğunu ve ulusal bir devlet kurduğunu iddia edenlerin böylesine azgın bir milliyetçilik geliştirmeye yönelmesidir. Oysa milliyetçilik ulus öncesi bir akımdır ve o dönemde siyasi ve sosyal yapının ileriye doğru gelişmesinde ilerici rol oynadığı da bir gerçektir. Artık ulus aşamasında bu anlayış marjinal bir eğilim halinde varlğını sürdürür. Bir yanda “çağdaş, demokratik Cumhuriyet” olduğunu iddia edeceksin, bir yandan da milliyetçilik uğruna yapmadığını bırakmayacaksın… Bu korkunç ikiyüzlülüğe her gün şahit oluyoruz.     Ama bu yönlü politikalarla daha uzun süre devam edilemeyeceği ortadadır. Gelinen nokta bir tıkanmayı ifade etmektedir. Uluslararası alanda olduğu kadar ülke içi ekonomik ve siyasal gelişmeler yeni bir döneme geçişi zorunlu kılmaktadır. Birçok alanda bunun işaretleri şimdiden görülmeye başlanmıştır. Ağır aksak olsa da süreci normalleştirmeye yönelik bazı adımların atıldığını görüyoruz. Demokratikleşme yönünde atılacak adımlarda ne oranda ileriye gidileceğini tahmin etme zor olsa da, susuturmayla, tutuklamalarla ve milliyetçi nutuklarla daha fazla yol

Page 108: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

alınamayacağı fark edilmiştir. Elbette bunda etkili olan bir neden de Anadolu burjuvazisinin yavaş yavaş yükselme trendine girmiş olmasıdır. Artık İstanbul burjuvazisini temsil eden TÜSIAD’ın kendini eskiden olduğu gibi rahat hissetmemesi biraz da bu nedenledir. İstanbul burjuvazisinin artık daha fazla sivilleşmeden, yani demokratikleşmeden yana kayış göstermesini Anadolu’dan kaynaklanacak muhtemel engeli aşma ile bağlantılı olduğunu iddia edebiliriz.Türkiye’de burjuvazinin demokratik açılımlardan yana olmasının bir nedeni de, 80’li ve 90’lı yıllarda baskı ve şiddet politikasıyla elde ettiği sermaye gücünün artık devleti yönetecek ve yönlendirecek düzeyde bulunduğu düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Kalıplaşmış taktiklere “Büyük Türkiye” rolü oynama olanağı yoktur. Burjuvazi bu düzeye gelmenin ne pahasına gerçekleştiğinin bilincindedirler. Bu koşulları daha uzun sürdüremenin kendileri açısından tehlikeli sonuçlara yolaçacağını bilmekteler. Açların sokağa döküleceği korkusunun yaşanmadığını söyliyemeyiz. Açıkcası, ‘donsuzlar’ın her an sokağa çıkacağından çekinilmektedir.     Artık Türkiye’de egemen güçler, gerek emekçi yığınların tepkilerini dikkate almak ve gerekse kendi iç çelişkilerine günümüz dünya koşullarına uygun çözümler bulmak zorundalar. Günümüz koşullarında kitlelerin demokratik, ekonomik ve sosyal istemlerini şiddet politikasıyla bastırma olanaklı değildir. SSCB’nin varlığı döneminde sosyalist sistem bahane edilerek, başta ABD olmak üzere, emperyalist güçler, çıkarlarının tehlikeye düştüğü ülkelerde faşist askeri darbeler düzenliyor ve bunların yaşatılması için de her türlü desteği sunuyorlardı. İkinci paylaşım savaşından sonra, sosyalist sisteme karşı emperyalist-kapitalist sistemin güçlü görünmesi adına, Avrupa’nın göbeğinde İspanya ve Portekiz faşist diktatörlükleri kırk yıl boyunca ayakta kalabilmişti. Özellikle Latin Amerika ülkelerinde faşist diktatörlükler inşa edilmiş ve yıllarca yaşatılmıştır. Ülkemizde de her on yılda bir askeri diktatörlükler gelenek haline dönüştürülmek üzereydi. Üstelik tüm bunlar “demokrasiyi”, ”hür dünyayı koruma” adına yapılmıştı. Ama günümüzde emperyalist sistemin elinde artık bu gerekçeler kalmamıştır. Elbette bunlar ABD ve Batı Avrupa güçlerinin dünya pazarlarını bölüşümü kavgasından geri durdukları anlamına gelmemektedir. Bugün bölüşüm çok farklı bir biçimde ve daha vahşi yöntemlerle yapılmaktadır. Körfez bölgesinde, Yogoslavya’da ve Kafkaslar’da yaşananlar, Emperyalist güçler arasında pazar bölüşümünün doğurduğu sonuçlardır.     Açıkcası, Türkiye’de burjuvazi darbelerle, darbe tehditleriyle yol alınamayacağının farkına varmıştır. Dünya çapında ekonomik koşulların bilincindeler ve sermaye gücünün aldığı yeni biçimi görmekteler. Sosyalist sistemin çöküşüyle birlikte ABD ve sanayileşmiş diğer ülkeler için muazzam aç bir pazar oluşmuş durumdadır. Bugün sermayenin daha bir globelleşmesi sözkonusudur. Sanayi ve finans tekelleri hiçbir sınır tanımaksızın yeni aç olan pazarları yutmak için birbirleriyle kıyasıya rekabet etmektedirler. Sermayelerini daha fazla sermaye katmak için ülkelere istedikleri ekonomik düzenlemeleri dayatmaktadırlar. Kredi olanaklarıyla geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelere yön verebilmekteler. Globelleşen sermaye az da olsa bölüşmeden yana değildir. Uluslararası finans ve ticari kartellerin yaptıkları ticaretin dünya ekonomik hacminin üstünde olması ne kadar acımasız olduklarının bir göstergesidir. 90’lı yılların başından bu yana sermaye açısından yaşanılanları, bir anlamda kapitalizmin kendini besleme, geliştirme kaynaklarının arttığı biçiminde de değerlendirebiliriz. SSCB’nin yıkılışıyla birlikte açılan yeni pazar olnakları kapitalizme muazzam güç katmıştır. Sahnede tek başlarına kalmanın verdiği cesaret ve güven vardır. Oyunlar tek taraflı oynandığından, istedikleri düzenlemeleri yapmayanları bir anda iflasa sürüklemede tereddüt etmemektedirler.     Türkiye’ye bügüne kadar şamar atılmaması bizleri hiçte şaşırtmamalı. Balkanlar’da ve Kafkaslar’da köşe taşlarını yerine oturtma süreci yaşanmaktadır. Hatta Irak’ın konumundan ve Filistin sorununun henüz tam anlamıyla çözüme ulaşmamış olmasından dolayı aynı süreç, Ortadoğu için de geçerlidir. Yani bu bölgelerde SSCB’nin yıkılmasından bu yana bir geçiş süreci yaşanmaktadır. Türkiye, bu geçiş sürecinde yapılacak düzenlemelerde aynı zamanda bir denge rolü oynamaktadır. İflasdan kurtulmasında oynadığı bu ‘denge’ rolünün önemli payı vardır. Oynadığı role karşı Türkiye’ye verilen destek veya hediye, ‘iflas ettirilmemedir.’ Piyasada dönen kara paradan alınan güç ve ticaretin neredeyse yarıya yakın bir kısmının Avrupa ülkeleriyle yapılması ve yüksek faiz politikası daha çok tali planda yer alan nedenlerdir. Yoksa dev sanayi ve finans kuruluşlarının ABD ve Avrupa ülkelerinin iç pazarlarında bile ne kadar acımasız

Page 109: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

davrandığı bilinmekte. Daha 90’lı yıllara kadar özellikle Batı Avrupa ülkelerinde çalışanların ekonomik ve sosyal yaşam standartları yükselirken, bügün aynı durum geçerli değildir. İşsizlik Avrupa’nın en büyük sorunu haline gelmiştir. Avrupa’da geçmişte işverenlerle çalışanlar arasında bir konsensusdan bahsediliyordu, fakat bügün bu, işverenler tarafından tek taraflı bozulmuş durumdadır. Daha üstün teknikle, daha dar yatırım ama daha çok kâr temel alınmış durumdadır. Bu yönlü uygulamara baktığımızda Türkiye’ye verilen zaman, kara kaşa kara göze verilmiş değildir.     Sermaya transferinin akıl almaz boyutlara ulaştı günümüzde, sermaye gittiği her yerde siyasal istikrar istemektedir. Her yönüyle en kısa zamanda, en kısa yoldan rahat bir ortamda yüksek kâr peşinde koşmakta. Türkiye’de sermaye çevreleri, düyanın değişen bu koşullarını dikkate almak zorundadır.     Artık Türk burjuvazisi de ulaştığı bugünkü seviyede ekonomik ve sosyal alanlarda restorasyon dönemine girilmesinden bir sakınca duymamakta. Son yirmi yıllık acımasız sömürüsüyle önemli oranda sermaye birikimi sağladığından, toplumda açılan yaraların bir nebzecik sarılmasından, dolayısıyla istikrardan yana tavır almaktadır. Türk burjuvazisi de artık ülke dışına taşmaya başlamış, Balkanlar’da ve Kafkaslar’da şimdiden önemli sayılabilecek yatırımlara yönelmiştir. Hatta Kafkasya ve Avrasya’da Türk devletlerine küçümsenmiyecek sermaye ihraçlarına başlamışlardır. Devletin yeniden yapılanmasından serbest pazar kurallarının sonuna kadar uygulanmasından yana tavır almakta. Kendi içindeki rekabeti de serbest pazar kurallarına göre yürütmekten yanadır. Sanayici bujuvazi özellikle bunu dayatmaktadır.     Bunlar ve benzeri nedenlerden dolayı Türkiye’de darbe yapılmasına ihtimal verilemez. Darbe, Türkiye’nin yeni dönemde oynadığı ‘geçiş köprüsü’ rolüne, yani uluslararası dengelere ters düşer. Muhtemel bir darbe hareketi “ön karakolluk” göreviyle “geçiş köprüsü” görevinin birbirine karıştırılması olur ki, bu da, egemen güçler açısından felaket demektir. Direkt bir müdahale yerine, 90’lı yılların başından buyana süregeldiği gibi, Milli Güvenlik Kurulu kararlarıyla veya Genel Kurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının zaman zaman çeşitli biçimlerde müdahaleleriyle devlet yönetimi götürülmeye çalışılacaktır. Resteraston dönemi daha çok bu biçimde aşılmaya çalışılacaktır.    Bu koşullarda sol muhalefete önemli görevler düşmektedir. Sol muhalefet, ekonomik, sosyal, kültürel, demokrasi ve insan hakları vb. alanlarda çok iyi hazırlanmış proğramla en geniş katılımlı örgütlü bir kitle hareketi yaratmayı temel alırsa, olumlu sonuçlar elde edebilir. Kitlelere ulaşmada işlenen klasikleşmiş hatalar bir tarafa bırkılıp, esas güç Anadolu’dan alınmalı. Geçmişte birkaç metrepolde örgütlenen aydın ve sınırlı kitleyle hareket edilerek Türkiye genelinde söz sahibi olunmaya kalkışıldı. Sınırlı bu kitle de daha çok öğrenci-gençlikten oluşuyordu. Esas ulaşılması gereken Anadolu halkı neredeyse unutulmuştu. Özellikle bu dönemde, her farklı düşüncenin kendine bir bakkal misali ayrı bir oluşumu tercih etmesi sekterliktir. Bu nedenle, çıta, farklı eğilimleri kendi içinde eritecek kadar yüksek tutulursa, tam anlamıyla bir kitle hareketi geliştirmenin olanakları çok fazladır. Proğram, slogancılığa pirim vermeden işçi sınıfının, köylülüğün, orta snınıfların, giderek çoğalan işsizler ordusunu, ezilen sömürülen, çağın gereklerine uygun yaşam sürdürmenin dışına atılmış herkesi temel almalı. Proğram, emekçi yığınların günlük çıkarlarını, orta ve uzun vadeli çıkarlarını dile getirecek bir anlayışla ele alınıp uygulanırsa, demokratikleşmede ciddi mesafeler alınacağı kesindir. Halkın sistemle yaşadığı en basit çelişkiler, bujuva partilerin birbirlerine karşı koz olarak kullanımına bırakıldığı müddetçe sonuca gidilemez. Kitleler, bu partilerin hiçbir şey veremeyeceğini bile bile kötülerin içinden iyisini seçme gibi bir tercihle karşı karşıya bırakılmamalıdır.     İşsizlik, sanayi, kalkınmada öncelikli bölgeler, sanayi yatırımlarında öncelikler, enerji, tarım vb.daha bir çok konular da projelere dayalı somut politikalar oluşturarak kitlelere gidildiğinde sonuçlar alınabilinecektir. Elbette akşamdan sabaha büyük başarılar alınamayacağı bilinen bir gerçektir. Emekçi yığınların çıkarlarını koruma ve çözümlemek için bugünden çaba gösterme önemli bir halkayı oluşturmaktadır. Hatta tek başına hükümet etme, veya uygulanabilinir bir proğram üzerinde anlaşılacak güçlerle koalisyonlar oluşturarak hükümet etme olasılıkları dıştalanamaz. ‘Sermayenin partileri’ deyip koalisyonları ret etme, yönetme gerçeğinden kaçma ve yığınları tümüyle sermaye partilerinin yönetimine terketmedir.    Ayrıca, sol hareket, kendini küreselleşen dünya koşullarının dışında göremez.Artık içinde

Page 110: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

bulunduğumuz koşullarda sanayiden tarıma, hatta elsanatlarına kadar bütün alanlarda ülkelerin birbirleriyle ilişkisi görmemezlikten gelinemez. Ekonomik ve sanayi alanlarında başlıbaşına bağımsız gelişmeden bahsetme oldukça zordur. Devlet yatırımlarında ve devlete ait stratejik olmayan sanayi ve ticari kuruluşlarının tümünü elde tutmada ısrarlı davranmak 30’lu, 40’lı yıllarla önümüzdeki ikibinli yılların farklı gerçekliklerini kavramamadır. Hatta istihdama yönelik yabancı sermaye yatırımlarının önü açılmalıdır. Ama bu demek değildir ki, öz sermaye olanakları sonuna kadar zorlanmayacak, olanaklar ölçüsünde kendi kaynaklarımıza dayanma temel alınmayacak. Yine belli bir proğram çerçevesinde öncelikli sanayi alanlarından başlanarak ağır sanayi temel alınmalı. Serbet pazar politikası bügün ülkemizde uygulandığı biçimiyle başı bozukluk, isteyenin istediğini yapma serbestisine sahip olma değildir. Korumacılığı tümüyle sona erdiren, dampingciliğe kapıların sonuna kadar açılması da değildir. Ama bu politika köşe dönücülere fırsat tanımaya, devlet bütçesini talan etmeye, özelleştirme adına devlet bankalarının ve ticari kuruluşlarının yağmalanmasına, yüksek enflasyon ve faiz uygulamalarıyla bir avuç azınlığın milyarlarına milyarlar katmaya dönüştürülmüştür. Böylece yatırımların azalmasına, ekonominin daralmasına, kalkınma hızının düşmesine, işsizliğin artmasına gelir dağılımında korkunç uçurumların doğmasına ve sonuç olarak nüfusun neredeyse yarısına yakın bir bölümünün açlık sınırına getirilmesine neden olunmuştur. Üstelik bu uygulamalar hem sağ ve hem de sosyal demokrat olduğunu iddia eden partilerin ittifakıyla yapılmıştır. Bu tür ittifaklar sol güçlerin önünü açmada oldukça yardımcı olmuştur. Tüm bu uygulamalar karşısına alternatif bir proğramla çıkılması elbette kitlelerin ufkunu açacaktır. Oluşturulacak proğramda sekterizme kaçmadan globelleşen dünya koşullarına uygun kontrollü adımlar atılmasından geri kalınmamalıdır. Bunlardan biri de, burjuva partilerinin olumsuzluklarına rağmen zorunlu kabul edilen sahalarda özelleştirmenin önünde engel olunmamalı. Türkiyenin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal koşullara, uluslararası sermaye ve pazar ilişkilerine bakıldığında bunun gerekliliği kendiliğinden ortaya çıkar. Hangi iktidar biçimi gelirse gelsin, bu alanda planlı ciddi, sonuç alıcı adımlar atılmadığı müddetce, ekonomik alanda başarı sağlama olanağı yoktur. Koşullar gözönünde bulundurulmadan her alanda devletci politikada ısrarlı davranma uluslararsı ve ülke gerçekliğini görmemezlikten gelmedir. Bu noktada önemli olan, özelleştirmenin yapılış biçimi ve elde edilecek gelirlerin hangi temel alanlara aktarılacağıdır.    Sol güçlerin üzerinde dikkatle durması gereken bir diğer noktada, Avrupa Birliği ile olan ilişkilerdir. Ülke içinde devam eden ağır baskı koşullarından dolayı, bazı sol kesimler, baskılardan kurtulmak için Avrupa’yı özgürlüğe açılan bir pencere görme alışkanlığı edinmiştir. Bu anlayışın yanlışlığı pratikte görülmüştür. Avrupa hemen her koşulda çıkarlarına göre hareket ettiği bir gerçektir. Bu anlamda içinde bulunduğumuz koşullarda halkın gücüne güvenme, her zamankinden daha fazla temel alınmalıdır. Avrupa’nın demokratikleşme adına dayattığı, ülkemizin daha geniş çaplı yağmalanmasıdır. Bunları dile getirirken, Türkiye’nin dış ticaretinin yarıya yakın bir bölümünün Avrupa ülkeleriyle yapıldığı gerçeği elbette bir tarafa bırakılamaz. Avrupa’ya birçok alanda bağlılıktan bir anda kurtulmanın pek kolay olmadığı da bir olgudur. Yılların sanayi, mali ve ekonomik bağımlılığı bir kılıç darbesiyle kesilip atılamayacağı ortadadır. Ama günümüz koşullarında Türkiye’nin ekonomik kapasitesi dikkate alındığında, birçok alternatifi bir arada kullanma olanağına sahip olunduğu yadsınamaz. Balkanlar’dan Ortadoğu’dan Çin’e kadar çok büyük bir alanda, Türkiye’nin önü açılmıştır. Avrupalı’ların istediği tarzda ilişkilerin sürdürülmesiyle, ülkemizde istediğimiz anlamda bir kalkınmayı, modernleşmeyi sağlıyamayız. Bu konuda bugüne kadar yapılan propaganda ve ajitasyonlarla kitlelerin ufku oldukça daraltılmıştır. Kitlelere kalkınmanın, modernleşmenin tek garantisi, Avrupa ile ilişkiler gösterilmiştir.     Yine, islamcı gelişmenin önünün tıkanması, laikliğin korunmasında Avrupa merkez olarak gösterilmiştir. Oysa bunlar, işbirlikçi sermaye güçlerinin yutturmacasından başka bir şey olmadığı açıktır. Daha çok metrepol kentlerde küçümsenmiyecek boyutta geniş bir kitle buna inandırılmıştır. Bugün laikliğin ve demokrasinin garantisi gösterilen Avrupa ve Amerika, sözkonusu Türkiye olunca, islamcı akımların gelişmesi için elinden geleni arkasına koymamaktadır. 12 Eylül cuntasıyla birlikte uygulamaya konulan ‘yeşil hat’ stratajisinin günümüz koşullarına uygun değişik versiyonları hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. İslamcı örgütlenmelerin Avrupa Birliği ve ABD dostu politika yürütmeleri boşuna değildir. Unutmamak

Page 111: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

gerekir ki, ülkemizde laik Cumhuriyet rejimine karşı İslamcı akımların ciddi ve örgütlü tehdit edici güç haline gelmeye başladığı ilk dönem, ABD destekli Demokrat Parti iktidarı dönemidir. Bu nedenle başta ABD ve Avrupa’nın ülkemize karşı ikiyüzlü tutumu hiçbir zaman gözardı edilemez. Günümüz koşullarında ülkemizin önünü tıkamanın, çağın gelişmesinin gerisinde bıraktırmanın ve böylece her koşulda kendilerine bağımlı kılmanın bir aracı olarak islamcı güçler desteklenmektedir. Bunun için de sol güçler ülkemizde demokrasinin ve insan haklarının gelişimini halkımızın örgütlü gücünde bulmak zorundadır.Birtakım alanlarda yapılacak özelleştirmelerle ABD ve Avrupa Birliğine yönelik uygulanması gereken politikalar arasında çelişki görenler olabilir. Ama içinde bulunduğumuz dünya ve ülke gerçekleri dikkate alındığında, izlenmesi gereken bu politikanın, hiç de çelişmediği görülecektir.    Türkiye’de irticağın, her türlü çağdışılığın gelişmesini engelleme, yoksulluğun ve açlığın ortadan kaldırılması, kitlelerin aydınlanması, insan hak ve özgürlüklerin hayata geçirilmesiyle sağlanır. Çağdışı gericiliği yoketmenin, kendi ayakları üzerinde duran bir Türkiye yaratmanın başka olanağı yoktur. Sorunları baskı yoluyla gizleyerek, gericiliği besleyen kaynağı görmemezlikten gelerek, geçiçi çözümler üreterek istenilen noktaya gelinemeyeceğini kimse inkȃr edemez. Bakı karer Ocak 1998

 YENİ POLİTİK ARAYIŞLAR

     SSCB’nin dağılması dünya genelinde olduğu gibi Türkiye’nin güçler dengesinde de yeni bir mevzilenmeyi getirdi. 1991’den buyana süreklileşen istikrarsızlığın önemli nedenlerinden biri de, SSCB’nin dağılmasının yolaçtığı sonuçlardı. Bunun en belirgin yansımasını daha çok dış politikada görüyoruz. Geçmişte hangi siyasal kanat hükümet olursa olsun dış politikada izlenen stratejinin genel hatlarında kayda değer bir değişikliğe gidilmesi sözkonusu olmazdı. Günümüzde ise devlet örgütlenmesinde ve politikasında her kanat salt kendi politikasının egemen olmasının kavgasını veriyor. Bu kavgada belirginlik kazanmış eğilimlerden DYP ve ANAP, ABD ile stratejik işbirliğini temel almaktadır. Bölgesel bir takım çıkarlar gündemleştiğinde ANAP, DYP’den farklı tavırlar gösterse de, bunlar pek fazla önemli ayrılıklar teşkil etmemektedir. Diğer bir eğilim ise, yine ABD ile sıkı işbirliği temel alınarak Rusya Federasyonu ile ticari ve mali alanlarda ilişkiler geliştirerek bir denge kurmayı amaçlayan, hatta Japonya ve Çin’e açılmayı isteyen DSP-CHP ikilisidir. Ama hemen belirtelim ki, bu eğilimde ısrarlı davranan daha çok DSP’dir. Sosyal demokrasinin DSP kanadının biraz daha ileri giderek, Avrupa Birliği’ne pek sıcak bakmadığı da söylenebilinir. Her sivil siyasal kanat gücünü konuşturabilmek için ordu içinde kendine bağlı gruplar yaratmanın çabasını sürdürüyor. Ordu, geçmişte, devletin diğer kurumlarına nazaran bütünlüğünü korumuşken, bugün artık bu özelliğini önemli ölçüde kaybetmiştir. Türkiye’de devlet örgütlenmesinde ordunun rolü ve gücünü dikkate aldığımızda, önümüzdeki süreçte bu durumun ciddi sonuçlara yolaçaçağını söylemek gerekir. Aslında dünya güçler dengesindeki değişime hazırlıksız yakalanmanın getirdiği bir panik yaşanmaktadır.    Geçmişin ileri karakol olma özelliğinin verdiği dar politik çerçevenin dışına çıkıp, dünyanın değişen siyasal koşulların da Türkiye’nin varlığını önplana çıkartacak yaklaşım sergileme yerine, gelişmeleri dışarıdan seyreden konumda kalındı. Hemen her alanda çağın gelişmelerine uygun yeniden yapılanmanın içine girilmediği sürece böylesine atıl kalınacağı bir gerçekti. Bu nedenle de, Balkanlar’da, Kafkasya’da ve Ortadoğu’da ortaya çıkan yeni siyasal gelişmelerde çok önemli olanaklar ortaya çıkmasına karşın, ABD ve AB’nin kuyrukcusu olarak kalma yeğlendi. Bu sefer çare 50’li yılların politikasına geri dönülmekte bulundu. Türkiye o yıllarda bilindiği gibi Avrupa tarafından NATO’ya alınmak istenmemiş, sadece “Ortadoğu Komutanlığı” göreviyle sınırlı

Page 112: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

bırakılmak istenmişti. Dönemin iktidarı NATO’ya girmek için ve girdikten sonra da bağlılığını ispatlamak için her türlü çabayı, daha doğrusu cambazlığı göstermişti. Bugün Türkiye’nin izlediği politikayı, “Türkiye Cumhuriyeti hiç bir dönemde bu kadar yalnız kalmamıştı” diye eleştirenler, aslında geçmişi unutturmak isteyenlerdir. SSCB’ye karşı NATO üyesi olarak iyi bir “önkarakol” ve Ortadoğu’nun bekçiliğini nasıl başarıyla yerine getirebileceğini gösterme adına, Süveyş sorununda Mısır’ın yanında değil, İngiltere’nin yanında yer aldığını, devrimci uyanışı bastırmak için Suriye’yi işgale kalkıştığını,Tunus ve Cezayir’de bağımsızlık hareketlerinin karşısında emperyalist işgalci güçlerle birlikte hareket ettiğini, yine E. Hover doktirininin en ateşli savunuculuğunu yaptığını bilmekteyiz. Türkiye yaranma politikasını her zaman en uç noktada yerine getirmiştir. Bugün de “önkarakolluk” görevinin sona erdiğinin bilincinde olduğu için, yeni yüklendiği “geçiş köprüsü” rolünü oynamaya koyulmuştur. Bu rolün de “önkarakolluk” rolü kadar sakıncalı olduğu bir gerçektir.    Ama her şeye rağmen Türkiye, bugün geçmişe oranla çok daha güçlenmiş ve süper güçlerin dayatmalarına boyun eğmeyecek kadar büyümüştür. Önümüzdeki ikibinli yıllarda “geçiş küprüsü” rolü havasına kapılınmazsa, yeni dönemin konjektörü ve olanakları eğer akıllıca değerlendirilirse, Türkiye hem tarım, hem de sanayi alanında kalkınmış sosyal bir devlet olma fırsatını yakalayıp, yeni yüzyılın refah bir ülkesi konumuna kısa sürede ulaşır. Kısaca bilgi çağının bir ülkesi ve devleti olabilir. Ülkenin böylesi bir konuma yükselmesi, ne salt AB’ye katılımla, ne de salt ABD’yle stratejik ittifak geliştirilerek başarılabilinir. Uzun vadeli çıkarlara ters düşen böylesine dar politikalar yerine, AB’den Arap ülkelerine, ABD’den Rusya Fedarasyonu’na ve Kafkaslar’dan Çin’e kadar çok geniş bir yelpazde geliştirilecek politikalarla Türkiye yeni yüzyılda hak ettiği yerini alabilir. Fırsatlar geçmiş dönemlerden çok daha büyüktür. 1998 TemmuzBaki Karer

  KIBRIS VE EGE SORUNLARI

     Kıbrıs ve Ege sorunları, Türkiye ve Yunanistan’ın yıllardan buyana kangren olmuş yaralarıdır. Bu sorunların çözülmemesinin altında her iki ülkenin egemen sınıflarının çıkarları kadar, emperyalizminde çıkarları yatmaktadır. Adanın emperyalist güçler açısından Ortadoğu için stratajik bir öneme sahip olduğu bilinmektedir. Ada, Ortadoğu halklarına karşı gerici iktidarları, özellikle Arap işbirlikçi iktidarlarını ayakta tutabilmek için bir üst olarak kullanılmaktadır. Daha doğrusu petrol bölgelerinin bekçiliğini yapmada bir üst görevi görmektedir. Ada üzerinde söz sahibi olma politikasına son dönemlerde Rusya’da katılmış durumdadır. Bugünkü yönetim adeta Çarlık politikasını, yani Akdeniz’e inme politikasını yeniden hortlatmıştır. Kıbrıs politikasında gerçekçi olmamak demek, aynı zamanda süper güçlerden birine hamilik yapmak demektir. Sorunun çözümsüz,sürüncemede bırakılmasının esas nedeni emperyalist güçlerin politikasından kaynak lanıyor. Böylece hem adayı sürekli kontrollerinde tutuyorlar ve hem de Türkiye ve Yunanistan’ın gelişip güçlenmesini engelliyorlar.       Her iki ülkenin yönetimleri de akıldışı, maceracı bir yol izlemektedir. Oysa çağımızda ciddi bir biçimde demokratikleşmenin ve gelişmiş refah düzeyine ulaşmanın yolu barış içinde bir arda yaşamadan geçer. Her an karşılıklı savaşa kadar varacak hırçınlıklarla ve üstelik bunu uzun süreli kılma gibi bir sorumsuzluk içine girmekle, herhangi bir kazanç elde edilemeyeceği kabul edilmeli. Bugün gerek Yunanistan’ın gerekse de Türkiye’ nin yoksulluklar içinde yüzmesinin bir nedeni de, aralarındaki çelişkileri sunni yöntemlerle sürekli kılmalarıdır. Sürdürdükleri silahlanma yarışı ile ekonomilerini çökertmektedirler. Her iki ülkenin egemen sınıfları da çok iyi bilmektedirler ki, günümüz koşullarında savaş yoluyla bibirlerine üstünlük kurmaları imkansızdır. Aralarında çıkacak bir savaşta yenilen bir taraf olsa da sonuçta kaybeden ve kazanan taraf diye bir şey sözkonusu olmayacaktır.     Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunları ele alırken gerçekçi olmak zorundayız. Avrupa’nın kıyısında köşesinde kalmış birkaç demokratik kurum ve kuruluşlardan destek alma pahasına, Yunanistan’ın yürütmüş olduğu şöven ve haksız politikalarına alet olma tam anlamıyla çirkinliktir.  Eğer halkların kardeşliğini ve barış içinda yaşamasını istiyorsak, Yunan yönetiminin

Page 113: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

de Türkiye ile olan sorunlarını abarttığını, haksız olduğu birçok noktaların bulunduğunu, mevcut çelişkileri emekçi yığınlar üzerindeki sömürüsünü örtmede kullandığını sergilemeliyiz. Bu Yunan halkına, emekçi yığınlarına yapılacak en iyi hizmettir.     Yunanistan Kıbrıs’ın tümüne sahip olma anlayışından vazgeçmeli, Ege sularını on mile çıkarma isteminden geri durmalıdır. Uluslararası anlaşma bahane edilerek Ege denizinin özellikleri gözardı edilemez. Bunlar Türkiye’ye karşı ileri sürülmüş haksız isteklerdir. Kıbrısta Türk halkını tanımayı kabul etmeyen, çağdışı Helenizmde inat eden Yunanistan’ın demokratlığı da tartışılır. Türkiye kadar Yunanistan da gereksiz savunma giderleriyle halkını yoksul bırakan bir ülke olduğunu unutmamalıyız. Kıbrısta çözüm, her iki halkın da içişlerinde bağımsız ve özgür olma kaydıyla merkezi bir devlet çatısı altında birleşmeleridir.     Ayrıca ada üzerinde İngiltere’nin garantörlüğüne ve üs sahibi olmasına son verilmelidir. İngiltere’nin ada üzerinde hiç bir hak iddia etme hakkı yoktur. Ada ancak bu koşullar da emperyalizmin bir üssü olmaktan kurtarılabilinir. Aynı zamanda Türkiye ve Yunanistan da adadaki askeri güçlerini çekmelidir. Kıbrıs’ı barış adası, Ege’yi de barış denizi yapmamak için bir neden yoktur. Gerek Türkiye, gerekse Yunanistan, üzerlerinde başka güçlerin oyun oynamasına fırsat vermeksizin sorunları cesaretle başbaşa görüşerek çözüme odaklanmalıdır.  Kasım 1999 BAKİ KARER 

BAZI GELİŞMELER ÜZERİNE     Uzun zamandır yazamadım. Bu süre içinde Türkiye’de ve dünya genelinde çok ciddi gelişmeler yaşandı. Yakın zamanda en önemli gelişmelerden biri uluslararası alanda yaşanan ekonomik kriz. Belki 1929’un düzeyinde değil ama yine da çok yıkıcı bir kriz. Globalist döneme özgü ekonomik ve finans uygulamalarının sona erdiğini artık söyliyebiliriz.Amerika Birleşik Devleti başta olmak üzere Avrupa’da dev sanayii, sigorta şirketleri ve finans kuruluşları ya iflas ettiler, ya da iflasın eşiğinden ‘kurtarma’operasyonlarıyla kılpayı kurtuldular.    Bu son iflaslarla dünya pazarlarını tek bir Pazar görme anlayışının iflas ettiğini söyliyebiliriz. Sınır tanımayan, üretime yönelik olmayan yüzer-gezer sermaye dönemi bitmiştir. Büyük finans ve sanayii kuruluşlarının çıkarları devletlerin ekonomik, siyasi ve askeri çıkarlarına tabi kılınacaktır.Bir anlamda 50-60’lı yılların politikasına geri dönüş yapılmıştır. Bölgelerin, pazarların bölüşümüne yeni bir dizayn verilmektedir. Bu politikaya geçişde teknolojik alandaki gelişmelerden tutun da gelişmiş ülkelerdeki pazar ekonomilerinde yaşanan durgunluk gibi daha bir çok nedenleri sayabiliriz. Ama asıl nedenin Rusya’nın yeni dünya pazarlarının dizaynında ‘ben de varım’ demesidir. Özellikle Gürcistan’a yönelik askeri harekatın hemen arkasından finans kuruluşlarının iflası pek tesadüfi değildir. Dünya genelinde iki kutupluluğa doğru bir süreç yaşanmaya başlanmıştır.     Ülkedeki en önemli gelişmelerden biri de AKP hakında verilen Anayasa Mahkemesi Kararıdır. Çoğu kesimin beklediği kapatma kararı çıkmadı, ama bana göre kapatmadan daha beter bir karar çıktı; ezici bir oy çokluğuyla hem suçlu görüldü, hem de kapatılmadı. Yani suç işlemiş bir partinin iktidarını sürdürmesine izin verildi. Ne zaman ve hangi koşullarda demoklesin kılıcı olarak kullanılacak belli değil. Türkiye’de islamcı örgütlenmelerin tarihsel yapılanması ve karekteri irdelendiğinde bu duruma pek ses çıkarmayacakları belliydi. Kapatılmamanın elbette bir çok nedenleri var ama esas nedeni, genel siyasal yapılanmada yaşanan tıkanıklık denilebilinir.     Amerika emperyalizminin ulus devletleri yıpratma ve zayıf düşürme politikasıyla içteki siyasal tıkanma birleşince AKP bir anda adeta kurtarıcı olarak ortaya çıktı. Geniş kitlelerin ‘ümidi’ haline geldi. Ama ABD’nin özellikle küçük ulus devletleri sadece güçsüz düşürmekle kalmayıp, giderek mezhepsel ve azınlık çatışmaları kızıştırarak parçalara bölme politikası, Türkiye’de halk yığınlarının ekonomik ve sosyal beklentilerinin tamtamına zıttı.     AKP ABD’nin ve yerli işbirlikçilerinin desteğinde tüm gücüyle gobal politikaları uygulamaya başladı. Yaptığı bir dizi düzenlemelerle ülkemizin ekonomik olanaklarını sanayileşmiş ülkelerin tekellerine peşkeş çekti. Borsa, yüksek faiz ve sabit kur üçgenine sıkışarak reel sektörü hareket edemez hale getirdi. Tarımı adeta yok saydı. Bankaları yok fıyatına sattı. Devlete ait kȃr eden

Page 114: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

kuruluşları bile ‘Dünyaya açılıyoruz’ yutturmacası altında yabancılara neredeyse hibe etti. Açıkcası Türkiye’yi bölgesel güç yapacak her türlü olanaktan yoksun bırakacak ekonomik ve mali uygulamalar içine girdi. Kapatma davasının açıldığı dönemde bir kaç istatiksel rakam bile, iktidarın ekonomik alanda uygulamalarının sonuçlarını göstermektedir: Örneğin Haziran 2008’de kapanan işyeri sayısı 25785, geri dönmeyen kredi toplamı 12 milyar YTL’ bulmuştur. İcra korkusundan insanlar artık evlerinde uyumamaya başlamıştır. Bu tablo 2001’i bile aratmaktadır. 2007 sonu itibariyle dış borç 247 milyar dolara ulaştı. Cari açık 45 milyar dolara dayandı. Cari açığın bu derce büyüklüğü ekonominin en kırılgan noktasını teşkil etmekte. Öğünülerek bahsedilen yabancı sermaye girişi ise tam yüzkarası tablo sergilemiştir. İstihdama yönelik olmayan, satın almaları önplanda tutan yabancı sermaye girişine kapılar sonuna kadar açıldı. Yabancı sermaye tipik Osmanlı döneminde yaptıklarını tekrar etmektedir. Nereden bakılırsa bakılsın AKP iktidarı özellikle Avrupa Birliği ülkelerinin ihtiyaçlarına göre hareket etti.     Siyasal alanda da Amerika Birleşik Devleti’nin ılımlı islam politikasına uygun uygulamalara geçti. Kuraan kurslarına hız vermesi, aslında kilise rahibelerine özgü türbanı yaygınlaştırması, fakirliğin, yoksulluğun, eğitimsizliğin simgesi kara çarşafı teşvik etmesi ve benzeri bir çok uygulamalarla çağdışı bir toplum yaratmaya yönelmiştir. Dış alanda da, bölgesel çatışmalarda rol almaya yönelmiştir. Bu nedenledir ki, Büyük Ortadoğu Projesi’nin ateşli savunuculuğunu yapmıştır. Bu projenin er veya geç Türkiye’nin başına yeni bir Sevr’i getireceğini tahmin edemediklerini söylemek olası değildir.     Adalet ve Kalkınma Partisi iktidar olmayı, ya da hükümet olarak ayakta kalmayı iç dinamiklere dayandırmayı değil,dış güçlere dayandırmayı temel almıştır. Bu nedenledir ki, ikide bir ‘Hepimiz aynı gemideyiz’ teranesini gündemden düşürmemekte. Yani aba altından sopa göstermekte.     AKP’ye böylesi bir ortamda kapatma davası açıldı. Aslında kapatma davasının açılması tehlikeli gidişe dur ihtarı taşımaktaydı. Bu davayı ‘Ergenekoncular’ olarak adlandırılan kesimle ilişkilendirmek bizleri yanlışlığa götürür. Elbette bahsedilen bu kesim AKP’nin kapatılmasını istemekteydi ve halen de istemektedir. Ama bahsedilen Erkenokoncu kesimin ülkenin siyasal gidişinde rol sahibi olma veya en azında etkili olma özelliğini yitirmiştir.Bu süreç tutuklamalarla başlamamış, çok daha öncelerden başlamıştır. Bu kesimin son bir kaç yıldan bu yana birden bire ‘ulusalcı’, ‘millici’ kesilmesinin ve anti Amerikancı bir görünüm almaya yönelmelerinin altında yatan esas neden, darbe için Pentegon’dan icazet alamamalarıdır. Soğuk savaş döneminin bu Gladyo takımı, aslında 98’lerden itibaren tasviye edilmeye başlanmıştır. Bugünlerde polisiye operasyonlarla sorgulamaya alınan ve tutuklanan kesime bir nevi Halaskȃran Zabitan örgütlenmesi de denilebilinir. O nedenle Kemalist geçinenlerle libarellere kadar geniş bir kesimi içermektedir. Bu ‘vatan kurtarıcı’ takıma artık ihtiyaç duyulmamaktadır.    Türkiye’de böylesi bir dönemde bir partinin kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya kalması doğal olarak sevindirici bir durum değildir. Bir partinin kapatılmasını tasvip ediyor değilim. Ama bu anlayıştan yola çıkarak, ortada diktatörlüğe doğru bir yönelim varsa ve böylesi bir tehlikenin büyüklüğünü dikkate almadan, ‘demokrasi’ bahanesi altına sığınarak ‘süreci sonuna kadar yaşayalım’ anlayışından hareketle, halkı tehlikeye karşı uyarmama tam bir vudumduymazlıktır, teslimiyettir.     Unutmayalım Hitler faşizminin Alman ve Avrupa halklarına yaşattıkları henüz unutulmuş değildir. Avrupa Birliği’nin kendi çıkarları sözkonusu olduğunda Avusturya’da yükselen faşist eğilime karşı aldığı tedbirleri görmemezlikten gelemeyiz. Elbette AKP iktidarının şu andaki konumunu faşist diktatörlükle suçlamıyorum, ama fırsatını bulduğunda da islamcı diktatörlük kurmaya meyilli bir yapılanmasının olmadığını da söyliyemem.     AKP, ilk iktidarı döneminde, anlayışı doğrultunda bir rejim oluşturmanın alt yapılarını hazırlamaya yönelik uygulamalar içinde bulndu. İkinci iktidar döneminde ise, yüksek oy oranıyla gelmenin de verdiği cesaret ve sarhoşlukla rejimde dönüşümü başlatacak adımlar atmaya başladı. Hemen herkese kafa tuttu. Güçler ayrılığını hiçe saydı. Açıkçası ‘tek ben varım ve istediğimi yaparım’ havasına girdi. Düzenin sınırlarını sonuna kadar zorlamaya başladı.    Bu nedenle, nereden bakılırsa bakılsın, yaşanılan kapatma davası sürecini açan AKP’nin akılalmaz zorlamaları olmuştur. Suçlu bulunmasına rağmen kapatma cezası verilmedi. Verilen bu cezayla adeta düzen sınırları içinde hareket etmeye zorlandı. Yani farklı bir biçimde çok ciddi

Page 115: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

uyarıda bulunulmuş olundu. Elbette bu nokta çok önemli; bir ülkede bir kuruluşun veya her hangi bir partinin suçlu bulunmasına karşın cezai bir yaptırıma gidilememesi aslında sistemin de bir tıkanıklık içinde olduğunun göstergesidir.     Bu tıkanıklığın esas nedenlerinden biri de, Irak’tır. Irak’ı başlı başına bir ülke olarak düşünmek artık olanaksızdır. Yani Irak bundan böyle Amerika Birleşik Devleti’nin bir eyaletidir. Ortadoğu’da varmak istediği hedeflerin önemli ölçüde bozulmuş olmasına karşın, uzun yıllar da böyle devam edeceğe benzemektedir. Türkiye bundan böyle attığı her adımda bu gerçeği gözönünde bulundurmak zorundadır. İşte Adalet Ve Kalkınma Partisi’nin suçlu bulunmasına karşın kapatılmamasını bir de bu noktada aramak gerekir. Bugün emperyalist güçler arasındaki Pazar kavgasının esas olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde yürütüldüğü dikkate alınırsa, bu durum daha iyi anlaşılır. Zaten Büyük    Ortadoğu Projesi de bu bölgeyi kapsamaktadır.    Aslında ABD Lübnan’ı ve Suriye’yi ikiye, Irak’ı da üçe bölerek Türkiye ve İsrail’le kontrol etmek istemektedir. Ama bu hedefine ulaşmanın önünde temel iki engel görmekte. Bunlardan biri İran biri de Türkiyedir. Arap ülkelerinin göstereceği karşı koyuşu pek ciddiye almamaktadır. Türkiye her türlü pazarlığa ve baskıya rağmen bu politikanın karşısında yer almayı çıkarlarına daha uygun görmektedir. Ama buna rağmen, devlet yönetimi içinde özellikle Irak’la ilgili izlenecek strataji konusunda tam bir görüş birliğine varıldığını söyleyemem. Çünkü Irak’la ilgili saptanması gereken strateji ve taktiğin merkezinde Kuzey Irak sorunu vardır. Devlet yönetiminde bu sorunla ilgili üç ayrı görüşün birbiriyle çatıştığını söylemek mümkündür. Bunlardan biri, bir kesim Kuzey Irak’ın topraklarmıza katılarak Doğu ve Güneydoğu ile birlikte Kürdistan eyaleti oluşturulmasıyla çözümün sağlanacağını iddia etmekte. Diğeri, Musul üzerinde fazla diretilmeksizin Kerkük’ün alınması karşılığında Küzey Irak’ta Bağımsız Bir Kürdistan devletinin kurulmasının kabul edilmesini istemekte. Üçüncü görüş ise, bu her iki çözümün karşısında yer alarak Irak’ın bütünlüğünün korunması kaydıyla, Kerkük’ün ya Bağdat’a bağlanması, ya da özerk statüde tutulmasında ısrarlı davranarak, Kürt Federasyonu’nun kabullenilmesini, Doğu ve Güneydoğu’da yapılacak bir dizi yapısal değişimlere paralel olarak, süreç içinde ekonomik ve siyasal açıdan Türkiye’ye bağımlı kılınmasıyla yetinilmesini istemekte. Hangi biçimde olursa olsun, sınırların genişletilmesinin karşısında yer almaktadır. Bu üç ayrı görüşün ortak olduğu bir nokta, Osmanlı İmparatorluğu’nun nüfuz ettiği alanda ABD’ye dayanak yeniden etkinlik kurmadır.    İşte iktidar partisinin şu anda oynamakta olduğu ve gelecekte oynayacağı rol bu noktada açığa çıkar. Artık AKP islamcı kimliğini farklı tarzda oynamak zorunda bırakılmıştır. Kuzey Irak’ta da Fetullahcıların nasıl hummalı bir çalışma içinde olduğunu bilmeyen yoktur. Diyarbakır ve daha bir çok mitinglerde Kuranı Kerim’li başı sarıklı hocaların boy göstermesi, DTP ile tırpanlanmış AKP ve Fetullahcılar arasında nasıl köprüler kurulduğunun göstergesidir. Bu ‘sırrı’ çözümlemek için çok fazla çabaya ihtiyaç yoktur. Bu politikanın gelecekte ne tür devşirmelere uğratılacağını ayrıca irdelemek gerekir     Türkiye dünya politikasında değişimi halen geriden izlemekte. Yeni döneme özgü gerek bölgesel çapta gerekse de küresel çapta çıkarlarını ifade edecek straji ve taktikler geliştirmede henüz yeterli konumda değildir. Sistemde tıkanıklığın esas nedenlerinden biri de, Avrupa Birliği politikasından kaynaklanmakta. AB’nin Türkiye’ye karşı izlediği ‘bekle gör’ politikasını özellikle AKP iktidarı ‘bekliyeyim, göreyim’ tarzında kabullenmiş ve dış politikada çıkmazın içine girmiştir. Alternatifsiz dış politika sürdürmede ısrarlı davranmaktadır.     Rusya ve Çin’le ilişkilere bir türlü dinamiklik kazandıramadı, daha doğrusu bu yönde yeterli bir çaba içine girmedi. Kafkas, Orta Asya, İran ve Arap ülkeleriyle hangi temelde çok yönlü işbirliği içine gireceği konusunda tam bir belirsizlik hüküm sürmekte. Abdullah Gül’ün Ermenistan ziyareti, ABD ve AB’nin politik baskılarına karşı aslında tavizkȃr tavır içine girmenin en belirgin örneğidir. Türkiye elbette tüm komşularıyla iyi ilişkiler geliştirmeli, dostluklar kurmalı ama bunları yaparken bağımsız ve özgür iradesiyle yapmalı. Dış güçlerin tayin ettiği zamanda ve biçimde geliştirilecek ilişkiler kalıcı olmaktan, sorunlara çözüm bulmaktan uzak olacağı bellidir.  Kaldı ki, Ermenistan’la ilişkileri bu kadar grift hale getirmenin, diasporayı bu güne kadar ciddiye almanın ve büyütmenin de bir anlamı yoktu. Öte yandan

Page 116: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Azerbaycan’la olan ilişkiler de bir bahane değildir. Sürdürülen bu politika, Türkiye’ye hiç bir şey kazandırmamıştır ve kazandırmazda. Aslına bakılırsa ‘Ermeni diasporası’ diye bir şey yoktur. ABD ve AB diasporası vardır. Yurtdışında yerleşik yaşam kurmuş bazı Ermeni gruplar, Türkiye’ye karşı politik baskı yapma aracı olarak kullanılmaktadır.    Tabii tüm bunları söylerken, Kafkas, Orta Asya ve Arap ülkelerine yönelik politika konusunda sadece AKP’yi sorumlu tutmak haksızlık olur. Bu bölgelere yönelik devletin belirlediği istikrarlı bir politikası yoktur. Bu durum, Rusya’nın Gürcistan’ı cezalandırma askeri harekâtından sonra daha bir netlik kazanmıştır. ABD hesabına Gürcistan ve Ukrayna ile geliştirilen ilişkilerin biçimine bakıldığında bu daha iyi anlaşılır. Bu iki ülke Rusya’nın zayıf noktaları olarak görülmekte. Bunlar Rusya’nın etkinlik alanında çıkartılırsa, ABD Kara Deniz’de ve Kafkasya’da daha özgür hareket edebilecektir. Ama Gürcistan’a yönelik askeri harekat bu politikaya önemli ölçüde set çekmiştir. Rusya’nın safdışı edilemeyeceği görülmüştür.     Bazı çevreler iki kutuplu bir dünyanın yeniden şekillendiğini iddia etmekte ama henüz iki kutuplu bir dünya sistemine girildiğini söyleyemem, ama bu yöne doğru bir süreç başlamıştır. Fakat Gürcistan olayı ve Polanya’ya yönelik tehditler bu doğrultuda atılmış çok ciddi adımlardır. En azından ABD ve müttfiklerinin Rusya’nın gücünü hiçe sayan yaklalaşımı iflas ettirilmiştir. Türkiye bundan sonra kendi devlet çıkarlarına uygun bir politika saptamasında bulunmak zorundadır. Dış politikada böylesi gel-gitler, iç politikada, sistemde tıkanıklığa neden olmaktadır.    Sistemde tıkanılığın bir diğer nedeni ise, sol ve sosyal demokrat cephede yaşanan dağınıklıktır. Sol hareketler zaten çok küçük gruplar halinde hareket etmekte, halkın ekonomik ve demokratik istemlerini karşılamaktan çok uzaktır. CHP’nin ise bu dönemde, özellikle AKP iktidarı döneminde fildişi kuleleri yıkıldı. Yıkılan fildişi kulelerini oradan buradan tamir etmekle zaman geçiriyor. Zaten genelde sosyal demokrat cephe de yeni döneme özgü strateji ve taktikler geliştirmede ciddi zorluklar yaşanmakta. Bir dönem kurtarıcı gibi sunulan İngiltere’de Blayır modeli muhafazaklar tarafından ezilip geçilmiştir. Ama her şeye rağmen CHP’de yaşanan çıkmazlık sistemi tıkamada önemli bir rol oynamakta. Halen elitlerle hareket etmekte direterek gelişmelerde rol oynamaya çalışmakta. Anadoluda yaşanan ekonomik ve sosyal değişimi algılamadan uzaktır. CHP’deki bu anlayışın partinin başına çöreklenmiş bu günkü yönetimle sınırlı olacağını düşünüyorum. Bir seçim yenilgisinin daha CHP’de ciddi değişimlerin başlangıcı olabilir.    Deniz Baykal’ın kara çarşaflılara rozet takmasının Anadolu’ya açılımla falan hiç bir alakası yoktur. Aslına bakılırsa tam bir provakasyondur. Biraz da Ordu’ya mesajdır. Yani, ‘Beni terk etme, yoksa seni terk ederim.’ Bu davranışın altı biraz daha kazınırsa, ‘bizim oğlanlar’ı, ‘netekim’cileri görev başına çağırma çıkar. Ama CHP bu günkü yapılanmasıyla ve politikasıyla terk edilmiştir, araya mesafe çoktan çekilmiştir.    ANAP ve DYP cizgisininde CHP ile ortak yanları dikkate alındığında dirilmeleri, yeniden alternatif konuma gelmeleri oldukça zordur. Anadolu’da ne köylülük, ne de orta sınıf 60’lı 70’li yılların köylülüğü ve orta sınıfı değildir. Ekonnomik ve sosyal yapıda ortaya çıkan köklü değişimler dikkate alınmadığı sürece, klasik muhafazakar cephe de yuvarlandığı köşede kalmak zorundadır.    AKP önümüzdeki süreçte hem Doğu, hem de Batı için giderek azalan bir eğri de izlese, ümit kaynağı olmaya devam etmektedir. Anadolu’da dar da olsa kırsal kesimde yaşanan burjuvalaşma, palazlanmaktan ümidini kesmemiş orta sınıf ve İstanbul burjuvazisine kafa tutmayı sürdüren sanayi burjuvazisi, AKP’yi bir süre daha kollayacaktır. Aslında bu günkü iktidar, Anadolu burjuvazisi için bir geçiş köprüsü olarak kullanılmaktadır. Yükselmekte olan Anadolu burjuvazisinin önemli bir kesiminin Avrupa ve uluslararası ilişkileri dikkate alındığında, bugün sıkısıkıya bağlı tuttuğu türbana, pekte öyle bağlı kalmayacağını göstermektedir. Önemli bir kesim tarafından, Türbanın, biraz da İstanbul’a karşı kimlik ispat etmenin bir aracı olarak kullanıldığını kabul etmek gerekir. BAKİ KARER  Aralık 2008  Emperyalizmin Ka HYPERLINK "http://www.karerbaki.com/attachments/File/Emperyalizm__n_kafkasya_politikas___l.doc" HYPERLINK

Page 117: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

"http://www.karerbaki.com/attachments/File/Emperyalizm__n_kafkasya_politikas___l.doc" HYPERLINK "http://www.karerbaki.com/attachments/File/Emperyalizm__n_kafkasya_politikas___l.doc" HYPERLINK "http://www.karerbaki.com/attachments/File/Emperyalizm__n_kafkasya_politikas___l.doc" HYPERLINK "http://www.karerbaki.com/attachments/File/Emperyalizm__n_kafkasya_politikas___l.doc" HYPERLINK "http://www.karerbaki.com/attachments/File/Emperyalizm__n_kafkasya_politikas___l.doc" HYPERLINK "http://www.karerbaki.com/attachments/File/Emperyalizm__n_kafkasya_politikas___l.doc"f HYPERLINK "http://www.karerbaki.com/attachments/File/Emperyalizm__n_kafkasya_politikas___l.doc" HYPERLINK "http://www.karerbaki.com/attachments/File/Emperyalizm__n_kafkasya_politikas___l.doc" HYPERLINK "http://www.karerbaki.com/attachments/File/Emperyalizm__n_kafkasya_politikas___l.doc" HYPERLINK "http://www.karerbaki.com/attachments/File/Emperyalizm__n_kafkasya_politikas___l.doc" HYPERLINK "http://www.karerbaki.com/attachments/File/Emperyalizm__n_kafkasya_politikas___l.doc" HYPERLINK "http://www.karerbaki.com/attachments/File/Emperyalizm__n_kafkasya_politikas___l.doc" HYPERLINK "http://www.karerbaki.com/attachments/File/Emperyalizm__n_kafkasya_politikas___l.doc"kasya Politikas HYPERLINK "http://www.karerbaki.com/attachments/File/Emperyalizm__n_kafkasya_politikas___l.doc" HYPERLINK "http://www.karerbaki.com/attachments/File/Emperyalizm__n_kafkasya_politikas___l.doc" HYPERLINK "http://www.karerbaki.com/attachments/File/Emperyalizm__n_kafkasya_politikas___l.doc"ı

EMPERYALİZMİN KAFKASYA POLİTİKASINDATÜRKİYE’NİN OYNADIĞI ROL

Kafkaslar günümüzde Ortadoğu kadar önemli olan bir bölge özelliğine sahip konuma gelmiştir. Çok zengin gaz ve petrol rezervlerine sahip olduğu için, siyasal açıdan yirmibirinci yüzyılın dünya dengesinde önemli bir yeri olacaktır. Kafkaslarda henüz berrak bir siyasal zemin yoktur. Yani, bu bölgede bulunan ülkelerde oturmuş siyasal rejimlerden bahsetmek için henüz erkendir. Başta ABD olmak üzere Almanya, Fransa ve İngiltere bu bölgedeki ülkeleri ekonomik ve siyasal açıdan kendilerine bağlamak için yoğun çaba göstermektedirler. Bu konuda önemli mevziler kazandıklarını da görmekteyiz. ABD’nin ve Rusya’nın geliştireceği stratejiler, bölgenin geleceğinde belirleyici rol oynayacağı görünmektedir. Her ne kadar ABD, Fransa, Almanya ve İngiltere Kafkasyanın yağmalanmasında birbirleriyle yarışırcasına hareket ediyorlarsa da, yine de, Rusya’nın etkin gücünü dikkate aldıklarından ortak bir noktada buluşmaktadırlar. Bu ülkeler stratejik hedeflerini uygulamaya koyarlarken, Çin’i de hesaba almak zorunda kalmaktadırlar. Özellikle ABD’nin stratejisi Türkiye’yi yanına alarak bu bölgede Rusya’nın etkinliğini mümkün olduğunca sınırlamayı, bölgenin zengin petrol ve gaz rezervlerini olabildiğince kullanıma açarak tüm Asya’yı daha kolayca denetim altında bulundurmayı amaçlamaktadır. Bölge ülkelerinin siyasal yönetimlerine egemen olan anlayış, sosyalizmin kazanımlarını inkar ve heba ederek, serbest pazar ekonomisi adı altında ülke olanaklarını emperyalist güçlere peşkeş çekmedir. Bu anlayışa bu ülkelerdeki azınlık, mezhep ve sınır çatışmaları gibi ağır sorunlar eklenince, emperyalist güçler politikalarını daha kolayca uygulamaktadır. Bugün Hazar Denizi’nde kıyısı bulunan ülkeler arasında yaşanan çelişkiler, Ermenistan’la Azerbaycan arasındaki Karabağ ve Gürcistan’la Ermenistan ve Rusya ile genel olarak Kafkas ülkeleri arasındaki bir dizi sorunlar, kısa dönemde çözüme kavuşacağa benzememektedir. Bu ülkelerin emperyalist ülkelerle ilişkilerini sıklaştırmada, yaşanan böylesi çelişkiler önemli rol oynamaktadır. Bölgenin ekonomik olanakları büyük ölçüde emperyalist güçlerin emrine sunulmuştur. Hatta ordularının eğitim ve donatımlarını Batılı güçlere dayandırmaya başlamışlardır. Bu noktada Türkiye çok önemli bir rol oynamaktadır. Türkiye bugün ABD’nin desteğinde Azerbaycan, Gürcistan başta olmak üzere, diğer Türk cumhuriyetlerinde küçümsenmiyecek ekonomik ve siyasal etkinliğe kavuşmuş, adeta onların koruyucu gücü haline gelmiştir. Bakü-Ceyhan petrol boru hattı gibi dev projeyi kullanarak, hem bölge ülkeleri üzerinde önemli oranda etkinlik kurmayı, hem de emperyalist güçler nezdinde stratejik önemini bir kat daha arttırmayı amaçlamaktadır. Ama tüm bu gelişmelere karşın, Rusya’nın genelde Kafkas ülkeleri üzerindeki etkisini veya gücünü yitirdiğini söylemek için henüz erkendir. Rusya’nın önümüzdeki süreçte nasıl bir tavır takınacağı ve denge konumuna gelip gelemeyeceği bilinmemektedir, ama birçok noktada kendine mihenk taşı edineceği de bir gerçektir. Bugün için genel olarak Kafkasya sorunlarla dolu bir bölgedir. Türkiye’nin bu sorunlardan

Page 118: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

kendini ayrı tutma olanağı yoktur; hem bölgesel çıkarlarını ve hem de ABD’ nin çıkarlarını koruma anlayışı sözkonusudur. ABD’nin çıkarları diyoruz çünkü Türkiye, ABD’nin ekonomik ve siyasal desteği olmaksızın fazla bir rol oynama şansı yoktur. Ama uzun vadeli ve ciddi sorunlarla karşılaşmamak için de Rusya Federasyonu ve ABD arasında bir denge sağlamak zorundadır. Bu dengeyi sağlıyabildiği oranda Kafkas petrolünün ve gazının uluslararası pazara taşıyacak boru hatını tartışmasız hale getirebilecektir. Bakü-Ceyhan petrol boru hattı projesi gerçekleştiği andan itibaren Türkiye’nin stratejik önemi, hem Batı Avrupa hem de Ortadoğu açısından bir kat daha artacaktır. Artık Türkiye “dokunulmaz” bir güç konumuna yükselecektir. Bu ister istemez Türkiye’yi Ortadoğu, Balkan ve Kafkas ülkeleri üzerinde ekonomik ve siyasal açıdan etkinlik kurabilecek bir güç konumuna yükseltecektir. Bir anlamda İngiltere’nin Avrupa’da oynadığı rolü Türkiye bu bölgelerde oynayacaktır. Türkiye’nin böyle bir düzeye gelmesine muhtemel itiraz edecek olanların başında daha çok Almanya ve Fransa olacaktır. Bu güçler Türkiye pazarından daha fazla yararlanmayı dayatmaları yanısıra politik açıdan da Türkiye’yi önemli oranda kendi yanlarında görmek isteyeceklerdir. Bu yönlü itirazlar önümüzdeki süreçte daha fazla duyulacaktır. Bunun işaretleri daha şimdiden görülmektedir. Ama tüm bu taktiksel kavgalar bir tarafa, artık emperyalist sistem açısından Kafkasya Ortadoğu’yu da belirlemektedir. Bu politika ikibinli yılardan itibaren daha belirgin hale gelecektir.

ARALIK 1999

'DERSİMDE ANALAR AĞLAMADI MI?’        10 Kasım’da Büyük Millet Meclisin’de düzenlenen ‘açılım’ oturumunda CHP’li Onur Öymen bir konuşma yaptı. Onur Öymen bu konuşmayı Cumhuriyet Halk Partisi başkan yardımcısı olarak CHP grubu adına yaptı. Yani partisinin ‘açılım’ üzerine görüşlerini aktardı.Bu anlamda bağlayıcılığı tartışma götürmez. Ama konuşma çok büyük tepkiler topladı. Tepkilerini dile getiren iyi niyetli insanların hayal kırıklığına uğradığını pek sanmıyorum. Sorun tartışılmaya başlandığından bu yana Deniz Baykal’ın çıkışları dikkate alındığında, böylesi bir noktaya gelineceği belliydi. Öymen’in konuşması, partisinin ve başkanının tepkilerinin sadece bir özetidir. Bu konuşmayla CHP, buyrukçu ‘toplumsal dönüşüm’ sağlama kimliğini bir kez daha tescil etmiştir. Tarihe vurgu yapması bu nedenledir.    Burjuva basını ise bu olayı, ‘Aleviler yürüdü’ ya da ‘protesto ediyor’ manşetleriyle duyurdu. Oysa sorunun bir mezheple alakası yoktur. Geçmişte kıyıma uğramış olanlar alevi veya bir başka mezhepe ait olmuş olabilirler. Olayı bu şekilde verme, tarihe atıfta bulunularak dile getirilen sorunu hafife almadır. Bu, geliştirilmek istenen bir takım perovakasyonlara önayak olmadır. Aynı zamanda tasfiye edilmekte olan eski derin devlet kalıntılarına ‘Harekete geçin’ mesajıdır. Böylece yıllardan bu yana ülke çapında estirilen terörün devamı sağlanmak istenmekte. Bu bir psikolojik savaş biçimidir. Kan akışının durduğu noktada kanla beslenenlerin sürekli büyüyemeyeceği ortadadır. Kanla büyüme varken ne beyin gücüne ne de makinaya yatırım gerekmiyor. Son 30 yıldır şiddet ortamında çok büyük ekonomik ve mali güce kavuşmuş bir takım asalak çevreler, şiddet ve terör ortamını kesintiye uğratmamak için, başlatılmak istenen yeni sürecin önünü tıkamak istemektedir. Ülke topraklarını bombalayan ordu hergün ortada gözükmezse, bu kesimin asalak bir tarzda sürekli büyümesi mümkün değildir.     CHP bu söylemiyle sadece Kürtlere değil, tüm Anadolu’ya gözdağı vermekte.Bu gözdağı, aynı zamanda Anadulu’daki sosyal değişime, aydınlaşmaya karşı gözdağıdır. Mecliste yapılan bu konuşmayla, Kürdü Kürde kırdırma politikasının devam etmesinden yana olan talancılara yarenlik yapılmıştır. Mecliste parti grubu adına konuşma hakkı bu nedenle Öymen’e verilmiştir. Öymen klasik ‘seçkinci’ takımın temsilcisidir. Aynı zamanda terör ortamından beslenenlerin sözcülüğünü yapmaktadır. Bu takımın tüm becerisi, tarih boyunca anaları ağlatmasıdır. Şimdi korkuyorlar, adeta diken üzerinde duruyorlar. İpin ucunun ellerinden kayma olasılığına meydan vermek istemiyorlar.

Page 119: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

    Öymen, konuşmasını sorularla zenginleştirmesi çok ilginçtir. Dersimde analar ağlamıştır demiyor, ‘ağlamadı mı?’ diyor. Yani, ‘bizi, herhangi birileriyle karıştırmayın’ demek istiyor. Eğer biz yaparsak, tek tek değil, toplu halde, gerekirse gazla yaparız, ağlamaya bile fırsat bırakmayız demek istiyor. Gerçekten de Dersim katliamında analar kaybettiklerine ağlama fırsatını bulma bir tarafa, arta kalanları yaşatabilmenin çabasını vermişler ve bazılarını yaşatabildikleri için şükretmişler, hatta ‘sevinç’ bile duymuşlardır. Dersim’de o döneme şahit olmuş kişilerle konuşmuştum; kimi Ayşe’yi, kimi Ali’yi, kimi Hüseyin’i koruyabildiği için ‘şükür, bin defa şükür’ diyordu. Kimi de hiçbir yakınını koruma şansına sahip olamamıştı, onlar da, ‘artık ağlıyamıyorum, gözyaşını çoktan unuttum’ diyordu.     Öymen’in, hitap tarzını bu biçimde formüle etmesinin amacı, tehditlerinde ne kadar ciddi olduklarını gösterebilmek içindir. Acıyı bilerek hatırlatıyor. 71 yıl önce yaşanmış acıyı tazelediği, güncelleştirdiği oranda korku salmayı hedeflemekte. Dolayısıyla Kürt halkına karşı duyduğu kin ve nefreti ifade etmekte. ‘Analar ağlamıştı’ deseydi bir gerçeği kabul etmek zorunda kalacaktı. Bu nedenle konuşmasına sorularla devam ediyor. Bu konuşmanın meclis üyelerince alkışlandığını da unutmamamk gerekiyor.    Kısa bir aradan sonra mesaj yerine ulaştı; Kandil’in bazı uzantıları ‘protesto’lar düzenledi. Bunlar demokratik kamuoyunun protestolarını amacından saptırmak istemektedir. Çoğu insan bu protestolara gerçekten temiz duygularıyla katılmaktadır. Saf duygularla protestolara katılan insanların çoğu oynanmak istenen oynun farkında değildir. Habur Gümrük Kapısı’nda teslim olmayı düğün davulla karşılattıran gizli elle, Öymen’in konuşmasına yönelik protestoları amacından saptırmak isteyen ‘gizli’ el aynıdır. Mecliste yapılan bu konuşma elbette protesto edilmeli, mümkün olan en geniş yığınlarca protesto edilmeli. Ama bunu, mezhebe indirgemeden ve demokratik kamuoyunun tepkilerini Kandil’e zincirlemeden yapmalı. Sorun sadece alevilerin sorunu değildir, tüm insanlığın sorunudur. Eğer bunlara dikkat edilmezse, oyuna gelinmiş olunur. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi yönetiminin kolkola girdiği kesim de bunu istemektedir.    Bu konuşmayla halk bir anda galyana getirilmek istenmiştir. CHP’nin esas amacı kitlesel terör ortamı yaratmaktı. Bekledikleri amaca ulaşamadıklarını söyliyebilirim. Halk bu oyna gelmemiştir    Katliamlara karşı kitlesel tavır koymak için illada Öymen’in konuşmasını beklemeye de gerek yoktu. Sudan devlet başkanı İslam Ülkeleri Konferansı için istanbul’a geldiğinde, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ‘Müslümanlar katliam yapmaz’ yönlü bir açıklama yapmıştı. Bu konuşma bazı gazete sütunlarında kısa haberle geçiştirildi. Oysa demokrasi ve özgürlük için mücadele ettiğini iddia edenler, bu demeç karşısında suskun kalmamalıydı, en geniş kitlesel protestoyu başlatmalıydı. Çok fazla gerilere gitmeye gerek yok; Maraş, Çorum ve en son Sivas’ta yapılanlar, Müslümanlık adına yapılan katliamlardı. Yani, Mülümanlar katliam yapmaz diye bir şey yoktur. Katliamları sadece başka dinlere özgü olarak kabul etme, dinler arası savaştan yana tavır alma demektir. Böylesi bir değerlendirmede bulunanların demokrasi ve özgürlükler konusunda ne kadar ciddi olduklarını gösterir.   17.11.2009 BAKİ KARER  

MANZARA-İ UMUMİYE      21-29 Şubat tarihleri arsında Kuzey Irak’a yapılan askeri operasyonundan sonra muhalefet partileri, özellikle CHP ve MHP’den sert eleştiriler geldi. Harekȃta karşı yöneltilen eleştirileri özetleyecek olursak; ABD’nin Türkiye’ye karşı bir oyun oynadığı, hükümetin operasyon boyunca beceriksiz olduğu, yani diplomaside başarısız kaldığı ve sonuç olarak, askeri operasyonun başarıyla sonuçlanmadığı yönündeydi.    İlk bakışta, eleştilerine haklılık kazandırılacak nedenler de yok değildi. ABD savunma bakanı operasyonun altıncı gününde Ankaraya geldi ve harekȃt en kısa zamanda sonuçladırılmalı diye

Page 120: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

bir kaç kez demeç verdi. Bu görüşünü, Ankara’da yetkililerle paylaştığını çekinmeden basın mensuplarının karşısında dile getirdi. Hemen arkasından Bush devreye girerek operasyonlara son verilmesi gerektiğini söyledi. Ama gerek savunma bakanı gerekse de Bush herhangi bir tarih belirtmediler. Hatta Bush’un demeci savunma bakanının demecine nazaran daha yumuşaktı. Adeta işinizi gördükten sonra kalıcı olmayın demek istiyordu.    Amerikalı yetkililerin demeçlerinin havada uçuştuğu bu kısa süre içinde, Ankara’da ne Başbakan’dan ne de Genel Kurmay Başkanı’ndan askeri birliklerin geri çekileceğine dair en ufak bir işaret gelmedi. Aksine verdikleri demeçlerle, bir süre daha orada kalınacağı izlemini uyandırdılar. Fakat 29 Şubat saat 16’dan itibaren Kuzey Irak’a yönelik operasyonun bittiğini ve askeri birliklerin geri çekildiğini Genelkurmay Başkanı Büyükanıt bizzat açıkladı. İşte, ne olduysa bundan sonra oldu. CHP ve MHP, hükümeti ve Genelkurmayı hedef alan zehir zembelek açıklamalarda bulundular. CHP, tarihinde, belki de ilk defa, Ordu ile karşı karşıya gelmiş oldu. Ama sonuç, hiçte beklenilen türden olmadı; hükümetlerin alışık olduğu muhtırayı bu sefer muhalefet aldı. Hem de çok ağır biçimiyle; hainlikle suçlandılar. Muhalefet, özellikle CHP açısından bakıldığında hoş bir ‘manzara-i umumiye’ ortaya çıkmamıştı. Atatürk’ün kurduğu parti ‘hain’ olarak nitelendirilmişti.    CHP, yazılı ve sözlü demeçleri arasına sıkıştırdığı şifrelerin kendisini vuracağını tahmin etmemişti. Daha doğrusu, şifreleri tersinden okumaya alışık değildi. Daha anlaşılır biçimiyle ifade edersek, ‘Nişantaşı’na bomba düşmüştü. Aslında, saray erkanı elit kesimin politik manevralarının hemen her alanda iflası, net bir biçimde  dile getirilmiş oldu     Takıntılarından bir türlü kurtulamayan CHP, ağır bir darbe aldı. Şapkasını önüne eğerek düşünmek zorunda artık. Yeni süreçte ‘Kasımpaşa’ya yenik düştüğünü kabullenerek köklü değişimleri içerecek plan ve proğramlar yapmak zorunda. Halkın günlük ve uzun vadeli ekonomik ve sosyal yaşamını etkilemeyen kolaycı çözüm önerilerini bir tarafa bırakarak, yönünü Anadolu’ya çevirmelidir. ‘Nişantaşı’na sıkışıp kalmış CHP, ‘bölücü’ bir CHP’dir. ‘Manzara-i umumiye’yi kuklaların ceset sayısıyla değerlendirme alışkanlığından vazgeçmek zorundadır. Kaldı ki, CHP, ABD denetimli terör yuvasının bugünlere gelişinden sorumlu olmadığını iddia edemez.     CHP’nin sınır ötesi harekȃtın hangi iç koşullarda ve uluslararası ilişkiler çerçevesinde düzenlendiğini bilmemesi olanaklı değil. Esasında teröristlerin konuşlandığı alanlara ve teröristlere karşı askeri bir harekȃtın düzenlenmesi için uluslararası bazı odakların desteğine başvurma gerekmiyor. Ama uluslararası güçlerin desteğinde Kuzey Irak’a girmenin Irak ve Ortadoğu geneli açısından çok farklı bir anlam taşıdığı bilinmektedir. Sorun sadece birkaç kuklanın yokedilip edilmeme sorunu değildir. Sorun, yeniden dizayn edilen uluslararası dengenin içinde yer alıp almama sorunudur. Ortadoğu’da varlığını ispatlamış, yani bu bölgenin köşe taşlarından biri haline gelmiş Türkiye, Kafkaslarda ve Balkanlarda da söz sahibi haline gelmiş olacaktır. Böylece, ABD ve AB, önlerinde hiçbir engel görmeden hareket etme serbestisine kavuşma imkȃnı bulamayacak.     Ayrıca, sekiz günlük son sınır ötesi müdahale, sadece Türkiye’nin uluslararası dengelerde yerini belirlemeye hizmet etmediği de bilinmekte. İç politik hesaplaşmada da rol oynadığını kimse inkȃr edemez. Mağara pintilerinin Zap ve çevresinde yoğunlaşmaya başlaması, daha doğrusu buradaki gurubun Ergenekon denilen çetenin emrine verilmiş olduğunu sağır sultanlar bile biliyordu. Kandilli koalisyonun bir tarafı, 2007’nin Eylül-Ekim aylarında Ergenekon çeteleriyle vardığı mutabakat çerçevesinde, Doğu’da ve Batı’da kitlesel katliamlar biçiminde gerçekleştirilecek eylemlerle ülke genelinde tam anlamıyla panik havası yaratma planları vardı. Diyarbakır’da çocukları katleden bombalama eylemi bu planın sadece başlangıcıydı. Aynı zamanda bu kısa süreli askeri harekȃtla, Ergenekon olarak tanımlanan çetenin Kandilli ittifakı önemli ölçüde dağıtıldı. Böylece ABD’nin rezerv olarak tuttuğu önemli bir alternatif etkisiz hale getirilmiş olundu. Bunun böyle olduğunu CHP’nin bilmemesi biraz düşündürücüdür. Bu nedenle, kimseye ‘manzara-i umumiye’yi hatırlatmaya hakkı yok.       CHP eğer sosyal demokrat olduğunu iddia ediyorsa, ‘manzara-i umumiye’yi slogancılık düzeyinde dile getirmeden vazgeçip, ekonomik ve sosyal temellerde de hatırlatmalıdır. Halkın ekonomik ve sosyal sorunlarına temelli çözümler getirecek uğraşlar vermeye çalışmalıdır.     Son yapılan araştırmaya göre 15-29 yaş arası 5,5 milyon genç kız evde oturmaktadır. Bunların

Page 121: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

hiç bir uğraşı yoktur. Sadece geçen yıl kadın istihdamının 257 bin düştüğü açığa çıkmıştır. Yine, 2003’ten bu yana 52 binden fazla kadın işsiz kalarak evde oturmaya zorlanmıştır. Sadece bu tablonun bile ülkemizi uluslararsı alanda ne durumlara düşürdüğünü tahmin etme hiçte güç değil. Cinsiyete dayalı gelişmişlik sıralamasında 136 ülke arasında 71’ci sırada yer aldığımızdan, yine cinsiyet uçurumu endeksinde 115 ülke arasında 105’inci gibi utanılası bir sırada bulunduğumuzdan CHP’nin haberi olması gerekir.     Kötüye gidiş manzarası sadece bunlarla sınırlı değil; 2007’de çalışma çağındaki 49 milyon 511 bin kişiden 20 milyon 867 bin kişi çalışabilmekte. Oysa bu rakam, 2006’da 21 milyon 235 bin kişiydi. Yani bir yıllık süre içinde 368 bin kişi işini kaybetmiş durumda. Bir de bunlara bu bir yıllık süre içinde çalışma çağına gelmiş olanlar eklenirse korkunç bir rakam ortaya çıkar.     Yine, tarım alanında giderek içler acısı bir tablo hakim olmakta. 2006’da tarım ürünleri ithalatı 3,7 milyar doları bulmuş, 2007’de ise tarımsal hammaddeleri dış ticaretinde 3 milyarı aşan açık verilmiştir. Yani nereden bakılırsa bakılsın, Türkiye artık tarımsal hammaddelerde bile kendi kendine yeterli ülke olmaktan çoktan çıkmıştır. Dış ticarette 67 milyarı bulan ve her geçen gün büyüyen açık, 30-35 milyar cıvarındaki cari açığın getirdiği yükler ekonomiyi daha da kırılgan hale getirmiştir. 100 milyarı aşkın sıcak paranın yarattığı tehlike ise başlıbaşına bir sorundur. Türkiye varolan malvarlığını satmakla ve yabancılara vergisiz yüksek faiz ödemekle uzun süre gidemez.     Çarpıcı bir noktaya daha değinmeden geçemeyeceğim: Bugün hızlı nakit akışının yoğun olduğu alanlara yabancılar hakim olmuş durumdadır. Parakende sektörünün %65’i, sigortacılığın %80’i, bankacılığın %42,7’i ve akaryakıt sektörünün %57’i yabancıların elinde. Yani nereden bakarsak bakalım, ülkemiz tam anlamıyla yabancıların yağması altında. Başlıbaşına bu rakamlar bile Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik durumu çok rahatça ortaya koymakta. Gümrük Birliği ve AB üyeliği teranesiyle ülkemiz AB’nin eyaleti haline getirilmeye çalışılmaktadır.    Ekonomik ve sosyal yaşam alanındaki geri kalmışlığımızı sergileyecek rakamları daha da sürdürebiliriz. Önemli olan bunlar ve benzeri alanlardaki ‘manzara-i umumiye’yi CHP nasıl görüyor? Bu ve benzeri olumsuz taploların olumlu hale gelmesi için ortaya somut, uygulanabilir ve sürdürülebilir hangi çözüm önerileri vardır? Ama gördüğümüz kadarıyla hiç bir çabası yoktur. Soyut kavramlar ve sloganlarla gününü gün etmekte, içinde yaşadığımız çağın koşullarında bile toplum mühendisliğini elden bırakmamaktadır.     CHP halen yaşadığı sırça köşkden buyruklarla halkı yönlendireceğine inanmakta. Sırça köşklerden soyut sloganlarla halka Cumhuriyeti ‘koruma ve kollama’ mitingleri düzenletenlerin, bu tabloya karşı en ufak tepkilerini görmedik. Bu ekonomik ve sosyal uygulamalara karşı en ufak tepki duymamalarının nedeni gayet açık; bu yağmadan en fazla onlar nemalanmaktır da ondan. Taşaronluk bu kesimlerin eskiden beri mesleğidir.     Tüm bu olumsuz tablolara rağmen Anadolu büyük bir değişim içindedir. Günümüz koşullarında ‘manzara-i umumiye’ye bir de bu açıdan bakılmalı. CHP İstanbul’da Nişantaşı-Teşvikiye, Ankara’da Çankaya ve İzmir’de Konak’la kendini sınırlamaktan vazgeçmeli. Bu anlamda ‘bölücü’  olan CHP’dir. Bu nedenle de Genelkurmay Başkanlığı’nın tanımlamasına itiraz etmeye hakkı yoktur.  08/03/2008BAKI KARER   

                       EKONOMİK DURUM 

  Tüm olumsuzlıklara karşı ekonomik alanda getirilen Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu vb.yenilikler elbette olumlu gelişmelerdir. Enflasyonu aşağı çekeçek çabalar içinde olunması ileri bir çabadır. Ama kabul etmek gerekir ki, otuz yıldan buyana kronikleşmiş hale gelmiş enflasyonu aşağı çekmek pek o kadar kolay olmayacaktır. Aşağı çekmenin getireceği bir

Page 122: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

dizi ekonomik ve sosyal sorunlar yaşanacığı bir gerçektir. Şimdiden yaşanmaya başlanmıştır bile. Herşeyden önce belki de geçmişte görülmemiş bir biçimde sınıflararası çatışmaları getirecektir. Uzun vadede getireceği en ufak iyileşmenin önü şimdiden alınmaya çalışılacaktır. Çapulçu kesim bir tarafa, geçmişte yatırımı temel almış tekeller bile yüksek enflasyon koşullarında yatırım yapmadan para kazanmanın tadına varmıştı. Bunların kolay kolay bu eğilimden vazgeçmeleri düşünülemez. Yabancı firmalar dahi bu dönem boyunca kolay para kazanmanın cenneti olarak görmüşlerdir Türkiye’yi. Bunların da direnişini hesaba katmak gerekir. Örneğin 1998 yılında 500 büyük firmanın gelirleri üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, bu 500 yüz büyük firmanın gelirlerinin % 87 faaliyet dışıdır, yani faizlerden elde edilen gelirlerdir. Bu bir ülkenin ekonomik kalkınması açısında felaket demektir. Yine; işçinin ve memurun vergi gelirlerindeki payı % 64 iken işverenlerin %36 civarındadır. Ama aynı işçi ve memeurun milli hasıla gelirinden aldığı pay %30 iken işverenlerin aldığı pay oranı %70’lerde seyretmektedir. İşte bu rakamlar önümüzdeki on yıllık bir sürede ekonomik ve sosyal yapılanmamızın en fazla ulaşacağı düzeyin de göstergesidir. 2000 yılı itibariyle en üst gelir düzeyi ile en alt gelire sahip kesim arasındaki farkın %216 ulaştığı söylenilmekte. Egemen güçler özellikle son on yılda hemen her konuda sondan birinci olmaktan bayağı gurur duyuyor olsalar gerek. Sosyal alandaki yapılanmayı göstermeye yeten bu rakamlar, aynı zamanda rejimin de karakterini ortaya koymaktadır.    Aralık ayında ortaya çıkan mali krizin bir nedeni de, kolay para kazanma alışkanlığını devam ettirmek isteyen iç ve dış sermaye kesimlerinin ufukta gözüken iyiye gidişe karşı direniş göstermesidir. Yüksek enflasyon demek aynı zamanda diktatörlük demektir. Endenozya ve Filipin’deki örnek ülkemiz koşullarında da yaşanmıştır. Ekonomik ve mali yönetim bir veya birkaç ailenin eline verilmiştir. Rüşvet ve hırsızlığın bu derece yüksek oluşunun bir nedeni de buradan kaynaklanmaktadır. Türkiye’de devam etmekte olan sosyo-ekonomik yapı ancak aşırı baskıyla devam ettirilebilinirdi. Nitekim yapılan da o oldu. Bir yandan baskı südürülürken bir yandan da dezinfarmasyon ihmal edilmemiştir. Neredeyse akşamdan sabaha her şeyin güllük gülistanlık olacağı ümidi kitlelere aşılanmaya çalışılmıştır. Hemen birkaç yıl sonra Almanya’nın veya İtalya’nın düzeyine gelineceği yutturmacası işlenmeye başlanmıştır. Bu nedenle birdenbire “kalkınıyoruz” furyası estirilmiştir. Bu furyanın başını da Demirel çekmiştir. Türkiye aniden “demokratik” ve üstelik “büyük” bir ülke oluverdi. Oysa gerçekler tam tersiydi. Bir ülkenin büyüklüğü ve demokratikliği bir de o ülkenin kişi başına düşen milli geliriyle ölçülür. Bizde ise OECD raporlarına göre 1993’te kişi başına düşen milli gelir 3000 dolarken 1999 yılında 2878 dolara düşmüştür. Yani ilerleme değil, gerileme yaşanmıştır. Avrupa ülkelerinde ise kişi başına düşen milli gelir 20-25 bin dolar civarındadır. Bunu bile yeterli görmeyip daha ileri düzeye çıkarmanın gayretleri verilmektedir. Bugünkü kalkınma hızıyla bırakın beş ya da onyıl sonra, yirmi yıl sonra bile Türkiye B.Avrupa’nın herhangi bir ülkesinin kişi başına düşen gelir düzeyine yükselmesi olanaksız. Yüzde yedilik bir kalkınma hızını yakalayıp bunu 2020 yılına kadar devam ettirsek dahi 2020 yılında kişi başına düşen milli gelir ancak 11.000 dolar olacaktır. Bu kadar yüksek kalkınma hızını tuturmanın ne kadar zor olduğu tartışma bile götürmüyor bugün artık. Enflasyonun 2003 yılı sonu itibariyle tek rakamla ifade edilmeye başlanacağı söylenmekte. Peki nasıl oluyor da beş ya da on yıl, hatta yirmi yıl sonra Almanya veya İtalya düzeyine çıkabiliyoruz? Ayrıca enflasyonu aşağı çekme çabası içinde bulunan bir ülkede nasıl oluyor da hem yatırımlarda büyüme, hem döviz rezervlerinde artış, likide bolluğu olabiliyor, ithalat ve ihracat arasında en azından bir denge ve kamu borçlarında azalma sağlanıyor? Kapitalist ekonomi politiğin ruhuna aykırı bir durumdur. Kaldı ki veriler bunları yalanlamakta. 1999’da özel sektör yatırımları %20 oranında azalmış, devletin tüketim harcamaları %6,5 artmıştır. %5,3’le büyümenin sağlandığı tek alan finans alanıdır. Yani, devlet, halen bono ve tahviller aracılığıyla bir avuç azınlığı zengin etmeye devam ediyor demektir. Gerek tarımda, gerekse de sanayide üretim, birçok emtiada yüzde yüzün üzerinde fiyat artışını getirecek kadar az ise, ekonomide istikrarlı bir büyüme hızını yakalama olanaksızdır. Ekonomi politika eşittir para politikası değildir. Kaldı ki, izlenen para politikası da iflas etmiştir. Uzun vadeli köklü radikal yapısal refomlar yapılmadığı müddetçe, birtakım alanlarda kıyıdan köşeden değişiklikler yapma, yaşanılan ekonomik ve sosyal sorunlara çözümler getirilemez. Birkaç alanda bazı başarılar sağlansa da, bunlar geçici olmaya mahkumdur.    Durum bu iken, son günlerde uydurulan bir hikaye de, bütçede faiz dışı gelirlerde artış

Page 123: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

sağlanarak olumlu bir trendin yakalandığı hikayesidir. Bütçede faiz dışı gelirlerin artışı demek halkın alım gücünün düşürülmesi demektir. Yani bol zam yapılması ve halktan alınan vergilerin arttırılması anlamına gelir. İşçi, köylü, esnaf ve memur kesimlerinin daha da fakirleşmesi demektir. Kitlelerin alım gücünün azalması giderek reel sektörü olumsuz etkileyeceği bilinmekte. Bu da daha fazla işsizlik demektir. Zaten işsizlik başını almış gidiyor. İşsizliği azaltacak ve emekçi yığınlarda zenginleşmeyi sağlıyacak tedbirlerin yanından bile geçilmiyor. Ekonomide büyüme hızının eksi altıda seyretmesi bile bu gerçeği doğrulamaktadır. Kaldı ki, bu koşullarda ekonomik büyümenin gelir dağılımında bir iyileşme sağlaması da düşünülemez, ama İMF’ye borç ödemeyi daha kolaylaştırır. Durum bu iken, İMF ve destekçi takımına bakarsan, hay huylarla, ‘geliştik, gelişiyoruz’ teranaleriyle herşey yolunda gösterilmekte. Uygulanan ekonomi politikada reel üretimin içleracısı durumu, sabit kur politikasının doğurduğu aksaklıklar, ithalatla ihracat arasındaki dengesizlik, bütçe açığının ulaştığı boyut, hammal Dursun’un bile öksürmesinden etkilenen borsanın gereksizliği vb. daha birçok konu irdelendiğinde, geleceğin hiçte öyle güllük gülistanlık olmadığı görülür ve böylece havadan “böyük” olunamayacağı da kavranılmış olunur. Kitleleri bir hiç yerine koyan diktatörce bir anlayış, ancak böylesine dezinfarmasyon içine girebilir.     Bugün hükümet enflasyonun aşağıya çekmeyi başardığını, faiz oranlarının düşüşe geçtiğini, genel anlamda ekonominin iyi bir yönde ilerlediğini iddia etmekte. Doğrudur. Enflasyon belki de tek haneli rakamlara indirilebilinir, hatta bir süre sonra üretim kapasitesi de yükseltilebilinir, işsizliğin yükselme trendi göreceli de olsa tersine döndürülebilinir, yani ekonominin birçok alanında iyileştirmeler sağlanması mümkündür. Ama ne pahasına? Madalyonun asıl önemli olan da bu yüzüdür. İşte madalyonun bu yüzüne baktığımızda, Türkiye’nin 21’ci yüzyılda olması gereken yerden dıştalanma pahasına, birtakım başarılar elde edilecektir. Eğer adına başarı denilirse. Yanlış ekonomik uygulamalar sonucu verimsiz hale getirilmiş işletmeler, devletin sahip olduğu kuruluşlar ve hatta yeraltı zenginlikleri yabancılara peşkeş çekilerek sözümona iyiye gidiş başarılacaktır. Artık gerek tarımda, gerekse de sanayide yapılacak üretim Türkiyenin değil, yabancıların olacaktır. Nitekim bu süreç çoktan başlatılmıştır. TELEKOM, THY, İPRAŞ, TOFAŞ vb. daha birçok tesisler, yabancılara ya tümden satılmaya ya da hisse senetlerinin önemli bir kesimi devredilmeye çalışılmaktadır. Bu kuruluşların önemli bir kesimi çoktan satılmış durumda. Hatta milyarlarca dolar kaynağı teşkil eden bor madeni bile yabancılara verilmeye çalışılmaktadır. Tarıma büyük bir darbe vurularak gıdada tamemen dışa bağımlılık getirilmektedir. ABD ve AB ülkeleri tarıma milyarlarca dolarlarla destek verirken, bizim tarıma subvanyon sağlamamız engellenmekte. Çünkü tarımda AB içinde büyük bir güce sahip olacak Türkiye kabul edilmemekte. Bu konuda hem ABD, hem de AB birlikte hareket etmektedir. İhtiyacımıza göre değil, yabancıların ihtiyacına cevap veren tarım yapılmaya çoktan başlanmıştır. Şimdiden köyden, tarımdan kopuş genelde neredeyse %10 varmaktadır. Bu Doğu illerinde %60 geçmektedir. Tarımla uğraşan nufusun giderek azalması elbette iyi bir gelişmedir ama eğer bu kopuşu sanayileşme özümseyecek güçte olursa. Sanayileşmeyle orantılı olmayan bu kopuş, geçmiş yüzyılda nasıl çözümlenemeyen bir sorun, yani siyasal ve sosyal problemlerin ana kaynaklarında birini oluşturmuşsa, bu yüzyılda da çözüm bekleyen bir sorun olarak kalacaktır demektir. Bu aynı zamanda 21 yüzyılın kalkınma trendinin gerisinde seyredileceği anlamına gelmektedir. Bu sunni yoğunlaşmanın getireceği altyapı sorunları ister istemez belki de bu yüzyılın yarısına kadar Tükiyenin en zayıf noktasını oluşturacaktır. Artık toprağının madenlerinin ve en temel sanayi işletmelerinin mülkiyetini elinde bulunduramayan bir ülkenin, milli mülkiyetten, milli gelirden, hatta milli gelirin artışından bahsetmesi mümkün değildir. Bu globalleşmeye, yani uluslararası tekellere tamamen teslim olma demektir. İMF bunu için milyarlarca dolar kredi açmaktadır. Krizden kurtuluşun yolu ülkenin direnç noktalarını yabancılara teslimde görülmektedir. Bir dönem Asya’da iflas etmiş ekonomilere uygulanan teslim alma proğramı şimdi Türkiye’ye uygulanmaktadır. Hükümet ise bunu bir başarı olarak lanse etmektedir. Oysa 21 yüzyılın tek kalkınma modeli olarak yutturulan globalleşme birkaç emperyalist ülkenin çıkarlarına hizmeten başka bir şey değildir.  MAYIS 2001BAKI KARER  

Page 124: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

   

     

DEĞİŞİM     Demirel’in cumhurbaşkanlığı süresinin uzatılması için yürütülen girişimler bir sonuç vermedi. Aslında yağmacı elitist politikanın sürdürülüp sürdürülmeyeceği konusunda bir yol ayrımına gelinmişti. Ekonomik ve siyasal gelişmelerin kurallarıyla yürütülüp yürütülmeyeceği konusunda bir karar verilmesi zorunluluğu doğmuştu. Demokratik ve özgürlükçü olmayan sistemin zorla ayakta tutulamayacağı artık görülmüştü. Demirel’in Çankaya süresinin uzatılmaması, çağı yakalamaya yönelik maratonun ön hazırlık evresi olarak değelendirmek için henüz erken. Ama yine de önemli bir adım atıldı.    Bir ölçüde Ecevit’in de desteğini alan Demirel’in takımı, mevcut düzenin devamı için elinden gelen çabayı yürüttü. Ecevit’in ortaya sergilediği tavır bilinen ‘idare etme’ taktiğidir. Türkiye’de sosyal demokrasinin atılımcı, radikal değişikliklerden yana olmayan, hep sağla uzlaşma içinde kalmayı yeğleyen teslimiyet tavrı en açık biçimde Ecevit tarafından sergilendi. DSP tarafından takınılan tutum, aşağı yukarı 1978-79 larda cunta tehlikesine ve sağ teröre teslim olma anlayışıyla özdeş bir tutumdu. Ecevit, 28 Şubattan sonra kurulan Mesut Yılmaz hükümetinin düşürülmesiyle azınlık hükümet kurmasına fırsat tanıyan ve seçimlerden birinci parti olarak çıkmasına yardımcı olan Demirel’in Cumhur Başkanlığı süresinin uzatılmasını desteklemekle, adeta vefa borcunu ödemek istercesine soygunculuğun sürmesine onay vermiş oldu.     Cunta ve Özal döneminde türeyen, Demirel döneminde savaş vurgunculuğuyla tekelleşen ama özünde tabela holdingleri takımı gözyaşı dökmeye başladı. Bilinen bu çevreler elli yıldır devleti yağmalayan ve yağmaladıklarını Amerika’da, Avrupa’da har vurup harman savuran kesimlerdi. Bunlar yıllardır halkı soyup soğana çeviren, en ufak yatırımda, üretimde bulunmayan, devletten yağmaladıkları nakit paralarla gününü gün etmeye alışmışlardı. Bunlar, bir avuç elit için “modernleşme” ve yağma özgürlüğü isteyen, içinden çıktığı toplumdan utanan, hatta Londra’nın, Paris’in ve Newyork’un otel lobilerinde milliyetini belirtmekten utanç duyan, Pakistan ve Hindistan’da ekonomik ve siyasal gelişmelere damgasını vuran soytarıların benzerleriydi.    Basın ve yayının ağırlıklı bir kesimi de Demirel’in borazanlığını üstlendi. Çankaya’dan ayrılışını Cumhuriyetin geleceğiyle özdeşleştirdi. Demirel’den sonra tufandır yaygarasını bastı. Yağma ortamında nemalanan basın ve yayın öylesine bir hava estirdi ki, gerçekten yağmaya yıllarca karşı çıkmış çevreleri bile etki altına aldı. Öylesine sunni gündemler yarattılar ki, halk neyin ne olduğunu adeta şaşırdı.Çünkü yıllardır hırsızlığın ve yağmanın borazanlığını üstlenmişti. Haber peşinde koşma yerine ihale takip ediyorlardı artık. Birçok gezeteci, muhabir fazla para veren patron takipciliğini meslek haline getirmişti.Gerçekleri kamuoyuna sergileyen basın ve yayın çalışanı değil, belirli aile reislerinin, tarikat şehlerinin buyrukları doğrultusunda kalem oynatan gazete yazarlığı ve proğram yapımcılığı meşru hale getirilmişti. Birçok basın ve yayın kuruluşu, yarattığı köçekleri meydana salarak, tüm Türkiye’yi çal oynasın, vur patlasın misali eğlenen hayaller dünyasının bir ülkesi gibi gösterip, bir avuç hırsız ve vuguncuyu korumanın muhafızlığına soyunmuştu. Basın ve yayın alanında yaşanılan dejenerasyonun önüne henüz geçilmiş değil, halen bu süreç devam etmektedir. Ama onca yürütülen uğraşlara karşın Demirel’in süresi uzatılmadı.     Sürenin uzatılmaması Türkiye’de bir dönemin başlangıcıdır. Cumhuriyet’in ilan edilişi nasıl ulus devlete, dolayısıyla sanayi toplumuna geçiş çabasının başlangıcı ise, Demirel ve şürekasının geri plana atılışı da yeni yüzyılı yakalamanın, yani bilgi toplumuna ulaşmanın bir çabasıdır. Şimdi sorun, yirminci yüzyılı geriden takip eden Türkiye’nin, yirmibirinci yüzyılı geriden takip etmesinin önüne nasıl bir ekonomik ve siyasal yapılanmayla geçileceğidir. Tartışmalar, çözüm yolları arayışı bu noktadan hareketle başlatılırsa, gelecek umut verici olur.

Page 125: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

    Demirel ve takımı durup dururken ortaya çıkmadı, uzun yıllardan bu yana devlet yönetim anlayışının sentezidir. Demiel’in yaptığı, tek şeflik ve Demokrat Parti’nin yağma dönemlerinin mirasını devletin en üst düzeyinden en alt düzeyine kadar kurumlaştırmasıdır. 12 Eylül Cuntası ve Özal bu kurumlaşmaya hizmet edecek alt yapıyı hazırlayan geçiş döneminin aktörleridir. Bu anlamda Demirel’in son on yıllık pratiğini değerlendirirken, tek şeflik dönemi ve ellili yılların Demokrat Parti iktidarını bir tarafa atamayız. Demirel bu her iki dönemin bir sentezidir ve bu sentezden doğan anlayışın örgütlü hale getirilişidir. Demirel’i yağma politikasının üçüncü ve son halka olarak değerlendirmek de mümkündür. Her ne kadar ANAP ve bugünkü DYP bu anlayışı bölüşme ve devamını sağlama için kavga veriyorlarsa da, hiçbir zaman Demirel kadar başarılı olmayacakları bir gerçektir.     Tek şeflik dönemi halka üstten bakan, halkı küçümseyen, fildişi kuleleri içinde düzenlenen toplantılarla memleket sorunlarına çözümler getirdiğine inanan, silahlı, külahlı, bol selamlı düzenlenen törenlerle halka gözdağı veren bir anlayışın ürünüdür. Tek şeflik dönemi, Devlet-ü Âliye’nin “menfaatleri” uğruna yıllarca kendini halktan soyutlayıp, sistemi kapalı bir kara kutu haline getirmiştir. Atatürkçülüğün bir sömürü aracı, yani devlet olanaklarını yağmalamada perde haline getirilmesi bu aşamada yaygınlaşmıştır. Kemalizm adına hareket edenlerin önemli bir kesimi İstanbul’un, Ankara’nın lüks salonlarında partiler ve festler düzenleyip hiç anlamadıkları Mozart’ı, Bethowen’i dinlerlerken, sokaktan geçenleri ‘baldırı çıplak’ olarak görmüşlerdir. Atatürkçülüğün şaşmaz savunuculuğunu! yaptığını iddia eden bu bilinen çıkar çevrelerinin Anadolu’da örgütlendiklerine, halkın çıkarlarını dile getiren bir faaliyet geliştirdiklerine, yolsuzluğa, hırsızlığa karşı kitlesel bir protesto örgütlediklerine kimse şahit olmamıştır. Bunlar İttihat ve Terakki’den kalma saray erkanlığını terk etmeye bir türlü yanaşmamışlardır. Ülkemizin emperyalist güçlere pazarlanmasına karşı dikildikleri görülmemiştir. Tam tersi, karşı çıkanlara “katli vaciptir” diye fermanlar yazmışlardır. Osmanlı dönemine özgü tarikat örgütlenmesini taklit edenlerin irticaya ve her türden gericiliğe karşı mücadelede ciddi olamayacağı bir gerçektir.     Sorunları kısa yoldan halletmenin yöntemini cuntacılık oynamada görmüşlerdir. Yaşadıkları vitrin daraldıkça, çözümü, daha sık kılıca sarılmada görme alışkanlığını bir türlü bırakamamışlardır. Son dönemlerde bazı demokrat çevrelerin sınrlı da olsa Anadolu’ya açılmalarını, bu bilinen klasikleşmiş kesim hazmedememekte. Hatta demokrasiden bahsedenleri, çağın ihtiyaçlarına göre devletin yeniden yapılandırılması yönündeki çabaları halen alaycı bakışlarla seyretmektedirler. Her zaman ki alışkanlıklarıyla “günümüz gelir” bekleyişi içindeler. Ama artık bugünden sonra bekledikleri günün gelmeyeceğini de hesaplıyor olmaları gerekir. Bugün Kemalist geçinen bu tür çevrelerin ikiyüzlülüklerini kavramak için iflas etmiş bankaların, tabela holdinglerin danışman ve yönetim kurullarının listelerine bakmak yeterlidir. ‘Devletin sahibi benim’ diyen bu anlayış, emperyalist güçlerle işbirliği içinde hırsız, çapulcu, her zaman diktatörlük heveslisi bir kesimin sürekli diri tutulması yönündeki çabalarından halen geri durmuş değildir.    Tek şefliğin devlet yönetim anlayışı, Demokrat Pati’yi ortaya çıkarmış ve iktidar yapmıştır. Celal Bayar-Adnan Menderes ikilisi, devlet olanaklarını sadece bürokrasi arasında bölüştürmekle yetinmemiş bürokrasi dışında kendilerine yakın gördükleri aile ve bireylerle de bölüştürme sürecini başlatmışlardır. Hırsızlık ve yağmadan pay alanların sayısını çoğaltarak Demokrat Parti’ye sosyal bir taban kazandırmaya yönelmişlerdir. “Her mahallede bir milyoner” yaratma projesi bu anlayışın ürünüdür. Bu aynı zamanda, emperyalist güçlerin çıkarlarına hizmet eden geniş pazar olanakları yaratma projesiydi. Tarım ve sanayi alanlarında halkın çıkarlarını gözeten uygulamalar değil, ABD’nin ekonomik ihtiyaçlarına göre şekillendirilmiş uygulamalar temel alınmaya başlanmıştı. Devlet olanakları bakanlar ve üst bürokratlar etrafında kümelenmiş birkaç aile ve gruplar arasında bölüşülüyordu. Türkiye, ABD’nin ikinci bir Kaliforniya eyaleti yapılmaya hazırlanıyordu.     Demirel yönetiminin özellikle son on yılını bu her iki dönemden ayıran özelliği, talan ve yağma politikasını devlet yönetiminin merkezine oturtmanın yanısıra bahsedilen bu yalak kesimi uluslararası düzeye yükseltmesidir. Aynı zamanda bu kesimi finans, iç ve dış ticaret alanlarında tam egemen duruma getirmek için sahte savaş ortamını Türkiye’de egemen hale getirmesidir. Yani, sadece devletin elindeki olanakların paylaşımıyla değil, savaş vurgunculuğuyla büyümeyi temel almasıdır. Demirel yönetimi döneminde, otelcilik-turizmin ve yan alanlarıyla yatırımların

Page 126: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

sınırlandırılması, tarımda makinalaşmanın önüne geçilmesi ve sanayi alanında gelişmenin engellenmesi için olağanüstü çabalar yürütülmesi, ithalatcılığın teşvik edilmesi, tümüyle türeme burjuvaziyi egemen kılma isteminden kaynaklanmaktaydı. Bu nedenle hırsızlara, yankesicilere devlet nişanı verme bir alışkanlık haline getirilmişti. Neredeyse inşaatı bitmeyen tuvaletler bile devlet töreniyle açılır olmuştu. Tüm bu yönlü gayretler, savaş vurgunculuğunu örtülemenin, totaliter devlet anlayışını sürekli kılmanın çabalarıydı.     Sahte savaş uygulamalarının devamına izin verilmemesi, aynı zamanda, Demirel yöntiminin de sonu oldu. Elbette yürütülmekte olan temizlik hareketinde sadece iç dinamikler değil, dış güçler de belirleyici olmuştur. Emperyalist kesimlerin de Türkiye’de sahte savaş uygulamalarının daha fazla devam etmemesinden yana tavır almalarının nedeni elbette çok farklı nedenlere dayanmaktadır. Kimse Türkiye’nin kara kaşına ve gözüne heves değildir. Alınan bu tavrın altında emperyalizmin döneme özgü çıkarları yatmaktadır. Nasıl ki bir dönem uygulamaya konulan “yeşil hat” projesi emperyalist güçlerin çıkarlarına hizmet etmişse bugün de rüşvetten ve yolsuzluktan arınmış devlet örgütlenmesine sahip Türkiye çıkarlarına gelmektedir. Emperyalist sermaye rahat ve daha geniş tabana yayılabilmesi için “düzen” ve “istikrar” istemektedir. Globalist anlayış kısa zamanda daha fazla kâr peşinde koşmaktadır. Bunun için de ihtimal dahilinde de olsa birtakım engellerle karşılaşma riskini daha başından ortadan kaldırmak istemektedir.    Bugüne kadar ki uygulamalara baktığımızda memurlar, alt bürokratlar ve bazı iş adamları yakalanmakta, fakat hırsızlığın arkasında duran siyasal güçler korunmaktadır. Tedbirlerin kalıcı hale getirilmesi için ciddi bir idari yapılanmanın içine girilmemektedir. Bu da ister istemez yeni kuşkuların doğmasını getirmektedir. Demirel’in tasfiye edilmesiyle doğan boşluğu ANAP ve benzeri güçlerce doldurulmak istenmesi yönünde algılanmaktadır. Gelişmelere bir de bu açıdan bakıldığında, şu anda yürütülmekte olan operasyonların uluslararası tekellerin ekonomik çıkarlarına cevap verecek “istikrar”ın sağlanması için yapıldığını ve bunu halkın sosyal yaşamının iyileşmesi yönünde kullanılmasının engelleneceğini iddia edenlerin de az olmadığını söylemek gerekir.     Ülkemizin nerdeyse yüz milyarı aşan pazar olanaklarının emperyalist tekellere kısa yoldan daha kolayca aktarılmasını sağlıyacak düzenlemeler değil, halkımızın refah düzeyini çağın yaşam koşullarına uyarlayacak sistemin inşası gereklidir. Hırsızlığın ve vurgunculuğun uluslararası tekellere devredilmesi daha derin bunalımların ortaya çıkmasına hizmet etmekten başka bir işe yaramayacağı ortadadır.     Yolsuzlıklara ve hırsızlıklara karşı tavır alış uluslararası tekellerin de istek ve talimatları doğrultusunda değil, gerçekten demokratik ve kalkınmış bir Türkiye yaratmayı amaçlıyacak doğrultuda bağımsız insiyatif kullanılarak yapılırsa, doğru ve kalıcı sonuçlara ulaşma sansı daha yüksek olacaktır. Açlık sınırında yaşam sürdürmeye zorlanmış yığınlar bundan tam anlamıyla emin değildir. Türkiye İMF tarafından teslim alınmıştır. Duyunu Umumiye ve Serv’den de beter “Niyet Mektubu” adı altında anlaşmalar imzalanmıştır. Üstelik bu seferki anlaşma metinleri silah gücüyle dayatılmamış, Devlet-ü Âliye’nin başında olanlar tarafından gönüllü hazırlanmış ve imzalanmıştır. Sonuçları gelecekte hep birlikte göreceğiz. Ama soruna hangi açıdan bakacak olursak olalım, gelinen noktada mevcut yönetim, ‘yerlilerin’ temizlenmesini istese de engeleme olanağına sahip değildir.    Demirle’in görev süresinin beş yıl daha uzatılmamasına tepkileri iki ana noktada toplamak mümkündür:    Bunlardan birincisi, Demirel devrinin sona ermesiyle birlikte talan, daha doğrusu savaş ekonomisinden çıkarı olan kesimlerin tepkisi. Bunlar basın ve yayının da önemli bir bölümünü elinde bulundurdukları için ortalığı adeta toz dumana kattılar. Üstü açılacak karanlık dönemin altında kendilerinin çıkacağını bildikleri için uluslararsı işbirlikçilerinin desteğiyle olmadık provakasyonlar geliştirdiler. Sosyal varlıklarını tehdit eden gelişmeleri mümkün olan en az zararla atlatmanın çabalarını yürüttüler. Çünkü bunlar, ekonomik güçlerini yüksek enflasyondan, ranttan, devletin yağmalanmasıdan alıyorlardı, dolayısıyla baskı ve şiddet politikasının üzerinde şekillenmişlerdi. Enflasyonun aşağıya çekilmesi, rant ekonomisinin bitirilişi, bu kesimlere önemli darbeler  vuracağı biliniyordu. Bu nedenle zaman zaman askere oynamaktan da çekinmediler. ‘Demirel’siz Türkiye uluslararsı alanda biter, içte de bölücüler, yıkıcılar devleti

Page 127: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

teslim alır’ türünden olmadık felaket senaryoları geliştirdiler. ‘Her tarafı düşmanlarla sarılı Türkiye’ fobisini egemen kılmaya çalıştılar.     İkinci kategoride yer alanlar ise; Yeni seçilen Cumhurbaşkanı Ahmet Nacdet Sezer ile Türkiye Avrupa Birliğine ve genelde global ekonomiye teslim olur noktasından hareketle Demirel’in görevinde kalmasını istediler. Aslında bu kesim yolsuzluğa, köşedönmeciliğe karşı tavır alanlar olmasına rağmen bilinen klasik “istikrar” dan dolayı önlerini göremez duruma gelmişlerdi. Türkiye’de derin devlet olgusunun anlamını ve işlevini yeterince kavramamış olduklarını gösterdiler. Ahmet Sezer’i verdiği birkaç demecinden hareketle geçiş döneminin bir insanı olduğunu görmek istemediler. Ahmet Necdet Sezer’in, demokratikleşmeyi, Avrupa Birliği içinde sağlama eğilimini fazlaca abarttılar. Demirel ve takımının işbaşından uzaklaştırılmasının, güçlü Türkiye’nin yaratılmasında gerçekten önemli bir adım olduğunu bilince çıkartamadılar. Demokratikleşme adına cup diye emperyalizmin kucağına oturmayı kabul eden ve üstelik “sol” olduğunu iddia eden kesimlere yönelinmezken, Sezer’in AB yanlısı diye hedef seçilmesi garip kaçıyordu. Sezer AB yanlısı olabilir, ama bu hiçbir zaman yağmanın devamından yana olan kesimlerin çıkarlarıyla çakışacak biçimde hareket etmeyi gerektirmez. Şu anda önemli olan, ülkenin soygunculardan kurtulma çabası içinde bulunmasıdır. Son dönemde moda olan deyimle, ‘Türkiye barsaklarını temizliyor’. Barsak temizleme hareketinde iç dinamikler kadar dış güçlerin de etkili olduğunu kimse inkâr edemez. Ama ortada acilen çözümlenmesi gereken bir sorun vardır ve bu soruna ülkemizin daha fazla tehammülü yoktur. Hiçbir koşulda barsak temizleme hareketinin karşısında yer alınamaz. Sonuç olarak bu kesim, Demirel’in içi kof “Büyük Türkiye” sevdasına fazlaca kaptırmıştı kendini. Temizlik hareketi sürdükçe ve tahmin bile edemedikleri sonuçlarla karşılaştıklarında tutumlarından biraz geri adım attıklarını hissettirirmeye başladılar.     Sezer Anayasa Mahkemesi başkanlığı yapmış olmasına rağmen ideolojik ve politik yönleriyle pek tanınan biri değildir. Anayasa Mahkemesi’nin 37 ve 38 kuruluş yıldönümlerinde yaptığı konuşma aşağı yukarı ideolojik ve politik düşüncelerini ele vermektedir. Belli ki ABD’nin ortaya attığı uyduruk globelleşme politikasına ve AB’ne karşı olan biri değil. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin bulunduğu stratejik bölgenin avantajlarını, elindeki olanakları ve gücünü kullanmaya kalkıştığında büyük bir güç olarak varlık göstereceğini kabullenmeye pek yanaşan biri olmadığı anlaşılmakta. Ahmet Necdet Sezer daha çok bir ara dönemin, daha doğrusu Tükiye’yi sözde AB’ye hazırlama sürecinin Cumhur Başkanı de denilebilinir. Ama unutmamalıyız ki, AB ve ABD Türkiye üzerindeki çıkarları her zaman çatışmıştır ve çatışma halinde de kalacaktır. Türkiye ABD’ye girse bile, bu güçlerden biri diğerini Türkiye’den silip atamayacaktır. AB tamamen bitirilmiş ve teslim alınmış bir Türkiye’nin kabul edilmesini neredeyse şart koşmakdadır. ABD ise AB’ye karşı azda olsa ayakları üzerinde kalan ama kendisine sürekli muhtaç olan bir Türkiye’nin AB üyeliğini istemektedir. Çünkü böylece ABD çıkarlarının daha iyi korunacağını düşünmektedir. Son tahlilde her iki taraf da ayakları üzerine basan bir Türkiye’yi karşılarında görmek istemiyor. Bu durum gösteriyor ki, AB ile Türkiyenin çıkarlarını çakışması oldukça zordur ve bu gidişle de pek çakışacağa benzememektedir. Gerek bazı işveren çevrelerde, gerekse de halkta AB’ne karşı tepkinin güçlülüğü gözardı edilemez. Süreç elleri ve ayakları bağlı, kayıtsız şartsız Avrupa’ye teslim olmak isteyenlerin lehine işlememektedir. Bu nedenle Sezer’in AB’ne girmede fazla bir rol oynacağını söylemek pek abartılı olur. Aynı biçimde kısa vadede olmasa bile orta vadede Türkiye, ABD’nin de her istediğini yerine getiren bir ülke olmaktan çıkmaya aday bir konumdadır. Son dönem geliştirilen iç ve dış politikalar bunu alt yapısını hazırlamaktadır. Türkiye bugünkü atılımını sürdürürse ABD, AB, Rusya Fedarasyonu ve Çin arasında dengeli bir politikayla kendini güçlendirecektir. İsrail’e karşı alınan tavır ve Filistin’e açıktan destek verilmeye başlanması, Bağdat’a büyük elçi atanması, Balkan ülkeleriyle olan ilişkilerin düzeyi bunu açık örnekleridir.    Bu noktada İMF ile olan ilişkilerle uluslararası alanda ABD ve AB’nin onaylamadığı siyasal yönelimler içine girilmesi bir çelişki olarak görülebilinir. Doğrudur ve bu bir çelişkidir. Genel doğrulardan hareket edecek olursak, ekonomik alanda güçlü olan siyasal alanda da güçlüdür. İMF’nin Tükiye’nin kendi ayakları üzerinde hareket edecek tüm direnç noktalarını yıkmaya çalıştığı bir gerçektir. Tarımda bitirilmiş bir Türkiye, ne sanayisini geliştirebilir, ne de mali, sosyal, genelde ekonomik alanda ciddi bir atılım içine girebilir. Dayatılan özelleştirmeler ülkemizi can damarından vuracak özelleştirmelerdir. Yani hemen her alanda

Page 128: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

savunma reflekslerimizi yoketmeye çalıştıkları bir gerçektir. Alınan siyasal kararlar, tutarlı ekonomik kararlarla desteklenmezse sonuçta kalıcı olmayacaktır. Neredeyse gelenekselleşmiş çarpıklıklarla devam edilemeyeceği ortadadır. Özellikle son yirmi yıldır izlenen ekonomi politikayla sonuçta böyle bir noktaya gelineceği, yani İMF dayatmalarına teslim olunacağı belliydi. Her yıl onlarca milyar dolar soyulan bir devletin başını vuracağı başka bir duvar yoktur. İMF’nin bugüne kadar hiçbir ülkeyi kurtardığı gözükmemiştir ve Türkiyeyi de kurtaramayacaktır. Hükümetin en büyük hatası, İMF’nin de içinde bulunduğu zafiyeti görerek hareket etmemesi, “koalisyon istikrarı” adına dayatıcı olamamasıdır. TBMM yasama yetkisi dahi İMF’ye verilmiştir. Sadece hükümet değil, aynı zamanda muhalefette bu hakkın devredilmesini onaylamıştır. Tüm bunlara karşın hükümeti siyasal kararlarda biraz olsun cesaertli kılan, Filistin-İsrail çatışması, Irak’ta Saddam iktidarının devam etmesi, Bakü-Ceyhan boru hattı projesi ve en önemlisi de Türkiye ekonomisinin tümden iflası karşısında İMF’nin artık itibarını ve önemini tümden yitirme durumuyla karşı karşıya olmasıdır. Ama tüm bu nedenler geçici, dönemsel nedenlerdir. Bir ülkenin güçlü olması, iç ve dış politikada doğru stratejik hedeflerin saptanmasından, kendi ayakları üzerinde kalacak planlı ekonomik uygulamalardan geçer.     Böylesine kritik bir dönemde devrimci demokratik örgütlenmelere büyük görevler düşmekte. Çeşitli meslek örgütlenmelerinden sendikalara kadar tüm devrimci demokratik örgütlenmeler İMF dayatmalarını tersyüz edecek asgari müşterekte birleşerek ortak eyleme geçebilmelidir. Hatta esnafları ve tarım kooperatiflerini de içine alacak biçimde cepheyi geliştirme sonuç alma oranını çok daha yüksek kılacaktır. Geçmişte bu dayanışmanın başarılı örnekleri sergilenmişti. İşçi sendikaları merkezi bir rol yüklenirse yine de olumlu sonuçlar alınmaması mümkün değildir. Ama bazı sendikalar adeta İş ve İşçi Bulma Kurumu rolünü bensemeyi her nedense bir görev plarak kabul etmekte. İşsizlere iş bulmanın çabasını yürütmektedir. İşsizliği aşağı çekme iktidarın sorunudur. Kaldi ki İMF dayatmaları başarılı olursa sendikalı işçilerin de büyük bir çoğunluğu işsiz kalmayla karşıkarşıya kalacaktır. Zaten bugünden onbinlerce işçi işten çıkarılmıştır. Bu politikanın devamı işçi sendikalarını giderek daha güçsüz kılmaya yöneliktir. Sendikalı işçilerin haklarını koruyamayan bir sendikanın işsizlere iş bulma gibi bir garipliğin içine düşemez. Elbette işsizliği aşağı çekmek için sendikalar da bir çaba içinde olmalı ama bunu İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun yükümlülükleri altına girerek değil. Sendikalı işçilerin iş güvenliği ve sosyal güvenceler vb. sorunları bile çözüm beklerken farklı noktalarda, adeta hükümetin uyguladığı İMF patentli politikaya şans tanıma gibi tavırlar içine girilmesi yadırgatıcıdır. Avrupa Birliği ile imzalanan tek taraflı gümrük birliği anlaşması karşısında takınılan vurdumduymaz tavır,AB aday üyeliği ve İMF dayatmaları sürecinde de devam ettirmektedirler. Yine sendikaların çalışanlar açısında olumsuz gidişe karşı destek isteyeceği tek yer, muhalefet diye anılan ve mecliste grubu bulunan partiler değildir. Zaten bunlardan biri, tamemen yüksek enflasyon koşullarının doğurduğu ve emperyalizmin “yeşil hat” projesinin bir ürünü olarak gürbüzleşen islamcı sermayeye dayanmakta. Hatta islamcı sermayenin yüzde doksanına varan bir kesimi tamemen kara parayla, yani yasadışı yollardan kazanılmış sermayeyle vücut bulmuştur.Diğeri ise,ülkede demokratik bir rejimin egemen olmasından çıkarı olmayan, devletin soyulmasını neredeyse gelenekselleştiren ve hırsızlığın örgütlü halde devam ettirilmesinde çıkarı olanlardır. Demirel ile yaşadıkları çelişki, geçici ve aynı kamplaşma içinde yer alanların paylaşımda içine düştükleri anlaşmazlıkların ürünüdür. Yoksa temelde herhangi bir farklılıkları yoktur. Enflasyon trendinin biraz aşağıya çekilmeye başlandığı günümüz koşullarında, bu her iki kanat da aslında ‘yer altına’ kaymış durumdadırlar. Yüksek enflasyon, yüksek faiz ve kağıt politikasının, yani yağma düzeninin devamı için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Devlet içinde sahip oldukları bürokratlar ve yine malum tabela holdingler aracılıyla dış güçlerden de destek alarak sunni savaş koşullarını egemen kılmanın gayreti içindedirler. Bu kesimler öylesine acımasız davranmaktadır ki, PKK’ ye, Hizbullah’a ve zamanında sol adına ortaya çıkarıtılmış diğer bazı küçük terör grupalarına tekrar işbaşı yaptırmak için yoğun çabalar içindedirler. Bunların, son dönemlerde Avrupa ülkelerinin bazı istihbarat örgütleriye yeniden yoğun faaliyetler içinde girdikleri bilinmekte. Bu nedenle “vatanın bütünlüğü ve birliği”nden her zamankinden daha fazla dem vurur olmuşlardır. Sonuçta bunlardan İMF dayatmalarına ve emekçi yığınların yaşam koşullarının iyileştirilmesi için yardım bekleme ciddi bir sendikacıkla bağdaşmaz. İMF’nin tüm çabasının Türkiye’yi yirmibirinci yüzyıl teknolojik gelişmesinin dışında tutuma olduğu artık bir

Page 129: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

sır değildir.    Globelleşmeyle birlikte genelde sendikal hareketlerde bir zayıflama olduğu bir gerçektir. Bugün Avrupa ülkelerinde işçiler kazanmış oldukları hakları kaybetme süreci içine girmişleridir. Hatta sosyal yaşamlarında gerileme her geçen gün daha belirgin hale gelmektedir. Avrupada sosyal devlet anlayışı neredeyse yok olmaktadır. Sanayileşmiş ve nüfusun yoğun olduğu kentlerde sendikaların karşısına taşaron firmalar çıkarılmaktadır. Genelde böylesi olumsuz gelişmeler, Türkiye’de işçi sendikalarını olumsuz yönde etkilemediğini iddia edemeyiz. Ama Türkiye’nin hemen her yönüyle farklılıklar taşıdığını da gözardı edemeyiz. Bizde halen örgütlenme özgürlüğü, işçinin iş ve sosyal güvencesi yoktur. Demokrasi, insan hak ve özgürlükleri alanında bir adım bile ileri gidilmemiştir. Uğruna mücadele edilmesi gereken daha çok haklar vardır. Bugün GSMH’dan toplumsal kesimlerin aldığı paylar arasındaki uçurum veya kişi başına düşen milli gelirin oranı dikkate alınırsa, sendikalara düşen görevler de kendiliğinden ortaya çıkar. Ekonomik alanda yaşanılan çarpıklık aynı zamanda hırsızlığın, vurgunculuğun da boyutunu göstermekte.“Verdimse ben verdim”anlayışının aynasıdır. MAYIS 2000BAKI KARER   

TÜRKİYE VE G.KÜRDİSTAN  POLİTİKASI     Kafkasların önem kazanması Kürt sorununu da ön plana çıkardı. Daha doğrusu,Kürtlerin yaşadığı bölgelerin hem Ortadoğu ve hem de Kafkaslar açısından Stratejik denilebilinecek düzeyde önem kazanmasına neden oldu. Bu yaklaşım sadece Türkiye için değil, ABD ve AB için de geçerlidir. Kafkaslardaki zengin petrol ve gaz rezervleri ve bunların dünya pazarlarına taşınma istemi ikinci bir“körfez güvenliği”sorununu doğurdu. Petrolün Türkiye üzerinden Akdeniz’e taşınarak dünya pazarlarına sunulmak istenmesi, ister istemez Türkiye’nin Kürt sorununa bakış açısı ile ABD’nin bakış açısı arasında dönemsel olarak nitelendirilecek çakışmayan birçok noktaların şu veya bu düzeyde açığa çıkmasına neden oldu.    Bilindiği gibi Körfez savaşı sonucu Irak’ın birçok alanda Birleşmiş Milletler yaptırımlarıyla karşılaşmış olması, yönetimin ülke genelindeki denetiminin zayıflamasını getirmişti. ABD ve Avrupa Birliği’nin Irak’ın sınırlarında bir değişikliğe gitmeden yana olmadıklarını, gerek güneydeki ve gerekse kuzeydeki ayaklanmaların bastırılması karşısında sergiledikleri tavırla gösterdiler. Mevcut seçenekler içinde kötülerin iyisi olarak Saddam iktidarını kabul etmek zorunda kaldılar. Ama sınırlarda her hangi bir değişikliğe yol açmadan, şu veya bu biçimde Saddam’ı alaşağı etmeyi de istiyorlar. Bugünkü koşullarda bunun pek kolay olmadığını, uzun bir süreyi kapsıyacağını gördükleri için, G.Kürdistan’da bir siyasal çözüme gitmeyi uygun buluyorlar. Çünkü Kafkas petrolünün Akdeniz üzerinden dünya pazarlarına taşınmasını Irak sorununun çözümüne endekslemeyi kabul etmiyorlar. Bir de bu nedenle G.Kürdistan’ın çözümsüz uç bir noktada kalmasını sakıncalı bulmaktalar.    ABD’nin G.Kürdistan için öngördüğü çözüm otomomidir. Ama bu çözüm biçiminde bile Türkiye’nin belirleyici rol oynama gerçeğini kabul etmek gerekir. “ABD her şeyi belirler” veya “Türkiye öne sürülen çözümleri kabul eder” anlayışından hareketle, soruna, doğru bir yaklaşım getirme olanaklı değildir. Varolan birçok gerçeklere gözümüzü kapayıp politika yapamayız. Eğer bu konuda ABD salt başına belirleyici olabilseydi, Türkiye’ye her istediğini kabul ettirebilseydi, G.Kürdistan’a otonomi çoktan kazandırılmış olunurdu. Bir de madalyonun öbür yüzüne baktığımızda, ABD’nin bu yönlü uğraşıları, bizleri yanılgıya götürmemelidir. Eğer Saddam her türlü işbirliğini kabul ederse veya Saddam yerine geçecek bir iktidarın istenilen tüm güvencelere “evet” dediği noktada ABD için önemli oranda bir Kürt sorunu kalmaz. Bu anlayış Avrupa Birliği için de geçerlidir. Bunlar, sonuçta Bağdat’ı belirleyici olarak görmektedirler. Yani ABD ve AB’nin uğraşlarını büyük ölçüde dönemsel olarak görmek gerekir. Türkiye ise bugünkü koşullarda bile, içinde bulunduğu siyasi, ekonomik ortamda hiç bir çözüm biçimine yanaşmamakta, her koşulda Bağdat’ın şartsız bir egemen lik kurmasını sağlıyacak biçimde hareket etmektedir. Türkiye G.Kürdistan’da geliştirilecek bir otonominin Türkiye’de çok ciddi

Page 130: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

bir toplumsal muhalefete neden olacağından korkmaktadır. Önümüzdeki süreçte öngördüğü ekonomik ve siyasal düzenlemelerde başarısızlığa uğrayacağını düşünerek, kendisi için biçtiği “büyük ülke” rolünü yerine getiremeyeceğine inanmaktadır. Oysa Balkanlarda, Kafkaslarda ve Ortadoğu’da “büyük ülke” rolü, sorunlar inkâr edilerek oynanamaz.    Çok zor koşullara ve her türlü engellemelere karşın G. Kürdistan’da otonomiyi sağlamanın koşulları vardır. Bunu sağlıyacak güçlerin başında da KDP ve YEKİTİ gelmektedir. Örgütsel her türlü kısır çıkar ve çekişmeler bir yana bırakılır, halkın geleceğini temel alan ortak noktalarda bir araya gelinerek dış güçlerin provakasyonları ve dayatmaları önlenebilinirse, sonuç alıcı, kalıcı bir çözüme ulaşmanın olanakları vardır. Çözüme giden yolda özellikle bu iki gücün belirleyici olduğuna inanıyorum.  Ama ne yazık ki, bu siyasal güçler de çok ciddi olumsuzluklar içindeler ve eğer bu gidişi engelleyecek bir konuma gelmezlerse, hedefleri olan bölgesel bir yönetim oluşturmanın tarihi fırsatını bir kez daha kaçırmış olacaklardır. Bu iki örgüt arasında yaşanılan olumsuzluklara hangi açıdan bakılırsa bakılsın, bölgenin bir iç sorunu olarak görmek gerekir.     Bu her iki örgütte Ankara ile bağlarını güçlendirme çabası içinde. YEKİTİ, Ankara ile geliştirdiği ilişkileri, KDP’nin dıştalanması temelinde aktif askersel desteğe dönüştürmeyi istemektedir. Celal Talabani, “Türk ordusunu elinden tutarız ve Kerkük’e kadar götürürüz” derken, amacının ne olduğu açık ortadadır. Yani sadece kendisinin alternatif bir güç olarak kabul edilmesini istemektedir. Hangi amaçlar ve taktiksel nedenlerden kaynaklanırsa kaynaklansın, bu iki büyük siyasal güçten biririnin diğerini dıştalama temelinde G.Kürdistan’da siyasal bir çözüme ulaşılamaz.    Gelişmeler YEKİTİ’nin istediği doğrultuda seyretmedi. KDP daha atak davranarak Türkiye’nin desteğini aldığı noktada, YEKİTİ çok ciddi ikinci bir hatanın içine düştü. Ankara, Bağdat, Tahran ve Şam tarafından iyice şişirilmiş bir top gibi kullanılan PKK’nın vurucu milis gücü olarak KDP’ye karşı kullanılmasına destek verdi. Bu durum sorunları daha karmaşık hale getirdi. Dışardan bakıldığında olay Şam ve Bağdat’ın devreye girişi gibi gözüküyorsa da, esasta Türkiye’nin PKK aracılığı ile daha aktif ve yoğun biçimde devreye sokuluşunu ifade ediyordu. Apocuların yarattığı bir dizi provakasyon ve çatışma ortamında Türkiye, hem siyasal bir çözümün önüne geçmek ve hem de Ortadoğu’da hasas dengeleri korumak için G.Kürdistan’ı su yolu yaptı. Ayrıca, planlanmış ve proğramlaştırılmış uzun vadeli amaçlar için, “düşük yoğunluklu savaş” görünümü altında ülke toprakları dışında görevler yerine getirebilecek düzeyde eğitimli, donanımlı, çok güçlü diyebileceğimiz hareket kabiliyetine sahip, deney ve tecrübe sahibi, adeta yeniden örgetlendirilmiş bir ordu yarattı. Öyle ki, ordunun gücü, Körfezden, Kafkaslara ve Balkanlara kadar geniş bir alanda her an müdahalelerde bulunabilecek bir konuma getirildi. Bu aynı zamanda, ABD’nin de istemiydi.     Bugün bazı çevrelerce G.Kürdistan’da siyasal çözüme ulaşmak için birtakım öneriler ileri sürülüyor.Bunlardan biri; İngiltere’den kaynaklanan veYEKİTİ’den destek bulan Türkiye Kürtlerini de içerecek biçimde bir otonominin sağlanmasıdır. Ama Türkiye’nin gerek içte ve gerekse dışta, özellikle Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar’da yürüttüğü politikaya baktığımızda bu yönlü çözümün ipuçlarını dahi görmüyoruz. Son dönemlerde “Büyük Türkiye” söyleminin önplana çıkarılışı hiçte tesadüfi değildir. Yani İngiltere’nin önerilerine yanıt olarak, “biz zaten büyüğüz, mevcut sınırlarımız bize yeterlidir” denilmektedir. Kaldı ki, bugün için G.Kürdistanda kendi kontrolünde bir otonomi yönetimine dahi sıcak yaklaşmamaktadır. Ayrıca sınır değişikliğiyle getirilecek çözümün de uzun vadede Türkiye’nin küçülmesini getireceği düşüncesi ağır basmaktadır. Çünkü Türkiye çok iyi bilmektedir ki, Alman’ya, Rusya ve Fransa’nın dıştalanması doğrultusunda salt ABD ve İngiltere’nin desteği temelinde sağlanacak böylesi bir çözüm uzun vadeli olmayacaktır. Sonuçta kendisinin bataklığa sürükleneceğinin bilincindedir. Ayrıca bunlara İran, Suriye ve Irak faktörlerini de eklemektedir. Tüm bu güçlerin çıkarlarının ortak bir noktada çakışamayacağını görmektedir. Almanya’nın hemen hemen sürekli, Fransa’nın belli aralıklarla yaptığı Türkiye’ye yönelik eleştiriler bölge üzerindeki çıkar çatışmalarının ürünüdür. Kürt halkı, bu çıkar çelişkileri yumağı içinde bir koz olarak kullanılmaktadır.    Türkiye’nin bugünkü koşullarda kendisinden her istenileni yerine getirmeme yönünde uyguladığı politika elbette anlaşılırdır. Küreselleşmiş tek süper güçlü yeni dünyada, devlet yapılanmasına ve çıkarlarına yeniden biçim vermek istemektedir.Türkiye sadece G. Kürdistan’

Page 131: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

da değil, Ortadoğu’da, Kafkaslarda ve Balkanlarda devlet çıkarlarını temel alan bir politikaya yönelmiştir. “Büyük Türkiye” rolüne bağlı olarak daha fazla pay istemektedir. Geçmişte olduğu gibi kendisine çizilen çerçevede “uysal çocuk” rolü değil, kendisinin de katkılarıyla çizilen çerçevede “yetişkin” rolüne yönelmiştir. İsrail’le geliştirdiği ittifak bu anlayışın bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu önceleri Yunanistan’ın Suriye ile yaptığı “savunma işbirliği” anlaşmasına bir misilleme olarak lanse edilmeye çalışılmışsa da, bunun hiçte böyle olmadığı bilinmektadir. Türkiye’nin belirttiğimiz bölgelerde özellikle ABD’nin çıkarlarını gözetecek biçimde siyasal ve ekonomik alanlarda söz sahibi olma istemiyle, İsrail’in ABD ve Avrupa Birliği’nin Filistin konusunda yaptığı baskıları hafifletmek ve manevra alanını biraz daha genişletmek için yürüttüğü çabalarla çakışması böylesi bir stratejik ittifakı ortaya çıkardı. Bu ittifak aynı zamanda ABD’ nin bölgede yapmak istediği düzenlemelere ters düşen ülkeler üzerinde, yani Irak, İran ve Suriye üzerinde baskıcı bir güç oluşturmaktadır.    Sonuç olarak şunu söyliyebiliriz: Türkiye Cumhuriyeti hareket ettiği zeminde günün koşullarına uygun biçimde devlet örgütlenmesi ve politikasını yeniden yapılandırmayı sonuçlandırmadığı sürece ve askeri gücünü istediği seviyeye getirene kadar G.Kürdistan’a daha çok seferler düzenleyecektir. Altıyüz yıllık devlet geleneğine sahip egemen güçler, Apocu güruhu bu kadar akıllı kullanabilirdi. Egemen güçler, bu kadar kolay yönetir konumda bulunmalarını, Apocuların sahte savaş naralarına borçlu olduklarını çok iyi biliyorlar. Bu sayede sermayelerini her yıl kolayca birkaç katına katlamanın keyfini yaşıyorlar. Apoculuğun gördüğü işlevi ve ilişkiler ağını tüm yönleriyle çok iyi değerlendirmek zorundayız. Türkiye’de demokrasi ve özgürlük mücadelesinin önündeki PKK engeli aşılmalıdır. Emekçi yığınların demokrasi mücadelesi er veye geç bunu başaracak. Egemen güçlerin çirkeflikleri, entrikaları eninde sonunda günyüzüne çıkacaktır.  Haziran 1999Baki Karer   

SSCB’NİN YIKILŞI     Emperyalizmin her türlü entrikalarına rağmen sosyalizmin sağladığı başarılar, kesinlikle inkar edilecek başarılar değildir. Ama salt başarılar önplana çıkartılarak, başarısızlıklar örtülenmemelidir. Sosyalizmin inşasında ortaya çıkan başarısızlıkların irdelenmesi,geleceğe daha bir umutla bakmak için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Sosyalizmin sadece Sovyetler Birliği’nde değil, sosyalist sistem içinde yeralmış ülkelerede de yenilgiye uğraması çok daha düşündürücüdür.     SSCB’nin dağılmasında birçok faktör birarada rol oynamıştır. Bunların başında gelen ekonomik alanda işlenen hatalar başta olmak üzere parti ve devlet örgütlenmesin yapılan hatalardır. Her şeyden önce devrimin gerçekleştiği dönemde Rusya önemli oranda sanayileşmiş bir ülke olmasına karşın, feodal üretim ilişkilerinin hakim olduğu birçok ülkenin SSCB’ye dahil edilmesi, sosyalizmin inşaasında başarısızlığa düşülmesinde önemli bir faktördür. Hatta birçok bölge için feodel ve köleci ilişkilerin içiçe geçmişliğinden bile söz ediliyordu. Sosyalist ekonomi politiğin uygulanabilirlik koşulları dikate alındığında, başından itibaren nasıl bir proğramla hareket edilmesi gerektiği, sorunun ana halkasını oluşturmaktadır. Ekim devriminin gerçekleştiği dönemde, gerekli altyapının ve sanayileşmenin yeterli olamadığı Rusya’nın gösterdiği özellikler biryana, Sovyet çatısı altında farklı üretim ilişkilerinin, birden fazla milliyetlerin ve kültürel yapıların varlığı koşullarında ne tür aşamalardan sonra sosyalist ekonominin uygulanmasına geçilmesi sorunu, salt siyasal bir perspektifle ele alınması, baştan önemli bir hataydı. Günümüzde alınan sonucun hazırlayıcısı, esas olarak, Stalin dönemidir. Bu dönemde ekonomik ve siyasal alanlarda işlenen hatalar, daha sonraki dönemde derinleştirilerek sürdürülmüştür. Devrimden kısa bir sonra uyglamaya konulan NEP proğramı üzerinde fazla düşünülmemiştir. Böylesi bir proğramdan kısa bir sürede sonuç alınması pek olanaklı olmadığı halde, bu proğramı uygulamaya zorlayan koşullar yeterince algılanmadan, kısa dönemde uygulamadan kaldırılmıştır.

Page 132: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Bu kadar çok çeşitlilik gösteren sosyal yapıda, yeterince eğitim, bilgi, teknik, bir bütün olarak alt yapı hazırlığı tamamlanmadan kollektivizme geçmede aceleci davranılmıştır. Ekonomik konularda iradi davranma, yani emrivaki kararlar alma gelinen sonucun hazırlayıcısı olmuştur. Bu nedenledir ki kollektivizm; hertürlü yozlaşmanın, bürokrat kapitalist yetiştirmenin merkezleri haline geldi. Emeğin karşılığının verildiği yerler değil, yönetici statüsünde bulunanların vurgun kapıları haline geldiler. Kollektivizm değil, bürokrasinin söz sahipliği ve haklarının korunduğu yuvalar haline dönüştü. İşçi sınıfından çok ileri bir yaşam düzeyine ulaşan, bir anlamda kapitalistleşen bir avuç bürokrat yönetici, siyasal desteği de arkasına alarak adeta her türlü yenileşmenin karşısında demoklesin kılcı kesildi.    Soğuk savaş koşulları olabildiğince abartılarak, bilgi ve teknik alanlarda sağlanan gelişmeler, toplumun sosyal, ekonomik gelişmesine yönelik değil, salt savaş sanayinin hizmetine koşuldu. ABD ve Batı Avrupa ülkeleri ise, bir yandan savaş sanayisini geliştirirken, bir yandan da halkın sosyal ve ekonomik yaşamını sürekli ileriye götürmeyi başardı. Yani ilerleyen bilgi ve teknolojiyi halkın günlük yaşamına girdirmeyi sağladılar. Batı Avrupa toplumlarının yaşam koşulları sürekli iyileşirken, sosyalist ülke halklarının yaşam düzeyi yerinde saydı. Yine Sovyetler Birliği egemen olduğu Varşova Paktı’nı, ekonomik ve mali gücünü diğer sosyalist ülkelerin çıkarlarına, gelişmelerine karşı engel bir konuma getirdi. Tüm sosoyalist ülkeler, tek merkezden, yani Moskova’dan yönlendirilir hale geldi. Bunun ileride doğuracağı sakıncalar hiçe sayıldı. Ulusların özgür iradesi ve gelişmesi ilkesi çiğnenedi. Bu tutum hem Sovyet içinde yeralmış, hem de diğer sosoyalist ülkelerde milliyetçi gelişmeleri doğurdu.    Sosoyalizm en geniş demokrasi olmasına karşın, bir avuç bürokrat-yönetici kesimin demokrasisi oldu; bürokrat kesimin diktatörlüğüne dönüştü. Değişkenlik, yenilenme, halka hizmette yarışı değil, eskiye sarılma, bağnazlık geçerli temel kurallar haline getirildi. Yönetime seçilenler, başarılı olsun veya olmasın geldikleri görevde ömrünün sonuna kadar kalmanın kavgasına ve telaşına düştüler. Devlet ve partinin birçok birimlerinde görev alan kadrolar, kendilerini adeta kıral ilan ettiler. Devlet ve parti örgütlenmelerinde demokrasinin kuralları geçerli kılınmadı. Kapitalizm, emperyalizm tehlikesi bahane edilerek halk demokrasisi, halkın özgürlüğü unutuldu, hem de halk adına. Elbette halka bu derece yabancılaşmış bir iktidar biçimine, yani bürokrasi diktatörlüğüne halkın sahip çıkması düşünülemezdi.     Nitekim Garbaçov döneminde kemerlerin azıcık serbest bırakılmasıyla bir anda kitleler ayaklandı ve iktidar yıkıldı. Rusya’da serbest pazar uygulamasına geçilmesinden buyana anlaşılacağı üzere, en büyük kapitalistler, işletme sahipleri geçmişin devlet ve parti yönetiminde yer alanlar veya bunların yakın imtiyazlı çevreleri olduğu görülmektedir. Artık önümüzdeki süreçte Rusya Federasyonu’nda, eski Sovyet cumhuriyetleri ve Doğu Avrupa ülkelerinde temel hedef kapitalizmin inşası olacaktır.  Aralık 1991BAKİ KARER   

 35 GENCİN ÖLÜMÜ

     28 Aralık akşamı Uludere’ye bağlı Ortasu köyüne yakın bir noktaya savaş uçaklarınca bombalama yapıldı. Kaçakçılıkla geçim sağlayan 35 genç insan hayatını kaybetti. Çoğunluğu 30 yaş altında. Hatta içlerinde 12 ve 16 yaş arası çocuklar var. Tek kelimeyle korkuç bir tablo. Ortaya çıkan bu tablo karşısında söylenecek çok şey var. Ortadoğu genelinde mezhep ve etnik çatışmalara yönelik mevzilenmelerin yapıldığı dönemde, böyle bir olayın ortaya çıkması daha bir düşündürücüdür.     35 gencin yok edilmesinin nedenlerini sadece siyasal değil, ekonomik ve sosyal boyutlarıyla da tartışmak gerekir. Olay, kısa yoldan şablom tanımlamalarla geçiştirilmemeli. Onlarca yıldır uygulanan ekonomik ve sosyal politikaların ortaya çıkardığı bir sonuç olarak da görülmeli. Her şeyden önce, bir anne, 12 yaşındaki çocuğunu kaçakçılık yapmaya neden gönderir? Sorunun esas

Page 133: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

kaynağını bir de burada aramak gerekir. Üstelik sınır boylarında yapılan kaçakçılık, devletin bilgisi ve gözetimi altında yapılıyorsa, sorun daha da vahimdir. Bölgenin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal yapı, içten ve dıştan kaynaklanan her türlü provakasyonlara elverişli durumdadır. Provakasyonlar hangi nedenden kaynaklanmış olursa olsun, sonuçta, devlet sorumludur. Çünkü provakasyonlara kapıyı aralayan devletin izlediği politikadır.     Türkiye, uluslararası güçlerin özellikle siyasal alanda Bölgeye yönelik kozlarını paylaşmaya çalıştığı alanlardan biridir. Uluslararası güçlerin Ortadoğu’ya yönelik hesaplarını ağırlıklı olarak Türkiye üzerinden yaptığını söylemek kehanet değildir. Böylesine kritik bir döneme denk gelen 35 gencin ölümü, ağırlıklı olarak içte iktidar hesaplaşmasından kaynaklanmıştır. Yani 35 genç insan iktidar kavgasına kurban edilmiştir.     12 haziran seçimlerinden sonra başlayan yeni sürecin kanlı geçeceğini daha önceleri de belirtmiştim. Ortasu’da katledilen 35 genç, bu sürecin bir parçası olmuştur. Benzer bir örneğini de Siirt'te 4 genç bayanın öldürülmesi olayında görmüştük. Her iki katliam da, derin devlet-Kandilli ve BDP işbirliğinin ürünüdür. Bu ittifak, parçalanacağı bir dar boğaza girmiştir. 01.01.2011Baki Karer 

NELER OLUYOR?

     Son günlerde başdöndürücü gelişmeler o kadar arka arkaya geliyor ki, takip etme neredeyse imkânsız hale geldi. Sokak gösterileri, işlenen birdizi cinayetler, darbe girişimleri ve Bülent Arınç’a karşı suikast iddiaları. Seferberlik Tetkik Kurulu diye anılan Özel Harp Dairesi’ne, yani GLADIO’nun merkezine yapılan baskınlar...     Kozmik oda diye tabir edilen dehlizlerde aramalar yapılmış. Ne buldukları, daha doğrusu ne arandığı belli değil. Yine her şey bir muammadan ibaret.     Arınç’a yönelik suikast iddialarına inanmıyorum. Nereden bakılırsa bakılsın bu iddianın hiç bir tutarlı yanı yok. Sadece bir bahane, bir araç olarak kullanılıyor. Bu söylentinin daha ciddi bir gelişmenin önünü almak için kasıtlı olarak ortaya atıldığını sanıyorum.    Yıllardan bu yana işlenen siyasal cinayetler, faili mechuller ve bin bir türlü karanlık ilişkiler ağı ortaya çıkarılmayacaksa, bahsedilen birimde neden aramalar yapılıyor, niçin göstermelik davalar açılıyor? Gelişmeler açıkça gösteriyor ki, yapılan aramalardan ve açılan davalardan herhangi bir sonuç elde edilemeyecektir. Bunların tümü de her zamanki gibi geç kalmış Türkiye’ye özgü düzenlemelerdir. Yeniden dizayn vermeyi sağlıyacak içe yönelik bir çeşit operasyon yürütülmekte. Yapılan operasyonun asıl amacı, NATO adına örgütlendirilmiş USA markalı Gladio yapılanması tasfiye edilerek, TC markalı yeni bir yapılanmayı geliştirmektir.    Bu nedenle geçmişte Özel Harp’le çalışmış ve halen de çalışmaya devam edenlerin önemli bir kesimi yürütülmekte olan tasfiye hareketine karşı direnmekte. Direnenler tabiiki sadece bunlarla sınırlı değil; Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana devlet yönetiminde yer almış bilinen elit-seçkinci kesim ve bunlara bağlı devletin imtiyazlı sermaye kesimi de direnmekte. Bunlar, liberallerden tutun da sosyal demokrat, hatta solcu geçinen kesimlere kadar geniş bir yelpaze oluşturmaktadır. Her zaman Ordu desteğini arkasına almış bu kesim, aynı zamanda ABD’nin en sadık işbirlikçileridir. ’Çağdaş medeniyet’ adına her zaman B. Avrupa ve ABD’nin dümen suyunda gidenlerdir. Yıllardır Kürt halkını yok saymaları, Ortadoğu’ya arkalarını dönmeleri bir de bu nedenledir. Demokrasi diye bir sorunları hiç olmamıştır. Lüks yaşantıları Avrupa ithal mallarıyla sınırlıdır. Aslında burjuva yaşantısını da bilmezler. Burjuvalıkları, sırf modern gözükebilmek için, senfoni okestrasından hiç anlamadıkları konçertoları dinlerken, ellerini birbirine kavuşturup sabit bir noktaya bakmalarından ibarettir. İthal mallarıyla çaka satmayı, montaj sanayi ile övünmeyi prensip edinmişlerdir. İşte son günlerde yaşanan siyasal gelişmelerle bu kesime çeki düzen verilmektedir. Daha doğrusu, Ordu bu kesimle arasına mesafe koymaktadır. Açılan davaların, Özel Harp Dairesi’nde yapılan aramaların sırrını burada aramak gerekir. Dünya genelinde yaşanan ekonomik ve siyasal gelişmelerin gerisinde seyreden bu kesim

Page 134: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

dışlanmaktadır. Hangi kesimden olursa olsun, içinde bulunulan kaşullara ayak uyduranlarla hareket edileceğinin işaretleri verilmekte.     Yaşanan ve daha da yaşanacak değişimler konusunda Türk Silahlı Kuvvetleri ile hükümet arasında çok ciddi çelişki ve tartışmanın olduğu kanısında değilim. Eğer Ordu bu konuda niyetli olmasaydı çok fazla adım atılamazdı ve hükümet ise ısrarlı davranamazdı. Görünen odur ki, silahlı kuvvetlerin üst yönetimi ile hükümet arasında, bu konuda bir konsessus var.    Bir çok kesim yapılan operasyonlara çok büyük ümitler bağlamakta. Demokratikleşme doğrultusun atılmış büyük adımlar olarak değerlendirilmekte. Elbette küçükte olsa ileriye yönelik her adım desteklenmeli. Ama böylesi çıkışlara büyük anlamlar atfederek, esas ulaşılması gereken hedeflerin gölgelemesine de müsaade edilmemeli. Yani demokrasi alanında ulaşılması gereken ana hedeflerden geri kalınmamalı. Yığınca anti-demokratik yasa ve kanunlar henüz yürürlükteyken, üstelik bunların değiştirilmesi yönünde en ufak bir çaba yokken, beklenen demokratikleşmenin sağlanamayacağı açıkça ortadadır. Üstelik mevcut anti-demokratik yasa ve kanunların önemli bir çoğunluğu, gücünü, 1982 cunta anayasasından almakta. Bu Anayasa değiştirilmediği sürece demokrasi alanında sonuç alıcı ciddi adımların atılacağını bekleme hayalprestliktir. Bu operasyonlardan hareketle ‘Ordu geri plana çekiliyor’ bahanesine sığınılarak, temel noktalara vurgu yapılması ve çözümler getirecek atılımlar içinde bulunulması adeta gözardı edilmekte. Her şeyden önce Ordunun durması gereken yere çekilmesi, demokrasi alanında ciddi adımların atılmasına ve en önemlisi de ekonomik ve sosyal alanda emekçi yığınların yaşam düzeyinde köklü değişikliklerin yaratılması çabalarına bağlıdır. Bunun için de tabanın ciddi örgütlü bir biçimde talep içinde olması gerekir. Aslında tabanda böylesi bir talep vardır, ama bunu mevcut sisteme karşı yönlendirecek örgütlü gücten yoksundur. İşte böylesi bir acizlik içinde olunduğu için bazı çevrelerce AKP, neredeyse tam bir kurtarıcı olarak lanse edilmekte. Sendikalaşmanın, toplu sözleşmenin, genel grevin, basın özgürlüğünün karşısında olan AKP demokrasi alanında ciddi adımlar atamaz.     Ağırlıklı olarak İslam ideolojisiyle bezenmiş, neo-liberal bir politikanın izleyicisi AKP’yi, bir kurtarıcı ya da demokratikleşmenin mimarı olarak kamuoyuna sunmanın altında başka amaçlar vardır. Dikkat çekilmesi gereken bir başka nokta daha var: Kozmik oda aramalarının denk getirildiği koşullar gözardı edilemez; Cumhuriyet Halk Partisi, Milliyetci Hareket Partisi ve Demokratik Toplum Partisi’nin tek bir doğrultu üzerinde birleştirildiği ya da birleştiği bir aşamada böylesi bir operasyon başlatılmıştır. AKP zaten iktidar partisi ve konumu bellidir. İç ve özellikle de dış konjöktürün dayattığı yeniden yapılanma için harekete geçilmesi için bundan daha iyi koşullar bulunamazdı.     Bu aramalardan hiç bir karanlık ilişki, faili mechuller, işlenen siyasi cinayetler, Sivas, Çorum, Kahraman Maraş vb. katliamlar aydınlığa kavuşturulmayacaktır. Sedaca ikide bir darbecilik oynunun oynanmasının önüne geçilecek, istihbarat örgütleri arasındaki çıkar çatışmaları mümkün olduğunca giderilmeye çalışılacaktır. Ortadoğu ve Kafkasya’daki gelişmelere ve bu bölgelerde Türkiye’nin yeni dönemde oynayacağı role göre, Özel Harp Dairesi’ne yeniden biçim verilecektir.

BAKİ KARER6 Ocak 2010

 

 BEŞİKÇİ KÜRTÇÜLÜĞÜ

YA DABİR TÜRKÜN KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİ

   Bu yazımın başlığını ‘Üsküdar’da Sabah Oldu’ koyacaktım ama güncel bir konu irdeleneceği için bunun pek uygun

Page 135: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

olmayacağını düşündüm. Daha açık bir isim altında konunun irdelenmesine karar verdim. Bu nedenle makaleme ‘Beşikçi Kürtçülüğü ya da Bir Türkün Kürt Milliyetçiliği’ başlığını koydum. Öttürülen borazanla Üsküdar’da sabah olduğunu tüm yolçular farketti. Bu sefer ki borazan biraz farklıydı; bir ucu İmralı’da bir ucu Üsküdar’daydı. İmralıdan üflenen borazan sesine karşı her telden bir tepki geldi.Oysa işler gayet ‘yolunda’ gidiyordu; şimdiye kadar alan da memnundu veren de. Kompartımanlarda oturanların çoğu sabah şafağının sersemliliğiyle adeta ne yapacağını şaşırmıştı. Herkesin birbirine sorduğu tek bir soru vardı; neden terkedildi?Bugüne kadar istenildiği gibi yönlendirilen İsmail Beçikçi’nin kalemine artık ihtiyaç duyulmuyordu. Yıllarca kullanılan kalemin ortaya çıkan yeni koşullarda gereksiz olduğu ilan edildi.Terkedilme karşısında şaşkınlığını gizleyemen İsmail Beşikçi, ‘Hayal kırıklığına uğradığını’ açıklamakla yetindi. Belli ki, panikleme, korku vardı. Çünkü yapılan açıklamayı ‘tehdit’ olarak kabullenmişti. Aslında terkedilmeyi bir türlü hazmedememe sözkonusuydu. Hangi biçimde olursa olsun yollar ayrılmıştı bir kere. Tartışılması gereken İsmail Beşikçi ile yolların ayrılma noktasına neden gelindiğidir. Bu sorun ‘tehdit’ hay-huy’larıyla ört-bas edilemez. Çünkü bu güne kadar çok insan tehdit edildi, çok insan da katledildi. Beşikçi ise bu tehditleri ve cinayetleri her alanda ve her biçimde destekledi. Hatta katledilmiş insanların arkasından, kendilerini savunma imkanlarının olmadığını bile bile her türlü hakareti yaptı. Üstelik hızını alamayıp yaşayanları da ‘Ölüler’ listesine ekledi. ‘Yeni tanrılar’ yaratmanın önünde diyelenlerin hepsi ‘hemen katledilmeli’ diye sağa sola mesajlar gönderdiğini unutmuş olamaz. Acaba halen gecenin sessizliğini bozacak ‘mutlu’ haberler peşinde mi? Umarım listesine aldıklarının tümünün üzerine çizik atamaz.‘Sosyolog’ yaptığı ‘araştırma ve incelemelerde’ nasıl oldu da yol ayrımına gelindiğini görememişti? Bence çözümlenmiş bu düğümün üzerinde durmak gerekiyor.  Acaba hareket ettiği sahayla ilgili araştırmalarında mı yoksa eline sıkıştırılmış ‘teorik’bilgilerin irdelenmesinde mi hatalara düşmüştü? Sahayla ilgili yaptığı araştırmalarda elde ettiği bulguları yeterince irdeleyemeyip yanlış teorik sonuçlara mı ulaştı? Ya da saha incelemesiyle yetinip, bulgularını ‘teorik’ araştırmalarla beslemeyi mi ihmal etti? Veya Türkiye genelinde egemen olduğu gibi siyaseti sosyal bilimin önüne çok mu çıkarmıştı? Bel ki de, Comte pozitivizminden çok Durkheim’i tersinden yorumlayarak Öcalan tapıcılığına başlaması Beşikçi’nin terkedilişini sağladı. Oysa Comte’nin sıradanlaşmış başeğiciliğiyle yetinseydi hiç bu kadar dikkat çekmeyecekti. Ama radikal tapıcılığın, putlaştırıcılığın öncü figuranlığına oynaması ister istemez işleri biraz bozdu. Daha doğrusu, ‘Tanrı’nın belirlediği kuralların dışına çıktı. Beşikçi masa başında korelasyon katsayılarını arttırarak ‘mit’ yaratma çabalarının sonuçlarını almıştır. Bu derece ciddi bir sorunu salt ‘tehdit’le geçiştirmeye kalkma ciddiyetle bağdaşmaz. Evet, gelinen noktada Beşikçi yeni bir ‘sosyal araştırma stratejisi’ oluşturmak zorunda kalmıştır. Acaba bundan sonra salt olgulara vurgu yapmaktan vazgeçip aklın eleştiriciliğini mi temel alacak yoksa tam bir teslim bayrağı çekerek, yeni ‘araştırma ve incelemeler’i sonucu irrasyonelizmle arasındaki köprüleri daha mı sağlamlaştıracak? Bekleyip göreceğiz.Bir diğer nokta da,Ziya Gölkap’a benzetilmeye neden bu kadar isyan edildiğini bir türlü anlamadım. Karşılaştırmanın farklı bir zeminde ele alıp incelenmesi gerekirken, birden bire etnik kökene indirgenerek, sığ bir zemine çekildi. Kimi ‘Beşikçi’nin köken sorunu yoktur’, kimi de ‘Kürt ideologodur’ dolayısıyla ‘Gökalp’la karşılaştırılamaz’ demeye başladı. Oysa, kimse Beşikçi’nin Türk bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiğini inkȃr etmiyor, yani kimse ‘Türk değildir’ diye bir tartışma yürütmüyor.Bu noktada Beşikçi’den beklenen kaçamaklı yanıtlar değil,meslektaşı Gölkalp’la arasındaki farklılıkları ortaya koyan bir tavır beklenirdi. Hiç olmazsa yeni dinler yaratma peşinde olmadığını, sırf olgulardan hareket ettiği için sosyolojik hatalara düştüğünü açıkça söyliyebilirdi. Ziya Gölkap Rıza Nurl’a çalıştığı için ‘iktidarın adamı’ olmakla da eleştirilmiştir. Beşikçi’de Öcalan’la çalışarak ‘sosyolojik araştırmalar’ yapmış ve böylece egemen güçlerin bir kanadı yanında,daha açık bir ifadeyle, devlet yönetiminde bulunan bir tarafın yanında yer aldığı için eleştirilmekte. Bu ortak benzerliklere karşı acaba bir diyeceği yok mu? Hele her ikisinin pozitivizmciliği,tarihi yorumlamalardan hareketle çıkarsamalarda bulunmaları başlı başına tartışılması gereken konu. Sonuç olarak şunu söyliyebilirim; Biri Türkçülük yapmışsa diğeri de Kürtçülük yapmştır. Bu noktada kökenin hiç önemi yoktur. Sonuçta her ikisi de İttihat Terakki geleneğinin adamıdırlar. Ama bir farkla; biri öncü, diğeri takipci.Bakı karer10/01/2009 

 SEÇİM VE DEMOKRASİ

Page 136: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

 29 Mart 2009 yapılacak yerel seçime az bir zaman kaldı. Ama aslında seçim propagandası yasal süreçten aylarca önce başladı. Başından itibaren çekişme daha çok AKP ve CHP arasında geçmekte. MHP sürece damgasını vuracak pek fazla bir girişim içinde olmayı başaramadı. MHP ne kadar çaba gösterse de geçmişinden dolayı çok fazla bir seçmen tabanına ulaşması zaten pek olanaklı değil. Neredeyse sabitleşmiş yüzde skiz ile on barajı arasında dönüp dolaşmakta. Etnik milliyetçi çizgisinde ısrarlı davrandığı sürece, bu düzeyde kalmaya mahkumdur.İstanbul, Ankara, İzmir ve benzeri metropol kentlerde daha çok CHP ve AKP arasında kıyasıya bir rekabetin yaşanıyor. Ama ne olursa olsun bu kentlerde de sonuç aşağı yukarı belli olmuş durumda; İzmir hariç diğer metropollerde yine de AKP ezici bir sonuç alacaktır. Bu gidişle İzmir’in de ne kadar dayanacağı pek belli değil. AKP’nin, daha doğrusu Recep Tayyip Erdoğan’ın tepkisel çıkışları sonucu İzmir bir süre daha CHP’nin yanında saf tutacağa benzemekte. Bu yarışta Diğer partilerin DSP, ANAP ve DYP’nin neredeyse adı bile geçmemekte. Aday gösterdikleri kişilerin özelliklerinden dolayı belki bir kaç beldede belediye başkanlıkları alabilirler. Bunlar da mevcut tablonun değişmesinde pek bir oynamaz.DTP ise hiçte döneme uygun olmayan örgütlenme politik tavırlarıyla orta yerde can çekişip durmakta. Saldırganlığı ve tehditkâr tavırlarıyla bir süre daha durumunu karuyacağa benzemekte, daha doğrusu rejimin çıkarları gereği DTP biraz daha görmemezlikten gelinecek. Hakkında açılan kapatma davasının bir türlü sonuçlanmamasının altında yatan bir neden de budur. Feodalitenin son çırpınışlarını,en önemlisi de toplumda bölünmüşlüğü temsil ettiği için, kendiliğinden yokoluş sürecine bırakılmış durumda. MHP ve DYP karışımı bir politakının loca türünden bir örgütlenmesi olarak DTP, içinde bulunduğumuz konjöktürde boyunduruk altında biraz daha koşulacak. Zaten bu konuda gönüllü olmadığını söyliyemez.Bir yanı köylülüğe, feodaliteye, bir yanı da azınlık milliyetçiliğe dayanmakta. Kaldı ki, Doğu ve G.Doğu’nun ekonomik ve sosyal yapısı irdelendiğinde egemen güçlerin böylesi bir oluşumu amaçları doğrultusunda kullanmamaları mümkün değil. Demokrasinin tüm kurum kuruluşlarıyla işlerlik kazandığı koşullarda zaten böylesi bir örgütlenmenin bir gün bile ayakta kalması düşünülemez. Bu oluşum ve öncekiler biraz daha gerilere gidilerek irdelenirse, görülecektir ki, globalist politikaların ve sermayenin belirli noktalara yoğunlaşmaktan çıktığı döneme tekabul etmesi tesadüflerle açıklanamaz.Küreselleşmenin tipik iki önemli özelliğini vurgulamakta yarar var; ‘sivil toplum örgütlenmesi’ ve diğeri de gezginci sermaye. Elbette her sivil toplum örgütlenmesi sonuçta bir toplumsal ilişkidir. Yani toplumsal ilişki yumağı içinde çıkarları ortak olan çevrelerin bir arada kümelenmesidir. Son 20 yıldan bu yana önplana çıkartılan ”sivil toplum örgütlenmesi” ile küresel sermayenin akışı ve yoğunlaşmasını birbirinden  bağımsız olarak ele alma bizi globalist politakalar konusunda yanılgılara götürür. Gezginci sermaye gittiği yerde kalıcı, sürdürülebilir bir ekonomik ve mali yapının oluşmasını engellemek için özellikle doksanlı yılların başından itibaren yerelliği önplana çıkarmaya başladı. Dolayısıyla kültürel, dinsel, mezhepsel ve azınlık çatışmaları yarattı. ‘Yerellik’te ileri sürdüğü bahane de ‘sivil toplum örgütlenmesi’ yutturmacısıydı.‘Sivil toplum örgütlenmesi’ masalını yaygınlaştırırken de ‘demokrasi’ maskesini kullanmaktan çekinmedi. Oysa her yerellik şu veya bu biçimde genelden uzaklaşma demektir. Daha açık bir ifadeyle ulusal çıkarlardan, vatandaşlık bağının getirdiği ortak değerlerden uzaklaşma anlamını taşımaktadır. Ulusal değerlerin karşısına yerel değerlerin, toplumsal sorumlulukların yerine kişisel veya dar loca çıkarlarının alınması,gezginci sermayenin hiç bir zahmete katlanmadan sermayesini her geçen gün büyütmesine neden olmuştur. İşte ‘sivil toplum’, ‘demokrasi’ yutturmacası altında DTP türü örgütlenmelerinin ortaya çıkartılması boşuna değildir.DTP yerelliğinden dolayı genel için üretici, cözümleyici olmaktan uzaktır. Dikkat edilirse hiç bir konuda çözümleyici proje öne sürememekte. Yerelliğinden dolayıdır ki, loca türü örgütlenmede çakılıp kalmıştır. Şiddeti, daha doğrusu toplumda terör estirmeyi temel almasının bir nedenini de burada aramak gerekir. Yani, bir kısım feodellerin locası durumundadır. Bu nedenledir ki, baskıyla ve korku yayarak, eğer adına politika denilirse, politika yapmaktan başka çıkış yolu yoktur. Baskı ve korku yayarak siyaset yapmanın kimler has olduğunu tekrar hatırlatmanın bir anlamı yok. TV ŞEŞ karşısında bile şeş-beş olmalarına bu anlamda şaşmamak gerekir.Burjuvalaşma arzusu taşıyıpda burjuvalaşamayan, gelişen ekonomik sosyal koşullarda yok olmaya mahkum feodalitenin son çırpınışlarını sergileyen DTP, ‘sivil toplum örgütlenmesi’, ya da ‘demokrasi’ maskesini daha fazla kullanamayacaktır. Hele hele genelde Irak ve Kuzey Irak’a yönelik geliştirilen politikalar, her geçen gün alternatifsiz kalmalarını sağlamaktadır. Kast sistemine dayalı örgütlenme modelinin ne kendi içinde ne de dışa karşı demokratik olduğu görülmemiştir. Dolayısıyla DTP’nin demokrasi ve özgürlükler sorunu yoktur. Hızla tasfiye olan yöresel sistemin bir parçası olduğu için, genel sistemin yarattığı nimetlerden biraz daha fazla pay alma kavgasını yürütmektedir. Bu yapı içinde yer alan toprak ağalarının, aşiret reislerinin bir kısmı burjuvalaşamasa da hiç olmazsa bir kaç dublex daire sahibi olarak kalma şansına sahip olacak ve ömürlerini yoksulluk içinde geçirmeyecek. Bu tavrıyla da dönüşümün daha fazla sancısız, çatışmasız olmasında iyi bir kanca rolü oynadığı inkâr edilemez.

Page 137: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

 Bu anlamda içinde bulunduğumuz konjöktürde yapılacak seçimlerin halkın özgür iradesini ne kadar yansıtıp yansıtmayacağı tartışılması gereken önemli konuların başında gelmektedir. DTP G.Doğu ve Doğu’da baskı ve şiddeti önplana çıkartarak halkın özgür iradesine gem vururken, iktidar olmanın tüm avantajlarını kullanan AKP’de manipülasyonlarla özgür iradenin sandıklara yansımasını engellemeye çalışmakta. Bu cenahta da yine ‘sivil tolum’ aldatmacasıyla cemaatlerin önemli roller oynadığını görüyoruz. Kırdan kente göç etmiş kesimlerin daha çokta 90’lı yılların başından itibaren cemaatler içinde kümelendiğini biliyoruz. AKP’nin bu dinsel loca türü örgütlenmeleri, hem sahip olduğu belediye hem de devlet olanaklarını kullanarak hızlandırdığı ve yaygınlaştırdığı bir gerçek.İşte, cemaatler ya da localar aracılığla manipulasyonlar yapılmakta. Kırsal kesimden göç ederek metrepollerin kenarlarını çevrelemiş kesimlerin şehirlerde modern yaşam ve kültürle bütünleşmeleri cemaatler aracılığıyla engellenmekte. Göçmen kitlenin genel yapıyla bütünleşmesi, yani entegresyona uğraması dinci cemaatlerin ve bunlar aracılığıyla iktidar olmayı temel almış partilerin işine hiç gelmemekte. Bunlara potansiyel oy deposu gözüyle bakılmakta. Bu nedeledir ki, AKP uzun yıllar iktidar olmasına karşılık sosyal yardım yasasını çıkarmamakta, merkezi, devlet kontrolünde sosyal yardımdan kaçınmaktadır. Bu tavır, vatandaşlık anlayışı ve kültürünün yerine cemaat anlayışı ve kültürünü egemen kılmadır. Bu nedenledir ki, AKP kapı kapı dolaşıp birkaç kiloluk poşetler halinde gıda, çamaşır makinası,buzdolabı vs. dağıtmakta. Bu, en vahşi bir şiddettir. Bu açıkça seçimleri manüpula etme demektir. Bir somun ekmeğe muhtaç bırakılmış insanlar, ‘yardımlarla’ ‘kul’ haline getirilmekte. Ama vatandaşlık anlayışının egemen olduğu yerde sorgulama, vardır. Yani, bilincin önplana çıkması sözkonusudur. Demokrasi havarisi kesilen AKP, bu yöntemlerle demokrasinin yaygınlaşmasını ve yaşamın her alanında işlerlik kazanmasının önüne geçmekte. Bu tavır eninde sonunda DYP ya da CHP mirasının devralınması anlamına gelmektedir. Sonuç olarak, AKP demokrasiden korkmakta.AKP’nin şiddet anlayışını somutlaştıran bir başka konu da, seçim meydanlarında halka ’Tek vatan, Tek bayrak, Tek millet’sloganı attırmasıdır. Tek vatana, tek millete elbette kimsenin bir itirazı yok, ama ‘tek milleti’ anlamak, hele içe sindirmek mümkün değil. Yaşadımız çağın çok gerisinde ve aynı zamanda diktatörlük çağrışımı yapan bu sloganı kendine çıkış noktası yapan bir partinin demokratikliği, demokrasi anlayışı çok tartışma götürür. Bu, Şırnak’ın her hangi bir köyünde sabahın köründe henüz uyku sersemliğini üzerinden atamamış ve annesinden Türkçe bir kelime bile öğrenmemiş çocukları askeri hazırol duruşuna geçirerek her sabah ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım...’dedirtmeden daha öte bir durumdur.  Hani Kürtler ‘kardeşimiz’ di, bu ülkenin ‘asli unsuru’ idi?CHP cenahında değişen bir şey yok. Deniz Baykal kliği 1930’ların rehberlğinde bağdaş kurup oturmaya devam edeceklerini zaten ilan ettiler. Seçkinci romantizmini yaşamaya devam ediyor...‘Dağ başını duman almamış/ güneş ufuktan doğmamış/ tam tekmil yatmaya devam edelim arkadaşlar.’ CHP’nin konumu kısaca budur.Manipülasyonlardanve şiddet anlayışından kutulduğumuz oranda daha gelişkin bir demokrasiye kavuşacağımız kesindir. Baki Karer 15/03/2009

Bölüm1                                                                                        01/12/ 2007   

SÖZÜN BAŞLADIĞI NOKTADAYIZ  Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek, Apocuların estirdiği teröre karşı alınacak önlemler konusunda açıklama yaparken, ‘sözün bittiği noktadayız’ diyerek hükümetin duruşunda gelinen noktayı ifade etmeye çalıştı. Ama bana göre sözün bittiği noktada değil, tam tersine başladığı noktada olduğumuzdur. Türkiye bugüne kadar alınan ve bugünden sonra da alacağı tedbirlerle henüz sözünün bitmediğini tüm kararlılığıyla göstermek zorundadır. Söylemesi gerekenleri ya önümüzdeki kısa süreçte söyleyecek ya da hiçbir zaman söyleyemeyecek. Bugün söylenmesi gerekenler, ülkemizin en az elli yıllık geleceğini tayin etmede belirleyici rol oynayacaktır.  Dağlıca baskınının nasıl gerçekleştiğini teknik açıdan irdeliyecek değilim. PKK’nın gücünü ve çapını bilenler açısından bu bir muamma değildir. Zaten kaçırılan askerlerin geriye verilmesi sırasında yapılan tören her şeyin ispatıdır.

Page 138: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Yani dönem bir paylaşım savaşı dönemidir. Bu paylaşım dinsel, mezhepsel, kültürel ve etnik farklılıklara dayandırılarak piyonlar aracılığıyla yapılmaktadır. Her ne kadar Bush ve Putin arada bir üçüncü dünya savaşından bahsediyor olsalar da, ben, birinci ve ikinci dünya savaşlarına benzer bir paylaşım savaşlarının içinde yaşadığımız çağda olacağına çok az ihtimal verenlerdenim. Balkanlarda, Orta Asya’da ve Orta Doğu’da olup bitenler geçmiştekileri aratmayacak cinten savaşlardır. Sadece yapılış biçimi farklıdır.Bugünkü paylaşım savaşının merkezini Ortadoğu ve Avrasya oluşturmakta. Yani petrol kaynaklarının yoğun olarak bulunduğu alanlar ve yakın çevreleri savaş alanlarıdır. Türkiye açısından sorun şu; geliştirilen bu saldırgan tavırlar karşısında geri adım mı atılacak yoksa karşı taaruza geçip bu paylaşım savaşından güçlenerek mi çıkacak? Bu dönemde boyun eğme ile başkaldırı arasında ikircikli bir politika içine girilmesinin büyük bir yıkımı getireceği açıkça ortadadır.Geçmişte içerde komünizm düşmanlığı dışarıda NATO şemsiyesi altında SSCB’ye karşı ileri karakol görevlerini yerine getirmekle yükümlü Türkiye için günümüzde artık böylesine basit iç ve dış politikalar yürütme çok gerilerde kalmıştır. Türkiye için her geçen gün iç ve dış politikalar yürütme çok daha çetrefelli hale gelmekte. İster istemez bu birçoklarının iddia ettiği gibi ülkemizin bölge ve dünya çapında önemini yitirdiği anlamına gelmemekte, tam tersine oynadığı ve oynayacağı rollerin önemini bir kat daha fazlalaştırmakta. Türkiye artık bölgesindeki gelişmelerde olduğu kadar uluslararası politik gelişmelerin yönünü tayin etmede rol oynayan baş aktörlerden biri konumundadır. Bu, birçok dezavantajlara karşın Türkiye’nin gücüne güç katan en önemli avantajlardan biridir aynı zamanda. Ortadoğuda ve Kafkaslarda ulusal çıkarlarımıza ters düşecek bir politikayı başta ABD olmak üzere hiç bir süper güç hayata uygulama gücüne sahip değildir.Elbette bizi bu konumumuzdan geri plana itmenin her türlü taktikleri ABD ve AB tarafından hayata geçirilmektedir. Bu güçler bizi ne kadar güçsüz düşürürlerse emperyalist planlarını da o kadar rahatça hayata geçirebilme fırsatına kavuşacaklardır. O nedenledir ki, birinci dünya savaşı döneminde Balkanlarda uyguladıkları taktiklerin neredeyse benzerini bu gün uygulamaya koymuşlardır. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın günümüz koşullarında başarılı olamayacakları bir gerçektir. ABD ve AB’nin ‘ılımlı islam’ ve demokrasi maskesi altında mezhep ve milliyet temelinde geliştirdikleri ırkçı tezler doğrultusunda ülkemizde kışkırtmaya çalıştıkları çatışma senaryoları boşa atılan salvolardan öteye gidememektedir. Gidememektedir çünkü tüm zaaflıklara karşın ekonomik, kültürel ve askeri vb. alanlarda alınan mesafeler onların çirkef amaçları önünde en büyük engelerdir. Emperyalizme karşı durma 20’li yılları aratmayacak düzeyde, üstelik daha bilinçli biçimde en geniş halk yığınlarında kendini bulmakta. Anadolu’da halkın emperyalizme karşı bu derece bilinçli karşı duruşunda rol oynayan en önemli neden halkin ABD saldırganlığını hemen yanıbaşında hissetmesidir. Bu duruş, tüm sınıf ve tabakaların ezici çoğunluğunda artık bir kültür haline gelmiştir. Bu aynı zamanda uluslaşma aşamasında geldiğimiz düzeyi de göstermektedir. Emperyalist güçlerin zorlandığı temel nokta da burasıdır.Yakın zamanda özellikle ABD‘nin ‘ılımlı islam’ teziyle demokratik gelişmelerin önü alınarak adeta despot, çağdışı bir devlet biçimi empoze edilmeye çalışıldı. Çok Basit gibi gözüken başörtüsü sorunundan hareketle halkımızı kamplara bölerek iç çatışmaya sürükleme senaryoları uygulanmaya koyuldu. Demokrasi türbana takılmaya çalışıldı. Oysa Anadolunun türban diye bir sorunu yoktu. Bu senaryo, arkadan gelecek mezhepsel ve etnik kökenli çatışmaların adeta bir önprovasıydı. Laik Cumhuriyetin ortaya çıkardığı tüm kazanımları şidettle, bir daha geri getirilemeyecek biçimde yok edip küçültülmüş kukla bir ikinci Suudi Arabistan yaratma projesiydi. Düşürülmüş bir Türkiye’den sonra Ortadoğu ve Kafkaslarda istedikleri düzenlemeyi yapma çok basitti. Bu noktada Anadolu haçlı seferleri döneminde oynadığı rolü bir kez daha yüklenmiş durumdadır. Nato’nun genişletilmesinden Amerika’nın Doğu Avrupa ülkelerine askeri üsler konuşlandırmasına ve Irak’ın işgalinden sonra Suriye ve İran’ın tehdit edilmesine kadar tüm gelişmeler Rusya’nın etkisizleştirilmesine yönelik olduğu kadar Türkiye’nin tehdit altında bulundurulmasına da hizmet etmektedir. Bunlara bağlı olarak birçok Avrupa parlemontolarında ‘soykırım’ yasalarının çıkartılması da dikkate alınırsa tüm bu gelişmelerin Türkiye’yi yeni bir serve zorlamaya yönelik olduğu apaçık ortadadır.Bölgesel ve uluslararası çapta Türkiye’ye yönelik bunlar ve bunlara benzer daha bir çok uygulamalara bakarak hezeyan içine girmeye gerek yoktur. ‘Her tarafımız düşmanla çevrili’, ‘Türkün Türkten başka dostu yoktur’ benzeri feryat etmenin de bir anlamı yok. Dönem stratejik coğrafı konumumuzu dikkate alarak iç ve dış politikada, hemen her alanda uzun erimli doğru projeler geliştirme dönemidir. Uzun vadeli projelere bağlı akılcı taktiklerle hareket edildiği sürece emperyalist emeller rahatça boşa çıkartılacaktır.Şu anda durulan nokta, ülkemiz üzerinde oynanan oyunların boşuna çıkartıldığını göstermektedir. Unutmamalıyız ki, bu bir paylaşım savaşıdır. SSCB’nin dağılmasıyla ululararası alanda ortaya çıkan boşluğun verdiği sersemliği Türkiye geçte olsa atlatmıştır. Son dönemlerde hiçte alışık olmadığımız siyasal uygulamalar bunu göstermektedir.Bunlardan en önemlisi AKP ile Ordu arasındaki ilişkileri irdeleme sanıyorum yeterlidir. AKP hangi koşulların bir ürünü olarak iktidara geldi ayrı bir

Page 139: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

tartışma konusu. Ama üst üste hem de oylarını artırarak ikinci sefer iktidar oldu. Bunda sadece dış desteklerin beliryeci olduğunu iddia etmek tam bir safdillik olur. Bu anlayış, iç dinamikleri, dolayısıyla Türkiye’yi hiçe saymaktır. Yani kendi kendimizi inkȃr etmedir. Özellikle Özalla birlikte yaygınlaşan serbest pazar ilişkilerinin toplumda yolaçtığı ayrışmanın bir ürünü olarak değerlendirmek gerekir. AKP bu dönüşüm sürecinde sadece bir köprü görevini yüklenmiş durumdadır. Bu noktadan daha ileri bir aşamaya, yani kalıcı olup olmayacağı sosyal gelişmeleri algılamada göstereceği dönüşüm becerisine ve en önemlisi de salt inanaçla değil, bilinçle hareket etme evrimine ulaşıp ulaşmamasına bağlıdır. Ama Çankaya’ya bile çıkmış olmalarına karşın sergiledikleri davranış biçimleri ve birçok uygulamaları bir noktada takılıp kaldıklarını göstermektedir. Yani çağımızın gerektirdiği değişimde başarılı olamadıklarıdır.Babaannemin ‘çember’ ya da ‘yazma’dediği başörtüsü endazesine takılıp kalacaklar. Kaldıki onlar başörtüsü olarak yazma değil, marjinal, yeni türeme ‘üst sınıf’a özgü bir nevi rozet kullanmaktalar.  Her şeye rağmen AKP bugün meşru bir hükümettir. Önümüzdeki yerel seçimlerde hem Doğuda hem Batıda ezici bir çoğunlukla başarısını sürdüreceğini sanıyorum. Gelişmeler bu yönü işaret etmektedir. Şimdi bu iktidardan rahatsız olan bazı çevreler, uzun vadeli politikalar geliştirme yerine, kısa yoldan iktidar olmanın taktilerini geliştirmektedir. Onlara göre en kestirme yol, Ordunun iktidara el koymasıdır. Bu ulusal çıkarlar adına tam bir felaket tellallığıdır. Geçmişlerini sorgulamaktan uzak bu çevreler, ülkenin bu noktaya gelişinde hiç payları yokmuşçasına davranmabilmektedirler. Bunları günümüzün ‘hami’sınıfı olarak adlandırıyorum. Aslında değişen ekonomik ve sosyal koşullar bu ‘tuzu kuru’ kesimin sınıfsal çıkarlarını altüst etmeye başlamıştır. Yıllardır Türkiye’de eş, dost, akraba ve arkadaş çevresini devletin her kademesine ‘hamiline’ yazılı direktiflerle atayarak devlet yönetiminde bulunan bu çevreler, birden bire ‘ulusal politikacı’ olup çıktılar. Bunlar Cumhuriyetin, laikliğin ve demokrasinin korunmasını halkla kaynaşarak, birlikte koruma yerine, orduya teslim etmeyi çıkarlarına daha uygun gördüler. Bir yandan laiklik ve Cumhuriyet diye yanıp tutuştular diğer yandan padişahın yerini aldılar. Anadolu halkını yıllardır küreğe ve sabana mahkum ederek, eğitimden yoksun bırakarak‘vatan, millet, sakarya’nutuklarıyla kolayca yöneteceklerini sandılar. Büyük şehirlerde yarattıkları gettolara üsten bakan bir kültür edindiler. En ufak üretimde bulunmayan bu kesim, yıllardır ekonominin sırtında bir kene gibi asılıp kaldı. Şimdi bu keneler yeterince kemirememekteler. Şaşkınlar; Kasımpaşalı Kasımpaşalı, Tuzlucalı Tuzlucalı olarak kalmalıydı. Beyoğlulu, Üsküdarlı, Büyük Adalalılar varken halen göçmen olarak gördükleri Kasımpaşalıların devlet yönetiminde işi ne... Aslında tepkileri her zamanki gibi Anadoluya.Tüm çığırtkanlıklara karşın Ordu İktidara el koymadı, düşünce ve hareket biçimleriyle de darbe yapma gibi bir niyetinin olmadığını da gösterdi. Böylece emperyalizmin oynu bozuldu. Balkanlardan Avrasya’ya ve Ortadoğu’ya kadar geniş bir alanda paylaşımın yürütüldüğü bir dönemde Ordunun yönetime elkoyması demek, Türkiye’nin kaldıramayacağı kadar ağır iç çatışmaların içine sürüklenmeyi getireceğini görmemek için kör olmak gerekir. Bu da uluslararsı, özellikle de bölgesel gelişmelerden tümüyle safdışı edilme demektir. İşte bu noktada Türkiye, ABD ve AB tarafından dayatılan her türlü politikaya boyun eğme durumuyla karşıkarşıya kalabilir. Yani, geçmişte İngiliz emperyalizminin hayal ettiği Ankarayla sınırlı küçük Anadolu’nun gerçekleşmesi anlamına gelir.Kaldı ki, 12 Eylül faşist cuntasının uygulamalarını Laikliği ve Cumhuriyeti ne kadar tehlikeye düşürdüğünü, sınırlı demokrasiye bile tahammül edemeyip nasıl ayaklar altına aldığını gözardı edemeyiz. Bugünkü olumsuz gelişmeler, özellikle güçlenen islamcı akımlar kaynağını ve gücünü 12 Eylül cuntasından almıştır. Ordu yönetiminin bu gerçeklere gözünü kapayarak hareket etmesi beklenmemeliydi. Kaldı ki demokrasinin ve laik cumhuriyetin en geniş kitleler tarafından özümsenmesinin bir ölçütü de askeri bürokrasinin siyasette ağırlığını yitirmesiyle orantılıdır. Askeri bürokrasinin siyasette ağırlığını yitirmesi ise yaygınlaşan pazar eknomisine bağlı olarak burjuvalaşmanın, sermaye birikiminin yoğunluğuna bağlıdır. Günümüzde bu alanlarda alınanan mesafelerde hiçte küçümsenecek düzeyde değildir. Önümüzdeki süreçte siyasete müdahale radikal islamcı akımların alacağı boyutla orantılı bir hale gelmiştir. Belki zaman zaman sınırları hatırlatma biçiminde müdahalelerde bulunabilinir. Türkiyenin daha çok jeopolitik konumundan kaynaklanan bu durum, epeyce uzun bir süre daha devam edecektir. Bu müdahalelerin önümüzdeki süreçte 12 Mart ya da 12 Eylül benzeri darbelerle sonuçlanacak bir düzeye geleceğine ihtimal vermiyorum. Zaten halkla arasına mesafe koymuş laik bir cumhuriyetin salt ordunun korumasıyla ayakta kalacağı savları hiç bir zaman kabul görmedi. Laik bir cumhuriyet gelişen rafahla orantılı demokrasiyle bütünleştiği oranda esas olarak halk tarafından ayakta tutulur. Demokrasinin ve laik cumhuriyetin esas savunucusu ve bekçisi halktır. 1940’dan bu yana laiklik ve cumhuriyet bu günkü kadar halkla bütünleşme içine girmemişti, bu derece benimsenmemişti. Artık varolan ve gelecekte doğacak tehlikelere karşı halk, kendi darbesini yapacaktır. Bugün Türk Silahlı Kuvvetleri de gelinen bu noktanın bilinciyle hareket etmektedir. Rejimin temel niteliklerini korumasını, ordunun siyasete darbe ile müdahalesinde değil, halkın ekonomik ve sosyal yaşam düzeyinin yükseltilmesinde ve buna paralel uluslararası dengeler dikkate alınarak bölgeye yönelik geliştirilecek uzun vadeli siyasal stratejilerde ve bunların kararlılıkla

Page 140: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

uygulanmasında aramalıyız. Türkiye elbette dünya politikada belirleyici rol aynayacak güçte değildir, ama bölgesel çapta çok rahatça belirleyici rol oynayabilir. Buradan hareketle, uluslararası politikaları etkileyecek ciddi bir konuma gelebilir. Zaten Irak’a yönelik tezkereyle birlikte yaşanan süreçte bunun bir kanıtıdır.ABD tarafından ileri sürülen ılımlı İslam yutturmacası izlenen akılcı taktiklerle etkisiz hale getirilmiştir. AKP’de iktidara geldiği ilk dönemlerdeki gibi salt ideolojik temelde hareket etmeyi terk ederek, Türkiye düzleminde siyaset yapmaya yönelmiştir. ‘Değiştik’ demelerinin bir nedeni de budur. Bu alana kaymaları için biraz da zorlanmışlardır. Hem ulusal birlik korundu hem de şeriatçı islamcı akımların yine islamcı kesilen bir taraf eliyle marjinal bir düzeye çekilmesi başarılmış olundu. Böylece Türkiye’ye zoraki giydirilmek istenen ılımlı İslam gömleği parçalandı, laiklik, Cumhuriyet ve demokrasi en geniş halk desteği ile daha bilenmiş halde yoluna devam edecek konuma geldi. Ilımlı veya ılımsız islam projesi zaten Anadolu’nun ne tarihsel geçmişiyle ne kültürel yapısıyla ne de ekonomik gelişmişlik düzeyiyle bağdaşan bir projedir.Bugün keskin bıçak sırtında yürütülen politikayı anlamak için biraz da geçmişe bakmak gerekir. 27 Mayıs, sağın güçlenmesini ve giderek Ordu’nun Kemalist duruştan uzaklaşarak içte Amerikancı kanadın egemen hale gelmesini sağladı. 12 mart, 70’li yıllar boyunca kanlı iç çatışmalara ortam hazırladı. ‘Yeşil Hat’ projesinin uygulayıcısı 12 Eylül, Türkiye’yi çağ dışına atarak laikliği ve Cumhuriyeti yok olmanın eşiğine getirdi. 28 Mayıs, AKP’nin ortaya çıkmasını sağladı. Demek ki, direk müdahaleler çatışmayı getirmekte ve kan kaybına neden olmakta. Ordu AKP ile ilişkisini sürdürürken, geçmişin deneyimlerini dikkate alarak hareket etmektedir.  Devlet kurumlarının AKP ile uyum içinde hareket etmesinin başka açılardan da zorunluluğu vardır. Laiklik, Cumhuriyet elden gidiyor çığlıkları atan o bilinen çevreler, ortaya çıkardıkları yapı karşısında dehşete kapılmalarına hiçte gerek yok. Yıllardan bu yana yasadışı mülk edinmenin, hizmet elde etmenin, yine yasadışı yollardan sermaye sahibi olmanın yollarını açtılar. Şimdi AKP’yi varoşların partisi diye küçümsüyorlar. Peki, laikliğin tehlikede olduğunu iddia edenler gecekondulara gidip oy istiyorlar mı, istemiyorlar mı? İstiyorlar, hem de yalvarıyorlar. Kaldı ki AKP varoşlardan aldığı oy kadar sanayi işçisinden, memurdan ve köylüden de oy aldı. Ama asıl önemli olan varoşları kimin yarattığıdır. Evet, varoşların hemen hemen tümü zaten yasadışıdır. Yasadışı mülk edinmişler, yasadışı hizmet almışlar ve yasadışı iş edinerek para kazanmışlardır. Sonuçta sistemle bütünleştirilmeye çalışılmıştır. Oysa gecekondu demek yasadışılık demektir. Adam yıllar boyu çalışarak kazanılacak mülküyeti bir gecede elde ediyor, hem de bir çok kişinin yardımıyla. Bunun ismi hukukta örgütlü suçtur. Yani, devlet, örgütlü suçun yıllar boyu teşvikçisi konumundadır. Sonuçta örgütlü suç sistemin bir parçası haline gelmiş, meşrulaştırılmıştır. ‘Meşru’ hale gelmiş bu suç üzerinden politika yürütülmüştür, yürütülmeye de devam edilmektedir. Meşru yollardan kazanç elde etmemiş, bir anlamda vatandaş olmayan bu topluluktan laikliği, Cumhuriyeti savunmasını nasıl isteyebiliriz? Bugün toplumsal yapımızda ve değerlerimizde bir bozulma görüyorsak, ‘köşe dönmecilik’ ciddi bir problem haline gelmişse, sorunun kaynağını bir de bu nokta aramak zorundayız. Tarikat ve cemaatlerin yıllar boyu varoşlarda nasıl hayat buldukları bir muamma değildir. 12 Eylül’ün hayat buldurduğu, Özal’ın holdingleştirdiği islamcı sermaye dediğimiz sermaye, esas olarak buralarda gelişip güçlendi. Son dönemlerde ‘mahalle baskısı’ çığırtlanlığı yapılmakta. Mahalle baskısını ortadan kaldırmanın tek yöntemi, gecekondularda yaşamaya mahkum edilmiş toplulukları Cumhuriyetin bireyleri haline getirmekten geçer. Gecekondu bir aymazlık, ülkemizin yüzkarasıdır. Bu sorun çözüldüğü, dolayısıyla buralarda yaşayanlar vatandaş konumuna yükseldiği oranda mahalle baskısı diye bir sorun da kalmaz. Ekonomiyi armut, arpa, textile dayandırmaktan kurtulduğumuzda gecekondu sorunu kalmaz ve mahalle baskısı da tehlike olmaktan çıkar. Yani ulus-devletin önünde halen çözüm bekleyen önemli bir sorun vardır. İşte AKP’nin hemen alaşağı edilmesini isteyenler bu gerçeğe gözlerini kapamakta. Artık üstten yönlendirmelerle, açıkçası seçkinci takımının buyruklarıyla ulusal politika yürütmenin dönemi çoktan gerilerde kalmıştır. AKP, mahalle baskısı diye adlandırdığımız sosyal bir sorunu çatışmasız çözümlenmesinde önemli bir aracı rolü oynamakta. Uzun vadeli çıkarlarına ters düşse de bu rolü oynamak zorunda kalmıştır.  İçte bunlar ve benzeri daha bir çok sorunlardan bağımsız dış politika yürütme neredeyse olanaksız. İç politik alanda amaçlanan hedefler ister istemez dış politikayı etkilemekte. Bir okadar da uluslar arası ve bölgesel çaptaki siyasal gelişmeler de iç politikadaki gelişmeleri etkilemektedir. Özellikle bölgesel alanda atılan ve daha atılacak her adımda iç dengelerin gözetilmesi gerekmektedir. Bu çok ciddi bir hassaslığı gerektirmekte. Ama ne olursa olsun, Türkiye, ABD emperyalizminin bölgeye yönelik projelerini, çıkarlarına en uygun biçimde işlevsiz hale getirmek zorundadır. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi Türkiye’ye rağmen uygulama alanı bulmamalıdır. Geçmişte cetvelle çizilmiş olsa da bu sınırlar korunmalı. Artık varolan sınırların, Ortadoğu’da ulusların bağımsızlığını ve iradesini belirleyen sınırlar olduğu gerçeğini kabul etmek zorundayız. Her şeye rağmen bölgesel bir güç olan Türkiye, tarihsel rolünü bu yönde kullanmalı. Harita değişikliği yönünde göstereceği en ufak bir zaafiyet, kısa ve orta vadede çıkarlarına uygun düşse de uzun vadede Türkiye’nin aleyhine işleyecektir. Bölgeden, Kafkasya’dan ve Balkanlar’dan teçrit olmuş, özellikle de Ortadoğu halklarının nefretini kazanmış olacağız.Sadece nefret edilen ülke konumuna düşmekle kalmayacağız,

Page 141: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

tekleştirildiğimiz için de düşürülmemiz çok daha kolay olacaktır. Evet, bir paylaşım savaşından bahsediyoruz: Paylaşım savaşında emperyalizme karşı dik duruş sergileme yeni topraklar edinme anlamında ele alınmamalı. Nesli tükenmekte ve çıkarları yaşadığımız bu süreçte epeyce sarsılan bazı çevreler, koşulları bir fırsat olarak değerlendirip Musul ve Kerkük’ü de almalıyız biçimde üst perdeden atmaktalar. ‘Gitmeliyiz, gitmeliyiz’diye her gün bağırmaktalar. Halen büyük Osmanlı rüyasından uyanamamış bu çevreler, farzedelim ki gittiler, ne götürecekler, ne verecekler acaba? 85 yıldır Şırnak’a, Hakkari’ye Van’a bile gidilemediğinin farkında değiller sanıyorum. Doğu ve Güneydoğu’da kadınlar arasında okuma yazma oranını henüz yüzde ellileri bile bulmadığı ortada. Bırakalım bu bölgeleri, sanaayinin en gelişkin olduğu Marmara’da bile kadınlar arasında okuma yazma oranı halen %86 seyretmektedir. Yani bir anlamda Batı’ya dahi gidilememiştir. Hȃl böyleyken, kime hizmet ettikleri malum olan bu çevreler, kılıçlarını kuşanmışlar ha bire gidiyorlar...Bu nedenle de sürekli ölüm edebiyatı yapmaktalar. Ölüm edebiyatı köylü toplumlarına özgü, daha çok dinsel önyargılardan kaynaklanan bir anlışkanlıktır. Yani aç toplumlarda midesi doymayan halkın midesini doymuş hissettirme terapisidir. Ama günümüzde bu terapilerin hiç bir işe yaramadığı ortadadır.‘Vatan, bayrak için ölürüm’ edebiyatının egemen bir devletle bağdaşır hiç bir yanı yoktur. Egemen olduğunu iddia eden bir devletin halka olan sorumlulukları, görevleri vardır. Hemen her konuda vatan ve bayrağı öne sürerek ölümü öncelleştirirsen, vatanı ve bayrağı kim koruyacak? İnsanı koruyabildiğin, refah ve mutlu kılabildiğin oranda vatanını ve milletini savunabilirsin. Aç bırakılmış toplumlar her zaman emperyalizmin provakasyonlarına açık toplumlardır. Egemen devletlerde artık insan ögesi birincildir. Gelişmiş, yaşanılan çağın refah düzeyine ulaşmış halklar vatanını ve bayrağını bilinçlice savunabilir. Ölüm için değil, yaşam için çabaların önplana çıkarıldığı bir anlayışla hareket edilmesi gerekir. Aç ve sefil toplumların kaybedeceği, verebileceği bir şey yoktur,ama kalkınmış toplumların verebileceği ve direnmezse kaybedebilecği çok şeyler vardır. Türkiye bölgede belirleyicilik rolünü ikinci dünya savaşı öncesinden kalma devlet anlayışıyla değil, günümüzün modern devlet anlayışını önplana çıkararak hareket ederse oynayabilir.Bugün Türkiye’yi en yakından tehdit eden Büyük Ortadoğu Porojesi’sidir. Ne yazık ki, bu projeyi uygulama alanına sokacak eşgüdüm başkan yardımcılığında da Türkiye Cumhuriyeti Başbakanın olduğu söylenmekte. Kafkas, Orta Asya ve Ortadoğu halklarını tehdit eden böylesi bir proje içinde yer alan hükümet ister istemez yaşanılan süreçte belirleyici rol oynamamakta. Zaten AKP’yi sınırlayan da iç politik hesaplardan dolayı ABD ve AB ile kurmuş olduğu bu ve benzeri ilişkilerdir. Onlar bu ilişkileri ayakta kalma pahasına kurarken, uzun vadede hiçte amaçlarına hizmet etmemektedir. AKP’yi bu derece ikilem içine itikleyen neden de, sistemle bütünleşmeye karşı gösterdiği dirençtir. İşte bu noktada takiye güncelliğini yitirmemekte. Bizdenleştirirci eğiliminden geri durmadıkları için laikliği tartışır olmaktan çıkarmıyorlar. Halen ‘birey laik olmayabilir ama devlet olabilir’ benzeri tartışmaları inatla yürütmekteler. Bu bir anlamda açık kapı siyasetidir. Böylece karşı taraf diye nitelendirdikleri tarafa yönelik her an şiddet uygulayabileceklerini ima etmiş oluyorlar. Sonuçta, herkesi, istedikleri biçimde yorumladıkları ve belirledikleri kurallara uymaya zorlamayı, mecbur bırakmayı hedef olarak görmekteler. Bir anlamda saf ulus yaratmayla eş değerli kendilerine özgü saf ‘islam toplumu’ yaratma ilkesinden geri durmadıklarını göstermiş oluyorlar.Laikliğin dinde seçiçiliği, özgürlüğü içerdiği gerçeğini kabule yanaşmıyorlar. İşte İslamcı geçinen politik örgütlenmelerin işbirlikçi olmalarını zorunlu kılan nedenlerden biri de bu zoraki bizdenleştirici anlayışlarıdır. Bu anlayış ister istemez emperyalist güçlerin stratejilerine hizmet etmektedir. Bu noktada Osmanlı dönemimde ticaret ve mali alana hakim olan imtiyazlı azınlıklara ait tüccar ve esnaflarla tekke ve zaviyelerin işbirliği içinde nasıl hareket ettikleri unutulmamalıdır.Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte bunların etkilerı giderek azaltılmıştı. Üretimde, ticarette ve mali alanlarda belirleyici rol oynamaktan çıkarılmıştı. AKP iktidarı döneminde yapılanlar ise geçmişte kalan bu ittifakı yeniden canladırmadır. Borsanın %70’i, bankaların neredeyse çoğunluğu ve stratejik kuruluşlar özelleştirmeler yoluyla yabancıların eline geçmiş durumda. Aynı biçimde tekke ve zaviyelere sermaya akışı başta olmak üzere her türlü kolaylık tanınarak yeniden palazlandırılmakta. Artık ‘kartım yeşil’ diyenlere ihalelerde öncelik tanınmakta. Yani tekke va zaviler yabancı sermaye ile örülerek holdingleşmekte. Böylece Türkiye’nin iç ve dış politikasına yön vermek isteyen ittifak sağlanmaya çalışılmakta. Ama bu süreci başlatanın da AKP olduğunu söyleyemeyiz. Özalla ivme kazandırılan bu sürece, Demirel ve Ecevit hükümetleri de müdahalede bulunmamışlardır.AKP bürokrasiye egemen olma avanatajını mahalle örgütlenmelerinin gücüyle birleştirerek kalıcı mevziler kazanacaklarını sanıyor. Ama bu mevzilerin kalıcı olacağına inanmıyorum. Elde ettikleri mevzileri iktidarlarıyla sınırlı kalmaya mahkumdur. Bu birlikler amaç birliğinden daha çok çıkar birliğine dönüşmüş durumdadır. Artık namazların başlangıç duası ‘yarabbim bana milyarlar ver’, bitiş duası da ‘spor bir araba istiyorum’ olmuş.Tüm bu olumsuzlıklara rağmen bu dönem AKP hükümetiyle aşılmak zorundadır. İçinde yaşadığımız koşullarda her iradi zorlama Türkiyeyi bulunduğu pozisyondan hemen her açıdan daha geriye itikleyecektir. Önemli olan, devletin sonuçta ulusal çıkarlardan taviz vermeyecek biçimde hareket etmesidir. Günümüzde bölgesel çıkarlarımızdan geri adım atmayacak biçimde hareket etmenin anahtarını Irak politikası oluşturmaktadır. Irak’a yönelik geliştirilecek

Page 142: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

doğru straji taktikler Ortadoğu genelinde Balkanlarda ve Kafkaslarda Türkiye’ye büyük açılımlar kazandıracaktır.Bir çok kesim ABD’nin Irak’ta zor durumda olduğunu, bataklığa girdiğini iddia etmektedir. Aslında gelişmelere bakıldığında gerçekler hiçte böyle değildir. ABD Irak’ta ne bataklığa batmıştır ne de fırsatını bulur bulmaz geri çekilecektir. Kabul etmekte zorlanıyoruz ama gerçek odur ki, ABD artık Irak’ta kalıcı olacaktır. İleri tarihlerde bir kısım askeri birliklerini geri çekmesi Irak’ı denetlemeyeceği anlamına gelmemelidir. Irak’ı elde bulundurma, tüm Ortadoğu’nun kontrol altında tutulmasıyla sınırlı kalmamakta aynı zamanda AB’nin denetlenmesi ve Rusya’nın da bir ölçüde etkisizleştirilmesi anlamına gelmekte.Irak’ta zaten ABD işgaline karşı ulusal bir direnme yoktur. Ufukta ulusal direnişin sergileneceğine dair bir işarette yoktur. Direk işgalci güç askerlerine karşı yapılan eylemler çok cılız ve bunların etkileri de piyonlar aracılığıyla organize edilen mezhep çatışmalarıyla yok edilmekte. Zaten ulusal birliği olmayan, zamanında Osmanlıya karşı masa başında zoraki yaratılmış bir ülkedir. Bu nedenle mezhepsel ve milliyet temelinde bir süre daha belki gevşek federasyon biçiminde sözde varlığını sürdürecektir. Bu durum ABD’ye nefes aldıran ve üstün konumda tutan önemli bir etkendir. Buradan hareketle bölge ülkelerine karşı çıkarlarına uygun biçimde operasyonlar geliştirmekte ve yeniden bir düzenlemeye doğru gitmektedir. Irak’tan başlayarak Suudi Arabistan, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Mısır’ı kapsayacak biçimde bir Şii hattı çizmeye çalışmaktadır. Belki bir yüzyıl daha sürecek çatışmalar zincirinin alt yapısının hazırlığı içinde. Mezhepsel temelde bölünmüş bir Ortadoğu  kendi içinde çatışmalı hale getirilerek yönetilmesi daha da kolaylaşaçaktır.Yani bu gün Irak’ta görülen istikrarsızlık emperyalist güçler açısında istikrarlılık anlamına gelmektedir. İstikrarsızlık diye tarif edilen durum, işgalci konumunda bulunan güç açısından hedefe ulaşmada kullanılan taktikdir. Ama ABD’nin hedeflerine ulaşmasında çok ciddi engeller vardır. Lübnan’nın Hıristiyan, Sunni ve Şii mezhepleri temel alınarak bölünmesi, öbür yandan İran’ın ve bir ölçüde de Suriyenin güçlenmesi anlamına gelmektedir. Bölgedeki diğer ülkelerin bölünmesi ise tek süper gücün kaldıramayacağı kadar karmaşık siyasal sonuçlara yol açaçaktır. Bu nedenle de Suriye ve İran ilk etapta hedef konumundadırlar. Hem mezhepsel temelde yeni devletler ortaya çıkartılacak hem de özellikle İran etkisizleştirecek sihirli bir formül henüz bulunmuş değil. ABD bu nedenle İran’a karşı savaş çığlıkları atmakta, tehdit etmekte. Irak’tan sonra Suriye’nin halen ayakta kalışı bir de bu engelden kaynaklanmakta. İran ise kolay yutulacak bir lokma değil. Bölgenin Türkiye’den sonra hem en köklü hem de en güçlü devleti konumunda. Ayrıca rejiminin özelliğinden dolayı gücü ülkesiyle sınırlı değil. Bölge ülkelerinde refahın ve demokrasinin gelişmesi İran’ın gücünü sınırlayacak en temel alternatiflerden biridir. Bu da ne Arap egemen güçlerinin ve ne de ABD’nin işine gelmekte. Demokrasinin ve ekonomik refahın gelişkin olduğu Ortadoğu, emperyalist güçlerin cirit atamayacağı Ortadoğu’dur. Bazı çevreler kȃrın çoğalan dünya nüfusuna göre silah üretimine dayandırma döneminin çoktan geçtiğini, bilgisayar ve cep telefonlarının üretimine orantılı olarak hesaplandığı bir dönemin başladığını, dolayısıyla geri kalmış ülkelerde refahın ve demokrasinin temel alındığını iddia etmekteler. Bu küresel ekonomi-politikanın yağmacı yüzünü maskelemektir. Ayrıca, bunlar, demokrasinin yük gemisiyle veya trenle ithal ya da ihraç edilen bir nesne olmadığı gerçeğini de bilmek zorundalar. Büyük patron havarilerinin yutturmacalarına bölge halkının karnı toktur. Türkiye’de bu düşünceyi savunanlar ABD’nin BOP’sini destekleyenlerdir. Bu nedenle de Türkiye’nin İran karşısında ABD ve İsrail’le ittifak içine girmesini istemektedirler. Bu çevreler geçmişin mandacı yanlıların iflah olmaz mirasçılarıdır.Demokrasi adına İran da en az dört veya beş parçaya bölünmeye çalışılmakta. Irak’tan sonra İran düşürülebilinirse Kafkas ve Orta asyaya da egemen olunacağının hesapları yapılmakta. Yenilgiye uğratılmış İran’dan sonra Suriye’nin fazla bir varlık gösteremeyeceği bilinmekte. Ama nereden bakarsak bakalım ABD’nin İran gibi bir gücü bölmeyi başarma olasalığı yoktur. ABD nükleer silah yapımını bahane ederek müdahalede bulunmaya çalışmakta ama, İran ne Irak ne Lübnan ne de Suudi Arabistan’dır. Hangi nedeni bahane ederse etsin,ABD’nin İran’ı işgale kalkışması,Ortadoğu’da kendi varlığını sonladırmakla sınırlı kalmayacağı açıktır. Bunu nihayet anladığı içindir ki, AB ve Rusya’yı yanında görmek istemekte. En azından bunların da onayını alarak bir müdahale denemesi yapmanın yollarını aramakta. Rusyan’nın bu müdahalede bugün için bir çıkarı yok. AB ise mümkün olduğunca askeri destekten kaçınmakta, çözümü diplomasiyle sınırlandırmak istemekte. Çin ise şimdilik daha çok gelişmelerin seyrini takip etmekle yetinmekte.ABD çok iyi farkında ki, Türkiye kilit rol oynayan bir ülkedir. Bu nedenle de İrana karşı kışkırtmak için elinden gelen çabayı göstermekte. Başlatılacak bir savaşın uzun vadeli, içinde bir çok belirsizlikler taşıyan bir savaş olacağını bildiği için Türkiye’yi İran’a karşı bir üst olarak kullanmaya çalışmakta.Uzun vadede ise savaşın Türkiye İran arasında sürdürülmesini hedeflemekte. Böylece bir taşla iki kuş vuracağını zannetmekte. Sonuçta her iki ülke de güçten düşürüldükten sonra bölgede istediği biçimde sınırlar çizmenin önünde engeller kalmamış olacak. Bu konuda o kadar pervasız davranmakta ki,Türkiye’yi 1980lerin Irak’ı gibi her an kullanabileciği bir piyon olarak görmek istediğini açıkça belli etmekte.

Page 143: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Artık ABD bir yol ayrımına gelmiş durumda. Putin’in Tahran ziyareti bir anlamda fitili ateşlemiştir. Doyısıyla Türkiye ulusal çıkaraları doğrultusunda aktif harekete geçmek zorunda kalmıştır. Birdenbire Kandil’in önplana çıkartılması bu nedenledir. Kısa süre önce herkesin bir El Kaide’si vardı, şimdilerde de herkesin bir PKK’sı var. Her kesim edindiği piyonuyla, siyasal tercihlerini göstermekte, daha doğrusu mevzilenmekteler. Piyonlar da verilen komutlara öylesine alışkınlar ki, maşallah! Eğil dedin mi eğiliyorlar, yat dedin mi yatıyorlar. Alışmış kudurmuştan beterdir diye boşuna söylememiş atalarımız. Bu konuda öylesine şartlandırılmışlar ki,verilen bu ve benzeri komutlara kayalıklar arasında olduğu kadar şehirlerin cadde ortalarında bile pervasızca harfiyen uymaktalar.Türkiye son çıkışıyla BOP’tan yana değil, karşısında tavır koymaktadır. ABD açıkçası Irak sınırları içinde tutulmaya çalışılmakta. Şu anda Irak’ta çıkış noktası bulmak isteyen emperyalist proje, yine bu alanda bitirilmelidir. Türkiye’nin ister anlaşmalı ister tek taraflı olarak Irak topraklarına yönelik düzenleyeceği askeri harekȃt, ABD’yi bölgede sınırlayacak ve değişik arayışlara mecbur bırakacaktır. Sorun, kimilerinin iddia ettiği gibi Kuzey Irak veya Kürt yönetimi değildir. Sorunu sadece Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi olarak ele alırsak, uzun vadeli hedeflerden uzaklaşmış oluruz ve bu da emperyalist güçlerin amacına hizmet eder. Türkiye kararlı davrandığı sürece daha fazla gerilememek adına ABD geri adım atacaktır. Böylece Türkiye’nin ulusal çıkarlarına darbe vuramayacak bir noktaya itiklenmiş olacaktır. Bu ise son tahlilde BOP’nin iflası anlamına gelir. Artık Irakta yarattığı istikrarsızlığı kendi açısından istikrar görme politikasından ümidini keserek fiili işgali sonlandırma noktasına gelecektir. ABD bu aşamadan itibaren Türkiyesiz İran’la karşı karşıya gelmiş olacak, dolayısıyla harekȃt imkȃnları sınırlanacak. AB’nin sınırlı desteğiyle ekonomik amborgolardan ve ileri aşamalarda bir kaç füze fırlatmadan ileri gidemeyecektir. Ama bu durumda da İran, Pakistan, Afganistan, Irak ve Lübnan’a kadar geniş bir alanda ABD’ye karşı manevra yapma kabiliyeti daha da güçlenmiş olacaktır.Türkiye zaten son dönemlerde izlediği dış politikayla İran’a karşı aktif bir tavır içinde olmayacağını, iyi komşuluk ilişkilerini sürdürmede kararlı olduğunu göstermiştir. Yapılan enerji anlaşmaları, yatırımların karşılıklı geliştirilmesi yönünde atılan adımlar kararlı tavrın önemli göstergelerdir. Ayrıca Suriye ile kurulan ekonomik ve siyasal ilişkilerle de politik tavır pekiştirilmiştir.Yani, Ortadoğu’nun ABD’nin arka bahçesi olmadığı, olamayacağı gösterilmiştir. Kandilli operasyoları da bu politikanın askersel alanla bütünleştirilmesini ifade etmektedir. ‘Operasyon’ adı altında veya herhangi başka nedene dayanarak Irak’a yönelik geliştirilecek her türlü askeri harekȃt aynı zamanda Kıbrıs üzerinden tavizler koparma politikasının da önüne set çekecektir. İşte bu anlamda söylenecek söz bir seferde değil kısa vadeli sürece yaygınlaştırılarak söylenmeli ve üstelik bunun maliyetide alınacak tavizlerle karşı tarafa ödettirilmeli. Sonuçta BOP Irak topraklarında erimeye mahkum edilmeli.Elbette İran‘ın bölgede mezhepsel faklılıkları kullanarak kendine nüfuz alanları yaratması ve nükleer silaha sahip olma girişimleri bölge dengeleri açısında Türkiye’nin çıkarlarıyla ters düşmekte. Ayrıca İsrailin de nükleer silaha sahip olduğu ve bunun da çıkarlarımızla bağdaşmadığı gözardı edilmemeli. İran’ın nükleer silaha sahip olma koşullarında bile bölgede yeniden dengeyi sağlayacak güçlü alternatiflere Türkiye sahiptir. Kaldı ki bölgenin dinamik güçleri, aralarında ortaya çıkacak sorunlara, birbirlerinin çıkarlarını dışlamayacak biçimde çözümler bulacak kadar deney ve tecrübeye sahiptirler. Sonuçta Türkiyenin bölgede kendini tekleştirecek her türlü politikaya karşı durma zorunluluğu vardır.Aslında Türkiye, ABD ve AB emperyalist güçlerinin bölgeye yönelik politikasını tümüyle boşa çıkartacak yeni bir atılım başlatma olanağına sahiptir. AB, Atlantik ötesinde NAFTA ve İran olayına bir başka cepheden daha bakmak gerekir: İran sahip olmak istediği nükleer enerji ve silah alanlarında tamemen Rusya’ya bağımlı. Rusya’da bu ülkenin nükleer silaha sahip olması konusunda ciddi değildir. Daha doğrusu böylesi bir silaha sahip olmasını istemiyor. Çünkü İran’ın nükleer silaha sahip olma koşullarında dinsel ve mezhepsel argumanları kullanarak Avrasya’da etkinlik kurmaya çalışmayacağına dair elinde bir garanti yoktur. Bir de İran’da islamcı devlet yapılanmasının ne kadar süre daha ayakta kalacağını kestirememekte. Er ve ya geç bu ülke kabustan kurtulacaktır. Kurtulduğu noktada hangi taraftan yana tercihini kullanacağını bugünden kestirememektedir. Rusya’yı kaygılandıran diğer bir alternatif ise İran’ın nükleer silaha sahip olması koşullarında Türkiye’nin de böyle bir güce sahip olmak için arayışlar içinde olacağıdır. Bu durum ise Kremlin’in hiç işine gelmez.Körfez İşbirliği  Konseyi üçgeninde sıkışıp kalmak istemiyorsa, daha fazla zaman kaybetmeden yönünü Doğu’ya çevirmesi gerekmektedir. Bölge ülkeleriyle bir yandan ticaret başta olmak üzere her alanda işbirliği ve dayanışma geliştirirken bir yandan da bu işbirliği ve dayanışmasını bir çatı altında toplayacak girişimlerde bulunarak kalıcı bir ticaret ortaklığına öncülük yapabilir. Elbette bunun güçlü sanayi, teknoloji ve finans gerektirdiği açıktır. Ama Türkiye bu konuda öncülük yapacak altyapıya sahiptir. Her alanda yapacağı hazırlıklarla ve atılımlarla kısa sürede böyle bir alternatifin şimdiden temellerini atabilir. Salt Türk cumhuriyetlerini kapsayacak ticari birlik uzun vadede fazla bir etki sağlamaz. Başlarda Türk cumhuriyetleriyle başlansa da giderek bu birlik İran ve Suriye’yi kapsamalı, Pakistan, Mısır ve Irak’la genişletilmeli. Siyasal ve askersel biriliği de hedefleyecek biçimde kurulması gereken bu

Page 144: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

ticari birlik, ne AB’yi ne ABD’yi ve ne de Rusya ile Çin’i karşısına almalı. Her birine karşı aynı mesafede olmayı başarabilmelidir. Birini diğerine karşı tercih etme gibi bir yanlışlığa düşmemelidir. Her açıdan kendini çekim merkezi haline getirerek ekonomik ve sosyal yapılanmasını sağlamaya yönelmelidir. Avrasya ve Ortadoğu’nun dinsel, mezhepsel ve etnik çatışmalardan arındırılması tarihsel kültürel birikim ve değerleriyle barış içinde bir arada yaşaması ekonomik olanakların bir çatı altında seferber edilmesiyle mümkündür.Bu doğrultuda ortak bir irade sağlanabilinirse, emperyalist güçlerin bu bölge halklarının özgür iradesine gem vuran projeler geliştirmesinin önüne geçilebilinir. Talan alanları sınırlandırılan saldırgan güçler, sonuçta kendi içlerinde yayılma alanları yaratmaya zorlanmış olunacaktır. Türkiye’nin ABD’nin Doğu Avrupa’nın güvenliği ve genişletilmiş NATO gerekçeleriyle sulandırdığı, etkisizleştirdiği AB’ye girmek için çırpınması boşuna zaman kaybetmesidir. Artık AB’nin 70 milyonluk Türkiye’ye vereceği bir şey kalmamıştır. Anayasa referandumları göstermiştir ki, AB sonuçta dağılma sürecine girmiş bir birlik görünümü sergilemeye başlamıştır. Elbette kısa sürede dağılacağını iddia edemeyiz ama, ‘birlik’ adı altında her ülke çoktan başının çaresine bakmaya başlamıştır. Artık bütçe dengelerini tutturmakta, cari açıklarını belirlenen seviyenin altına çekmekte zorlanmaktalar. Yeterli yatırımlar yapılamamakta, her geçen gün işsizlik artmakta sosyal güvenlik alanındaki çöküş engellenememekte. Sınıflararası uçurumu dizginleyemez hale gelmiştir. İşsizler ve çalışan düşük ücretliler fakirleşmiştir. Teknolojik ve askeri alanlarda ABD’ye bağımlılık giderek artmakta. Bu sorunların yanında biraz da devletlerin sinsi destekleriyle ayrımcılık ve rasizim güçlenmekte. Avrupa’da güçlenen rasizm sadece göçmen nüfusa karşı halkın kendiliğinden bir tepkisi olarak görülmemeli.Türkiye AB’ye girme çabası yerine, bu ve benzeri gerçekleri görerek, Avrupa’ya verdiği göçten kaynaklanan gücünü harekete geçirmek için çaba göstermeli. Bu nüfusun ekonomik ve mali gücünü yapılandırmada ve yönlendirmede önemli roller oynayabilir. Siyasal yönetim henüz bunun bilincine varabilmiş değildir. Elindeki bu alternatifi harekete geçirerek Avrupa’nın bir çok konuda haksızca sıkıştırma taktiklerini bertaraf edeceği gibi, demokrasi anlayışlarındaki sahteliği de açığa çıkarmış olacaktır.Sonuçta Türkiye’nin şu anda askeri alanda yürüttüğü hazırlıkların etkileri Ortadoğu ile sınırlı kalmayacağı bellidir. Bu nedenledir ki, AB ikiyüzlü de olsa teröre destek çıkmayacağını aniden dillendirmeye başladı. Böylece aleyhine bozulmaya başlayan dengeleri bir noktada tutmaya çalışmakta. Sadece mesafenin daha fazla açılmaması için çaba yürütür konuma gelmiştir. Kararlı duruşuna süreklilik kazandırdığı ve dengeleri çok iyi hesap ederek ilerlediği sürece AB ve ABD artık atacakları adımlarda Türkiye’yi hesaba katmak zorunda kalmışlardır. Yani sözün bittiği değil, başladığı noktadayız. 

*********  BÖLÜM 2  

GLADİO BİTİRİLECEK               Artık bu süreçte Kandilliye yer yoktur. Ümidini Kandilliye bağlamış, biraz ABD biraz da AB ipinde oynayan içte sivil görünümlü klaşinkoflu oluşum da sonladırılılacaktır. Baştan itibaren yolgeçen hanı olan bu oluşum, buraya kadar ömür sürdürebilirdi. Bunlar her ne kadar ‘Biz bir partiyiz’ diyorlarsa da partiden başka her şeye benzemektedirler. Birbirine en zıt çıkar uçlarının bir arada tutulduğu bir topluluk; kimi çalışmadan bir daira sahibi olmanın, kimi de toprak ağalığından burjuvalığa atlamanın çabası içinde. Bu topluluk içinde güçler dengesi hassas olduğu kadar da değişken. Kısa süreliğine de olsa azıcık ağır basan taraf diğer tarafın üzerinde en azgın diktatörlük uygulamakta. Birbirlerine karşı duydukları kin ve nefret zaman zaman en acımasız biçimiyle açığa çıkmakta. Buluştukları ortak tek nokta, köşedönmecilik uğruna halka karşı içledikleri suçlardır. Bu suç örgütlenmesinin iç ve dış bağlantıları da beklentileri doğrultusundadır; Kandilli’yi Amerika, içtekileri Alman-Fransız Lejyon karması yönlendiriyor. Kandilli’yi Alman-Lejyon ittikakı ele geçirmek için epey bir çaba gösterdi ama büyük abilerine karşı başarılı olamadı. Yönetimde iki-üç kişiyle temsil edilmeden öte geçemediğinden, birkaç alt birimle yetinmek zorunda kaldı.     Gelinen noktada, ABD ve AB ipinde oynayan sivil görünümlü uzantı yorgun düştüğünü kabul etti. Akıllarınca ortamı boşluk olarak değerlendirip bir an evvel burjuvalaşacaklarını zanneden ağa takımı, bu işin o kadar kolay olmadığını sonuçta kabul etti. Birkaç metre karelik apartman dairesi peşinde koşanlar veya elindeki birkaç dönüm

Page 145: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

toprağını büyütmek isteyenler, daha doğrusu sınıf atlamayı hayal edenler de uzun bir süredir ekmek elden su gölden misali yaşamanın ‘tadını’ çıkardılar.     Sivil görünümlü yapılanma gerek örgütlenmesinde gerekse de faaliyetlerinde Barzani’yi örnek aldı. Kuzey Irak’ın hızla burjuvalaşmaya yöneldiğini fark ederek kendilerinin de aynı yolla burjuvalaşabileceklerini, böylece Doğu ve Güney Doğu’nun efendisi olabileceklerini hesapladılar. Bu nedenle bir yandan yönetiminde bulundukları belediyelerin olanaklarından ve bir yandan da tehditlerle, santajlarla hiçte küçümsenmiyecek oranda mali güçe kavuştular. Bu konuda öylesine açgözlü davrandılar ki ağaların aşiretine mensup olmayanlar birtarafa, ağa kökeninden gelmeyenler örgütlenmenin eşiğine bile yaklaştırılmadı. Adeta kast sistemi uygulandı. Demokrasi ve barış yanlısı olduklarını iddia eden belediye başkanları ve milletvekillerinin sınıfsal kökenlerine bakılırsa, bu durum daha iyi anlaşılır. İnsan hakları, özgürlük, demokrasi yaygaralarıyla ağalar yine ağa, marabalar da maraba olarak kaldılar.     Partinin ağaları öylesine acımasız davrandılar ki talanda en ufak bölüşüme şans tanımadılar. Yakın akrabalarından bir kısmını Kandilli’ye bir kısmını Avrupaya ve bir kısmını da terörün propaganda ve ajitasyonunu yapacak basın ve yayın alanlarına gönderdiler.     Çok sınırlı da olsa bazı istisnalar görmüyor değiliz. Kimden bahsettiğimi herkesin tahmin ediyor olması gerekir; İsmail Beşikçi. Beşikçi PKK’den ayrılanları, genelde bu güruha karşı muhalefet edenleri karalamakla, hanlikle suçlamakla görevlendirildi. Öyle ki, PKK’nin derin devlet desteğinde katlettiği binlerce devrimciyi, yurtseveri hiç düşünmeden suçlamayı bir görev olarak kabul etti. Öbür yandan Karanlık güçlerin emrindeki PKK’ya ve Öcalan’a övgüler yağdırdı, Öcalan’ın propaganda mekanizması olarak çalıştı, çalıştırıldı. Bu konuda kıralcıdan daha kıralcı kesilerek, bir değil, binlerce Kürt kıran Apo’nun ortaya çıkmasını savundu; ‘...Apo’ları çoğaltmak gerekir. Onlarca, yüzlerce Apo olmalıdır.“* “… Herkes Apo olmaya çalışmalıdır.“* “Bütün Apolara selamlar olsun!“ **  Hangi bilimsel araştırmalarla böylesi sonuçlar elde edildiği ayrı bir tartışma konusudur     Bu tür unsurları bir istisna olarak değerlendirirsek, sonuçta, Doğu’nun Gladio’su nemalanacağı hiç bir alanı boş bırakmadı. Bu feodal örgütlemmenin yapısı ve ilişki ağları biraz incelenirse, böylesine ‘demokratik’ bir yapılanmayla karşılaşırız.    Sadece belediyelerden değil, uyuşturucudan silah kaçakçılığından sınır ve insan ticaretine kadar uzanan birçok alanda elde edilen vurgunlarla burjuvalaşacaklarını ümit eden ağalar, hayal kırıklığına uğradılar. Barzani ailesinin tanıdığı imtiyazlar da yetmedi. Ekonomik ve ticari gelişmeleri salt silah ve baskıyla yönlendirilemeyeceğini kavrayamadılar. Ayrıca elde etikleri kapitali sevk ve idare edecek bilgi ve beceriden yoksundular. Bu nedenle de kurumlaşmadan kaçındılar. Kurumlaşma en azından bir  firma çatısı altında yasal sınırlar içinde vergi ödeyerek çalışmayı, elinde bulundurduğu kapitali yatırıma yöneltmeyi gerektiriyordu. Tüm bunlar süereç içinde aşiret yapısından kopmayı göze alma demekti. Hem aşiret yapısını koruyup hem de burjuvalaşma mümkün değildi. Bu nedenle korkak, ticari atılım yapacak cesatetten yoksun kaldılar. Ceplerine yerleştirdikleri günlük vurgunlarını akşam olduğunda binlikleri yüzlükleri birbirinden ayırmadan öte bir becerileri yoktu. Burjuvalaşmayı marka elbise giyip son model otomobillerle caddelerde gösterişte bulunmayla eşdeğerli gördüler.Ama öbür yandan, dönemin koşullarını değerlendirip burjuvalaşanlar piyasaya egemen oluyor,belli bir sermaye birikimi sağladıktan sonra da yatırımlarını daha emin ve alım gücü yüksek Batı’ya yönlendiriyordu.     Pazar ilişkilerinin kendine has işleyiş kuralları sonucu toplumun tortusu haline gelmeyi bir türlü sindirememekteler.  Bu nedenledir ki, meclis içinde ve dışında en olmaz önerilerle bulundukları zeminden çıkış arayışı içindedirler. Ellerine tutuşturulan bildirilerle feodal tehditvari çıkışlarla korkularını gizlemeye çalışmaktalar. Ama korkunun acele faydası yok. Zaten sürecin kendilerini dıştaladığını gördükleri için parti adına seçime girme cesaretini gösteremediler. Halkı temsil ettiğini iddia eden örgütlü hiç bir güç, böylesi bir taktiğe baş vurmaz. Seçimde baraj oranı bahane olarak gösterilemez. Başvurdukları taktikler, halktan destek bulamamanın kanıtlarıdır. Başından itibaren örgütlenme ve hareket etme tarzlarıyla emperyalist güçlerin uzantıları olduklarını netçe ortaya koydular.    Halkın sorunlarını dile getirmeyen uğraşlarla zaman geçirmeyi adeta meslek edindiler. Onlar için yoksullukla ve işsizlikle mücadele diye bir sorun yok. Sendikalaşma, kadın hakları vb. sorunların çözümü yönünde en ufak plan ve proje geliştirmeyi akıllarından bile geçirmediler. En etkin oldukları alanlarda yüzlerce genç kız ve kadın töreye kurban giderken, parmaklarını bile oynatmadılar. Bırakın çözüm için çaba göstermeyi, görmemezlikten gelme daha çok işlerine geldi. Çünkü yaraya parmak basma dayandıkları alt yapının çöküşü anlamına geldiğini biliyorlardı. Ama efendileriyle uyum içinde hareket etmelerini sağlıyacak taktikler geliştirip uygulamada ne kadar başarılı olduklarını kabul etmek gerekir.    Her alanda çözüm adına çözümsüzlüğü sürekli kılacak sihirli anahtarı bulmuşlardı; karanlıkların prensi ‘seruk’. Çünkü ‘seruk’ ‘derin’ güçlerle bağlantıyı oluşturan köprüydü. Seruk labirentlerin sesini, statükonun gücünü temsil

Page 146: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

ediyordu. Batıda laiklik ve Cumhuriyeti korumayı kendine maske edinmiş Gladio’nun Doğuda alt birimini temsil eden bu feodal örgütlenme artık bitirilecektir. Yani Gladyo’nun Türkiye genelinde bitirilmesi, en azından tehlike olmaktan çıkarılması için düğmeye basılmıştır. Kandillinin ve Kandilliye bağlı sivil uzantıların bititrilmesi Türkiye genelinde Gladio’nun bitirilmesi demektir. Baki Karer   *PKK Üzerine Düşünceler. S.115 ** PKK Üzerine Düşünceler. S.117 

 MARDİN KAPISI ŞEN DEĞİL     Mardin’in Mazıdağ kazasının Bilge köyünde 0506 2009’da aşiretler arası kavga 44 can aldı. Edinilen bilgilere göre öldürülenlerin çoğu kadın ve çocuk. 35 çocuk ailesiz kaldı.Katliamı düzenleyenler de bilinmeyen bir yere sürgün edildi. Köyde olağanüstü güvenlik tedbirleri alındı. Yani, devlet, soruna ‘çözüm’ buldu.Olay duyulur duyulmaz devlet büyüklerimiz sırayla beklenen demeçlerini verdiler. Kimi ‘İlkellik’ olarak nitelendirerek halkı aşağılamya kadar gitti, kimi acilen ‘Akil adamlar’ı göreve çağırdı, kimi de derin üzüntülerini belirtti. Böylece, görevlerini yerine getirmenin verdiği ‘huzuru’ bir kez daha yaşamış oldular. Ama hiç kimse 25 yıldır uygulanan çirkef senaryonun sonuçlarını alıyoruz diyemedi. Evet, yaşanan bir ilkellik, bir vahşetti ama bu ilkellik ve vahşet halka ait değildir. Utanması gerekenler halkı bu noktaya getirenlerdir.      Bu olayda geleneklere ve törelerelere uyulmadığı doğrudur. İnsanlık adına ne varsa ayaklar altına alındığı bir gerçektir; aşiretler arası çatışmalarda kadın ve çocuklara dukunulmaz, hele namaz kılan insanlara hiç silah çekilmez. Katliamın yapılış biçimine bakıldığında, insanlar, neredeyse çağdışı geleneklere ve törelere övgüler yağdıracak. İnsan, ‘amaç bu muydu’ diye aklından geçirmiyor değil.      Mardin’de yaşanan katliamın bu derece şaşkınlık yaratması, tüm dikkatleri üzerine çekmesinin tek nedeni herkesin gözüönünde yapılması ve bir anda 44 kişinin katledilmesidir. Olay, bölgenin nasıl bir yanar dağ haline geldiğinin göstergesidir. Yıllardan bu yana sorgusuz sualsiz tek tek veya bir kaç kişi halinde insanların katledilmesinin toplumu içten içe nasıl kemirdiği, bu olayla bir kez daha açığa çıkmıştır. Devletin yasalara uymadığı, mülkiyet hakkını keyfince çiğnediği, insanların yaşam özgürlüğünü elinden aldığı, hak ve hukuku katlettiği koşullarda, aşiretlerin, devlet desteğini arkasına almış korucuların insan hak ve özgürlüklerine saygı göstermesini beklemek abesle iştigaldir. Doğu ve G.Doğu’yu Uganda’ya çeviren, toplumu Huti-Tuti’lere bölen devletin kendisi olmuştur. Bütün mesele Kart-Kurt’an uzaklaşmamadır. ‘Kart-Kurt’lar geçersizleşirse ‘yok oluruz’ ya da ‘bölünürüz’ korkusuyla yıllardan bu yana sürdürülen ‘düşük yoğunluklu çatışma’, sonuçta Bilge köyündeki ‘bilge’ taployla yüzyüze gelmemizi sağlamıştır.     Eğitim-öğretimi engellemekle, en ufak altyapı hizmetinden mahrum bırakmakla, toplumu özgürleştirecek, gerçekten vatandaşlık düzeyine yükseltecek her türlü ekonomik, mali ve sosyal olanaklardan yoksun kılmakla başka bir sonuçla karşılaşılması mümkün değildir. Bölge halkının çoğunluğu zaten yüzyıllardan bu yana aşiret reislerinden, feodal beylerden ve mellelerden oluşan ‘akil adamlar’ vasıtasıyla ‘kul’ haline getirilmiştir. Bu noktada tekrar ‘akil adamlar’ı çözüm önerisi olarak öne sürmek adeta bu halkla dalga geçme değildir de nedir? Açıkçası ‘aman vatandaş olmayın’, ‘kul’ olarak kalmaya devam edin demektir.    Bu olayla birlikte vurgu yapılması gereken bir diğer nokta da kimlik sorunudur. Bir halkı kimliksizleştirmeye kalkışmanın feci sonuçlara yol açaçağını tahmin etmek zor değildir. Kimliksizleşme kişiliksizleşmedir. Kimliksizleşmeyle sadece bir isim ortadan kalkmamakta, aynı zamanda bir kültür, toplumsal değerler bütünü de ortadan kalkmaktadır. Bu olayın devletin himayesinde olan korucular tarafından yapılması bu anlamda çok önemlidir. Kimliksizleştirmenin yarattığı bir ‘hiç’ olmaya duyulan tepkidir bu. Bu noktadan hareketle, toplumun diğer kesimlerinde yaratılan tahribatı tahmin etmek zor değil.

Page 147: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

    Gazetecilerin sorusuna köy öğretmenin verdiği yanıt çok önemlidir. Öğretmen, ‘Keşke uykuda kalmasaydım da ben de ölseydim’ diyor. Böylesi bir olay karşısında aydın bir insandan bu tür bir yanıt alma iç burkucudur. ‘Yaşadığım için mutluyum, geride kalanlara yardım edebilme şansını yakaladığım için sevinçliyim, ama ölenler için de üzgünüm’ diyemiyor, daha doğrusu, bu doğrultuda bir seslenişte bulunacak bilinç yok. İşte, zorba devletin zorba eğitim politikasının ve uzun yıllardır toplumun her kesiminde estirilen terörün yol açtığı sonuçlardır. Öğretmen, ölmeye ve öldürmeye kilitlenmişliğin verdiği ruh halini yansıtıyor. Bu ruh halini topluma yansıtan kim? Bunun sorgulanması gerekir.    Olay hukuki boyutta irdelenirken, her yönüyle açığa çıkarılması gereken bazı noktaların olduğu düşüncesindeyim. Olay gerçekten arazi ya da kız evlendirme anlaşmazlığından mı kaynaklanmıştır? İkincisi, bu iki aile arasında uzun yıllardan bu yana gelen husumet bilinerek, aralarındaki var olan anlaşmazlık bazı ‘gizli’ ellerce yönlendirilmiş midir? Üçüncüsü, uzun süredir Kuzey Irak’a yönelik açılımlar çerçevesinde korucu sisteminin kaldırılmasına yönelik girişimlere yine ‘gizli’ bir elle zemin mi hazırlanmak istenmiştir? Umarım, olay, tüm yönleriyle araştırılarak açığa çıkartılır. 06.05.2009BAKİ KARER

 

İSMAİL BEŞİKÇİ’NİN KAN GÖRME ARZUSU 

     Uzun uzadıya bu bayın hayat hikayesini kaleme alacak değilim. Sadece 27 kasım 1998’de Serxwebun’da yayımlanan kin ve nefret dolu bir makalesine kısaca değinmekle yetineceğim.     Bu bay kendini o kadar meşhur görüyor ki, ne yere, ne göğe sığası gelmiyor. Dağları, tepeleri ‘ben yarattım’ diyor. Bu nedenle arkasına almış korumalarını, abasını atmış omuzlarına, eline sıkıştırılmış bastonuyla sokakları, caddeleri vs. şakşakçılarına dağıtıyor. Ama her şeyin ‘güzelini’ ve ‘değerlisini’ de adına kaydettiriyor.Hem ‘Kıral’ hem ‘Tapu Sicil Memuru’ ‘benimdir’ diyor. Tarafından keskinleştirilmiş bu ve benzeri ünvanların adamı olduğu artık herkesçe bilinmektedir. Daracık dünyasında kurduğu ve yaşadığı, aynı zamanda malum odaklarca koruma altında tutulan tek kişilik ‘ülkesi’ ne kadar süre daha yaşar bilemiyorum. Ama unutmasın ki, bayın kurduğu küçük hayali dünyanın dışında yaşanılan kocaman bir gerçek dünya vardır.    Zaman zaman da küçücük ‘ülkesi’yle yetinmeyip ve kendine atfettiği ayrıcalıkları az bularak ona buna saldırmaya kalkışmakta. Bu cesareti gösterirken de malum dayıları tarafından dürtüklendiğini inkâr etmemekte. Bilinen odakların emir komutası altında tasnifler yapmanın ve bunu da gizlemenin kolay olmadığını söylemeye gerek yok.     Bağlandığı karanlık güçler tarafindan çakar-almaz namluya sürülmüş mermi misali hedeflere yönelip duruyor. Kime, niçin, neden yöneldiğinin bilincinde. Bu nedenle de zaman zaman masum rolü oynamaya kalkışarak yüklendiği görevi örtülemeye çalışmakta. Evet, bunlar keskinleşmiş keskinleştirilmiş tespitlerdir. Bu tespitlere karşı çıkacağını hiç sanmıyorum. Zaten tercihlerini baştan beri bu yönde kullanmıştır.    Bay Beşikçi ‘ünlü oldum’ diyor. Ne zaman, nasıl ve neye göre ‘ünlü’ olduğunu ise belirtmiyor. Niçin ve neden ‘ünlü’ olduğuna bir türlü açıklık getiremiyor. Temcit pilavı gibi ikide bir öne sürdüğü ‘yattım’, ‘uzun yıllar yattım’ söylemiyle yetinmekte. Yattığı doğrudur da, kim adına ve niçin yattığı önemlidir. Yatışlarına her seferinde vurgu yapması aslında nasıl kullanıldığının kesinleşmiş bir başka ispatıdır. Bu noktada Aziz Nesin’in, sadece edebiyatta değil,siyasi alanda da ne kadar ileri görüşlü olduğunu bir kez daha anmadan geçemiyeceğim.    Beşikçi’nin durduğu zemin görünenden daha da beterdir. Sosyolog ve bilim adamı oduğunu iddia eden Beşikçi’nin bugüne kadar, bırakın uluslararasında geçerli olan, Türkiye’de dahi geçerli olabilecek tek bir araştırma incelemesi yoktur. Elbette Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de sosyolog olarak önplana çıkma, uluslararası alanda kabul görecek eserler ortaya çıkarma zordur. Bay bunun bilincindedir. O zaman geriye isminden bahsettirmenin, çok gerilerde olduğu halde önplanda olduğunu göstermenin bir yolu kalmakta; meydanlarda takla atarak cambazlıklarda bulunarak karanlık güçlerin elinde ince elekten geçirilmiş strateji ve taktiğin sözcülüğünü yapmak.     Bu derece keskinleşmiş tespitlerde bulunurken, elbette bahsettiğim bayın, kendinden başka kimsenin, hiçbir bilim çevresinin iddia etmediği, doğrulamadığı ve doğrulayamayacağı ‘araştırma ve incelemeri’nden hareket ettiğimi söylemeliyim.

Page 148: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

    Bay İsmail, bahsettiğim güçlerin borazancılığını yaparken, hıncını, daha doğrusu, bilimsel verileri temel alarak hareket edememe beceriksizliğini ona buna saldırarak, gereksiz kin ve nefret duygularını etrafa saçarak örtbas etme çabası içinde. Tek telli olma o kadar kaygı uyandıracak bir durum değildir; önemli olan tek telden harikalar yaratma becerisidir. Tek teli çalmasını bilmeyen çok telliyi hiç çalamaz. Ama bay Beşikçi, bunca yıldır bırakın çok telliye geçişi, tek telliyi bile çalmasını öğrenemedi. Ömrünü tek teli dangır-dungur ettirmekle geçiren Beşikçi, bunca uğraşına karşı bir nağme seslendiremedi. Tezeneyi hâlâ parmaklarının arasına bağlıyarak tutturuyorlar.Bu derece açığa çıkmış beceriksizliği örtülemenin olanağı yoktur.     Ama kabul etmek gerekir ki hocası çok sabırlı, arka vagona hapsedilmiş Beşikçi’nin çıkardığı gürültüden hiç rahatsız değil. Herkes gürültünün nereden geldiğini tespit etme gayreti içindeyken, hocası lokomotifi istediği yöne rahatça sürüyor.     Bu arada asistan Beşikçi parmaklarını tek tel üzerinde gezdirirken, birden ‘Buldum’ diye ortalıkta takla atmaya başlıyor. Onlarca yıl sonra da olsa hocasından kopya yapmayı nihayet akıl erdirebilmiş!...    Beşikçi ‘buluşunu!’ açıklıyor:’Duyduk duymadık demeyin ey ahaliiii...’Çetin Güngör, Resul Altınok ve de Baki Karer ‘MUHBİRDİİİİİR!..’ ‘Çetin Güngör ve Resul Altınok öldürüldüler, oh oldu, yakında Baki Karer’in ve daha nicelerinin de öldürüldüğünü size müjdeleyivereceğim....’ ‘Öldürün, öldürün, daha çok ceset ve kan görmek istiyorum’ diye bağırıp durmakta. ‘İki-üçbinler yetmez, onbinlerin kurşuna dizilmesini istiyorum’ diye sağa sola buyruklar gönderip duruyor. Sadece sokak çığırtkanlığıyla da yetinmemekte; devrimcilere karşı kahpece sıkılan kurşun haberleri geldikçe sevinçten dört köşe olmakta; çılgınlaşmakta, her geçen gün daha bir saldırganlaşmakta.Tüm enerjisini katledilenleri ve katledilmeleri için buyruk verilenlerin tasnifini yapmaya sarfettiğini bağırıp durmakta. Yıllar boyu tek telliyi dangur-dungur ettirmenin verdiği pisikolojik bozukluğun ulaştığı son aşama budur. Özgür, bağımsız düşünerek değerler yaratma becerisi olmayanların varacağı nokta budur. İşte bay Beşikçi böylesi noktaların simgesidir.     Beşikçi’nin böylesine çılgınca sergilediği davranış biçimini biraz daha irdelemekte yarar var: Bilindiği gibi ırkçılık modern toplumlarda, yani sanaayi toplumuna geçişle birlikte ortaya çıkmış ruhsal bir bozukluktur. Bu ruhsal bozukluğun altında yatan nedenleri araştırmak ve ortaya çıkarmak daha çok psikologların görevidir. Beşikçi çok soy-sop, köken sorunuyla ilgilenmesinden olacak ya da aidiyet ilişkileri içinden çıkamamanın getirdiği çözümsüzlükler sonucu bir çok ırkçı davranış biçimleri göstermeye başlamıştır. Bu davranış biçimlerinden biri de, nefret ve intikam duygularıdır. Nefret ve intikam duyguları da ‘temiz’, ‘saf kan’ ulus yaratma çabaları kadar tehlikelidir. Beşikçi ortaya çıkardığını iddia ettiği projelerine ve bu projeleri doğrultusunda dillendirdiği düşünce kalıplarına karşı aykırı davrananları, daha doğrusu farklı düşünce ileri sürenleri hemen, hiç zaman kaybetmeden ‘Hain’ olarak ilan etmekle kin ve nefretini fütursuzca açığa vurmakta. Ama biliyoruz ki, kin ve nefret duygularıyla hareket edenler,aykırı sesleri, yani farklı düşünce ileri sürenleri sadece ‘hain’ ilan etmekle yetinmemektedir. ‘Hain’ ilan etme sadece birinci adımdır. Arkasından gelecek ikinci adım, malum ‘katledin’ buyruğudur. Çünkü en ‘doğru’ düşünce kendisine aittir ve bir başkasının doğru düşünce ileri sürmesi ‘olanaksız’dır. İşte bu nedenle Beşikçi, işe önce tasnifle başlamakta ve sonrasında beklenen buyruğunu vermekte;

A)    ‘Şahadet şerbeti’ içirilenler;yani kafalarına kurşun sıkılarak ve sıktırılarak kahraman ilan edilenler.B)    ‘Hainler’ ya da ‘zındıklar’;aykırı, farklı düşünce ileri sürdükleri tespit edilmiş olanlar. Yani, verilen mahkumiyet

sonucu gaz odalarına gönderilenler ve gazlanmak için sırada bekleyenlerdir.C)   ‘Zındık’ ilan edilmek ya da ‘şahadet şerbeti’ içirilmek için sırada bekletilenler. Daha açık bir ifadeyle, kuyrukta

bekledikleri için henüz hangi katagoriye alınacakları keskinleştirilmemiş olanlar.Vagondan henüz indirilenler de diyebiliriz bunlara.    İşte böylesi tasnif ve tetkiklerinden sonra ‘keskinleşmiş’ sonuçlara ulaşan bay Beşikçi, tekmil vermek için gönül rahatlığıyla şefinin huzuruna çıkmaya hazır olduğunu ispatlamış oluyor. Huzurda eline bir tokmak veriliyor ve boynuna paslı bir teneke takılıyor övünç madalyası olarak.    Beşikçi, eline tutuşturulan tokmağı boynuna taktığı paslanmış tenekeye vurmaya devam etsin, çıkan paslar sonuçta zehiri olacaktır.  KASIM 1998BAKI KARER         

  ARUPA BİRLİĞİ ÜYELİĞİ ÇIKAR YOL DEĞİLDİR

Page 149: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

     Türkiye Avrupa Birliği’ne aday ülke konumuna gelmekle tarihinin en büyük hatasını yapmıştır. Elbette her türlü fırsatı elinden kaçırmış olduğu söylenemez. Ama içine girdiği yanlıştan da en kısa zamanda çıkmalıdır. Daha fazla gecikmenin, zaman kaybına sebeb olmanın bir nedeni yoktur. AB üyeliğinin NATO üyeliğine bezemediğini kavramanın artık zamanıdır. Yani AB üyeliği son darbeyi indirme hareketidir. Ayakları üzerinde duran bir Türkiye kabul edilmeyecektir. SSCB’nin yıkılmasından sonra Avrupa Birliği’nin içinde yer alınarak ekonomik ve siyasal çıkarlar kesinlikle korunamaz. Doksanların başından itibaren değişen siyasal haritaya bakarak kendine yön vermek zorundadır. Kafkaslar’da, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da ortaya çıkan yeni siyasal yapılanmalar ne yapılması gerektiğini göstermeye yetmektedir.     Türkiye’nin AB içinde yer almamasını gerektiren birçok neden vardır. Bunların en başında geleni ise AB’nin artık emperyalist bir güç olarak kendini ortaya koymuş olmasıdır. Ekonomisiyle, askeri alanda aldığı son kararlarla, sanayisi ve mali gücüyle ABD emperyalizmine rakip emperyalist bir güç olarak hareket etmesidir. Artık Avrupa Birliği ülkelerinde geçmişin refah devlet anlayışı kaybolmuş durumda. Demokrasi maskesi altında katı bir bürokratik diktatörlüğe doğru yol almaktadır. Yoksul ve kalkınmakta olan ülke pazarlarının bölüşümü ve bu pazarlardan elde edilen kârların artması oranında Avrupa emekçi yığınları üzerinde daha katı bir bürokratik diktatörlük kurmakta. Sömürdüğü pazarlardaki halk yığınlarına karşı daha acımasız davranmaktadır. Artık dış pazarlardan elde ettiği kârı kendi halkıyla bölüşmeyen tekelleşme vardır. Uluslararsı tekellerin milyarlarca dolar kâr etmesine karşın, bugün Avrupa Birliği’nde yüzde onlara varan işsizlik oranı vardır ve bu büyük bir sorun haline gelmiştir. Yeni bir dizi Ruandalar Avrupa Birliği topluluğu için yaşam kaynağı oluşturmaktadır. Filistin halkının katledilmesi, Afrika ve Asyada iç çatışmaları körükleme, Türkiye gibi ülkelerde milliyet ve mezhepsel düşmanlıklar yaratarak kanlı çatışmalar çıkarma uğraşı içinde olması, artık Avrupa Birliği’nin keyif aldığı ve mutluluğuna mutluluk katan ‘sıradan’ olaylardır. İngiltere, Fransa, Almanya emperyalist güçleri, Avrupa’nın diğer küçük ülkelerini de yanlarına alarak daha güçlenmiş bir biçimde geçmiş politikalarını küreselleşme koşullarına uyarlayarak devam etmekteler. Burada küçük ülkelere verilen sadece sus payıdır. Küçük ülkelerin emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda nasıl kullanıldığına en açık örnek Yunanistan, Belçika ve İsveç’tir. Örneğin İsveç Başbakanı Göran Person bir demecinde, “Küçük bir ülkeyi (Yunanistan’ı kastederek) büyük bir ülkeye (Türkiye) karşı koruduk” diyebilmiştir. Türkiye ve Yunanistan arasında sorunların çok farklı bir zeminde olduğu ve bunların kışkırtıcılarının da kimler olduğu bilinmektedir. Halklararsı böylesi açıktan düşmanlığı körükleyen demeç verme bir cesaret işi değil, olsa olsa kabuk değiştiren küçük bir yavrunun ayazda kalmamak için büyüğüne yaranma feryadıdır. Person Fransa’nın Ruanda halkını birbiriyle çatıştırıp katlederken neredeydi? Ruanda halkını büyük, üstelik emperyalist bir ülkeye karşı korumanın çabasını niçin göstermedi acaba. Örnekler daha çoğaltılabilinir. Yani büyüklerin damgasını vurduğu AB artık emperyalist bir güçtür. Küreselleşme koşullarında dünya pazarlarının yeniden bölüşümünde iddialı bir güçtür.    Avrupa Birliğinin emperyalist bir birlik olduğunu gösteren diğer bir olgu da Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği adı altında kurulmaya çalışılan küçük ‘NATO’dur. ABD’ye karşı dünya üzerinde pazar çıkarlarını koruyabilmek için askeri güce ihtiyaç duyulmaktadır. NATO bir ABD şemsiyesidir. SSCB’nin varlığı döneminde Avrupa, tek başına hareket etme olanağına ve cesaretine sahip değildi, bu nedenle ABD’ye bir anlamda boyun eğmek zorundaydı. Ama şimdi çıkar alanlarını kendisi korumak istemektedir. Özellikle Faransa ve İngiltere’nin Kafkaslar’da, Ortadoğu’da ve Afrika’da çıkarlarını koruyabilmeleri ancak böylesi bir askeri oluşumda görülmektedir. Almanya’nın çıkarları daha çokyönlüdür. Avrupa Birliği artık Kafkaslar’a, Kuzey Afrika’ya ve Kıbrıs’ı üst olarak kullanıp Ortadoğu’ya bizzat askeri gücünü yerleştirmek istemektedir. Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs ve Ege sorunlarına çözüm bulunamayışının altında bir de bu neden yatmaktadır. Fransa Avrupa Birliği’ni kullanarak Kıbrıs’a inmeye çalışmakta, Lübnan, Suriye ve Irak’ı daha yakından kontrol etmek istemektedir. Türkiye’nin ABD ile stratajik işbirliğini bir de bu nedenle kabul etmemektedir. Türkiye‘nin bugünkü konumuyla AB ve AGSK üye olması, bu kuruluşlar içinde dolaylı da olsa aynı zamanda ABD’nin sözsahibi olması demektir. İngiltere’nin gücü Türkiye’nin güçüyle birleştiği noktada Fransa’nın ve Almanya’nın AB içinde ve dışında çıkarlarının önemli oranda sarsılması tehlikesi vardır. Hatta Almanya’nın Türkiye ile olan geleneksel ilişkileri dikkate alındığında uzun vadede sarsılan çıkarlarını bir ölçüde telafi etme şansına sahiptir ama, Fransa’nın hiçbir şansı yoktur. Fransa’nın özellikle son dönemlerde Türkiye’ye karşı sert tavırlar içinde bulunmasının altında yatan bu tür uzun vadeli hesaplardır, yani pazarların paylaşım kavgasıdır. AB’nin diğer küçük ülkelerine düşen görev sadece yandan zorunlu takviyedir. İşte bu ve benzeri nedenler dikkate alınarak, her türlü manevra gücünden yoksun bırakılmış bir Türkiye AB’ye alınmak istenmekte.    Bugün Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye yönelik politikası tamemen emperyalist bir politikadır. Türkiyeyi aslında almak istiyorlar ama tek bir şartla, o da; her alanda kendi kendine yeterli olmaktan çıkarılmış ve tamamen teslim

Page 150: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

olmuş bir ülke konumuna indirgenmesi kaydıyla. Bunun için Türkiye’de şiddetli bir iç çatışmanın ve onbinlerin iç savaş yöntemiyle yokedilmesini dahi göze almaktadırlar. Eğer bunu başaramazlarsa en azından İran’la kısa süreli de olsa bir savaşa girmesini sağlamaya çalışmaktadırlar. Özellikle Almanya ve Fransa bu yönlü çabalarını giderek arttırmaktadırlar. Avrupa Birliği içinde islamcı terör gruplarını kimler tarfından örgütlendirildiği ve finanse edildiği artık bir sır değildir.    Avrupa Birliği’nin Türkiye’de iç savaş kışkırtıcılığına oynadığının en önemli bir kanıtıda azınlıklar sorununa yaklaşım tarzıdır. Bir yandan ulus-devletten yana olduklarını söylerlerken bir yandan da Türkiye’ye karşı ulus-devlet politikasına aykırı girişimlerde bulunmaktalar. Sözkonusu Türkiye olduğunda, demokratik devlet kavramına bile karşı durmaktalar. Avrupa Birliği sırf Türkiyeyi dikkate alan yeni azınlıklar kavramı geliştirmeye çalışmaktadır. Oysa kendi içine geldiğinde hertürlü inkârcılığı yapabilmektedir. Örneğin Fransa’da Bask bölgesi ve halkı yok sayılmakta. Otonomi, ayrılma veya İspanya Bask bölgesiyle birleşmek isteyip istemedikleri sorulmamakta. Korsika sorununun üzeri tümüyle küllendirilmekte. Hatta yıllardan buyana Fransaya yerleşmiş Afrikalıların asimile çabalarına destek verilmekte. Yine İsveç’te Laponya sorunu unutturulmak istenmektedir. Bu her iki ülkede bulunan bu halkların ilk okulldan başlayıp üniversitelere kadar kendi dili ve kültürüyle eğitim hakları yoktur. Kendilerine özgü bağımsız yayın hakları tanınmamaktadır. Örnekler daha da çoğaltılabilinir. Ama başka ülkelere geldiğinde Avrupa Birliği avazı çıktığı kadar bağırabilmekte. Bu demokrasi adına korkunç bir ikiyüzlülüktür. Türkiye’de Kürtlerin ve diğer halkların bir azınlık olarak kabul edilmesi yönde çağrılar yaparak aslında dine dayalı devlet örgütlenmesi dönemine özgü çözümlere gidilmesini istemektedirler. Türkiye’ye geldi mi bunun ismi “demokrasi normları” olmakta. Demokrasi normları değil, emperyalist çıkar normlarıdır bunlar. Kürtlerin azınlık olarak kabul edilmesini önerme din ve teba ilişkisine dayalı feodal bir çözüm istemektir. Türkiye’de yürütülen mücadele demokratik, insan hak ve özgürlüklerine saygılı, yani demokratik, laik bir Cumhuriyet devlet yapılanmasını sağlamaya yöneliktir. Tam demokratik bir ülke yaratmanın çabası verilmektedir. Türkiye’de kimse din-teba ilşikisine dayalı bir çözüm istemiyor. Kürtler için azınlık statüsünün belirlenmesi demek, vatandaşlık bağlarından çıkarılması ve Ortaçağın karanlığına terkedilmeleri demektir. Bu Kürt halkına yapılacak en büyük düşmanlıktır ve bu düşmanlığı da yapan her zamanki gibi emperyalist güçlerdir. Emperyalist güçlerin bu oynuna da köle ruhlu, kapıkulluğuna alışmış bazı Kürt unsurlar da yatmakta. Azınlık kavramıyla bırakın ulus-devletin çelişmesini günümüzün demokratik devlet kavramıyla çelişmektedir. Avrupa Birliği’nin ‘azınlık’ hakları gibi ne idüğü belirsiz dayatmarının arkasında yatan amaçları artık tartışmaya yer bırakmayacak kadar açıktır. Ortaya çıkacak bölgesel anlaşmazlıklarda savaşcı güç olarak öne sürülmeye hazır ve nazır tutulan bitirilmiş bir Türkiye istenmektedir.     Aslında Avrupa Birliği sahte bir güçtür. Tüm uğraşılara karşın bu birlik içinde yer alan emperyalist güçler arasında kıyasıya bir savaşım vardır. Bir de bu nedenle bu birliğin geleceği yoktur. Almanya Doğu Avrupa ülkelerini ekonomik ve siyasal denetim altına almaya çalışmakta ve büyük oranda da bunu başarma durumundadır. Bu konuda birlik içinde diğer ülkelerle birlikte harket etme yerine daha çok Rusya fedarasyonu ile işbirliğini tercih etmektedir. Almanya’nın bu tutumu Farnsa ve İngiltere’yi oldukça rahatsız etmekte. Yeniden eski Prusya’nın korkusunu veya 1935-1945’lerin geri gelebileceği kuşkusunu yaşamaktadırlar. Zaten birlik içinde ekonomik ve mali alandaki etkinliği yeterince rahatsızlık yaratmaktadır. Birleşmiş bir Almanya, Fransa ve İngiltere tarfından her zaman hazmedelemiyen bir olgudur. Gerek ABD ve grekse Rusya Fedarasyonu tarfından bu durum çok iyi bilinmekte ve sürekli olarak AB’nin zayıflatılması yönünde kullanılmaktadır. Yani birleşik bir Almanya AB’nin aynı zamanda zayıf noktasıdır. Bu genelde Avrupa Birliği’ni başlı başına zayıf kılan bir etmendir. Zaten Fransa’nın karşı kampanyalara ve tepkilere aldırış etmeden biran evvel nükleer silaha sahip olması esas bu nedenden kaynaklanmıştır. Gelecekte muhtemel büyük Almanya tehditine karşı bugünden alınmış bir tedbirdir. Çıkarların bu kadar farklı cephelerde seyrettiği koşullarda birleşik bir Avrupa devleti hayaldir.    Özellikle Alman tehlikesine karşı Fransa ve İngiltere Asya, Afrika ve Ortadoğu’da şimdiden tuttukları köşebaşlarını güvenceye bağlamanın uğraşları içindedirler. Fransa, AGSK içinde her fırsatta nükleer güçe sahip olduğunu dayatmalarıyla hatırlatmaktadır. Doğu Avrupa ve Balkanlar’ın önemli bir kesimini Almanya’ya kaptırdıklarından, diğer bölgelerdeki konumlarını güçlendirmeye çalışmaktadırlar. Yine de Almanya’yı Afrika’dan, Ortadoğu’dan, Kafkaslar’dan ve Orta Asya’dan tümüyle uzak tutma olanaklı değildir. Tüm çabalara karşın bunun hayal olduğunu şimdiden söylemek mümkündür. Bugün rekabetin en fazla yoğunlaştığı alan Kafkaslar ve Orta Asyadır. İşte bu noktada Türkiye üzerinde ABD başta olmak üzere İngiltere, Fransa ve Almanya’nın çıkarları epeyce farklılaşmakta. Herbirisi Türkiye’yi daha fazla kendi yanına almaya çalışmaktalar. Son dönemde Türkiye’nin yoğun çatışma alanı içine çekilmesinin bir nedeni de budur. Emperyalist güçler kendi ekonomik ve siyasal çıkarları doğrultusunda belirledikleri bölgelerde Türkiye’yi sıçrama tahtası yapmaya çalışmaktadır.     Türkiye’nin Avrupa Birliği içinde yer almamasını gerektiren bir neden de, artık Avrupa Birliği’nin iki kutuplu dünya koşullarına özgü ekonomik, mali ve sosyal uygulamaları terk etmiş olmasıdır. Geçmişte içine aldığı ülkeleri

Page 151: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

kalkındırıyor, halkın sosyal yaşamının yükselmesine katkıda bulunuyor ve bu ülkelerde demokratik kurum ve kuruluşlara gerçekten bir işlerlik kazadırıyordu. Ama artık bu işlevini bugün yitirmiş durumdadır. İçine alacağı ülkelere ne ekonomik, ne de demokrasi alanında vereceği birşey kalmamıştır. Birlik içinde yer alan ülkelerde sosyal adaletsizlik hergeçen gün artmakta. Toplumda sınıflar arası refah düzeyi dengesizliği önü alınamaz bir biçimde derinleşmekte. Bugün yoksul, günün sosyal yaşam standartlarının altında yaşamaya zorlanmış ciddi bir kesim yaygınlaşmış durumdadır. İşsizlik en büyük sorunlardan biridir. Artık iktidarların başarılılık düzeyi işsizliği aşağı çekmeleriyle orantılı hale gelmiştir. İşsizlik sigoratasıyla yaşamak zorunda bırakılanlar da yoksullar kategorisi içinde yer almaktadır. Geçici çözüm olarak öne sürülen okula gönderme ve prosent üzerinden çalışma olnakları tanıma, insanların yaşam düzeylerinde daha iyiye yönelik bir değişiklik yapmaya yetmemektedir. Halk yığınlarında geleceğe güven duyulmamakta. İşi olanlarda ise, ne zaman kapı dışarı edilecekleri pisikolojisi egemendir. Tekeller milyarlarca dolar kâr etmelerine karşın, birçok alanda işletmelerini, fabrikalarını kapatmakta, az masrafla daha kolay para kazanılan alanlara yönelmekteler. Globelleşen ekonomide borsalar, bir avuç elit için en kârlı yatırım alanları haline gelmiştir. Tekellerin birçoğu yatırımlarını üçüncü dünya ülkelerine kaydırarak ucuz emekle korkunç kârlar elde etmekteler. Artık dünya ölçeğini kendine sömürü alanı haline getirmiş finans ve sanayi tekelleri sözkonusudur. Sonuçta, küreselleşme, zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul hale getirdiği de bir doğrudur. Ama eskiden az da olsa zenginliğin paylaşımdan söz edilebiliniyordu, bugün bu paylaşım görülmemektedir. Bu nedenle emekçi yığınların mücadelesi de küreselleşmektedir. Sanayi toplumuna geçiş nasıl kendi zıttını doğurmuşsa, küreselleşme de kendi zıttını doğurmuştur. Sanayileşmiş ülkelerin zirve toplantılarına karşı düzenlenen, yani küreselleşmeye, halkı yoksulaştıran yeni ekonomik yapılanmaya karşı protestolar, hiç şüpheye yer yok ki, gün geçtikçe daha da boyutlanacaktır. Yani Globelleşme zıttını yaratmıştır. Artık önünü boş hissetmemekte.Her seferinde milyonlarca dolar harcayarak toplantılar yaparak, olayı salt ’güvenlik’ sorunu olarak değerlendirmeye uzun süre devam edemezler.    İşte bu tür sorunlarla boğuşmak zorunda kalan Avrupa Birliği’nin, yeni üyelere vereceği birşey yoktur. Bu nedenle de Türkiye’nin, tarım ve sanayi alanındaki olanaklarını kullanarak, giderek daha da geliştirerek kalkınmasını rahatça sürdürme olanağı vardır. Bunun için gerek iç, gerek dış alanda imkan ve fırsatlar doksanlı yıllardan öncesine göre daha fazlalaşmıştır. Türkiye, Avrupa Birliği, Rusya Federasyonu, ABD geometrik alanında kendinden çıkacak biçimde doğrular çizmeyi başarırsa güçlü bir ülke konumuna gelme şansına sahip olabilir. Yoksa AB içinde ne pahasına olursa olsun yer almaya çalışırsa bugünkü gücünden de geriye gitmekten kendini kurtaramaz. AB büyük bir hapishanedir. Gelecekte bu özelliğini daha da önplana çıkartacaktır. Oysa Türkiye, jeopolitik konumu gereği, kendini Ortadoğu’dan, Kafkaslar’dan, Orta Asya’dan, K. Afrika’dan ve Balkanlar’dan kendini istese de soyutlama imkanına sahip değildir. Bu gerçeğin görülmesi gerekir. Böylesi bir çoğrafyada yer almanın avantajları getirdiği olumsuzluklardan çok üstündür. Ama “her tarafımız düşmanlarla dolu” hastalıklı bakış açısıyla hareket edilirse elbette bu avantajlar kullanılamaz.    Avrupa Birliği’ni meydana getiren güçlerin herbirinin farklı kültürlere saygı ifadesi sadece bir aldatmacadan ibarettir.İçlerindeki farklılıklara bile tehammülleri yoktur. Aralarında Güneyli, Kuzeyli, D.Arupalı, İskandinavyalı vb. bölgesel çelişkileri giderememekteler. Karalarında dinsel ve mezhepsel ayrılıklar sıkça rol oynamakta. Yani bölgesel ve dinsel kutuplaşmaların olmadığını kimse iddia edemez. Bunlar ve benzeri daha birçok çelişkiler bile birleşik devlet çatısı altında hareket etmelerinin hayal olduğunu göstermektedir.     Bu derece belirsiz, muğlak, bugünü ve geleceği sağlıklı olmayan Avrupa Birliği’ne katılmak için, Türkiye’nin çaba yürütmesi kabul edilir bir şey değildir. Daha birçok neden gösterilebilinir. Soruna nereden bakacak olursak olalım Türkiyenin çıkarı, ne Avrupa Birliğine girmede, ne de ABD ile stratejik işbirliğindedir.  BAKİ KARERMart 2000       06-02-2008

TÜRBAN SORUNU 

  Başbakan Tayyip Erdoğan’ın İspanya gezisi sırasında türban üzerine verdiği bir demeçle Türkiye’de gündem hiç beklenmedik bir biçimde değişiverdi. Son günlerde artık türbanla yatıp kalmaya başladık. Tüm sorunlar unutuldu. Türban, çözüm bekleyen tek sorunumuz haline geldi.

Page 152: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Elbette türban, kara çarşaf ve benzeri sorunları önemsemiyor değilim. Türbanın kara çarşaftan ya da çadırdan hiç bir farkı yoktur. Türbanı İslamla bütünleştirenler tüm toplumu sapıklıklarına alet etmek istiyenlerdir. Ama sorunu uzun vadeli, köktenci çözümlere kavşuturacak tedbirler almaya yönelmeyi yadsıyıp, bir avuç elitin çıkarları doğrultusunda çarpıtmasına karşıyım.Türkiye’de tüm ekonomik ve siyasal gelişmeler bir anda türbana takılıp kaldı. Erkek egemen toplum özelikllerimizi tüm çirkinliğiyle bir kez daha dünyaya gösterme fırsatı bulduk. Kadınlar adına erkeklerin ne kadar karar verici bir ülke ve toplum olduğumuzu göğsümüzü kabarta kabarta göstermiş olduk.AKP ve aynı güzergȃhta seyredenlerin türbana takılıp kalmasını anlıyoruz, ama sosyaldemokrat, laik geçinen bir takım çevrelerin de bu noktaya takılmasını anlamak mümkün değil. Kendini laikliği ve Cumhuriyeti savunma memuru olarak gören bazı sosyal demokrat ya da Kemalist geçinen çevreler dürüst davranıyorlar mı? Ben bunların dürüst olduklarını, gerçekten laikliği ve Cumhuriyeti düşündüklerine inanmıyorum. İnanmıyorum çünkü eylem ve davranış biçimleriyle yitirmek üzere oldukları elit olma avantajlarını yeniden elde etme çabası içinde olduklarını artık saklayamaz hale gelmişlerdir. Bunlar, aristokrat döneme özgü dar havuzun, genişliyen kapitalist pazar ilişkileri döneminde de muhafaza edilmesinden yana çaba göstermektedirler. Genişleyen havuzdan her an dıştalannacakları korkusunu yaşamaktalar. Burjuvalaşmayı içinde bulundukları elit kesimle sınırlı tutulması yönünde kavga yürütmekteler. Bence, asıl sorun, bu noktada yatmaktadır.Türban ya da mahalle baskısından falan korktukları yok aslında. Bu nedenle de sorunun özüyle ilgilenme yerine ne yapıp yapıp sarsılan çıkarlarını korumanın peşindeler.Bilindiği üzere türban tartışmalarının tam ortasında, Davutpaşa’da hiç bir sosyal güvencesi olmadan askeri ücretin de altında bir ücretle çalışan, evine akşam olduğunda bir ekmek götürmenin kavgasını veren 22 insan, 22 Anadolu insanı yangında yok oldu gitti. Yaşanan olay çok korkunçtu. Hükümet doğası gereği olayın üstüne perde çekilmesinden yanaydı. Peki, bahsettiğim sosyal demokratlara ne oluyordu da olayın üstünün kapanmasından yana tavır takındı. Neden hükümetle ittifak içinde hareket etti?İşte bu, laikliğin, Cumhuriyetin varlığını ve devamını düşünce ve ideolojiden yoksun bırakarak büste indirgeyen anlayışın ta kendisi. Düşüncenin ne kadarını ne zaman ve hatta hangi mekanda verileceğine karar verme yetkisini kendinde görenlerin klasik davranışlarıdır. İnsana, halka odaklı olmadıklarını bir kez daha göstermiş oldular. Bu hareket biçimleriyle, çağdaş olma adına çağdışılığı sergilemeden başka bir şey değildir.Eğer gerçekten içinde bulunduğumuz çağda laiklik ve Cumhuriyet ayakta tutulmak isteniyorsa, türban ya da karaçarşafa bürünmüş çağdışı toplumsal yaşantı kabul edilmek istenmiyorsa, insan yaşantısına odaklanmaktan başka çıkış yolu yoktur. İnsan yaşantısına odaklanma demokrasiye odaklanmadır. Ama sözüm ona protestocular ya da 222’likler insana üstten bakan, daha doğrusu halkı ‘aşağı tabaka’ olarak görme ilkelliğinden bir türlü kurtulamıyorlar. Korkuyu ve şiddeti egemen hale getirerek, Anadolu halkını yönlendirmeye devam edeceklerni sanıyorlar.Oysa Türkiye koşullarında türbana, kara çarşafa bürünmenin önüne geçecek en tutarlı davranış, Davutpaşa ve benzeri olayların bir daha olmaması için alınacak önlemlerden geçer.Yani sorunun temeli, sosyal devlet olgusunun kağıt üzerinde değil pratik yaşamda hayata geçirme kavgasındadır.Türkiye’de sendikalaşma hakkı halen kısıtlıyken; çoğu işyerlerinde sendikalı olma suç sayılırken, genel grev hakkı yokken, sosyal demokratların suskun kalmasının, bu hakları elde etmek için aktif kavga yürütmemesinin anlaşılır hiç bir yanı yoktur.Yine, bugünkü protestoları düzenliyenler, YÖK’ün devamından yana tavır takınacaklarına, bu anti demokratik kurumun kaldırılmasından ve üniversitelerin özerkleştirilmesinden yana tavır koymalılar. Gerçek öğretim, düşünce ve bilim ancak özerk üniversitelerde olur.Eğer geleceğe emin adımlarla ilerlemek isteniyorsa, başta gelen sorunlarımızdan biri de, anayasa sorunudur. Oluşturulacak demokratik bir anayasa çağdışı karanlığa yönelmenin önünün alınmasında en temel rolü oynayacaktır. Aradan onlarca yıl geçmesine rağmen Türkiye, cuntanın yaptığı anayasa ile yönetilmektedir. Bugünkü iktidarın niteliği bahana edilerek sivil bir anayasa yapmanın karşısında yer alma, sosyal demokrat anlayışla bağdaşmaz. Eğer milyonların gücü bu yönde seferber edilirse, demokratik bir anayasa yapma bu iktidar döneminde de olanaklıdır. Ama görüyoruz ki, laiklik ve cumhuriyet denildi mi mangalda kül bırakmayanlar, demokratik anayasa yapmanın sözünü bile etmemektedir. Çünkü çıkarlarıyla çelişmektedir; tüm kurum ve kuruluşlarıyla hukukun egemen olduğu demokratik bir devletin işlerlik kazanması koşullarında, bugünkü yapılanmalarıyla varlık sürdüremeyeceklerini bilmektedirler. Ama kanun devleti işlerine gelmekte; o zaman istedikleri koşullarda, istedikleri kanunları istediklerine, istedikleri biçimde uygularlar ve böylece de hükümranlıklarından bir şey kaybetmiş olmazlar. Laiklik elden gidiyor diye çığırtkanlık yapma yerine, toplumun hemen tüm kesimlerini ilgilendiren temel sorunlarda çözümü dayatmak gerekir. Banka sermayesinin yüzde ellisinden fazlası yabancıların eline geçmiş olması, GAP’ın ve turistik alanların

Page 153: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

yabancılar tarafından tarafından talan edilmesi, protestocuların her nedense hiç ilgi alanına girmiyor. Yine bir dönem gıda alanında kendi kendine yeterli on ülke arasında sayılan Türkiye, bugün gıda ve tahıl üretiminde dışa bağımlı hale gelmiştir. AB’nin çıkarları doğrultusunda alınan kararlarla adeta gıda ve tahıl üretimi yasaklanmıştır. Kırsal kesimde giderek kaybolan küçük üretiçiliğin yerini büyük, modern çifliklerin aldığını kimse iddia edemez. İşlenebilecek çoğu tarım arazilerinin boş yatırıldığı bilinmekte. Hem tarımda makinalaşmanın hem de tarım ürünlerini işlemeye yönelik sanayileşmenin önü tıkanmaktadır.Evet, nereden bakarsak bakalım, Türkiye’nin aydınlığa kavuşmasının önünde daha bir çok temel engeller vardır. Bu engellere karşı aktif mücadele yürütülmediği, yani halkın sorunlarına uzun vadeli kalıcı çözümler bulmanın gayreti içinde olunmadığı sürece, çağdışı uygulamalarla her zaman karşı karşıya kalınacaktır. Önemli olan bu sorunların üstüne cesaretle gidebilmedir. Geçiçi, günlük, üstelik başkalarının dayattığı sorunların peşinde sürüklenerek, Cumhuriyet ve laiklik korunamaz. İşte bu anlamda, elli yıl öncesine göndermeler yapılarak, aba altından sopa göstermeyle bir yerlere varılamaz. Bir avuç tuzu kuru azınlığın, gerçekten aydınlık Türkiye yaratma gayreti içinde olan halkın gücünü lümpence farklı amaçlara yönelendirmesine ve enerjisinin boş yere harcanmasına karşı durmalıyız.Baki Karer                                  

21 MART  21 Mart Cuma günü sabaha karşı saat 04,5 sularında Cumhuriyet Gazetesi baş yazarı ve imtiyaz sahibi İlhan

Selçuk polis tarafından tutuklandı. Tutuklama emri veren savcının ve tutuklayan polislerin neden özellikle 21 Mart gününü seçtikleri henüz bilinmiyor. Özellikle bu günü seçmekle, bir mesaj mı vermek istediler diye ister istemez insan düşünüyor.

Türkiye adım adım şidetli bir çatışma ortamına itikleniyor. Yaratılan bu çatışma ortamı, 70’li yıllarda binlerce insanın hayatına malolan çatışma ortamından çok daha tehlikeli boyutlarda olduğunu söyliyebiliriz. Çatışan tarafların özelliklerine ve güçlerine bakıldığında, bu daha iyi anlaşılır. Her iki taraf kılıçları kınından çıkardı. Taraflardan birinin zafer elde etmeden önce, çekilen kılıçların tekrar kınına girmesi mümkün gözükmüyor.

Toplumda panik ve korku egemen. İnsanlar sabah kalktığında ne ile karşılaşacağını bilmemekte. Adeta 12 Eylül’ün atmosferi egemen kılınmaya çalışılmakta. ‘İslamcılar’, ‘laikçiler’, ‘Amerikancılar’, ‘Avrupacılar’ ya da ‘İkinci Cumhuriyetciler’ ve daha akla gelmedik tanımlamalarla Türkiye toplumu bölünmeye çalışılmakta. Hele bazılarının o kadar gözü kararmış ki, iç savaş tamtamlığı yapmakta. Tamtamlıkta başı çekenler de ‘Kargadan başka kuş tanımam’ misali ağızlarını köpürterek ve şiş göbeklerini masalara yayarak Avrupa Birliği’nin borazanlığını yapanlardır. Yaşanılan karmaşık ortamı fırsat bilerek, yeni bir Serv dayatmanın uğraşı içindeler.

İç savaş kışkırtıcıları tokmaklarını davullarına vuradursun, çatışan tarflardan hangisinin kaybadeceği aşağı yukarı şimdiden belli; AK partiye karşı kapatma davasını açarak beklenmedik ilk adımı atan taraf kazanacak. Ama şimdilik kazanacağını tahmin ettiğimiz tarafın, Türkiye’nin geleceğini daha aydınlık yapıp yapmayacağı bir soru işareti olarak karşımızda duruyor.

Türkiye’de sınıf savaşımı yine çıkmaz bir noktaya dayanmış durumda. Çünkü geçmişte olduğu gibi bu gün de saflar belirgin durumda değil. Birçok kesim ait olduğu yerde, yani çıkarlarını temsil eden tarafta ya da zeminde hareket etmemekte. Safların karmaşıklığı ister istemez doğru ve kalıcı sonuçların alınmasını engellemekte.

İçinde bulunduğumuz çatışma ortamının taraflarını biraz açmakta yarar var: Taraflardan biri olan AKP, ne pahasına olursa olsun, her türlü yöntemi ve aracı kullanarak islamcı despot bir rejimi egemen kılmaya çalışmakta. Aklınca, ‘Kanlı mı, kansız mı olacak?’ belirsizlik evresini atlattığını, ulaştığı örgütlü gücün bir dikta rejiimini kurmaya yeterli olduğunu iddia etmeye başladı. İktidarlarının ikinci döneminde seçim sandıklarından aldıkları %46,7 gibi yüksek desteği, islamcı geçinen bir avuç elitin hizmetine sunarak hedeflerine ulaşabileceklerini sanmaktadırlar. Aslında esas yanılgıları da bu noktadan kaynaklanmakta. Anadolu halkının tarihsel gerçeğini ve günümüzün sosyal, siyasal koşullarını yeterince değirlendirme yetisinden ne kadar uzak olduklarını göstermiş oldular.    

 AKP beş yılı aşkın bir süredir uyguladığı ekonomi politikasıyla toplumun direnç noktalarını yeterince tahrip ettiğini, devletin çeşitli kurum ve kuruluşlarında çekirdek örgütlenmesini inşa etmede küçümsenmiyecek başarılar sağladığını, karşısında duran siyasal akımların da yeterince marjinelleştiklerini düşünerek, ortamın atağa geçmeye uygun olduğuna inanmış olacak ki, özellikle seçimlerden sonra, adeta meydan okumaya başladı. Artık salt

Page 154: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

kadrolaşmayla yetinmeyerek devletin tüm kurumlarını ele geçirmeye kalkıştı. Güçler ayrılığını hiçe saydı.Daha da öte giderek, şeriatçı hukuku egemen kılma uğraşlarını çağrıştıran demeçler vermeye başladı; ‘Maktul

yakınları’nı yargı yerine geçirecek İran usulü ‘çözümlemeler’ sunmaya  cesaret edebildi Açıkçası, şeriat istemlerini saklamaya ihtiyaç duymadı. Hıristiyan hukuku eşittir ‘cadı’ kovalama ya da ateşe atma ise, şeriat hukuku denilen şey de, eşittir el, ayak ve kelle uçurmadır.

İlk iktidar dönemlerinde az da olsa buluşulan ortak noktaları tümüyle çöpe attı. ‘Ben varım’, ‘devlet benim’ demeye başladı. Bir de, bunlara, ‘derin devlet’ denilen Ergenekon çete örgütlenmesine yönelik operasyonları ‘ötekiler’ olarak nitelendirdikleri kesimler üzerinde Demoklesin kılıcı gibi kullanmayı eklemesi, diktatörlük heveslerinin açığa vurulmasından başka bir şey değildi.

Bu arzularına en belirgin ve son kanıt, savcı Zekeriya Öz’ün İlhan Selçuk için hazırladığı iddianamede yönelttiği ‘suç’ şöyle formüle ediliyor: ‘Örgüte üye olmaksızın örgütün amaçlarını bilerek örgüt adına vazife yüklenmek.’ İnsanın tüyleri ürperiyor!.. Bu iddianame bile, islamcı faşizmin ayak seslerini hissettirmeye fazlasıyla yetiyor.

Bu arada, MHP’nin konuşlanışını islamcı cepheye eklendirmek gerekiyor. Çünkü şu anda durduğu zemin, Cumhuriyetin temel değerlerine ve laikliğe ters düşen, saltanat özlemcilerine hizmet eden bir zemindir. İslamcılıkla laik Cumhuriyet arasında sıkışıp kalmış durumda. Etnik milliyetçilikte ısrar edişi, net tavır almasını engellediği gibi, daha çok islamcı akımlara ve ‘İkinci Cumhuriyetçi’ denilen işbirlikçi takıma hizmet eder konumdadır.

Gelelim çatışmayı yürüten diğer tarafa: Çatışmanın diğer kanadında olduğu gibi bu tarfın da homojen olduğu söylenemez. ‘Laik’ ve ‘cumhuriyetçi’ olduklarını söyliyen ‘Kuvayı Milliyeciler’, ‘Atatürkçülük’ adına faaliyet yürüten derneklerden CHP ve DSP’ye kadar uzanan bir yelpaze, çatışmanın bir tarafını teşkil etmekte.

Elbette ‘laik’ ve ‘cumhuriyetçi’ geçinen militaristlerle, daha doğrusu darbecilerle gerçekten laik ve demokratik Cumhuriyet için mücadele yürütenleri aynı kefeye koymamak gerekir.

Herkesin üzerinde kendini ‘efendi’ gören militarist, darbeci kesimi ayrı tutmak gerekir. Bunlar, Anadolu halkını küçümseyen, halkı duvarda arada bir hatırlama babından asılı durması gereken tablo gibi gören, gecekonduya burun büken, işçiyi hizaya getirilecek acemi bir tabur olarak nitelendiren asalaklardır.

İşbirlikçilik ve Amerikancılık bunların ruhlarına işlemiştir. Türkiye’de islamcı akımlar ne kadar Amerikancı ise, laik ve cumhuriyetçi geçinen bu militarist kesim de, o kadar Amerikancıdır. 12 Mart, 12 Eylül, bunları tanımlayan aynalardır. Kemalizmi tarihsel gerçeğinden kopartan, soyutlaştıran, putlaştıran, korkulması gereken bir öcü gibi sunan yine bunladır. Daha açık biçimiyle tanımlarsak, Kemalizmi militaristleştiren, darbelerle eş anlamlı hale getirmenin uğraşını verenlerdir. Tüm kurum ve kuruluşlarıyla işleyen laik, demokrasiyle bütünleşmiş Cumhuriyet, bu çevreleri dışlayacağını artık bilmeyen yok. Bu nedenle, şeriat heveslilerinin karşısına Anadolu halkının desteğini alarak en aktif biçimiyle dikilmesi gerekenler, meydanı bunlara bırakmamalıdır. Türkiye, işbirlikçi islamcılardan ve ‘laik’ olduğunu iddia eden darbecilerden kurtulduğu noktada, gerçekten laik, demokratik bir Cumhuriyet olacaktır.

 BAKI KARER 23/03/2008

 SSCB’NİN YIKILŞI

     Emperyalizmin her türlü entrikalarına rağmen sosyalizmin sağladığı başarılar, kesinlikle inkar edilecek başarılar değildir. Ama salt başarılar önplana çıkartılarak, başarısızlıklar örtülenmemelidir. Sosyalizmin inşasında ortaya çıkan başarısızlıkların irdelenmesi,geleceğe daha bir umutla bakmak için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Sosyalizmin sadece Sovyetler Birliği’nde değil, sosyalist sistem içinde yeralmış ülkelerede de yenilgiye uğraması çok daha düşündürücüdür.     SSCB’nin dağılmasında birçok faktör birarada rol oynamıştır. Bunların başında gelen ekonomik alanda işlenen hatalar başta olmak üzere parti ve devlet örgütlenmesin yapılan hatalardır. Her şeyden önce devrimin gerçekleştiği dönemde Rusya önemli oranda sanayileşmiş bir ülke olmasına karşın, feodal üretim ilişkilerinin hakim olduğu birçok ülkenin SSCB’ye dahil edilmesi, sosyalizmin inşaasında başarısızlığa düşülmesinde önemli bir faktördür. Hatta birçok bölge için feodel ve köleci ilişkilerin içiçe geçmişliğinden bile söz ediliyordu. Sosyalist ekonomi politiğin uygulanabilirlik koşulları dikate alındığında, başından itibaren nasıl bir proğramla hareket edilmesi gerektiği, sorunun ana halkasını oluşturmaktadır. Ekim devriminin gerçekleştiği dönemde, gerekli altyapının ve sanayileşmenin yeterli olamadığı Rusya’nın gösterdiği özellikler

Page 155: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

biryana, Sovyet çatısı altında farklı üretim ilişkilerinin, birden fazla milliyetlerin ve kültürel yapıların varlığı koşullarında ne tür aşamalardan sonra sosyalist ekonominin uygulanmasına geçilmesi sorunu, salt siyasal bir perspektifle ele alınması, baştan önemli bir hataydı. Günümüzde alınan sonucun hazırlayıcısı, esas olarak, Stalin dönemidir. Bu dönemde ekonomik ve siyasal alanlarda işlenen hatalar, daha sonraki dönemde derinleştirilerek sürdürülmüştür. Devrimden kısa bir sonra uyglamaya konulan NEP proğramı üzerinde fazla düşünülmemiştir. Böylesi bir proğramdan kısa bir sürede sonuç alınması pek olanaklı olmadığı halde, bu proğramı uygulamaya zorlayan koşullar yeterince algılanmadan, kısa dönemde uygulamadan kaldırılmıştır. Bu kadar çok çeşitlilik gösteren sosyal yapıda, yeterince eğitim, bilgi, teknik, bir bütün olarak alt yapı hazırlığı tamamlanmadan kollektivizme geçmede aceleci davranılmıştır. Ekonomik konularda iradi davranma, yani emrivaki kararlar alma gelinen sonucun hazırlayıcısı olmuştur. Bu nedenledir ki kollektivizm; hertürlü yozlaşmanın, bürokrat kapitalist yetiştirmenin merkezleri haline geldi. Emeğin karşılığının verildiği yerler değil, yönetici statüsünde bulunanların vurgun kapıları haline geldiler. Kollektivizm değil, bürokrasinin söz sahipliği ve haklarının korunduğu yuvalar haline dönüştü. İşçi sınıfından çok ileri bir yaşam düzeyine ulaşan, bir anlamda kapitalistleşen bir avuç bürokrat yönetici, siyasal desteği de arkasına alarak adeta her türlü yenileşmenin karşısında demoklesin kılcı kesildi.    Soğuk savaş koşulları olabildiğince abartılarak, bilgi ve teknik alanlarda sağlanan gelişmeler, toplumun sosyal, ekonomik gelişmesine yönelik değil, salt savaş sanayinin hizmetine koşuldu. ABD ve Batı Avrupa ülkeleri ise, bir yandan savaş sanayisini geliştirirken, bir yandan da halkın sosyal ve ekonomik yaşamını sürekli ileriye götürmeyi başardı. Yani ilerleyen bilgi ve teknolojiyi halkın günlük yaşamına girdirmeyi sağladılar. Batı Avrupa toplumlarının yaşam koşulları sürekli iyileşirken, sosyalist ülke halklarının yaşam düzeyi yerinde saydı. Yine Sovyetler Birliği egemen olduğu Varşova Paktı’nı, ekonomik ve mali gücünü diğer sosyalist ülkelerin çıkarlarına, gelişmelerine karşı engel bir konuma getirdi. Tüm sosoyalist ülkeler, tek merkezden, yani Moskova’dan yönlendirilir hale geldi. Bunun ileride doğuracağı sakıncalar hiçe sayıldı. Ulusların özgür iradesi ve gelişmesi ilkesi çiğnenedi. Bu tutum hem Sovyet içinde yeralmış, hem de diğer sosoyalist ülkelerde milliyetçi gelişmeleri doğurdu.    Sosoyalizm en geniş demokrasi olmasına karşın, bir avuç bürokrat-yönetici kesimin demokrasisi oldu; bürokrat kesimin diktatörlüğüne dönüştü. Değişkenlik, yenilenme, halka hizmette yarışı değil, eskiye sarılma, bağnazlık geçerli temel kurallar haline getirildi. Yönetime seçilenler, başarılı olsun veya olmasın geldikleri görevde ömrünün sonuna kadar kalmanın kavgasına ve telaşına düştüler. Devlet ve partinin birçok birimlerinde görev alan kadrolar, kendilerini adeta kıral ilan ettiler. Devlet ve parti örgütlenmelerinde demokrasinin kuralları geçerli kılınmadı. Kapitalizm, emperyalizm tehlikesi bahane edilerek halk demokrasisi, halkın özgürlüğü unutuldu, hem de halk adına. Elbette halka bu derece yabancılaşmış bir iktidar biçimine, yani bürokrasi diktatörlüğüne halkın sahip çıkması düşünülemezdi.     Nitekim Garbaçov döneminde kemerlerin azıcık serbest bırakılmasıyla bir anda kitleler ayaklandı ve iktidar yıkıldı. Rusya’da serbest pazar uygulamasına geçilmesinden buyana anlaşılacağı üzere, en büyük kapitalistler, işletme sahipleri geçmişin devlet ve parti yönetiminde yer alanlar veya bunların yakın imtiyazlı çevreleri olduğu görülmektedir. Artık önümüzdeki süreçte Rusya Federasyonu’nda, eski Sovyet cumhuriyetleri ve Doğu Avrupa ülkelerinde temel hedef kapitalizmin inşası olacaktır.  Aralık 1991BAKİ KARER 

EMPERYALİZMİN KAFKASYA POLİTİKASINDATÜRKİYE’NİN OYNADIĞI ROL

     Kafkaslar günümüzde Ortadoğu kadar önemli olan bir bölge özelliğine sahip konuma gelmiştir. Çok zengin gaz ve petrol rezervlerine sahip olduğu için, siyasal açıdan yirmibirinci yüzyılın dünya dengesinde önemli bir yeri olacaktır. Kafkaslarda henüz berrak bir siyasal zemin yoktur. Yani, bu bölgede bulunan ülkelerde oturmuş siyasal

Page 156: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

rejimlerden bahsetmek için henüz erkendir. Başta ABD olmak üzere Almanya, Fransa ve İngiltere bu bölgedeki ülkeleri ekonomik ve siyasal açıdan kendilerine bağlamak için yoğun çaba göstermektedirler. Bu konuda önemli mevziler kazandıklarını da görmekteyiz. ABD’nin ve Rusya’nın geliştireceği stratejiler, bölgenin geleceğinde belirleyici rol oynayacağı görünmektedir. Her ne kadar ABD, Fransa, Almanya ve İngiltere Kafkasyanın yağmalanmasında birbirleriyle yarışırcasına hareket ediyorlarsa da, yine de, Rusya’nın etkin gücünü dikkate aldıklarından ortak bir noktada buluşmaktadırlar. Bu ülkeler stratejik hedeflerini uygulamaya koyarlarken, Çin’i de hesaba almak zorunda kalmaktadırlar. Özellikle ABD’nin stratejisi Türkiye’yi yanına alarak bu bölgede Rusya’nın etkinliğini mümkün olduğunca sınırlamayı, bölgenin zengin petrol ve gaz rezervlerini olabildiğince kullanıma açarak tüm Asya’yı daha kolayca denetim altında bulundurmayı amaçlamaktadır. Bölge ülkelerinin siyasal yönetimlerine egemen olan anlayış, sosyalizmin kazanımlarını inkar ve heba ederek, serbest pazar ekonomisi adı altında ülke olanaklarını emperyalist güçlere peşkeş çekmedir. Bu anlayışa bu ülkelerdeki azınlık, mezhep ve sınır çatışmaları gibi ağır sorunlar eklenince, emperyalist güçler politikalarını daha kolayca uygulamaktadır.    Bugün Hazar Denizi’nde kıyısı bulunan ülkeler arasında yaşanan çelişkiler, Ermenistan’la Azerbaycan arasındaki Karabağ ve Gürcistan’la Ermenistan ve Rusya ile genel olarak Kafkas ülkeleri arasındaki bir dizi sorunlar, kısa dönemde çözüme kavuşacağa benzememektedir. Bu ülkelerin emperyalist ülkelerle ilişkilerini sıklaştırmada, yaşanan böylesi çelişkiler önemli rol oynamaktadır. Bölgenin ekonomik olanakları büyük ölçüde emperyalist güçlerin emrine sunulmuştur. Hatta ordularının eğitim ve donatımlarını Batılı güçlere dayandırmaya başlamışlardır. Bu noktada Türkiye çok önemli bir rol oynamaktadır. Türkiye bugün ABD’nin desteğinde Azerbaycan, Gürcistan başta olmak üzere, diğer Türk cumhuriyetlerinde küçümsenmiyecek ekonomik ve siyasal etkinliğe kavuşmuş, adeta onların koruyucu gücü haline gelmiştir. Bakü-Ceyhan petrol boru hattı gibi dev projeyi kullanarak, hem bölge ülkeleri üzerinde önemli oranda etkinlik kurmayı, hem de emperyalist güçler nezdinde stratejik önemini bir kat daha arttırmayı amaçlamaktadır. Ama tüm bu gelişmelere karşın, Rusya’nın genelde Kafkas ülkeleri üzerindeki etkisini veya gücünü yitirdiğini söylemek için henüz erkendir. Rusya’nın önümüzdeki süreçte nasıl bir tavır takınacağı ve denge konumuna gelip gelemeyeceği bilinmemektedir, ama birçok noktada kendine mihenk taşı edineceği de bir gerçektir.    Bugün için genel olarak Kafkasya sorunlarla dolu bir bölgedir. Türkiye’nin bu sorunlardan kendini ayrı tutma olanağı yoktur; hem bölgesel çıkarlarını ve hem de ABD’ nin çıkarlarını koruma anlayışı sözkonusudur. ABD’nin çıkarları diyoruz çünkü Türkiye, ABD’nin ekonomik ve siyasal desteği olmaksızın fazla bir rol oynama şansı yoktur. Ama uzun vadeli ve ciddi sorunlarla karşılaşmamak için de Rusya Federasyonu ve ABD arasında bir denge sağlamak zorundadır. Bu dengeyi sağlıyabildiği oranda Kafkas petrolünün ve gazının uluslararası pazara taşıyacak boru hatını tartışmasız hale getirebilecektir. Bakü-Ceyhan petrol boru hattı projesi gerçekleştiği andan itibaren Türkiye’nin stratejik önemi, hem Batı Avrupa hem de Ortadoğu açısından bir kat daha artacaktır. Artık Türkiye “dokunulmaz” bir güç konumuna yükselecektir. Bu ister istemez Türkiye’yi Ortadoğu, Balkan ve Kafkas ülkeleri üzerinde ekonomik ve siyasal açıdan etkinlik kurabilecek bir güç konumuna yükseltecektir. Bir anlamda İngiltere’nin Avrupa’da oynadığı rolü Türkiye bu bölgelerde oynayacaktır. Türkiye’nin böyle bir düzeye gelmesine muhtemel itiraz edecek olanların başında daha çok Almanya ve Fransa olacaktır. Bu güçler Türkiye pazarından daha fazla yararlanmayı dayatmaları yanısıra politik açıdan da Türkiye’yi önemli oranda kendi yanlarında görmek isteyeceklerdir. Bu yönlü itirazlar önümüzdeki süreçte daha fazla duyulacaktır. Bunun işaretleri daha şimdiden görülmektedir. Ama tüm bu taktiksel kavgalar bir tarafa, artık emperyalist sistem açısından Kafkasya Ortadoğu’yu da belirlemektedir. Bu politika ikibinli yılardan itibaren daha belirgin hale gelecektir.  BAKİ KARERARALIK 1999

  

İSLAMCI HAREKETİNGELİŞME NEDENLERİ

     Dönem dönem içine girdiği krizlerden kurtulmanın bir aracı olarak kendine “korkular” üretme alışkanlığı olan Türk tekelci burjuvazisi, 12 Eylül darbesiyle devrimci mücadeleyi ezip emekçi yığınların susturulmasıyla doğan boşluğu, çağdışı tarikatçı kesimlerin örgütlendirilmesiyle doldurmaya çalıştı. Bir anlamda bir korkuyu giderirken, diğer bir korkuyu da hazırlamış oldu. Refah Partisi’nin 80’li yıllarda gelişip güçlenmesi ve giderek 90’lı yıllarda iktidar alternatifi düzeyine gelmesi, hatta örgütlü kitle gücüne güvenerek iktidara geliş biçimlerinin, “kanlı mı,

Page 157: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

kansız mı” olacak biçimde stratejiler geliştirme gücüne ulaşması, tamemen cuntanın verdiği destek ve oluşturduğu ortam sayesindedir.    Anadolu’da ticaret burjuvazisinin desteğini alan Refah Partisi, kırda yoksul köylülüğün ve büyük kentlerde yoğunlaşan göç kitlesinin içinde yaygınlaştı. Genelde, özellikle de Doğu ve G.Doğu halkı üzerinde estirilen baskı ve terör de İslamcı akımların gelişmesine olanak sağladı. Bugün Doğu ve Güney Doğu halkı içinde en örgütlü ve yaygın desteğe sahip olanlar İslamcı kesimlerdir. Elbette İslamcı akımların gelişmesinde rol oynayan daha birçok neden vardır.     80’li yıllarda yaşanan toplumsal değişme, Türkiye’de geleneksel meslek gruplarını çok ciddi boyutlarda etkiledi, daha doğru bir deyimle, tehdit eder hale geldi. Meslek guruplarının çoğu varlıklarını durağan sosyal ve ekonomik koşullara borçluydu. Bunlar kendilerine yönelik tehditleri farkettiklerinde, eskiye yönelmeyi ve dine sarılarak korunmayı temel aldılar. Hızlı tekelleşmenin sağlandığı 80’li yıllarda varlıklarını koruyabilmek için, Osmanlı döneminden kalan tecrübelerini de kullanarak, Refah Partisi çatısı altında örgütlenmeye başladılar.    Yine bu dönemede, İran’da ortaya çıkan İslamcı değişimin de, çoğrafi yakınlık dikkate alınırsa, Türkiye’yi etkilememesi düşünülemezdi. Refah Partisi ve diğer İslamcı akımlar, kitlelerdeki yoksullaşmayı ve acımasız serbest pazar koşullarında ayakta kalamayacağı korkusunu sürekli ensesinde hisseden geleneksel meslek gruplarının yaşadığı korkuları kullanarak, İran devriminin etkilerini daha geniş çaplı kılmaya hizmet ettiler. Bu meslek çevreleri ve yoksullaşan kitleler, İran türü bir değişimi neredeyse tek kurtuluş yolu olarak görmeye başladı.     Ayrıca, Özal döneminde Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan’la geliştirilen siyasal ve parasal ilişkilerde İslamcı akımın gelişmesine yardımcı oldu. Bu ülkeler İslamcı cephenin güçlenmesi için olanca güçleriyle parasal destek sağladılar.     Avrupa’ya göç etmiş işçilerin bu cepheye verdiği destek de küçümsenmeyecek boyutlardadır. Göçmen işçilerin çoğunluğu kırsal kökenlidir. Eğitim ve kültür düzeyleri oldukça düşük bu kesimler, Avrupa’nın modern toplum yapısıyla karşılaştıklarında eriyip gidecekleri korkusuna kapılmaktadır. Avrupa toplumları içinde erime tehlikesine karşı öne çıkardıkları geleneksel değer yargılarını ve dini inançlarını kalkan olarak kullanmaktalar. Bu durum onları dini örgütlenmeler içine itmekte ve Türkiye’yi de etkilemektedir.     Özellikle Almanya’nın da bu konudaki ikiyüzlü tutumunu vurgulamak gerekmektedir. Almanya, Türkiye üzerinde siyasal ve ekonomik alanlarda daha fazla söz sahibi olabilmek için İslamcı akımları belli bir noktaya kadar tehdit unsuru olarak kullanabilmekte, her türlü örgütlenme ve yasadışı yollarla mali olanaklar elde etmelerine yardımcı olmaktadır. PKK’ye karşı takındığı tavrı islamcılara da uygulamaktadır. Almanya’nın bilinen bu tavrı olmazsa ne İslamcı akımlar yurtdışında bu kadar güçlü olabilir, ne de Kürt halkına ihanetiyle bilinen PKK gibi bir örgüt ayakta kalabilir.     Ayrıca, İran İslam devriminden sonra ABD, Türkiye’de kendisiyle ters düşmeyecek islamcı bir gücün iktidarı için çaba göstermektedir. Çünkü İslami esaslara göre dizayn edilmiş bir Türkiye, Orta Doğu ve Kafkasya’ya karşı rahatça kullanılacak bir koç boynuzudur. Emperyalist güçlerin Türkiye’ye yönelik bu politikası, Tanzimat döneminden bu yana değişmemiştir. Demokrasi alanında olabildiğince ilerlemiş bir Türkiye, Ortadoğu’da, Asya’da ve Afrika da birçok İslam ülke halklarını uyandıracak ve emperyalist güçler bu bölgelerde istedikleri gibi at oynatamayacaklardır. Bu nedenle demokratik gelişmesini sağlamış ve refah düzeyi yüksek bir Türkiye’yi kabul etmeye yanaşmamaktadırlar. Ayakları üzerinde duramayan, sürekli kendilerine muhtaç bir Türkiye her zaman tercihleridir.     Neden olarak gösterilecek diğer bir olgu da, sistemler arasında yaşanmış dengedir. Bu denge unsuru, dünya genelinde birçok siyasal eğilimin yönünü ister istemez etkilemiştir. Atmışlı ve yetmişli yıllar, özellikle Batı Avrupa’da refahın ve demokratikleşmenin oldukça gelişmiş olduğu yıllardır. Aynı zamanda emperyalist sistemin ulusal ve demokratik devrimlerle ağır darbeler aldığı dönemdir. Genelde bu gelişmelere bağlı olarak ülkemizde de 1971 darbe dönemi hariç demokratik kazanımlar alanında önemli başarılar elde edilmiştir. Böylesi bir ortamda sistemler arası denge bir takım nispi bağımsız akımların gelişmesine neden oldu. Yani bir anlamda güçler arası dengeyi fırsat bilen Refah Partisi türü akımlar gelişti.    90’lı yılara gelindiğinde ise SSCB’nin yıkılışı, genelde İslamcı hareketlerin gelişmesine daha

Page 158: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

fazla zemin hazırladı. ABD’nin başını çektiği globalist politikalar sonucu milliyet, kültürel ve dinsel, mezhapsel vb. ayrılıkların körüklenmesi İslamcı akımlara büyük fırsatlar doğurdu. Genel olarak sağın yükselmesini, Türkiye ve özellikle Arap ülkelerinde İslamcı ideolijinin ve örgütlenmelerin gelişmesini hızlandırdı. Bunlar ve benzeri birçok nedenler, Türkiye’de İslamcı akımların güçlenmesine neden oldu.     İslamcı akımların ülkemizde olabildiğince boy göstermesinin bir nedeni de, laikliğin, bilinen çevrelerce yıllardan buyana bilinçlice tersyüz edilerek uygulanmasıdır. Gerçekten laik olan bir takım çevreler dahi bu yanlış uygulamaların etkisi altında kalmıştır.     Her şeyden önce Kemalist hareket önemli ölçüde geçmişle hesaplaşma içinde ortaya çıkmıştır. Kemalist hareket, İslam’ı, toplumu birleştirici, bütünleştirici temel bir etken olarak almamış, tersine modern çağın gereklerine uygun biçimde toplumda ekonomik ve sosyal gelişmeyi birleştirici görmüştür. Dinin feodal toplumda oyandığı rolle modern toplumda oynadığı rol arasındaki farkı görebilmiştir. Çünkü din etkeni etrafında modern bir toplum geliştirilemeyeceğini görmüştür. Halifeliğin kaldırılmasının bir nedeni de budur.     Ama süreç içinde laikliği çok basit bir olguya indirgemek için adeta özel çaba sarfedilmiştir. Yani, laiklik, sadece ‘dinle devlet işlerinin birbirinden ayrılması’ olarak ifade edilmeye özen gösterilmiştir. Oysa laiklik, modern bir ulusu ulus yapan tüm etmenlerin toplamıdır. Gerek cunta ve gerekse de Özal iktidarı döneminde bunların tümü ayaklar altına alınarak Osmanlı yönetim anlayışına dönülmüştür. Farklı tarikat örgütlenmelerinin çıkarlarını gözeten veya varolan tarikatlar arası dengeler üzerinde adeta yeniden devlet örgütlenmesine biçim verilmeye yönelinmiştir. Bilime değil, üfürükcülüğe yönelinmiştir. Dini reformize edecek sosyal yapının geliştirilmesi sakıncalı görülmüştür.     Laiklikte tüm mezheplere aynı oranda uzak kalması gereken devlet, bizde hep taraf halinde olmuştur. Taraf olmada öylesine ileri gitmiştir ki, bir mezhebi kitlelere öğretmede zor dahi kullanmıştır ve halen de kullanılmaktadır. Okullarda din dersinin zorunlu kılınması bunun en açık örneğidir. Yıllardan buyana laiklik diye yutturulan, ama laiklikle ilgisi olmayan böylesi anlayış ve uygulamalar sonucu, Refah Partisi bu kadar güçlü konuma gelmiştir. Refah Partisi veya genelde İslamcı akımların bugünkü geldiği aşama, din ve milliyet esası üzerinde devletin politika yapmış olmasının göstergesidir. Köylü özelliklerini tümüyle aşamamış toplumsal yapımızı dikkate aldığımızda, böylesi bir anlayışta ısrarlı davranmanın ne kadar tehlikeli sonuçlar doğuracağı açıkça ortadadır.     Israrla üzerine gidilmesi gereken bir diğer noktaya gelince: Son yıllarda ‘devrimci’, ‘sol’ ve ‘demokratik kitle örgütü’ vb. adlandırmalarla kendini lanse eden bazı çevre ve örgütler de, sözümona düzen değişikliği ve demokrasi adına islamcı güçlerle ittifak ve dayanışma içine girmiş olmasıdır. Refah Partisi ve diğer islamcı güçlerle ittifak ve dayanışma içinde demokratikleşme ve özgürlüklerin sağlanamayacağı gayet açıktır. Çağdışı ideolojilerle ve örgütlenmelerle çağdaş bir düzenin kurulamayacağı bilinmelidir. Çağdışı güçlerle demokratik hak ve özgürlükler kazanılamaz. Bu tür kesimler, devrimciliği kişisel çıkarları için maske olarak kullanmaktadır. Bunlar, Türkiye’nin tarihsel ve toplumsal gerçekliğinden haberi olmayan, sosyalizm adına ortaya çıkartılmış ulufecilerdir. Veya yeni türeme ulufeciler de diyebiliriz bunlara. Aslında bu tür kesimler, yüksek enflasyon ve rant ekonomisinde çalışmadan, üretmeden yaşam sürdürmeye alışmış olanlardır. Bugün sol maske altında hareket eden bu kesimler, şeriatçı akımların, çağdışı gericiliğin, yani irticağın gelişip güçlenmesine kan vermektedir.Aralık 1998BAKIKARER             I-    BİR SERÜVENİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ                        1- YUVAYA DÖNÜŞÜN BAŞLANGICI                       2- KENYA’DA BİTEN SERÜVEN                       3- MUAMMA ÇÖZÜLDÜ MÜ?

Page 159: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

                       4- SURİYE KAFA TUTACAK GÜÇTE MİYDİ?                       5- GEÇİCİ GÖREV ALANI                                                                    GİRİŞ        15 Şubat 1999 günü PKK lideri Abdullah Öcalan kamuoyu nezdinde bilinmeyenlerle dolu bir yöntemle “tutuklanarak” Türkiye’ye getirildi. Burada önemli olan olayın biçimi değil, özüdür. Yani A.Öcalan’ın İmralı’ya nasıl getirildiği değil, neden geldiğidir.    Bilindiği gibi Kasım 1998’de Suriye’den çıkmak zorunda kalan A. Öcalan, başta Rusya ve İtalya olmak üzere çeşitli ülkelerde geçirdiği uzun bir süre sonrasında bugünkü noktaya geldi. Suriye’de olduğu müddetçe A.Öcalan çok “büyük”tü. Sırtını bilinen güçlere yasladığından sıkça atıp tutuyordu. Astığı astık, kestiği kestikti. Başta Kürtler’e olmak üzere uzun süredir tüm dünyaya ahkâm kesiyordu. Kürt halkı üzerinde estirdiği terör kasırgasıyla kendisini “ulusal kurtuluş hareketi”nin önderi olarak lanse ediyordu. İşin ilginç yanı, bu “lider”, Suriye’ den çıktıktan sonra kendisini tamamen boşlukta buluyor, her ne hikmetse önderi olduğunu iddia ettiği halkının değil, Avrupa ülkelerinin kapılarını tıkırdatmaya başlıyordu. Türkiye’ye karşı “15 yıllık ulusal kurtuluş mücadelesi”yle övünen A.Öcalan, Kürt halkı dahil, dünyanın hiçbir yerinde barınacak küçük bir alan bulamıyordu. Yani bu koskoca dünya kendisine dar geliyordu. Hiç kimse Öcalan’ı ne duymak, ne görmek istiyordu. Bu çok ilginç ve bir o kadar da eşsiz bir örnekti. Öyle ki, Öcalan’ın kendisi de bu durum karşısındaki şaşkınlığını gizleyemiyor, MED-TV’ye yaptığı bir açıklamada, “İşte dağdan gelen bir çobana bile siyasi iltica hakkı veriyorlar ama bana vermiyorlar”diyerek Avrupa’ya sitem ediyordu.     Doğrudur; siyasi iltica, din, ırk ve politik düşüncelerinden ötürü, ülkelerinde baskıya uğrayan insanlara 1951yılında tanınmış bir haktır. Yıllardan beri ülkelerinde mevcut yönetimlerle şu veya bu biçimde siyasal çelişkiye düşmüş ve baskıya uğramış herkes; dağdaki çobandan aktif militanlara, liderlere kadar binlerce insan bu haktan yararlan- mıştır.     Öyleyse A.Öcalan’ı diğerlerinden ayıran ayrıcalık nedir? Neden dağdaki çobana dahi tanınan hak, A.Öcalan’dan esirgenmiştir? Bunun cevabı oldukça açıktır. A.Öcalan’ı çobandan ayıran tek şey, çobanın insan olmasıdır.     Çoban, köy basmamış, kadın, çocuk, yaşlı demeden insanları toplu katliamlara maruz bırakmamış, savunmasız halkın amansız düşmanı olmamıştır.    Çoban, insanlardan zorla haraç almamış, zorla adam kaçırmamıştır. Başkasının emeğine, ekmeğine ve çocuğuna zor yoluyla göz koymamıştır. Çapulculuk yapmamıştır.    Çoban, esrar eroin kaçakçılığı yapmamış, para karşılığı adam vurmamış, başkalarının hak ve özgürlüklerine saldırmamıştır.    Öcalan’ın aşağılayarak baktığı çoban; insanları sevip saydığı için, insanlıktan yana olduğu için, yaşam biçimiyle pratiği çelişmediği için bu haktan yararlanmıştır. Olay bu kadar açıktır. Yani sorun, çoban benzetmesinden çok ötelerde biryerlerde duruyordu. Böylesi bir benzetmeye başvurmasındaki neden, Öcalan’ın kendini masum gösterme gayretinden kaynaklanıyordu. Ama öylesine panik içindeydi ki, aklınca kaş yapayım derken, göz çıkarıyordu. Durumunu abartıp kendisine “büyük adam” görünümü vermek isterken çobanı küçümsüyordu.     Kürt halkı adına yola çıktığını iddia eden A.Öcalan ve örgütü PKK’ nin, halkımız için anlamı nedir? PKK ve A.Öcalan, Kürtler için ACI, GÖZYAŞI ve KAN demektir. Evet, o çok sıkça övündükleri 15 yıllık savaşlarıyla emekçi yığınların belleğinde bıraktıkları izler böylesine derindir. Ne yazık ki gerçekler balçıkla sıvanmıyor. İstediğimiz kadar iyi şeyler arayıp bulmaya çalışsak da, 15 yıl boyunca halkın bağrına açtıkları yaralar kolay kolay kapanacağa benzemiyor. Sonucun böyle olduğunu Öcalan da biliyor. Halktan korkmasının ve kaçmasının nedeni budur.     Öncelikle şu gerçeğin altını bir kez daha çizmekte fayda var: A. Öcalan ve PKK hiç bir zaman Kürt halkını temsil etmemiştir, edemez de. O gelmiş geçmiş en azılı Kürt düşmanlarından biridir. Kürtlerin sırtına basarak göbeğini ve ensesini şişirmiştir. Bütün derdi karanlık güçlere daha fazla

Page 160: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

yaslanmak, onlarla birlikte halka karşı başlatılan kirli savaşı çıkarları doğrultusunda yönlendirmek olmuştur. Göbeğini büyüttükçe Kürtlere daha fazla saldırmış, ensesini şişirdikçe daha fazla küfretmeye başlamıştır. Oturduğu yerden inanılmaz bir servete ka- vuşmuştur. Bu kirli servetin bedelini ise masum insanlarımıza ödetmiştir. Çifte yağma, çifte çapul ve çifte terör karşısında kalan Kürt halkı, tam bir çaresizlik içine itilmiş, bir kez daha göçe zorlanmıştır. Kürtler, A.Öcalan’ın karanlık güçlerle yaptığı danışıklı döğüşle bitirilmek istenmiştir. Anadolunun çok kültürlü, çok milliyetli mozaiksel yapısı zorla eritilerek “saf kan” bir yapı oluşturmaya yönelinmiştir.    Gerçekler bazen oldukça acıdır. İnsan görmek, duymak ve dokun- mak istemez. Ama sağır ve kör davranmak sorunu çözmeye yetmiyor. Bunun için gerçeği kabullenmek ve ona göre davranmak gerekiyor. Dünyada çıkarlar konuşuyor. Bir takım çevreler, önderlik vasıflarından uzak bir zavallı kişiliği Kürt halkının önderiymiş gibi sunmak istiyor. Bu Kürtlerin çıkarına değildir. Hainler tarihin her döneminde var olmuştur, olacaktır da. Bu, halkın ne suçu, ne de kaderidir. Ortadoğu’da çıkarları olan büyük devletler, bu durumu, Kürtlerin “kaderi” gibi sunmak istiyor. Ne yazık ki, Kürtler’den bazı kişi ve kuruluşlar bu oyuna kolayca geli- yor. A.Öcalan’a sahip çıkarak, birtakım sorunları tartışmaya açacakla- rına inanıyorlar. Hemen belirteyim ki, sorunu bu biçimiyle dile getirmek, işi henüz başlamadan bitirmek, halkı emperyalistlerin çıkarlarına feda etmek demektir. Eğer Türkiye’de demokrasi ve insan haklarını geliştirmek, emekçi yığınların sefaletten kurtulmasını istiyorsak, Öcalan ve PKK’yi hakettiği yere oturtmamız gerekiyor. Dikkat edersek, egemen güçler de, genel olarak Kürtleri her zaman ve her yerde, Öcalan ve PKK ile izah etmeye kalkıyor. Öyle ki, basit bir dernek çalışmasını, işçi protestolarını, köylünün ürününe daha iyi bir fiyat için yürüyüşünü vb. tüm eylemleri, PKK ve Öcalan kozunu öne sürerek boğmak istiyor. Bu bir tesadüf değildir. Çünkü bu yolla kendisini dünyaya daha kolay anlatıyor. Terörizm bahanesi öne sürülerek olmadık entrikalar geliştiriliyor. Bu nedenle oyunlara karşı uyanık olmalı, emekçi yığınların çıkarına olmayan tepkici davranışlardan kaçınmalıyız.     Bugün A.Öcalan’ın sözümona tutuklanışı karşısında kıyametler koparmak isteyenler var. Bu ikiyüzlü bir tutumun açık bir örneğidir. Daha önce yaşanılan bir Şemdin Sakık olayı vardı. Bu olay karşısında tam bir sevince boğulan Öcalandı. Çoşku içinde günlerce alkış tutanların başında geliyordu. Hatta bunlarla da yetinmemiş, gerek yazılı basının- da, gerekse direkt MED-TV’de katıldığı tartışmalarda, iktidara açıktan destek vermiştir. Yalçın Küçük’le yaptığı konuşmalarda, “Şemdin Sakık bir haindir. Binlerce insanın ölümünden, yüzlerce eylemden sorumludur. 33 askerin ölümüyle sonuçlanan eylemi de O yapmıştır. İHBAR EDİYORUM” diyebilmiştir. Oysa katliam emrini veren de kendi- sidir. Amacım Şemdin Sakık’ı savunmak değil. Sadece iki olay arasındaki benzerliği ortaya koyarak, bazı çevrelerin her iki olaya gösterdikleri çifte yaklaşıma dikkat çekmektir. Ülkemizde halen çağın standartlarına uygun demokrasi ve özgürlüklerin gelişememesinin nedenlerinden biri de, böylesi çıkarcı yaklaşımlar ve ikircimli tutumlardır. Bu çevreler, o dönemde, tutumundan ötürü A.Öcalan’ı kınamamış, gerçek yüzünü görmemezlikten gelerek yanlışı ve haince bir yaklaşımı des- tekler konuma düşmüşlerdir. Bunlar sıradan veya bilinçsizce işlenen basit hatalar değildir.        Nitekim dünya kamuoyu nezdinde savunmaya kalktıkları A.Öcalan’ın durumu ortadadır. Daha uçaktayken bile yapacağı hizmetler için biryerlere göndermeler yapıyor, annesinin Türk olduğunu anlatmaya başlıyor. Annesinin Türk olması sanki birşeyleri kurtaracakmış...! Daha düne kadar insanlara ucuz kahramanlık taslayan, zulmün ve işken- cenin en amansız yeri olan Diyarbakır cezaevini basitce yargılayan, insanlar hakkında bol keseden atıp tutan, içerden sağ çıkanları kurşunlayan, bir hiç uğruna öldüren, küfreden A.Öcalan, gerçek kimliğini bir kez daha ele vererek son ana kadar gönüllü hizmetkârlığa devam edeceğini söylüyor. Bu dün de böyleydi, bu gün de böyle. Değişen fazla bir şey yok. Sadece koşullar ve dönem değişmiştir. Kendisini yetkinleştiren güçlerin, tıpkı Abdullah Çatlı olayında olduğu gibi, Ab- dullah Öcalan’a da artık ihtiyaçları kalmamıştır. Kürtlerin bağrına kirli bir hançer olarak saplanan bu hain, tıpkı tarihteki öteki hainler gibi beklenen sonuca yaklaşmıştır. Korkusu, şaşkınlığı, kendisini alabildiğine koyvermesi bu nedenledir. “Bana öyle geliyor ki, içimde bir his var, Türkiye’ye hizmet yapabilirim.” diyor. Hâlâ tüm çabası, karşısındakileri yapacağı şeyleri olduğuna ikna etmek. Harcadığı onca çabaya karşılık bir anda patlıcan ezmesi gibi tenekeye atılmaması gerektiğini

Page 161: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

söylüyor. Maalesef Abdullah Öcalan budur. Suçu başka yerlerde aramayalım. Yok “ilacın etkisiyle böyle konuşuyor”, yok “bilinmeyen birtakım şeyler yaptılar da onun için böyle konuşuyor” türünden gerekçelerle bir ayıbı örtmek fayda etmiyor. Bu, onun ayıbı, onun suçudur. Kaldı ki, A.Öcalan bu ayıbı ortaya çıktığı günden itibaren taşımaya başlamıştır. Önemli olan, halk için gerçekten bir şeyler yapmak isteyenlerin, sırf günü kurtarma telaşıyla suça ortak olmamalarıdır.     Bugün A.Öcalan ve PKK öne sürülerek ülkemizin temel sorunları oldu bittiye getirilmek isteniyor. Bu konuda ne kadar başarılı olacakla- rıysa gösterilecek karşı çabalara bağlıdır. Gerçekte Kürtler milyonlarla ifade edilen bir nüfusa sahiptir. PKK’nin terör eylemlerinde kullandığı kitle ise çok küçük bir kesimle sınırlıdır. Yani Kürtlerin ezici çoğunluğu, A. Öcalan ve PKK’yi redediyor. Bilinen güçlerin korkulu rüyası da, bu çoğunluğun tutumudur. Bu nedenle, bir avuç insanın yaptığı şiddet eylemlerini alabildiğince abartarak, tüm Kürtlere maletmek istiyorlar. Kürtler’i dünya kamuoyunda, bu eylemler ve A.Öcalan etrafında tartışmaya sunuyorlar. Gerçekten de gerek görsel, gerekse yazılı basında Kürtlere yönelik tartışmalar hep bu eksen etrafında dönüyor. Bu durum gelecek açısından ciddi bir tehlike oluşturmaktadır. Oysa ortam, demokratik hak ve özgürlüklerin daha da geliştirilmesi açısından elverişli bir ortamdır. Öcalan devrinin sona erdirilmesi, bir takım çıkarcı çevrelerin iddia ettiği gibi Kürtler için bir kayıp değil, tersine bulunmaz bir kazançtır. Bugünden sonra herşey daha da netleşecek, bu olay etrafında iyi ve kötü birbirinden ayrılacaktır. Sadece Kürtlerin değil, bir bütün olarak Türkiye’nin içine düşürülmek istendiği karmaşa bitecek, süreç normal rayına oturacaktır. Kimliğini özgür ve demokratik bir ortamda korkusuzca ifade etmek her halk gibi Kürt halkının da hakkıdır. Buna en büyük desteği önümüzdeki süreçte bizzat Türk halkı verecektir. Türkiye’de demokrasi ve insan haklarının geliştirilip korunması halklarımızın ortak çabasıyla sağlanacaktır. Süreç; hem az sancılı olacak, hem de daha hızlı işleyecektir. Kısaca yarınlara daha umut ve güvenle bakmamızı gerektiren açık bir ortam var. 19 Şubat 1999                            YUVAYA DÖNÜŞÜN BAŞLANGICI      1998’in sonlarına doğru Türkiye’de çok önemli bir gelişme yaşandı. Abdullah Öcalan, ikinci vatanı Suriye’yi terketmek zorunda kaldı. Yıllar boyu herkesin “Suriye’den çıkmaz, çıkartılamaz” dediği olayın gerçekleşmesine, Türkiye’nin sert bir kaş-göz işareti yetmişti. Gerek holdingci basın-yayın, gerekse de yetkili ağızlar tarafından yıllarca abartılıp büyütülen Öcalan, oldukça şişirilmiş minderinden kovulmuştu. Sırtını yaslayarak göbeğini okşadığı o çok rahat tahtını bir günde terkederek, rotasını istenilen yöne doğru çevirmeye başlamıştı. Bu durum, olayı tüm yönleriyle kavramakta güçlük çeken kamuoyunda tam bir şaşkınlıkla karşılandı. Herkes adeta küçük dilini yutmuştu. Türkiye’nin gündemini 15 yıl boyu meşgul eden “mücadele” bir gün içinde bitmişti.    Nasıl olmuştu?    Öyleyse bu kadar insan neden ölmüştü?    Bu kadar acı ve gözyaşının nedeni neydi?     Neden 15 yıl beklenilmişti?    Benzeri türden sorularla birlikte birtakım ufak tefek mırıldanmalar olmuşsa da, şok çabuk atlatılmıştı. Kamran İnan’ın “Her olayın bir şimdisi vardır. Bu olayın şimdisi de şimdidir” sözlerinde olduğu gibi, olay kestirilip atılmıştı. Dibinin fazlaca kurcalanmasına izin verilmemişti.    Gerçi Türkiye’de devlet yönetim anlayışını bilenler ve A.Öcalan’ı tanıyanlar açısından, olayın şaşılacak bir yanı yoktu. Her şey Cumhuriyetin 75. yılına göre ayarlanmıştı. Öcalan da çok önceden sona yak- laştığının farkındaydı. Bu nedenle 96’lardan itibaren tüm çabası, o kahrolası canını kurtarmaya yönelikti. MED-TV’de Yalçın Küçük’le yaptığı sohbetlerde hep bir yerlere göndermeler yapıyordu. Özellikle ordunun üst yönetiminden medet umuyordu. Cumhuriyetin 75.yılında cezaevinde yatmak üzere Türkiye’ye gideceğini her proğramda birkaç kez tekrarlayan Yalçın Küçük, devlet yetkililerine isimleriyle hitap eden çağrılarda bulunuyor, “Apo iyidir, dikkat edin. Sonra daha iyisini bulamazsınız” diyordu. Sonunun yaklaştığını hissettikçe bunalan A.

Page 162: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Öcalan, Yalçın Küçük’le yaptığı sohbetleri terapi seansları olarak kabul ediyor, az da olsa rahatlıyordu. Seanslar sonrasında yeni bir “kükreme” dönemine giriyordu. Belki de, Yalçın Küçük’ü canının garantisi gibi görüyordu. Yalçın Küçük için, “Hayatta inanmazdım yanıma geleceğine, gördüğümde çok şaşırdım” diyordu. Gösterdiği bu şaşkınlıkta son derece haklıydı. Çünkü hemen her konuşma ve demecinde dile getirdiği gibi, “MİT’e dayandırarak”kurduğu “devrimci Kürt partisi”yle günün birinde bu kadar “büyüyebileceği”ni aklından bile geçirmiyordu. Öyle ki, bazı sol kesimler bile, Ortadoğu’da artık A.Öcalansız bir çözümün olamayacağına neredeyse inanmaya başlamışlardı.     Oysa her şey tamamen planlıydı. Cumhuriyetin 75. yılı adeta yeniden doğuş yılı olacaktı. Çünkü son kırk yılda uygulanan yanlış politikalarla daha fazla gidilemeyeceği görülmeye başlanmıştı. Öyle ya, Kürt sorunu tarihi boyunca Cumhuriyetin kanayan yarası, yumuşak karnıydı. Geçmişte sorunun çözümüne ilişkin hatalı tüm yaklaşımlara karşın, son dönemlerde geliştirilen konsepler “başarılı” olmuştu. Sıra Cumhuriyetin ne kadar sağlam temellere oturtulmuş olduğunu bir kez daha kanıtlamaya gelmişti.     Buna uygun olarak Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş’in açıklamasını, 1 Ekim 1998’de Demirel’in mecliste, “sabrımız taşmıştır” biçiminde Suriye’ye yönelik konuşması izliyordu. Hemen ardından bu konuşmalar, Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu’nun, “ilan edilmemiş bir savaş durumu var” sözleriyle destekleniyordu. Çok geçmeden de Suriye sınırına yakın yerlerde tatbikatlara başlanıyordu. Ama her nedense, yetkililer, varlığını savaş nedeni olarak gördüğü A.Öcalan’ın Türkiye’ye iadesini değil, Suriye topraklarının dışına! çıkartılmasını İstiyordu.     Oniki günlük bir aradan sonra 12 Ekim 1998’de Öcalan’ın Suriye topraklarını terkettiği resmen açıklanıyordu. İşte Türkiye ve Öcalan arasında aylarca sürecek olan kedi-fare kovalamacası bu tarihten itibaren başlıyordu. 20 Ekim’de Rusya’da olduğu söylenen Öcalan, 12 Kasım’da İtalya’da ortaya çıkıyordu.16 Ocak 1999’da İtalya’dan da ayrılmak zorunda kalan A.Öcalan’ın yeniden Rusya’ya gittiği söyleniyor, Hollanda, Belçika, Yunanistan ve İskandinavya ülkeleri üzerine söylentiler ortalıkta dolaşırken, 15 Şubat 1999’da Kenya’da ortaya çıkıyordu.     A.Öcalan’ı Suriye’den direk alma yerine, beş ay boyu süren bir kovalamaca tercih ediliyordu. Bir tercihten bahsediyorum, çünkü izlenilen bu taktiğin arkasında, aslında ulaşılmak istenen başka hedeflerin olduğu pek saklanmıyordu. Ülke genelinde tam bir çoşku atmosferi yaratılmıştı. Bunun sarhoşluğundan olsa gerek, kimse olayı sorgulamaya yanaşmıyordu. Belki de, “sihirli havayı bozarım” korkusuyla bu cesareti kimse kendinde bulamıyordu.     A.Öcalan’ın, bu süre boyunca gösterdiği tutum da bir o kadar ilginçti. Daha düne kadar Suriye’deki ininden bolca atıp tutuyordu. Hatta kendisini “çağımızın peygamberi” ve “savaş tanrısı” gibi görmeye bile başlamıştı. Kürt halkı üzerinde estirdiği baskı ve terör kasırgasına rağmen, kendini utanmadan “ulusal kurtuluş hareketi”nin lideri gibi lanse eden bu zat, aslında ihanetin başı olduğunu saklayamaz olmuştu. Suriye’den çıktıktan sonra “savaş tanrısı” olmayı bırakarak, yeni gelen bir “ilahi” ile birdenbire Petrus rolünü kendine uygun görmüştü. Ortadoğu’da onun bunun dizine çökmenin Avrupa’da da geçerli olacağını sanmıştı.     Oysa daha düne kadar herkesi ülkeden kaçmakla, topraklara sahip çıkmamakla ve hinlikle suçluyordu. Ülkeye gittiği anda bir metre karelik bir alandan bile milyonları ayağa kaldıracağinı iddia ediyordu;     “Ben kendimi sizin gibi dağlara taşırma imkanı bulamam. Geniş halk yığınları içine girme imkanım olmadı. Ama düşünün ufacık bir mevzide kolay kolay zapturapta alınamaz yaşamımı buna yatırdığımda ne haldeyim.”(1)    Zapturapta alınamayacak kadar çılgın olduğunu söyleyen A.Öcalan, her nedense o çokça bahsettiği “özgürlük dağları”na değil, Avrupa’ya kaçmayı tercih etmişti. Çaldığı kapı, önderi olduğunu iddia ettiği halkın değil, Avrupa ülkelerinin kapısıydı. Sahtekarlığı daha iyi anlaşılmıştı. Savaşı, ölümü ve kanı hep başkaları için istemişti.    Avrupa ülkeleri ise A.Öcalan’ı duymak, görmek ya da dokunmak istemiyordu. Yeryüzü adeta kendisine dar gelmişti. Şu koskoca dünyamızda sığınabileceği küçük bir kara parçası  bile yoktu. Durumu böylesine kötüydü. İtalya’dayken siyasi iltica hakkı vermiyorlar diye Avrupa’ya sitem ediyor, “dağdaki çobana verdikleri hakkı benden esirgiyorlar” diye habire yakınıyor, gözyaşı döküyordu. Aslında bu sözleriyle A. Öcalan çok önemli bir gerçeğin altını çiziyordu. Ogüne kadar durumunu peygamberlerle, Tanrı’yla, Atatürk’le kıyaslayan Öcalan, birdenbire kendisini

Page 163: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

dağdaki çobanla kıyaslamaya başlamıştı. Bu önemli bir adımdı. Çünkü daha bir ay öncesine kadar öylesine “büyüktü” ki, yere-göğe sığmıyordu. Değerinin sıfır olduğunu nihayet anlamıştı. Avrupa, çobanı, A.Öcalan’ın üstünde tutmuştu. Parayla tutulmuşlara uygulanan klasik geleneğin kıskacından kurtulamamıştı. Sonraları mahkemede de konuyla ilgili olarak duyduğu acıyı sıkça dile getirecekti. “Kullanıldım. Benim durumum örnektir, nereden nereye geldiğimiz ortada.” diyerek, “bir hiç, beş para etmezin teki” olduğunu defalarca söyleyecekti.                                  KENYA’DA BİTEN SERÜVEN     Kitlelere “ya şundadır, ya bunda”oyunu biçiminde yansıtılan takip, 15 Şubat 1999 günü sona eriyordu. Uzunca bir süreyi kapsayan kovalamacanın ardından, A.Öcalan’ın Kenya’da bir “operasyonla yakalanarak” Türkiye’ye getirildiği resmen açıklanıyordu. Sorunla ilgili oyunun bir bölümü daha sahneye konuluyordu.     Türkiye’de halk olayı büyük bir çoşkuyla karşılıyordu. Milliyetçilik duyguları alabildiğine kabarmıştı. Kahramanlık marşları kulakları çınlatıyordu. Hedef ise yine Kürtlerdi. Kürtlerden birçoğu sokak ortasında tartaklanıyor, dövülüyordu. Üstüne üstlük bütün bunlar televizyon kameralarının önünde yapılıyordu. Sanki bazıları Kürt dövmeyi kendisine verilmiş bir hak gibi görüyordu.    Bu arada Öcalan’ın yakalandıktan sonraki ilk görüntüleri de televizyonlardan veriliyordu. A.Öcalan elleri ve gözleri bağlı bir halde önce uçakta yaptığı açıklamalarla, sonra da iki bayrak arasındaki zavallı görünümüyle kamuoyuna sunuluyordu. Uçakta yaptığı ilk açıklama beklenilen yöndeydi;     “Ben Türkiye’yi severim. Benim Annem de Türktür. Kuran hakkı için konuşuyorum. Ama benim içime doğuyor ki, hizmet edeceğime inanıyorum.” (2 )    Korkunç derecede zavallılaşan, habire kendisini acındırmaya çalışan Öcalan’ın bu görüntüsü, büyük çoğunluğu şaşırtmıştı. En büyük hayal kırıklığına da, kendisine şu veya bu biçimde destek veren kesimler uğramıştı. Öyle ya, “yakalanmadan” önceki Öcalan, onların gözünde tam bir aslandı. Suriye’de bol keseden atıp tutuyor, Kürt halkına bolca küfrediyor, her şeye, herkese karşı kükrüyordu. Direnmenin her alanında kendisini örnek olarak veriyordu. Kimsenin ses çıkarmadığını gördükçe daha da ileriye giderek peygamberler katına çıkıyor, günümüzün İsa’sı olduğunu iddia ediyor, zaman zaman da tanrılaşıyordu. Öyleyse ne olmuştu? Kendini tanrısal bir güç, yeni bir İsa olarak piyasaya süren Öcalan, nasıl olmuştu da İsa’nın direncini gösterememişti? Halbuki bu konuda belli bazı kesimlere öylesine güvence vermişti ki, Özgür Politika gazetesi sonucu bekleme gereğini bile duymamıştı. Daha ilk günden büyük puntolarla işkence ve direnişten sözetmeye başlamıştı. Ama çok geçmeden A.Öcalan kendilerini yalanlamış, herhangi bir şekilde işkence görmediğini söylemişti. Bu durum karşısında ne yapacaklarını şaşırmışlar, biraz da erken öten horozun akibetine uğramışlardı. Öcalan;“İşkence yapabilirdiniz, ama yapmadınız”demişti.        Yani, birbiri ardına ortaya atılan konseplerin uygulanmasında işle- diği hatalardan dolayı bile bir fiske yememişti. Alınan yeni virajdan sonra da, bilinen işbirliğinin gönüllü bir neferi olmaya devam edeceğini beyan etmişti. İşte tam da bu noktada, bir takım Kürt çevrelerinin gösterdiği yaklaşım son derece ilginçti. Öcalan’ın tutumunu kendisine verilen ilaçların etkisine bağladılar. Duydukları utancı ilaç bahanesini öne sürerek gizlemeye çalıştılar. Zaten A. Öcalan’ın şahsında küçük düşürülmek istenen Kürtlerdi. Kürtler arasında çöküntü, utanç ve kompleksi egemen kılmaktı. Bu konuda öylesine başarılı olundu ki, o güne kadar Öcalan’a karşı olanlar bile, çeşitli biçimlerde onurlarının kırıldığını dile getirerek, ona sahip çıkmaya başladılar. Hatta bazıları “Kürtler’in haini olmaz” biçimindeki bir formülle çok daha kötü bir duruma düştüler. Öcalan’ın “hain” ve “ajan” üretme makinası olduğunu bir anda unuttular. Böylece bilmeden de olsa önder olarak gördükleri Öcalan’a ihanet eder konuma düştüler. Yani “ne olursa olsun, ama yeterki Kürt olsun” mantığıyla hareket ettiler. Elbette bu arada “bizim dolarlar, marklar uçtu” diye tepinenler de vardı. Gözyaşlarını görünüşte Öcalan için, özünde kaybolan paralar için akıtanların sayısı hiçte öyle az değildi.

Page 164: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

    Ezilen halklardaki milliyetçilik çoğu kez hoşgörüyle karşılanır. Ama böylesi tavırların milliyetçilikle açıklanamayacağını da herkes bilir. Bunlar; daha çok ilkel aşiret ilişkileri içinde kümelenmiş toplulukların gösterebileceği tavırlardır. Aslında bu tür ilkel aşiret ilişkilerinin dışına çıkmamış olanların“her şerde bir hayır vardır” mantığıyla hareket edip, “hayırlı”bir beklenti içine girmeleri doğaldır. Oysa sonucun hayırlı olup olmaması, doğru temellerde geliştirilecek çabalara bağlıydı. Her toplumda olduğu gibi Kürtlerde de iyiler ve kötüler olacaktı. Yakın tarihin tanıklık ettiği gibi; hem zorbalığa karşı direnenler, hem de hainler olacaktı. Bu nedenle ortada duran bir ayıp varsa, bu ayıp Öcalan’a, bu ayıp onu baştan itibaren besleyip büyüten karanlık odaklara aitti. Bu sefil yaratığı Kürt halkının lideri gibi gösterme gayretlerine yamaklık ise, ayıbın da ötesinde topluma yapılan en büyük kötülüktü. Emekçi yığınların çıkarları, A.Öcalan ve ekibinin kirli oyunlarıyla halk arasına çizgi çekilmesinden geçiyor. Konumu itibariyle o hiç bir zaman Kürtleri savunmamış, tersine en koyu Kürt düşmanlığıyla piyasaya çıkmıştır. Onun Kürt halkıyla ilgili söyledikleri, bugün olur olmaz her yerde Kürtlere karşı kullanılmaktadır. Geçmişin “kuyruklu Kürt” ve benzeri söylemlerinin yerini, bugün Öcalan’ın söylemleri almıştır;     “Kürt kadın-erkek ilişkisinde ölmüştür.      Kürt bu ilişkide çirkinleşmiştir. Alçaktır, rezildir, köledir, tutsaktır”(3)diyen bir zat, bırakalım liderliği, Kürtlerin dostu bile olamaz.     Pınarcık, Taşdelen İkiyaka, Çevrimli, Bahçesarayve Yavi’deki toplu katliamların emrini veren bir zat, hiçbir zaman Kürtler adına savaştığını söyleyemez.     600’ün üzerinde çocuğu, 500’ün üzerinde kadını, binlerce genci, yaşlıyı, kısaca savunmasız insanları acımadan katlettiren biri, hiç bir şekilde Kürtleri savunamaz.     Köy meydanlarında terör estirip, halkı yerinden yurdundan ederek göçe zorlayan birinin savaşımı Kürtler için olamaz.     Kürt halkını haraca bağlayan, çocuklarını kaçıran, yürüttüğü kirli sa- vaşla milyonlarca dolara sahip olan birinin savaşımı, hiçbir zaman yokluğun ve yoksulluğun pençesinde kıvranan Kürtlerin olamaz.     Onbeş yıl boyunca kirli bir savaşın yürütüldüğü doğrudur. Peki bu savaş kimlerin savaşıydı? Açıklık bekleyen soru budur. Sonuçlarına baktığımızda görüyoruz ki bu savaş, Kürt halkını katletmeye yemin edenlerin savaşıydı. Bu savaş, işçinin, köylünün, tüm emekçi yığınların acımasız baskı ve sömürü altında tutulmasına neden olanların savaşıydı. A.Öcalan’ın da içinde bulunduğu kocaman bir rantçı kesimin türemesi, böyle bir savaşla mümkün olmuştur. İşte Kürtlerin adı kullanılarak yıllar boyu sürdürülen savaş, bu rant kavgasından başka bir şey değildir.                                      MUAMMA ÇÖZÜLDÜ MÜ?           Peki bunca yıllık bir aradan sonra, A.Öcalan’ın Suriyeden çıkarılmasıyla kitleler nezdinde bilmece çözüldü mü? Bu soruya “evet” cevabı vermek ne yazık ki mümkün değil. Bu çıkışın biçimi ve zamanlamasıyla ilgili açıklığa kavuşması gereken önemli soru işaretleri var.    Açıklık bekleyen birinci husus, A.Öcalan’ın mahkemede Suriye ile ilgili olarak söyledikleridir. Öcalan diyor ki;    “Suriye gizli servisi ile ilişkideydik. Bağlantıyı Mervan Zirki kurdu. Hafız Esad değil, ama Cemil Esad’la temasım vardı. Suriye, PKK yeri- ne kullanacağı bir parti kurdurdu. Bu partinin başına da Mervan Zirki getirildi. PKK’nin tüm mal varlıklarına el koydular. Orada kalsaydım sağ çıkamazdım”(4)    Bu açıklamalar okunduğunda soru işaretlerinin nerelerde olduğu kendiliğinden açığa çıkıyor. A.Öcalan henüz Suriye’de iken PKK’nin mal varlığına el konulduğunu söylüyor. Ayrıca can güvenliğinin olmadığından söz ediyor. Orada kalması durumunda, dikkat edelim, kal- ması durumunda, her an öldürülebileceğini açıklıyor. Öyleyse, Öcalan ne demek istiyor? Yani Türkiye kendisini ölümden mi kurtarmış oluyor? Peki o güne kadar A.Öcalan’ın başını ezmekten

Page 165: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

bahseden Türkiye, işin ciddileştiği noktada bunu neden istemiyor?    Daha önemlisi de, 5 Haziran 1999 tarihli Nokta dergisinde eski bir MİT ajanı olan Mahir Kaynak’ın açıklamalarında ortaya çıkıyor. M. Kaynak söyledikleriyle adeta Öcalan’ı doğruluyor. Kimliği aşikar olan bu kişinin söylediklerini delil veya bir belge olarak kullanma gibi bir niyetim yok. Ama Öcalan’ın, Mahir Kaynak’la geçmişte açık bir işbirliğine yöneldiği, kendisinden bazı taktikler aldığı da bilinen bir gerçek. Üzerinde durduğu dengelerde zaman zaman ortaya çıkan aksamaları telafi etmek isterken, açıktan bu adreslere başvurmaktan çekinmemişti. “Ajanlığın utanılacak bir durum olmadığını, kendisine saygı duyduğunu” televizyon ekranlarından üzerine basa basa belirtmişti. Mesleki dayanışmadan olsa gerek, M.Kaynak’ı adeta yere göğe sığdıramamıştı;    “Sayın Kaynak’a geçmiş olsun diyorum ve görüşlerimde yanılmadığımı da söylüyorum. Sayın Kaynak’ı onurlu buluyorum. Mahir, Türkiye’ nin onurudur.”(5)    Kuşkusuz bu övgüler boşuna değildi. Mahir Kaynak’la olan ilişkilerini, kendi karanlık bağlantılarının çok daha ileri boyutlarda olduğunu vurgulamada bir araç, hatta birçok çevreye karşı bir tehdit unsuru olarak kullanmayı da ihmal etmiyordu. Mahir Kaynak, bu anlamda Med-TV’nin değişmez konuklarından ve Öcalan’ın güven duyduğu yol arkadaşlarından biri olduğu için söyledikleri önemlidir. Türkiye’nin cadde ve sokaklarında “gurur ” duyulanlardan zaten geçilmiyor. Çetebaşları, mafyalar, hırsızlar, köşe dönücüler vb. “Türkiye’nin gururu” olarak takdim ediliyor. Estirilen bu modaya epeyce katkılarda bulunan Öcalan’ın da, Mahir Kaynak’a ilişkin duygularını dile getirmesi fazla şaşırtıcı değildir.    Öcalan’ın böylesine gurur ve hayranlık duyduğu Mahir Kaynak şun- ları söylüyor;    “Abdullah Öcalan Suriye’den çıktıktan sonra gazeteciler bana ken- disinin nerede olabileceğini sordular. Benim verdiğim cevap aynen şöyleydi: ‘Öcalan, Avrupa’da değil, Rusya’da değil, ABD’de değil. Amerikan nüfuz bölgesinde, ilginç bir yerde. Duyunca şaşıracaksınız.’ Bu Kenya açısından iyi bir tarifti belki, ama benim düşüncem öyle değildi. Ben Apo’nun Türkiye’de olduğunu düşünüyordum. Eninde so- nunda Türkiye’ye döneceğini biliyordum.”     “…..Ben Öcalan’ın kendisinin de Türkiye’ye gelmiş olabileceğini düşünüyorum.”(6)    Oysa Türkiye, Abdullah Öcalan’ı almak için Suriye’den resmi bir talepte bulunmamıştı. Buna rağmen Mahir Kaynak, A.Öcalan’ın Türkiye’ de olduğundan emin bir tarzda konuşuyor. Senaryonun en önemli halkası budur. Acaba Öcalan, Suriye’den başladığı yolculuğa İncirlik üzerinden mi çıkarılmıştı? Veya bu seyahate çıkması için Türkiye’de elinden gelen olanağı sunanlar mı vardı? ABD’nin buradaki rolü neydi? Yoksa söylenildiği gibi Öcalan, korsanca bir yöntemle değil de, kendi isteğiyle mi gelmişti? Kenya’dan getirilirken uçakta yapılan korsanlık gösterisi, sadece bir görüntüden mi ibaretti? Uçakta kendisine “memlekete hoşgeldin” diyen kişiyi tanıdığını ve güven içinde olduğunu her tavrıyla gösteriyordu. Bu kişi, Öcalan’ın yurtdışında güvenliğiyle ilgilenen ve bağlantılarının merkezinde yer alan Genç Kemalistler denilen örgütün derin devlet içinde görünmeyen şefi miydi?     İşin ilginç yanı, A.Öcalan’ın da mahkemede yaptığı açıklamaların Mahir Kaynak’ı destekler yönde olması;     “Benim annem de Türkmendir. Türkçe konuşur. Bu konuda yoğun çaba içindeyim. Ben tercihimi Türkiye lehine kullandım. Ben ölsem de, kalsam da Türkiye’de olacağım. Türkiye’de insanlar bana saygıyla yaklaştı. Ben de saygılı olacağım.”(7)    Dikkat edersek, “ben tercihimi Türkiye lehine yaptım” demesinden, sanki önüne başka bazı tercihlerin de sunulduğu gibi bir sonuç çıkıyor. O halde Öcalan, tercihi neden Türkiye’den yana yapıyor? Değişen ne vardı? Birdenbire neden ölse de, kalsa da, o güne kadar sözümona aleyhine bol bol atıp tuttuğu Türkiye’de olmak istiyor? Yine, son güne kadar hakkında hiçte olumlu konuşmadığı, sürekli aşağıladığı annesinden beklenmedik bir tarzda neden övgüyle bahsederek, Türk oluşuna ani dikkat çekme gereğini duyuyor? Yoksa Öcalan, Kürt düşmanı oluşunu annesinin geldiği kökene mi bağlamak istiyor? Türkiye’de son yıllarda esen milliyetçi havanın çoşkusuna kapılarak sahip olduğu bu kökenden ötürü verilen görevleri başarıyla yerine getirdiğini, bilinen efendilerine ihanet etmesinin mümkün olmadığını mı izaha çalışıyor? Ya da rastgele bir seçimle ihanetçi olmadığını mı anıştırmak istiyor?     Mahir Kaynak, Nokta dergisiyle yaptığı bu söyleşide oldukça ilginç olan bir noktaya daha

Page 166: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

parmak basıyor; “Eğer deşifre olmasaydım, şu an Türkiye solunun lideri olabilirdim”diyor. Acaba “deşifre” olmamış bir Abdullah Öcalan’ın, sergilenen yığınca entrikalar sonucu “örgüt liderliğine” yükseltilmesinden ve giderek “Kürtlerin lideri” gibi gösterilme başarısından hareketle mi bunu söylüyor? Bu cümleler tesadüfen seçilmemiştir. Tersine, sonuçları çok iyi hesaplanarak yapılmış bilinçli bir konuşmadır. Aslında A.Öcalan’ın yıllardır oynadığı rol açığa vuruluyor. Yılların tecrübe birikimine sahip Mahir Kaynak’ın direkt ifade etmekte zorlandığı çok şey, açıklamada kullanılan diplomasi dilinde saklıdır.     A.Öcalan’ın gerek Ortadoğu’da, gerekse Avrupa’da geliştirdiği ilişkilere baktığımızda, ilişkilerinin hep istihbarat örgütleriyle şekillendiğini görüyoruz. Bu ilişki tarzının durup dururken seçildiği veya rastlantıların ortaya çıkarttığı bir ilişki biçimi olduğu söylenemez. Bunu iddia edenler, ya gerçekten iflah olmaz işbirlikçilerdir ya da gerçeklere gözlerini kapamış uyur gezerlerdir. Çünkü yazdıklarımın hiçbiri herhangi bir iddiaya dayanmıyor. Bunları bizzat A.Öcalan açıklıyor.    Söylediklerine baktığımızda bu alanda hayli marifetli olduğu ortaya çıkıyor;    “SURİYE: Suriye gizli servisi ile ilişkideydik. Bağlantıyı Mervan Zirki kurdu.    İRAN: İran gizli servisinde ‘Sait’ isimli bir kişi ile ilişkideydik. Bu kişi ile örgüte alınacak silahların temininde anlaştık. Yardım gereğince biz de Türkiye’deki ‘Hizbullah’ faaliyetlerine müdahale etmeyecektik.    YUNANİSTAN: Temsilcilik kurma karşılığında Türkiye’deki büyük şehirlerde eylem yapmamızı istediler ve eğitim verdiler. ‘Dimitri’ isimli bir gizli servis elemanı da 6 ay Botan bölgesinde kaldı.    ALMANYA, İNGİLTERE, FRANSA: Almanya kendi çizgisindeki Kürt örgütlerini destekler. İngiltere’nin esas ilgi alanı Talabani’dir. ABD’ye bir anlaşma imzalattılar. Bu anlaşmanın ilk kurbanı ben oldum Fransa desteklemekle birlikte temkinli yaklaşır.     Almanya Anayasa Koruma Örgütü’yle görüştüm    AMERİKA: PKK’den en uzak duran ülke. Ama politik olarak değerlendirip, politika belirler. Sadece bir kez Irak’ta çalışmış eski bir büyükelçi geldi ve mesajlarımı ileteceğini söyledi.”(8)    Liste uzayıp gidiyor…     Günümüzde Latin Amerika’dan, Afrika’ya ve Ortadoğu’ya kadar birçok ülkeden sürgünde mücadele yürütmek zorunda kalan yığınlarca örgüt ve lider var. Ama bunları Öcalan ve PKK ile karşılaştırmak olanaklı değildir. Bunlar, bir çok ülkenin ya siyasal yönetimleriyle ya da devrimci, demokrat siyasal örgütlenmeleriyle ilişkiler geliştirmişlerdir. Her iki ilişki biçimini; hem hükümetlerle, hem de demokratik kitle örgütleriyle dayanışma başarısını gösterenler de çoktur. Bahsettiğimiz devrimci-demokrat örgütlenmelerin tümü de, siyasal temelde geliştirdikleri ilişkilerle uluslararası sahada kendilerini göstermektedirler.     Abdullah Öcalan’ın yedi değil, onyedi kocalı Hürmüz olduğu böylece açığa çıkıyor. Nereye giderse gitsin, ilk işi, çeşitli istihbarat odaklarıyla ilişki geliştirmek oluyor. Elbette hiç kimse kara gözlerine vurulduğu için ilişkiye girmiyor. Herkes işine gelen bir yaklaşım gösteriyor. Yani çıkarlar konuşuyor.    A.Öcalan ve PKK’nin hangi sorumlusu, hangi ülkenin bir bakanıyla veya bir siyasal yetkilisiyle görüşmüştür? Hangi ülkenin işçi sendikalarıyla ve siyasal partileriyle ilişki kurmuş, ortak bir bildiri veya deklarasyon yayınlamıştır? Gösterilemez. Çünkü bir provakasyon hareketidir. Dolayısıyla her provokasyon hareketi gibi istihbarat örgütleriyle ilişkiyi temel almıştır. Nitekim Abdullah Öcalan’ın ilişkileri, kendi ağzından itiraflarda da görüldüğü gibi, hep bu türdendir. Hemen her ülkenin istihbarat örgütleri önünde diz çöküş vardır. Elbette bunlar, ayrıntılarıyla düşünülüp taşınılarak geliştirilen taktiklerdir. Kürt halkını aşağılamaya ve bitirmeye yönelik ilişki ağları temel alınmıştır. Öcalan’ın ağzından çizilen tablo çirkin ve iğrenç bir tablodur. Baştan sona emekçi yığınlara karşı düşmanlıklarla doludur. İstihbarat örgütlerini temel alan ilişki ağları, ne zamandan beri siyasal ilişkilerin yerini almıştır? PKK’ cılar ve Öcalan bir de buna izah getirebilse iyi olur. Hiç olmazsa kamuoyu, diplomasinin yeni bir türü üzerinde bilgi sahibi! olurdu.     A.Öcalan,“Yekiti ve KDP, ABD’yle bir anlaşma imzaladılar ve bu anlaşmanın ilk kurbanı ben oldum” derken, güç odaklarıyla oynaşmanın hazırladığı kötü sonu anlatıyor. Zaten başka türlü olması da beklenemezdi. Arkasına Kürt halkının kin ve nefretini toplamış, uluslararası

Page 167: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

platformda terör örgütü ve şaibeli olarak tanınmış, önüne gelen herkesle oynaşan birinin varacağı son, elbette hazin olacaktı. Çünkü karanlık güç odaklarıyla fingirdeşmeyi kendine meslek edinmiş piyonların rütbelerini belirleyen koşullardır. Kullanılmalarını gerektiren koşullar ortadan kalkmışsa, geçmiş hizmetlerine bakılmaksızın çöp tenekesine atılırlar. Nitekim Avrupa’da son kez açık arttırma yoluyla tanıtıma sunulan Öcalan, eskimiş bir papuç misali tanıtım salonuna bile kabul edilmemiştir. Avrupa kamuoyundan en küçük bir destek görmemesinde garipsenecek hiçbir yan yoktur. Roma’ya gelmesiyle huzuru kaçan İtalyan halkının protestosunu anında geliştirmesi, Öcalan’ı bir süre daha aktif bir biçimde kullanmak isteyenleri bile şaşırtmıştı. Aynı şekilde diğer ülkelerin kamuoyları da Öcalan’ı ne duymak, ne de görmek istemişti.     Avrupa kamuoyu “lideri” bu şekilde dışlarken, Türkiye kamuoyunda da durum farklı değildi. Halkın tüm çabası, Öcalan’ın bir an önce hakettiği cezayı bulması yönündeydi. Beklenildiği üzere, tavır alanların başını, uğruna savaştığını iddia ettiği Kürtler çekiyordu. Kürtler, O’nun karanlık odaklarla birlikte yıllarca kendilerine kan kusturan bir hain olduğunu biliyordu. Bu nedenle Öcalan provokasyonlarının durduruluşunu sevinçle karşıladılar. Ama halkın duyduğu sevinç, biraz da kuşkuyla karışık bir sevinçti. Kuşkuyla karışık sevinçdiyorum, çünkü üzerlerinde uzun yıllardır ve hem de kanlı biçimde oyun içinde oyunlar oynanmıştı. Öcalan’ın bilerek, yeni bir plan üzerinde anlaşma sonucu Türkiye’ye geldiği düşüncesi, Kürt halkında da egemendi.Bu nedenle yeni oyunların tezgahlanmasından çekiniyorlardı.PKK’nin 19’cu kuruluş yıldönümünde MED-TV’de Öcalan’ın yaptığı konuşma henüz unutulmamıştı. Bu konuşmasında, durumunun oldukça tehlikede olduğunu, başta ordu olmak üzere devletin çeşitli kurumları tarafından kurtarılması gerektiği yönünde birtakım uyarılarda bulunuyordu;    “Ciddi bir çözüme adım atanlarla da; devlet içinde de olabilir, bilmem ta istihbarat içinde de olabilir, ordu içinde de olabilir” (9)    Bu sözler, Öcalan’ın başından itibaren istihbarat örgütleriyle hareket ettiğinin ve onlara her koşulda duyduğu güvenin ifadesiydi. Canını onlara teslim etmişti. Kendilerinden posasını kurtarabilecek uygun bir yol bulmalarını istiyordu. Biraz da tüm istihbarat örgütlerini orduyla birlikte hareket etmeleri gerektiği konusunda uyarıyordu. Bu nedenle Çevik Paşa’ya övgüler yağdırıyordu;     “Amerikanın güç vereceği eğilim, getireceği çözüm; Çevik Bir paşa etrafında ve Kürt çözümünü de az çok bağrında taşıyan…biraz da odur. Orta Asya boyutuna kadar kapsamlı bir çözüm projesini tartışıyorlar bunlar.” (10)    Burada Çevik Bir şahsında “az çok”la bahsettiği “Kürt çözümü”, özünde canıyla ilgili olarak yaptığı pazarlıktan başka bir şey değildi. İster general, isterse başbakan olsun, sorunların çözümü hiçbir zaman bireysel temelde ele alınmaz. Eğer bir devletten bahsediliyorsa, bu devletin bir çok kurumlardan ibaret hiyerarşik bir yapıya sahip olduğu da biliniyor demektir. Yani ortada güçler ayrılığı denilen bir olay vardır. Askeri diktatörlüklerde bile güçler ayrılığı tümüyle bir tarafa bırakılarak sorunların çözümü sağlanamaz. O halde Öcalan, neden tek tek kişilere çağrı yapma gereğini duyuyordu? PKK yönetimi ile devlet yönetimini birbirine karıştırdığını sanmıyorum. Üstelik devlet erkine yaptığı çağrılarla kalmıyor, durumunun aciliyetini bildirmek için panik halinde Clinton’a bile haberler göndermeye başlıyordu;    “Ben o zaman bir Amerikalı gazeteciye söyledim. Clinton’a dedik siz bir şeyler söylermisiniz? (11)    Bir gladyo hareketinin başı olarak isteklerinin ne kadarı, nasıl iletil- miştir orasını Öcalan bilir. Ama söylediklerinin iletileceğinden eminmiş gibi konuşuyordu.Yaşamı için riske hiç oynamadığı belliydi. Aynı anda birçok alternatifi harekete geçirmeye çalışıyordu. İstihbarat örgütlerine, orduya ve Amerika’ya kurtarılması için harekete geçmelerini söylerken, dağarcığında satabileceği daha birçok şeylerinin olduğunu da hatırlatmadan geçemiyordu. Bu nedenle de K.Irak’taki siyasal güçlere veryansın ediyordu. Bunların siyasal muhatap olarak kabul edilmesinin Türkiye’nin aleyhine olacağını vurgulayıp duruyordu. Sayısı epeyce kabarık istihbarat örgütlerinin kapılarında boynundaki tasmayla gösterdiği sadakati hatırlatırken, bununla ilgili garantiler de veriyordu;    “KDP yedi kocalı Hürmüz gibidir. Sahibi çok.. Bir sahibi de Amerika oluyor, güvenilmez. YNK…fazla Amerika’yla oynayamaz, Türkiye’yle oynaması zor. Barzani Amerika’yla oynuyor. PKK üzerinde bazı görüş alış verişleri sanırım yapılıyor. Benim vardığım şey,gelişmeler de bunu

Page 168: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

doğruluyor.” (12)    Uzun izahlara hâlâ gerek var mı? Artık Amerika’nın da kendisini ciddiye alabilecek pazarlıklara başladığını ima ediyor. Bu nedenle gereken operasyonun daha fazla geciktirilmeden devreye sokulmasının işaretlerini veriyordu. Yani Amerikan yeşil kartına çoktan sahip olan bir Öcalan’ın varlığından bahsediyordu. Demek ki, Amerika’nın Lübnan Konsolosluğu’yla düzenli görüşmeler meyvesini vermeye başlamıştı. A. Öcalan, CIA’nın 1960’lı yıllardan itibaren tüm NATO ülkeleri içinde işbirlikçileriyle örgütlediği gladyo ekibinin sadece bir üyesi değildi. Aynı zamanda etrafında sağladığı oluşumla ve pratikleriyle, ekibi de aşarak CIA ile direkt bağlantılar oluşturmuş ve her alanda güven veren bir ajan durumuna gelmişti. Türkiye’yi niçin seçtiği şimdi daha iyi açığa çıkıyor.     Ama bilinen kanallar aracılığıyla ABD ile sürdürülen ilişkiler ve alınan güvenceler, ne olursa olsun Öcalan’ı sakinleştirmeye yetmiyordu. Bu arada sıkça Yalçın Küçük’ün psikolojik terapi seanslarına katılma ihtiyacı duyuyordu.    Korku ve panik içinde olan bir ruh hastasının terapisti, istediği tedavi yöntemini uygulamakta özgürdür. Yalçın Küçük’te şok tedavi yöntemini uygun buluyordu. Hastayı geçici de olsa ayakta tutmanın, sakinleştirmenin başka yöntemleri üzerinde uğraşmayı pek gerekli görmüyordu. Çünkü hastanın eğilimini, zaaflarını çok iyi biliyordu. Hastanın konumu dikkate alındığında, uyguladığı şok tedavi yönteminin yerinde olduğu söylenebilir;     “Ancak bir süre kalıcı olarak gelecek bir iktidar, ister askeriye, ister sivil olsun-ama ben askeriyenin gelmesini istemem(Bu kadarcık ‘ba- sit’ jesti de fazla dallandırıp budaklandırmaya gerek yok… Aydın Üzerine Tezler’in yeni bir cildinde ortaya sürülmüş tez de olabilir. BN)-ama asker gelirse, bu işi çözme ihtimali yüksektir !” (13)    Aldığı bu tedavi sonucunda A.Öcalan, 17 Şubat’a kadar bekleme sabırlılığını göstermiş ve sağ salim olarak ulaşması gereken yere ulaşmıştı. Avrupa’ya geldiğinde, Türkiye’ye güvenlik içinde gitmesini sağlayacak altyapı çok önceden hazırlanmıştı. Öcalan’ı telaşa düşüren, sadece, her hainde varolan korku ve tedirginlikti.     Bu anlamda PKK’nin Avrupa’da karanlık ilişkilerini açığa çıkarmada yardımcı olacak bazı olayları vurgulamadan geçemeyeceğim. Öcalan’ın Kenya’dan “paketleniş” operasyonu sonrasında, özellikle Ali Haydar Kaytan’ın, Kani Yılmaz ve daha birkaç kişiyle birlikte apar topar Kuzey Irak’a postalanması önemliydi. Bu kişilerle ortaya çıkan olaylar arasındaki bağlantının çözüme kavuşturulması gerekir. Acaba nelerin üstü kapatılmak istenmişti? Ayrıca, Öcalan’ın Kenya’da korumasını üstlenenlerden üç kişi kimin adamlarıydı? Özellikle Öcalan’ın bu üç ismin seçiminde diretmesi sadece rastlantı mıydı? Kesinlikle hayır. Öyleyse bu kişiler, Öcalan’la kimler arasında ilişkiyi sürekli kılmakla görevlendirilmişlerdi?     Öcalan Avrupa’da uçakla seyahat merakını giderirken, uçağın her konakladığı yeri gecikmeli de olsa bir eski öğretmeni aracılığıyla başkalarına bildiren kimdi? Bu şahıs, PKK’den ayrıldığı taktirde vereceği haberler karşılığında yayınlayacağı bildirinin altına kendisiyle birlikte kimin imza atmasını şart koşmuştu? Yine aynı şahıs, PKK’den ayrılma koşulunu neden bir başka şahısın imzasına bağlamıştı? İşin ilginç yanı, bahsettiğim bu zat, aynı tutum içine 1992’de de girmişti. Belli aralıklarla ayrılacağını söyleyen bu şahıs, faaliyetlerine hâlâ “gönüllü” ola rak devam ediyor mu? Eğer ediyorsa, bunun hangi ülkenin istihbarat örgütü adına çalıştığı neden açıklanmıyor?     Ayrıca, halen PKK-MK’de olupta “komutanlık” yapan biri, Almanya’ da bulunan yakın akrabaları aracılığıyla kimlerle ilişki içindeydi? Bu şahıs ile, PKK’den ayrılmayı ortak bildiri yayınlama şartına bağlayan şahıs arasındaki ilişkilerin durumu nedir? Bu sahışlar veya ekip, Türkiye’de aynı zamanda başka hangi ülkenin hesabına çalışmaktadır?     Bitmedi. Bir şahıs daha var ki,  bu şahsın uzun yıllardan bu yana iki ülke istihbarat örgütünün hizmetinde olduğu biliniyordu. Buna rağmen bizzat Abdullah Öcalan tarafından ve 90’lı yıllardan buyana “tam yetki” ile donatılmıştır. Daha sonra aynı şahsın sorumluluğuna verilmiş ekipten bir kişi aracı olarak kullanılmaya kalkışılarak, PKK’den ayrılmış olanlardan birkaç kişi, Öcalan’ın kurduğu bir tuzakla Avrupa ülkelerinden birinin polisine yakalatılmak istenmiştir. Bu kişi halen Avrupa’ da faliyetlerine devam etmektedir. Bu kişinin gerçek kimliği ise sadece Öcalan tarafından bilinmekte. Hatta tüm uğraşlara rağmen hangi ülkenin vatandaşı olduğu dahi bir muamma olmaktan çıkmamıştır. Yine bu şahsın PKK merkez komitesinden iki kişiyle birlikte

Page 169: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

örgütlenme konusunda ortak kararlar almak için bir Avrupa ülkesinin istihbarat örgütüyle sürekli toplantılar yaptıkları söyleniyor. Hatta toplantıda PKK’nin, Avrupa, K.Irak ve Türkiye’de oluşturulacağı birimlerde bu ülkenin temsilciler bulundurması yönünde kararlar alındığı iddia ediliyor. Karşılığında ise PKK’den ayrılanların bir grup olarak ortaya çıkmalarının ve Öcalan aleyhinde propaganda yapmalarının engellenmesi sözü alınıyor. Verilen yardımların sadece bu kadarla sınırlı olmadığını tahmin etmek güç değildir. Nitekim bu kararlar doğrultusunda ayrılanlardan birkaç kişi bulundukları ülkede tutuklanmış ve tüm hukuk kuralları çiğnenerek iki buçuk yıl ceza istemiyle yargılanmışlardır. PKK’nin Avrupa’da devrimciler üzerinde baskı ve şiddet politikasını sürdürmede birçok ülkenin istihbarat birimlerinin aktif desteği gözardı edilmemelidir.     Tüm bunlardan sonra, Apocuların nasıl ve kimlerden destek alarak cinayetler işledikleri biraz daha aydınlanıyor. Sadece bu kadar değil; bunlar ve benzeri daha birçok ilişki ağları, Öcalan’ın, kısa bir süre için de olsa, Avrupa’da da ne kadar emin ellerde görev yaptığını ortaya koyuyor.                           SURİYE KAFA TUTACAK GÜÇTE MİYDİ?     Suriye’nin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal koşullar gözönüne alındığında Türkiye’ye kafa tutacak bir durumunun olmadığı görülür. Suriye zaten İsrail’le sürekli savaş hali durumundadır. Yıllardan beri Lübnan gibi bir külfeti omuzlarında taşımaktan yorulmuştur. Ekonomik, siyasal ve askeri bakımdan güçsüzdür. Hele hele SSCB’nin yıkılmasından sonra hem daha güçsüzleşmiş, hem de yalnızlaşmıştır. Her ne kadar bir Arap ülkesi ise de, aralarındaki çelişkilerden ötürü bu ülkelerin birlikte hareket ettikleri pek sık görülmemiştir.    Ayrıca GAP projesiyle Suriye, her zamankinden daha fazla Türkiye’ye muhtaç hale gelmiştir. İçinde yığınlarca sorunun üstesinden gelmek için gösterdiği çabalar biryana, başında İsrail gibi bir kılıcın sallandığı Suriye yönetimi, bir de Türkiye’ye kafa tutup başına yeni bir bela daha almayı istemezdi.Yani neresinden bakılırsa bakılsın, Suriye, Türkiye’yi karşısına alacak güçten dün de yoksundu, bügün de yoksundur. Türkiye’nin isteği karşısında hiç diretmeden A.Öcalan’ı bir hafta içinde yolculaması da bunun göstergesidir.   A.Öcalan’ın bunca yıldır Şam’da kalmasına gösterilen en önemli gerekçeleden biri, Suriye’nin Sovyetler Birliği ile olan ilişkileriydi. Bu gerekçenin sırf kamuoyunu yanıltmak için ileri sürüldüğü apaçık ortadadır. Bu iddianın 80’lı yıllar için bir an geçerli olduğunu kabul etsek bile, 90’lı yıllar için geçerli olduğunu savunmak tamamen artniyet taşır. Kaldı ki geçmişte de SSCB ve diğer Varşova Paktı ülkelerinin politikalarına bakıldığında terör örgütlerini desteklemedikleri görülür. Hele hele PKK’yi kesinlikle kabul etmedikleri biliniyor. PKK’yi her zaman istihbarat örgütlerinin, özellikle de CIA’nın paravana bir örgütü olarak görmüşlerdir. Nitekim Bulgaristan Kominist Partisi’nin bir yetkilisinin A. Öcalan için, “yönü CIA’ya dönük biri olduğunu sanıyoruz” demesi, durup dururken yapılan bir tespit değildir. Benzer tavrı,Çekoslavakya Komünist Partisi de göstermiştir. Yine 1982’de Yaser Arafat’la görüş- mek için olağanüstü çabalar yürüten Abdullah Öcalan’ın, El-Fetih’in Beyrut’taki sorumlusu Salah ve Beyrut’un güneyinde bulunan kamplarının komutanı tarafından azarlandığı biliniyor. Salah ve bu komutan, “şu ana kadar kimlerle görüşüp görüşmediğin bizler için önemli değildir, seni tanımıyoruz ve tanımayız da” diyerek, Öcalan’ı odanın kapısından içeri bile almamışlardır. Ayrıntılarına girmeden gösterdiğimiz bu örnekler, aslında Sovyet’lerin Öcalan ve PKK’ ye karşı olan tavrına da yeterince açıklık kazandırıyor.     Elbette ülkelerin istihbarat örgütleri arasında her zaman oyunlar oynanır. Oyun içinde oyunlar tezgahlanır. Bunda yadırganacak bir yan yoktur. Bu bazen sergilenen oyunlara kayıtsız kalınarak, bazen de aktörlerden biri olarak yapılır. Bir ülkenin istihbarat örgütünün geliştirdiği eylem planı, bazen bir başka ülkenin istihbarat örgütünün işlerini kolaylaştırır, stratejik veya geçici siyasal amaçlarına hizmet edebilir. 1993’den sonra Kafkaslar’da ve Orta Asya’da Türk cumhuriyetlerine karşı geliştirilen darbe girişimleri bunun son açık örnekleridir. Sovyetler de, PKK ve Suriye arasındaki ilişkilerde kayıtsız kalmakla yetinmeyi uygun bulmuştur. Kaldı ki, Türkiye’nin Öcalan ve PKK için Suriye’ye yaptığı ve yapacağı baskılar karşısında, Sovyetler Birliği’nin savaştan yana tavır almayacağını, bu ülkenin Ortadoğu ve Kürt politikasını yakından takip etmiş olanlar

Page 170: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

çok iyi bilir. Yani bahsedilen süre içinde Sovyetler Birliğinin tavrı, Suriye’nin yerel çapta geliştirdiği politikaya müdahale etmemekle sınırlıdır. Uzun yıllar boyunca Ortadoğu’da kurulmuş hassas dengeler vardı ve bu dengelerin korunmasında her iki sistemin de çıkarları vardı. Bu dengeler iki sistem arasında bir uzlaşma sonucu korunuyordu. Yani Türkiye 1998’de koyduğu tavrı SSCB’ nin yaşadığı 1980’li yıllarda koymuş olsaydı, aynı sonuçla karşılaşacaktı. Bunlar gün gibi ortada olan gerçeklerdir. İleri sürülen Sovyet engelinin ne kadar tutarsız ve samimiyetten uzak olduğu açıktır.     Bütün bu nedenlerden dolayı diyebiliriz ki, A.Öcalan, Suriye’de bizzat derin devlet denilen güçler tarafından kollanmış, orada kalmasına izin verilmiştir. Bu güçler istediği için burada uzun yıllar yaşamıştır. Suriye istihbarat örgütlerinin ve birçok askeri birimlerinin adeta kalbura benzediğini de unutmamak gerekir. Zaten kendisi tarafından yapılan anlatımlara baktığımızda yurtdışına çıkışının karanlık güçlerce planlandığı anlaşılıyor. Öcalan yurtdışına çıkarken kararı bir günde ve örgütünden kimseye haber vermeden aldığını söylüyor. Öte yandan derin devletle ilgili öyle yorumlar yapıyor ki, bir yerlerle olan ilintileri ve yurtdışında yerine getirmek zorunda olduğu görevleri hakkında ipuçları veriyor. Öncelikle Maraş katliamından, Hilvan ve Siverek olaylarıyla başlattığı bir“gerilla savaşı”ndan, sıkıyönetimden ve 12 Eylül’ün ayak seslerinden bahsediyor. Bu dönemde doğal olarak örgütlerin geri çekilerek Ortadoğu’ya yöneldiklerini anlatıyor. Başlangıçta sol güçlere karşı Lübnan’ da nasıl zorlu bir mücadele yürüttüğünü dile getiriyor, ardından bu mücadeleyi adım adım K.Irak’a nasıl ve neden kaydırdığını izah ediyor.     Çizdiği yol ve mücadele tarzıyla A.Öcalan, devrimci güçlerle boğuştuğunu her fırsatta belirtmekten gurur duyuyor.                                        GEÇİCİ GÖREV ALANI     A.Öcalan, Suriye macerasının ardından Avrupa’ya boşuna transfer edilmemişti. Burada da yarı açık, yarı kapalı olarak son görevlerini ye- rine getirmek için kolları sıvamıştı. Etrafında şakşakçılar da vardı. Cumhuriyetin 75’ci yıldönümünde Türkiye bir kez daha güç gösterisinde bulunuyordu. ABD ile stratejik işbirliğinin tüm nimetlerini Avrupa’nın önüne sergiliyordu. ABD ise Türkiye gibi güçlü bir ortakla, Avrupa üzerinde politik ağırlığını bir kez daha kanıtlıyordu. ABD-Türkiye ittifakı planlanan hedeflere ulaşıyordu.     Ulaşılan hedefler nelerdi;    Herşeyden önce ABD, Avrupa’da politikasına karşı duran sivri uçları bu sayede bastırmıştı. Burada ilk akla gelen isimler, İtalya ve Almanya’ydı. Öcalan’ın İtalya’ya gelişi daha çok da Almanya’yı rahatsız etmişti. Almanya, A.Öcalan’ı İnterpol kırmızı bülteniyle aradığı halde, el altından PKK’ye destek vermişti. Öcalan’ı almayı redderek kendi yasalarına dahi ters düşen Almanya, zor duruma düşmüştü. Demokrasinin hukuk kurallarını ayaklar altına almıştı. Türkiye’ye ikide bir hukuk, insan hakları ve demokrasi dersi veremeyecek konuma itilmişti. Hepsinden önemlisi de PKK’yi görünüşte terörist ilan ettiği açığa çıkartılmıştı. Ortadoğu politikasında kullandığı Kürt ve İslam kozu elin- den alınmıştı.     İtalya ise Öcalan’ı bahane ederek Avrupa Birliği’nin desteğini alacağını ummuştu. Bu sayede Ortadoğu politikasında Türkiye’yi ve dolayısıyla da ABD’yi sıkıştıracağını sanmıştı. Ama başta Türkiye kamuoyunun gösterdiği şiddetli tepki olmak üzere, başka bazı etkenler yaptığı hesapların pazardan geri dönmesine neden olmuştu. İtalya çabucak dıştalanmış, tutumunda bir başına kalmıştı. Bu, yeni kurulmuş sol eğilimli hükümete, çizilen çerçevenin dışına çıkmaması için yapılmış bir uyarıydı. Ayrıca Türkiye kamuoyunun her alanda geliştirdiği protestolar karşısında büyük maddi zararlara uğramış, şoktan kurtulmanın yolunu sonuçta geri adım atmakta bulmuştu. İtalya bir bakıma Orta- doğu ve Kürt politikasındaki tecrübesizliğinin cezasını çekmişti. Kullanmak istediği silahın çürük olduğunu geç de olsa fark etmişti.     Öte yandan, çıkışlarıyla Avrupa’nın “haşarı çocuğu” olarak adlandırılan Yunanistan da, Öcalan’ın buraya yaptığı seferle hizaya getirilmişti. O güne kadar başarıyla oynadığı Avrupa’nın “şımarık çocuğu” olma rolünü, bundan sonra olur olmaz oynayamayacağı kendisine

Page 171: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

hatırlatılmıştı. Öyle ki, Yunanistan neyi nereye koyacağını şaşırmıştı. Her an terörist bir devlet olarak ilan edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Elinde tuttuğu kızgın maşayı kısa sürede atmak zorunda olduğunu anlamıştı.     Rusya’ya da aynı şekilde “haddi” bildirilmişti. A.Öcalan’ı kabul etmemesine rağmen günlerce baskı altında tutulmuştu. Türkiye’nin Balkanlar, Kafkaslar’da ve Ortadoğu’da oynadığı rolle, gelecekte oynayacağı rolün önemi böylece kabul ettirilmişti. Sonuçta ABD istediği düzenlemeyi başarmıştı. Yerine oturtulan köşe direklerinin üzerine geçirilen kirişlerin uzunluğu ise Balkanlar’dan, Kafkaslar’a ve Ortadoğu’ ya kadar uzanıyordu.    İşler bunlarla da bitmiyordu: ABD’nin bu bölgelere yönelik politikasının saç ayaklarından birini oluşturan Türkiye-İsrail işbirliği, Avrupa Birliği’ne kabul ettirilmişti. Bu işbirliği o güne kadar yüksek sesle olmasa da, Avrupa tarafından eleştirilmişti. Böylece Türkiye, Avrupa’ya pazar gücünü, stratejik önemini ve askeri gücünü bir kez daha deklare etmişti. Ve herşeyden önemlisi, Avrupa nezdinde Kürt sorunu bitirilmişti. Bu ne anlama geliyordu? Bu; Lozan’ın tüm Avrupa’ya bir kez daha deklere edilmesi demekti. Avrupa Birliği artık alttan alta, çekingen ve ürkek de olsa isteklerini kabul ettirmek için ikide bir Türkiye’yi sınırlarıyla tehdit edemeyecekti. Böylece Avrupa’nın ikiyüzlü tutumu açığa çıkarılmıştı; Kürtleri emperyalist amaçları için bir koz olarak kullandıklarını kabul etmek zorunda kalmışlardı. Öcalan’ın durumunu bilmelerine karşın gık bile diyememişlerdi. Diyemezlerdi de. Çünkü yıllardan bu yana oluşmuş diplomasi geleneğini bozmaları mümkün değildi.     ABD’nin politikası zaten bellidir. Geçmişte daha çok iki super güç arasında görülen hegomonya savaşı, SSCB’nin yıkılmasından sonra ABD ve Avrupa arasındaki bir mücadeleye dönüşmüştür. Avrupa artık eskisi gibi ABD’yi dinlememekte, kendisini başı çeken güçlerden biri olarak görmek istemektedir. Bu anlamda, A.Öcalan’a Avrupa’ya yaptırılan “tarihi sefer”, ABD’nin çok işine yaramıştı. Eline geçen fırsatı hem çok iyi kullanmış, hem de Türkiye ile bunu ustaca kamufle etmesini bilmişti.            II-    RANT KAVGASININ NEDEN VE SONUÇLARI                       1- 15 YIL GEREKLİ MİYDİ?                      2- DIŞ ETKENLERİN ROLÜ                      3- SERHİLDANLAR YUTTURMACASI                         4- ABARTILAN KİMLİK SORUNU                      5- 15 YIL SONRA NELER DEĞİŞTİ?                                      15 YIL GEREKLİ MİYDİ?     Bugünkü sonuçlarına baktığımız zaman, bu soruya olumlu yanıt vermekten başka çıkış yolu yoktur. Ekonomik ve siyasal alanlarda, askeri örgütlenmede ulaşılan düzeye bakıldığında, geçen sürenin getirilerinin kimlere yaradığı konusunda hemen herkes hemfikirdir. Demokrasinin gelişmediği, yurttaşlık haklarını arama geleneğinin bulunmadığı ülkelerde devleti birtakım entrikalarla yönetmek kolaydır. Kendi içinde bazı riskler taşısa da, devlet yönetiminde bulunmak ve politika yürütmek pek o kadar zor değildir. Bunu yaşadığımız sürecin bizzat kendisi göstermiştir.     Bu noktada Apocu takımın aktif hizmetleri sonucu ulaşılan hedeflerin belli başlıcalarını biraz daha açmakta fayda var. Süreç neler getirip, neler götürmüştür? Kimin işine ne kadar yaramıştır? Ulaşılan hedefler, aynı zamanda Öcalan ve takımının da aynasıdır. Aynaya bakmaktan korkmak, gerçeklerden kaçış olur.     Başta A.Öcalan olmak üzere Apocu takımın estirdiği provokasyon ortamı, her şeyden önce Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yaramıştır. Çağa uygun gelişkin teknolojiye önemli ölçüde bu sayede ulaşılmıştır dersek, sanırım bir gerçeği abartmış olmayız. Bu konuda hiçte küçümsenmeyecek bir

Page 172: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

yol alındığını, ordunun donanım ve eğitim açısından bugün dünyanın en iyi orduları arasında sayılmasından anlıyoruz. Bunun böyle olduğunu yetkili kesimlerden de duyuyoruz. Üst rütbeli subaylar, “Ordumuz savaşı PKK’yle öğrendi” diyorlar. Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak verdiği bir demeçte bu gerçeğin altını çiziyor;    “Türk silahlı kuvvetleri bölgedeki düşük yoğunluklu çatışma nedeniyle büyük tecrübe kazandı. Hiçbir komşumuza bizimle çatışmasını tavsiye etmem” (14)    Apocular’ın 84 provokasyonu, silahlanmaya alabildiğine hız verilmesinin ana gerekçelerinden biriydi. Tatbikatlar ve sınır ötesi operasyonlar yoluyla modern ve yeni silahlar kullanıma koyulurken, gereken eğitim gerçeğe yakın “savaş” koşulları yaratılarak sağlanıyordu. Bu alanda çoğu kez, traji-komik durumlar yaşanmıştı. Bir yandan “bir avuç terörist” denilmiş, öte yandan adeta bir ordu “cepheye”sürülmüştü. Bu çelişki karşısında zaman zaman kamuoyu nezdinde zor durumlara da düşülmüştü. Oysa önemli olan, Genel Kurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak’ın sözlerinden de anlaşılacağı gibi orduyu eğitmekti. Çünkü PKK’nin niteliği ve özelliği belliydi. PKK sadece bir görünümdü. Özünde amaç; hem orduyu eğitmek, hem de K.Irak’ın önünü tutmaktı. Bu bölgede hemen her konuda söz sahibi olacak bir güç konumuna gelmekti. Bu nedenle tavır, gerek ülke içi, gerekse uluslararası gelişmelerin seyrine göre değişebiliyordu. Zaman zaman Apocular imha ediliyor, zaman zaman da dağ başlarında, mağara kovuklarında kalmalarına adeta göz yumuluyordu. Zaten Türkiye’ nin son 15 yıllık durumuyla ilgili kitap ve araştırmalar okunduğunda bu çelişkiyi görmek hep mümkün. Bir çok yazar ve gazeteci, helikopterlerin K.Irak’da PKK’lileri çoğu kez görmemezlikten geldiğinden, boş alanları bombaladıklarından bahsediyor.     Apocu provokasyonların işaret ettiği hedeflerden biri, K.Irak’la ilgiliydi. İran-Irak savaşı ve Körfez krizi sonrasında Saddam’ın bu alanda etinlik kuracak güçten yoksun oluşu, Türkiye’nin bu bölgeyle ilgili kaygılarını giderek arttırmış, buraya müdahale etmenin yollarını arayışa itmişti. PKK ise tam bu noktada başlattığı provokasyonlarıyla, devrimci-demokrat muhalefetin ezilmesi için köprü görevini oynamaya hazır olduğunu bildirmişti. PKK sayesinde bölgeye sayısız seferler düzenlenmiş, sonuçta Türkiye’nin onay vermediği bir çözümün Irak üzerinde hayata geçirme olanağının bulunmadığı, uluslararası planda kabul görmüştür. Bugün Türkiye, K.Irak üzerinde kendi bölgesiymiş gibi rahat ve iddialı konuşmaktadır. Bu ne anlama geliyor? Bu günümüz koşullarında aynı zamanda, K.Irak sorunu Türkiye’ nin de onaylayacağı bir tarzda çözümlenmedikçe, “PKK sorunu”nun bitmeyeceği anlamına geliyor. Çünkü PKK, Türkiye’de yapay bir sorundur. Bunun için Abdullah Öcalan’ın İmralı’da misafir edilmesi, PKK’nin bitirilmesinde fazlaca bir anlam ifade etmiyor. Tersine, bölgeye yönelik niyetlerin gerçekleşmesinde daha aktif bir rol oynacağını ifade ediyor.    K.Irak’ta yeni bir oluşumun sağlanmak istendiği bir anda, Öcalan’ın İmralı’dan yaptığı çağrı ilginçtir. Öcalan, PKK’ lilere geri çekilme emri veriyor. Üstüne üstlük bunu artık Suriye’den değil, İmralı’dan yapıyor. İnsanların konuşma, yazma, herhangi bir olumsuzluğu protesto etme olanaklarının çok kısıtlı olduğu ülkemizde, 30.000 insanın ölümünden sorumlu tutulan A.Öcalan, habire konuşuyor. Neredeyse PKK’yı İmralı’dan yönetiyor. Strateji ve taktikler geliştirmede fazla sıkıntılı olmadığı görülüyor. Herkes de biliyor ki, pratikte olsun ya da olmasın, böyle bir çağrının hadef gösterdiği nokta, Kuzey Irak’tır. Kaldı ki, PKK’nin geriye çekebileceği fazla bir adamı da yok. Ama önemli olan yine ortalığı karıştırmaktır. A.Öcalan hâlâ dostlar alış-verişte görsün misali içi kağıt dolu bir fileyi orta yerde sallıyor. Çünkü bağlı olduğu çevreler içi boş da olsa bu fileye ihtiyaç duyuyor. Nitekim açıklamasının hemen ardından, “PKK’liler silahlarıyla birlikte Kuzey Irak’a çekiliyorlar” yaygarası kopmaya başladı. Hatta konuşlandıkları yerlerin isimleri ve koordinatlarının dahi bilindiği söylendi. Doğal olarak kafalara şu soru takılıyor; madem ki gidecekleri yer tam biliniyor, o halde neden sınırda tedbir alınmıyor da PKK’lilerin sınırı geçmelerine izin veriliyor? Bir yandan çakıl taşı bile vermemekle öğünülürken, öte yandan sınırların böylesine yolgeçen hanına dönüştürülmesi düşündürücü değil midir? Süper güçlerden Rusya’ya ve gerektiğinde Avrupa’ya kafa tutacak kadar güçlü olduklarını iddia edenlerin sınır güvenliğini sağlamada böylesine aciz bir druma düşeceklerine inanmak oldukça zor. Ama mesele bu değil. Mesele, bilinen ninnilerle halkı biraz daha uyutabilmektir. Nasıl ki, “terörle mücadele” adı altında halkı 15 yıl boyu uyuttularsa, benzer bir yolla bu süreyi biraz daha uzatmak istiyorlar. Türkiye’de toplum bu ninniye alıştırıldı. Gerçi zaman zaman sıkıntılar da hissedildi. O durumda

Page 173: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

da plağın arka yüzü çevrildi, ama ninninin içeriği hiç değişmedi; PKK ve terör.    Nitekim A.Öcalan’ın İmralı’dan yaptığı çağrının ardından hemen sınır ötesi operasyonlara başlandı. Ama nedense tek bir PKK’ liye yine rastlanamadı! Sanki yer yarılmıştı da içine girmişlerdi. Olur olmaz kullanılan bu taktiğin suyu çoktan çıkmaya başladı. Artık “her yanımız düşmanlarla dolu” marşını dinlemek insanları sıkıyor.Türkiye’ de birileri de ısrarla ve inatla aynı marşı çalmaya devam ediyor. Bu suyu çıkmış taktiğe daha ne kadar başvurulacak onu bilemeyiz. Ama görünen odur ki, bir süre daha böyle gidilecek. Bunu biraz da Irak’ta yaşanan rejim sorunu tayin edecektir.    15 yıllık “düşük yoğunluklu çatışma”nın bir başka önemli hedefi,Türkiye’deki ilerici demokratik mücadeleyi geriletmek, Anadolu’nun zengin mozaik yapısını tanınmaz hale getirmek, Kürt halkını kendisine yabancılaştırmaktı. PKK burada da elinden geleni ardına koymamıştır. Daha önceki askeri darbelerin ardından görülen devrimci, demokratik yükselişin 12 Eylül sonrasında daha farklı geliştiğine tanık oluyoruz. Eskiden Türk-Kürt kardeşliği temelinde ortaya çıkan mücadele, bu kez tam tersine alabildiğine gelişen bir Kürt-Türk ayrımıyla boğuşmak zorunda kalıyor. Kürtler Türklere güvenmiyordu. Türkler de Kürtler’e kuşkuyla bakıyordu. Çifte baskı altında yerinden yurdundan edilen Kürtler, Batı’nın kentlerinde artık eskisi gibi sempatiyle değil, ayrımcılıkla karşılaşıyordu. Bırakın iş bulmayı, kiralık ev bulmada bile zorlanıyorlardı. Fabrikalarda, okullarda, sokaklarda kısaca hayatın her alanında ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmeye başlıyorlardı. Neden? Çünkü bir yandan Türk milliyetçiliği alabildiğine geliştirilmeye çalışılırken, öte yandan Kürt halkı her şeyin sorumlusu gibi gösterilmişti. Sanki yabancı işgal ordularıyla savaşılıyormuş gibi bir hava yaratılmış, milliyetçilik körüklenmişti. Oysa bu “çatışma” ortamının acı bedelini en fazla ödeyenler de Kürtler olmuştu. 30.000 insanın ölümünden bahsediliyordu. Resmi açıklamalara göre bunların 25.000’i zaten Kürttü. Geriye kalanların asker ve polis olduğu söyleniyordu ama belki bunların da önemli bir kesimi Kürttü. Çünkü Türkiye’de kökenine bakılmaksızın herkes askere alınıyor. Bu konuda resmileşmiş herhangi bir istatistik yoktur. Önümüzdeki süreçte açıklığa kavuşacağına inanmak da zor.    Öte yandan, Türkiye’de uygulanan bu haksız politikaya itiraz edenler, peşin hükümle PKK’li olarak lanse ediliyor, içeri tıkılıyordu. En küçük bir demokratik talep hemen terörizmle damgalanıyordu. İnsanların can güvenliği yoktu. Sokağa çıktığında ölmemek adeta tesadüfe kalmıştı. Çeteler ortalığı kasıp kavuruyor, kirli savaştaki rant kavgasıyla Türkiye uçuruma sürükleniyordu. Aydınlar, sanatçılar, yazarlar, işadamları sokak ortasında vuruluyor, önemli bir kesimi de içeri tıkılıyordu. Çetin Emeç, Uğur Mumcu ve daha birçok cinayetlerle olayların üzerine cesaretle gidenler korkutulmak isteniyordu. Kısaca, çeteler, derin devlet ve PKK’nin işbirliğiyle Türkiye, kimin elinin kimin cebinde olduğu belli olmayan bir dönemden geçiyordu. Türk olsun, Kürt olsun çoğu faili mechul cinayette PKK önemli roller oynuyor, ya direkt cina- yetin sorumlusu olarak ortaya çıkıyor veya diğer kesimlerden katillerin koruyuculuğuna soyunuyordu. Hatta bu dönemde işlenecek cinayetler üzerine islamcı odaklarla ortak bir plan geliştirdiği de bilinmekte.    Kirli savaşın bir diğer amacı; vur kaç ekonomisiyle tekelci sermayenin gücüne güç katmaktı. Tekelci sermaye son on yıl içinde öylesine güçlendirilmişti ki, devleti yönetir hale getirilmişti. “Bölücülük”, “vatan, millet ve Sakarya” sloganları altında kirli savaştan büyük vurgunlar vuruluyordu. Burjuvazi, emekçi yığınlar üzerindeki sömürüsünü katmerleştirerek sürdürürken, kendi içindeki çelişkilerin üzerini de bu yolla kapatmaya çalışıyordu. Hız, en kontrollsüz bir biçimde büyümeye ve sermaye birikimine verilmişti. “Vatanı koruma”nın yükü ise yine yoksul halka bindirilmişti. Emekçi yığınlar açlığın eşiğine her gün biraz daha yaklaştıkça, burjuvazi gücüne güç katmanın mutluluğunu yaşı- yordu. Türkiye, sanal savaş naralarıyla Balkanlar’da, Kafkaslar’da ve Ortadoğu’da Amerika’nın sacayağı haline getirilmişti. Yarattığı milliyetçi çoşkuyla hegomonyacı duyguları kabaran burjuvazi, adım adım bu alanlar üzerinde oynarken, bu bölgelerde “ben de varım, bensiz çözümü aklınızın ucundan bile geçirmeyin” diyecek kadar büyümüş, güçlenmişti.                           

Page 174: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

                                                  DIŞ ETKENLERİN ROLÜ     Elbette Öcalan ve PKK olayının 15 yıl gibi uzun bir süre devam etti- rilmesinin altında yatan nedenler sadece bu kadarla sınırlı değildi. SSCB’nin dağılmasıyla birlikte Balkanlar ve Kafkaslar’da ortaya çıkan gelişmeler de en az diğer nedenler kadar önemliydi. Bu bölgelerde ortaya çıkan gelişmeler, Türkiye’yi nasıl etkilemişti? Yine, bu bölgelerde halledilmiş gözüyle bakılan azınlık ve milliyet sorunlarının, Kürtler’deki kimlik sorununa yansımaları var mıydı? A.Öcalan ve PKK’nin bu yansımaya karşı set çekmede oynadığı rol neydi? Bu sorulara verilecek yanıtlar, 15 yıllık bir süreye neden ihtiyaç duyulduğunun bir başka açıdan izahı olacaktır.    Kafkaslar’da ve Balkanlar’da ortaya çıkan gelişmeler karşısında Batı Avrupa’nın bile şaşkınlığa sürüklendiği söylenebilir. Batı Avrupa, milliyetçiliğin toplumların gelişmesinde oynadığı rolü çoktan aşmış ve uluslaşmasını tamamlamış, sınır sorunlarını halletmiş, milliyet ve mezhep farklılıkları gibi sorunlarını büyük oranda çözümlemiştir. Ama gelişmiş endüstri ve sermaye gücüne rağmen, Balkanlar ve Kafkaslar’ daki dalgalanmalar karşısında başlangıçta gözle görülür bir tereddüt geçirmiştir. Batı Avrupa’nın kararsızlığı, ortaya çıkan milliyetçilikle siyasal hareket tarzını nasıl bütünleştireceği noktasında düğümleniyordu? Geçmişte Asya, Afrika ve Ortadoğu’ya dayattıkları ulus-devlet modelinde mi ısrar edeceklerdi, yoksa ortaya çıkan her ayrılma eğilimine destek mi vereceklerdi? Bir yol ayrımına gelinmişti. Güç ve deneyimlerini kullanarak Kafkaslardaki bağımsızlık hareketlerini desteklediler. Bu destekte rol oynayan esas neden, gelecekteki stratejik çıkarlarıydı. Balkanlar’daki parçalanmaları ise stratejik önemine göre desteklediler veya geçici uykuya bırakarak halletmeye çalıştılar. Geçmişte daha çok Ortadoğu’ya dayattıkları modeli Balkanlaşma şiarını önplana çıkartarak yapmak istediylerse de bunda pek başarılı olamadılar.    SSCB’nin yıkılışıyla birlikte Balkanlar’da ve Kafkaslar’da ortaya çıkan milliyetçi kasırgadan Kürt halkının etkilenmemesi düşünülemezdi. Türkiye’de, Kürt halkı üzerindeki asimilasyon politikası birçok engellerin yanısıra Sovyetler döneminde Erivan’ın kültür alanında yaptığı faaliyetlere ve Barzani hareketinin yıllarca geliştirdiği direnişe takılıyordu. Dolayısıyla Balkan ve Kafkaslar’da gelişen milliyetçi dalgalanmarın boyutları dikkate alındığında, ister istemez bu ayaklanmaların Kürt halkına yansımaları çok daha geniş boyutlu olacaktı. Türkiye de yaşanan şaşkınlığın nedenlerinden biri buydu. Beklenilmeyen taraftan gelen rüzgâra hazırlıksız yakalanılmıştı.    Türkiye bu bölgelerdeki gelişmeler karşısında sarsıntıya uğrayan ülkelerin başında geliyordu. Ayrıca bu bölgeler ve Ortadoğu üzerinde birbirleriyle rekabet içinde olan emperyalist güçlerin faaliyetleri paniğe yolaçmıştı. Bu panik farklı kültürleri hazmedememekten kaynaklanıyordu. Aslında demokrasi tüm kurum ve kurallarıyla işlerlik kazanmış olsaydı bu tür gelişmeler karşısında böylesi bir çelişkiyi yaşamayacaktı. Demokrasisi hâlâ kör topal yürüyordu. Üstelik bu konuda fazla bir çaba da harcanmıyor, demokrasiyi geliştirmemekte ayak diretiliyordu. Bu tutum ve anlayışla gelişmeler karşısında tutarlı bir tavır sergileyebilmek mümkün değildi. Cumhuriyetten buyana inkâr edilen Kürt sorunu beklenmedik bir anda ve farklı bir zeminde kendini dayatmıştı. Mevcut konumuyla ciddiye alınmama korkusunu sürekli içinde taşıyordu. Kaldı ki, milliyetçiliğin geliştiği Kafkaslar ve Balkanlar’da halklar birbirlerini inkâr etmiyordu. Oysa, Türkiye yıllardan beri Kürtlerin varlığını bile kabul etmemişti.    Bu durum karşısında kafalar, herzamanki gibi en kolaycı çözümler üzerinde yoğunlaşmaya başlamıştı. Bu “yaratıcı” kafalara göre dünya dönüyordu ama Kürt meselesi gündemleştiğinde herşey duruyordu. Yeni çözümler bulmak gerekiyordu.    Bulunan temel çözüm biçimlerine gelince;    Birincisi; Kafkaslar’da kabaran Türk milliyetçiliğini olduğu gibi Anadolu’ya yaymaktı.     İkincisi; Öcalan ve PKK provokasyonunu mümkün olduğunca geniş çaplı kılmak ve bundan sonuna kadar yararlanmaktı.     Bir yandan Avrupa Topluluğuna girmek için can atar gibi bir görünüm verilirken, bir yandan da toplumda milliyetçi duygu ve düşünceleri geliştirmenin çabası veriliyordu. Aslında bu dönemde Türkiye, Avrupa Birliği’ne girmede kesinlikle samimi değildi. Avrupa’nın kabul etmemesinden ziyade, kendisini henüz hazırlıklı görmüyordu. Çünkü Paris ve Köpenhag

Page 175: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

kriterlerinin ne anlama geldiği çok iyi biliniyordu. Aday olunduğu taktirde Köpenhag kararları doğrultusunda uygulamalara geçilmesi zorunluydu. Ertelenmesi için herhangi bir bahane gösterilemezdi.    Demokrasi ve insan haklarının geliştirilmesi de her zamanki gibi “erken” bulunuyordu. Yani bilinen mantıkla, toplumun aydınlanması, demokrasi ve insan haklarının geliştirilmesi “Türkiye’ye özgü demokrasi” bahanasiyle sakıncalı görülüyordu. Onca yıldır uygulandığı iddia edilen serbest pazar ekonomisine rağmen, “halka neyin, ne zaman gerekip gerekmediğini yönetim bilir” anlayışı henüz sürüyordu. Elbette bu mantık ve anlayışın devam ettirilmesinde rol oynayan esas nedenlerden biri, Kürt sorunuydu. Bu soruna istenilen doğrultuda yön verecek bir güce ulaşılamadığı sürece, Avrupa Birliğine girme sakıncalı bulunuyordu.     Bu nedenle Kafkas ve Balkanlar’daki milliyetçi gelişmelere paralel olarak Anadolu’nun dörtbir köşesinde adeta yeniden bir Türk kimliği arayışı içine giriliyordu. Türk milliyetçiliği en ilkel biçimlerle ve tamemen çağdışı bir anlayışla açığa vuruluyordu. Artık “ne mutlu Türküm diyene” sloganı dahi yeterli görünmeyip, “ne mutlu Türk olana” sloganı önplana çıkarılmıştı. Gelişmemiş ve uluslaşma sürecini tamamlayamamış olmanın tüm kompleksleri kendisini gösteriyordu. Bin yılların Anadolu mozaiği, acımasız yöntemlerle yokedilmek isteniyordu. Modern çağın gelişmelerine tipik bir köylü zihniyetiyle karşı duruluyordu. Olmadık kahramanlık hikayeleri ve yine olmadık kahramanlar yaratılmıştı.Sokaklar artık“Büyük Türkler”den geçilmez olmuştu. Oysa bu türden ilkellikler ne Kafkaslarda, ne de Balkanlar’da görülmüştü. Bir Gürcüden, bir Ermeniden, bir Kürtden doğma adeta suç unsuru haline gelmişti. Türk olmayan milliyetlerden doğmama ise insanların elinde değildi. Tüm halklar için geçerli bu durum, Anadolu için daha bir anlamlıydı. Anadolunun bin yıllık önlenemeyen bir gerçeği ve özellikle de ayrıcalığıydı.İşte kitleler böylesi akıl almaz paradokslarla karşıkarşıya bırakılmıştı. Bir dönem Ermeni-Yezidi-Kurmanç üçlüsü ile ve zaman zaman da alevilerle sunniler arasında oynanan oyunlar, bu yıllarda tekrar sahneye konulmuştu.     Ama bu sefer oyunlar sadece Doğu ile sınırlı bırakılmamış, neredeyse Türkiye çapında oynanmaya başlanmıştı. Karadeniz ve Akdeniz’ de geliştirilen provokasyonlar bunun açık örnekleriydi. Akdeniz ve Karadeniz’de alevilerin yoğunlukla yaşadığı bölgeler, hiçte tesadüfi seçilmiş bölgeler değildi. Balkanlar ve Kafkaslar’daki milliyetçi ve dinsel ayrılıkçılığın bu bölgelere yansımasının önü, bu provokasyonlarla alınmak istenmişti. Uygulanan; zayıf yönetimlerin korku salma politikasıydı. Farklı kültürleri ve farklı mezhep gruplarını zorla bastırma taktikleriydi. Çete, mafya, PKK ve bunların devlet içinde yuvalanmış siyasal destekçileri ülkemizi tapulu arazisi haline getirmişlerdi. PKK’ nin ikide bir “Karadeniz”, “Akdeniz” dosyaları açması, derin devletin bilgisi ve işbirliği dahilindeydi.     Bu dönemin tipik özelliği; bir yandan olmadık sinsi planlarla kitlelerde Türk-İslam ideolojisini geliştirme, öte yandan da cumhuriyeti koruma adına baskı ve şiddet politikasının dozunu alabildiğine arttırma olarak özetlenebilir. Kemalizm ve laiklik zırhı arkasına sığınılarak devleti koruma adına, zaten bir türlü yükseltilemeyen demokrasi ve özgürlüklerin çatısı durmadan aşağıya çekiliyordu. Oysa, cumhuriyeti korumanın yolunundemokratik hak ve özgürlükleri geliştirmekten geçtiği çok iyi biliniyordu. Egemen güçler bol bol cumhuriyet savunuculuğu yaparken, sözbirliği etmişcesine demokrasiyi genişletmenin gerekliliği üzerinde durmamayı temel almışlardı. Çünkü gelişmiş demokratik bir ortamda, çapulculuğu sürdürme olanağı yoktu. Demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerden yoksun kılınmış kalaslar üzerinde duran bir cumhuriyet işlerine daha çok geliyordu. Kemalizm ile ümmet toplum anlayışını çakıştırmaya yönelik faaliyetler başka türlü yürütülemezdi. Dolayısıyla solun başında balyoz hiç eksik edilmiyor, devrimci-demokrat kitle örgütlenmelerinin haksızlığa karşı her çıkışı şiddetle bastırılıyordu. Aydınlar üzerinde acımasız bir terör estiriliyordu. Düşünme, düşündüklerini kaleme alma suçların en büyüğü sayılıyordu. Teröre karışmayanlar neredeyse potansiyel suçlu kabul edilmişti. Bu nedenle de, bu dönemde faili meçhul cinayetlere kurban giden aydınların sayısı oldukça yüksekti. Bunlar ve benzeri uygulamalar; korkak, bencil, gelişmeler karşısında bağımsız insiyatif koymaktan uzak, korunmacılığa alışmış bir burjuvazinin sergileyebileceği tavırlardı.     İşte böylesi bir geçiş döneminde PKK’ye ihtiyaç vardı. PKK, yığınların dikkatlerini dağıtmanın, egemen güçlerin çirkefliklerini örtülemenin, hak arama ve düşünce özgürlüğünü

Page 176: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

bastırmanın bulunmaz bir aracıydı. Milli gelirin kişibaşına dağılımının 3000 dolar olduğu toplumlarda bu tür acımasız entrikaların çevrilmesi, dolayısıyla anti-demokratik uygulamaların ciddi engellerle karşılaşmaması pek şaşırtıcı olmasa gerek.     Egemen güçlerin izlediği seyre bağlı olarak PKK’nin de eşzamanlı bir biçimde aynı taktikleri ve yöntemleri izlemesi beklenen bir durumdu. Abdullah Öcalan, SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte artık sosyalizm maskesini bir tarafa bırakıyor, yerine islamcı maskeyi takıyordu. İslamcı fırtınaların hızına kapılarak hemen tüm konuşmalarında ve demeçlerinde islamcı düşünceyi işlemeye başlamıştı. 90’lı yılların başından itibaren güdümlü birçok islamcı grup PKK’nin yedeğine verilmişti. Sosyalizmi eleştirilip yerden yere vuran A.Öcalan, kendisini son peygamber olarak ilan etmeyi de ihmal etmiyordu. Hatta zaman zaman peygamberlikle yetinmeyi az buluyor, tanrılığa kadar yükseliyordu. Bunu müritlerine onaylatmaktaysa hiç zorlanmıyordu;      “Hiç bir felsefi tanımlama veya teorik yargı, tek başına Abdullah Öcalan’ı tümüyle kendi kapsamına alacak bir genişliğe sahip değildir. (…) bunun anlaşılması için ise, deyim yerindeyse insanın bugünkü sistem çerçevesi dahilinde oluşmak zorunda bırakılmış bir anlama gü- cü yetmemektedir. (…) Başkan Apo’nun gerçeği, sadece onun sözle dile getirdiği teorik literatürün toplamı bir gerçek olmaktan son derece uzaktır ve bu türden bir yargı olayın anlaşılmasında eksiklik yaratmaktan da öteye, oldukça yanılgılı sonuçlara götürecektir.(…) Onun tanrısal bir güç olarak değerlendirilmesinin en başlıca bir sebebi de,onun anlaşılmasının zorluğundan kaynaklanmaktadır.”(15)     Böylesine anlaşılmaz saçmalıkları aktarmak zorunda kalışımız elbette hoş bir durum değil. Ama ıslam gizemciliği adına Apocu kafaların nasıl bir mantık silsilesine sahip olduklarını anlamak açısından iyi bir örnektir. Gerek yerel, gerekse genel seçimlerde islamcı parti ve gruplarla işbirliğine niçin gittikleri şimdi daha kolay anlaşılıyor. Hatta bazı adaylar için para karşılığı oy avcılığı yaptıkları da biliniyor.    Sadece islamcılığın değil, Türk milliyetçiliğinin alabildiğine pohpohlandığı dönemlerde A.Öcalan ve PKK’nin de aynı şekilde milliyetçi propaganda ve ajitasyona hız verdiğini görüyoruz;    “Türk boy beyleri Ortadoğu’ya yönelişlerinde ve sınıflı toplumda mesafe alışlarındaki bu feodelleşmedir- görüyoruz ki, başkalarının top- raklarını işgal etmek kadar, insanlarını ve tabii ki kadınını da köleleş- tiriyorlar. Halihazırda halen etkilendiğimiz dünya, oluşan kişilik bunun sonucudur. Kadının bir meta konusu haline getirilmesinde Türklerin Ortadoğuya yayılmasının çok ciddi bir rolü vardır…”(16)     Azgınca geliştirilen Türk milliyetçiliğine paralel olarak A.Öcalan da sahte Kürt milliyetçiliği yapmış, halklar arası düşmanlıkları körüklemek için elinden geleni ardına koymamıştır. Kürt kadının ezilmişliğini ve çağımızda hak ettiği yere gelememiş olmasını, Türk halkının varlığına bağlayacak kadar dengesizleşmiştir. Sadece Kürt kadınının değil, genelde kadınlar üzerindeki baskıyı tarihi süreç içindeki üretim ilişkilerinden ve sosyal gelişmelerden bağımsızlaştırarak, Türkler’in Anadolu’ ya yerleşmesine bağlayacak kadar zırvalamıştır. Elbette bunları durup dururken ortaya atmamıştır. Onun tüm çabası, egemen güçlerin dönemlere göre geliştirdiği konseptleri, aldığı sorumluluk düzeyinde harfiyen uygulamak olmuştur. Buradaki görevi de Türk milliyetçiliğini tamı tamına taklit etmekti. Daha doğru bir deyişle, Türk milliyetçiliğinin Doğu’da yaygılmaşmasına hizmet ederek, Kürt kimliğinin bastırılmasına yardımcı olmaktı.     Demokrasinin geliştiği ülkelere baktığımızda toplumun sorgulayıcı olduğunu görüyoruz. Amerika’da Buch ve İngiltere’de Margaret Theatcher hükümetleri, Körfez savaşında birkaç asker kayıbıyla sınırlı kaldıkları halde, sırf savaş yanlısı tutum takındıklarından dolayı iktidarlarından oldular. Ülkemizde ise insanlar bırakalım hesap sormayı, küçümsenmeyecek bir kesim marşlar eşliğinde savaş kışkırtıcılığına alkış tutmuştur. Bu durum, yerine oturmamış, uluslaşmasını henüz tamamlayamamış toplumlara özgüdür. Yani toplumun sanayileşmesiyle, kalkınmışlık ve eğitim düzeyi ile ilintilidir. Orta öğrenimi bitirmiş gençliğin yarısına yakın sayılacak bir bölümü İmam Hatip okullarından mezundur. Aktif olan işgücünün neredeyse yüzde seksenine yakın bir kesimi ilkokul diplomalıdır. Lise mezunları içinde üniversiteye devamedenlerin oranı henüz yüzde yirminin altındadır. Mesleki eğitim hiçe sayılmıştır. Halk her türlü sosyal güvenceden uzak, asgari ücretin altında, günlük ekmek parasına çalışmaya mahkum edilmiştir. Böyle bir toplumda şiddetin kutsanır hale getirilmesine şaşmamak gerekir. Nitekim, azgın ulusal milliyetçilik, daha

Page 177: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

çok emekçi sınıfların lumpen kesimlerinde etkili olmuştur.Türkiye’de 1980’lerden buyana köylülüğün içinde bulunduğu durum ve göçlerden dolayı büyük kentlerin kenar mahallelerinde yoğunlaşan nüfusun ekonomik ve sosyal koşulları düşünülürse, bu tarz bir milliyetçiliğin gelişip güçlenmesi doğaldır.     Birçok alanda çağdışı koşulların egemen olduğu ülkemizde, PKK gibi bir maşanın ortaya çıkıp kitleler üzerinde terör estirmesi kolaydır. PKK’nin bir dönem için yerine getirdiği yükümlülüklerin doğurduğu sonuçlar bilince çıkartılırsa, niteliği de çok iyi kavranır. Bugün PKK torbasının ağzı büzülmeye başlanmıştır, sıkılması ise daha çok Kuzey Irak’ taki gelişmelere ve derin devlet diye ifade edilen güç odaklarının devlet içinden tamemen sökülüp atılmasına, yani siyasi erkte ayrışmanın netleşmesine bağlıdır.     İşte saydığımız bütün bu nedenlerden ötürü egemen güçlerin 15 yıl gibi uzun bir süreye ihtiyacı vardı. A.Öcalan ve PKK’nin sunduğu hizmetler sayesinde bu sürenin en iyi biçimde değerlendirildiği söylenebilir.                                SERHİLDANLAR YUTTURMACASI     Serbest pazar uygulamalarına geçilmesiyle birlikte yoğunlaşan sınır ticareti yeni gelişmelerin habercisi olma özelliğini taşıyordu. Yine, K. Irak’ta yürütülen mücadelenin olası etkileri, egemen kesimleri düşündürmeye başlamıştı. Gerçi bu yönlü tedbirler çok önceden alınmıştı ama alınan bu tedbirlerin derinleştirilerek sürdürülmesi gerekiyordu. Bahsettiğimiz bu tedbirlerin önemli halkalarından birini oluşturan PKK, 90’lı yılların başından itibaren bir de bu yönlü hizmetler vermeye baş lamıştı. Şırnak, Cizre, Nuseybin vb. yörelerde sınır ticaretinin yoğunlaşması ve bu ticari ilişkilerin sürdürülmesi süreci içinde K.Irak’tan muhtemel etkileşim, PKK’nin devreye girmesiyle engellenmişti. Yani ortaya çıkması muhtemel bir kimlik sorunu arayışının önü daha başlamadan alınmıştı. PKK’nin “serhildanlar”diye yutturmaya çalıştığı şey, aslında derin devletin bilinçli uygulamalarından başka birşey değildi.Amaç; hem K.Irak’tan muhtemel bir etkileşimi engellemek, hem de bu süreç içinde sınır ticaretine çete ve mafyanın egemen olmasını sağlamaktı. Nitekim bu konuda 92’den itibaren büyük başarı sağlanmış, geçimini sınır ticaretiyle sağlayan kesimler haraca bağlanmıştı. Derin devletle işbirliği halinde bu pastadan önemli pay alanlardan biri de PKK, yani Abdullah Öcalan olmuştu. Aynı zamanda bu süreç için- de yatırımcı burjuvazinin gelişmesi engellenmiş ve talancılığın egemen kılınması bizzat PKK aracılığla başarılmıştı. Abdullah Öcalan’ın, yörenin büyük feodal beyleriyle, aşiret reisleriyle ve mafya liderleriyle yürüttüğü görüşmeler sonucunda sınır kapıları bölüşülmüştü. “Serhildanlar”,bahsettiğimiz bir de bu karanlık ilişkileri örtülemede kullanılan araçtı. 18 Nisan 1998 seçim sonuçları da “halk hareketi” diye yutturulmaya kalkışılan olayların kimler tarafında düzenlendiğini açık biçimde göstermektedir. “Kale” olarak nitelenen birçok kaza ve beldede MHP, birinci parti durumuna yükselmiştir.     Aynı oyunlar kısa bir dönem için Karadeniz’de de yürürlüğe konulmak istenmişti. PKK’nin “Karadeniz Dosyası” açtığı dönem, bölge halkının büyük çalkantılar içinde bulunduğu bir döneme denk gelmekteydi. Özellikle kırsal kesimde sisteme karşı gelişen bir muhalefet vardı. Halk bir yandan ürünlerine yüksek taban fiyatlar isterken, bir yandan da devlete sattığı ürünlerin parasını alabilmenin mücadelesini vermekteydi. Diğer alanlarda olduğu gibi işsizlik, yoksulluk ve göç bölgenin en büyük sorunuydu. Köylülerin sattığı ürünler, banka ve kooperatiflerden aldıkları kredilerin faizlerine yetmiyordu. 60-70’li yılların köşebaşı faizcileri ve vurguncuları, ipotekçileri işbaşına geçmişti. Küçük işletmeler ve esnaf arka arkaya kepengler indirmeye başlamıştı. Hükümet sorumluları bölgeye seyahat edemez hale gelmişti. Halk geniş katılımlı protesto ve mitinglerle sesini duyurmaya hazırlanıyordu. 68-70 dönemi adeta yeniden gelmek üzereydi. Ayrıca ekonomik ve sosyal koşullardan kaynaklanan sorunlar, kısa sürede halledilecek sorunlar değildi. Derin devlet bu durumdan yararlanmak için kolları sıvamakta

Page 178: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

gecikmemişti. Emirlerine amade olan PKK, her yerde olduğu gibi Karadeniz’de de imdadlarına yetişmişti. İki-üç çapulcusuyla Karadeniz’de olduğunu hergün TV ekranlarından duyurmaya başlamıştı. Bu arada Gürcü-Laz, Gürcü-Türk ve alevi-sunni vb. yapay çelişkiler de sürekli körükleniyordu. Bu yolla Kafkaslar, Rusya Federasyonu ve Avrupa’ya yönelik ticaret yolları tutulmak istenmişti. Geliştirilmek istenen provokasyonlar, mafyanın, çetelerin ve bu arada A. Öcalan’ın daha büyük kârlar ve kazançlar sağlamasına yarayacaktı. Amaçları uzun süreli bir provokasyon geliştirmekti ama başaramadılar. Karadeniz tamamen farklı bir yapıdaydı. Bölge hassas dengeler üzerine kurulmuştu. Yöre halkının uyanıklığı ve siyasal gelişmelerin farklı boyutlar kazanması sonucu, bölgede geliştirilmek istenen provokasyonların önü erkenden alınmıştı.    Uygulanan yöntemler başka ülkelerde toplumun altüst oluşuna neden olacak kadar tehlikeli yöntemlerdi. Öyleyse derin devletin bu kadar geniş çember içinde hareket etmesine aktif tavır neden alınmamıştı ? Açık ki, egemen güçler, PKK ve Abdullah Öcalan aracılığıyla siyasal hedeflerine ulaşmayı amaçlarlarken asıl güvendikleri şey, Kürtler’in bir kimlik arayışı içinde olmamalarıydı. Daha başka bir ifadeyle, kimliğini bulmuş bir toplumla karşı karşıya olmadıklarının bilincindeydiler. Toplumun kimlik arayışından çok, daha iyi bir sosyal yaşam peşinde koştuğunu çok iyi biliyorlardı. Aydınların da toplumu etkileme gücünün oldukça sınırlı olduğunu bilmek için kâhin olmaya gerek yoktu. Serbest pazar ekonomisine geçildiğinden bu yana özellikle sosyolojik araştırmalara hız verilmesi boşuna değildi.     Bunları söylerken, Kürtler’in tamamen bu yönlü çabaların dışında kaldığı elbette iddia edilemez. Örneğin; yaygın bir okuyucu kitlesi olmamasına karşın, bilinen bu çabalar sonucunda yayınlanan Kürtçe kitaplar artmıştır. Kürtçe kasetler çoğalmıştır. Televizyonlarda hiç çekinilmeden ”ben Kürdüm” denilmeye başlanmıştır. Eskiden bırakalım televizyon ekranında, Batı’nın her hangi bir şehrine gidildiğinde bile ”Kürdüm” demekten korkulurdu. Şalvar veya puşuyla pek fazla gezilmezdi. Bunlar aşağılanmanın bir gerekçesi olarak görülürdü. Kimilerince basit gözükse de, bu tür aşamalar bir halkın kimlik mücadelesinde önemli noktalardır. Örnekler çoğaltılabilinir. Ama tüm bunlara rağmen, Kürtler kimlik için mücadele eder konumda değildi. Çabalar, her bölgede olduğu gibi daha çok ekonomik ve sosyal sorunları aşma çabalarıydı.    Yeri gelmişken sorunu biraz daha açmakta yarar var.                                   ABARTILAN KİMLİK SORUNU              Derin devlet desteğinde Öcalan ve takımı ellerine tutuşturulan projeleri hayata geçirmeye çalışırken, herşeye rağmen karşılaştıkları ciddi sorunlar da vardı. Hedeflerine ulaşmak için uyguladıkları yöntemlerin bir çok noktada ters tepişi sözkonusuydu. Özal’ın tek başına iktidar olduğu dönemde, hızlı ve kontrolsüz bir biçimde uygulamaya koyduğu serbest pazar ekonomisi, Doğu ve Güneydoğu’da daha yıkıcı bir hâl almıştı. Yoksulluk ve sefalet Batı’ya oranla daha yaygın bir haldeydi. Bütün bunlara rağmen, milliyetçi duygular ve kimlik arayışının yerini farklılıkların yontulması almıştı. Bunda gerek yoğun biçimde Batı’ya göçün getirdiği olanakların, gerekse de aydınlanma ve bilinç düzeyinin daha çok orta sınıflar arasında gelişmesinin rolü vardı. Ayrıca PKK’nin topluma yönelik terör politikasında Türk milliyetçiliğinin propaganda ve ajitasyon yöntemlerini temel almasının da önemli et- kileri olmuştu.    Aynı döneme denk gelecek biçimde, 80’li yıllar boyu geliştirilen serbest pazar uygulamaları, etkisini, daha net biçimde 90’lı yıllarda vermeye başlamıştı. Ulaşım, eğitim, haberleşme ve ticaret alanlarında yaşanan gelişmeler, Kürt toplumunun da dünyaya açılmasını sağlamıştı. Bu anlamda Balkanlar’da ve Kafkaslar’da esen milliyetçi rüzgârların, kendisini, aynı biçimde Türkiye üzerinde göstermesi mümkün değildi. Türkiye’de bunun etkisini azaltacak ciddi sosyal gelişmeler vardı. Aynı döneme denk düşecek biçimde Kürtçe gazeteler, kitaplar yayınlanıyor, Kürtçe türküler serbestçe söyleniyordu. Kürtçe basılan kitaplar, gazeteler ve kasetler sayı olarak artmıştı ama satış oranları oldukça düşüktü. Hatta maliyetlerini karşılamaktan dahi uzaktı. Kürtçe basın ve yayın alanında karşılaşılan bu durum, aslında şaşırtıcı değildi. Durumu sadece baskı ve

Page 179: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

korku nedenleriyle açıklama, sorunu en ucuz bir yöntemle savuşturmadır. Elbette Kürtçenin eğitim-öğretim dili olarak kullanılmaması ve yasak olması bir nedendir, ama bunu her türlü gelişmenin önünde tek başına belirleyici olarak görme de yanlıştır.     Yine Doğu’dan Batı’ya milyonları bulan bir göç dalgası yaşanmıştı. Ama aynı dönemde büyük kentlere iç bölgelerden de büyük göçler vardı. Doğu’dan gelen göçlerle iç bölgelerden gelen göçler büyük kentlerde aynı kaderi paylaşmaktaydı. Paylaşılan da, yoksulluk ve sefaletti. Sanayideki gelişmeyle orantısız yaşanan göçün zaten paylaşacağı pek fazla bir şey yoktu. Çünkü göçler gelişen sanayinin kat kat üstündeydi. Böylesi koşullarda Kürtlerin kimlik arayışı peşinde koşmaları beklenemezdi. Nitekim Batı’ya göç eden Kürtler arasında kimlik arayışına yönelik bir gelişme de yaşanmamıştı. Buna rağmen PKK’yi Türkiye’de olan biten tüm olumsuzlukların kaynağı olarak tanımlama, egemen çevrelerin işine geliyordu. Böylece ezilen emekçi yığınların her eylemi, demokrasinin geliştirilmesi için yürütülen her çaba daha kolayca boşa çıkarılıyordu. PKK, egemen güçlerin elinde, devrimci demokratik mücadeleye karşı kullanılan sihirli bir değnek gibiydi. Egemen güçler açısından yönetim adeta sorunsuz hale getirilmişti. Yönetime gerekli olan “dikensiz gül bahçesi” Öcalan ve güruhu tarafından yaratılmıştı. Böylece en önemli görevlerinden birini daha başarıyla yerine getirmişlerdi.    Orta sınıfların da Kürt sorunu diye bir sorunlarının olduğu söylenemez. Aydınlanma, bilinç ve kültür bakımından gelişkin olanlar da bu kesimlerdi. Sorunu bu biçimiyle önplana çıkarmaya çalışanlara zaten olumlu bir gözle bakılmıyordu. Bu kesimlerin içinde yer alan bürokratlar, esnaflar, küçük üreticiler vb. ekonomik zorluklar içinde çırpınıp, günlük yaşamını devam ettirmenin çabasını veriyordu. Ayrıca, dünyadaki gelişmeleri izledikce kimlik arayışından çok, daha iyi bir sosyal yaşam çabasına yöneliyordu. Biraz palazlanmış durumda olanlar ise, daha fazla kazanmanın ve çağa uygun modern yaşantı sağlamanın peşinde koşuyordu.       Gelişmekte olan burjuvazi ise daha fazla kâr etmeyi, büyümeyi, holdingleşmeyi hedef olarak önüne koymuştu. Bölgede büyümeye ve gelişmeye başlayan burjuvalaşma artık direkt Avrupayla ilişki içine girmişti. Bu anlamda ne “alt” ne de “üst” kimlik diye bir sorunları yoktu.     Egemen güçlerden feodallere gelince; bunların eskiden bu yana olan tavır ve anlayışlarında hiç bir değişiklik olmamıştı. Bu kesimin verdiği tek kavga hızla burjuvalaşma arzusundan başka birşey değildi. Bütün çabaları; serbest pazarın sunduğu olanakları devlet ve bürokrasiyle olan bağlantılarıyla birleştirerek bir an evvel burjuvalaşmaktı. Feodallerin önemli bir çoğunluğu, paralarıyla şehirlerde ev satın alarak sadece keyfe bakan feodaller olmaktan çıkmıştı. Banka kredileriyle beslenmede fazla zorluk çekmediklerinden, sanayi yatırımlarına, işletmelere el atarak veya Batı’da ortaklıklar kurarak burjuvalaşıyorlardı. Böylesi bir geçişle sanayici olup olmayacakları ayrı bir tartışma konusudur. Ama kabul etmek gerekir ki, Avrupa anlamında bir burjuvalaşma da hayalciliktir.     Yoğunlaşan kapitalist ilişkiler içinde Hakkari, Şırnak ve Van gibi geçmişin en katı feodal ve aşiret ilişkilerinin hüküm sürdüğü bölgelerde bile ekonomik ve sosyal alanlarda çok ileri gelişmeler ortaya çıkmıştı. Artık bölgede kırsal kesime kadar rock ve pop müziği dinlenir hale gelmişti. Katı feodal gelenekler önemli oranda aşınmaya başlamıştı. Bunun yanısıra, serbest pazar uygulamalarıyla birlikte aşiret ilişkilerinin de geçmişten daha yoğun bir tarzda çözüleceği umulmuştu ama bir ölçüde tersi oldu. Çünkü PKK’nin halk üzerinde geliştirdiği terör karşısında aşiretler varlıklarını ve çıkarlarını ayakta tutacak arayışlar içine girmişlerdi. Bu da daha çok aşiretler halinde köy koruculuğuna yönelme olarak kendini göstermişti. Köy koruculuğu ister istemez toplumun aşiretsel bölünmüşlüğünü pekiştiren bir etkiydi. Korucu aşiretler, devlet tarafından sağlanan ekonomik olanaklarla daha iyi bir sosyal yaşam düzeyine ulaşıyor, ama diğer taraftan toplumun gelişmesinin önünde engel olan aşiretsel yapının da ayakta kalmasını sağ- lıyordu. Bölünmüş bir toplumda ciddi bir kimlik kavgasının olmayacağı açıktır. Böylece iki zıt çelişki bir arada yaşandı diyebiliriz.     Bölgede 80’ler sonrası pazar ilişkileri doğal seyrinde gelişmiş olsay- dı aşiretlerin çözülmesi hem daha hızlı seyredecekti, hem de daha bilinçli kimlik arayışı içine girilecekti. Ama PKK böylesine çelişkili bir sürecin gelişmesine neden olduğundan, toplumun çağ dışı aşiret ilişkileriyle bölünmesini pekiştirmiş oldu. ANAP’ın tek başına iktidar olmasıyla başlayan bahsettiğimiz bu süreç, PKK engeline takılmamış olsaydı, belki çok daha farklı, ileriye yönelik sonuçlara yol açacaktı. Her şeyden önemlisi, özelde işçi sınıfı, genelde sivil toplum hareketleri

Page 180: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

daha ileri düzeylerde seyredecekti. Dolayısıyla egemen güçler de kolay yönetilen bir toplumla karşı karşıya olmayacaklardı. Ama A.Öcalan ve PKK provokasyonları sürecin yönünü sürekli egemen güçlerin lehine tutmayı başarmıştı. 24 Ocak kararları nasıl cuntayla uygulamaya konulmuşsa, sonuçlarının toplanması da PKK sayesinde olanaklı hale gelmişti.    Bu arada aydınların durumuna değinmekte de fayda var. Aydınlar adeta apansız yakalanmıştı. Önemli bir kesimi hâlâ sömürge teorileri üzerinde kafa yorarken, bir kısmı da “alt kimlik” tanınması gibi ne olduğu belli olmayan uğraşlar içindeydi. Özellikle alt kimlik sorununa büyük kent aydınlarının bir kısmı da katılmıştı. Diğer bir kesimi ise PKK’nin niteliğini, işlevini çok iyi bilmesine karşın çok ciddi yanılgılara düşerek, “bunları kullanarak belki birşeyler koparırız” sevdasına düşmüştü. Bu aydınların içinde, Öcalan’ın ajanlığı ve provokatörlüğü konusunda geçmişte mangalda kül bırakmayanların bulunması, bir başka renk cümbüşüydü. Akıllarınca kulanmaya kalkıştılar ama, kimi kime karşı kullandıkları üzerinde hiç kafa yorma zahmetine katlanmadılar.    Denilebilinir ki aydınlar,Türkiye’de 80’li ve 90’lı yılarda ortaya çıkan her alandaki değişimleri, özellikle SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte ortaya çıkan uluslararası gelişmeleri yeterince kavramaktan uzak kaldılar. Sonuçta potansiyel bir güç konumuna gelemediler. Önemli bir kısmı DEP’te olduğu gibi, PKK’ nin provokasyonuna gelerek egemen güçlerce tam zamanında kullanıldılar ve tamemen saf dışı bırakıldılar. Türkiye’de egemen güçlerin estirdiği terörü herhalde yeterli bulmamış olacaklar ki, PKK aracılığıyla büyük tekelci güçlerin sosyal demokrasiyi ve sol’u tasfiye politikasının aleti oldular.     Zaten aydınları yanlış düşüncelere sürükleyen nedenlerin başında, DEP ve daha sonra HADEP’in durumu geliyordu. Bu partilerin Doğu ve Güneydoğu’da az da olsa oy toplaması yanılgıların asıl kaynağı oldu. Oysa bu durum toplumun beklenilen doğrultuda bir kimlik arayışı içine girdiğini göstermiyordu. Gerçekte, kontrolsüz geliştirilen serbest pazar politikasının getirdiği açlık ve sefaletten etkilenen kesimlerin sisteme duyduğu tepkiyi ifade ediyordu. Dikkat edilirse, bu partilerin oy topladığı bölgeler, kişi başına milli gelirin en az olduğu bölgelerdir. Yani; yoksulluğa ve sefalete itilen, kapitalist üretimle yeterince ilişki içine girememiş kesimlerin terkedilmişliğini hatırlama durumu vardır. Bu da daha çok içe kapanmayı ve yöresinden çıkışlara destek vermeyi getirmiştir. Ayrıca, biraz da şark kurnazlığıyla Kürtlüğünü hatırlatırsa devletten bir şeyler kopartacağına inanarak geliştirilen bir hareket tarzı vardır. Toprağa bağlı küçük üreticiliğin, köylülüğün tipik özellikleri sergilenmiştir. Yoksa bilinçli kimliğini vurgulayan, milliyet farkını gözeterek eşit haklara sahip olmak için kullanılan oylar değildir.     Peki kimlik olayını önplanda tutarak oy kullanan yok muydu? Açıkça söylemek gerekirse, bunların oranı yüzde bir bile değildir. Çeşitli biçimlerde devletin kolluk kuvvetlerince baskıya uğramış, çocukları ve yakınları hapishanelerde olan aileler bile, bilinçten uzak, daha çok kin alma duygusuyla DEP ve HADEP’e oy vermiştir.     DEP’e ve HADEP’e oy verilmesinin altında yatan bazı başka nedenler daha vardı. Bunların başında hem direkt devletin, hem de PKK’ nin baskılarından bunalmış kesimlerin üçüncü bir yol arayışı içinde olmaları geliyordu. Milyonları bulan Kürt göçüne rağmen azda olsa Batı’da oy toplamaları yine yapılan bu baskılara karşı duyulan serzeniştir. Ayrıca bizzat egemen güçlerin şöven politikalarından ve propagandalarından bıkan kesimlerden bir kısmı da son seçimlerde HADEP’e oy vermiştir. Bu da kitlelerce geliştirilen bir protesto biçimin- den başka birşey değildir.    Bu her iki partinin de konjoktörü değerlendirmeden uzak oluşları kitlelere mal olmalarını engellemiştir. Bugün HADEP halkın verdiği mesajları almaktan, halkın nabzını tutmaktan çok uzak olduğunu her yönüyle göstermiştir. PKK’yi oy toplamanın aracı olarak görme gibi büyük bir yanılgının içine düşmüştür. Kendi ayakları üzerinde durabilecek bir örgütlenmeden yoksundur. PKK’ye, yani teröre bulaşmamış aydınlar sırf düşüncelerinden dolayı hapishanelere tıkılırken, yine yasal sınırlar içinde hareket eden bazı Kürt partileri kapatılılırken, HADEP biraz düşünmek zorundaydı. Kaldı ki bu, demokratlığın da bir ölçütüdür. Derin devletle ve uluslararası istihbarat örgütleriyle fingirdeşen PKK ile olan işbirliği üzerine kafa yorma zahmetine katlanmalıydı. Adı sıkça PKK’yle anılmasına rağmen kendisine tanınan ayrıcalığın nedenleri üzerinde durmalıydı.     Derin devletin çıkarı, demokrasi ve insan haklarının önündeki engellerin kaldırılmasından,

Page 181: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

çağın ihtiyaçlarına cevap verecek bir düzeye getirilmesinden geçmiyor. Varlık nedeni, baskı ve şiddet politikasının sürekli kılınmasına dayanıyor. HADEP’in ömrünün uzatılmasındaki sır işte budur. Bu nedenle, Abdullah Öcalan’ın ifadesi ve mahkemedeki itiraflarına rağmen HADEP hakkında herhangi bir hukuki işlem yapılmamasını normal karşılamak gerekir. Çünkü PKK-HADEP ilişkilerinin devamı, Türkiye’de demokratik gelişmelerin önüne oturtulmuş bir tampon olarak kullanılmaktadır. Bunun için PKK’ye ve yardımcılarına meydanlar serbest bırakılmış, bilinçli bir politikayla çoğu kez güçlenmelerine göz yumulmuştur. Bu politikanın nereye kadar sürdürüleceğini önümüzdeki süreçte ortaya çıkacak siyasal gelişmelerin yönü tayin edecektir. Ayrıca HADEP önümüzdeki süreçte PKK külfetinden kurtulmak için her hangi bir çaba gösterecek mi? Böyle bir çaba içine girmeye cesaret edebilecek mi, edemeyecek mi? Bunlar önemlidir. HADEP’in kendi kendisiyle hesaplaşıp hesaplaşmaması geleceğini de tayin edecektir.                            15 YIL SONRA NELER DEĞİŞTİ?     1996’ya gelindiğinde egemen güçler artık eski yöntemlerle gidilemeyeceğini kavramışlardı. SSCB’nin yıkılışından sonra ortaya çıkan boşluklar önemli oranda giderilmiş, genelde yeni dengeler oluşturulmuştu. Gelinen noktada, özellikle de Yugoslavya üzerinde istenilen düzenlemeler büyük oranda sonuca ulaştırılmıştı. Aynı biçimde Kafkaslar’ da birtakım sorunlara rağmen stabilize olmaya yönelmişti. Ortaya çıkan yeni ülkelerin iktidarlarını güçlendirme ve bu ülke pazarlarını dünyaya açma zamanı artık gelmişti. ABD ve B.Avrupanın yapacağı girişimlere karşı aktif tavır geliştirme gücünden Rusya Federasyonu yoksun kılınmıştı. Rusya, uluslararası banka ve finans kuruluşlarına çoktan bağımlı hale gelmişti. Ekonomisini, Dünya Bankası ve IMF olmaksızın ayakta tutamaz durumdaydı. Aynı zamanda gücünü zorlayan ulusal azınlık problemleriye uğraşmaktan nefes alamıyordu.    Kafkaslar’da ortaya çıkan gelişmeler, bir anlamda da ulus-devlet modelinin sorgulanmasıydı. Gürcistan, Azerbaycan ve diğer Türk cumhuriyetleri bağımsız devletler biçiminde ortaya çıkmışlardı ama bir yığın farklı milliyet ve azınlık sorunlarıyla da uğraşmak zorundaydılar. Çözüm yine de B.Arupa’nın bulmuş olduğu ulus-devlet modelinde aranıyordu. Oysa bu, Avrupa’da bile artık sorgulanmaya başlanmıştı. Yeni dünya dengeleri içinde ve globalleşme koşullarında Balkanlar’da ve Kafkaslar’da dayatılan modelin ne oranda çözümleyici bir faktör olacağı ister istemez tartışma götürüyordu. Buralarda ortaya çıkan ulus-devletlerin azınlıklara karşı tutum ve davranışları Türkiye’den çok farklıydı. Bu devletlere egemen olan uluslar, diğer azınlık ve milliyetlerin varlığını inkâr etmiyorlardı ama, devlette eşit haklara sahip olmalarını da kabullenemiyorlardı. Bu tutum ve anlayış, ister istemez egemen ulus milliyetçiliğini körüklediği kadar, azınlık milliyetçiliğini de kızıştırırıyor ve yaygınlaştırıyordu.     Gelişen serbest pazar ilişkileri, ulaşım ve haberleşme teknolojisi karşısında, din, bir üst kimlik olarak birleştirici bir etki gösteremez olmuştu. Dini ilişkiler, eskiden sömürgelerde görüldüğü gibi ayaklanmalarda başlıbaşına katalizör görevi görmekten çıkmıştı. Hatta azınlıkların ve milliyetlerin kimlik arayışında önemli bir faktör olma özelliğini de kaybetmişti. Yani, aynı dine sahip olmasına karşın farklı kimlik ve farklı ulusal özellikler taşıyan toplumlarda din, birleştirici bir rol oynayamıyordu. Her halk, kimliğini ve ulusal özelliğini din faktörünün önüne çıkarmıştı. “Kardeşiz, dindaşız, ama sen biraz geride kal” anlayışına karşı çıkılıyordu. Bunun yerini milliyetler temelinde her konuda eşitlik anlayışı almıştı.    İşte, Türkiye’nin büyük boyutlarda yaşadığı istikrarsızlığın bir nedeni de, bu tür gelişmelerdi. Egemen güçler SSCB’nin yıkılışıyla birlikte en telaşlı günlerini yaşıyorlardı. Akılcı, çağa yaraşır demokratik çerçevede çözümler üretme yerine, bilinen klasik yöntemlere başvurarak dönemi atlatma çabası içine girmişlerdi. Oysa Anadolu’nun yapısı, tarihi geçmişi ve olanakları dikkate alındığında, paniğe kapılmaya hiçte gerek yoktu. Kafkaslarda ve Orta Asya’daki Türk cumhuriyetlerinde ortaya çıkan yaygın Türk milliyetçiliğini Anadolu’ya yaygınlaştırmak Türkiye’ye yapılan en büyük kötülüktü. Ülkemizin tarihten gelme mozaik yapısına darbe vurulmuştu.    Bu dönemde özellikle de Kürt milliyetçiliğinin gelişme tehlikesinin önüne geçmek için egemen ulus milliyetçiliğinin körüklenmesi dikkat çekiciydi. İlk başlarda islami temelde yapılan

Page 182: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

bu milliyetçilik, 90’lı yılların ortalarından itibaren ağırlıklı olarak Türk milliyetçiliğine dönüştürülmüştü. Çünkü Özal’ın kontrolsüz serbest pazar uygulamalarıyla korkunç bir sosyal adaletsizlik geliştirilmiş, toplumda yoksullaşma had safhaya varmıştı. Dini temeldeki milliyetçilik giderek bir sosyal temele oturmaya başlamıştı. Bu gelişmeyi belli sınırlar içinde tutma ise olanaklı gözükmüyordu. Bunlar giderek rejimi ve Cumhuriyeti tehdit eder hale gelmişti. Bir zamanlar ortaya çıkan boşluğu kapatmak için ileri sürülmüş olan bu alternatif, kullananların da temellerini oymaya başlamıştı. Gelecek tehlikenin bu yönünü kırabilmek için bu kez Türk milliyetçiliği temel alınmaya başlanmıştı.     1996’ya gelindiğinde dış ve iç gelişmeler biraz daha berraklaşmaya başlamıştı. Türkiye başlangıçtaki şoku yavaş yavaş atlatmış, globalleşmenin sendrumundan kurtulmuştu.    Bilindiği gibi Türkiye’yi istikrarsızlığın içine iten önemli nedenlerden biri, Kafkasya’da Ermenistan’ın ortaya çıkışı ve bu ülkeye ABD’nin sergilediği yaklaşımdı. ABD’nin Ermenistan’a yaklaşımı, İsrail’e yaklaşımıyla hemen hemen eşdeğerliydi. Ortadoğu’da İsrail’e, Kafkaslarda Ermenistan’a dayanarak dengeler oluşturmak istemişti. Hatta ABD, Karabağ sorununda Ermenistan işgalci güç konumunda olmasına karşın, Azerbaycan’a karşı tavır almıştı ve bu tavrı ambargoya kadar götürmüştü.     ABD böyle bir strateji geliştirirken, stratejisinin saç ayağını K.Irak’ta kurduracağı bir Kürt devletiyle tamamlamayı düşünüyordu. Ama ABD iki noktada yanılgıya düşmüştü;    Birinci yanılgısı; K.Irak’ta Kürt halkının ABD’ye karşı olan güvensizliğinin boyutlarını değerlendirememişti.    İkinci yanılgısı; Türkiye’nin gücünü ve geliştireceği taktikleri gözardı etmişti.    Çünkü 1974’de Barzani’nin “pat” metodu ile yenilgiye uğratılması, henüz unutulmuş değildi. Körfez savaşından sonra Kürt halkı yine yalnız bırakılmış, Saddam’ın insafına terk edilmişti. Ne ABD, ne Avrupa ve Türkiye Irak’ta iktidar değişikliğinden yana değildi. İktidar değişikliği, bu ülkenin birkaç parçaya bölünmesi anlamına geliyordu. Bu durumda Ortadoğu’da köşetaşlarının tümüyle yerinden oynaması demekti. Hiçbir tarafta bu külfeti kaldıracak, daha doğrusu, riski göze alacak gücü kendinde görmüyordu. Kısaca, Kürt halkının yeni bir yenilgi süreci yaşamasının esas mimarı, sonuçta ABD olmuştu. Halkın bunları unutması mümkün değildi. Geçmişten deneyimler edinmiş olan güçler, özellikle de KDP, böyle bir planın parçası olmaya hiçte niyetli değildi. Çünkü uzun vadede Türkiye’ye rağmen bu planın gerçekleşeceğine pek ihtimal vermiyordu. Beğenelim ya da beğenmeyelim KDP bu konuda gereken en tutarlı tavrı sergilemiş, maceracı bir tutum içine girmemiştir. Daha sonraki süreçte yaşanan gelişmeler de bu tutumun doğruluğunu kanıtlamıştır.     1996’dan itibaren gerek Balkanlar’da gerekse Kafkaslar’da belli bir düzen sağlanmıştı. Bu bölgelerde istenen dengeler ortaya çıkmıştı. B.Avrupa ve ABD, kurulan bu dengeler arasında Türkiye’nin öneminden bir şey kaybetmediğini tekrar keşfetmişti. Özellikle Ortadoğu’da, Kafkaslar’da ve Balkanlar’da dengeleri Türkiyesiz sağlamanın olanaksız olduğunu görmüşlerdi. En önemlisi de, ABD ve diğer emperyalist güçlerce 1980 12 Eylül cuntasıyla ülkemize dayatılan, Turgut Özal iktidarı boyunca uygulama alanı genişletilen ve son olarak Doğru Yol Partisi-Refah Partisi’yle ürünleri son kez toplanan konsep bırakılmıştı.     Öte yandan Türkiye’de arayış içinde olmaktan çıkmış, dünya genelinde oluşmuş dengeler içinde artık devlet çıkarları doğrultusunda yerini tayin etmeye başlamıştı. Buna uygun strateji ve taktikler geliştirmiş, daha çokta Balkanlar’da ve Kafkaslar’da söz sahibi olma istemi yönünde ağırlığını koymuştu. Ayrıca uluslarası alanda etkili olmanın yolunun içte demokratik refomları yapmaktan geçtiğini görmüştü. Soğuk savaş dönemine özgü klasik entrikacı yöntemlerle söz sahibi olunamayacağını farketmişti.     Ekonomik ve sosyal alanda ise, insafsız sömürü ve baskı politikası artık gidebileceği son sınıra varmıştı. Egemen güçler, kitlelerin üzerine bu tarzda daha fazla gidilmesinin kendileri için tehlikeler yaratacağını görmeye başlamışlardı. DYP ve RP koalisyonu döneminde halkın geliştirdiği muhalefetin boyutlarını çok iyi hesaplamak zorundaydılar. 28 şubat kararları görünürde irticaya karşı alınmış kararlar olarak gözükse de, aslında halkın sömürü, baskı ve kokuşmuş düzene karşı başkaldırısını bir noktada dizginleme hareketiydi. Egemen güçler, kitlelerin tepkisinin sadece irticaya karşı koymakla sınırlı olmadığını görmüşlerdi. İşçiler, memurlar, köylüler ve gençlik, protestolarını her geçen gün daha yükseltir hale gelmişti.   

Page 183: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

    Kaldı ki, gelinen noktada artık burjuvazi uzun yıllar boyu dizginsiz geliştirdiği sömürüyle oldukça palazlanmış, devleti yönlendirecek düzeye gelmişti. Tekelci burjuvazi ulaştığı sermaye ve sanayi gücüyle bunu başaracağına inanıyordu. Artık demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerin geliştirilmesi için ciddi çözüm projeleri sunmaya başlamıştı. Yaşanan siyasal istikrarsızlığı, ulaştığı sermaye gücü açısından uygun bulmuyordu. Açıkcası; baskı, işkence, PKK provoskayonları ve yüksek enflasyon politikası artık gücüne güç katmıyordu. Sermaye istikrar istiyordu. Hele hele çağdışı gerici, irticacı güçlerin daha fazla kullanılmasının rejimin geleceği açısından tehlikeler doğuracağı düşüncesi ege- men olmaya başlamıştı.    Geçen 15 yıl içinde ordu da yenilenmiş, sadece ülke içinde değil, ülke dışında da verilecek görevlere hazır bir durumda olduğunu kanıtlamıştı. Yani savunma açısından da bölgenin en güçlü ordusu örgütlendirilmişti. Gelişen yeni savunma teknolojilerini zamanında alacak ve kullanacak, hatta bir takım silahları üretecek konuma gelmişti. Bu süre içinde dünyanın onuncu büyük silahlı gücü konumuna geldiği gözardı edilemez.    İşte, gerek uluslararası alanda, gerekse içte bu yönlü atılımlar katedildikten sonra, PKK ve Abdullah Öcalan için hüküm de verilmiş oldu. Aslında Abdullah Öcalan’ın sonu 28 Şubat kararlarıyla hazırlanmıştır. Öcalan provokasyonlarının ülke içinde devamına gerek görülmemiştir. Kullanılan herkese yapılan, Öcalan’a da yapılmış, sonuçta “tutuklanmıştır.”          III-    PKK BİR PROVOKASYON HAREKETİDİR                                1- PROVOKASYONLARIN İDEOLOJİK KAMUFLAJI                      2- PROVOKASYONLARA HAZIR BİR ÖRGÜTSEL                          YAPI                                                                           3- APOCU TABANIN ÖZELLİKLERİ                      4- ÖCALAN KÖLELİĞİ                           5- 1984 PROVOKASYONU VE AMAÇLARI                      6- PKK-DERİN DEVLET İLİŞKİSİ                  PROVOKASYONLARIN İDEOLOJİK KAMUFLAJI       “Eğer bir ülkede önderlik edecek sınıflar rollerini oynayamıyor, tersine büyük bir ihanet içinde bulunuyorlarsa ve hele bu ülke Kürdistan gibi uzun sömürgecilik yıllarının tahribatı içinde bulunuyorsa, sonuç kaçınılmaz olarak böyle olacaktır.” (17)     Abdullah Öcalan toplumsal koşulların gösterdiği birtakım çağdışı özellikleri dikkate alarak, bir avuç “kahramanın” ne tür zorluklar olursa olsun herşeyin üstesinden gelebileceği anlayışını yerleştirmekle işe başlamıştır. Tabanında düz mantığı veya bir başka deyişle, Aristo mantığını egemen kılmaya ve bu doğrultuda sorunlar üzerine düşünmeye yöneltmiştir. Toplumun tarihini, geçirdiği siyasi ve sosyal evreleri, içinde bulunulan ekonomik ve siyasi koşulları irdelemeye gerek duymamıştır. Varolan koşullarda sınıfların mevzilenmesi ve bu mevzilenmeden doğan ittifaklar politikasını vb.sorunları diyalektik bir bütünlük içinde ele alma ve sonuçlar çıkarma gibi bir sorunu hiçbir zaman olmamıştır. Karanlık odakların talimat ve düşünce yapısıyla hareket zorunluluğu bulunanların bu tür yaklaşımlar sergilemesi gayet doğaldır. Elbette karşı devrimci güçler ve onların ajanları yükümlülüklerini gereği gibi yerine getirebilmek için, açık kimliklerini kullanmayıp maskeli yüzleriyle hareket edeceklerdi. Bu nedenle yüzlerine ya bir sol ideoloji ya da islami kılıf geçireceklerdi. A.Öcalan’a sol içinde hareket edebileceği bir kılıf giydirilmiştir.    A.Öcalan oyunlarını oynayacağı tabanının özelliklerini belirledikten sonra, bu tabanı kimlere karşı nasıl yönlendireceğinin yöntemlerini de çok netçe ortaya koymuştur. Ulaşılmak istenen hedefe göre biçimlendirilmiş bir güruh ve bu güruha uygun hedefler gayet açık sergilenmiştir. Yani, amaca göre kullanılacak araçlar da belirlenmiştir. Belirlenen hedef; emekçi yığınlar başta

Page 184: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

olmak üzere, istisnasız tüm sınıflara ve topluma karşı beslenecek düşmanlık ve imha politikasıdır. Kürdü, Kürt kimliğini yoketme amaçlanmıştır.    Toplumdaki tüm sınıf ve tabakaları ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel gelişmelerden bağımsız kaf dağının bilmem neresinde göstermeye kalkışmak, sadece safdillikle ya da yetersiz teorik düzeyle açıklanamaz. Belli ekonomik ve sosyal koşullar altında sınıf ve tabakaların mevzilenişleri vardır. Konumlarına aldırmaksızın, tümünü bir anda “ihanetçi” niteleyerek yokedilmeleri gereken düşmanlar olarak göstermek, gerçekte, bir toplumu tarihten silme anlayışının açık ifadesidir. Çok ilginçtir ki bu anlayış, işçi sınıfı adına öne sürülmüştür. A.Öcalan ve güruhu hem işçi sınıfı adına hareket ettiklerini iddia etmiş, hem de kinci bir yaklaşımla işçi sınıfını hain ve ihanetçi olarak suçlayabilmiştir. Bu anlayış bile başlıbaşına bu güruhun niteliklerinin kavranması için yeterlidir.    İşçi sınıfı ve müttefiklerinin mücadelesi bir zaman dilimiyle sınırlandırılamaz. Şu tarihte örgütlenme başlatılır, şu tarihte mücadele geliştirilir ve şu tarihte sonuçlandırılır diye bir şablom yoktur. Örgütlenme ve mücadele bir süreç sorunudur. Bu süreçte başarılar sağlanabildiği gibi, yenilgiler de alınabilinir. Demokrasi ve özgürlükler sorununa “sabah erken kalkan darbe yapar” anlayışıyla yaklaşılamaz. Kaldı ki bir Kürt toplumu varsa, her toplumda olduğu gibi burada da çıkarı en geniş demokrasiden yana olan sınıf ve tabakalar, şu veya bu düzeyde rolünü oynayacaktır. Bu Apocuların iradesi dışında gelişen bir durumdur.     Sorunu bir başka cepheden ele alacak olursak: Apocu baylar hem işçi sınıfını önderi olduğunu iddia ediyorlar, hem de işçi sınıfının kendisi için bir sınıf olmadığını ve hatta ihanetci olduğunu söylüyorlar. Yani kendi kendileriyle çok açık bir çelişkiye düşüyorlar. Bu tür çelişkilerin altında yatan esas neden ise, “acaba anlaşıldım mı?” korkusudur.     Başvurulan taktik, tipik bir provokatör taktiğidir. Toplumda infial yaratma, özellikle sahip olduğu tabanda ümitsizliği yayma ve bunlara paralel olarak “eyvah gittik, yetişmezsek herşey bitecek” psikolojisini egemen kılma, Apocu hareket tarzının ilk basamağını oluşturuyor. Nitekim, bu politikalarını pekiştirmek için bir adım daha ileri gidiyorlar ve gerçeklerin günışığına çıkmasını engellemenin bir yolu olarak akıl almaz bir belirlemede daha bulunuyorlar;      “Gazetenin(...)ancak sömürgeci kültürle haşır-neşir olmuş çok sınırlı bir kesime sesleneceği ve böylece kitleler içinde amaçlanan devrimci siyasal ajitasjonu yeterince yapamayacağı açıktır” (18)    İnsan yukarıdaki paragafı okuduğunda, acaba Kürt halkı Ekvator ormanlarında yaşayıpta 80’li yıllarda keşfedilmiş bir halk gurubu mu diye sormadan edemiyor. Kürt halkında okuma ve yazma oranının düşük olduğu bir gerçek. Ama bu bir bütün olarak analfabet oldukları anlamına da gelmiyor. Bölgede günlük gazete satışları çok büyük boyutlarda olmamasına karşın, pek küçümsenecek oranda da değildir. Eğer daha yüksek trajlarda seyretmiyorsa, bunun en önemli nedenlerinden biri yaşanan ekonomik krizdir. Halkın her gün gazete alacak maddi gücü yoktur. Kaldı ki İç Anadolu’da gazete okuma oranının, bu bölgeden daha yüksek olduğu da söylenemez. Yani sorun, Türkiye genelinde yaşanan bir sorundur. Ayrıca Türkiye’deki Kürtler’in okuma-yazma, genel sosyal yaşam düzeyi ve aydınlanma oranı İran ve Irakta’ taki Kürtlerle karşılaştırılamayacak kadar yüksektir. Düşünen hiçbir beyin, gazetenin, Kürt halkının aydınlaması yönünüde herhangi bir rol oynayamayacağını iddia edemez. Bu başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm toplumu hain ilan eden anlayışla bağlantılıdır. Yani mantık, “tüm sınıflar zaten haindir, dolayısıyla yokedilecek bir toplum için gazete de oldukça lükstür” biçiminde kuruluyor. Emekçi yığınların çıkarları için hareket etmeyi temel almış bir devrimci anlayış, hiçbir zaman toplumun aydınlanmasını bilinmeyen bir zamana erteleyemez. Gazetenin aydınlanma ve biliçlenmenin en önemli araçlarından biri olduğunu bilir. Ancak müritler tekkesi, daha doğrusu ümmet toplumu örgütlemeyi hedefleyenler veya günlük çıkarlar uğruna maymun iştahlı çete hareketi geliştirmeyi esas alanlar, böyle bir araca karşı tavır alırlar. Çünkü bu tür kesimlerin en büyük düşmanı, toplumun aydınlanmasıdır. Toplumda bilinç ve kültür düzeyinin yükselmesinin kendi intiharları anlamına geldiğinin çok iyi farkındadırlar.     Apocuların düşünce ve eylem biçimlerine bakıldığında, gazetenin oynayacağı rolü yadsımaları hiçte garip değildir. Açık ki Apoculuk, bilinçle, düşünceyle hareket eden bir toplum değil, salt inançla hareket eden bir toplum arzuluyor. İnançla hareket edilen koşullarda, oyunlarını rahatlıkla tezgahlama olanaklarına kavuşacaklarını çok iyi biliyorlar. Kör ve bilinçsiz bırakılan

Page 185: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

bir topluluğu istenilen amaçlar doğrultusunda kullanma, hiç tartışmaya gerek yok ki, çok kolaydır. İrdeleme, sorgulama, açıkcası düşünme gücü elinden alınmıştır. Apocu tabanın durumu da tamı tamına budur.Toplumu tanımalarına fırsat verilmemiş, kahramanlık hikayeleriyle beyinleri yıkanmış, okuduğunu anlayacak güçten ve bilinçten yoksun serseri mayınlar haline getirilmişlerdir.     İşçi sınıfının kendisi için bir sınıf olmasının, birkaç kişiyi bir araya getirip aralarında birtakım görev bölümü yapmayla eşdeğerli olmadını herkes bilir. Ciddi bir sorunu, böylesi bir derekeye çekmeye kalkışanları salt lumpenlikle veya sınıfdışı kalmışların oluşturduğu toplulukla nitelendirerek geçiştirmek mümkün değildir.                PROVOKASYONLARA HAZIR BİR ÖRGÜTSEL YAPI     Apocuların bu hareket tarzını daha başlarda temel almalarının iki önemli nedeni vardır;     Birincisi; aydınlanmanın önününe set çekerek düşünmeyi ve bilinçlenmeyi engellemek    İkincisi; etrafındakileri önce içinden çıktığı topluma, sonrada kişinin kendisine düşman etmek.    Bu aşamalardan sonra geriye kör bırakılmış, halkına karşı kin ve nefretle doldurulmuş bir topluluğu karanlık amaçları için görev başına sürme kalıyor;     “...Silahlı mücadele içinde belli ölçüde yoğrulan, örgütlerini ve halkı geliştirip birliğe götüren, başarılı faaliyetleriyle düşmanın sert baskı, pasifikasyon ve işkence ortamını yırtan, devrimci şiddeti geliştirerek halkı ajanlardan, işkencecilerden ayıklayan bir parti, tüm bunları ba- şarrmasını bilen bir parti artık mücadelenin daha ileri bir aşamasına geçecek ve gerillayı gündeme alacaktır.” (19)     “Ajanlara ve işkencecilere yönelen silahlı propaganda, bu iki gücü etkisiz kıldığı oranda halk kitlelerini siyasal bilinçlenme ve örgütlenme içine çekecektir.” (20)     Bu şekildedüşünmeden yoksun bırakılmış, feodal duyguları ve davranış biçimleri okşanmış bir bileşkeye, geri toplumsal yapıdan kaynaklanan dinsel etkileri de kullanarak yapay hedefler gösterme ve harekete geçirme artık zor değildir. Emekçi yığınların çıkarları adına temel alınan hedefler çok dikkat çekicidir. Yıllardır jandarma, polis, ağa baskısına uğramış, sürekli korku, ürkeklik ve en önemlisi de geleceği için kaygı duyan eğitimsiz ve bilinçsiz insanlar, gösterilen bu hedeflere yönelmekle amaçlarına çok rahatça ulaşabileceklerini sanmaktadırlar. Burada önemli olan, Öcalan ve ekibinin karanlık amaçlarını gerçekleştirirlerken tabanın içinde bulunduğu olumsuzluklar veya zayıflıklar üzerinde taktikler geliştirdiklerini açıktan dile getirmeleridir.     Eğer eski çağlarda insan aklının çözüm getiremediği noktada üretilmeye başlanan hurafelerden bahsetmiyor da, şu anda varolan Kürt halkından bahsediyorsak, her halk gibi Kürt halkı da belli bir ekonomik ve sosyal yapı içinde yaşam sürdürmektedir. Bu toplumsal yapının değişimi iradi kararlarla sağlanamaz. Hele hele birkaç ajan ve provo- katörün ortadan kaldırılmasıyla toplumsal yapıda istenilen değişme hiç mi hiç sağlanamaz. Eğer demokrasi ve özgürlük sorunlarını halletme bu kadar basit, birkaç vuruş hamlesiyle çözümlenebilseydi, günümüz- de demokrasilerin egemen olmadığı ülkeler kalmazdı. Doğal olarak biz bugün, her türlü diktatörlüğe ve emperyalizme karşı mücadele yöntemlerini tartışmıyor olacaktık. Kim ki bir halkın özgürlük sorununu birkaç ajanın temizlenmesi olayına indirgiyorsa, o iflah olmaz bir hain, artniyetli ve bir provokatördür. Bu tutum öncü gücü hiçe sayıp, bir kaç “akıllının” yel değirmenlerine saldırmasıyla her şeyi halledeceğine inanan anlayışla eşdeğerdedir. Açıktır ki, böylesi anlayışların sahiplerinin, başta öncü güç olmak üzere tüm emekçi yığınlara karşı korkunç bir terör uygulamaya yönelmeleri kaçınılmazdır.               Kör bir terör, kör bir şiddet politikası Apoculuğun varlık nedenidir. Üstelik böylesi bir ihaneti mitler yaratarak yapmaya kalkıyorlar. Mev- cut toplumsal yapı, üretim güçleri ve ilişkileri ayakta kaldığı müddetçe, bahsedilen türden “ayıklama”larla yapılacak tek şey, provokasyondur. Çünkü ayıklananların yerine yenileri gelecek, bu tepkiye karşı belki de daha güçlü karşı refleksler oluşturulacaktır. Sonuçta emekçi yığınların üzerindeki sömürü ve baskının daha katmerli hale gelişine yardım edilmiş olunacaktır. Yani buyrulan yöntem, karşı devrimi örgütlendir- meden başka bir şey değildir.

Page 186: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

    Hedefler bu şekilde belirlendikten sonra, ilkel, eğitimsiz, feodal özelliklerlerden arınmamış köylü tabanın en ufak bir sorgulama ihtiyacı duymadan, gösterilen her noktaya körce saldırmaktan çekinmeyeceği açıktır. En sinsi bir biçimde dini motiflerle donatılan taban, verilen her emri şeyhin, aşiret reisinin veya bir beyin verdiği emirler kabul edecek, doğal olarak kendini de bunları uygulamakla yükümlü bir mürit göre- cektir. Abdullah Öcalan’ın böylesi tekil hedefler göstermesi boşuna değildir. Hedefleri; cahil köylüğün feodal duyguları, pisikolojik yapısı, topluma dar bakış tarzı vb. tüm ayrıntıları dikkate alarak belirlemiştir. Bir kişinin çok basit bir biçimde imha edeceği hedefleri seçmiştir. Cahil bir köylü, hele hele biraz da dini duygularla yoğrulmuşsa, böylesi bir eylemden, daha doğrusu “ayıklama”dan sonra, kendisini tam bir “kahraman” ve “yenilmez” olarak görüyor. İnançlar ve kutsal davalar uğruna şartlandırılmış kafalar için yapılacak bir eylemin nedeni, niçini ve doğuracağı sonuçlar hiç önemli değildir. Mürit,“eceliyle ölüm olayını murdarlık, haram olarak değerlendirdiği…” için şeyhinin verdiği emirleri, sorgulanmadan yerine getirilmesi gereken emirler olarak görüyor. Tabanını bu şekilde cehaletin girdabında boğmak Apocu hareket tarzının ikinci basamağını oluşturuyor.    Apocu hareket tarzının üçüncü basamağı; İşçi sınıfı başta olmak üzere tüm toplum üzerinde şiddet estirerek, emekçi yığınların demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin hedefini saptırmak olarak özetlenebilir.    Abdullah Öcalan ve PKK tüm bunları ellerine verilmiş bir plan çerçevesinde pratikte adım adım hayata geçirmiştir. Emekçi yığınların çıkarlarına hizmet edecek araç ve olanaklardan yararlanmanın gerekmediğine inanan Apocu baylar, çok yönlü bir mücadele yürütmenin önüne nasıl ket vuracaklarını da açıkca dile getiriyorlar;     “…‘daha çok okul, yol, daha çok eğitim olanağı, ana dilde eğitim’ gibi ekonomik-akademik amaçlar uğruna sömürgeci parlamentoculuk ve seçimcilik mücadelesi içine giren bir gücün, oluşturacağı örgütler de ancak “sömürgeci yasallık” içindeki dernekler olabilir. Ve bunlara da gerçek anlamda siyasal bir örgüt, bu örgütlerin mücadelesine de siyasal bir mücadele denilemez.” (21)    Bir halkın çıkarları uğruna mücadele yürüttüğünü iddia eden hangi devrimci siyasal hareket, sorunların çözümüne böylesine önyargılı yaklaşabilir? İşçi sınıfı hareketleri, baskı ve sömürüye karşı mücadele sürecinde kesinlikle kendini tek bir alternatifle sınırlamaz. Amaca hizmet edecek birçok alternatifi aynı anda kullanma yolunu seçer. Hiç bir taktik ve strateji masa başının ürünü olmaz, tersine somut koşulların ürünü olarak ortaya çıkar. Öncü gücün rolü ve önemi zaten bu noktada gündemleşir. Öncü güç, içinde bulunduğu somut koşulları bilince çıkartarak, doğru strateji ve taktikleri bulup yerinde ve zamanında başarılı bir biçimde pratiğe geçirebilirse öncü güç olur.     Daha iyi bir yaşam için demokrasi ve özgürlük kavgası verenler, sorunu bu biçimde kavrarlar. Siyasi ve sosyal gelişmeleri, çok ciddi bir eylem olan iktidar mücadelesini tekdüze ve bayağı ele almazlar. Sınıf savaşımında olabildiğince karmaşık olan sorunları salt bir alternatifle, hele hele salt bir şiddet politikası olarak sunmak provokatörlere özgü bir durumdur.     Apocular halkı harekete geçirme adına, tüm halk düşmanlarıyla omuz omuza şiddet politikasının geliştirilmesi gerektiğini savunuyorlar. Egemen güçlerin halk üzerinde baskı ve sömürüsünü halkın harekete geçmesi için yeterli görmüyorlar. Yani, egemen güçlerin yığınları terörize etme politikasının bir parçası olduklarını söylüyorlar. Terör ve şiddet politikasıyla siyasal mücadele verildiği nerede görülmüştür? Siyasal mücadelelerde gazete, dernek, sendikalar ve parlamento dahil halkın çıkarlarına hizmet edecek her türlü olanaklar en akıllı biçimde kullanılmıştır. Yine yol, su, elektirik, mümkün olduğunca daha fazla iş sahası, daha fazla okul vb. için mücadele edilmiştir. İşsiz tek bir kişinin, okuma-yazma bilmeyen tek bireyin kalmaması için kavga yapma, kitleleri bu doğrultuda sevk etme devrimci demokratların başta gelen görevleri arasındadır. Bunlardan kaçınma, ezilen emekçi yığınlardan yana olmamadır. Düzenin tüm boşluklarını, yetersizliklerini,yolsuzluklarını, çirkefliklerini sergileyerek kitlelerin harekete geçmesini sağlama devrimcilerin hareket noktalarından birini oluşturur. Emekçi yığınlar adına hareket ettiğini söyleyen hiçbir güç, mücadele için böylesi olanakları, araçları kullanmayı reddetmez, edemezde. Burada da Apocu hareket tarzının dördüncü basamağı devreye giriyor.    Dördüncü basamak; Emekçi yığınların özlemini duyduğu demokratik açılım ve insanca yaşam istemini terörle bastırmaktır. Bunun için Kürt halkını ortaçağ karanlığı içinde tutmayı amaçlayan

Page 187: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

ve toplumu terörize etmeye yönelik hedefler seçmişlerdir.    Bugün gelinen noktada bile bazı çevreler, PKK ve Abdullah Öcalan’ı değerlendirirken, “terörist bir hareket olduğu için egemen güçlere dolaylı hizmet sunmaktadır” biçiminde ele almaktadır. Bu oldukça bayatsımış bir iddiadır. Eylemleriyle sonuçta bujuvaziye hizmet eden örgütlerle, ta başından itibaren belli bir plan ve proğram çerçevesinde bizzat egemen güçler tarafından kurulup yönlendirilen örgütlenme arasında önemli farklılıklar vardır. Terör örgütleri eylem ve faaliyetleriyle devrimci demokratik mücadeleye dolaylı darbeler vururlar. Abdullah Öcalan ise, solu, direkt silahlı temelde bitirmeyi amaçlamıştır. Bu anlamda, maceracı terör hareketiyle bir ajan hareket arasındaki fark çok açıktır. Abdullah Öcalan, Türkiye’de derin devlet tarafından hazırlanmış bir projeyi hayata geçirmek için kolları sıvayan gönüllü neferlerden biridir. Kaldı ki, tüm devrimci hareketleri silahlı temelde yoketmeyi hedefleyen projenin sol cepheden uygulayıcısı olduğunu çok daha sonraları kendisi de iftiharla söylemiş ve bu sözleri ifade tutanağına da geçmiştir;     “….benim sağ-sol çatışması içerisinde klasik bir solcu olarak kabul edilmem veyahut ta klasik kürtçü olarak kabul edilmem doğru değildir.” (22)    PKK ve Abdullah Öcalan’ın, böyle bir projenin ürünü olduğu hiç bir zaman unutulmamalıdır. Bugün mahkemede resmi kayıtlara geçen ni- yetlerini geçmişte de çeşitli vesilelerle sıkça dile getirmişti;     “Tasfiyeci sol’un şefleri ve itirafcıların elebaşıları ne kadar estetik amaliyat geçirirse geçirsinler ve dünyanın öbür ucuna, Amerika’ya da gitseler ellerimizi yakalarından bırakmayacak, mutlaka çekip hak ettik- leri cezayı vereceğiz” (23)    Abdullah Öcalan, kimlere karşı öfke duyduğunu hem benzer sözlerle, hem de pratiğiyle göstermiştir. Hızını alamayıp dünyanın öbür ucuna kadar kovalamak istediği güçler solculardı. 1984’lerde de patlatılacak silahların karşı devrimci hedeflere hizmet edeceğini açıktan ilan ediyordu. Onu bu kadar cesaretli kılan elbette derin devlet denilen odakların gücüydü. Derin devletten ve bunların uluslararası bağlantıla- rından güç alanlar, devrimcilere karşı böylesine pervasızca konuşur, işlemek istediği cinayetleri önceden açıkça ilan edebilirler.     1984 provokasyonu bu anlamda önemlidir. Halk adına sözümona bir mücadelenin başlangıcı olarak nitelendirdikleri bu eylemin özü ve biçimi çok iyi incelenmelidir. A.Öcalan ve PKK’ye bakışta birçoklarını yanılgıya düşüren bu eylemin asıl anlamı bilince çıkarılmalıdır. 1984’te yapılanlar, cuntanın bir dönem için üstlendiği görevlerin sol maskeyle sürdürülmesinden başka birşey değildir. 1984 provokasyonu; cuntacıların, baskı ve terörden çıkarı olan sermaye odaklarının, demokratik bir ortamın oluşması için mücadele veren güçlerin başında demoklesin kılıcı gibi sallanmalarını sürekli kılan bir provokasyondur. Diğer bir yönüyle, Türkiye’de devrimci demokratik mücadeleyi uluslarası planda terör hareketi olarak yansıtarak, demokratikleşmenin önünü tıkayan karanlık güçlere haklılık kazandırmayı amaçlayan bir provokasyondur. Abdullah Öcalan’ın gerek ayrılanlara, gerekse de ilerici demokrat tüm örgütlenmelere karşı Avrupa’da cinayetler işlemesi bu nedenledir. Hatta daha sonraları Palme cinayetine adının karışması bile başlı başına irdelenmesi gereken bir konudur. Özellikle Avrupa’da karanlık odakların kolluk kuvetleriyle açıktan ortaklaşa cinayetler işlemekten çekinmedikleri giderek günyüzüne çıkmıştır. Dikkat edersek, dönemin devrimci, demokrat hiç bir siyasal oluşumu hedef dışı bırakılmamıştır. Hem Türkiye’de, hem de Kuzey Irak’taki devrimci demokrat güçleri aynı anda yoketmekle yükümlü olduklarını çoğu kez gizlememişlerdir. Bunun için hem Türkiye’de derin devlet diye ifade edilen güçlerle, hem de Avrupa ve Ortadoğu’daki karanlık odaklarla hareket edilmiştir. Abdullah Öcalan, bahsedilen güçlerle ortak hareket etmekten övünç duyduğunu her fırsatta dile getirmiştir. Karanlık güçlerden aldığı destekle hedef aldığı kesimlerin listelerini dahi yayınlamaktan çekinmemiştir;     “Ama tüm bunlardan uzaklaştığınız ve birer 12 Eylül solu olarak karşımıza çıktığınız gerçeği bugün her dürüst insan tarafından daha iyi görülmektedir. “Partizan” yönetici kliğinden, Hamburk “Dev-İşçi” böylesi bir konumda yaşadığınız gün gibi ortada değil mi?”(24)      “Sosyal-şöven, revizyonist-reformist bu güçlerin, KUKM'nin çıkmazlarını derinleştirmeleri izah etmeye çalıştıklarımızla da sınırlı değildir. IKP, yanına aldığı KUK, Peşeng (PPKK), Sami Abdurahman gibi örgüt ve kişiler vasıtasıyla, TKP de TKPS, Peşeng (PPKK) örgütlerle kurduğu “Sol Birlik” bünyesinde, modern giysili “sosyalistlik, devrimci-demokratlık”yaftasının

Page 188: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

yapıştırıldığı, aşınan klasik işbirlikçilik yerine yeni işbirlikçi bir Kürt akımını KUKM'ne dayatmaktır” (25)     “Cephenin diğer bir gücü olan TKEP, sekterlik ve darlığının sonucu olarak boyun eğmeciliğe saplandı ve kendini TKP'ye kiraladı. (26)     “...KYB ve gerekse, KDP'nin yeniden örgütlenmesi olan 'Geçici Komite' tarafından, geçmişin dersleri yeterince özümsenmemiştir. Her ne kadar geçmişten ders çıkardıklarını söylemektelerse de, aynı tarihsel ve sosyal tahlil ve otonomiciliği ile meşhur olan aynı proğram ile yola çıkmış, eski biçimlerde, yani yine, fırsatlardan yararlanarak, iki sömürgeci devlet arasındaki çelişkilere dayanarak eylem geliştirmeye çalışmışlardır...” (27)    Yok etmek istediği devrimci demokrat örgütlenmelerin listesi uzadıkça uzuyor. Ülkede işçi sınıfından köylüsüne, esnafından memuruna ve aydınlara kadar tüm bir toplumu terör altında ezmek isteyen bir hareketin ilk etapta yöneleceği kesimler elbette bunlar olacaktır. Ayrıca cinayetlerle şekillendirdiği tabanını, devrimci, demokrat örgütlenmelere yöneltmede zorluk da çekmeyecektir. Bu nedenledir ki, A.Öcalan karanlık amaçlarının önünde engel olarak gördüğü tüm devrimci örgütlenmelere karşı “Kürdistan halkının büyük kin ve öfkesini boşaltmasını bileceğiz.”(28)diyerek kükrüyordu. Bunları yaparken kendisini halk ve ülke yerine koyması ise yeni bir şey değildi.                              APOCU TABANIN ÖZELLİKLERİ       Yüzyılların aşiret kavgaları geleneği içinde yoğrulmuş cahil köylü tabanın biraz da dini duyguları okşandığında, bir anlık dolduruşa getirilerek istenilen her hedefe yöneltme kolaydır. Aşiret kavgalarının yirminci yüzyılın sonuna yaklaştığımız bu günlerde bile devam edişi, Kürt toplumunda adeta gelenek haline dönüşmüş, neredeyse kanıksanır olmuştur. Bu kavgalar, Kürt toplumunda karşılıklı olarak birbirine duyulan kin ve nefretin asıl kaynaklarından birini oluşturmaktadır. Hâlâ aşiretler arasında birbirine pusu kurarak intikamların alındığı, 20-30 yıllık kan davalarının hüküm sürdüğü, zaman zaman kan parası adı altında kızların evlenlendirildiği bir toplumsal yapı hüküm sürüyor. Buradan hareketle ortaya çıkartılan köylü örgütlenmesine gösterilen hedefler, Abdullah Öcalan ve destekçileri tarafından gayet bilinçlice seçilmiştir. Yani PKK ve Abdullah Öcalan, ilkel yapıdan çıkmış bir çok insanın kin ve nefretini iyiye ve güzele karşı akıttığı bir kanal durumundadır.     Öcalan ve ekibi, ölüm olaylarını, kırsal kökenli veya sınıf dışı kalmış unsurları harekete geçirmenin bir aracı olarak görüyor. Bu tür olaylar, 1984 provokasyonu öncesinde ve hemen sonrasında oldukça çarpıcı ve sıkça kullanılmıştır. Hitap tarzı aynı zamanda sınıf dışı kalmış unsurların veya kenar mahalle sokaklarında çapulculuk yapan çetelerin pisikolojik ve ruhsal durumlarına göre belirlenmiştir. Bu tarz özellikle seçilmiştir. Çünkü içinde yaşadığımız toplumsal koşullarda çapulcuların hiçbir sosyal güvencesi yoktur. Sahip oldukları tek güvence, yaptıkları her kriminal olay karşısında birbirine daha fazla kenetlenmedir. Yaşamlarını başka türlü sürdürme olanakları yoktur. Korku ve isyankârlığı aynı anda yaşarlar. Bir bakıma içgüdü haline gelmiş olan ama kaba, ilkel isyancılıkla örtülenmeye çalışılan aslında bu korkudur. Bu onların aynı zamanda en büyük zaafıdır. Bu zayıflık onları birbirlerine bağladığı kadar, hiç beklenmedik anlarda çok rahat birbirine de düşürür.Yani, isyankârlıkları korkularının verdiği istemdışı tepkiyle sınırlıdır. Toplum tarafından tamamen dıştalanmışlardır. Sistem ise rehabilitasyona alınmalarını gerekli görmemektedir. Tam bir boşluk içindedirler. Bu nedenle kaybolan her arkadaşlarının arkasından bir yandan intikam yeminleri ederler, bir yandan da ağıtlar yakarlar. Sürekli bir ikilem içindedirler. Abdullah Öcalan ve bağlı olduğu derin devlet, tabanın bu özelliklerine uygun şırıngalar vermeye özen göstermiştir. İşte ölüm olaylarının hangi temelde kullanıldığına açık bir örnek;     “Onlar, halkın ve partinin dışında başka bir ölümü anlamsız buldular. (...) Böyle olacağız ve bundan başka çaremizin olmadığına her zamankinden daha fazla inanıyoruz(...)Çatışmadan, kendi eceliyle ölüm olayını murdarlık haram olarak değerlendirdiği, doğal ölüm olayını adeta küçümsediği yörenin bir evladı olarak (...)en çok verim sunacakları gencecik yaşlarında

Page 189: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

akıttıkları kanlarıyla direniş tarihimize ve beynimize nakşettiler.” (29)    Dikkat edilirse kullanılan üslup rastgele seçilmiş bir üslup değildir. Hem cahil kalmış köylü tabana, hem de kırdan kente göç etmiş ama sınıf dışı özellikler gösteren kesime hitap etmektedir. Hemen her konuşma, dağıtılan bildiriler, basılan broşürler vs. dolduruşa getirmeyi amaçlayan dinsel motiflerle süslenmiştir. Halkı, devrimcileri, demokratları katletmenin cennet kapılarını açmakla eşdeğerli olacağına tabanı inandırıyorlar. Her geçen gün yoksullaşan, ekonomik baskılardan nefes alamaz hale gelen toplumsal kesimlerin dine bir kurtarıcı gibi daha sıkı sarılmaları beklenilen bir durumdur. Bu duruma gelişmemiş ülkelerde, işsizliğe geçici de olsa “çözüm” getirmenin bir aracı olarak bakılır. Apocular da egemen güçlerin yamakçıları olduğu için dini motifleri, hurafeleri vb. çağdışı her şeyi insanları düşünmeden yoksun kılma doğrultusunda kullanmaktadır. Demokrasi ve özgürlükler adına hareket ettiğini söyleyenlerin, yığınları köleleştirmenin çabasını verdiği nerede görülmüştür? İşte Apocuların ikiyüzlülüğünü sergileyen, egemen güçler hesabına çalışan figuranlar olduklarını gösteren açık kanıtlardan biri de, bu tür düşünce ve pratikleridir.                                       ÖCALAN KÖLELİĞİ     1984 provokasyonu, Kürt milliyetçiliğiyle karışık islami düşünce ve duygularla yoğrulmuş kır kökenli ve sınıf dışı kalmış kesimlerden bir milis hareketi örgütlendirilmesine yolaçmıştır.     A.Öcalan, mahalle kabadayılarının ilkel yanlarına, feodal duygularına seslenirken, aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmemiş, tabanına karşı oldukça tehtidkâr davranmıştır. Metropol kentlerin kenar mahallelerinde soygun ve hırsızlıkla geçimini sağlayan genç çete gruplarının anlayışını aynen Öcalan’da da görmek mümkün. Bu gruplarda kendi içlerinde gasp edilenleri bölüştürme ve birbirlerini mahallenin halkına karşı koruma anlayışı ve buna uygun davranış biçimleri vardır. Bu çete gruplarında hiç kimse tek başına hareket edemez, kollektif karar mekanizması zaten hayal bile edilemez. Nerede, ne zaman ne yapılacağı şefin ihtiyacına ve çıkarına göre belirlenir. Şefe bağlılık- ta kusur da affedilmez. PKK de kendi içinde aynı anlayış ve davranış biçimini geliştirmiştir. A.Öcalan tek ve dokunulmazdır. Diğerleri ise canı bile kendisine ait olmayan “mülkiyetsiz”lerdir;     “...Burada bulunan topluluk içinde hiç kimsenin üzerinde istediği gi- bi tasarufta bulunabileceği kendine has ne bir canı vardır, ne de ken- dine özgü bir niyeti olabilir. ...hiç bir militan kendi varlığı üzerinde bir mülkiyet hakkına sahip değildir. Hiç bir militan 'bu can benim canımdır' diyebilecek durumda olamaz, olmamalıdır. Böyle bir tutumda ısrar eden kişide mülkiyet duyguları gelişiyor demektir.” (30)      “Fakat Kürdistan gerçekliğine aynı yaklaşımla yöneldiğimizde, ya- şamın kutsallığı değerini yitirmektedir. Çünkü gelişmenin doğal seyrinden çıkarıldığı Kürdistan'da, işlerin toplumsal ve tarihsel diyalektik içinde izahı son derece güçleşmekte (sözle dile getirilen teorik litera türün! anlamı bu olsa gerek, BN.) ve yaşam fazla bir anlam ihtiva et- memektedir.” (31)    Vurgulanan bu mantıkla ne tür yönelimler içine girileceğini kestirmek hiçte zor değildir. Her şeyden önce bir kişinin veya bir kurumun bir başka kişinin yaşamı üzerinde söz sahibi olmasına kölelik denilir. Bir kişinin yaşam hakkı üzerinde bir başka kişinin ipoteği kabul edilemez. Öcalan günümüz koşullarında Roma’nın köle beylerini aratmayacak bir tarzda konuşmaktadır. Kişiler üzerinde mülkiyet hakkının olduğunu iddia edebiliyor. “Öcalan köleliği” biçiminde de adlandıracağımız bu kölelik sistemi, tamemen mafyavari yöntemlerle sağlanmıştır. İnsanlar önce cinayet, esrar-eroin, insan kaçakçılığı vb. yollarla insanlıkdışı ilişkiler içine çekilmiştir. Böylece üzerlerinde her türlü baskıyı kurabilmenin koşulları yaratılmıştır. Bundan sonra da kölelikten başka çıkış yollarının olmadığı kendilerine anlatılmıştır. Bu duruma düşmüş kişinin canının, düşüncesinin ve hatta gidermek zorunda olduğu günlük temel ihtiyaçlarının bile Öcalan tarafından belirlenmesi artık işten bile değildir. İstediği gibi asar, keser ve kullanır.  İstKöleliğe çağrı metninde seçilen üslup da rastgele seçilmemiştir. Batman, Siirt, Bingöl, Bitlis ve Muş bölgelerinin daha çok kırsal kesimlerindeki tarikat şeyhlerinin müritlerine sesleniş tarzıdır.Yaşam hakkına en edepsizce saldırı vardır. Yaşamın değeri ve gerekliliği hiçe sayılıyor. Bunun hiçe sayıldığı noktada her türlü vahşilik kolaylıkla sergilebilinir. Çünkü insanlık değerlerinin korunması ve geliştirilmesi yaşama verilen değerle orantılıdır.

Page 190: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

    Bu tür köleci anlayışlar, toplumumuzda bir başkalarını daha çağrıştırmaktadır. Özellikle son yirmi yılda her sokak başında rastladığımız “vatan kurtaran aslanlar”dan sözediyorum. Bunlar, bir yandan kurdukları çete ve mafyalarla halkımızı sömürüp soğana çevirirken, bir yandan da “ülkem için ölürüm” nutuklarıyla tozu dumana katan “vatan kurtçukları”dır. Apocular bunlarla da benzerlik gösteriyor.     Genel olarak gerçekçi tarzda seçilen hedeflere ulaşabilmek için yaşam gerekir. Sonuna kadar ayakta kalmanın, olabildiğince uzun yaşamanın kavgası verilir. Çünkü kazanma yaşamdan geçer. Temel hareket tarzı kesinlikle kayıp vememe üzerine inşa edilir. Ama hedefe ulaşma sürecinde ortaya çıkabilecek birtakım kayıplar olabilir. Bunlar savaşımın doğal ama bir o kadar da acı götürüleri olarak değerlendi- rilir. Olayı bu biçimde ele almayıp daha ilk adımda ölmeyi temel alma anlayışında kesinlikle bir artniyet vardır. Eğer komutan olduğunu iddia eden biri bunu yapıyorsa, yani askerlerine “yaşamanın değeri yoktur, ölmelisiniz” biçimde emir veriyorsa, o komutan bir katildir, bir haindir. Toplumun böylelerine ihtiyacı yoktur.     Her amaca ulaşmayı kanla, ölümle eşdeğerli kılma anlayışı korkunç bir hastalıktır. Siyasal mücadele eşittir savaş değildir. Siyasal mücadelenin çok çeşitli biçimleri vardır. Savaş, siyasal mücadele biçimlerinden sadece biridir. Savaşın neden tek başına temel alınmak istendiği ise geçen yıllara bakıldığında çok daha iyi kavranılmaktadır.    Sonuçta yapılmak istenen, “biz her şeyin doğrusunu yaparız”dan hareket etmek, kişiyi düşünce ve sorgulayıcılıktan tümüyle alıkoymaktır. Düşünen, bilinçle hareket etmek isteyen, en ufak eleştiride bulunmaya çalışanların kaderi ise daha başından belirlenmiştir; yokedilme, yani ölüm. Katil olma önkoşuluyla köleliği kabul edenleri bekleyen son da diğerlerinden farklı değil; tahmin edileceği gibi önce öldürmek, sonuçta da ölmek zorundalar. Nasıl olsa “cennetin anahtarı” PKK’de. Daha doğru bir değişle, yeri geldiğinde peygamber, yeri geldiğinde Tanrı olduğunu söyleyen Öcalan’da. “Huriler dünyasını” başka türlü elde etme olanağı yok. Böylesine düşünmeden yoksun kılınmış kişiler açısından geriye kalan tek şey; “cennetin anahtarı”nı ele geçirmek için mümkün olduğunca kan dökme, alacağı övgülerle çevresine caka satmaktır. Hele hele ne kadar çok kadın ve çocuk katlederse o kadar fazla “büyük kahraman” ünvanını sahip olma şansına kavuşur. Artık bu noktadan sonra önlerine kim gelirse gelsin saldırmayacakları hedef yoktur. Nereden bakılırsa bakılsın, insanlığa düşmanlığın en sinsi örneklerini görüyoruz;     “Pınarcık gerçeğinde bir kez daha ortaya çıktığı gibi, Kürdistan'da ihanete yaşam tanınmayacak ve hainler de cezasız bırakılmıyacaktır” (32)    Pınarcık ve daha birçok yerlerde halkın nasıl katliamdan geçirildiğini bilmeyen yok. Hatta onca dolduruşa karşın kadın ve çocuklara kurşun çekmekte tereddüt geçirenlerin dahi “çatışmada öldü” süsü verilerek öldürüldükleri biliniyor. Derin devletin direkt yapmaktan çekindiği “temizlik” konsepti, bizzat PKK tarafından hayata geçirilmiştir. Hatta çok saf duygularla saflarına katılanları bile özkişiliklerine yabancılaştır- mada çoğu kez başarı sağlanmıştır. İçinden çıktığı halkına ve tüm devrimci güçlere karşı her geçen gün artan ölçülerde saldırganlaştırmak için insanlara anne ve babalarını dahi öldürtmüşlerdir. Kişileri kendi ailelerine karşı kin ve intikam duyacak düzeyde vampirleştiren faşist taktikler uygulanmıştır. Bilindiği gibi aileye karşı tavır SS’lerin bir metodudur. SS’ler içinde bunu uygulatanların en meşhuru, insan kasabı olarak adlandırılan faşist Erichmann’dır. A.Öcalan’ın da militanlarına karşı uyguladığı yöntem, Erichmann’ın yöntemidir. İşte açık örneği;    “PKK mensupları içinde anasını, babasını ve öz yakınlarını vuranların olduğu doğrudur.” (33)    Böyle bir düşüncenin insanlara verilmesi ve bunun bir de açıktan övünç kaynağı olarak gösterilmesi tüyler üperticidir. Ama Öcalan böyle bir yöntemi bilerek seçmiştir. Feodalitenin ve aşiretçi yapının hüküm sürdüğü bölgelerde, barışla sonuçlanmayan kız kaçırma olaylarında, kızı kaçan aşiret, kendi içinde görevlendirme yaparak kaçan kızın öldürülmesi için erkek kardeşe görev verir. Erkek kardeş, aileden izin almaksızın bir başkasıyla birlikte olma cesareti gösteren kız kardeşini öldürmeyi gayet normal görür. Verilen görevi yerine getirmemeyi aşiret yasalarına ve değerlerine karşı ihanet olarak nitelendirir. Kendisi için bu görevi bir “onur” meselesi yapar. Öyle ki, yaşamı işleyeceği cinayet bağlıdır. Bu nedenle cinayeti gururla işler ve işledikten sonra da babasının ve aşiret reisinin elini öper. Artık tüm yükümlülüklerden sıyrılmış “özgür” bir kişidir. İşte PKK’de tabana işlenen mantık da, aşiret topluluğunda geçerli olan mantıktır. Bu

Page 191: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

mantıkla, bu düşünce sistematiğiyle yoğrulmayan bir yapıya, “daha fazla kan” akıttırılması başka türlü olanaklı değildir;      “Daha çok kan akıtacağız ve bundan en küçük bir şekilde ‘yanlış yapıyoruz, yenilebiliriz’ diye korkakça bir tutuma girmeyeceğiz” (34)     “Çok kan dökülmesi gerekiyor(...)milyonlarca insanın ölümü hiçbir şey değildir. Botan suyundan daha fazla kan akmalı, her dağda, her ağacın altında, her taş kovuğunda şehitler vermeliyiz”(35)    İşte bu cümleler asıl amaçlarının ne olduğunu açıklıyor. Devrimciler hiç bir zaman savaş çığırtkanlığı, hele hele kan dökme çağrıları yapmazlar. Savaş, temel bir çözüm yöntemi olarak kesinlikle görülmez. Her türlü hak ve özgürlükleri mümkün olduğu kadar demokratik yöntemlerle elde etmenin çabasını yürütürler. Devrimciler için emekçi yığınların demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinde insan faktörü her zaman önplandadır. Yani insanları korumanın, yaşatmanın kavgasını verirler. Barışın, demokrasinin ve özgürlüklerin savunucusudurlar. Savaş savunuculuğu, savaşla sorunları halletmeyi temel alma her zaman diktatörlüklerin işi olmuştur. Emperyalistlere özgü bir metotdur.    Böylesine ürkütücü, dere misali kan akıtmak için can atanlar, günümüz koşullarında olsa olsa Hitler’in bir kopyesi olabilirler. İşte Abdullah Öcalan da bunlardan biridir. Parayla tutulmuş bir katilden farklı değildir. Aksini iddia edenler varsa, ortaya çıksın ve yukarıdaki söylemlerin savunulacak olan yanlarını ortaya koysun. İnsan hakları savunuculuğunun bile bir dönem rant kavgacılığına dönüştüğü Türkiye’de, PKK’ nin kime karşı, nasıl bir “mücadele örgütü”olduğuher yönüyle ortadadır. Oluk oluk dökmek istediği kanın işçinin, köylünün, daha doğrusu savunmasız insanların kanı olduğuna bakmak bile, A.Öcalan’ın ne olup olmadığını anlamak için yeterlidir.    İşte kadro ve sempatizanlarını böylesine insanlık dışı metotlarla yetiştiren PKK, her hangi bir şeyin doğruluğunu, kanın fazla veya az dökülmesiyle orantılı görmektedir. Latin Amerikada, Afrika’da ve daha birçok yerlerde kontralar hiçte az kan dökmediler. Kaldı ki Öcalan da etrafında topladığı müritlerine, “bir kontra, bir hain gibi duruyorsunuz” derken aslında onlara içinde bulundukları trajik durumu anlatmak istiyor. Botan suyundan daha fazla kan dökmek isteyen, hatta militanlarına kendi ana ve babalarını öldürmeleri doğrultusunda fetva veren bir güruhun, devrimcilere geldiğinde nasıl fütursuz davranacağı ortadadır;    “Bugün bazıları ’PKK kendisinden ayrılanı cezalandırıyor’ diye feryat ediyorlar. Bunlar çok iyi bilinmelidir ki, PKK yalnızca cezalandırmakla kalmayacak, bu tip yaşamlara en kahredici darbeleri vurarak soluk almasına izin vermeyecektir.” (36)    Öcalan’ın duyduğu öfke içine düştüğü çıkmazdan kaynaklanıyordu. Bu kez sözkonusu olan kendi yaşamıydı. O kahrolası canını kurtarma uğruna milyonlarca insanın kanını akıtacağını açıktan ilan eden biri için, devrimcileri katletmek elbette sorun olmayacaktı. Ülkede kendisine bu olanakları sunanlar, Avrupa’da da benzer olanaklar yaratmaktan geri durmayacaklardı.    İşte bütün bu aşamalardan sonra 1984 karşı devrimci eylemlerini başlatmanın ve günümüze kadar devam ettirmenin koşulları hazırlanmıştı. Bunun söylenildiği gibi devrimci çıkış eylemi değil, devrimci gelişmelerin önünü alma eylemi olduğu daha sonraki gelişmelerden ve sergiledikleri pratiklerinden anlaşılacaktı.                           1984 PROVOKASYONU VE AMAÇLARI     1984 yılı Öcalan’daki çıkmazın derinleştiği bir yıldır. PKK’de yaşanan tam bir karmaşaydı. İnsanlar artık sorunların tatminkar bir izahını bekliyorlardı. “Ajan, provokatör, hain, teslimiyetçi” gibi uyduruk gerekçeler kimseyi ikna etmiyordu. Yapı sorgulanmaya başlamıştı. Oysa Öcalan, dostlarına asıl hizmeti bu dönemde vermek için hazırlanmıştı. Oyunlar K.Irak üzerinde oynanacak, başından itibaren hedefleri arasında bulunan KDP şimdiden sonra yakın takibe alınacaktı. Ama PKK içindeki çalkantılar hiç mi hiç hesaba katılmamıştı. Bu nedenle Öcalan’ın daha büyük bir katalizatöre ihtiyacı vardı. İşte o adından sıkça bahsettiği “15 Ağustos

Page 192: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

atılımı” tam da böylesi bir dönemde devreye konuluyordu. Arkasından dayandığı karanlık güçlerin desteğiyle, PKK büyük ve örgütlü bir güçmüş gibi lanse ediliyordu. Oysa PKK’de örgüt adına bir şey yoktu. Sayıca çok az olan bir insan gücü vardı ve bunların yarıdan fazlası zaten bunalımdaydı. Yıllar sonra da olsa, o günkü koşullarda PKK’nin durumunun ne olduğunu A.Öcalan da itiraf etmek zorunda kalıyordu;     “…Bir baktık örgüt elden gidiyor. Gerçekten de, örgüt daha 1982’ de elden gidecekti.” (37)    Ama niyet farklı olursa, ortaya çıkacak sonuç fazla önemli değildi. Önemli olan günü ve anı kurtaracak bir girişimde bulunmaktı. “15 Ağustos direnişi” altında son bir hamleyle yeni bir provokasyon daha devreye konulmuştu. Kuşkusuz A.Öcalan bu işi kendi başına oturup planlamamıştı. Ona yol gösteren akıl hocaları vardı. Bununla hangi amaçlara varmak istemişlerdi? Herzaman olduğu gibi hedefler çok yönlüydü.     Amaçlardan biri, ilk etapta PKK’deki iç hesaplaşmayı boğuntuya getirmekti.Nitekim bu provokasyonun ardından Öcalan, o aldatmacalı taktiğine bir kez daha başvuruyordu;     “İşte yine yaşanan sığlıklar, biraz devrimci zorluklar var. Ben bunu temsil ediyorum. O ise, ‘hayır, tek bir kişi Hakkari’ye gitmemeli. Zaman uygun değil’diyor. Sonra gördük ki, bu tamamen TC’nin planı.” (38)     A.Öcalan olayı “ülkeden kaçmak” biçiminde sunuyordu. Çünkü sorunu bu biçimiyle ele almak kolayına geliyordu. Bu arada bir grubu da eyleme geçirerek bu düşüncesini doğrulamak istiyordu. Soruna, mücadeleyi başlatmak isteyenlerle, mücadeleden kaçanlar arasındaki bir sorun görünümü veriyordu. Ama Öcalan’ın bu dönemde hayli zor günler geçirmiş olduğu belli. Hiçbir zaman bir söylediği diğerini tutmuyor. Yani bizler için herhangi bir şeyi ispata gerek kalmıyor. Çünkü bir yerde söylediğini, diğer bir yerde yine kendisi çürütüyor;    “…Sonuçta bir baktık ki, adam savaşıyor bizimle, çok şey götür- müş. Yapının yarısı zaten hastalıklı hale gelmişti. Zaten diğer bir sözü de şuydu; ‘Bu kez ülkeye gidenlerin yüzde doksanının kafası karmakarışık, sen o kafayla onları savaştıramazsın’ diyordu. Ben daha sonra farkettim ki, bu sözü doğruymuş. Yapının yüzde doksanının kafasını karıştırmış; uyduruk, tali meselelerle onları oyalamış. Kafası hasta olan, karmaşık olan savaşır mı? Ve o yapıdan hayır gelmedi.” (39)     Bu sözler Öcalan’ın “15 Ağustos atılımı”nı hangi koşullar altında gerçekleştirdiğinin kendisi tarafından izahıdır. Ortada örgüt yokken Öcalan birşeylere oynamıştı.Tıpkı 1979’larda yaptığı gibi. O yılları izah ederken, “Örgüt yoktu, ama ben alalacele çizdiğim bir gerilla yönet menliğiyle Siverek eylemini başlattım ve ardından hemen Ortadoğu’ya çıktım” diyordu. Burada yaptığı da aynıydı. Arkasını sağlama aldığı Suriye’de oturuyor ve “yüzde doksanı elden gitmiş” bir yapıyla “gerilla hareketi” başlatıyor. Neden? Çünkü insanların ölmesini istiyor. Yeni bir “şehitlerimiz ve direnişimiz” kampanyasıyla karanlık amaçlarını gizliyor. Bu kampanyanın gölgesinde şiddeti giderek Avrupa’ya yayıyor, PKK’den ayrılanlardan ve diğer devrimci örgütlerden onlarcasını öldürüyor. Bu arada karanlık güç odakları da Çetin Güngör olayında olduğu gibi kendisine gereken imkanları sunuyor. Bu cinayet, sonradan gelişen olaylar açısından da ilginçtir.     İkinci amaç; cunta sonrasında halkın içinde bulunduğu durumla ilgiliydi. Cunta döneminde amansız bir baskı, işkence ve terör altında yaşatılan halk, olabildiğince yoksulluğun içine itilmişti. 24 Ocak kararları dipçik ve süngülerin gölgesinde hayata geçirilirken, işsizlik had safhaya ulaşmıştı. Tam bir çıkmaz içine itilen kitleler üzerinde geliştirilen çıplak baskıyla 24 Ocak kararlarının sonuçları toplanıncaya kadar gidilemezdi. İşte “15 Ağustos atılımı”bu patlamanın yönünü değiştirmede önemli bir rol oynamıştı. Bu eylem, halk üzerinde yeni bir terör kasırgası estirmenin bahanesi olmuştu. Doğu’da PKK’nin durumundan habersiz olan bir çok insan, çıkmazdan kurtulmanın yolunu genelikle PKK’ye kaymakta bulmuştu. Batı’da ise “düşmanlarla sarıldık” masalıyla kitleler avutulmaya çalışılmıştı. Bir anlamda PKK aracılığıyla yaygın işsizliğin doğuracağı sosyal sorunların üstü bir dönem için de olsa örtülenmişti. Bu politika özellikle 90’lı yılların başından itibaren başarıyla uygulanmıştı. Dikkat edilirse bu durum, A.Öcalan tarafından üstü kapalı da olsa MED-TV’de sıkça dile getirilmişti. Olağan konuş- malarından birinde sol örgütlere seslenen Öcalan, “İşte görüyorsunuz. Bu kadar işsiz, bu kadar aç insan var Türkiye’de. Bir silah sesiyle bunları saflarınıza çekmeniz hiçte zor değildir.” diyordu.

Page 193: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

    Bu noktada 1983’ün ortalarında PKK’nin örgüt yapısını yansıtan tabloya değinmekte yarar var. PKK’nin Lolan’dan gönderdiği iki ekibin Hakkari ve Van yörelerinde yürüttükleri faaliyetler sonucu arkalarına takıp getirdikleri 25 kişinin “PKK’ye niçin katıldınız” sorusuna verdikleri yanıtlar düşündürücüdür. Bunlardan onbiri, PKK’ye katılma nedeni olarak, “çobanlık yapmaktan bıktım” diye yanıtlarken, beşi “evlenecektim,başlık parası bulamadım ve babamla kavga ettim”diye yanıtlıyor.Geri kalan dördü “evle kavga ettim, kaçtım, geldim”,üçü askerlik yapmak istemediğini, geri kalan iki kişi de örgütün ismini önceden duyduğunu ve sempatisi olduğunu söylüyor. Yapılan ankete göre bu kişilerden en yaşlısının yirmisinde olduğu, bunlardan sadece dokuzunun ilkokul diplomalı oldukları ortaya çıkıyor. Bu tablo karşısında irkilmemek elde değil. Daha sonra benzer bir anket bu kişileri bulup getiren ekiplerin sorumlularıyla yapılıyor. Onların söyledikleri de tam beklenen türdendir. Verilen cevaplar kısaca, “merkez, kimi bulursan al getir diye talimat verdi, ben de bunları getirdim” biçimindedir. Yazdıklarına, çalakalem verdikleri raporlara bakıldığında hallerinden oldukça memnun oldukları ortaya çıkıyor. İş başarmış veya bir zafer kazanmış komutanlara özgü bir hava seziliyor. Zaten PKK’de ekip veya grup sorumluluklarına getirilmiş kişilerin sosyal konumları, yeni gelen kişilerden pek farklı değildir.    1996’ya gelindiğinde K.H (bir bölge sorumlusu) rastgele 125 silahlı PKK’lıya niçin geldiklerini, savaştıklarını soruyor. Bunlardan 79’u Türkiye’de yaşamanın olanaksız olduğunu, köyde ne olup olmayacaklarının belli olmadığını, “karnımızı bile doyuramıyoruz” diye uzayıp giden yanıtlar veriyor. 24 kişi İzmir, Adana, Mersin, İstanbul gibi büyük şehirlere iş aramak için gittiklerini ama Kürt oldukları için iş verilmediğinden yakınıyor ve çareyi ülkeden kaçmakta bulduklarını söylüyor. Yine bunlardan 15 kişi, yakın akrabalarının öldüğü veya içerde olduğu için PKK’ye katıldıklarını söylüyor. Yedi kişi de askerlikten kaçtıklarını belirtiyor.    Yine çok ilginç olan bir başka durum ise; Kampta eğitim süreleri biten 20 kişiye sorulan, “şimdi ne yapmak istiyorsunuz?” sorusuna karşılık alınan yanıtlardır. İstisnasız hepsi ilk olarak, “eğer ülkeye gönderilirsem, önce köyüme uğramak istiyorum” diyor. 20 kişiden alınan bu yanıtın altında yatan esas istek aslında, “köylüme kendimi kanıtlamak istiyorum, silahlı otoriter bir güç haline geldiğimi göstermek isyorum” dur. Yani feodal duyguların farklı bir biçimde dile getirilmesi sözkonusudur. Sadece bu tablo bile PKK ve A.Öcalan’ın karanlık hedeflerini ortaya koymaya yeterlidir.    1984 provokasyonundaki üçüncü amaca gelince; Bunun altında da K.Irak’la ilgili hesaplar yatmaktaydı.      “…ülke içinde yıllarca birine hizmette bulunmak istedim. Büyüklerimize, savaşçılarımıza, Barzaniden tutalım komünistlere ta dindarlara kadar hizmet etmek istedim. Sonra gördüm ki, hepsi sahtekârdır.” (40)    Yukarıdaki sözlerinden A.Öcalan’ın yüreğinde hiç bir zaman bir özgürlük özlemi olmadığını anlıyoruz. İçinde duyduğu tek şey, uşaklık. Özgürlük tutkunlarına bu nedenle hep düşmanlık duyuyor. Büyük ideallerin sahiplerine saldırarak ruhundaki sahtekarlığı tatmine çalışıyor. İnsanlık tarihi boyunca haklar ve özgürlükler uğruna verilen kavgaların değeri tartışılamaz. Toplumsal gelişmelere yön vermede oynadıkları rol görmemezlikten gelinemez. İnsanoğlunun bugünkü gelişkin uygarlık düzeyine ulaşmasında bu iki temel tutkunun büyük rolü olmuştur. Bu gelişmelerin karşısında duranlar ise, hep geriyi, eskiyi temsil edenlerdir. Eskinin, köhne düzenin gönüllü savunucuları ve işbirlikçileridir. Yukarıda aktardığımız sözlerinin altında, onun ajanlaşmasında rol oynayan önemli etkenleri görmek mümkün.     “….Biz oradan Ankara’ya dayanarak grup ortaya çıkarabilmiştik. İlkel milliyetçiliği de 1982’de dayanılarak bir adım atılabilirdi.”     “Benim için “müthiş taktikçidir” diyorlardı. “o zaman onu kullandı, sonra başkasını kullandı…” (41)    Barzani hareketini “ilkel milliyetçi” olarak değerlendiren Öcalan, Ankara’ya dayanarak kurduğu bir örgütle devrimcilik ve yurtseverlik yaptığını söylüyor. Öcalan’daki “dehanın” sırrı budur. Herkese nasip olmayacak kadar “şanslı” bir adam. Önce Ankara’ya dayanarak bir grup kurduğunu söylüyor, sonra da malum güç odaklarına yaslanarak geliştirdiği PKK’yi, “sahte” ilan ettiği güçlerin karşısına çıkarıyor. Kimin sahte olduğunu ise çıkış biçimi zaten ortaya koyuyor. Niçin, nasıl ve kimlere karşı ortaya çıkartıldığını gizlemek içinse durumunu “müthiş taktikçi”liğine bağlıyor. Doğrudur; ortada bir kullanma durumu vardır ama, Öcalan kullanan

Page 194: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

değil, kullanılandır. Kullanılış tarzı gerçekten müthiştir. Solu ve Kürdü bitirme çabasında hem kendisini gizleyerek provokasyonlarını sergiliyor, hem de sola ve Kürde karşı efendilerine kullanabilecekleri müthiş imkânlar sunuyor. Başlangıçta bunları sadece Türkiye içinde uygulayan Öcalan, 1980 sonrasında hedeflerin kapsamını genişletiyor. Çizilen stratejinin sonuç alabilmesi için kavganın özellikle K.Irak’a kaydırılması zorunludur. Çünkü bitirilmek istenen Kürdün yaşam kaynağı bu alandır. Güç odakları bu kez sadece dereyi değil, kaynağı kurutma iddiasındadır.     “Aslında 1985’lere geldiğimizde, bizde silahlı savaşım çizgisine ısrarla gelememe, ısrarla onu hayata geçirmeme KDP’nin dayatmaları sonucu oluşan bir durumdu….İlkel milliyetçilik tamamen tasfiyeyi hedeflemişti… Bu durumdan dolayı biz Ağustos adımını geçte olsa başlatabildik.” (42)   İşte gerçek niyetlerin A.Öcalan tarafından yapılan özeti. Sözümona silahlı mücadele çığırtkanlığıyla zor duruma düşürmek istediği kesimlerin kimler olduğu böylece anlaşılıyor. Sadece Türkiyedekileri değil, Irak Kürtlerini de hedefliyor. Bu araçla bir yerlere davetiye çıkarıyor. Nitekim o ana kadar Türkiye’nin Irak’a direkt bir askeri müdahalesi olmamıştı. Herşey siyasi platformlar içinde yapılmıştı. A.Öcalan 1984’ lerden itibaren bu alana yapılan dış müdahalelerin bir aracı olmuştur. Bu nedenle Öcalan’ın ARNG, ERNK gibi anlı şanlı ordu ve cephe faaliyetleri kimseyi yanıltmamalıdır. Ordulaşma ve cepheleşme adı altında yapılan tek şey provokasyonları daha kolay hayata geçirmekti. Tıpkı adı var, kendisi yok bir PKK gibi, ARNG, ERNK de sadece hedef şaşırtmak amacıyla ortaya atılan isimlerdi. Öcalan, yaklaştığı hazin sonu görmeye başladığı dönemde bu gerçeği de itiraf etmişti;    “Bu halk savaşının sorumlusu kimdir? Kaç kişi sorumluluk duyuyor, bütün yönleriyle belli değildir. Adına bir ulusal önderlik deniliyor, ardından PKK, Artêşa Gel, ERNK, aslında daha çok adları var, ama içeriği nasıl doldurulmuştur belli değildir. Birinin canı çıkıyor, diğerinin umrunda değildir. Çok vahşi bir katliama tabi tutulan bazı köyler var, ama bazı ERNK’liler var ki, işin havasında cıvasında… Dedim ya ERNK’nin adı var kendisi yoktur. Öncü pratik içinde aynı şey söylenebilir.” (43)                                    PKK-DERİN DEVLET İLİŞKİSİ      A.Öcalan’ın 90’lı yıllara gelmesi anlaşılacağı üzere hiçte öyle kolay olmuyordu. Güç odaklarının da yardımlarıyla birçok devrimciyi ortadan kaldırmakta başarılı olmuştu. Bu kendisi için hayli rahatlatıcı bir ortam da yaratmıştı. Ama bu kez karşısına daha derin bir uçurum çıkmıştı. Hizmet ettiği güç odakları arasındaki çatlaktan sözediyorum. A.Öcalan ile karısı Kesire Öcalan’ı da karşı karşıya getiren bu çatlak, başının hayli ağrımasına neden olmuştu. Çünkü geçmişte Pilot (Öcalan, kendisi gibi bu kişinin de Özel Savaş’a bağlı olduğunu kabul ediyor) ve Kesire (Öcalan, bu bayanın da MİT’e bağlı olduğunu söylüyor) vasıtasıyla yaratılan bir dengeden bahsediyordu. Belirttiğine göre güç odaklarının çeşitli kanatları arasında bu birlik yoluyla bir uzlaşma sağlanmıştı.    1985’lerden sonra bu uzlaşmanın çatışmaya dönüştüğünü anlıyoruz.    NEDEN?     Sorunların kaynağı 12 Eylül cuntasına dayanıyordu. Gerek ülke içi, gerekse uluslararası kamuoyunun baskısı sivil siyasal iktidara geçişi zorunlu kılıyordu. Oysa Türkiye’de sermayenin bir kanadı sivil iktidara geçişi pekte istemiyordu. Bunlar, askerin iktidarda kalmasından yanaydılar. Askeri kanat ise, Cumhuriyeti kendi eseriymiş gibi algılayıp yorumladığı için iktidarda sürekli kalmayı hakkı olarak görüyordu. Bu hevesini her on yılda bir, ABD’nin desteğinde darbeler yoluyla hayata geçirmeye kalkışıyorduysa da, kendisini birtürlü kalıcı kılamıyordu. Ama 12 Eylül 1980 cuntası elde ettiği statüyü bu kez kolay kolay bırakmak istemiyordu. Cumhurbaşkanlığına gelen Kenan Evren yeni yasalarla yetkilerini arttırırken, varolan kısmi özgürlükleri de biraz daha kısıtlıyordu. Seçime girecek partileri ve parti adaylarını

Page 195: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Milli Güvenlik Kurulu belirlemişti. “Parlamenter rejime” dönüşü, bilinen klasik partileri ve liderlerini yasaklılar listesine alarak, kendi onayından geçen yeni partilerle yapıyordu. Ama bunca tedbire rağmen seçim sonuçları askeri kanat için tam bir yenilgi olmuştu. Kenan Evren’in açıktan destek verdiği Sunalp’ın Milliyetçi Demokrat Partisi, seçim sonrasında tam bir hezimete uğramıştı. Yani evde yapılan hesaplar pazarda tutmamış, halk askerleri siyasette değil, kışlasında görmek istediğini açıktan göstermişti.     İşte A.Öcalan rolünü tam da bu aşamada oynamaya başlıyordu. “15 Ağustos atılımı” adı altında devreye soktuğu provokasyonla demokra- tikleşmeden yana olmayan güçlerin imdadına tezelden yetişmişti;      “…DYP-SHP sözde birbirlerine karşıydılar (…) İşte Demirel ile Mesut Yılmaz, ki bunlar devletin sivil maskesidir, benden yediği darbeden dolayı ders almışlar, ve tek örgüt içinde, hatta tek parti içinde birleştiler. Zorlama bir birlik yarattılar. Bu çok önemli aslında ve mücadelede çok şiddetli devam ediyor. Özal ayrışması bile çok önemli bir süreçti ve yine bizimle bağı vardı. (…)Yine bu İnönü’nün tükenişi, özel savaş yürütücülerinin gelişimi var. Ayrıca Cem Ersever en son bizimle amansız savaşanlardandı. Bu çıkışla çok yakınen ilişkisi vardır.” (44)       Bu sözler, egemen güçler arasındaki mücadelede, A.Öcalan ve PKK’nin yüklendiği rolü açığa çıkarması açısından önemlidir. Aynı sözler PKK’yle savaşımın neden 15 yıl gibi uzun bir süreye yayıldığının da izahıdır. Çünkü savaşım görünüşte PKK ile, özünde ise egemen güçlerin kendi içindeki iktidar kavgasıydı. Bu kavga aynı zamanda, ABD ile Avrupa’nın Türkiye üzerindeki çıkarlarının çatışmasıydı.     Eğer ortada emekçi yığınların çıkarlarını dile getiren bir savaşımdan bahsediliyorsa, bu mücadeleyi yürüten bir parti veya örgütlenmenin izleyeceği politika, hiç belirtmeye gerek yok ki, Öcalan’ın yukarıdaki söyledikleriyle tam bir çelişki içinde olacaktır. Böylesi bir mücadele sürecinde emekçi yığınlardan yana hareket edenler, üretim güçleri karşısında sınıfların mevzilenişlerini sağlıklı bir biçimde ortaya koymakla yükümlüdür. İşçi sınıfının gücü, örgütlülük düzeyi, içinde bulunduğu koşullar, yakın ve uzak hedefleri ve bu hedeflere ulaşabilmek için izleyeceği ittifaklar politikasını, mücadele taktiklerini netçe belirlemek durumundadır. Yine ittifak yapacağı diğer sınıf ve tabakalarla dönemlere göre çelişen ve çelişmeyen yönlerini; çıkarların birleştiği ve birleşmesi mümkün olmayan noktalarını açıklığa kavuşturmak zorundadır. İktidarı elinde bulunduran burjuvazinin gücünü, uyguladığı politikaları, bu güçlerin kendi arasındaki çıkar çelişkilerini, bu çelişkilerin boyutlarını ve daha çok hangi noktalarda yoğunlaştığını vb. çelişki ve çatışmaları belirleyip bunlar arasındaki çelişkileri daha da derinleştirecek politika ve taktikleri saptaması gerekir. Emekçi yığınların öncülerinin en temel görevlerinden biri de, burjuvazinin halka karşı baskı ve sömürü ola- naklarını daraltacak, onların hareket esnekliklerini kısıtlayacak, hatta ellerinden alacak bir mücadele tarzıdır. Ezilen yığınların çıkarları doğrultusundaki savaşımın başarıyla sonuçlanmasını isteyenler, mümkün olan en geniş kitlelerin harekete geçmesi için çaba gösterirken, egemen güçlerin parçalanmasını sağlayacak ve bir araya gelmelerini önleyecek çabalar içine girerler. Ama A.Öcalan ipliği pazara çıkmış hırsız misali, egemen güçler arasında mümkün olan en kapsamlı birliği oluşturmanın çabası içinde olduğunu itiraf ediyor. Bütün bunlar devrimci demokratik mücadelenin basit bir terör hareketiyle karşı karşıya olmadığını gösteriyor. Karşısında duran sıradan bir terör örgütü değil, bir ajan örgütüdür. A.Öcalan’ın yukarıdaki söylemi de bunun böyle olduğunu doğruluyor. İzlenen strateji, basit bir terörist grubun veya örgütün izleyebileceği yol değildir.    Bu ajan-provokatörün geliştirdiği taktikler elbette dönemin koşullarından bağımsız ele alınamaz. Daha doğru bir deyişle dönemin derin devlet politikasından bağımsız düşünülemez. Bu entrikacı politikanın kaynağı her şeyden önce 24 Ocak kararlarıdır. Bilindiği gibi bu kararlar en rahat biçimde uygulama olanağını 12 Eylül ile birlikte bulmuş ve daha sonra ANAP iktidarı tarafında sürdürülmüştür. Ama 24 Ocak kararlarının ekonomik, sosyal, siyasal vb. alanlarda yarattığı ters sonuçlar 90’lı yılların başına gelindiğinde daha açık bir biçimde görülmeye başlanmıştı. Ülkemiz hemen her alanda ciddi boyutlarda tıkanmanın içine sürüklenmişti. 90’ların başına gelindiğinde yatırımlarda durgunluk, işsizlikte artış, enflasyonda yükselme artmış, bütçe açığı büyümüş, dışalım ve dışsatım arasında denge kurulamamış, dışticaret açığı büyümeye başlamış, dış sermaye daha fazla egemen hale gelmiş, para politikasında istikrar sağlanamamıştı. Öyle ki, 84-85-86 yıllarında bir takım alanlarda sağlanan göreceli iyileşmeler dahi korunamaz

Page 196: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

hale gelmişti. Ülkenin ekonomik olanakları elit bir kesimin hizmetinde çarçur edilirken, geniş emekçi yığınlar uçuruma terk edilmişti. Geç doğmuş bir burjuvazinin saldırgan ve doymak bilmez iştahının tüm biçimleri bu dönem boyu sergilenmişti.     Daha sonraları soğuk savaş sürecinin sona ermesi ve SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte, Türkiye ciddi boyutlarda istikrarsızlığın içine sürüklenmişti. Bu durumun güçler dengesine olumsuz yansımaları olmuş, devlet örgütlenmesinde yeni arayışları getirmişti. Yine bölge politikasında yeni strateji ve taktiklere ihtiyaç duyulmaya başlanmıştı. Geçmişte sürdürülmesi basit olan dış politika, yeni dönemde oldukça karmaşık hale gelmişti. Türkiye’de egemen güçler arasında uzun yıllar pısırık kalmışlığın verdiği bir şaşkınlık vardı. İki sistemin yarattığı atmosferin sıcak kanatlarının kalktığını gördüklerinde adeta kendilerini ayazda hissettiler. Uzun süre bunu şaşkınlığını yaşadılar. “Artık önemimiz bitti, üvey evlat haline düştük” psikolojisi egemen olmaya başlamıştı. Bu ister istemez çarpıkta olsa kendi kanatlarıyla uçmanın, ayakları üzerinde durmanın arayışlarını da beraberinde getirmişti.     Zaten 1988 ve 1989’a gelindiğinde ANAP iktidarı uygulamalarının olumsuz sonuçlarını gördüğünden daha bu yıllarda seçim yasasıyla oynamaya başlamıştı. Gerek sosyal demokrat kanada, gerekse de aynı tabanı bölüştüğü DYP’ye karşı üstünlük kuracak yönelimler içine girmişti. Gücünü uluslararası sermayeden ve yerli tekellerden alan ANAP, 90’lı yıllara girildiğinde, yoksullaşmanın getirdiği göçle metrepollerde yoğunlaşan kitlelerin desteğini Tük-İslam sentezi altında şekillendirdiği ideolojiyle toplamaya hız veriyordu. Tabii bu arada her zamanki gibi 12 Eylül’ün getirdiği Anayasa ve yasaların zırhına bürünmeyi ihmal etmiyordu. Yine bu dönemde kendine bağımlı kıldığı basın-yayının desteği de gözardı edilemez. Ama 90’lı yıllarda ANAP’ın yeni bir hamlede bulunabilmesi için önünde çok ciddi engeller vardı. Bunların başında sermaye sorunu geliyordu. Özal sermaye sıkıntısına çözüm bulmanın yolunu, hem iç pazarda, hem de uluslararası pazarda dolaşan karaparayı Türkiye’ye çekmekte görmüştü. Karaparayla ekonomi geliştirmeyi temel almış, bunun için mafyanın ileri gelenleriyle işbirliği yapmaktan çekinmemişti. Özal’a göre serbest pazar ekonomisinde başvurulmayacak hiç bir yöntem yoktu. Eşi benzeri görülmemiş serbest pazar ekonomisi uygulamalarına yeni bir “atılım” kazandırılmıştı. ANAP’ın koalisyonlar biçiminde de olsa iktidarda kalması için her şey mübah görülmüştü. Böylece derin devlet’in gücünü ve şiddetini en fazla gösterdiği bir dönem açılmıştı. İşte tam bu noktada A.Öcalan’ın, “özel savaş yürütücülerinin gelişimi var”demesi ve bu gelişimi kendisi ve PKK’yle ilişkilendirerek savunması boşuna değildir. Burada hem eğemen güçlerden hangi kanada hizmet ettiğini anlatıyor, hem de bu kanadın derin devlet içindeki uzantısının inatçı bir savaşçısı olduğunu vurguluyor. Oynadığı rolle hangi kanadın ve örgütlenmesinin başarısı için çalıştığına en ufak bir şüpheye yer bırakmayacak biçimde açıklık kazandırmış oluyor. Gerek tek başına iktidar olduğu, gerekse de cumhurbaşkanı olduğu dönemde Özal’ın en önemli hedeflerinden birisi, sosyal demokrat kanadı götürmekti. Öcalan’da, “özel savaş” olarak adlandırdığı güçlerle birlikte bu sürece vargücüyle katkıda bulunuyor. Böylesine kritik günler için yetiştirildiğini unutmamıştı. PKK’nin zavallı köylü tabanı ise bu gerçeği kavramaktan uzaktı. Onlar iyi bir iş yaptıklarını sanarak savaşırlarken, Öcalan bir yerlerle oynaşı- yordu.     Ancak karşı devrimci, provakatif bir yapılanma, sosyal demokrat partilerle sağ partiler arasındaki farkı görmemezlikten gelir. Türkiye’de sosyal demokrasinin doğuş ve gelişme koşullarının irdelenmesi apayrı bir sorundur. Tutarsızlığı tartışılabilinir. Ama konumuz bu değil. Burada sadece sola değil, bir bütün olarak sosyal demokrasiye de karşı geliştirilen çok sinsi bir politika var. Sosyal demokrasinin gerek ekonomik, gerekse sosyal alanda getirdiği çözümlerle sağ partilerin getirdiği çözümler arasındaki farkı göremeyen bir A.Öcalan ve PKK’den bahsedemiyeceğimizi yukarıdaki sloganlaştırılmış strateji ortaya koy- maktadır. Kaldı ki, gayet bilinçli hareket ettiğini kendisi de gizlemiyor. Dünyanın neresinde olursa olsun emekçi yığınlardan yana olduğunu söyleyen hiç bir güç, burjuvazinin en talancı ve baskıcı kanadını, sosyal demokrasiye yeğlemez. Solun, genel olarak sosyal demokrasinin gerilemesi veya tükenmesi emekçi yığınlar açısından çok önemli mevzi kayıpları olarak görülür. Bu, işçi sınıfı ve emekçi yığınların demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinde ittifak yapabileceği önemli güçlerden birini kaybetmesi anlamını taşır. Hele hele bunun bir de komplolar ve entrikalarla yapılması tam anlamıyla bir felakettir.     Aslında yapılanların pekte öyle yeni şeyler olduğu söylenemez. 70’ li yılların ortalarında sol’a

Page 197: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

ve sosyal demokrasiye karşı geliştirilen provokasyonların bir tekrarı, bazı farklılıklarla bu yıllarda bir kez daha uygulanmıştır. Dönemin CHP iktidarını düşürmek için tekellerin uyguladığı ambargoların yanısıra, Maraş vb. katliamların geliştirildiği, Hilvan-Siverak olaylarının çıkartıldığı hâlâ hafızalardadır. Arkasından getirilen Milliyetçi Cephe iktidarlarıyla emekçi yığınlar üzerindeki baskı ve sömürü alabildiğine yoğunlaştırılmıştı. 1970’lerde Milliyetçi Cephe hükümetlerinin kuruluşunun ve 12 Eylül darbesinin arkasında kimler var- sa, 90’lı yıllarda sol güçlere ve sosyal demokratlara karşı oynanan oyunların arkasında da aynı güçler vardır. Her iki dönemin kapıkulu A. Öcalan bu durumu da gayet açıklıkla itiraf etmektedir;     “Ankara’dayız. 1976-77-78’i eğer bunlara dayandırmazsak, sağlam çıkışı yapabilir miyiz? Bu biraz da, sanıyorum SHP’yi bitiriş planları- mıza benziyor, ki şimdi SHP’nin cenazesi kaldı. Bu İnönü’nün oğluna karşı yaptığımız siyasi bir darbeydi ve biz onu aslında CHP’ye karşı oynadık. Bunlar 1976-77’de CHP’lidir.Hem aydın, hem kemalisttir.” (45)    70’li yılların ortalarından sonra oynanan oyunların çok daha geniş çaplısı 90’lı yılların başlarından itibaren oynanmıştır. O yıllarda Öcalan’ ın soldan Hilvan-Siverek olaylarını patlak verdirmesi, sağdan da Maraş vb. türünden katliamların düzenlenmesi, provokasyonların hangi saçayakları üzerine oturtulmak istendiği hakkında daha anlaşılır bilgiler veriyor. Özellikle de 92’den itibaren tüm bir sol’a, işçi sendikaları başta olmak üzere tüm demokratik kuruluşlara karşı baskıların nasıl yoğunlaştırıldığı biliniyor. Silah, esrar-eroin ticaretini, dolayısıyla kara parayı elinde bulunduranlar sermayelerine sermaye katarak yatırımcı burjuvaziyi bile tehdit eder hale gelmişti. Bu üçlüyü ellerinde bulunduranlar ülkemizin geleceğine hükmetmeye kalkışmışlardı. Ekonomi bu yıllarda kara para, çek-senet, yüksek faiz, repo ve bonolarla yönlendirilmiştir. Bu dönemde elit bir kesim bu ekonomik uygulamardan büyük kazançlar elde ederken en geniş yığınlar sefaletin ve açlığın pençesinde kıvranmıştır. Halka karşı estirilen acımasız terörü destekleyenler, göğüslerini kabarta kabarta cinayet işleyenler halk düşmanlarıdır. İşte Abdullah Öcalan ve suç örgütü PKK’de bunlardan biridir. A. Öcalan göbeğini ve ensesini en çok bu dönemde şişirmiştir. PKK milyonlarla ifade edilen dolarlar ve marklarla oynamaya başlamıştır. Bu gerçekler gözönünde bulundurulursa, sol’a ve sosyal demokratlara karşı Öcalan’ın aldığı tavrın önemi de kendiliğinden ortaya çıkar. Aynı yıllar ve sonrasında toplumun hangi yöntemlerle susturulduğu henüz unutulmuş değildir.     Abdullah Öcalan’ın hangi ortamda ve nasıl büyütüldüğü, PKK’nin niçin ortaya çıkarıldığı, nasıl ve hangi amaçlar uğruna provokasyonlar geliştirdiği şimdi çok daha iyi anlaşılmış oluyor. Sosyal demokratlar da dahil tüm sol güçlere karşı yönelim Apocu provokasyonun saçayaklarından birini oluşturuyor. Her defasında dile getirdiği Turgut Özal ve “özel savaş” hayranlığı boşuna değilmiş!… Abdullah Öcalan’ın izlediği bu taktik sadece Türkiye ile sınırlı kalmamış, Avrupa’ya kadar uzatılmıştır. Avrupa’da da sol ve sosyal demokrat güçler hedeflenmiştir. Karanlık güçlerle uluslararası planda oynandığı zaman provokasyonlar doğal olarak bu alanlara da kaydırılacaktır. Abdullah Öcalan’ın Palme olayında takındığı tavır bu açıdan önemlidir.     İşte bahsettiğimiz bütün bu çelişkiler A.Öcalan’ın karısı Kesire Öcalan’la karşı karşıya kalmasının da nedeni oluyor. Güç odaklarının farklı kesimlerine dayanan bu ikiliden her biri kendi çizgisini egemen kılmak istiyor. Hatta aralarındaki çatışma öylesine derinleşiyor ki Kesire, A.Öcalan’ı açığa çıkarmakla bile tehdit ediyor. Zaman zaman bunu yapmaktan kaçınmadığını Öcalan’ın anlatımlarından anlıyoruz;    “Bu yıllarda kadın, saatini öyle hesaplıyor ve öyle geliyor ki; ya açığa çıkacaksın, ya halledileceksin, ya çözüleceksin, ya da yaşamak yoktur. Kaçıyorum olmuyor, arkadaşlar gibi vursam olmuyor…İşte tam da bu durumdayken, onu Ankara’ya yolladık. Sene 1979 olmuştu.    Büyük ihtimalle Ankara’da çok kapsamlı bir değerlendirme yaptılar. Üç aylık bir süreçti. 1979’un başları oluyor. Çok dikkatli hareket etmemiz gerekiyor, ne olur ne olmaz. Adamların yüzde yüz kontrolü altındayım. Kontrolden çıktığımı anladıkları anda derhal öldürebilirler. Sonuna kadar bağlı olduğumu anı anına tekrarlamam lazım.” (46)     Kesire’nin A.Öcalan’ı yine açığa çıkarmakla tehdit ettiği dönemin özelliklerine bakacak olursak, aslında 1978’ler ve sonrasıyla benzer özellikler taşıdığını görüyoruz. O dönemde de özel savaşın Ülkücüler ve PKK eliyle tezgahladığı provokasyonlar var. A.Öcalan Hilvan ve Siverek’teki provokasyonlarla halkı ve sol örgütlenmeleri kırıp geçirirken, 23 Aralık 1978’de

Page 198: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

yapılan Maraş ve daha birçok alanda geliştirilen katliamlarla ülkücüler de halkı kıyıma uğratıyordu. Bunları Çorum ve Sivas’taki kıyımlar tamamlıyordu. Türkiye adım adım provokasyon ların içine çekilerek kitleler pasifize ediliyor, kısmi demokratik ortam yokedilmek isteniyordu. Sıkıyönetimi Türkiye’nin her tarafına yaymanın, yönetimi adım adım cuntacılara bırakmanın hazırlıkları yapılıyordu.     Dikkat edersek aynı olayları 1985’lerden sonra da yaşamaya başladık. Sözde bir gerilla savaşı kılıfı altında A.Öcalan Kürtler üzerinde terör estirirken, özel savaş ve Ülkücüler de aynı işlemi farklı bir cepheden tamamlıyordu. Öyle ki, bu dönemde aralarındaki gizli anlaşma çoğu olaylarda kendini açıktan ele veriyordu. Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım bu ilişkiler ağında sadece bir örnektir. Türkiye’de birçok olayın baş aktörü olarak gösterilen Mahmut Yıldırım’ın, PKK’liler tarafından Kuzey Irak’ta ve Lübnan’da korunduğunu herkes biliyor. Buradan ayrılmak zorunda kaldıktan sonra, uzun bir süre PKK adına Romanya, Çekoslavakya ve Polonya’da faaliyetler yürütmüş, PKK’nin bilinen ticari bağlantılarını kurmuş ve yönetmiştir. Aynı şahsın karanlık güçlerin ilişkilerinde adeta bir merkez rolü oynadığı da çoğu çevreler tarafından dile getiriliyor. Kaldı ki, ellibeşinci, ellialtıncı ve elliyedinci hükümet yetkilileri de, Yeşil’in devletin istihbarat örgütleriyle olan ilişkilerini inkâr edemiyor, PKK’yle bağlantılarını sorgulamaya başlıyorlardı. Hatta TBMM’nin soruşturma komisyonunun hazırladığı raporlarda bu durumu doğrulamıştı. A.Öcalan’ın gerilla savaşı kılıfı altında başlatığı provokasyonunun ardından Türkiye, yine karanlık odakların cirit attığı kapkaranlık bir döneme daha çekiliyordu. Baskı, terör, işkence, faili meçhul cinayetlerle birlikte, Kürt-Türk ve alevi-sunni çelişkisi elden geldiğince körükleniyordu. Kürt bölgelerini yeterince karıştıran Öcalan ve karanlık güç odakları, hedeflerini adım adım genişleterek Toroslar ve Karadeniz’le de oynamaya başlamışlardı. Hürriyet gazetesinin “PKK Toroslar’da ve PKK Karadeniz’de” başlığını attığı günün akşamı, MED-TV’nin de Karadeniz dosyası adı altında üç günlük bir programla, PKK’nin savaşı Karadeniz’e kaydırdığını duyurması kesinlikle bir rastlantı değildi.     Geçmişte olduğu gibi bu dönemde de Kesire Öcalan ile Abdullah Öcalan’ın karşı karşıya gelmesi oldukça ilginçti. A.Öcalan’ın söyledik- lerinden aralarında ortaya çıkan çelişkilerin geçmişte dışa vurulmadan sessizce halledildiğini anlıyoruz. Ama bu sefer sessizlik bozuluyor ve çelişkiler ayrılıkla sonuçlanıyor. Çünkü sözkonusu çelişkiler bu kez sadece ülkeyle sınırlı değildi. Uluslararası gelişmeler ve değişimlerle birlikte çelişkiler de çoğalıp, derinleşmişti. Öyle ki, gerektiğinde yeni bir Kürt soykırımına başvurmak dahi gündeme gelmişti. Nitekim 93-95 yılları arasında Van-Hakkari ve Hakkari-Mardin şeridi boyunca kıyım planlarının zaman zaman tartışıldığı kamuoyuna da yansımıştır. Bölgeyi otlarına kadar yakmak isteyenler bu yönlü fikirlerini çekinmeden dile getirmiştir. Bu planların tamemen Öcalan’ın bilgisi dışında olduğunu kimse iddia edemez. Çünkü oluk oluk kanların akması gerektiğini söyleyenlerden biri de odur.    Bu nedenle A.Öcalan sıradan bir terörist, PKK’de alelade bir terör örgütü değildir. Öcalan, Kürt halkını dünya haritasından silmeye hazırlanmış bir karşı devrimci, PKK ise bu hain niyetleri gerçekleştirmede kullanılan çete örgütüdür. Hazırlıkları yapılan kanlı planların önemi ve içeriği Kesire ile yaptığı tartışmalarda da görülüyor;      “…Evet, ‘nesin sen, açığa çık!’diye sorarak ben onu açığa çıkaracağıma, o bana diyor:’sen nasıl birisisin, açığa çıkacaksın!’ Tabii, bütün bunları soğukkanlılığımı son derece yitirmeden götürmek istiyorum (…) Fakat senin için çok kötü olur (…) İnsanlığın karşısına bile çıkamazsın.’ Sanırım bu bir son konuşmaydı.” (47)    Karşılıklı olarak birbirlerine yaptıkları tehditler, aralarındaki sorunla- rın çözümüne yetmiyor. Çünkü her iki tarafta, “önder benim, tek ilişki kanalı ben olmalıyım ve benim stratejim geçerlidir”diyor. Yani kavga, Kürt halkına karşı geliştirilen konseptler ve bu konseptleri hayata geçirme taktikleri üzerine başlıyor. İkisi de kendi çizgisini egemen kılmak istiyor. Birbirlerini ortaya çıkarmakla tehdit ediyorlar. Onca yıldır işlenen ağır suçlar var ortada. Sonuçta efendileri tarafından her ikisi üzerinde “pat” metodu uygulanıyor ve birbirlerini ele veriyorlar. Artık itirafların ardı arkası gelmiyor.         IV-     ABDULLAH ÖCALAN KİMDİR?                       1- KİMLİĞİ VE KİŞİLİĞİ

Page 199: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

                      2- KURULAN TUZAK DEVREDE                      3- ÖCALAN’IN CAN SİMİDİ                      4- YAKLAŞIMLARDAKİ FARKLILIK                      5- İTİRAFLARIN NEDENİ                      6- ÖCALAN’DAKİ KÜRT DÜŞMANLIĞI                      7- ÖCALAN VE IRKÇILIK                       8- DOĞAN ÇOCUĞUNUZUN ADINI                           ABDULLAH KOYMAYIN                                        KİMLİĞİ VE KİŞİLİĞİ     Bu, üzerinde çok önemle durulması gereken bir konudur. Özellikle son 15 yıllık eylemiyle Türkiye’nin gündemine oturan bu zatın, ne olup olmadığı iyi bilinmelidir. A.Öcalan gerçekte kimdir? Bu duruma nasıl geldi? Kimin ve neyin kavgasını verdi? Kuşkusuz bu soruların cevapları ülkemizin ve demokrasinin geleceğini ilgilendiriyor. Bunlar açığa çıkarılıp sorgulanmadıkça, A.Öcalan anlaşılmadıkça Türkiye’deki gelişmeler hiç bir zaman istenilen düzeyde olmayacaktır. PKK ve benzeri entrikalar açığa çıkartılıp mahkum edilmedikçe Türkiye’de gerçek anlamda bir demokrasinin geliştirilemeyeceği bilinmelidir. ABD ve AET pöçüğüne takılarak demokrasi havarisi kesilen o “meşhurlar” da daha çok debelenmekten başka birşey yapamayacaktır.            Abdullah Öcalan, 1984 olaylarının nedenlerini ve uzun yıllar boyunca hangi amaçlar için hazırlandığını, PKK’nin 19. kuruluş yılında MED-TV’de yaptığı konuşmasında açıkça ortaya koymuştur. Çok ilginçtir ki, bu konuşmaları dinleyen kesimlerden herhangi bir ses çıkmamıştı. Sorulduğunda ise “öyle biri olduğu zaten biliniyordu” diyerek kestirip atmaya çalışmışlardı. Çünkü birçokları özellikle maddi çıkarlarının her an alt-üst olacağının korkusuna kapılmıştı. Bir anda herşeyin tersyüz olacağı sendrumuna kapılan bu çevrelerin elleri ve ayakları birbirine dolanmaya, etekleri tutuşmaya başlamıştı. Ekmek elden, su gölden yan gelip yaşayan, ama arada bir de önderlik, diplomatlık taslayan bu çevrelerin kimler olduğu biliniyor. Oynadığı rolün yavaş yavaş sona doğru yaklaştığını farkeden Öcalan’sa gerçekleri daha fazla saklamayı gereksiz görmüştü. İşte herkesin kanını donduran açıklaması;     “Sayın Mumcu’nun yazmak istediği bizimle ilgili bir kitap vardı ve kitabın da ismi; Apo Üzerine’ydi. Sanırım bu kitap çıktı. Fakat doğru çıkmadı. Yarım yamalak çıktı… O kitapla ilgili epey son on yılda yoğun faaliyetleri vardı. Bana göre O’nun ölümüyle, bu kitap arasında bir ilişki kurulabilir. Kitapta kanımca şunu dile getirmek istiyordu; ‘Apo’yu bizim devletimizin yaklaşımları ortaya çıkardı, besletti, büyüttü.’ Şimdi bunun şöyle doğrudan ilişkisi vardır: devlet, üç yıl beni Ankara’da kendi özel yöntemleriyle besledi. Artık bu bir yetenek midir, bir yaşam yolu mudur, ne derseniz deyin. Devlet ne dediyse ben evet dedim. Böyle olacaksın dedi, ben öyle olacağım dedim.     Formül şu; bunu rahatlıkla çekeriz. Ben de şunu söyledim; istediğiniz kadar beni çekebilirsiniz. Hem de hiç ihtiyaçduymadan, belki çok çabalayıp, geliştireceği projeleri bizzat istediği gibi kurabileceğini, benim hazır olduğumu, belki de istediğinden daha fazla hazır olduğumu gösterdim. Uğur Mumcu’nun dile getirmek istediği olay bu.” (48)    Hakkını vermek gerekir. A.Öcalan gayet içten konuşuyor. Beyinleri tamemen dumura uğratılmışların dışında herkes burada anlatılmak istenenleri anlamıştır. Bu konuşma da dahil Devrimin Dili ve Eylemi adlı kitabında bir araya toplanan konuşmaların her biri, sona doğru yaklaşım sürecinin belirli evrelerini ifade ediyor.     Uğur Mumcu’nun, PKK ve Abdullah Öcalan üzerine yaptığı araştır- malar, Haki Karer’in katledilmesiyle başlamış, 1984 provokasyonuyla da biraz daha ivme kazanmıştır. Uğur Mumcu, Abdullah Öcalan’ın 84 şehir baskınlarıyla birden bire, beklenmedik boyutlarda önplana çıkarılışının arkasında yatan tehlikeleri ilk kavrayanlardan biriydi. Komployu açığa çıkarmak isteyenlerin başına getirilen felaketleri gözönüne getirmek bile, Uğur Mumcu’ya yapılan komplonun arkasında yatan güçleri kavramak açısından yeterlidir. Abdullah Öcalan da, Uğur

Page 200: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Mumcu’nun kendisiyle ilintili olarak öldürüldüğünü söylüyor. O halde neden? Açık ki Mumcu, Öcalan’ın sırf dış bağlantılarını açığa çıkarmak istediği için değil, asıl önemli olan iç bağlantılarına el attığı için ortadan kaldırılmıştır. İçten destek olmaksızın yalnız başına dış bağlantıların sonuçsuz kalacağını çok iyi biliyordu.    Burada da karşımıza derin devlet denilen olay çıkıyor. Şimdiye ka- darki gelişmelerden öncelikle Abdullah Öcalan, M.Ali Ağca, Necati Kaya (Pilot), Mahmut Yıldırım, Abdullah Çatlı, Kesire Öcalan ve sivril- miş birkaç kişinin daha birbirlerinden bağımsız olmadıklarını anlıyoruz. Bunlar, derin devlet tarafından aynı dönemde ama birbirlerinden ba- ğımsız olarak belli amaçlar için yetiştirilmiş kişilerdir. Kiminin görevi sağdan, kiminin görevi soldan pratik faaliyetler içinde bulunmaktır. Devlette çeteciliğin, vurgunculuğun ayyuka çıktığı süreçlerde ise bu kişiler, zaman zaman bir araya getirilerek ortak hareket ettirilmişlerdir; bazen “sol”dan sağa, bazen de sağdan “sol”a kaydırmalar yapılarak sonuçta uyum içinde çalışmaları sağlanmıştır.     Özellikle Uğur Mumcu, Musa Anter, Çetin Güngör ve Yıldırım Merkit olaylarında bu işbirliği çok açık bir biçimde kendini göstermektedir. Yine, daha sonra bu birliğe dahil edilen fanatik islamcı grupların da katılımıyla Batman, Diyarbakır, Yüksekova ve Mardin’de işlenen seri cinayetler bu işbirliğinin açık kanıtları olmuştur. Elbette aynı işbirliğinin bir de ekonomik boyutu vardır. Esrar, eroinden elde edilen gelirlerin bölüşümü bunun bir yönünü oluşturmaktadır. Belli bir dönemden itibaren, daha çokta 90’ların başlarıyla birlikte elde edilmeye başlanan gelirlerin büyüklüğü, milyarlarca dolarla ifade edilmektedir. Bu kadar büyük pazarı ve kârı kimselere farkettirmeden yönetmek başlı başına bir sorundu. Bu anlamda provokasyonların büyük bir titizlikle ve tam bir profesyonellik içinde yürütülmesi gerekiyordu. Bunun için yukarıda bahsedilen bileşime başvurma gereği duyulmuştur. Bu bileşimde zaman zaman görülen zaaflar, yani bazı dönemlerde ortaya çıkan çatışmalar ise, kâr bölüşümünde ortaya çıkan anlaşmazlıklardan kaynaklanmaktadır.    Dikkati çeken bir başka nokta; Abdullah Öcalan’ın ajanlaştırılma- sıyla Pilot’un ajanlaştırılması arasında olan benzerliktir. Yine bunların ajanlaştırılması süreciyle, sağ cephede görevlendirilenlerin ajanlaştırılma süreci aşağı yukarı aynı döneme denk düşmektedir. Uygulanmak istenen geniş çaplı bir konseptin pratik hayata geçirilmesinde görev alan figuranlar bu dönemde yetiştiriliyor.    Pilot’un, Lisede okurken, askerlik dersi veren askerlik şubesine ait bir subay tarafından ajanlaştırıldığı söyleniyor. Aynı biçimde , Ankara’ da 68-70’ler arasında Tapu Kadastro Meslek Lisesi’inde okurken askerlik şubesinden bu okula ders vermek için gelen bir subay da A. Öcalan üzerinde önemli etkiler yapıyor;    “Tapu-kadastroda benim asker öğretmenlerim vardı. Harp okuluna gidiyorlar. Beni el üstünde tutarlardı. Bilmiyorum, o öğretmen de özellikle mi öyle yaptı? Yoksa çok mu seviyordu? Geliyordu böyle, ‘çocuklar aldım Abdullah’ın kompozisyonunu, gittim Harp okulunun profesörlerine okuttum, hepsi hayret etti’ diyordu…Yani ona kalsaydı ben bir melek gibiydim, dahiydim. Bu kadar değer veriyordu adam. Askerdi. Belki de bende tehlike gördü, böyle kazanmak istedi.” (49)      “Aslında başlangıçta asker olma özlemim vardı. İlgim vardı. Belki de yaşamamın önünü kestiği için içine girip anlamaya çalıştım …    Daha sonra asker olmadığım için hüngür hüngür ağladım…      Türk ordusuna gidemezdim, her şey yasak. Bekçiye bakıyorum o fazla bir güç değil; asıl güç ordu. Ordunun içinde de özel ordu.    Şu anda inadım var.” (50)     Belli ki, ajanlaştırılmak istenen insanlar rastgele seçilmiyor. Kişinin yaşadığı bölge, aile özellikleri, çevresi, çevresiyle olan ilişkileri ve her şeyden önemlisi de özlemleri büyük önem taşıyor. Öcalan ise hem yetişme tarzı ve aile özellikleriyle, hem de çevre ilişkileri ve özlemleriyle bu kalıba tamamen uyuyor. Her ne kadar bunları, çocukluk ve gençlik dönemlerine özgü masum özlemlermiş gibi gösteriyorsa da, aslında içinde bulunduğu gerçek durumun izahını yapıyor. Özellikle derin devletin özel ordusuna duyduğu özlem ve hayranlık dikkat çekicidir. Üstüne üstlük bunu güçlü olmanın önemli bir aracı olarak görüyor. Devletin resmi örgütlenmiş ordusunu ciddiye bile almıyor. Vargücüyle derin devletin ordusu, yani “ordu içinde özel ordu” için can atıyor. Gözlerden kaçmaması gereken püf noktası budur.

Page 201: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

    A.Öcalan elbette bugünkü konumuna “ha” diyerek birdenbire gelmiyor. Uzun ve ince bir yolda sabırla ilerlemek zorunda kalıyor. Öncelikle özel bir eğitimden geçiriliyor. Komünizmle Mücadele Derneği, Türk Ocakları ve Ülkü Ocakları derneklerinde kitle faaliyetleri yoluyla tecrübe kazandırılıyor;     “Ankara’da Tapu Kadastro Meslek Lisesi’ndeyken, sanırım son sınıfında Maltepe Camisi’ne gitmekten geri durmuyordum… Komu- nizmle Mücadele Derneği’nde verilen konferansları dinliyordum. Hatta ülkü ocaklarına gittiğimi de söyleyebilirim…İşte Hulisi Turgut muydu, onun Barzani ile ilgili röportajını da can kulağıyla dinliyor,okuyordum…Düşünsel olarak din kitaplarına ilgi duyuyordum. Necip Fazıl Kısa- kürek’i büyük bir ilgiyle izlemeye çalışıyordum. Bir-iki konferansına katıldım, olağanüstü buldum. Hatta çoşturdu beni. Yine Türk ocağında verilen iki konferansa katıldım… Komünizmle Mücadele Derneği’nin bir sorumlusu vardı. Refik Korkut’tu galiba. Teorisyendi. Ve hatta burada Demirel’ in geldiği bir toplantıya da katılmıştım.” (51)    Okuldan mezun olur olmaz Öcalan kadastro memuru olarak Diyarbakır’a atanıyor. Bu arada “sosyalistleşiyor” ama, rüşvet alıp cebe indirmeyi de ihmal etmiyor. Ayrıca belli aralıklarla İstanbul’da da aynı görevi sürdürüyor. Aslında görevi; halk içindeki eğilimleri gözlemleyerek rapor etmektir. Yine bu süre içinde provokasyon geliştirme imkânlarının nerelerde ve hangi alanlarda bulunduğunu tayin ediyor;    “Devlet memuru olarak orada sosyalist gerçeklik, devlet gerçekliğini daha iyi karşılaştırma imkanı vardı…biraz böyle cebine para girmiş, yeterince gözlem imkanı edinmiş, böyle bir otel yaşantısı. Ağalar ilk yaklaşımı gösteriyor. Yanına eskiden varamadığımız o büyük dema- gog yığını küçük-burjuvalarla hergün karşılaşıyorsunuz. Bunlar göz-   lem gücünü de arttırıyor.” (52)       A.Öcalan’ın Diyarbakır’da gözlemleme ve rapor etme faaliyeti bir yıl sürüyor. Hangi alan üzerinde oynayacağı bu süreçte belirleniyor. Bu- nun için öğrenci gençlikle ilişki kurması gerekiyor. Çünkü o dönem- de sol siyaset yankısını en çok yüksek öğrenim gençliği içinde bulu- yor. Ayrıca Kürt hareketlerinin yoğunlaştığı alanlar da büyük şehirler- dir.      “…O zamanlar bir Sur Palas oteli vardı, o benim karargahımdı. Licelilerin oteliydi, duyduğum kadarıyla Behçet Cantürk’lerin…Yani Kürtlükle ilgili izlenimlerin bol olduğu bir otel. Üniversiteye gidiş tut- kum, kesin bir üst bürokrat olmaktan ziyade Türkiye’nin siyasi hava- sına biraz daha gerçekçi katılmaktı.” (53)    A.Öcalan önceleri kaydını İstanbul Hukuk Fakültesi’ne yapıyor ama okula hiç gitmiyor. Kısa bir süre daha Tapu katastro memuru olarak incelemelerine devam ediyor. Sonuçta Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kaydını yaptırıyor. (ki kaydının istihbarat kontenjanından yapıldığı da bazılarınca dile getiriliyor.) Bu arada “Kürtçü” yanı bir hayli gelişiyor. Yürüteceği siyasetin ilk derslerini Ülkü Ocakları, Türk Ocakları ve Komünizmle Mücadele Derneği’nden öğrenen A.Öcalan, birdenbire “Kürtçü bir komünist” oluveriyor;     “…Ben üyeliğimi DDKO’ya yaptım…ilk üstlendiğim bir seminer var- dı…Oldukça da tehlikeli buldular beni…Kürt devleti lafını kullandığım için, orada bulunan herkesin dili uçukladı… Benden ısrarla ne istediğimi soruyorlardı…o zamanki DDKO’yu eleştiriyordum.” (54)    “Bu dönemin diğer önemli bir anısı da, Teknik Üniversi’te de yapılan bir Dev-Genç toplantısıydı…      “Kürt meselesinin ilk defa çok cesur bir biçimde orada tartışmaya açıldığını gördüm. Mahir’in kemalizm ve Kürt meselesi üzerine yaptığı konuşma çok cesurcaydı…” (55)    Bu sözlerin altında üzerinde durulması gereken çok önemli iki gerçek var:    Birincisi; DDKO’nun durumu.     İkincisi; Türkiye sol’unun geldiği aşama.     Bilindiği gibi DDKO Kürt gençlerinin Kürtlerin kültürel haklarıyla ilgili faaliyet yürüttükleri bir dernektir. Bunların ayrılma, silahlı savaşım yürütme vb. sorunu yoktur. Hedefleri; Kürt dili ve kültürünün serbest kullanımı ve geliştirilmesi, Kürt kimliğinin tanınması, halk üzerindeki baskı ve sömürüye karşı mücadele edilmesidir. Bu anlamda önemli bir kuruluştur. Öcalan’ın böyle bir kurumun bünyesinde “Kürt devleti”nden bahsetmesi elbette dudakların uçuklamasına neden olacaktı. Çünkü bu, amaçları tamamen farklı olan bir derneğe karşı geliştirilen açık bir

Page 202: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

provokasyondan başka bir şey değildir. Nitekim verdiği seminerden sonra gelişen olaylara değinen Öcalan, “Sonrasında DDKO’nun son bir kongresi düzenendi. O, bitiş kongresidir.”(56)diyerek, perde arka- sında oynadığı rolden övünçle bahsediyor.    Aynı dönemde Öcalan, bir de Türkiye Sol’unun geldiği aşamadan sözediyor. Gerçekten bu yıllarda sol, diğer birçok teorik tartışmalarla birlikte Kürt sorununun da farkına varıyor. Genelde bu konuya yaklaşım, geçmişten daha farklı bir perspektiften alınıyor ve ağırlıkla gerçekçidir. Yani sorun önemli oranda sadece Kürtleri ilgilendiren bir konu olmaktan çıkıp, bir bütün olarak Türkiye solunun gündemine oturmaya başlamıştır. Demokrasi isteminin bir parçası haline gelmiştir. İşte bu aşamada Öcalan’ın önemli ikinci rolü açığa çıkıyor; “kürtçü” gömleği yalnız başına yetersiz kalıyor. Giydirilen bu gömleğin başka bir aksesuarla tamamlanması gerekiyor. Bu nedenle “kürtçü”nün yanına bir de “komünist” eklemesi yapılarak giysi tamamlanıyor. “Komünist kürtçü” sıfatıyla A.Öcalan hem Kürtler, hem de sol içindeki yerini alarak provokasyonlarını her iki cepheden sürdürme olanağına kavuşmuş oluyor.       Bundan sonra kaydını bilinen yöntemle Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne yaptırarak Ankara’ya taşınıyor. Bu yıllarda solda geliştirilecek provokasyonlar için sıkı bir eğitimden geçiriliyor. Boykotlara ve mitinglere katılarak ufak tefek denemeler yoluyla hem kendisini tanıtıyor, hem de pratiğini biraz daha zenginleştiriyor. Bu arada kısa bir süre için Mamak Cezaevi’ne misafir ediliyor. Burada kaldığı aylar Öcalan için önemli bir dönüm noktası oluyor. Önceleri seminerler, boykotlar ve mitinglerde yeterince boy göstermesine, bir de cezaevi pratiği eklenmiş oluyor. Böylece kendisini sola ve Kürtlere yeteri kadar ispatlıyor.     Artık geçerli diplomayı almaya hak kazanmıştır. Doğumun zamanı gelip çatmıştır.                                  KURULAN TUZAK DEVREDE     Özellikle 1986’dan sonra A.Öcalan’ın, ajanlığı ve izlediği provokasyon çizgisiyle ilgili zaman zaman yapmaya başladığı açıklamalar son derece önemlidir. Açıklamalarında sürekli olarak dikkatleri birşeylerin üzerine çektiği görülüyor. Ortaya çıktığı dönemleri anlatırken, MİT ve Özel Savaş’ın kendisine olan ilginç yaklaşımlarından bahsediyor. O dönemlerde MİT’in Kesire Öcalan, özel savaşın da Pilot (Necati Kaya) vasıtasıyla kendisini denetim altında tuttuğunu açıklıyor. PKK Nedir Ne Değildir adlı kitabımda bunlar üzerinde durmuştum. A.Öcalan’ın bugünlere ulaşmasında çok önemli roller oynayan bu iki şahısla Öcalan’ın durumuna biraz daha değinme gereğini duyuyorum. Ortaya çıktığı günlerdeki durumuna değinirken şunları söylüyor;     “…Ama öte yandan düzen devreye girmiş. Sonradan çok açıkça anlaşılacağı üzere, düzenin en etkili kişilikleri devreye girmiş ve beni ‘ölümlerden ölüm beğen’ hükmü içerisinde bitirmek istiyorlar. Ve hiç bir güç imkanım yok. Düzenin adamları bile ‘bu köylü parçasını’ diyorlar‘ bu zavallı, herşeyden yoksun tipi öldürmek bizim zararımızadır’ ve devam ediyorlar ‘bunu öyle hazırlayalım ki, tarihimizin en büyük bir işbirlikçisi haline getirelim’ Belki de planları biraz da buydu.” (57)    Dikkat edersek Öcalan’ın anlattığı dönem 1974-75 dönemidir. Yani ortada ne PKK diye bir örgüt, ne de A.Öcalan’ın şimdiki gibi “ünlü”adı sanı var. Ama buna rağmen birtakım hazırlıklardan bahsediyor. Hatta “daha zararlı olacağı” gerekçesiyle devletin kendisini öldürtmediğini söylüyor. Şimdi o günkü, 70’li yıllardaki ortama baktığımızda toplumsal tepkiye rağmen Denizler idama gönderilmiştir. Mahirler kurşunlanmıştır. Hergün onlarca devrimci katlediliyordu. İnsanların öldürülmediği gün neredeyse yoktu. Bu anlamda Öcalan’ın “daha zararlı olacağım gerekçesiyle beni öldürmediler” biçiminde formüle ettiği iddiası gülünçtür. Ama “beni tarihin en büyük işbirlikçisi yapmak istediler” sözleri doğrudur. Teori ve pratiğine baktığımızda A.Öcalan Kürtler adına ama Kürtler’e karşı hazırlanan korkunç bir tuzaktır. Neden? Öcalan’dan dinleyelim;    “Şimdi dönemin bu bayan (Kesire Öcalan,Bn.) ilişkisine dikkat edilirse kilit öneme sahiptir. Muhtemelen devlet 74-75’te bizi adamakıllı sarrmaya geldi. Diğer örgütlerin içinden geliyordu. Dev-Yol kontrolü doaylı bir devlet kontrolüydü. Diğer gruplar da aşağı yukarı aynı özellikteydi. Kürtlüğü KDP çekmek istiyordu, o da dolaylı devlet kontrolüydü. Zaten o zaman çok açıktı. KDP

Page 203: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

tümüyle MİT’in yedeğine alınmıştı.” (58)    Öcalan’ın bayan olarak bahsettiği sıradan herhangi bir bayan değil, daha sonraları ısrarla evleneceği karısı Kesire Öcalan’dır. Kilit olarak gördüğü bu ilişki, bu anlamda önemlidir. Daha sonra bilindiği üzere, Necati Kaya’nın (Pilot) da katılımıyla bu ilişki, biraz daha karmaşık hale getirilecek ve aynı zamanda daha  da güçlendirilecektir. Bahsettiği bu ilişkiler, güç odaklarının işbirliğini temsil etmesi bakımından oldukça önemlidir. Burada dikkat çekici diğer bir nokta da, Dev-Yol başta olmak üzere diğer sol gurupları da, devletle bağlantılı kılmaya özen göstermesidir. Bu tür iddialara yanıt verme, esas olarak adı geçen örgütlenmelere düşer. Ama burada önemli olan Öcalan’ın durumudur. Kendi ajanlığını örtüleyebilmek için başka örgütlenmeleri kullanmaya kalkışmasındaki ilginçliktir. Bunlar hemen hemen her ajan ve provokatörün başvurduğu yöntemlerdir. Peki, üzerinde sıkça durma gereğini duyduğu Kesire ve Pilot neyi temsil ediyor? A.Öcalan’dan aktaralım;     “Acaba bayanın cephesi temel olarak hangi oyunla bizi karşılamak istedi? Önemlidir ve irdelenmesi gerekir. Hem sosyal, hem siyasal giriş bölümüdür. Pilot ise askeri giriş bölümüdür.”(59)     “Özel savaş dairesinin dışındaki ordu kesimini Ecevit biraz işletiyor. Dolayısıyla Pilot (Necati Kaya, BN.) Özel savaşa bağlıydı. Fatma’nın (Kesire Öcalan, BN.) ailesi ise CHP’ye bağlıdır.” (60)    A.Öcalan, karısı Kesire Öcalan’ın MİT’e, dostu Pilot’un ise özel savaşa bağlı olarak çalıştıklarını söylüyor. O halde Kürt halkının önderiyim diyen bu zat, eğer bu kadar saf ve temizse, önceden ajan olduklarını bildiği kişilerin yanında ne arıyor? Hele hele bu kişilerden biriyle niçin evlilik kuruyor? Besbelli ki, ortaklaşa götürecekleri bir proje üze- rinde bir araya getirilmişler. Dünyada bugüne kadar devrim yapmak için ajanlarla birlikte hareket ettiğini veya örgüt kurduğunu söyleyen biri daha yoktur. Ama Öcalan söylüyor. Üstelik bunların durumlarını daha başlangıçta bildiğini kabul ediyor. Bunlarla birlikte örgüt kurmuş olmasından kıvanç duyduğunu saklamıyor. Karısı Kesire ve arkadaşı Pilot’la birlikte neyin ürünü olduklarına da açıklık kazandırıyor;     “Dikkat edilirse biz klasik Kemalist kanatla, 1960’lardan sonra özellikle ABD’ye dayanılarak geliştirilen özel savaş kanadı arasında bir denge durumunu yakalamışız. İkisi de aslında bizi kontrol etmeye çalışıyor ve kesin bağlamak istiyorlar.” (61)    Her nedense o günlerde iki kanat arasında bir denge kurma ihtiyacı duyuluyor ve A.Öcalan bir denge unsuru olarak bileşimin başına getiriliyor. Bütün bu izahlardan devletin içindeki farklı eğilimleri biraraya toplama çabasını görüyoruz. Peki bu eğilimler neye karşı biraraya gelme ihtiyacı duyuyorlar? Öcalan’ın anlatımlarından bu üçlünün devrimci, demokratik güçlere karşı hazırlandığı sonucu çıkıyor. Kendi durumunu gizlemek için de Türkiye’deki bütün örgütleri ve KDP’yi devletle ilişkiliymiş gibi gösteriyor. Burada asıl ilginç olan KDP için söyledikleridir. Çünkü KDP Türkiye örgütü değildir, Irak’lı bir örgüttür. Ama Öcalan Türkiye’deki örgütlere değinirken KDP’ye de sıkça yer verme gereğini duyuyor. Buradan da Öcalan’ın sadece sola ve Türkiye’deki Kürt örgütlerine karşı değil, K.Irak’a ve KDP’ye karşı birşeylere hazırlandığı sonucu çıkıyor. Neden? Çünkü Barzani hareketi yenilmiştir, ama KDP bitmemiştir. Yeniden örgütlenme çabaları vardır. İşte bu, bilinen güç odakları açısından istenmeyen bir durumdur. Çünkü KDP, Türkiye’yi de sürekli olarak etkileyen bir güçtür. Bu çevreler genelde Kürt kimliğinin canlı tutulmasından KDP’yi sorumlu tutuyor. KDP’nin varlığı aslında bölgedeki tüm Kürtleri etkiliyor, sürekli bir hareketliliğe yol açıyor.     Ayrıca bu yıllarda Türkiye solunun Kürt sorununa yaklaşımları geç- mişe oranla daha olumludur. Örgütlenmeleri daha geniş bir alanı etkiliyor. A.Öcalan’ın genelde Türkiye solu ve KDP üzerinde durması, bir de bu nedenledir. Mevcut düzeni korumayla yükümlü güçler, iç muhalefete karşı durumlarını koruyabilmek, dıştan gelebilecek tehlikelere karşı tedbirler almak için Öcalan’ı hazırlıyor. Dönemin koşulları dikkate alınarak hazırlanmış konsept, Öcalan’ın da varlık koşulu oluyor. Öcalan stratejisini başından itibaren bu güçleri bitirme üzerine oturtmuştur. Taktikleri hep bu hedeflere göre şekillenmiştir. Haki Karer’in vurulması, Hilvan-Siverek olayları, Maraş katliamı, çeşitli bahanelerle sol güçlere karşı başlatılan savaşım, bu konseptin uygulamada başa- rılı olması için yapılan provokasyonlardı.    “Ankara’daki gruplaşmamız, 1976 ve ardından 1977’de Kürdistan’a serpilmişti. 1977.1.Ocak

Page 204: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

toplantısında, denilebilinir ki, en kapsamlı tar- tışma ve bazı görevlere daha da netlik getirildi. Bilindiği gibi 1977 yılı mücadele tarihimizde çok önemli bir karar yılıdır. Bu yılda benim baharla birlikte iki ay süresince Ağrı, Kars, Dersim, Elazığ, Diyarbakır, Urfa ve Antep’i kapsayan bir Kürdistan turum vardı ki, ben bu turun ardından artık var olan tehlikelere ‘ölüm de olsa fazla anlam ifade etmez’ diyordum. O zaman gerçekten düşman da izliyordu ve Haki Karer katliamı o biçimde kendini dayatmıştı.” (62)    Burada bir çok açıdan doğruyu çizen bir özet vardır. Gerçektende 1977 yılı, PKK tarihinde önemli bir karar yılıdır. Burada üzerinde daha çok durmak istediğimiz husus; A.Öcalan’ın Kürt düşmanı politikasını hangi provokasyonlarla hayata geçirdiğidir. Bu anlamda Haki Karer cinayeti çok önemli bir halkadır. Bu provokasyon, daha doğmadan ölüme mahkum olmuş bir gurubu canlandırmada olağanüstü bir rol oynamıştır. Haki’nin ölümü, daha önce gruptan ayrılmak niyetinde olan insanları biraraya getirirken, bir bütün olarak sola ve KDP’ye karşı savaşın da başlangıcı oluyor.     A.Öcalan bu katliamdan bahsederken bir dizi açıklamada bulunuyor. Olayın sorumluları olarak işe Beşparçacılardan başlıyor, Tekoşin, KUK, KDP ve UDG’ye kadar gidiyor. Ardından bir yığın masal anlatarak bu güçlerin hepsini MİT’e ve CİA’ya kadar uzatıyor. Anlatımında ilginç olan yan aslında bunlar değil. Çünkü Öcalan bu mizansenleri o kadar uzun ve sık anlatıyor ki, artık kimse bunların yabancısı değil. Burada asıl ilginç olan yan, bu dönemde kendi durumuna dair yaptığı izahlardır;    “…1976, 1977 ve 1978 döneminde onları, devleti çalıştırıyorum ve hareket yürüyor.”    “Ve tam bir sağcılık tarzı var.”     “Ankarada’yız.1976,-77-78’i eğer bunlara dayandırmazsak, sağlam çıkışı yapabilir miyiz?” (63)    Yukarıdaki sözler, bu cinayetin neden ve nasıl işlendiğine dair ipuçları vermekle kalmıyor, arkasında A.Öcalan’ın da içinde bulunduğu hangi güç odağının durduğuna açıklık kazandırıyor. Gerçektende bu cinayet karanlık güçlerce Kürt halkına ve sola karşı gerçekleştirilen bir komplodur. Dikkat edilirse Haki Karer’in katledildiği tarih, Mayıs 1977’ dir. A.Öcalan ise aynı tarihte devletle çalıştığını itiraf ediyor. Yani cinayet sırasında karanlık güçlerle çalışan sıraladığı örgütler ya da kişiler değil, Öcalan’ın ta kendisidir. Bu komplo, A.Öcalan’ın bilgisi dahiinde ve ilişkide bulunduğunu söylediği yerlerle işbirliği halinde gerçekleşiyor. Kaldı ki cinayet öncesinde A. Öcalan’ın Pilot’la birlikte Ağrı’ya gelmesi de, cinayetin çok önceden planlandığını gösteriyor. Necati Kaya Ağrı’da daha gençlik yıllarında tanınıyor ve istihbaratla olan bağları biliniyor. Buna rağmen A.Öcalan, Pilot ile birlikte Ağrı’ya geliyor. Yani burada bilerek yapılan bir manevra vardır. Gerek Haki Karer cinayeti öncesinde, gerekse cinayet sırasında ve sonrasında gelişen olaylarda kuşkuların yöneltileceği ajan, aktif bir biçimde devreye sokulmuş oluyor. Dikkatlerin esas hedefe ulaşmasını engelleyen bir taktiğin figuranı böylece yaratılıyor. Herkes olayların arkasında esas bu adamın olduğuna inandırılırken, PKK’yi yeşertecek tohumlar da atılıyor;     “Evet bütün düzen içi yaşam olanakları Pilot ve bayan ikilisi tarafından sağlanmasına rağmen, Ankara bana diken gibi batıyordu. İstediğiniz kadar para var. ‘Solculuk da yapabilirsin’ deniliyor, ‘Kürtçülükte yapabilirsin.’ Karşında son derece etkileyici bir kadın. Ve görünüşte hepsi Kürtçüydü. Para ve kadın hertürlü yaşam vardı. Bu konuda yenik düşmemek mümkün müdür?” (64)    A.Öcalan’a çıkış koşullarında sunulanlar oldukça ilginç değil mi? Para, kadın ve iyi bir sosyal yaşam karşılığında kendisinden “solculuk” ve “Kürtçülük” yapılması isteniyor. Solculuk ve hele hele Kürtçülükten öcü gibi korkulduğu bir ortamda, bu nedenlerden ötürü insanların alabildiğine baskı altında tutulduğu bir dönemde, Öcalan’dan bunları yapması bekleniyor. Yani güç odakları kendi elleriyle bir solcu ve Kürt- çü yaratmanın uğraşını veriyor. Açık ki, solcuları ve Kürtçüleri kırmak için böyle bir örgütlenmeye gerek duyuyorlar. Bu nedenle duruma ve yörelere göre sol örgütlenmeleri ve halkı birbirine düşürecek taktikler geliştiriyorlar. Örneğin Antep’teki devrimci potansiyel Haki Karer cinayeti bahane edilerek bitirilmek istenmiştir. Şahısların yanısıra bir çok örgüt hedef seçilmiş ve devrimciler bir kör döğüşü içinde karşılıklı olarak birbirlerini kırmışlardır. Benzer bir olay Tunceli’de de uygulamaya konulmuştur. Yetmişli yıllarda Tunceli faşistlerin uzağından dahi geçemediği bir bölgeydi. Devrimci demokrat potansiyel oldukça yüksekti. Türkiye solu içinde yer alan her fraksiyon, bu küçük bölgede şu veya bu ölçüde

Page 205: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

kendisini ifade etme imkanı buluyordu. Bu nedenle Haki Karer olayıyla benzerlikler gösteren bir olay da burada uygulamaya konulmuştu. Aydın Gül adlı bir devrimci tıpkı Haki Karer gibi konuşma bahanesiyle getirildiği yerde öldürülmüştü. Bu olayla başlayan örgütler arası kavgalar bir türlü bitmek bilmemiş ve karşılıklı devrimci vurma günü birlik eylemlerden biri haline gelmişti.    Aşiretçiliğin güçlü olduğu alanlarda ise daha farklı bir yöntem izleni- yordu. Aşiretlerden birine yaslanılarak diğerinden adam vuruluyor, aşiretler arası kavgalara bir de örgütler arası kavgalar ekleniyordu. Çünkü her örgütün dayandığı bir aşiret vardı. Böylece örgütler de aşiretler gibi dar kavgalar içine çekilerek bitirilmek isteniyordu. Hilvan-Siverek olayları özellikle PKK açısından bunun örnekleriyle doluydu. Varolan aşiretler arası düşmanlıkları kızıştırmada ve yeni çatışmalar yaratmada PKK’nin oynadığı rol bilinmektedir.    1974-80 yılları arasında yöresel çelişkilere dayandırılan yığınca provokasyon vardır. Ne yazık ki, bunlar çoğu kez hedefini bulmuştu. Neden böyle olmuştu? Çünkü mevcut örgütlenmeler oldukça genç ve tecrübesizdi. Gençliği provakate etmekse gayet kolaydı. Yani kimsenin olayları derinliğine inceleme ve irdeleme gücü yoktu. İnsanların görünüşe göre hareket etmesi, iyi ve kötüyü birbirine karıştırmıştı. Ajan ve provokatörler kendilerini olaylardan rahatça sıyırırken, devrimciler karşılıklı birbirini vurmuştu. Öyle ki, Maraş, Çorum vb. katliamları gibi çok açık provokasyonlar bile devrimcilerin biraraya gelmesine yetmemişti. Birbirlerini “ajan”, “provokatör”, “oportünist” olarak nitelendirip, bir kör döğüşü içine sürüklenme bu dönemin en belirleyici özelliğiydi. Örgüt içi hesaplaşmaya dayanarak ayrılanları öldürme ya da ayrı fikirler yüzünden karşılıklı birbirlerinden adam vurma örgütlerin bir çoğunda görüldüğü için, gerçek ajanlar ve provokatörler rahatlıkla at oynatmasını bilmişti. Bu nedenle herkesin bu dönemi doğru olarak ortaya koyması son derece önemlidir. Çünkü bir provokasyon çizgisinin yalnız başına sonuca ulaşması mümkün değildir. Her şeye rağmen, PKK içinde yeralan yüzlerce devrimci ve dürüst insanın varlığı kuşku götürmez. Bu nedenle A.Öcalan’ın çizgisini besleyen ve güçlendiren diğer bazı dış kaynakların olduğu açıktır. İşte bu kaynakların neler olduğu da herkesin kendi hareketini çok yönlü olarak tam değerlendirip, süreci doğru koymasıyla açığa çıkacaktır.     Daha sonraki süreçlerde ise tersi bir durum yaşanmış, PKK etrafında sunni kümelenmeler sağlanmıştır. PKK birçok örgüt, kişi ve kurum tarafından “mücadeleci bir gerilla örgütü” olarak nitelendirilmiş ve alkışlanmıştır. Oysa dönemin koşulları bilince çıkartılabilseydi, aslında aynı sürecin, PKK içinde büyük çapta ayrışmaların yaşandığı, örgüt olarak çöküşe gittiği bir süreç olduğu görülecekti. Çoğu kesimler durumunu bildikleri halde, A.Öcalan’ın beslendiği bir kaynak olmaktan kendilerini kurtaramamışlardır. Böylesi bir dönemde, A.Öcalan ve PKK’ye yaklaşmanın getireceği sonuçların beklenilen türden olacağı açıktı. Sürecin doğru konulabilmesi için sadece A.Öcalan ve PKK’ nin sorgulanması yeterli değildir. Süreç, bunların dışındaki oluşumların da kendilerini açık yüreklilikle sorgulamasını gerektiriyor.                                                                      ÖCALAN’IN CAN SİMİDİ                           1980’li yıllar PKK’de yeni bir dönemin habercisiydi. Yurtdışına sağ salim ulaşma şansını elde etmiş olanlar, üzerlerinde geliştirilmiş türlü entrikaların açığa çıkartılması için tam bir sorgulamanın ve hesaplaşmanın içine girmişlerdi. Sorunlar daha sağlam bir kafayla değerlendirilmeye, yaşanılan olaylar daha ojektif bir tarzda ele alınmaya başlanmıştı.     Neydi bu sorunlar?    1-A.Öcalan’ın 1979’da kimseye haber vermeden gerçekleştirdiği Ortadoğu turu kafaları kurcalıyordu. Öcalan gerilla savaşını başlatmak niyetiyle Siverek eylemine gerek duyduğunu söylüyordu. Öyleyse böylesine büyük iddialarla yüklü bir eylem planının ardından Suriye’ye kaçma gereğini neden duymuştu?     2-Aynı yıllarda gerçekleşen Tunceli-Elazığ tutuklanmalarıyla örgüt çok büyük yaralar almış,

Page 206: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

önemli birimler çökertilmişti. Örgütün olmadığı bir ortamda Siverek’te neden savaşa soyunmuştu?    3-Haki Karer’in katledilmesiyle başlayan Antep olaylarının tartışılmaya açılmak istenmesi, neden engellenmek istenmişti? Geçmişe yönelik eleştiri ve özeleştiriler niçin yüzeysel olaylar ve yaratılan günah keçileriyle geçiştirilmişti?    4-Yığınla öncü kadro ve sempatizanın yakalanmasında oynadığı rolü, neden sürekli tesadüflerle izah etmeye kalkışmıştı? Bunların hesabını vermeye neden yanaşmamıştı? A.Öcalan, ileri düzeydeki kadro ve sempatizanların isimlerinin yazılı olduğu bir mektubu niçin yazma gereğini duymuştu? Başka bazı belgelerle birlikte bu mektubun Mazlum Doğan ve Yıldırım Merkit’in bulunduğu arabada çıkması bir tesadüf müydü?    5- Cunta koşullarında, neden cezaevlerindeki tutukluları imhaya yönelik bir tavır izleniyor, belgeler niçin çarpıtılarak yayınlanıyor, tutukluların örgütteki konumları niçin ismen yayınlanarak insanlar deşifre ediliyordu.     Bunlar ve benzeri türden sorular kafaları karıştırıp duruyordu. Aslın- da PKK’de tam bir iç kaynaşma başlamıştı. Başlangıçta Pilot’un, daha sonraları ise Kesire’nin oynadığı rollerin tartışılmasıyla sınırlı kalınmıyor, kuşkular artık A.Öcalan’a doğru uzanmaya başlıyordu. Mehmet Resul Altınok’un içine düşürüldüğü durum ve 1.Kongre sırasında yaşanan olaylar, bu kuşkuların biraz daha gerçeğe dönüşmesine yardımcı etkenler olmuştu.       Sorunların tartışılması amacıyla yapılacağı söylenen kongreye Mehmet Resul Altınok neden alınmamıştı? Katılanlara neden tartışma imkanı verilmemişti? Kongre binasının Suriye askerlerinin ve Öcalan’ın nereden getirdiği belli olmayan gangasterleri ve tecavüzcüleri tarafından sarılması, kongrenin niteliği hakkında yeterli bilgiyi zaten vermişti. A.Öcalan’ın kimler tarafından korunup, kollandığı anlaşılmıştı. PKK içinde yaşanan kavga farklı düşüncelerin ortaya çıkardığı sıradan bir kavga değildi, olamazdı da. PKK’de devrimle karşı devrim çatışıyordu. Bu nedenle arkasındaki güç odakları, Öcalan’a gereken desteği sunmak için kolları çoktan sıvamışlardı. Ardıardına yeni provokasyonlar devreye konuluyordu. Bunlardan bir tanesi, Mehmet Karasungur’un öldürülmesiydi. A.Öcalan her zaman olduğu gibi, olayı, tam bir duygu sömürüsüne çevirmişti. İkinci provokasyon cezaevleriyle ilgiliydi. Sadece buradaki oyunlar bile tüylerin diken diken olmasına yeter cinstendi. Öncelikle Kürtler’in tarihinde önemli bir rol oynayan Tunceli, ihanetin merkezi gibi lanse ediliyordu. Bunu yıllar boyu Şahin Dönmez’in şahsında yapan Öcalan, Şahin’in artık kullanamayacağını anladığı zaman, çirkin iddialarını yeni isimlerle süslemek istemişti. Yıldırım Merkit bunun için seçilmişti. Yıldırım rastgele seçilmiş bir isim değildi. Öncelikle işkencenin en yoğun olduğu dönemde direnişiyle önplana çıkanlardan biriydi. Mazlum, Kemal ve Hayri’yle birlikte cezaevindeki olaylara ve çevrilen dolaplara yakından tanık olmuştu. Yaşananların ardındaki gerçekleri biliyordu. Olayları bir başka açıdan sorgulamaya başlamıştı. Bu nedenle PKK ile ilişkilerini sınırlandırmıştı. Ayrıca, PKK’nin Avrupa merkezinde yeralan kızkardeşi tavrını ayrılanlardan yana koymuştu. İşte bütün bu nedenler, Yıldırım Merkit’i hedef durumuna getirmişti. Yıldırım’ın PKK’den bu dönemde ayrılması işlerine hiç gelmemişti. Bunu engellemek amacıyla devreye soktukları provokasyon ürkütücüydü. Babası Ali Merkit hain bir tuzakla katlediliyor ve Yıldırım’ın PKK’yle çalışmak istememesi buna neden gösteriliyordu. Olay sonrasında da ailesi sürekli çifte baskı ve terör altında tutuluyordu. Bir yandan PKK ve destekçileri tarafından evleri yakılıp,yağmalanıyor, öte yandan PKK’ye yardım ediyorlar gerekçesiyle aile fertlerini polis tutukluyor, işkenceye uğratıyordu. Polis “PKK’li” oldukları gerekçesiyle baskı yaparken, PKK’liler de aynı baskıyı “devletçi” oldukları gerekçesiyle yapıyordu. Her iki kesimin geliştirdiği bu baskı ve şiddet politikası, aralarında kurdukları koordinasyonun düzenliliğini açığa vuruyordu. Yani uygulama danışıklı ve bilinçli bir politikanın sonucuydu. Daha sonra benzer uygulamalar yaygınlaştırılıyor ve tüm bölgelerde hayata geçiriliyordu.    Bütün bunlar A.Öcalan’ı meşrulaştırma, sivriltme taktikleriydi. Yeni nefes yolları açma çabalarıydı. Bu sayede bir yandan “direniş” ve “teslimiyet”, öte yandan “şehitlerimiz” yaygarası altında o çok ünlü 1984 oyununu sahneye koymuştu. Sonuçta sadece PKK tabanını değil, diğer örgütleri de önemli oranda susturmayı başarmıştı.   

Page 207: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

                              YAKLAŞIMLARDAKİ FARKLILIK     PKK içinde daha çok 1980’lerden sonra başlayan çelişkilerin derin- leşmesi, A.Öcalan ile Kesire Öcalan arasındaki taktiksel savaşımın günyüzüne çıkmasını sağlayan nedenlerden biri olmuştur. Her ikisi arasında çıkan sorunların asıl kaynağı, dayandıkları farklı odakların geliştirdikleri değişik taktiklerdi. Bunu, sorunların çözümüne gösterilen yaklaşımlardan da anlıyoruz. İnsanları “ajan, hain, işbirlikçi” türünden uyduruk gerekçelerle tezelden katleden A.Öcalan, Kesire sorununa tamamen tersi bir yaklaşım sergiliyor. Yazdıklarına bakılırsa, araların- da önemli tartışmalar da yaşanıyor. Eskiden farklı olarak bu kez, Kesire Öcalan, çevresindekilere A. Öcalan’ın kimliğiyle ilgili bazı ipuçları veriyor;    “….İşte şöför arkadaşlarımızdan biri de Ferhan’dı. Çocuğu çok çeşitli biçimlerde etkilemiş. Ferhat telaşlı telaşlı, terli terli gelip şunları söyledi: ‘Başkanım, bu kadın senin hakkında çok kötü düşünüyor, çok tehlikeli.’ 3.Kongreye gideceğimiz günlerdi. Böyle yutkunup duruyordu. Çok tehlikeli diyordu.” (65)    Kesire Öcalan tarafından yapılan açıklamaların, PKK içindeki insan- lar üzerinde nasıl bir şok etkisi yaptığını tahmin etmek güç değildir. Bu şok karşısında gösterilen tepkiler de bu nedenle birbirinden farklıydı. Az bir kesim A.Öcalan’a karşı mücadele ederken, bazıları bu gücü kendisinde bulamayarak intihar yolunu seçmişti. Geriye kalanlar ise sık sık tökezleseler de işi oluruna bırakarak bulundukları yerden yürümeyi tercih etmişti.    A.Öcalan bu dönemde, PKK’nin bir provokasyon örgütü olduğunu kitlelere anlatmak isteyenlerin imhasını yine hızlandırmıştı. Ama Kesire’ye tam tersi bir yaklaşım göstermiş, uzlaşmanın yollarını arayıp durmuştu. Daha fazla konuşmasını engellemek için öncelikle tecrit etmiş, sonra da göstermelik bir sorguyla sözde bir mahkeme kurarak tehditin dozunu biraz daha arttırmıştı;     “….‘Öyle bir ceza verelim ki, sorgulamasında, mahkemesinde yüzde yüz idam’ deniyordu.” (66)     İnsanlar bu kararın uygulanacağından öylesine emin ki, bir de biçimi üzerine çılgınca öneriler ileriye sürüyorlar;     “…ceza için de ‘dört at getirmeliyiz, iki kolunu ve iki bacağını birer ata bağlayıp parçalamalıyız.’ Çocuk bu kadar öfkeliydi.”(67)    İrkilmemek elde değil. Bu durum A.Öcalan’ın toplumda kimleri örgütlediğine dair fikir vermesi açısından iyi bir örnek değil midir? PKK’nin kimleri ne uğruna biraraya getirdiği daha iyi anlaşılıyor. İnsanlıktan biraz nasibini almış olanlar, böylesine korkunç düşünceler taşıyamazlar. Ama PKK’lilerin böyle düşünmesinin doğal olduğunu anlatılan ve yaşanan olaylardan anlıyoruz. Bu tür vahşi idamların yabancısı değiller.İnsanların diri diri gömüldüğünden ve yakıldığından bahsediliyor. Mehmet Resul Altınok işkenceyle katlediliyor. Lamia Baksi olayında olduğu gibi bayanlar aylarca korkunç baskı altında tutuluyor, fiziksel işkenceler yapılarak öldürülüyor. Bu ve benzeri vahşiliklere katılmaya ve tanık olmaya alışık oldukları için, Kesire Öcalan hakkında da benzeri öneriler yapıyorlar.     A.Öcalan insanları öyle bir pislik deryasına itiyor ki, onları oracıkta boğuyor. Bizzat verdiği kararları çoğu kez başkasına aitmiş gibi gösteriyor. İşine gelmediği noktada rahatlıkla “bu olayın sorumlusu ben değildim” diyebiliyor. Yeri ve zamanı geldiğinde bunu başkalarına karşı kullanıyor. Başından atmak istediği şahısları, kararlarının yolaçtığı çirkef sonuçların sorumlusu olarak gösterip yargılıyor. Yani her şeye tam bir ajan-provokatör taktiğiyle yaklaşıyor. Bunun en açık örneği, MED-TV’de Mahmut Baksi ile yaptığı konuşmada görülmüştü. Daha önceleri İsveç’te işlediği Enver Ata cinayetinde Lamia Baksi’yi kullanan Öcalan, bu kez bir başkasını Lamia’ya karşı kullanıyor. Mahmut Baksi’ye ise, Lamia’nın bir “ajan” tarafından öldürüldüğünü ve bu kişinin de sonradan kendisinin verdiği bir emirle cezalandırıldığını söylüyordu. Oysa Lamia Baksi’nin Öcalan’ın talimatıyla öldürüldüğünü bilmeyen yoktur. Peki Öcalan bu masalı daha ne kadar anlatacaktı? Konuşmasına bakılırsa, masal hâlâ tutuyordu. Mahmut Baksi inanmış gibi görünmeye gayret ediyordu. Bunun bir kandırmaca olduğunu anlamaksa zor değildi. Ama bizim üzerinde durmak istediğimiz olayın bu yanı değil. Önemle vurgulak istediğimiz, Öcalan’ın karşı devrimci çizgisini hayata geçirirken başvurduğu yöntemler ve değişik yaklaşımlardır.  

Page 208: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

    Kesire olayına yaklaşımı da malum tutum ve davranışlarına verilecek en açık örnektir. A.Öcalan’ın başkalarına karşı ne kadar katliamcı davrandığını görenler, Kesire’nin daha da kötü bir tarzda cezalandırılacağına inanıyorlar. Ama Öcalan’ın bütün bunları sadece Kesire’yi belli bir noktada tutabilmek için korkutmak amacıyla yaptığı çok geçmeden açığa çıkıyor;    “Hayır, idam öyle vahşice olmaz. Tam tersine yine bir cepheci gibi tutalım, hatta Avrupa yolunu açalım dedik. Atina’ya gitti. Atina’da da bu uğursuz şeylere devam etti.” (68)     “…’Derhal idam edelim’ diyorlardı. Yani partiye, yoldaşlara hakim olan anlayışlar bunlardı. Ama benim anlayışımda bu yok. Sonuna kadar ıslah etme niyetim olmakla birlikte, kaçarsa kaçsın. Yani kaçırtma gibi bir yaklaşım sözkonusudur.” (69)    Kuşkusuz A.Öcalan bu yaklaşımı insancıl duygulara dayanarak göstermiyor. Belli ki, tıpkı Pilot (Necati Kaya) olayında olduğu gibi, Kesire’ye dokunması da yasaktı. Kendisini bundan alıkoyanlar vardı. Kimdi bunlar? Elbette Pilot, Kesire ve A.Öcalan’ın arkasında duran güç odaklarıydı. Bu nedenle bırakalım herhangi bir biçimde cezalandırmayı, Kesire’nin uzun süre tutuklu kalmasını bile sağlayamıyor. Yani Öcalan tam bir ölüm-kalım savaşı veriyor. Çünkü Kesire’yi güvenceye aldığı oranda kendi yaşamını da garantilemiş olacaktı. İşte “kaçırtma gibi bir yaklaşım sözkonusudur” derken bunu anlatıyor.    Ama A.Öcalan her şeye bir kılıf uydurmasıyla da ün yapmıştır. Kılıfın uyup uymaması fazla önemli değil. Önemli olan o anı kurtarmaktır. Kesire’ye gösterdiği yaklaşıma da bir kılıf buluyor. Önce “neden?” diye soruyor ve hemen ardından cevabını veriyor;    “Bu kimdir? Nereden geldi? Hemen toprağa girse, belki birçok mesele anlaşılmaz olurdu, değil mi? Mesela 1988 provokasyonunu anlayamazdık. Belki de daha sonraki bütün provokasyonlar bu biçimiyle açığa çıkarılamazdı. (…) Şener, çok açıkça bunun en gözü kara devam ettiricisidir.” (70)    Böylece ağzındaki baklayı çıkarıyor. Şimdi A.Öcalan’ın Kesire’yi nasıl nitelendirdiğine dikkat edelim. Kesire için “ajandır” diyor. Komplocu, provokatör ve her yıkıcı olayın başı olduğunu söylüyor. Ama bunlara rağmen onu “islah” ederek cepheci tutmaya çalışıyor. Bunu başaramayınca da kaçırttıyor. “Kesire Öcalan’ın devamı” olarak nitelendirdiği Mehmet Şener’i ise, bir komployla katletmekte hiç bir sakınca bulmuyor. A.Öcalan, o daracık penceresinden bakarak dünyanın Apoculardan oluştuğunu zannediyor. Böylece herkesi ikna ettiğini düşünüyor. Aslında Kesire’ye olan yaklaşımı, geçmişte Pilot’a gösterdiği yaklaşımın aynısıdır. Nasıl ki, geçmişi değerlendirirken “devleti uyarmamak için Pilot’u vurdurmadım” diyorsa, burada da aynı şeyi farklı tarzda söylüyor. “Hemen toprağa girse belki birçok mesele anlaşılmaz olurdu, değil mi?” diyerek bunu birde etrafındakilere onaylatmak istiyor. Açık ki, gelmiş geçmiş en büyük Kürt düşmanlarından biri olan Öcalan, devrimcileri katlederken, kendisiyle birlikte olanları korumak zorunda kalmıştı.                                                            İTİRAFLARIN NEDENİ     1984 provokasyonu A.Öcalan’ın adeta son dakikada ipten geri dönmesinin nedeni olmuştu. Bir dönemi daha karanlık odakların yardımlarıyla geçiştirmişti. Ama buna rağmen tersine tepen bazı yeni olaylar da vardı. Bu olaylar sonucundadır ki A.Öcalan, 1987’lerden itibaren kimliğiyle ilgili bazı açıklamalar yapmak zorunda kalmıştı. Örgüt içinde kendisine karşı zaman zaman yükselen sert tepki ve ajanlığıyla ilgili tartışmaları şu veya bu şekilde atlatmakta zorlanmamıştı. Ama dev let içindeki güçler dengesinin çok hızlı değişkenliğe uğraması karşısında tam bir paniğe kapılmıştı. Özellikle 92’den itibaren görevinin her an sona erdirileceği düşüncesinden hareketle kendisinde bir ölüm fobisi gelişmeye başlamıştı.    Belirli aralıklarla ilgili tüm sırları açığa vurabileceğini ima etmesi, bir anlamda karşı refleksler geliştirme isteminden kaynaklanıyordu. Çünkü, gerek Öcalan’la ilişki içinde, gerekse de insiyatifi dışında yeni güçler sahneye sürülmeye başlamıştı. Hatırlanırsa, ajanlığı ve göreviyle ilgili konuşmalar yaptığı dönemler, etrafındakilere güveninin sıfıra indiği, kaldığı odanın içinde sabahlara kadar nöbetler tuttuğu dönemlerdi. Hatta kendisindeki ölüm fobisi öylesine ilerlemişti ki, zehirlenme kuşkusuyla yemeklerini bile kendisi pişirir olmuştu. Zaman zamansa tedbirlerin yetersizliğinden yakınarak Cemil Esad’ın gösterdiği garnizona sığınma gereğini duymuştu.

Page 209: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

    1987-1990 arası dönem, Öcalan’ın kimliğinin ve karşı devrimci pro- vokasyonların örgüt içinde yeniden en fazla tartışılmaya başlandığı dönemdi. Öcalan birçok konuşmasında Hasan Bindal ve Dilaver Yıldırım konusunda hem tabanını, hem de kamuoyunu yanıltıcı epeyce açıklamalarda bulunmuştur. Ama okuyan herkeste bilir ki, açıklamaları tereddütlülük ve çelişkilerle doludur. Bu iki olayı adeta muammaya büründürmenin özel çabası görülüyor.    Neden?     Çünkü 1987 ve 1990’lar arası PKK’nin yeni çalkantılarla dolu olduğu yıllardı. Bunun için derin devletin de yardımlarıyla yeni bir temizleme hareketine girişiyordu. Terör yoluyla insanları PKK’de kalmaya mecbur ederken, yapıyı, yeni gelenlerle takviye etmek istiyordu. Güvenilmez olarak kabul edilenlerin bir kısmı, ya imha edilme riski çok yüksek yerlere gönderilerek yokedilmiş ya da daha sınırdan içeri adım attıklarında telsiz ve telefonlarla en yakın karakollara ihbar edilmek süretiyle imha ettirilmişti. Ayrıca çeşitli bahanelerle kamplarda kurşuna dizilenler de vardı.     1990’dan sonra Öcalan aldığı yeni bir kararla hiç bir birimi uzun süre bir yerde bulundurmamayı, herkesin yerini ve görevini mümkün olan en kısa zamanda değiştirmeyi bir kural haline getiriyordu. Bu amaçla bütün birimlerde yer alanların yetki ve görevlerini, konuşlandıkları alanları içeren bir liste hazırlatmıştı. Geliştireceği provokasyonların zamanlamasına ve niteliğine göre ya bu ekiplere yer değiştirtiyor ya da ekip sorumlularının görev yerlerini ve yetkilerini değiştiriyordu. Sürekli ve sistematik biçimde örgüt içinde yarattığı bu tür kargaşalarla, bir yapı örgütlenmesinin önüne geçiyordu. Daha sonra da birimlerde, genel olarak örgütte kurumlaşma yaratılamıyor bahaneleriyle kadro ve sempatizanları suçluyor ve bu bahaneyle gelecekte kendisine yönelme eğilimi taşıyanları imha ediyordu. Çünkü kurumlaşmış bir örgütsel yapıda veya örgütsel kuralların işlerlik kazandığı bir yapıda, er veya geç sorgulanacağını çok iyi biliyordu.     İşte bu koşullarda, uygulanan şiddet politikası ve derin devletin temsil ettiği tüm çıkar guruplarının militan silah, para ve akla gelebilecek her türlü yardımlarıyla 1992’lere geliniyordu.     1992, gerek Türkiye içinde, gerekse Ortadoğu’da Abdullah Öcalan için provokasyon geliştirme olanaklarının muazzam arttığı bir bir dönemdi. Bu noktadan itibaren Öcalan, sadece “ordu içinde özel bir ordu”yahayranlık duymakla kalmamış, hayranlığını Ortadoğu’nun karanlık güçlerine kadar uzatmıştı. Öyle ki, Amerika ve CIA’yla direkt fingirdeşmenin işaretlerini vermişti. Çünkü bu yıllarda pastadan büyük pay alabilme “uluslararasılaşma”dan geçiyordu. Avrupa ülkelerinin istihbarat örgütleriyle ilişkileri zaten vardı. Önemli olan Amerika, yani CIA ile kuracağı direkt ilişkiydi. Genelde ve bölgede siyasal gelişmeleri belirleyen Avrupa’dan çok Amerika’ydı. 1992’nin ortalarında Amerika’nın Lübnan Konsolosluğunda çalışan görevlilerle Bekaa’da yaptığını söylediği görüşmenin ürününü almakta gecikmemişti. Bu görüşmeden itibaren Öcalan, hem içte tam egemen hale gelmiş, hem de K. Irak’ta geliştirilecek provokasyonlar için yeni konsept hazırlanmıştı. CİA’nın desteği alındıktan sonra oluşturulan bu konseptin, PKK Belçika temsilciliği, Yeşil (Mahmut Yıldırım), Behçet Cantürk, bazı “Kürt diplomatları”nın ve Bucaklar’ın katkılarıyla oluştuğu söyleniyordu. Bu ittifakın geçmişe oranla giderek daha aktif bir biçimde Hizbullahcılar ve diğer radikal islamcı gruplarla genişletildiği de dile getirilen bir başka olaydır. Ama Öcalan’ın böylesine geniş çaplı bir cepheleşme içine girmesi, bir anlamda Çatlı örneğinde görüldüğü gibi biraz çizmeyi aştığının da bir göstergesiydi. Daha sonraları islamcı kesim PKK’nin kucağından alınıp İrana devredilmiştir. Çünkü bu kesim, her ne kadar Öcalan’ın kucağında filizlendirilmiş ve örgütlendirilmişse de, İranla ilişki içine girdikten sonra palazlanmış ve Öcalan’la çelişkiye düşmüştü. Gelirlerin paylaşımından doğan çelişki daha sonraları Pastar’ın araya girmesiyle düzeltilmiştir. Almanya ise bu birliği elinden geldiğince desteklemiş, kalıcı hale gelmesi için çaba göstermiştir.    1993’e gelindiğinde Türkiye’de hemen her eğilimin devlet politikasına egemen olma istemini şiddetle dayatmaya başlamıştı. Özal’ın “bir koyup beş alacağım” stratejisinin ordu tarafında kabul görmeyişinden sonra, yine Özal tarafından belirlenen yeni bir stratejinin uygulanmasına geçilmişti. Bu strateji; PKK bahanesiyle K.Irak’ta Kürt gruplarını hem birbirine düşürme, hem de zayıflayan Irak yönetimi üzerinde etkili olmaya çalışma ve bu alanda belirleyici güç haline gelme biçiminde özetlenebilir. Bir bakıma doğan boşluktan bölgedeki Kürt hareketinin azami oranda yararlanmasının önüne geçilmişti. Elbette bu direkt YEKİTİ’ye, ya da KDP’ye vurularak

Page 210: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

yapılamazdı. Bu durum hem içte, hem de uluslararası kamuoyunda tepkilere yolaçabilirdi. Hepsinden önemlisi de, ABD’nin göstereceği tepkiydi. ABD’nin kendisine danışılmadan Irak’ta bir düzenlemeye gidilmesini kabul etmesi düşünülemezdi. Bu durumda kullanılacak en iyi paravan güç PKK’ydi. Nitekim PKK en aktif biçimde devreye sokularak KDP’ye saldırtıldı ve hatta Saddam rejimiyle yoğun ilişki içine sokuldu. PKK’nin Körfez savaşıyla birlikte Türkiye-Irak sınır boylarında Saddam adına sınır muhafızlığı yapması boşuna değildi. Sınır muhafızlığı karşılığında da bir takım noktalarda gümrük vergisi altında talan yapmasına, parasal olarak zenginleşmesine izin verilmişti. Yine Öcalan’la kurtcukların ve islamcı kesimin en çok kaynaşmaya başlaması ve ticari alış verişlerin yoğunlaşması bu döneme denk gelir. Hatta zaman zaman PKK’nin lojistik destek sıkıntıları bu kapılardan giderilmiştir. Fabrika numaraları silinmiş silahların, el bombalarının, mayınların PKK’lilerin elinde dolaşmaya başlaması tesadüflerle açıklanamaz.     1991-93 yılları, bahsettiğimiz güç odaklarının yardımıyla A.Öcalan’ ın hayatının baharını yaşadığı yıllar olarakta değerlendirilebilinir. Özellikle Körfez savaşı ertesinde Irak’ın tecrit durumu gündemleştiğinde Özal,Türkiye’yi Musul-Kerkük serüvenine hazırlamak istiyordu. Bu durum PKK’ye de yeni bazı sorumluluklar yüklemişti. A.Öcalan kendisini neredeyse yapılacak pazarlıkların bir tarafı olarak görmeye başlamıştı. Palazlanmasına ses çıkartılmamasını ve oluşturulan konsepte olan katkılarını öne sürerek aklınca bunu başaracağına inanmıştı. Konuyla ilgili demeçleri bunun örnekleriyle doluydu;     “O yıl ayrıca Körfez Krizi başladı. Bu da Güney’de olanakların açılması anlamına geliyordu. Çelişkileri hareketlendirmek istedik. Hatta bu çelişkiden Ekim devrimi kadar anlamlı sonuçlar çıkarabiliriz, dedik. Bu perspektif doğrultusunda siyasi sonuçlarını hesapladık. En önemlisi bu hudut boylarında gerillayı derinleştirdik.”(70)     “Serhıldan” denilen olayları Ekim Devrimi ile kıyaslama utanmazlığını göstermekten çekinmeyen A.Öcalan’ın, hudut boylarında neler yaptığı açıktır. Irak Kürtleri’nin önünü tıkamak için kollarını sıvamıştı. PKK ve Öcalan’a bu yıllarda her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyan güç odaklarıysa, onların büyümesine adeta gözyummuştu. Halk üzerinde öylesine ağır bir baskı uygulanmıştı ki, bu yolla kitlelerin PKK’ye kayması sağlanmıştı. “PKK güçleri” artık binlerle ifade ediliyordu. Karapara ve rant bölüşümünde Öcalan’a da gereken hisse verilmekteydi. Kuzey Irak güç deneme bölgesi haline getirilmişti. Burada oluşturulmak istenen yapıda herkes her ne pahasına olursa olsun etkili olma yarışına girmişti. PKK de, güç odaklarının desteğinde üzerine düşen yükümlülükleri en aktif biçimde uygulamaya koyulmuştu.    Peki PKK’nin KDP’ye saldırtılmasının nedeni neydi? Çünkü KDP bölgede uzun geçmişi olan köklü bir harekettir. Halkın büyük çoğunluğunun desteğine sahiptir. Elinde tuttuğu bölge stratejik konumu olan oldukça önemli bir bölgedir. Ayrıca, gerek Avrupa, gerekse Amerika YEKİTİ’ den çok KDP’yi muhatap alan bir politika izlemektedir. ABD Ortadoğu’ da istediği düzenlemelerde bulunurken, Rusya alternatifini tümüyle gözardı edememektedir. Rusya’nın da muhatap aldığı daha çok KDP’ dir. Yani ABD, Avrupa ve Rusya, Irak’ta öngörülen çözümlemelerde KDP’yi temel alan bir politikada anlaşabilmekteler. YEKİTİ, bu güçler arasında geliştirilen geçici taktikler doğrultusunda öne sürülen bir güç durumuna getirilmiştir. Bu noktada ABD’nin K.Irak’ta geliştirmek istediği çözüm, Türkiye’nin devlet çıkarlarıyla çelişmemek zorundaydı. ABD’nin bölgede özgürce hareket etmesini engellemenin bir yolu da, KDP’nin mümkün olduğunca Türkiye’nin çıkarlarına ters düşecek bir çözümlemeyi kabul etmemesinden geçmekteydi. KDP PKK’nin piyon olarak öne sürüldüğünü bildiği halde böyle politika geliştir- meyi zorunluluk olarak görmüştü. Bu anlamda Türkiye KDP ile olan ilişkilerinde giderek ABD’den daha üstün duruma gelmiştir. Bu durum ister istemez ABD’nin bölgede Türkiye’nin isteği dışında bir çözüme gitmesini engellemektedir. KDP’de hareket ettiği alanın jeo-politik özelliklerini ve daha birçok alternatifleri dikkate alarak Türkiye ile çelişkiye düşmemeye özen göstermektedir. Elbette KDP böylesi bir politik yönelim içerisine girerken, geçmiş dönemlerin tecrübe birikimlerini kullanmaktadır. ADB’nin bir dönemi atlatmak için dayatmak istediği bir nevi ara çözümlemelere yatmamaktadır.     İşte bu noktada PKK’nin arkasına aldığı büyük destekle KDP’yi arkadan vurma planları üzerinde durmak gerekir. Birçokları PKK’nin hergün peşmerge katletmesine seyirci kalıyor, hatta onaylıyordu. PKK’nın K.Irakta CIA’nın bir Kürt devleti kurma çabalarına uygun bir biçimde

Page 211: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

hareket ettiğini iddia ederek buna alkış tutanlar vardı. Bu çevreleri tek tek belirtmeye gerek yok. Diplomat giysili bu katmerleşmişler herkesce bilinmekte. Amerike ve Avrupa işbirlikçiliği ruhlarına işlemiştir. Oysa Abdullah Öcalan, ABD emperyalizminin bölge üzerindeki global çıkarlarına hizmet doğrultusunda hareket ederken, aynı zamanda K.Irak konusunda tamamen Türkiyedeki derin devletin maceracı turancı kanadının çıkarları doğrultusunda hareket etmiştir. Bu politikasıyla her iki kesimi de 1992’den bu yana dengeleme durumu vardır. Aslında Saddam rejimiyle sıkı ilişkiler geliştirilmesinin altında bu politika yatar. Abdullah öcalan Türkiye ile Saddam rejimi arsında bir köprü oluşturmuştur. Kürt hareketinin bu bölgede ezilmesi, en azından sürekli denetim altında bulundurulması için bulunmaz bir aracı olmuştur. Sürekli bir baskı faktörü olarak kullanılmıştır. Yani, çok öncelerden geliştirilmiş proje, teknik ve maddi kayıplara yol açılmadan Öcalan aracılığıyla uygulamaya koyulmuştur. Abdullah Öcalan da bunu inkâr etmemektedir. Kürt halkına karşı jenosit geliştirmiş Saddam rejimine övgüler yağdırması boşuna değildir;    “Biz bir Arap ülkesinin dostluğunu  başka bir ülkeye değiştirmeyeceğiz. Biz Suriye'nin Kürt sorununa karşı iyi tutumunu takdir ediyoruz ve inanıyoruz ki Irak da bu sorunun çözümünde yeni adımlar atacaktır.” (71)     “Hiç şüphe yok ki Bağdat, Kürt sorunuyla en fazla ilgilenen bir Arap başkentidir. Bazıları Kürt sorununun sadece Güney Kürdistan sorunu olduğunu iddia ediyor ve sadece Irak'ı ve kuzeyini ilgilendiriyormuş gibi göstermek istiyorlar. Bizim düşüncemize göre Batı ve Türkiye sorunu bu şekilde saptırmaya çalışıyor ve gerçeği görmek istemiyor. Bağdat ile ilişkilere önem veriyoruz...” (72)     “Ama biz Arapların Kürtlerden dolayı duydukları kaygıları ve şüpheleri yok etmeye çalışacağız.” (73)     “Biz bir arap ülkesinin dostluğunu başka bir ülkeye değiştirmeyeceğiz. Biz Suriye'nin Kürt sorununa karşı iyi tutumunu takdir ediyoruz ve inanıyoruz ki Irak da bu sorunun çözümünde yeni adımlar atacaktır” (74)    İnsan bu demeci okuduğunda, K.Irak’ta yaşayanların Kürt halkı değil de, Teriki aşiretinin bir bölümü olduğunu sanıyor. Yine bölgede kullanılan kimyasal silahları da kimyasal silahlar değil, toprakların daha bereketli hale getirilmesi için yapılan bir gübreleme veya bitkilerdeki hastalıkları giderici bir ilaçlama olarak düşünesi geliyor. Tüm dünyanın bildiği jenosit uygulamalarını Abdullah Öcalan elbette durup dururken örtüleme gayreti içine girmiyor. Saddam rejiminin propagandasını yapmanın bir bedeli olduğunu çok iyi biliyor. Ama görevinin bir gereği olarak projesini uygulamak zorunda. Görevi; kendini var eden gücü hem dünya kamuoyunun tepkilerinden koruyarak güç kaybetmesinin önüne geçmek, hem de Kürt hareketini Saddam gericiliğiyle ittifak içinde bas- tırmaktır. Bu nedenle Bağdat ile ilişkilere önem veriyor ve kaygılarını gidermenin her türlü çabasını gösteriyor. Böyle“Kürt lideri”nin darası, her önüne gelenin karşısında eğilen nice çömezlerin başına…     Artık Öcalan sadece bir ordu içinde “özel ordu” değil, birden çok ülkenin orduları içinde “özel ordu” olmayı bir şeref payesi olarak görüyor. Bir çok ülke diyoruz çünkü Öcalan, Suudi kırallığının saray bekçiliğine alınabilmek için de o her zamanki taklalarını atmanın sabırsızlığı içindeydi. “Biz bir Arap ülkesinin dostluğunu başka bir ülkeye değiştirmeyeceğiz” derken, Kürt düşmanlığından da öte, uygar dünyanın karşısında çağdışı yönetimiyle ayakta kalmanın çabası içinde bulunan Suudi Krallığı dahil tüm Arap gericiliğinin piyonluğuna soyunmaktaydı. Kaldı ki Suudi krallığı, Kürt sorunu diye bir sorun tanımıyor bile. Saddam rejiminin Kürt halkı üzerinde geliştirdiği tüm vahşetlerin arkasında yer alanların başında geliyor. Bu krallık, Filistin halkının kurtuluşu önündeki en büyük engellerden de biridir. Ortadoğu’daki her radikal çözümün karşısında duruyor. FKÖ’nün karşısına çıkardığı güçler çağdışı islamcı çevrelerdir. Filistin’de bağımsız, layik, cumhuriyetçi bir çözümü kesinlikle istemiyor. İsrail işgaline karşı aldığı tavır sadece görüntüden ibarettir. Siyasal yönelimleri İsrail’i destekler yöndedir. İşte Öcalan’ın başka ülkelere değişmeyeceğini söylediği dostluk böylesi bir ülkenin “dostluğu”dur. Sonuç olarak Öcalan’ın FKÖ’ye karşı söylemleri ve bölgede geliştirdiği provokasyonları da dikkate alındığında, tüm radikal başkaldırı hareketlerine karşı, Suudi ve diğer Arap gerici güçleriyle tam ittifak içinde olduğu görülmektedir. Başta Arap gericiliği olmak üzere, içindeki azınlıklara ve farklı kültürlere karşı acımasız davranan tüm ülkelere gönderdiği övgüler gözlerden kaçmıyor.

Page 212: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

    Birçok Arap ülkesindeki gerici rejimler Kürt halkı nezdinde meşru, demokratik rejimler olarak tanıtılmak isteniyor. Bu, bölgede emperyalizmin çıkarlarının korunması çabalarından başka bir şey değildir. Öcalan ve güruhu bir de bu anlamda emperyalizmin çıkarlarının savunuculuğunu yapıyor.        Soruna bir diğer açıdan bakacak olursak; başta Suriye olmak üzere, Arap ülkelerinin Kürt sorununu demokratik biçimde çözümleme gibi bir niyetleri var mı? Her defasında övgüler yağdırılan Suriye, Kürt sorunu diye bir sorunu kabul ediyor mu? Her şeyden önce, Kürdün varlığını kabul ediyor mu? Bu sorulara verilecek cevaplar kesinlikle hayırdır. Bırakalım varlığını tanımayı, Kürtleri insan yerine bile koymuyor. Vatandaşlık hakları yoktur. Bir kilo şeker alabilmek için Kürtlerin ellerinde kartlarla bakkalların önünde günboyu beklediği biliniyor. Sorgusuz sualsiz karakol bodrumlarında infaz edilenlerin sayısı az değildir. Aileler korkularından cenazelerine bile sahip çıkamıyorlar. Kürtler üzerindeki baskıları yoğunlaştırdıkça Arap ülkelerinden eleştiri yerine daha fazla destek almakta.     Öcalan, sonuçta baklayı ağzından kaçırıyor. Eline sıkıştırılmış projenin saçayaklarını yerli yerine yerleştirmenin gayretlerini yürüten bir piyon olduğunu artık yalanlayamaz duruma düşüyor. Bölgedeki siyasal gelişmeler ve örgüt içi yapısında meydana gelen “sürprizler” karşısında kendini daha fazla gizlemeyez duruma düştüğünü kabul ediyor:     “Yani Güneyde kurulan yönetim sırtımıza bir hançer gibi saplanmaya çalışılıyor. Güneyde direnmeye ve savaşmaya karar verdik. Böyle bir yönetim aynı şekilde Arap dünyasının kuzeyi, Batı İran ve bölgedeki halklar için de tehdit teşkil etmektedir. Biz bu tehlikeyi durdurabildik.” (75)    PKK, K.Irak’a gidip yerleşmeye başladığında bazı çevreler her dört parçada bulunan Kürtler’in birbirleriyle sıkı bağlar geliştirmeye başladığına inanmışlardı. Öcalan ve PKK’nin katkısıyla sorunların daha kısa yoldan çözülebileceği gibi iyimser bir havaya kapılmışlardı. KDP’ nin ve YEKİTİ’nin verdiği sınırlı desteği de örnek göstererek bu yönlü iddialarını güçlendirmeye çalışıyorlardı.Ama süreç, beklentilerin tersine işlemişti. A.Öcalan eline verilmiş kartı istenilen yönde oynamak zorundaydı. Oyunların iç yüzü yavaş yavaş açığa çıkıyordu. Bu tür çevreler, PKK ve Abdullah Öcalan’nın karanlık amaçlarını, başlangıçta, ya yeterince kavramamışlardı ya da döneme uygun olduğuna inandıkları bir politika gereği bunu yapıyorlardı. Öyle ki, 2000’e Doğru dergisi dahi Öcalan’nın içte geliştirdiği katliamları destekler hale gelmişti. Yüzlerce kişinin çeşitli biçimlerde yok edilişlerinin nedenlerini sorgulamayı akıllarına bile getirmiyorlardı. Bu tutumlarının nedenlerini bugün hâlâ açıklamış değillerse de, en azından Öcalan’ın ajan-provokatör biri olduğunu sonuçta kabullenmek zorunda kalmışlardır.     Öcalan “Arap dünyasının kuzeyi” derken kastettiği, Saddam rejiminin ayakta kalmasını sağlamadır. Bu konuda Saddam rejiminden daha ileri giderek, K.Irak’a otonomi dahi verilmesine karşı çıkıyor. 90’lı yılların başından itibaren Saddam’dan aldığı her türlü destek karşılığında Kürt halkını arkadan hançerlemeyi görevi sayıyor. Irak’ta Kürt halkının ulusal ve demokratik haklarının kazanılması demek, gerici Arap rejimlerinde demokratik istemlerin gelişmesine yeni boyutlar kazandırılması demektir. Ortadoğu’da geliştirilmiş ulus-devlet örgütlenmesi modelinin kültürel çeşitliliği, bir diğer deyişle bölgenin mozaiksel yapısını örtüle- yen bir model olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur. Ama Irak’ta ortaya çıkacak demokratik bir çözümleme, gerici Arap rejimlerini sarsacaktır. Bölgenin etnik ve kültürel çeşitliliğinden gelen sorunlarını demokratik bir biçimde çözüme kavuşturma da önemli bir ivme olacaktır. Bu nedenle Abdullah Öcalan’ın bütün gayreti, Irak’ta devrimci güçler açısından ortaya çıkan olumlu ortamı ortadan kaldırmaktır. Eline sıkıştırılmış plan ve projeyi istenilen doğrultuda sonuçlandırmak istiyor. Amacı; Kürt halkını iki ateş arasında bırakmaktır.     A.Öcalan “K.Irakta savaşmaya karar verdik” derken, Irak’ta Saddam, İran’da molla, Suudi Arabistan’da kraliyet rejimlerinin çıkarlarını koruyacağını ima ediyor. Dolayısıyla bu, Emperyalizmin çıkarlarına ters düşen her oluşumun karşısında olacağının da beyanıydı. Hatta bu konuda o kadar ileri gidiyordu ki, Irak rejiminin zayıflığından dolayı ortaya çıkan boşluğu doldurmak için Türkiye’nin Musul ve Kerkük’ü zaman geçirmeden işgal etmesi gerektiğini her defasında vurguluyordu. Türkiye’nin K.Irak politikasını oldukça yumuşak buluyor, işi bir an evvel genel bir katliamı dahi göze alarak çözümlemesi gerektiğini söylüyordu. Ayrıca böyle bir çağrıyla şöven, saldırgan, maceraperest ve Osmanlı hayalleriyle yaşayan burjuva kanadının

Page 213: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

harekete geçirmeyi ummuştu. Çağrılarına yeterli cevaplar bulamadığı anlarda ise, CIA’nın devreye girmesini istemiş, önerileri doğrultusunda hareket etmemekle suçladığı Türkiye’yi açıktan ABD’ye şikayet etmişti.     Yukarıda aktardığımız sözlerinden görevinin sadece K.Irak’la sınırlı olmadığını anlıyoruz. Bölgedeki mevcut statükonun korunması yönünde de çabalar harcadığını görüyoruz. K.Irak’ta sağlanacak demokratik çözümün İran’ın durumunu sarsacağını ve buradaki çağdışı iktidarın tehlikeye düşeceğini çok iyi biliyordu. İran’da ıslamcı rejim tarafından Kürt halkı üzerinde uygulanmış katliam politikasını ustalaşmış bir sinsilikle unutturmak istiyordu. İran’ı başına gelecek tehlikeler karşısında uyarıyordu. K.Irak’ta Kürt halkının çıkarlarına uygun düşecek bir çözümün,gerçekte Iran’ın batısında da demokratik bir çözümü zorlayacağı açıktır. Bu nedenle Abdullah Öcalan, İran istihbarat örgütüyle ve Pastarlar’la yaptığı anlaşmanın ilk maddesine uyarak İran Kürtleri’ne, İ-KDP’ye saldırıyordu. Pastarlar’ın yan kolu biçimde çalışan ihbarcı birimler oluşturmuştu. Kürt halkı tarihte ilk defa tek merkezden en geniş kapsamlı yönlendirilen ve üstelik Kürtlerin içinden çıkarılmış bir ihanet şebekesiyle karşı karşıya bırakılmıştı.     İran Kürtleri’nin de örgütlenmesine darbe vuran çok yönlü politikayı ve I-KDP’ye karşı silahlı mücadeleyi temel almak, aynı zamanda Iran ve Irak’ta Kürtlerin aleyhine olan statükonun korunması çabalarına aktif destek sağlamak demektir.     İşte Abdullah Öcalan’ın gerçek profili ve amaçları budur. Böylesi bir karakter elbette sadece ülkemizde egemen güçlerin en şöven kesiminin uşağı olmakla kalmayacaktı. Aynı zamanda, uluslararası emperyalist güçlerin bir piyonu olarak siyasi arenadaki yerini almak isteyecekti. Bir dönemler emeryalizme karşı mangalda kül bırakmaması ise basit bir taktikten ibaretti.Hatta bu konuda hızını alamayıp Avrupa sosyal demokratlarını da şiddet temelinde mücadele edilmesi gereken güçler safına koyduğu bilinmektedir. Onur duyduklarının izinden gitmiştir. Öcalan’ın, İmralı’da dünyayı yeniden keşfedercesine emperyalizme, özellikle de ABD emperyalizmine karşı övgülerde bulunması geçmişiyle çelişmiyor.                           A.ÖCALAN’DAKİ KÜRT DÜŞMANLIĞI     Peki, A.Öcalan’ın özellikle Kürt liderliğine oynatılması bir tesadüf müydü? Elbette hayır. Bu bir tesadüf değildi. Öcalan karmaşık bir aileden geliyor. Annesinin Türk oluşuna yaptığı vurgu boşuna değildir. Bilindiği gibi MHP ve Ülkü Ocakları içinde Kürt militanlar daha çok vurucu güç olarak kullanılıyor. Liderlik Türklerin elindedir. Bu politika sadece bu cephe için geçerli değildir. Aynı kuralı siyasetin diğer yelpazelerinde de görüyoruz. Ne sosyal demokrat, ne de muhafazakâr partilerde Kürtler hiçbir dönemde lider olmamış, lider seçilmemiştir.     Ajan-provokatör seçiminde ise mümkün olduğunca karmaşık ve aynı zamanda sorunlu aile yapısından gelenler tercih edilmiştir. Gerçekte kimlik sahibi olmada zorlananların veya kimlik sahibi olamayanların her zaman halka karşı zalimce kullanılmaya açık, bir pisikolojik ve ruhsal şekillenmeleri vardır. Bu yapı biraz kariyer ve düzene hizmet eğitim anlayışıyla donatıldığında, ortaya çok rahat bir canavar çıkartabilmekte.Osmanlı İmparatorluğu döneminde devşirmenin temel alınması bu nedenledir. İmparatorluktan kalan bu gelenek Türkiye devlet yönetim anlayışında halen aşılmamıştır. Yani, bürokraside veya siyasal alanda asimilasyon ve kendini inkâr temelinde yükselme vardır. Devletin baskıcı olmasının nedenlerinden biri de, tarihten devralınan ve bugünde ısrarla devam ettirilen bu mirastır.    Öcalan’ı yerelle yetinmeyip uluslararası gericiliğin ve emperyalist güçlerin piyonu yapan, Kürt halkına olan bakış açısıdır. O gelmiş geçmiş en azılı Kürt düşmanlarından biridir. Bunun böyle olduğunu kendisi de dile getiriyor. Fazla gerilere gitmeye gerek yok, en son çıkarıldığı mahkemede sergilediği tutum bunun çok açık örnekleriyle doludur;    “Daha sonra şunu çok açık gördüm ve söyledim: Kürt gerçeği üçte bir hasta, üçte bir delirmiş, üçte bir tutsaktır. Bu özellikler olduğu gibi, örgüt ve eylem yapısına yansımıştır.” (76)    Bir halka karşı hissedilen kin ve nefret ancak bu biçimde ifade edilir. Hitler’in sağ kolu Mengene’den daha hasta biri olduğunu ortaya koyuyor. Bir halk, yaşamını çok geri ekonomik ve

Page 214: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

sosyal koşullarda sürdürmek zorunda kalabilir, dolayısıyla geri kültürel bir yapının içinde bulunabilir. Ama herkes bilir ki, bu, o halkın suçu değildir. Her alanda geri kalmışlığın tek suçlusu, egemen güçlerdir.     Böylesi bir anlayış, aynı zamanda bir halkın geleceğini de ipotek altına almadır. Yani, Kürt halkının ekonomik, sosyal ve kültürel yaşam düzeyini yükseltmek için ne kadar uğraş verilirse verilsin kesinlikle bir yerlere gelemez anlayışıdır. Bugün hemen her alanda kalkınmışlık düzeyinin yüksek olduğu Avrupa toplumları da şimdiki düzeye bir günde ulaşmamışlardır. Öcalan mantığı sorunun çözümünü, Hitler’in Yahudiler için oluşturduğu toplama kamplarına benzer bir çözümde görmektedir. Üstelik anasının Türk olduğunu belirterek, kendisini bir yerlerden sıyırma gibi bir çabanın içine giriyor. Bin yıldır yanyana yaşayan halklardan birinin ırkını diğerinden üstün görüyor. Yani anasına dayanarak Türk ırkçılığına soyunuyor. Kendini Türkler’den sayarak Kürt halkını en kötü biçimde mahkum etmeye kalkıyor. Ama halklarımızın birbirini böyle görmediği ortadadır. Anadolu’nun mozaiğinde bu tür düşünce ve ideolojilerin yeri yoktur. Bunlar, her zaman dar bir çevrede, marjinal düzeyde kalmışlardır. Aslında Öcalan’ın söyledikleri yeni değildir. Geçmişte de, “şunu çok iyi bilmeliyiz ki, Kürt halkı hastadır”diyor ve diline dolanan her türlü küfürü rahatlıkla savuruyordu. Kitapları ve gazeteleri bunun örnekleriyle doludur. Geçmişin bugünden farkıysa, eskiden bunu Kürtleri kurtarma maskesi altında yapıyor olmasıydı. Abdullah Öcalan’ın açık tavrına rağmen, onunla hareket etmeyi ilke haline getirenlerin sağlıklı olmadıkları ortada. Körükörüne inanan birer köle ve uşak olmaktan başka bir vasıfları yoktur. Elbette herkes, konumunu ve yerini belirlemede özgürdür. Ama hiç kimsenin hastalıklarını; pikolojik ve ruhsal vb. problemlerini, halka maletmeye hakkı yoktur.    Zaten Öcalan’ın etrafında kümelenen bu zavallı beyinlere karşı tavrı da oldukça ilginçtir. Küfürler savurup aşağılamayı günübirlik işlerinden sayıyor. Tüm hırsını bunlar üzerinde deniyor, kin ve nefretini en çok bunlara kusuyor;    “İnsan bir kişilik savaşımı yapar da, sizin gibi yapmaz. Çünkü yenil- gisi, başarısızlığı çok açık ortaya çıkmış.” (77)     Sözlerine bakılırsa aslında Öcalan da zaman zaman şaşırıyor. Çev- resindekilerin kendisini anlamadığını farkediyor. Çok açık oynamasına rağmen kimseden gık çıkmıyor. İnsanlar kısır bir döngünün içinde gidip geliyorlar. Ne için savaştıklarını bile bilmiyorlar. Yani beyinleri bu kadar dumura uğratılmış. Düşüncenin başkalarına, ölümün kendilerine ait olduğunu kanıksamışlar. Öyle ki, kölelik adeta yaşam tarzları olmuş. Oysa özgürlük ve kişilik savaşımı birbirleriyle yakından bağlantılıdır. İnsanlar özgürleştiği oranda kişiliklerini geliştirip güçlendirirler. Toplumun böylelerine ihtiyacı var. Çağımızın köle sahibi olarak piyasaya çıkan A.Öcalan, insanları bin yıl geriye götürüyor. En büyük kölelik onun yanında ve kamplarında yaşanıyor.     Ama kullanılan silahın her zaman istenilen hedefi bulmadığı, bazen de ters teperek sahibini vurduğu genel bir doğrudur. Abdullah Öcalan provokasyonların yardımıyla etrafında bir köleler topluluğu yaratmıştı, ama silahı uzun vadede ters tepmeye başlamıştı. Bir süre sonra kendisi de kölelerinden kopamaz durumuna düşmüştü. Atsan atılmaz, satsan satılmaz misali ne yapacağını bilememiş, iki arada bir derede kalmanın şaşkınlığını yaşamıştı;     “…Bazı soysuz işbirlikçi ağalar var, onların halk içindeki varlığı neyse bizim komutanların da (istisnalar kaideyi değiştirmez) veya yöneticilerimizin durumu da bunu hatırlatmıyor mu?…hatta dolaylı işbirliği yapan, kaçan kimdir? Toplumdaki haindir, ağadır;düşmanın ta kendisidir.” (78)     “Sizin içinse yaşam; iyi bir sigara çekmek, iyi bir ahbab-çavuşluk, iyi bir bireycilik, iyi bir çorba kaşıklama, iyi bir uyku uyuma, iyi bir para, yaşam iyi bir karı-koca demektir, yaşam çoluk-çocuk, yaşam mal mülk demektir.” (79)    Artık kendinden başka herkesi hainlikle, soysuzlukla, işbirlikçilikle suçluyordu. Bu dönem, PKK’nin uluslararası karanlık güçlerle ilişkilerini hayli geliştirdiği bir dönemdi. Öyle ya, köle beyin nereye giderse gitsin düşünemeyen beyindi. PKK içinde artık çeşitli karanlık odaklara bağlı çıkar grupları ortaya çıkmıştı. Pastanın tümü Öcalan’a gitmemekteydi. Almanya, Suriye, İran, Irak, Yunanistan vb. daha birçok ülkenin çıkarlarına hizmet eden ücretli çıkar grupları ortaya çıkmıştı. Ayrıca birçok ülkede mafya, çete gruplarıyla birliktre hareket ederek önemli kazançlar sağlayan çevreler şekillenmişti. Tüm bu grupların çıkarlarını ortak bir noktada toplamak ve yönlendirmek artık güçleşmişti. Bir başka ifadeyle, Öcalan’ın kölelerinden bir çoğu

Page 215: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

sahibini değiştirmişti. Her köle bir gruba yaslanmış, karşı tarafı düşünmeden pastadaki payını arttırmanın çarelerini aramaya başlamıştı. A.Öcalan ilk başlarda cephe, kadınlar örgütü, gençlik örgütü, islami birlik gibi bir çok yan örgütlenmelerle dengeler sağlamak istemişse de başarılı olamamıştı. Bunların hain niyetli, karanlık amaçlar için kurulmuş örgütler olduğunu çok sonraları kendisi de itiraf etmişti. PKK, Artêşa, ERNK ve ARGK’yi adı var sanı yok örgütler olarak değerlendiriyordu. Bunlar için “şirra-virra” tanımlamasını yapıyordu. Her ülkenin istihbarat örgütü, mafya ve çete gruplarının farklı zamanlarda farklı hareket tarzı istemeleri işlerin giderek aşureye dönüşmesine yol açmıştı.    1996’ya gelindiğinde, PKK içindeki bu güçlerin her birinin kendine özgü taktik ve ticaret bağlantıları geliştirmesi tam bir dağınıklığı getirmişti. Abdullah Öcalan bu gruplardan aşırı direnç gösterenleri bizzat telsiz ve telefonlarla ihbar etmekten çekinmemişti. Ayrıca, kısa yoldan zenginleşmek isteyen bu köşe dönücüler de birbirlerine üstünlük kurmak amacıyla karşılıklı ihbarlarda bulunmuşlardı. Gizli kapaklı yürütülen bu ihbarcılık, 1997 ve 1998’lere gelindiğinde açığa dönüştürülmüştü. Öcalan 24. 04. 98 tarihinde MED-TV’de yaptığı bir konuşmada “Ben kendimden sorumluyum. PKK merkezinden tümüyle sorumlu olamam, olmam.” diyerek dikkatleri bazı kişiler üzerine çekmek istemişti. Telefon, telsiz ve kuryelerle yaptığı ihbarcılığı çoğu kez açıktan isim vererek televizyon ekranlarına da taşırmıştı. Gelinen noktada işin içinden çıkılmaz bir hâl aldığının farkındaydı ve kendisini kurtarmanın çarelerini aramaya başlamıştı. Başkalarının sağladığı sermaye ola- naklarıyla az da olsa çizmeden taşmanın er veya geç cezasız kalma- yacağını biliyordu.     Öte yandan ihbarların yeterli sonucu vermediği zamanlarda birbirlerini hainlikle suçlayıp yokettikleri de biliniyor. Daha sonraları bunlardan bir kısmı “şehitlerimiz” biçiminde lanse edilmiş ve propaganda aracı olarak kullanılmıştı. İçteki çelişkilerin boyutunu gösteren en önemli olay, Frankfurt’taki banka kurma girişimidir. Bu girişim aslında ikinci bir Susurluk olayıdır. Aynı zamanda Almaya’nın da Susurluğudur. Bugün çoğu çevreler bu komplonun kapsamını ya bilmedikleri, ya da cesaret edemedikleri için üzerine gitmemektedir. Bilinen Susurluk olayı neyse, Öcalan’ın Frankfurt’ta banka kurma girişimi de odur. PKK’nin banka kurma girişimleri ve bu girişimler döneminde mafya grupları dahil, bir çok ülkenin istihbarat örgütleriyle yapılan görüşme ve pazarlıkları gün ışığına çıkartıldığı oranda, PKK’nin durumu ve arkasındaki karanlık ilişkiler de tüm yönleriyle açıklığa kavuşturulabilinir. Ayrıca bu girişim nasıl sonuçsuz kılındı ve yurt dışında yaşayan işçiler nasıl bir tuzaktan kurtuldu? Bunlar da başlıbaşına irdelenmesi gereken konulardır.     İlişkiler o kadar karmaşık bir ağ haline gelmişti ki, Öcalan bu ilişki- leri dengeleme olanağını tamemen kaybetmişti. Kontrol edememenin pisikolojik ve ruhsal sorunlarını yaşıyordu. Derin devletin planlarının tersine İran’ın, İran’ın tersine Yunanistan’ın, Yunanistan’ın tersine Saddam’ın vs. birçok ülkenin kararlarını birbirine uç noktalarda dayatması, Öcalan’ı şaşkına çevirmişti. Artık PKK’yi yönetemez duruma düşmüştü. Kararlarının uygulanmadığını gören karanlık güçler ise tehdit etmeye başlamışlardı. Karmaşıklaşan ortamı ateşkes bahaneleriyle yatıştırmaya çalışmışsa da, başarılı sonuçlar alamamıştı.    Öcalan daha 1995’in başlarında etrafında bulunan herkesi, en güvendiği elamanlarını dahi terke zorluyordu. Hatta PKK’yi terk edip tam anlamıyla kontrol edebileceği yeni bir grupla ortaya çıkma gibi başarısız bir denemede dahi bulunmuştu;     “Daha kapsamlı olarak başka güçlerle de bu işi yapma imkanım var. Dikkat edin, partiyi de aşıyorum, başka güçlere uzanıyorum.” (80)    Ama tehdit tutmamıştı. CIA’nın dolaylı yönetiminden kurtulup geliştirdiği direk ilişkilerin ardından bu tehditi savurmuş, bu doğrultuda girişimler de başlatmıştı. Ama CIA’nın geçmişte olduğu gibi PKK’yle olan ilişkilerini aslına uygun bir tarzda yürütmeye devam ettiği anlaşılıyor. A.Öcalan’ın anlatımlarından, oynatılan rolün de etkisiyle CIA’nın ilişkilerini diğer ülkelerin istihbarat örgütleriyle dengeli kılmaya özen gösterdiği sonucu çıkıyor.   Ayrıca her istihbarat örgütünün PKK içinde kendine bağlı komiteler kurduğu ve merkez komitede temsilciler bulundurduğu da açığa çıkan bir başka gerçektir. Bu ilişkiler ağı için vereceğimiz ilginç bir örnek yeterlidir: Ali Haydar Kaytan, Duran Kalkan ve Ali Çetiner’in Almanya’da bir dönem yakalandıkları bilinmektedir. Durumları arasında farklılık olmadığı halde Ali Çetiner açığa çıkarılırken, diğer ikisi neden gizlenmişti? A.Çetiner’in açıklanması hangi plan

Page 216: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

gereğiydi? Duran Kalkan ve A.Haydar Kaytan’ın gizlenmesinin arkasında yatan niyet neydi? A. Çetiner’in öne sürülmesi yoksa bunların faaliyetlerini örtbas etmek için miydi? A.Haydar Kaytan ve Duran Kalkan’ın Viyana’da cirit atan derin devlet sorumlularıyla buluştuğu söyleniyor. Bu buluşmayı sağlayanlardan ve katılanlardan birisi de, daha önceki bölümde bahsettiğim gibi Öcalan’ın 90’lı yılların başından itibaren Avrupa’da aniden yükselttiği ve birkaç yerde ismini Mehmet (Öcalan’ın sağ kolu olarak bilinen bu kişinin Avni Gökoğlu’nun öldürülmesinde de payı olan kişi olduğu söylenilmekte) olarak veren kişiymiş. Bir süre sonra bu ilişkilere Almanya’nın egemen olduğu PKK’ liler tarafından dile getiriliyor. Bütün bunların A.Öcalan’ın bilgisi dahilinde olduğu açıktır. Çünkü A.Çetiner üzerinde fırtınalar koparırken, diğer ikisini ve yandaşlarını itinayla himaye etmesi herşeyi anlamak için yeterlidir. Daha sonraları bu ilişkiler tabana kadar yaygınlaştırılıyor. Girdiği bu çarktan kurtulamayan birçok görevli kadro ve sempatizan, raporlarını barlarda ve lokantalarda yazmaya başlıyordu. Kimileri de tanısın veya tanımasın başkalarına yazdırır hale geliyordu. Bu kişilerden bir kısmı durumu kavramış olmalarına karşın ayrılmayı göze alamazken, bir kısmı da ranttan elde ettiği gelirleri kaybetmek istemediği için yoluna devam etmeyi tercih ediyordu. Bu raporlar, Kürt kitlesi ve Avrupa örgütleriyle kurulan “başarılı” ilişkilerle dolduruluyor, “lidere” ve PKK’ye bol bol övgülerle süsleniyordu. Ülkede bulunan sözümona silahlı gruplardan birçoğu ise, diğer bir grubun veya Öcalan’ın kendilerini ihbar edeceğinden korkarak ya teslim oluyordu ya da Avrupada bulunan akraba ve yakınlarını arayıp yardım istiyordu. Direniyor gözüken birçok grup da aslında korkudan ne yapacaklarını bilemeyen, yaşamanın yolunu silah çekmekte bulan çaresizlerdi.    Aslında 1996’da Abdullah Öcalan için yolun sonu gözükmüştü. Kendisi de bunun çok iyi farkındaydı. İntihar eylemeleri son hamleydi. Bu yolla hem uluslararası karanlık güçlerin sonu gelmeyen isteklerini karşılıyormuş gibi görünmüş, hem de PKK’nin payına düşen rantın tümünü elinde toplamak istemişti. Artık Öcalan’ın tüm günü intihar saldırılarına yağdırdığı övgülerle geçiyordu. Hatta bir intihar saldırısını göklere çıkarmak için yaptığı konuşmalardan birinde, “her ölümün arkasından illa ki konuşmak zorunda mıyım?” diye yakınmaya da başla- mıştı.     Ama son çare olarak düşünülen intihar saldırıları da artık kâr etmiyordu. Çünkü intihar saldırıları ya kişiler aileleriyle tehdit edilerek yaptırılıyordu ya da günlerce süren işkencelerden bunalarak ölümü kurtuluş yolu olarak gören insanlara zoraki yaptırılıyordu. Özellikle Van, Hakkari, Tunceli ve Elazığ yörelerinde birçok insan tehdit altındaki ailelerini kurtarmak için zorunlu intihar eylemlerine kalkışıyordu. Ama herşey bir yere kadardı. Ölü ticareti artık eskisi gibi işe yaramıyordu. Çıkar savaşımı ölünün de, dirinin de önüne geçmişti. Sinirleri tümüyle harap olan Öcalan, “şehitlerimiz” diye göklere çıkardıklarının ardından atıp tutmaya, çevresindekileri de alabildiğine yermeye başlamıştı;    “Zekiye yoldaşın bir özgür kişilik olmaya çalıştığı, fakat bunu başaramadığı, sıkıldığı, buna öfke duyduğı ve adeta böyle sürüp gittiği, tam da bu süreçteyken böylesi bir eyleme kalkıştığı söylenebilir.” (81)     “…Leyla gibi de olamazsınız. O bir trajik kahraman. Sizler ise rezil, bir komik olup çıkarsınız…Leyla yoldaş rezil olmamak için bunu yaptı.” (82)     Öcalan’ın çıkmazı büyüktü. Boşa koysa dolmuyor, doluya koysa almıyordu. Kaygıları kendi canı içindi. Karanlık odaklarla, mafya ve çetelerle kurduğu ilişkilerin altında kalmıştı. Elindeki artıklarla bu kadar güce karşı durması zaten mümkün değildi. Her an güme gidebilirdi. Çıkar bir yol arıyordu. Bulamayınca da çevresindekilere daha fazla yükleniyordu;    “Dehşete kapılıyorum. Yaşamda ne ifade ettiğiniz çok açık ortadadır. Hiçbir güzellik, hiçbir umut katma yok ve “yaşama hakkım var” diyorsunuz…yine sizlere bakıyorum, emekler üzerine nasıl ucuz kuruluyorsunuz ve “yaşıyorum, yaşamak hakkımdır diyorsunuz…Ama sizler en kritik sorunlar karşısında, bir kontra, bir hain gibi duruyorsunuz. Sigara tutuşunuzdan, oturuşunuza kadar sanki hiçbir sorununuz yokmuş gibi bir hava içindesiniz… Adı olan kendisi olmayan bir kişilikle karşı karşıyayız. Biçimsel insanlarsınız, hele savaş koşullarında ya bir bela ya da bir kontra gibisiniz… Bunlar da giderler diğer enayiler gibi bir savaş zavallısı olurlar. İşte bu savaş garibanlarını ne yapalım?” (83)    Can telaşı adama neler yaptırmıyor? Öcalan’ın kapıldığını söylediği dehşet yaklaştığı sonla ilgiliydi. Duyduğunu söylediği öfke ve kızgınlık bir bakıma kendisineydi. Sonunu düşünmeden kontracılığa ve hainliğe soyunmuştu. Çevresindekileri de kendisine benzetmişti. Onların durumu

Page 217: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

daha zavallıcaydı. Girdiği yolun dönüşü yoktu. Artık istese de geri dönemezdi. Boğulmamak için tutunacağı bir dal arıyordu. Çevresindeyse bu daldan eser yoktu. Etrafı onu abartan, hatta putlaştıran insanlarla doluydu ama hepsi de bırakalım “kralı” kurtarmayı, anlamaktan bile çok uzaktı. Herkes koyunun kaval dinlemesi gibi boş gözlerle dinliyordu. Üstteki görevlilerin kafasını zenginleşme ve birlikte çalıştıkları istihbarat örgütleri içinde “karier” hırsı sarmıştı. Alttakilerse zaten dünyadan bihaberdiler. Ölülere kadar uzanan giden hakaretler bu nedenleydi. Onları savaş zavallısı birer enayi olarak görüyordu. Yaşayanlara da aynı yolun yolcuları olarak bakıyordu. Bunlara karşı kullandığı en “hafif” tanımlama; karaktersiz, ahlaksız, rezil, utanmaz, hırsız, çirkin, köleler, kontra vb. biçimindeydi. “Kürdün ruhu, düşüncesi bit- miştir” diyerek kendisi ve çevresindeki ruhsuzluğu ve düşüncesizliği Kürtlere maletmeye kalkıyordu.    İşte, örgüt içinde yaşanan tükenmişlik kadar bölgede, uluslararası planda ve ülkede değişen siyasi koşullar, Öcalan’ı ve bağlı olduğu güçleri bir yol ayrımına getirmişti. Provokasyonların devam ettirilip ettirilmeyeceği konusunda bir karara varılması gerekiyordu. Nereden bakılırsa bakılsın halka yönelik şiddeti varolan biçimiyle sürdürmenin olanakları yoktu. Ama yıllardır estirilen kaos ve şiddeti birdenbire kesmenin getireceği şüphelerle de karşıkarşıya kalınmak istenmiyordu. Bu nedenle daha çok 1995’lerden itibaren bunun altyapısı hazırlanmaya başlanmıştı. Alelacele Öcalan’a karşı devreye sokulan ama bir türlü başarılı olunmayan, sözde suikastlar zinciri başlatılmasının bir nedeni de buydu. Çağın her türlü teknik olanaklarına, tecrübe ve insan potansiyeline sahip 600 yıllık bir devlet, bir kişiyi yoketmek isteyecekti ama bir türlü başaramayacaktı! Elbette buna kargalar bile gülerdi. Ama öylesine tozlu dumanlı bir hava estirilmişti ki, her şey tanınmaz hale getirilmişti. Akdeniz’de Amerikan filosundan fırlatıldığı iddia edilen bombalar bile her ne hikmetse Öcalanın konakladığı yere gelince isabet edemez olmuştu. Mizansenlerde abartma yapmaktan çekinilmiyordu. Çünkü bombalar akıllıydı ve sahibine zarar vermek istemiyordu. Yani, hedefe yüzde yüz vurabilmeleri için Sudan, Afganistan, Libya veya Irak olması gerekiyordu! Öcalan’sa, oturduğu eve isabet etmekte güçlük çeken bombaların MED-TV’de günlerce propagandasını yapmıştı. Evinin kapısı önünde patlayan bombalardan kurtulması su içme kadar basit olaylardan biri haline gelmişti. Aslında tüm bunlar ve benzeri gelişmeler; Öcalan yakalandı, yakalanıyor, suikast düzenlendi, düzenlenecek, Suriye’ye savaş açıldı, açılacak vb. türünden estirilen fırtınalar gelecek yeni dönemdeki planların parçasıydı. Öcalan’ın kimliğini mümkün olduğunca saklama, yeni bir göreve hazırlama ve 20 yıldır halk üzerinde estirilen terörden sorumlu olanların, ileride tasfiye edilecek olsalar da, derin devletle ilişkisini örtülemek içindi.     Özellikle 1989’dan buyana Öcalan’ın korumasını yüklenen ekibin yeni takviyelerle güçlendirildiği biliniyor. Koruma ekibinin kimler tarafından oluşturulduğu Avrupa ve Kenya seyahatlerinden sonra artık saklanamaz hale gelmiştir. En çok üzerinde durulan 1985 ilkbaharı ve 1996 sonbaharında düzenlenmek istenen sözümona suikastlar üzerine Öcalan olmadık bir biçimde fırtınalar kopartmıştı. Oysa her koşulda her yönüyle emniyette olduğunu biliyordu. İstihbarat örgütleri arasındaki çekişmelerden ötürü bir nebze kaygı içinde olduğunu çoğu kereler gizlemiyordu ama dayandığı yerin belirleyici güç olduğunu da çok iyi biliyordu. Yedekte tuttuğu ve Genç Kemalistler diye adlandırdığı örgüt vasıtasıyla PKK içinde, bilinen farklı istihbarat güçleri arasında yeniden bir denge kurduğundan da bahsediyordu. Örneğin Abdurahman Kayıkçı, Alaatin Kanat siyasal polisin birer elemanıydılar. Daha sonraki süreçte gelişmelerin seyrine göre safdışı bırakılan bu kişilerin yerini ise Öcalan’ın korumasını yüklenen Hamza ve Nazım takma isimli iki kişi almıştı. Belçika temsilciliği altında örgütlenmiş, Avrupa’da görev yapan birimin de ya direk Öcalan ya da Öcalan ve Pilot’un ortak üzerinde karar verdiği kişi tarafında yönlendirildiği kimse için bir sır değildi. Bu kişi, çoğu zaman PKK içinde “Müdahale ekibi” olarak da adlandırılan ekibin başında yer alıyordu. Bunların nasıl çalıştıklarına, ne tür etkinlikler gösterdiklerine kimse kafa yormak istemiyor. Şaşırtma ve her şeyi tanınmaz hale getirme Öcalan ekibinin genel bir taktiğidir.     Böylesi gelişmeler eğer dikkate alınırsa, suikastler hikâyesinin ge- nelde geliştirilen entrikaların birer parçası olduğu kendiliğinden açığa çıkar. Bütün mesele, Öcalan’ın Ankara’ya gelmesinin zamanlamasıy- dı. Bu işlemin kiminle, ne zaman ve nasıl yapılacağıydı. Güç odakları arasında yapılan kavgalar bunun üzerineydi. ANAP’la Yalçın Küçük arasında yaşandığı söylenen telefon trafiği yutturmacaları hep bu mizansenin birer parçalarıdır. Yalçın Küçük, Öcalan’ın

Page 218: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Türkiye’ye ne zaman ve nasıl geleceğinden belki de haberdardı. Bombalama girişimlerinin birer senaryodan ibaret olduğunu da biliyordu.     1995 ve 1996 yıllarında büyük bir tantanayla ortaya atılan suikast söylentilerinin 1980’lerdeki provokasyonlarla tıpatıp benzerlik taşıdığından kimsenin şüphesi yoktur. Hele hele 1995’te yapıldığı iddia edilen suikast tamemen bir uydurmacadır. Ne patlayan bir bomba, ne de bu tür bir girişim vardır. Öcalan çok rahatça elini kolunu sallaya sallaya, güvenlik içinde ortalıkta dolaşıyordu. Kaldığı evlerde herkesçe biliniyordu. 1996’da patlayan bomba ise, tamemen Öcalan’ın bilgisi dahilindedir. Bombanın herkesçe bilinen ve sürekli kaldığı evin önünde değil de, yakınındaki bir evin bile oldukça uzağında patlatılması, yukarıda bahsettiğim senaryoların zorunlu kıldığı oyunlardan başka bir şey değildir. Nitekim Suriye yönetimi, Öcalan’ın bu kadar açık oynamasını içine sindiremediği için PKK’ ye karşı çok sert tedbirler almaya başlamıştı. Ankara-Şam Büyük Elçiliği ile Yalçın Küçük ve Öcalan arasında işleyen trafik pekte öyle gizli saklısı olan bir trafik değildi. Yalçın Küçük’ün birdenbire devreye girmesinin ilginçliği ise başlıbaşına tartışılması gereken bir konudur. Ayrıca Öcalan’ın MED-TV’ de ne zaman kiminle ve nasıl bir konuşma yapacağı da çok öncelerden onlarca kişi tarafından biliniyordu. Bunları çömezleriyle birlikte bir muamma haline dönüştürme çabaları Öcalan ve ekibinin bir taktiğidir. Yani sonuçta Öcalan dayandığı güç odaklarının emriyle bugün oturduğu yere getirilmiştir. Kaldı ki, İmralı’ya gönüllü geldiğini kendisi de ifade etmektedir. Bu konuyla ilgili tartışmaları halen Öcalan’ı temize çıkartma yönünde yürütenlerin iyi niyetinin sorgulanması daha sağlıklı olur.                                        ÖCALAN VE IRKÇILIK      İçte egemen güçlere, dışta emperyalistlere sürtüklük yapmayı meslek edinmiş A.Öcalan’ın, birçok çevrenin belkide farkına varmadığı bir yönünü daha irdelemede yarar var.     Bu kişiliği bir başka perspektiften daha ele aldığımızda, ırkçı özellik- lere sahip olduğunu görüyoruz. A.Öcalan aldığı eğitim gereği bunu söylemlerinde çok sinsice dile getirmiştir. PKK tabanının özelliklerini çok iyi bildiğinden, Neo Darvinci ve Nietzsche’nin düşüncelerini rahatça işlemiştir. Çömezler de bu düşünceleri felsefe adına övünç kaynağı yapmışlardır. Çömezlerin konumu öküzün trene bakışı misalidir. Irkçı düşünceler dediğim için belki bir çokları şaşıracaklar. Bilinen teranelerle cevaplandırmaya çalışacaklardır. Ama unutulmaması gereken bir doğru da, millityetçilikle ırkçılık arasında farklılığın olduğudur. Hele hele ezilen ulus milliyetçiliğiyle Öcalan’ın görüşleri kesinlikle birbirine karıştırılmamalıdır. Eğer Öcalan bir Kürt milliyetçisi olsaydı, durum elbette çok farklı olurdu. Dolayısıyla söylemleri ve dünya görüşü de bu çerçeveyle sınırlı kalırdı.     Neo Darvinciler, genlerin dış koşullardan etkileşiminin olanaklı olmadığını iddia ederler. Bunlara göre çevrenin değişim üzerinde etkisi olmadığından, toplumsal yaşam düzleminde ayıklanmayı her koşulda birinci planda tutarlar. Genler eğer baştan “sağlam” bir biçimde oluşmuşsa, bu genlere sahip olanların da yaşamda başarılı olacaklarına kesin gözüyle bakarlar. Bu düşünceyi savunanlara göre, sağlam genlere sahip olanlar yaşam kavgasında başarılı olurlar, olamayanlar da ölümü haketmiştir. Onlar için siyasi, sosyal, kültürel vb. alanlarda ortaya çıkan gelişmeler hiç önemli değildir. Bireylere aşırı oranda yük yükleyerek birbirlerine karşı kıyasıya bir yarış içine girmelerini isterler. Yarışmadan başarılı çıkanlar “temiz” ve “saf” kişilerdir. Dolayısıyla yarışmayı kazananlar lüks yaşama da “hak” kazanmış olurlar. Aynı zamanda bu noktada onlar için savaş yüzdeyüz gereklidir. Çünkü savaş, “gereksizleri” saf dışı bırakmanın bir aracı olarak görülür ve kutsanır. Yani, değişimin yolunu elenmede görürler. A.Öcalan her ne kadar “okuduğumu anlayan biri değilim” diyorsa da, aslında hangi ideolojiyi savunduğunu çok iyi biliyor. İşte değişimi toplumsal koşullardan soyutlayan çok ilginç bir Neo Darvinci görüşü;       “…Bu insanları başka türlü demokratlaştırmak mümkün değil… Onun birçok insani hakları var. Veya bir çok kendinin olması gereken şeyler var. O kadar aşırı düzeyde onlardan yoksun bırakıyorum ki, isyan ediyor. “Ben neredeyim?” diyor. Orada işte, o benlik demokrasi gereği ortaya çıkıyor. Tam sanat dediğim olay bu işte. İnanılmaz bir ustalık kazanmışım bu konuda    Bağlıyorum, bağlıyorum, bağlıyorum; ”ya” diyor, “biz hiç miyiz?” bi- zim bir şeyimiz

Page 219: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

olmayacak mı?” O noktadan sonra diyorum: “olsun” Ama önce bağlamak gerekiyor. O önce onları güçlendirmek gerekiyor. Ondan sonra zaten, bireysellikleri doğsun. Yani ben bu kadar ustayım. Siz beni tanımadan bu soruları soruyorsunuz.” (84)    Bu düşüncelerin öyle sıradan, rastgele düşünceler olmadığını herkes bilir. Belli ki Hippollite Taine, Frang Norris ve benzeri yazarları okumuş. Salt irade, güç ve kuvvet gibi olguları ön plana çıkartarak insanları değerlendirmeye kalkışıyor. Aşağı ırk, üstün ırk veya beyaz ırk, siyah ırk teorilerini Kürt toplumuna, hatta tek tek kişilere uyguluyor. Geldiği soyu annesinin kökenine dayandırdığından Kürtleri aşağı ırk veya aşağı toplum görüyor. Belirlenen kıstaslara uyum sağlayanları üstün kişiler olarak görürken, başarılı olmayanların ayıklanması gerektiğini savunuyor. Bunların diğerleriyle aynı yaşam düzeyine çıkarılmalarını evrimin ve gelişmenin önünde bir engel görüyor. İşte ırkçı düşünce budur.     A.Öcalan, kendini en akıllı ve en üstün insan olarak görürken, geride kalanları iç güdülerini deneyebileceği kitlesel bir laboratuvar olarak görüyor. Yani PKK tabanının kötü ve aşağı cins olduğunu düşünüyor. Tabanı, saldırgan ve içgüdülerine hakim olamayan yaratıklar gördüğü için zararlı buluyor. Bunların şiddete yöneltilerek yok edilmeleri gerekliliğini vurguluyor. İnsanlar arasında başlattığını iddia ettiği “yarışanın” koşullarını, uyguladığı korkunç baskı ve şiddet yoluyla her geçen gün zorlaştırmaktan yanadır. Göğüslenecek ipin sürekli yukarı kaldırılmasını savunarak gen üstünlüğü denemesinde bulunuyor. PKK tabanını bir laboratuvar olarak kullanarak “üstün”, “elit” bir kesim yaratmaya koyuluyor. Kulandığı bu metodun “ustalık” olduğunu “aşağı” kesime de kabul ettiriyor. Bunun taban tarafından kabullenilmesini il- ginç bulanlar, tabanın “elenme” aşamasına kadar daha birçok deneye tabi tutulduğunu gözönünde bulundurmalıdır.    Milliyetçi düşünceler kadar ırkçı düşünceler de genellikle orta sınıflar tarafından, daha çokta orta sınıfların lumpen kesimleri tarafından benimsenmektedir. Egemen güçler, çoğu zaman işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimlerin düzene ve iktidara karşı duyduğu tepkiyi farklı kanallara yöneltmek için, ya savaş çığırtkanlığı yaparlar ya da direkt savaşa başvururlar. Hitler’in ikinci dünya savaşını başlatması bunun tipik bir örneğidir. Öcalan’ın savaş çığırtkanlığı yapması da aynı şeydir. Irkçı düşüncelerden hareket ederek kendini Dolikisefaller görüyor, tabanı,daha doğrusu Kürt toplumunu ise Brakisefaller sınıfına koyuyor. Tabanının sınıfdışı lumpenlerden oluştuğunu gayet iyi biliyor. Sonuçta “geri zekalılar”, “uşaklar” için önerdiği tek şey, ayıklamadır. Kısaca sorunun hallini savaşta buluyor.    “Şunu çok iyi bilmeliyiz ki, Kürdistan halkı hastadır. Bu hastalığın ilacı da, peşmerge ve devrimcilerin akıtılan berrak kanıdır” (85)    “Gerek uzak geçmiş ve gerekse yakın geçmiş bu anlamda güçlü bir izaha kavuşturulmadan, önümüzdeki dönemde oluk oluk akacak kan- ların izahı yeterince yapılamaz” (86)    İşte Kürt halkına hasta diyen, onu hakir, aşağı gören bir düşünceyle birlikte işlenen savaş kışkırtıcılığı. Akıtacağı kanın, işleyeceği cinayetlerin sayısını bile daha başından belirlemiş. Kana doymayan bir vampir, ırkçı bir Öcalan’la karşı karşıya olduğumuz bilinmelidir. Bilimsel düşünen, halkın çıkarları için kavga verdiğini iddia eden birinin halkı aşağıladığı görülmüş müdür? Hele hele oluk gibi kan akıtmayı kim savunabilir? Kan üzerine pazarlık yapılabilinir mi? Akıtılacak kanların izahı elbette yapılamaz. Hiç kimse demokrasi ve özgürlükler mücadelesini kan akıtmayla eşitleyemez. Bunu yapanlar her zaman provokatörler ve ırkçılar olmuştur. Söylemlerine ve pratiğine bakıldığında A.Öcalan da sadece bir provokatör değil, aynı zamanda bilinçli bir ırkçıdır.     “Ama yeteneksizleri düşman vurmuş, gözlerini saptırmış. Bütün ça- balarıma rağmen hala sınırlı kalıyorsa, suçlusu ben değilim”(87)    Savaşı “genetik üstünlüğü” bulunmayanların ayıklanması için bir araç gördüğünü dile getiriyor. Oluk oluk kan akıtmanın hesaplarının niçin önceden yapıldığı şimdi çok daha iyi anlaşılıyor. Genetik üstünlüğün korunması için “alttakilerin” ve “beceriksizlerin” ortadan kalkmasının gerekliliğini savunan tez, başka türlü hayata geçiririlemezdi. Bu anlayış, “aşağı” kesimin giyim kuşamından tutun, oturuşlarına dek yaşam ve hareket tarzlarının katı bir disiplin içinde tutulmasını şart koşar. Onların düşünmeyle, sosyal yaşamla, kültürle vb. sorunlarla, yani kafalarının “çalışmayacağı” işlerle uğraşmaları kesinlikle yasaklanır. Hitler’in Yahudi halkına veya Amerikan beyazlarının siyahlara olan bakış tarzını Öcalan’da PKK tabanına uygulamıştır.

Page 220: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Dördüncü kongrede partileşme üzerine aldığı kararlar bunun en açık örneğini oluşturuyor;    “1- Parti içi yaşama yansıyan sınıf dışı üsluplerin her türlü mahalli, mesleki üsluplerin, köylü, küçük-burjuva üslup ve hitap tarzının aşılması bu konuda parti üslup ve hitabın ortama ve kadrolara hakim kılınması.    3-Grup ilişkisi, özel ilişki, özel yazışma, adam seçme, ayrım yapma gibi anlayışlar görüldüğü yerde üzerine gidilmelidir…    4-Boş sohbet durumu yapan parti dışı ve anlayış ve yaklaşımları ortadan kaldırmak için eleştiri-özeleştiri silahını dömüştürmenin yenilenmenin güçlenmenin silahı haline getirmek.” (88)    Öcalan’a ait bu düşünceler Francis Galton’un teorilerinin özelde PKK tabanında, genelde de Kürt halkı üzerinde uygulanmasından başka bir şey değildir. Taban, yönetilmesi gereken sürüler olarak kabul ediliyor. Halka karşı sergilediği yaklaşım ise tek kelimeyle korkunçtur. Meşhur eserleri Kürt halkını aşağılamakla, saldırganlıkla ve duyduğu nefretle doludur. Halkın insiyatif alması veya yönetime gelmesi felaketle eşdeğerli görülüyor. Akıl, zeka ve insiyatifin elit kesime özgü bir durum olduğu savunuluyor. Taban, yani halk geri zekalı, dolayısıyla yönetilmeye daha doğuştan mahkum olmuş bir topluluk olarak görülüyor. Akrabalık bağlarıyla birbirine bağlı elit bir azınlığın, akıllı çevreyi temsil ettiğini düşünen A.Öcalan, buradan hareketle PKK’nin yönetimine tümüyle kardeşlerini ve karısını egemen kılmış, “elit” bir yönetim oluşturmaya çalışmıştır. Kendisini genel başkanlığa, karısı Kesire Öcalan’ı genel başkan yardımcılığına, kardeşi Osman Öcalan’ı genel komutanlığa, bir diğer kardeşi Mehmet Öcalan’ı ekonomi ve maliye sorumluluğuna atamıştır. Kendince “üstün genlerin” temsil ettiği bir azınlıkla hükmetmeye çalışmıştır. “Anam da Türktür” demesinin sırrı da buradadır.    İşte, bazılarınca ne yere, ne göğe sığmadığı iddia edilen veya sığdırılamayan Abdullah Öcalan budur.               DOĞAN ÇOCUĞUNUZUN ADINI ABDULLAH KOYMAYIN     Niçin bu başlığı attığımı birçokları merak edebilir. Seyit Rıza’nın Rayber’le ilgili olarak söylediği sözün A.Öcalan’la ne ilişkisi var diyenler çıkabilir. Öcalan’ın konumu ve yerine getirdiği görevlerle Rayberin konumu arasındaki farklılığın çok büyük olduğunu düşünenler de olabilir. Yani, Öcalan’ı Rayber’e benzetmek bir anlamda Öcalan’ın işlediği suçları hafife almak gibi değerlendirilebilir. Çünkü Öcalan bir ajan-provokatördür; uluslararası istihbarat örgütleriyle ilişkiler geliştirmiş bir ajandır. Rayber ise basit bir ihbarcı veya muhbirdir. Öcalan Kürt halkını yoketmeye yemin etmiş, emperyalizmin ülkemiz içindeki işbirlikçilerinin güvenilir bir elamanı, Rayber ise küçük bir bölgede bir isyan hareketinin bastırılmasında kullanılan geçici bir muhbirdir. Tabii aradaki bu farklılıkları vurgularken, dönemler arası farklılıkları da dikkate almak gerekir. Dolayısıyla, 1930’larda yürütülen politikayla 1980-1999’ lar arası globalleşen dünyada yürütülen politika farklı olacaktı. Öcalan’ ın ortaya çıkış biçimi ve oynadığı rolün, Dersim isyanının patlak veriş nedeni ve özellikleriyle hiç bir benzerliği yoktur. 1930’larda basit bir muhbirle işler “yoluna” koyulurken, 70-80’li ve 90’lı yıllarda paravana bir örgüte ihtiyaç duyulmuştur. Ama hemen hemen her dönemde değişmeyen bir kural vardır; hainin küçüğü büyüğü olmaz. Hain, rütbe anlamında hangi düzeyde görev yapmış olursa olsun, sonuçta bir haindir. Rayber köylü bir muhbir, Öcalan ise bilinçli bir ajandır, ama her ikisi de sonuçta birer haindirler. İşte bu noktadan hareketle, Seyit Rıza’nın Rayber için söylediği söz, Öcalan için fazlasıyla geçerlidir.            VI-   HAİNİN SONU VE RESMİ İTİRAFLARI 

Page 221: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

                       2- MAHKEMELERİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ                    3- ÖCALAN BİT PAZARINDA                            MAHKEMENİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ     Öcalan’ın çıkmazı ortaya çıkış biçimiyle başlamış, Ortadoğu’ya uzanmasıyla derinleşmişti. Karanlık odaklara olan zaafı kaderini de belirlemişti. Öyle ki, güç odaklarından çektiği kadar hiç kimseden “çek-memişti.” Her istihbarat örgütü kendi ülkesinin çıkarlarını dayatmıştı. Çıkar savaşımı içinde boğulan Öcalan, cücelikten bir türlü kurtulamamıştı. Herkesi şu veya bu biçimde memnun etmek istemişse de kimselere yaranamamıştı. Örneğin; İran ve Saddam intihar eylemlerinin daha çok askeri hedeflere yönlendirilmesini isterken, Yunanistan sanayi tesislerin, turistik bölgelerin ve ormanların hedef alınmasını istemişti. Avrupa’nın birkaç ülkesi de lojistik desteklerini, tamemen büyük kentlerde intihar saldılarının yapılması şartına bağlıyordu. Militanların ve hazırlanmış bombaların Almanya ve Hollanda üzerinden İstanbula sevkedilmesinin birçoklarında yarattığı şaşkınlık hâlâ hafızalardadır. Suriye ise sürekli kargaşadan yanaydı. Silahlı eylemlerin aralıksız, hedef gözetilmeksizin rastgele yapılmasını dayatıyordu. Öcalan bu kadar karmaşık ilişkiler içinde kaybolmuş, insiyatif ve taktik geliştiremez hale gelmişti.     Öcalan’ın giderek etkisizleşmesinde uluslararası ve Türkiye’de orta- ya çıkan yeni konjektörün de payı vardı. 90’lı yıllar 70’li ve 80’li yıllara göre önemli farklılıklar içermekteydi. Globalleşen dünyada provokasyon geliştirme koşulları epeyce daralmıştı. Dünya genelindeki bu değişiklik ister istemez Türkiye’yi de etkilemişti. Genelde siyasal harita yeniden biçimleniyordu. Bu gelişmenin sisteme yansıması A.Öcalan’ı da sınırlandırmıştı. Dikilen yeni köşetaşları PKK vb. provokativ yapılanmaları dıştalıyordu.     Nereden bakılırsa bakılsın, Abdullah Öcalan için yolun sonu gözük- müştü. Ömrünü uzatma alternatiflerinin tükendiğinin bilincindeydi. Yapacağı fazla bir şey yoktu. Soğuk savaş dönemine özgü konsept üretenler ve bunların pratik uygulayacıları için torbaların ağzı çoktan büzülmüştü. Aynı süreç, Öcalan için de işlemeye başlamıştı. Hiram Abbas, Abdullah Çatlı ve daha birçok örnekte görüldüğü gibi çanlar bu kez, Öcalan için çalmaktaydı.     Uzun bir “kovalamaca”nın ardından A.Öcalan nihayet İmralı’ya getirilmişti. Şimdi sıra mahkemesindeydi. Uçakta söylediği sözlerle birçoklarını hayal kırıklığına uğratan Öcalan, acaba mahkemede neler söyleyecekti? “İlaçların” ve “ilk şokun” etkisinden artık kurtulmuş olmalıydı. Birçok çevre ve özellikle de hayranları nefeslerini tutmuş Öcalan’ dan kahramanlık bekliyorlardı. Öyle ya, geçmişte cezaevlerinde dillere destan direniş örnekleri vardı. Öcalan, içerde olupta ölmeyenler hak- kında çok kolayca “hain” damgasını vuruyordu. Bunu özellikle de kendisine karşı direnenler için yapıyordu. Dışarı sağ çıkma fırsatını yakalamış olanlar, eğer Öcalan’la hareket etmek istemiyorlarsa, yakalayıp kurşuna dizdiriyordu. 15-20 yıl içerde onurunu koruyarak kalmış olmalarının hiçbir değeri yoktu. Tek suçları, kendisini uzaklarda bir yerde peygamber veya tanrı ilan etmiş haini kabul etmemeleriydi. Katledilmeleri için bu neden yetiyordu. A.Öcalan’ın dünyasında, ya tanrılığını kabul etmeyen “hainler” ya da tanrılığını kabul etmiş “kahramanlar” vardı. Her iki gruba dahil olan insanların yerlerini ortama göre kolaylıkla değiştirebiliyordu. Herkes hakkında kolayca atıp tutuyor, çok çabuk yargılıyordu. Hakaretlerinin ardı arkası yoktu. Bu nedenle Öcalan’dan direniş bekleyenler fazla haksız da sayılmazlardı. Çünkü söylemlerine bakıldığında Öcalan’ın bu direnci fazlasıyla göstermesi gerekiyordu. Tecrübeli stratejistlerce hazırlanmış senaryolar, çömezleri epeyce umutlandırmıştı.     İmralı’ya postu sermesiyle birlikte ülke çapında egemen kılınmak istenen atmosfer de, Öcalan’ın nasıl bir hain olduğunun göstergesiydi. Oynanan senaryonun kitleler tarafından anlaşılmaması için yoğun ça- balar harcanmıştı. Bunu mahkeme süresince Öcalan’a gösterilen yak- laşımlardan da anlamak mümkündü. Her nedense birdenbire Türkiye’ nin “demokratik bir

Page 222: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

ülke” olduğu, A.Öcalan gibi bir “terörist”in yakalanmasından sonra akıllara gelmişti. Aydınlar, yazarlar, gazeteciler, sivil toplum örgütlerinde çalışanlar, düşüncelerinden ötürü olur olmaz içeriye tıkılırken, “demokratik” bir ülkede yaşadığımız kimselerin aklından geçmemişti. Faili meçhul cinayetler, toplu katliamlar, işkence ve baskılar insanlarımızı canından bezdirecek bir hâl aldığında da yine kimse “Türkiye’nin demokratik bir ülke” olduğunu düşünmemişti. İnsanlarımız mahkeme kapılarında hak ve hukuk ararken demokratik olmak ve öyle davranmak kimselerin umrunda olmamıştı. Bu ilgisizlikten dolayıdır ki, ülkesinde adaleti bulamayan insanlarımız, Avrupa insan hakları mah- kemesine gidiyordu. Türkiye’nin burada defalarca mahkum olduğu, çok ağır tazminatlar ödemekle karşı karşıya bırakıldığı bilinmektedir. Ama bütün bunlara rağmen, Avrupa’ya “demokratik” bir ülkede yaşadığımızı gösterme gibi bir çaba içine bugüne kadar kimsecikler girmemişti.     Şimdiyse tam tersi bir durumla karşılaşıyoruz. A.Öcalan’ın yakalanmasıyla birlikte her şeye inat, “demokratik bir ülke” görünümü verilmek isteniyor. Bunun için başlatılan bir yarış almış başını gidiyor. Oyun içinde oyunlar oynanarak tüm dünyaya demokrasi ispatlanmak isteniyor. Kuşkusuz demokratik bir ülkede yaşamak herkesin arzusu ve hakkıdır. Bundan ancak sevinç duyulur. Türkiye’de yıllardan beri bunun kavgası verilmişti ve veriliyor. Askeri darbeler bunun için göğüslenmişti. Bunun için büyük acılar çekilmiş, insanlarımız ölmüş, öldürülmüştü. Cezaevlerinde ömürler bu yüzden tüketilmişti.    Öyleyse akıllara şu soru geliyor; “demokratik ülke” söyleminde gerçekten samimiyet var mıdır? Eğer sanık sandelyesinde oturan A. Öcalan değil de gerçek bir Kürt liderleri olsaydı, bahsedilen demokratik yaklaşımı yine görebilecek miydi? Şimdilik kaydıyla veya bugünkü koşullarda bu sorulara olumlu yanıt vermek oldukça zordur. Türkiye’de işkencenin olduğunu sağır sultan bile duyduğuna göre, demokrasi söyleminin ne kadar yapmacık olduğunu ve sahtelik içerdiğini kimse yadsıyamaz. Yargısız infazlar hâlâ devam ediyor. Hâlâ düşüncelerinden ötürü insanlar içeri tıkılıyor. İşkenceye uğrayanlar değil, ama işkenceciler korunmak isteniyor. Savunmasız halk karakollara düştüğünde, anasından emdiği süt burnundan getiriliyor. “Karakola düştüm ama işkenceye uğramadım” diyen kaç kişi çıkar? Fazla uzağa gitmemize gerek yok, tek başına 1980 darbesi döneminin Diyarbakır’ını düşünmek bile tüylerimizin ürpermesine yetiyor. 1980 sonrası ve 90’ ların başından buyana sergilenen vahşilikleri gözönüne getirmek bile yeterlidir. Hem sadece tutuklulara değil, tutukluların ailelerine; kar- deşlerine, bacılarına kadar uzanan akılalmadık bir işkence ve baskı zincirinin olduğunu yaşayanlar yazıyor ve anlatıyor. Bütün bunlara rağmen ne işkenceciler, ne de sorumluları hakkında en küçük bir işlem yapılmamıştır. Bunlar hala görevlerini “gurur” içinde rahatlıkla sürdürüyor.     Peki bugüne kadarki olaylar karşısında parmaklarını dahi kıpırdatmayanlar, şimdilerde neden demokrasi havarisi kesilmeye başladılar? Gerek Uluslararası Af Örgütü, gerekse Avrupa konuyla ilgili olarak sesini ilk kez yükseltmiyor. Bunlar eskiden de işkenceden ötürü Türkiye’ yi sıkça kınıyor, insan hakları ve demokrasinin geliştirilmesini istiyordu. Ama taleplere herzamanki gibi kulaklar tıkanıyor, inkâr yoluna gidiliyordu. O halde A.Öcalan’la birlikte değişen neydi? Gösterilen bu çifte yaklaşımın ardında hangi gerçekler yatıyor?    Burada yine karşımıza çıkan Öcalan’ın gerçek kimliğidir. Başlangıçta bu zat aracılığıyla yapılmak istenenler, tutukluluk sonrasında da değişik biçimlerde sürdürülmektedir. Önü tıkanmak istenen demokratik mücadeledir. A.Öcalan ve PKK, sivil toplum örgütleri üzerindeki baskıların önemli bir aracı olarak kullanılmıştır, kullanılıyor. Halkımızın insanca yaşama hakkı ve arzusu yeniden bilinmeyen bir sürece itiliyor.     Ama herşeye rağmen o yine de kandırılmış insanların gözünde bir kahramandı. Belki militanları gibi “dağlara taşınma fırsatı” bulamamıştı ama, İmralı’ya post serme yoluyla da olsa nihayet “geniş halk yığınlarının içine girme imkânı”nı yakalamıştı. Önceleri bu olanaksızlıktan defalarca yakınıp durduğunu kimsecikler unutmamıştı. Sıra göstereceği kahramanlığa gelmişti. İnsanlar bunu görevin de ötesinde bir mec- buriyet, bir mutlaklık olarak görmüş, öyle algılamışlardı. Öcalan’dan beklenen buydu.   Daha mahkemenin başladığı ilk gün çömezleri küçük dillerini yutar hale geldiler. Söze herhangi biçimde işkence ve baskı görmediğini belirtmekle başlayan Öcalan, müdahil durumunda olan ailelerden özür diliyor, “Demokratik Cumhuriyetin” hizmetinde olacağına dair yeminler ediyor, 50 yaşına geldiği halde bir eş ve bir çocuk sahibi olamadığından yakınıyordu.

Page 223: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Acaba bu sözleriyle neyi anlatmak istiyordu? O güne kadar bırakalım çocuk sahibi olmayı, normal bir aşk ilişkisine dahi kar- şı çıkmış, bunun için sayfalar dolusu nakaratlar dökmüş, binbir türlü hakaretler savurmuştu. Üstüne üstlük kendisini eşsiz bir örnek olarak sıkça önplana çıkarmıştı. “Erkekliği öldürmekle”, “kadınının karnını deşmekle” övünen Öcalan’ın, olmayan bir eş ve yine olmayan bir çocuk için kendisini acındırmaya kalkması da neyin nesiydi? Acaba bu sözlerle efendileri için ne kadar büyük fedakarlıklara katlandığını mı anlatmak istiyordu? Doğruydu: Eğer adına hizmette fedakarlık denilirse, Öcalan bunu fazlasıyla yapmıştı. Kürt sorununu bitirmek için yola çıkarken, kendisine sunulan kadını bile çeşitli nedenlerle kaybetmişti. İşte Öcalan’ın anlatmak istediği buydu. Efendilerine sunduğu hizmetlerin önemini ve kapsamını hatırlatarak bir yerlere göndermeler yapıyordu. Yani “darda olduğunuz dönemde imdadınıza ben yetiştim, şimdi de darda olan başımı, sizler kurtarın” diyordu. “Bir hiç” ve ”beş para etmezin teki” olduğunu, kullanıldığını anlatıp duruyordu. Hizmetlerinin karşılığında sadece kullanılan ve papucu dama atılan bir kişi muamelesi gösterilmesine içerlediğini her defasında belirtiyordu. Yalvarıyor, yakarıyor, bulunduğu alanda debelenip duruyordu.     Tüm olup bitenleri unutturmak istercesine yeni bir koroyla ama aynı orkestrayla sahneye çıkılmıştı. Orkestranın davulcusu Öcalan ise herkesten daha heyecanlıydı;     “Son noktayı koyalım. Son noktayı koyacak imkanlar var elimizde. Bunları ben kullanmak istiyorum. Bunda anlaşılmayacak ne var? Bir hiç olabilirim, beş para etmezin teki olabilirim. Ama şu adamlar senin için öldük diyorlar. Hayır benim için ölmediler”     “Yakalandığım günden, barış için yaşayacağım sözünü verdiğim günden bugüne kadar kaba bir baskı, söz, hakaret ve işkence görmediğimi belirtmek istiyorum…Cumhuriyet ekseninde barış ve kardeşlik için devletin hizmetinde çalışma isteğimi ve kararlılığımı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bu konuda gösterdiği yaklaşımı, saygın yaklaşımın bir gereği olarak ben de bu düzeydeki bir kararlılığımı ben de saygı ve şükranla belirtmek istiyorum.” (90)                               “Alışmış kudurmuştan beterdir” diye boşuna söylememişler. Neredeyse yerlere kapanarak af diliyordu. Tarihin ve halkın kendisini af edip etmemesi umrunda değil. “Son noktayı birlikte koyalım” diyor. Oysa o sadece bir figurandır. Figuranlarınsa son noktayı koyduğu görülmüş değildir. Can havliyle her şeyi içiçe karıştırdığı belli. Rolünü iyi ezberlemişe benzemiyordu. Öcalan’ın bahsettiği son nokta, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte, 75 yıl önce koyulmuştu. Sorun son noktayı koyup koymama değildi. Sorun bambaşka bir zeminde ele alınmıştı. Öcalan, halen kendisini Bekaa’da zannediyordu. Bir dönem övmekle bitiremediği, “şehitler” diye göklere çıkardıklarına mahkeme salonunda bile hakaret yağdırmaya devam ediyordu. Ölenlerin enayice öldüğünü, çapulcu olduklarını, herhangi bir sorumluluğunun bulunmadığını tekrarlayıp duruyordu. Devletin cici bir cocuğu olduğunu, herzamanki hizmetlerini sürdürmekte kararlı olduğunu belirtiyordu.    Nitekim tıpış tıpış gidip İmralı’ya postunu attığı andan itibaren, yıllarca örtündüğü maskeleri çıkartmaktan başka çaresi de kalmamıştı.       “Kimse sorunların şiddetle çözüleceğine inanmıyor. Bunun, açık ve tarihten en büyük dersi çıkarmış görünen ve büyük zor gücüne rağmen, bu gücün etkisini ancak, yaratıcı çağdaş bir demokrasiye yönlendirmede kullanan ve açıkça doksan ortalarından beri MGK konseptleri ile yürütülen, içinden geçmekte olduğumuz tarihi aşamayla da, kanıtlanmaktadır. Ordu darbe yapmıyor. Ordu en demokratik görünen, partilerden bile daha duyarlı, demokrasinin ölçütlerini hatırlatıyor. Günümüzde ordu ve demokrasi ilişkisi irdelenirken, herkes şahsı için alabildiğine demokrasi isterken, ordunun gerçekten demokratik normların takipciliğini üstlenmesi, süphesiz ülkenin güvenliğiyle bağlantılıdır, ama, sorumlu olduğu bu güvenliğin bile, ne kadar yakından demokrasi ile bağlantılı olduğunun görülmesinin de yüksek ve saygı duyulması gereken bir anlayış gereğidir. Bu açıdan da, aşamanın tarihi, demok- ratik nitelikte olduğunu anlıyoruz. Bu, zorunlu olarak anlaşılmasaydı, darbe yapmanın önünde duracak bir güç olmadığını da biliyoruz. Ordu bugün demokratik aşamanın karşısında bir tehdit değil, tersine sağlıklı aşama yapmasının ve işlemesinin teminat gücü konumundadır.” (91)    Yukarıdaki satırlar Milli güvenlik Kurulu’nun basın bildirisinden alınmamıştır. Abdullah Öcalan’ın Kürt Sorununda Demokratik Çözüm Bildirgesi’nin 96. ve 97. sayfalarından alınmıştır. Şimdi tüm PKK’liler ve kokuyu uzaktan alan leş kargaları bu satırların içeriği karşısında hizaya gelip selam durmalıdır. Bu “yüksek buluş” ve “tahlillere” duydukları minnettarlığı mazeret

Page 224: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

göstermeksizin dile getirmelidirler. Hiç zaman geçirmeden sinek avladıkları o dağlarda, birkaç kuruş uğruna pintice beklediklerini anlatmalıdırlar. Öcalan’ın kendilerine sunduğu tek yol, teslim olup, pişmanlık belirtmeleridir. Zaten geldikleri noktada başka çareleri de yoktur. Er veya geç yuvalarına döneceklerdir. Artık şeflerinin de belirttiği gibi, uzaktan kontrol dönemi sona ermiş, bizzat yerinden kontrol dönemi başlamıştır. Son günlerde “çıkış koşullarımızın faaliyet biçimlerine geri dönmemiz gerekir” gibi ne idüğü belirsiz söylemler sadece ve sadece biraz daha ”şirra-virra” etmeden öte bir şey değildir.     A.Öcalan, İmralı’dan yazdıklarının hiçbirini ilaçların etkisiyle kaleme almamıştır. Söylediklerinin ve yazdıklarının sonuna kadar arkasında durduğunu her fırsatta tekrarlıyor. PKK’liler, K.Irak dağlarından ovaya inerek pintiliklerini bırakırken kafalarını biraz olsun çalıştırmalıdırlar. Tüm bu olanlardan sonra, eğer kafalarında hâlâ biraz akıl kalmışsa, sivil toplum, demokrasi ve özgürlükler üzerine düşünmeleri yararları- na olacaktır. Hiç değilse, Türkiyede 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerinin demokratik olup olmadığını anlamaya çalışmalıdırlar. Mahir Çayanların, Deniz Gezmişlerin, yığınlarca bilim adamının, yazarın, gazetecinin, gençlerin, masum halkın ve zindanlardaki devrimcilerin hayatlarını bu darbeler sırasında kaybetmiş olduklarını unutmamalıdırlar. Şefleri gibi yerlere kadar kapanarak selam durmaları gerekmez. Türkiye’de 1971 ve 1980 darbelerinin anti demokratik olduğunu herkes biliyor, söylüyor ve yazıyor. Hatta darbeleri yapanların yargılanması için yoğun tartışmalar yürütülüyor, çabalar veriliyor. Bu koşullarda darbeleri demokratik olarak nitelemek büyük bir ayıptır. Dünyanın hiçbir köşesinde, bırakın sosyalistleri, demokratlar ve liberaller bile ordudan demokrasi beklentisi içinde değildir. Eğer ülkelerin orduları demokrasi getirebilseydi,bugün dünyamızda demokrasi kavgasından bahsetmek oldukça lüks olurdu. Çünkü her şey, birkaç gün içinde bir kılıç darbesiyle halledilirdi. Dünyanın hiçbir yerinde ordular herhangi bir şekilde demokrasinin getirilmesinde belirleyici rol oynamamıştır. Buna Türk Silahlı Kuvvetleri de dahildir. A.Öcalan, gerçek niteliğini ispat için başka ne yapacaktı? Yapabileceği her şeyi yapmıştı. Darbelere açıktan dizdiği övgülerse geçmişteki maskeli haliyle hiç mi hiç çelişmiyor.    Her yönüyle açığa çıkmanın verdiği rahatlıkla öylesine sınır tanımaz hale geliyor ki, övgülerinin ölçüsünü alabildiğince abarttığının farkına bile varmıyor. Ülkemizde Cumhuriyetin kurulmasında ve laikliğin temel alınmasında orduyu belirleyici güç olarak görüyor. Evet, Türkiye’de bugünkü rejimin kuruluşunun birtakım özellikler taşıdığı bir gerçektir. Ama farklılıkların da Öcalan’ın algıladığı biçimde olmadığı tartışma- sızdır.    Mustafa Kemal, ordudan subayların ağırlıkta olduğu öncü kadroyla Ulusal Kurtululuş Mücadelesi vermiştir, ama ordu kılıcıyla cumhuriyet inşa etmemiştir. Çünkü bunun olanaksız olduğunun bilincindeydi. Za- fer sonrasında sivil toplum örgütlenmelerine gidilmiş, meclis oluşturul- muş, tartışılır yanları olsa da modern hukuk ve laiklik temelinde devlet örgütlenmesine gidilmiştir. Yani Cumhuriyet ve laiklik, çağdışı gericili- ğe ve saltanata karşı yürütülen bir mücadelenin eseridir. Bu rejim şu veya bu oranda toplumun dinamiklerinde yankısını bulmuştur. Atatürk, dönemin en güçlü kişisi olmasına karşın, devletin hukuk kurallarının dışına çıkmamıştır. Yasamanın getirdiği yasalara saygı duymuştur. Avupa ülkeleri örnek alınarak, Cumhuriyetin ilanıyla birlikte ordunun görevi ülke savunmasıyla sınırlandırılmıştır. Kısaca, kuvvetler ayrılığı temel alınmıştır. Bugün bile PKK gibi karanlık güçlerce desteklenen irticacı güçler tüm çabalarına rağmen, ülkemizde egemen duruma gelemiyorlarsa, bunun nedeni, toplumumuzun ağırlıklı olarak en geniş demokrasi için yürüttüğü kavganın belirleyici olmasıdır.    Her demokrasi mücadelesi kitlelerin desteğinde yükselmiştir. Orduların, ülkelerinin güvenliğini başarıyla yürütmesine elbette saygı duyulur. Ama Türkiye’de 1971 ve 1980 darbelerinin ülkenin güvenliğini sağlamakla ve demokrasiyi genişletmekle uzaktan yakından ilgisinin olmadığı tüm çıplaklığıyla görülmüştür. Tersine sermayeyi korumak ve kollamak amacıyla yapılmışlardır. NATO ve ADB’nin dikte ettği darbe- lerdir. Bu tür darbelere övgüler yağdıranlar, devrimciler ve emekçi yı- ğınlar değil, çıkarı baskı ve şiddetten yana olan sermaye kesimleridir. Öcalan’da bu kesimlerin kapıkullarından biridir. Demokratik normların takipçiliğini yapanlar da, bu normları geliştirip güçlendirenler de emek- çi yığınlar ve onların demokratik kuruluşlarıdır. Eğer bugün ülkemizde demokratik atılımlar gerçekleşiyorsa, egemen güçlerin keyfi böyle iste- di diye değil, kitlelerin yürüttüğü mücadelenin ve değişen dünya kon- juktörünün dayatmaları sonucudur.

Page 225: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

    Bu arada A.Öcalan yıllar öncesinden varlığından bahsettiği Genç Kemalistler’in kurucusu ve lideri olduğunu da mahkemede gururla açıklıyordu. Böyle bir örgütün varlığından sadece kendisinin haberdar olduğunu söylüyordu. Demek ki Genç Kemalistler, zor durumlarda kaldığında, birtakım güç odaklarınca kendine destek için kurulmuş örgütlerden biriydi. Oysa bir dönemler her önüne geleni Kemalistlikle suçluyor, Genç Kemalistler Birliği’nin üyeleri olarak lanse ediyor ve bunların ortadan kaldırılmalarının gerekliliği üzerinde duruyordu. Bu nedenle Türkiye’de akla gelen tüm devrimci demokratik örgütlenmeleri suçluyordu. Hatta K.Irak’ta YEKİTİ ve KDP’ nin bile Kemalist olduklarını id- dia ediyordu. PKK’den ayrılan herkesin de bu örgütün bir üyesi oldu- ğunu söylüyordu;    “Semir (Çetin Güngör), sizin belli belirsiz kestirebildiğiniz ‘Türklüğün birlik ve bütünlüğünü’ ve ‘Misak-i milli’sini korumanın gereğini, kendine has bir uslupla ortaya koyan ve bunda niyet ve girişim düzeyinde de kalsa İdris-i Bitlisi’yi, Ziya Gökalp’ı ve yakın tarihteki, ya da hala mevcut birçok Kemal’i geride bırakan biriydi.    “…PKK, aynı biçimde Semir (Çetin Güngör) Süleyman (Baki Karer) Davut (Mehmet Resul Altınok) tasfiyeci provokatör çetesinin ‘Genç Kemalistler Birliği’ ile olan somut ilişkilerinde en az iki yılı aşkın bir sü- redir tüm halkımıza, devrimci demokratik kamuoyuna açıklamış du- rumdadır.” (92)    Öcalan sadece ayrılanları ve sol örgütlenmeleri suçlamakla kalmı- yordu, Tunceli halkının da Kemalist ve ihanetçi olduğunu söylüyordu. Genç Kemalistler Birliği’nin varlığını bu yöreye bağlıyordu. Ortadan kaldırılmaları gerektiğini sıkça vurguluyor, hatta ilgili planlar geliştir- meye dahi cüret ediyordu. Savaşa karşı olmayı, Türkiye’de demokrasi ve insan haklarının genişletilmesinin sadece tek bir noktaya bağlanarak gerçekleşemeyeceği düşüncesinde olanları hainlikle suçluyordu. Mahkemeler sırasında yaptığı açıklamalarda ise gerçek hainin kendisi olduğunu ortaya koyuyordu. Böylece Çetin Güngör, M.Resul ve Bana karşı saldırgan tutumunun altında yatan gerçekler kamuoyu tarafından daha anlaşılır hale gelmiştir.    Yeri gelmişken, Öcalan’ın bir zamanlar ağzından hiç düşürmediği Genç Kemalistler örgütünün görev ve hedeflerine de değinmek gere- kir. Aynı zamanda yurtdışında A.Öcalan’ın korumasını üstlenen bu ör- gütün, örgüt içinde aykırı sesleri bastırmakla yükümlü bir örgüt oldu- ğu açıktır. Genç Kemalistler diye bahsedilen örgütün, PKK içinde “Mü- dahale Grubu” olarak anılan ekipten oluştuğu artık kesinleşmiş du- rumdadır. Bu gurubun yurtdışı örgütlenmesinin başında, Öcalan tara- fından atanan HALİL ATAÇ bulunuyor. Bu şahıs, 80’li yılların başında birdenbire ortadan kaybolmuştu. Bu süre içinde Ürdün’de büyük ihti- malle içinde Pilot’un da yer aldığı (Necati Kaya) bir ekip tarafından bir- buçuk yılı aşkın süre boyunca hem siyasi hem de askeri eğitime tabi tutulduğu söyleniyor. Hatta bu kişinin ajan olduğu 1980’nin başlarında bizzat Klerides tarafından da PKK’ye iletilmişti. Halil Ataç, A.Öcalan tarafından büyük bir gizlilik içinde o dönemde Klarides’le görüşmek için Kıbrıs’a gönderilmişti. Geri dönüşünde Beyrut’a uğruyor ve Beyrut’ tan direkt Amman’a geçiyor. Ürdün’den Suriye’ye gizli geçiş yaparken de yakalanıp Öcalan’ın bulunduğu eve getiriliyor. Daha sonra örgütten atıldığı söylenen Halil Ataç, her nedense 82’de yaşanan yoğun ayrılmaların arkasından yeniden ortaya çıkıyor. A.Öcalan, bu kişiyi merkeze getirmekle kalmıyor, bir de kendisini koruyan ekibin sorumluluğuna atıyor. Ayrıca daha önceleri bahsettiğim “Müdahale Grubu”nun sorum- luluğunu da Halil Ataç’a veriyor. Hatta “şehit” diye göklere çıkardıkları Agit’in (Masum Korkmaz) ölümünün de bu gelişmeyle ilgisi vardır. Yıllar sonra bu durumu öğrenen Mahsum, Halil Ataç’ın yönetimi altında çalışmayacağını bildirerek, sorunu irdelemeye kalkıştığı için bizzat A.Öcalan ve Halil Ataç tarafından yerinin bildirilmesi üzerine öldürtül-müştür.     Halka karşı bu derece entrikalar, kin ve intikam içinde olan A.Öcalan’ın, mahkemesi sırasında, Kürt halkının geçmişi ve geleceği üzerine olan değerlendirmeleri de beklenen türdendi. Savunmalarında hangi nedenlerden kaynaklanmış olursa olsun, geçmişte ortaya çıkmış isyanlara katılan herkesi hainlikle suçluyor ve İdris-i Bitlisi’yle birlikte hareket etmemiş olduklarından dolayı eleştiriler yöneltiyordu. İsyanların siyasi ve sosyal temellerini irdeleme gereğini hiç duymamıştı. Herzamanki alışkanlığıyla, birazda aldığı eğitim gereği tam bir asker bakışıyla değerlendiriyordu. Bu konu da o kadar ileri gidiyor ki, Kürtleri medeni olmamakla suçluyor. İsyanların nedenini Kürtlerin uygarlığa “alışık” olmamalarına bağlıyordu. Oynadığı oyun gereği hep maskeyle dolaşmak zorunda kalan Öcalan, adeta yılların içinde biriktirmiş oldu- ğu hasreti

Page 226: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

gideriyor, konuşuyor, çoşuyor, zaman zamanda kendi ken- dini alkışlıyordu;     “Atatürk milliyetçiliğine, kültür milliyetçiliğine inanıyorum. Atatürk milliyetçiliği, Hititlere kadar gider. Ben demokratik cumhuriyet çatısı al- tında toplanmak gerektiğine inanıyorum.” (93)    Bu çoşku karşısında müdahil avukatlar dahi şaşkınlık geçiriyor ve nazik davranmaya başlıyorlardı. Oyunun perde arkasını geçte olsa kavramışlardı. Hatta Öcalan’a Türk milliyetçiliğiyle ilgili bir de kitap hediye ediyorlardı. Türk milliyetçiliği üzerine tezler hazırlayıp, araştırmalar yapanların adeta kulaklarını çınlatıyordu. A.Öcalan tam bir turancı kesilmişti. Bugünkü sınırlarla yetinmeyi kıyasıya eleştiriyordu. Atatürk’ ün “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesinin geçersiz sayılmasını isteyecek kadar emperyalist hedeflerin sahibi olduğunu anlatıyordu. Alpaslan Türkeş bu günleri görmeyi mutlaka isterdi. Türkiye’nin sınırlarını başka halkların zararına genişletmesini, yani turancı görüşlerinin bir özetini de yapıyordu;     “Vatana ihaneti asla ağzıma bile almam. Olsa olsa onun Misak-ı Milli gereklerini çağdaş ölçüler içerisinde yerine getirilmesi yani büyü- tülmesidir (…) Misak-ı Milli’nin dışında kalan parçalarındaki Kürt-Türkmen topluluklarına en azından yaşadıkları devlet içinde soykırıma uğramadan demokratik kimlikleriyle yaşamalarına Türkiye Cumhuri- yeti’nin yardımı hem ahlaki hem siyasi bir görevdir, diyorum. Bu başka devletlerin iç işlerine karışma değildir.” (94)    Savaş tanrısı olduğunu iddia etmesi hiçte boş değilmiş! Böylece varlığından yalnızca kendisinin haberdar olduğu Genç Kemalistler örgütünün proğram hedeflerini de açıklıyordu. Ama uzun yıllar kapalı kalmanın ve verdiği hizmetlerin yoğunluğundan olacak, dünyadaki gelişmelere daha Bekaa gözlüğünden bakıyordu. Yeni dönemin gerekli kıldığı politikaya adapte olamamanın acemiliklerini sergiliyordu. Çünkü globelleşen dünya koşullarında sınırların genişletilmesi, geçerliliğini çoktan yitirmişti. Anlaşılan Kafkaslar’ da ve Balkanlar’da ortaya çıkan gelişmelerin farkında değildi. Artık Avrupa ülkelerinde bile sınırlar kaldırılmaya çalışılıyor. Her halkın kendi kimliğiyle özgürce hareket etmesi temel alınıyor. Kaldı ki, Öcalan’ın ileri sürdüğü sınırları genişletme düşüncesini savunan Türk milliyetçileri de bugün marjinal düzeydedir. MHP de yaşanan ayrışmanın bir nedeni de budur.     Şimdi bu noktada, geride kalan PKK güruhu ve Öcalan’ı savunan çömezler ne yapacaklar? Öncelikle önderlerinin izinde olduklarını daha açık göstermeliler. Şefleri gibi, yüzlerindeki maskeyi çıkartarak kim olduklarını; bilerek veya bilmeyerek halka ihanet ettiklerini açıklamalılar. Öcalan’ın kartını açıktan oynadığı koşullarda, çömezlerin ergenlik çağındaki gençlerin utangaçlığına benzer bir rol oynamaları çok gülünç oluyor. İmralı’dan tesbit edilen “yeni tezleri” bulunmaz hint kumaşı gibi piyasaya sürme alışkanlığından da artık vazgeçmeliler. Halkı güdülen sürü yerine koymaya kimsenin hakkı yok. Bu halk, hangi dolapların çevrildiğini, tahmin ettiklerinden daha fazla anlıyor. Eğer sesini çıkarmıyorsa, anlamadığı veya onayladığı için değil, başına gelenlerden ve geleceklerden korktuğu içindir. Bunun böyle olduğunu egemen çevreler dahil herkes biliyor. Öcalan da bunu çok iyi bildiği için, geliştirdiği onca katliama karşın oturtulduğu yumuşak döşekten halka akıl vermeye kalkıyor;    “Bu çerçevede, doğuda ki halkımıza, Kürt halkına düşen; kendi için- deki yoğun demokratik toplum olma ihtiyacıyla bunu devletle yeniden demokratik birlik içinde birlikte yürümektir.(…) Tarih tecrübemiz ve gerçeklik başka yolun olmadığını, olsa da acı ve kaybın derinleştirdiği çıkmaz olduğunu ortaya koyuyor.(…) Demokrasimizi birlikte kurmalı, geliştirmeliyiz. Cumhuriyetin kuruluş ve korunmasında emeği geçen tüm şehitleri, şehitlerimiz bilmek, kurucusunu minnettarlık ve saygıyla anmak, bayrağını gururla selamlamak bunun için esastır.”(95)     Kurulmuş saat gibi ötüp duruyor. Öylesine utanmaz ki, sanki geç- mişte Atatürk ile ilgili sarfettiği sözler kendisine değil de başkalarına aitti. Sanki geçmişiyle çelişen başkalarıydı. Öylesine rahat konuşuyor- du. Halbuki daha bir kaç yıl öncesindeki çoşkulu günlerinden birinde söyledikleri, hâlâ o çok “ünlü” eserlerinden bir çoğunun sayfalarında duruyor;      “Mustafa Kemal diktatörlüğünün, daha ilk yıllarında ve özellikle 1925’lerden sonra, Almanya’daki Hitler faşizminin, İtalya’daki Musolini faşizminin, İspanya’daki Franko faşizminin vb. birçok ülkedeki faşizmin bir prototipi olduğu söylenebilir.” (96)    Bu ve benzeri türden “derin teorik araştırmalar” adına yapılan saçmalıkların tümünü buraya almaya gerek yok. Bu tür söylemlerle kimi çevrelerin milliyetçi duygu ve düşünceleri kırbaçlanarak oyuna getirildiği ve süreç içinde yok edildikleri biliniyor. Ayrıca bu söylemlerin

Page 227: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

hangi dönemde geliştirildiği de önemlidir. Bunlar, 12 Eylül’le birlikte, Kemalizmi savunmanın bile suç sayıldığı, buna karşın çağdışı düşüncelerin alabildiğince özgür kılındığı bir dönemde yapılıyordu. Kaldı ki, böylesi belirlemelerle taban bulmaya kalkışmanın yolaçtığı tehlikeli sonuçlar ortadadır. İslamcı fanatizmi temel alan Hızbullah, İBDA-C ve yerden ot biter misali türeyen diğer tarikatlar durup dururken gelişmemiştir. Hele hele Türkiye’de hiçbir sol hareket Atatürk’ü Hitler’le, Musolini ve benzerleriyle kıyaslama gibi bir densizliğin içine düşmemiştir. Bu tür düşünceler, emperyalist hevesler besleyen egemen güçlerin bir kanadı ve daha çokta Osmanlı İmparatorluğu hayalleriyle yanıp tutuşan islamcı-Türkçü güçlere aittir. Gerçi, Öcalan’ın turancı düşüncelerin bayraktarlığını yapması dikkate alınırsa, bu “derin teorik” belirlemelerinin nedeni de kendiliğinden anlaşılır.     Atatürk’ü Hitler ve Mussolini’ye kadar uzatan Öcalan, üstüne üstlük devletin kendisine “saygın” yaklaşımından sözediyor. Bugün Türkiye’ de bırakalım böylesine hakaret dolu laflar etmeyi, küçük bir eleştirel yaklaşım bile çoğu kez suç sayılıyor. Peki, bu kadar akıl dışı değerlendirmelerde bulunan Öcalan’a “saygın”ca yaklaşmakta ne oluyor? Yukarıdaki söylemler arasında görülen uçurum ve devletin yaklaşımı, Öcalan’ın kim olduğu hakkında yeterli bilgiyi veriyor.     A.Öcalan gibi 50 yıllık ömrünün 30 yılını egemen güçlere hizmette geçiren ve üstelik kendini değiştirme şansı olmayan birinin devlete bakış tarzı da, elbette klasik bakış tarzından öte olmayacaktı. Geçmişte devlet, hizmet götüren bir kurum olarak görülmüyordu. Ama bugün devlete bakış tarzında önemli aşamalar katedilmiştir. Çağımızda devletten ziyade demokratik sivil toplum insiyatifi ön plana geçmiştir. Globalleşen pazar ilişkileri içinde devlet giderek küçülmekte, demokrasi, özgürlükler ve toplumun asgari sosyal yaşam standardını daha da geliştirme çabasını sürdüren demokratik örgütlenmeler önplana çıkmaktadır. Devlete; topluma hizmet götürmekle yükümlü bir aracı gözüyle bakılmaktadır. Burjuva devlet örgütlenmesinin günümüzde aldığı biçim ve sermayenin oynadığı rol ayrı bir tartışma konusudur. Ama bugün demokrasi ve özgürlüklerin geliştiği ülkelerde devlet, genel koordinatör ve halka hizmette bir servis rolü oynamaya yönelmiş durumdadır. Bu işin bir yönü. Diğer bir yönden ele alacak olursak: demokrasi ve öz- gürlükler için mücadele edenler, hiç bir zaman “devlet için çalışacak- larını” söyleyemezler. Çünkü devlet, kapitalist üretim ilişkileri içinde hangi biçimi alırsa alsın, yine de bir üst yapı kurumudur. Eğer bugün Avrupa’da egemen güçler, demokrasi ve özgürlüklerin gelişiminin önünde engel olamıyorlarsa, bu, kitlelerin hak alma uğruna yürüttüğü amansız bir mücadelenin sonucudur. Burjuvazinin klasik devlet anlayışından uzaklaşmak zorunda kalışı, yürütülen bu mücadeleyle orantılıdır. Yani devletin küçülme olayı sadece globalleşen serbest pazar ilişkileriyle ve bu ilişkilerde burjuvazinin oynadığı rolle açıklanamaz. Devlete hizmet çağrısı, demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasıyla eş anlamlıdır. Devlete kulluk, özgür kişiliği bastırır. Herşeyden önemlisi de yaratıcı ve üretken olmanın önünü tıkar. A.Öcalan bilinen yükümlülüklerinden dolayı halkı devlete hizmet etmeye, yani birer uysal kalabalık olmaya çağrıyor. Devletten uzakta kaldığı dönemde kendisine kulluk yapılmasını istiyordu. Devletine kavuştuğu zaman da devlete kulluk yapılmasını öneriyor. Böylece özgürce gelişmenin yollarını kapatmak istiyor. Türkiye’de halkın önemli bir bölümü zaten sözde yurttaştır. Egemen güçler halk üzerinde istediği gibi oynuyor. Vergiyi verenler de onlar, cefayı çekenlerde. Büyük çoğunluk çalışıyor, sefasını bir avuç azınlık sürüyor. Kimsenin aklına verdiği vergilerin hesabını sormak bile gelmiyor. Devlete kulluk toplumumuzda neredeyse bir gelenek halini almış. Bütün bu olumsuzluklara rağmen hemen her alanda hızlı bir değişime yönelme durumu da yaşanıyor. A. Öcalan ise İmralı’dan tek şeflik döneminin hayaliyle halen “biz ayrılamayız” şarkısını söylüyor;    “Biz Türk milletiyle birlikteyiz, ayrılamayız. Benim de mensubu ol- duğum bu insanlar ayrılıp bir dağ parçasında tek başına yaşam imkâ- nına sahip değiller. Ne isyan, ne kavga, demokratik kültür temelinde bu iş halledilmeli.” (97)    Kanlı provokasyonlarına bir takım hayali gerekçeler bulmaya çalışarak, halka kendini kabul ettireceğini sanıyor. Çok öncelerden bestelenmiş ninnileri söyleyip duruyor. Sanki Kürt halkı isyan etmek istemiş, savaş yapmak istemiş gibi. Sanki daha önce ayrılmak isteyen varmış gibi. Maskenin altındaki korkunç yüz işte kendini böyle gösteriyor. Efendileri gibi yine Kürt halkını suçlu ilan ediyor. Kürt halkı nerede ve ne zaman dağ başında yaşam için kavga ettiğini söylemişti

Page 228: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

ki? Birkaç çapulcusuyla birlikte emperyalist güçlere hizmet uğruna dağ başında bile yaşamaya hazır olduğunu söyleyen Öcalan’dı;     “…Kürtler, eski meşhur geleneklerinin uygulayarak dağlara çekilir, ilkel bir tarzda da olsa dağlarda varlıklarını koruyabilirler.” (98)    Ama A.Öcalan boşa konuşmuyor. Yine provokasyona soyunuyor. Kendisini Kürt halkının her şeyine karar veren ilk ve tek “lideri” gibi lanse ediyor. Türkiye’deki demokratik açılımların önünü yine kendisini ve PKK’yi ileri sürerek tıkamak istiyor. Ülkemizde emekçi yığınların yıllardan buyana gündeminde olan demokratik hak ve özgürlükler talebini Öcalan’ın “dahiane tespiti” ve talebiymişçesine ileri sürüyor. Kısaca oynanılan oyunların ardı arkası gelmiyor. Türkiye’de isyan denilecek bir olay zaten yoktu. Öcalan ve güç odaklarının sahneye koyduğu bir oyun vardı. Kanı ve savaşı yüceltenler bunlardı. Eğer hatırlanılırsa, İmralı’da kendini güvenceye alana kadar silah çekmedikleri, kan dökmedikleri için önüne gelen herkesi hainlikle suçlamıştı. Hatta kan akıtmayanları düşman ilan ederek, yığınla devrimci ve demokratı katlettirmişti. Ne yazık ki, onbeş yıl boyunca sürdürülen ve binlerce insanın hayatına malolan bu korkunç oyunun hâlâ bitmediğini görüyoruz. “Bu halkla oynadığınız yeter” diyen her ses susturulmak, ya da sindirilmek isteniyor.     Velhasılı A.Öcalan yine çoşmuş. Durdurana aşkolsun! “Demokratik kültür temelinde” diye pek anlaşılmayan bir şeyler geveleyip duruyor. Ne kastettiği pek açık değil. Demokrasi kültüründen mi, yoksa kültürlerin özgürce geliştirilme olanağından mı bahsediyor belli değil. Ama anladığımız kadarıyla, Türkiye’de her kültürün gelişip güçlenme olanağına kavuşmasının gerekliliğinden sözediyor. Türkiye’de kültür sorunu hayatın her alanında yaşanıyor. Her gün yüzlerce tarihi eser ortadan yok oluyor, çalınıp, çırpılıyor. Ayrıca Van, Hakkari, Ağrı, Urfa ve Erzurum yörelerinde tarihi eser kaçakçılığını organize ederek trilyonlar vuranlardan birisi de Abdullah Öcalan’dı. Roma dönemine ait heykeller ve diğer birçok değerli eski eserler yurtdışındaki Apocuların oturma odalarının camlı dolaplarını süslüyor.     Yine, tiyatro, bale, sinema vb. daha bir çok alanlarda yığınla sorunlarla karşılaşılıyor. Hatta Türk dili araştırmalarına bile fırsat verilmiyor. Hele müzik alanında yaşanılan dejenerasyon başlıbaşına bir sorun. Beş yüzyıllık, altı yüzyıllık türkülerimizin üzerinde ticari amaçlı hırsızlıklar yapılmasına Kültür Bakanlığı seyirci kaldığı gibi, müziğimizi dejenere edici üretimlere de parasal yardım veriyor. Sanatla, sanatçılıkla ilgisi olmayanların hemen her yerde kırıttığı, önplanda tutulduğu bir dönemi yaşıyoruz.    En büyük kültür ve edebiyat değerimiz olan Nazım Hikmet’i daha yakınlara kadar okuyamadığımızı, şiir kitaplarını evlerinde bulunduranların yıllarla ifade edilen hapis istemiyle yargılandığı bilinen bir gerçek. Atilla İlhan, Yaşar Kemal, Can Yücel gibi sayamayacağımız kadar şairin, yazarın, bilim adamlarının kitapları henüz okul kütüphanelerinde değil. Yazı yazanlar bir dönemler Bakırköy’e gönderiliyordu. Hapishanelere tıkılmış, işkenceler görmüş, sürgün edilmiş yazar, gazeteci ve bilim adamlarının içler acısı durumlara düşürüldükleri herkesçe biliniyor.    Ülkemizde kültür sorununa iğne batırıldı mı bir değil, bin ah işitilir. Üstelik yıllık bağlanan bütçelerden kültüre ayrılan pay, kahredici düzeydedir. A.Öcalan bunları biliyor olsa gerek. Ülkemizde kültür alanına yapılan baskılardan sadece Kürdün gawendi değil, Türkün zeybeği, Lazın dikhoranı da zarar görmektedir. Şüphesiz, hiçbir azınlık, milliyet farkı gözetmeksizin tüm kültür değerleri korunmalı ve geliştirilmelidir. Kültürümüz üzerindeki baskıların kalkması için kavga sürekli kılınmalıdır. Sessiz kalınması gerçekleri inkâr etme, yok sayma anla- mına gelir.    Acaba Öcalan ve takımı, Kürt kültürü için bugüne kadar hangi çaba- ları vermiştir? Bununla ilgili tek bir örnek bile verebilirler mi? 20 yıllık süre içinde kültür adına herhangi bir şekilde üretimde bulunduklarına şahit olmadık. Bu süre içinde hikaye, masal, roman, şiir, tiyatro, dil, tarih, resim, heykeltraş vb. dallarda ortaya çıkartıkları tek eser yoktur. Bırakın üretimde bulunmayı, varolanları tanıtmak ve yaygınlaşmalarını sağlamak için en ufak bir çaba da göstermemişlerdir. Televizyonlarında Kürt kültürünü tanıtma şurda kalsın, ellerinden geldiğince dejenere etmeye çalışıyorlar. Yayınlarında sürekli kan ve şiddet işleniyor, bütün bunlar ölümlerine haince neden oldukları insanlar için yaktıkları uyduruk ağıtlar ve marşlarla süsleniyor. Kürtçe diye konuşulan da, “gelmişkirem, gitmişkirem”dir. İnsan, ekranda sergiledikleri böylesi ilkellikleri gördükçe, kültürün gelişmesi için çaba gösterenleri hainlikle

Page 229: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

suçlamış olmalarına ve çoğu kez de imhaya kalkışmalarına pek şaşır- mıyor. Kültür adına sergiledikleri tam bir vahşilik, barbarlıktır.     Ama esrar-eroin ve insan ticareti yapmakta pek becerikli olduklarını söyleyebiliriz. Becerilerini “oluk, oluk kan akıtma” yönünde kullanmada tamamen ustadırlar. Kültürün geliştirilip yaygınlaştırılmasının dağ başında çetecilik yapmakla, önüne gelene bomba atmakla, insanların kendini atomlarına kadar parçalamasıyla, kıblagâhlarla ve mağbetlerle bir ilgisi yoktur. Her türlü insanlık dışı davranış ve eylemlerini, bir halkın kültürünü geliştirme çabaları gibi yansıtmaları, tek kelimeyle korkunçtur. Belki dünyada eşi ve benzeri de yoktur. “Asarım, keserim, yıkarım, patlatırım”la kültür geliştirilemeyeceği gibi, geriye de gider.     Şimdilerde kültür sorununu birincil öge olarak öne sürmesinin tek nedeniyse, zamanından önce “Bir Nisan” şakasının ortaya çıkardığı olumsuz havayı biraz yumuşatmak içindir. A.Öcalan ve güruhu, Türkiye’de çok olumlu gelişmelere imza attıklarını çoğu kez iddia ediyorlar. Türkiye’ye Kürtlerin varlığını kabul ettirdiklerini, artık herkesin Kürtleri tanıdığını ya da en azından bildiğini söylüyorlar. Kürtlere ait dil ve kültürü de bu süre içinde geliştirerek “halka malettik” diyorlar. Türkiye’de Kürtlerin artık “ben Kürdüm” sözünü çok rahatlıkla kullanmalarını 15 yıllık silahlı savaşımlarına bağlıyorlar. İşte hem gelin, hem de güvey olmak buna derler. Türkiyedeki Kürtler kendilerini ne zaman inkâr etmişlerdi ki? Kürt olduklarını ezelden beri söylüyorlardı. Kürt oyunları zaten oynanıyordu. Kürtçe kitaplar, dergiler, gazeteler, kasetler çıkıyordu. Halk, evinde, pazarda, hatta mahkemeler ve karakolarda dilini konuşuyordu. Yani şimdi olanlar, geçmişte de vardı. Tersine, 15 yıllık provokasyon hareketiyle bitirmek istediği halkın ta kendisiydi. Kürdü yerinden yurdundan etme, kendisine yabancılaştırma politikası en iyi Öcalan ve PKK eliyle uygulanmıştır.     Geçmişte kültürel faaliyetlerin önünde hiç engel yoktu diyemeyiz. Engeller vardı. Ama bu engellere karşı demokratik mücadele yöntemleriyle karşı duranlar da vardı. Bu oldukça da başarılı bir mücadeleydi. Dil ve kültür sorununun önündeki bir takım engellerin kaldırılması yönünde yürütülen faaliyetlerin uzun süreli bir çabayı gerektirdiği de bilinen bir gerçektir. Daha sonraki süreçte Kopenhag kararlarının altına Türkiye’nin de imza atması ise, hiç gözardı edilmeyecek bir gelişmeydi. Hiç kimse bu kararların altına öyle körce, getireceği yükümlülükleri bilmeden imza atıldığını söyleyemez.     A.Öcalan ve PKK, Kürtlerin demokratik ve kültürel haklarına karşı duran güçlerin başında gelmektedir. Kültürel hakların kazanılması için kimse gerilla savaşı safsatasıyla ortaya çıkmamıştır. Zamanında “devletin bir solcusu, devletin bir Kürtçüsü” olarak yetiştirildiğini söyleyen Öcalan’ın, kültürel haklar elde etmek için izlenecek mücadele yönteminin neler olduğunu bilmeyecek kadar cahil biri olduğunu sanmıyorum. Terörle, hele hele halka yönelik katliamlarla, istihbarat örgütlerinin kucağına oturmakla hiçbir yere varılamayacağını, en küçük bir hakkın bile alınamayacağını herkes bilir. Kültürel haklar uğruna dünyada 15 yıl kan döküldüğü, hem de uğruna savaşıldığı iddia edilen halkın yokedilmeye çalışıldığı görülmemiştir. Elbette sorun bu değildi. Ne dil, ne de kültür hakkı sorunuydu. Anlaşılması gereken her şey Öcalan’ın kimliğinde gizliydi;        “Demokratik cumhuriyete dedim ki, bu temelde hizmet etmek isterim. Bana göre bu değerli bir erdemdir, fazilettir. Öyle yapmak gerekiyor. Bütün PKK’lılara benim yapacağım çağrı da bu olacaktır. Amacınızı aşan çatışmaları sürdüremezsiniz, eylem yapamazsınız. Bunun ne ideolojik izahı vardır, ne de politik izahı vardır ve gerçek terör, anlamsız terör bu demektir. Bu terörü durduracaksınız. Bu terörü durdurmak gerekir. Özellikle dış politikada Türkiye’yi şu veya bu yöne çekmek isteyen, şu veya bu konuda ister uzlaşmak, ister çelişmek, çatışmak isteyen bütün güç odakları tarafından kullanılacaktır.(99)    Pes doğrusu! Türkiye Cumhuriyeti bir anda demokratik cumhuriyet oldu çıktı! Ne acılar, ne de baskılar var. Her şey güllük gülistanlıkmış da haberimiz yok! Öylesine şaşkın bir duruma düşmüş ki, artık her cümlesinde, her davranışında kendini ele vermekten alıkoyamıyor. Öncelikle demokratik bir cumhuriyette kültürlerin özgürce gelişmediğinden veya farklı kültürler üzerinde baskıdan bahsetmek tam bir saçmalıktır. Oratada demokratik cumhuriyet olsaydı zaten sorun kalmazdı. İnsanlar yıllardan beridir bunun özlemini duyuyor, çabasını veriyor. Kuşkusuz bu günler fazla uzak değildir. Gelişmeler artık başka bir alternatifin kalmadığı noktaya gelmiştir. Ülkemizde parası ve bürokraside dayısı olan herkesin kendi hukukunu egemen kıldığı bir

Page 230: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

bilinmeyen değildir. Demokrasinin ve hukuk kurallarının egemen olmadığını hukukçular ve üniversite çevreleri açıktan dile getiriyor. Türkiye’nin daha fazla demokratikleşmesi gerektiğini söyleyenler arasında cumhurbaşkanı ve başbakan da var. Sadece siyasetçiler ve hukukçular değil, sıradan vatandaşlar bu tartışmalara katılıyor. Toplum ciddi bir değişim istiyor. Halk eskiden olduğu gibi olup bitenleri pek öyle gözü kapalı dinlemiyor. Her şeyden önemlisi, A.Öcalan ve PKK’yi hakettiği yere oturtmak isteyen toplumsal bir muhalefet var. Artık konuşan, özgürce düşünen ve tartışan bir Türkiye’ye doğru yol alınacağının işaretlerini az da olsa görmeye başladık. Bunlar iyi gelişmelerdir.                                                                         ÖCALAN BİT PAZARINDA     Mücadele süreci içinde halkın çıkarları doğrultusunda kavga verenlerin yakalanmayacaklarına dair bir kayıt yoktur. Yürütülen bir mücadele varsa, kayıplar ve yakalanmalar olacaktır. Devrimci mücadelenin insanır ideolojinin insanıdır. İlkeli, sabırlı ve inatçıdır. Kendini uzun süreli mücadelenin tüm iniş ve çıkışlarına göre hazırlamıştır. Çok gerilere gitmeye gerek yok; dünyanın saygı duyduğu Nelson Mandela bu nun en son örneğidir. Yıllarca üzerinde sürdürülen ağır baskılara rağmen, çizgisinden taviz vermemiş, direnişini sürdürmüştür. İki kelimelik bir cümleyi tüm kamuoyu önünde dile getirmiş olsaydı, belki de ömrünü hapishanelerde geçirmeyecekti. Ama kendini ve halkını mahkum edecek o bir cümleyi ağzına almamıştı. Bedeli yıllar boyu süren ağır bir hapis de olsa, o bunu yapmamıştı. Sonuçta sadece halkının değil, dünya halklarının kalbine taht kurarak içerden zaferle çıkmasını bilmişti.    Şimdilerde A.Öcalan’ı Nelson Mandela gibi büyük bir isimle karşılaştırmak isteyenler var. Böylesi karşılaştırmalar, oy avcılığı peşinde koşan bazı burjuva parti temsilcilerinden geldiği zaman belki insan sadece gülüp geçer. Ama Kürtlerin gravatlı, “kellifelli” çevrelerinden geldiği zaman üzerinde durup, düşünmek gerekiyor. Tutumları ister istemez merak konusudur. Akıllara hemen tavırlarının altında yatan çıkarlar geliyor. Çünkü A. Öcalan’ın tavrı açık ve nettir. Öcalan Kürt halkına olan düşmanlığını her durum ve koşulda kanıtlamıştır. Bu nedenle sağa sola kıvırtmaya hiç gerek yok. Çocuklarını kaybetmiş asker analarının, Öcalan’ın gösterdiği tavrı bilince çıkartmada çektikleri güçlüğü anlamak mümkündü. Olayı çözemediklerinden çoğu kez acıma duygusuyla yaklaşmış, “Allah belasını versin” demekle yetinmişlerdi.     Oysa çoğu kesimler abartılmış bir isimden küçük de olsa bir direnç beklemişlerdi. Ama A.Öcalan herkesi “hayal kırıklığı”na uğratmıştı. Hatta birçok gazetenin tanınmış köşe yazarları “zavallının teki, insan değil, en ufak gururu yok” demekten kendilerini alamamışlardı. İlk duruşmanın ertesi günü, uluslararası basın ve yayın organlarının tanım- lamaları da aynı doğrultudaydı;     La Birbe Belgigue:    “Öcalan’ın pişmanlığı PKK’nın sesini soluğunu kesti.”    La Repubblica:    “Öcalan, PKK’nın sırlarını itiraf ediyor.”    Telegraf:    “Yaşamak için yalvarıyor”    The Times:    “Öcalan, ölümsüz bir gerilla lideri değil, yaşamı için pazarlık eden zavallı bir insan görünümündeydi.”    Le figero:    “Öcalan, yargıçlar önünde çaresiz ve zavallıydı.”    Liberastion:    “Öcalan’ın olağan dışı itirafları.”    La Stampa:

Page 231: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

    “Beni idam etmeyin, Türkiye’ye hizmet edeceğim.”    Corriedella Sera:    “Öcalan; Beni öldürmeyin”    La Soir:    “Öcalan kellesini kurtarmak istiyor.”    Hal böyle olunca bazı Kürt çevrelerinin hâlâ gerçeği kabullenmemekte direnmeleri, A.Öcalan’ı bir kahraman gibi lanse etmek istemeleri aykırı bir tutumdur. Kuşkusuz bunun nedenlerini bilmek herkesin hakkıdır. Öncelikle de en çok adına olur olmaz konuştukları Kürt halkının hakkıdır.     Bilindiği gibi, 1996 yılında yeniden “şehit ticareti”ne yatırım yapan Öcalan, bu kez mezarları “kıblegahlar, kutsal mağbetler” haline getirmişti. PKK’lileri güç almak amacıyla buraları ziyaret etmeye, secdeye kapanıp, af dilemeye davet ediyordu;    “Biliyorsunuz, Kıblegahlar, kutsal mağbetler ve onların içinde kutsal tanrı veya tanrıçalar vardır. Onların ardılları, onların mensupları uygun günlerde gidip bu mabetlere kapanırlar, secde ederler, yalvarır-yakarırlar,”af et” bizi diye. Böyle yoldaşlar öyle yoldaşlardır. Bir mabete gider gibi huzurlarında eğileceksiniz, secdeye kapanacaksınız, af dileyeceksiniz ve güç alıp kendinizi temiz kılacaksınız.” (100)    A.Öcalan daha sonra bunun bir benzerini mahkemede yapıyordu. Mezarların başında değil ama, duruşma heyetinin karşısında secdeye kapanıyor, Türklüğün, cumhuriyetin ve “şehit anneleri”nin karşısında eğiliyor, af diliyordu. Bu arada cumhurbaşkanı ve başbakana hürmetlerini bildirerek hükümetin pratiğine övgüler dizmeyi de ihmal etmiyordu. Bir anlamda, Suriye’den kurtarılışına duyduğu minneti dile getiriyordu. Hatta sınırların Kuzey Irak’a doğru genişletilmesinin gerekliliğinden dem vuruyordu. “Yakalandığımda da Türk bayrağına karşı saygımı öperek gösterdim” diyordu. Kamuoyuna “şirin ve sevecen” bir görünüm vermek için elinden gelen herşeyi yapıyordu. Bütün bunlara rağmen ”havasından” birşey kaybetmediği görünümünü de vermek istiyordu. Zaman zaman ABD ve uşaklarının arenasında dövüşen Gladyo olduğunu hatırlatmayı da ihmal etmiyordu. Bu nedenle olsa gerek, “önemli” biriymiş gibi davranıyor, herkesi bir yerlerle bütünleşmeye çağırıyordu.     Oysa önceleri hapishanelere düşen herkes için “ölmeyi” şart koşmuş, karanlık güçlerin planlarını başarıyla uygulama pahasına militanlarına intihar saldırıları önermişti;    “Kendinizi atom kadar patlatacak noktaya getireceksiniz. Ufak bir patlatıcıyı bile elinde patlatıp sonunuzu getirirken, değil bunu kendinde patlatmak bütün düşmanca yönelimlerin üzerine patlatabilecek bir düzenlenmiş, müthiş kendi içinde örgütlenmiş, iradeye, ifadeye kavuşmuş, tarza, tempoya ve muazzam bir stratejik güç kadar, taktikleşmiş güncel savaşımı başarıyla kendisinde yürüten bir taktik kişiliğe ulaşmış kişilikten, militandan bahsediyoruz.” (101)    Demokrasi ve özgürlük uğruna kavga verenler onurludurlar. Haksızlıklar ve baskılar karşısında düşüncelerini inatla savunurlar. Düşüncenin, idealin, yani bir amacın insanlarıdır. Amaçları çıkışlarını belirler, çıkış biçimleri de amaçlarına ulaşmak içindir. Barış ve demokrasi tutkusu onların en büyük silahıdır. Ama Öcalan için bunları kim söyleyebilir? Yukarıdaki sözler Öcalan’ın sözleridir, bir başkasının değil. PKK’de ölümün evliyalığı getirdiğini sıkça tekrarlamış, sıra kendine geldiğindeyse “şaka ettim” diyebilmiştir. Kaldı ki, kimse kendisinden parçalanmasını da istememiştir. Ama açık söylemek gerekirse, etrafında kümelenen kandırılmış insanlar, yerlere kapanmasını da hiç beklememişti. En azından düşüncelerini koruyacağına ve şimdiye kadar söylediklerini savunacağına inanmışlardı. Ama onurunu koruma kavgası onurlu insanlara özgüdür. A.Öcalan’ın ise böyle bir sorunu hiç bir zaman olmamıştır. Koruyacağı onuru dün de yoktu, bugün de yok. O, emperyalistlerle, yani halk düşmanlarıyla kolkola olmanın gereklerini yerine getirmişti. 15-16 yaşındaki çocukların karakollarda işkence gördükleri ve işkencecilerin yargılanması için mahkeme salonlarında koşuşturdukları bir dönemde Öcalan’ın, polisin saygılı davranışından sözetmesi onun nasıl yaman bir hain olduğunu gösteriyor.     Acaba onun bu tutumunu gördükten sonra, kendini elinde bombayla parçalayacak ve masum insanların kanını dökecek uşaklar, yani, “anormal duygu ve iradenin” sahibi şirra-virralar çıkacak mı? Hiç sanmıyorum.     Tekke düşmüş, kel görünmüştür.

Page 232: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

    Gladyo örgütlenmesinin sonu gözükmüştür.                                                                                         Ekim 1999                                                              KAYNAKLAR  (1) Serwebûn, Kasım 1996, s.13 (2) Abdullan Öclan’ın uçakta yaptığı ilk konuşmadan. (3) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 253 (4) Abdullah Öcalan’ın sözlü savunmasından. (5) MED-TV, 98-4-10 (6) Nokta, 5 haziran 199 (7) Abdullah Öcalan’ın sözlü savunmasından. (8) Abdullah Öcalan’ın sözlü savunmasından (9) Abdullah Öcalan’ın PKK’nin 19 Kuruluş yıldönümünde MED-         TV’de yaptığı konuşmadan.(10) Abdullah Öcalan’ın PKK’nin 19 Kuruluş yıldönümünde MED-         TV’de yaptığı konuşmadan.(11) Abdullah Öcalan’ın PKK’nin 19 Kuruluş yıldönümünde MED-        TV’de yaptığı konuşmadan.(12) Abdullah Öcalan’ın PKK’nin 19 Kuruluş yıldönümünde MED-        TV’de yaptığı konuşmadan.        (13) Yalçın Küçük’ün PKK’nin 19 kuruluş yıldönümünde Öcalanla        MED-TV’de yaptığı konuşmadan.(14) Hürrüyet, 19 Kasım 1997, s. 17(15) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi(16) Abdullah Öcalan, Kadın ve Aile Sorunu, s. 259-260(17) Serx sayı 17, s. 9(18) Weşanên Serxwebûn, Örgütlenme Üzerine,s. 212(19) Weşanên Serxwebûn, Örgütlenme Üzerine, s. 222(20) Weşanên Serxwebûn, Örgütlenme Üzerine, s. 216(21) Weşanên Serxebûn, Örgütlenme Üzerine, s. 200(22) Öcalan’ın ifade tutanağından(23) Serx,sayı 41. S. 7(24) Serx.sayı 49,s. 21(25) Serx.syı 41, s.14(26) Serxwebn, sayı, 54, S. 8(27) Kürdistan Ulusal Kurtuluş Problemi ve Çözüm Yolu, s.140(28)Serxwebûn, sayı 49, s. 15(29) Serxwebûn, sayı, 42, S. 6-7(30) Serxwebûn sayı, 65, s.13(31) M. Karasungur yoldaşın Anısına, s. 23(32) Berxwedan, Temmuz 1987, s. 3(33) Serxewebûn, s, 50, s. 15(34) Serxewebûn, sayı, 44, s. 7(35) Serxewebûn, sayı 42, s. 6(36) Serxewebûn, sayı.49 sayfa. 5(37) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 176(38) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s.176

Page 233: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

(39) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s.177 (40) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi,s.165(41) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi,s. 161(42) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi , s.187-188(43) Serxwebûn Nisan, 1996, s.17 Apo, Ortadoğu’da PKK’siz        Çözüm ve Demokrasi Mümkün Değildir(44) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s.113(45) Abdullah Öcalan,Devrimin Dili ve Eylemi, s.111(46) Abdullah Öcalan,Devrimin Dili ve Eylemi, s.155(47) Abdullah Öcalan,Devrimin Dili ve Eylemi, s.181(48) Abdullah Öcalan’ın MED-TV’de PKK’nı 19’cu kuruluş        yıldönümünde’de yaptığı konuşmadan.(49) Abdullah Öcalan, Dev rimin Dili ve Eylemi, s. 56(50) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 246-247(51) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 56-57(52) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 57-58(53) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 60(54) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 61-62(55) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 63(56) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 62(57) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 78-79(58) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 79-80(59) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s.112(60) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s.112(61) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s.100(62) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi , s.111(63) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi , s. 113(64) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s.183(65) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s.183(66) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi , s.183(67) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 183(68) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi , s. 275(69) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 275(70) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 261(71) EL Vasat, Nisan 1998, A Öcalan'la röportaj           (72) EL Vasat, Nisan 1998, A Öcalan'la röportaj(73) EL Vasat, Nisan 1998, A Öcalan'la röportaj(74) EL Vasat, Nisan 1998, A Öcalan'la röportaj(75) EL Vasat, Nisan 1998, A Öcalan'ın röportaj(76) Abdullah Öcalan,Savunma, Kürt Sorununda Demokratik       Çözüm Bildirgesi, s.143(77) Serxwebûn, Haziran, 1996, s. 6(78) Serxwebûn, Haziran, A.Öcalan, Merkez Yönetim ve        Sorunlarımız, 1996,s. 7(79) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi,s. 329(80) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi,s. 252(81) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi. s. 286(82) Serxwebûn, Kasım,1996, s. 7(83) Serxwebûn, Nisan, Abdullah Öcalan, Nasıl Savaşmalı,         1996, s. 25.) (84) Mahir Sayın, Erkeği Öldürmek. Abdullah Öcalan Ne        Diyor, s, 66-67(85) Serxwebûn. sayı, 55, s, 4(86) M.Karasungur Yoldaşın Anısına. s.18

Page 234: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

(87) Devrimin Dili ve Eylemi. s, 252(88) Dördüncü kongre kararlarından.(89) Serxwebûn, sayı, 51, s, 9(90) Abdullah Öcalan’ın sözlü savunmasından.(91) Abdullah Öcalan, Kürt Sorununda Demokratik Çözüm         Bildirgesi, s. 96 –97(92) Serxwebûn, sayı 49, s. 6(93) Abdullah Öcalan’ın sözlü savunmasından.(94) Abdullah Öcalan, Savunma, Kürt Sorununda Demokratik        Çözüm Bildirgesi, s.162-163(95) Abdullah Öcalan, Savunma,Kürt Sorununda Demokratik        Çözüm Bildirgesi, s. 158-159(96) A.Öcalan, 12 Eylül Faşizmi ve PKK direnişi,s.(97) Abdullah Öclan’ın sözlü savunmasından(98) Weşanên Serxwebûn, Kürdistanda Zorun Rolü, s.173(99) Abdullah Öcalan’ın sözlü savunmasından.(100) Serxwebûn, Temmuz, 1996, s.14(101) Serxwebûn, sayı,194, s.14        

ISBN-91-631-2343-6    

İÇİNDEKİLER İsmail Beşikçi’nin Kan Görme arzusu.....................2 Beşikçi Fenomeni Bir Burjuva Yutturmacasıdır........7 1960’lı Yıllar.....................................................11

Kürt Halkının İnkarı...........................................18

Sınıflar ve Siyasal eğilimleri................................25 Kürt İsyanları ve Özellikleri.................................40 12 Eylül Darbesi................................................47

Sivil Siyasal İktidara Geçiş ve Apocu Provakasyonlar........................................57 Ekonomik ve Siyasal Uygulamalar........................72 Kürt Halkını Bitmiş Gösterme ve Aşağılama...........76 

Page 235: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Beşikçi’nin İradi Zorlamaları.................................84       İsmail Beşikçi’nin 27 Kasım 1998 yılında Serxwebun’ da yayımladığı kin ve nefret duygularını dile getiren yazısına karşı yanıt veren aşağıdaki makaleyi, Kasım 1998’de kaleme almıştım. Kısa olan bu makalede bir çok konuyu ele alıp irdeleme elbette olanaksızdı. Sadece duruşunun resmini çizmekle yetinmiştim. Makalemi, Beşikçi’nin ideolojik ve politik duruşunu biraz daha detaylandıran bu kitabıma önsöz yerine eklemeyi uygun gördüm. Kürdü Kürde kırdıran terörün yanında niçin ve nasıl yer aldığını tüm açıklığıyla ortaya koymak gerekir. İttihat ve Terakki’ci görüş ve düşünceleri en sinsi yöntemlerle savunarak, halklar arasında kin ve nefreti yaygınlaştırmaya çalışmanın kimlere hizmet ettiği açıkça ortadadır.   

İSMAİL BEŞİKÇİ’NİN KAN GÖRME ARZUSU 

     Uzun uzadıya bu bayın hayat hikayesini kaleme alacak değilim. Sadece 27 kasım 1998’de Serxwebun’da yayımlanan kin ve nefret dolu bir makalesine kısaca değinmekle yetineceğim.     Bu bay kendini o kadar meşhur görüyor ki, ne yere, ne göğe sığası gelmiyor. Dağları, tepeleri ‘ben yarattım’ diyor. Bu nedenle arkasına almış korumalarını, abasını atmış omuzlarına, eline sıkıştırılmış bastonuyla sokakları, caddeleri vs. şakşakçılarına dağıtıyor. Ama her şeyin ‘güzelini’ ve ‘değerlisini’ de adına kaydettiriyor. Hem ‘Kral’ hem ‘Tapu Sicil Memuru’ ‘benimdir’ diyor. Tarafından keskinleştirilmiş bu ve benzeri ünvanların adamı olduğu artık herkesçe bilinmektedir. Daracık dünyasında kurduğu ve yaşadığı, aynı zamanda malum odaklarca koruma altında tutulan tek kişilik ‘ülkesi’ ne kadar süre daha yaşar bilemiyorum. Ama unutmasın ki, bayın kurduğu küçük hayali dünyanın dışında yaşanılan kocaman bir gerçek dünya vardır.    Zaman zaman da küçücük ‘ülkesi’yle yetinmeyip ve kendine atfettiği ayrıcalıkları az bularak ona buna saldırmaya kalkışmakta. Bu cesareti gösterirken de malum dayıları tarafından dürtüklendiğini inkâr etmemekte. Bilinen odakların emir komutası altında tasnifler yapmanın ve bunu da gizlemenin kolay olmadığını söylemeye gerek yok.     Bağlandığı karanlık güçler tarafindan çakar-almaz namluya sürülmüş mermi misali hedeflere yönelip duruyor. Kime, niçin, neden yöneldiğinin bilincinde. Bu nedenle de zaman zaman masum rolü oynamaya kalkışarak yüklendiği görevi örtülemeye çalışmakta. Evet, bunlar keskinleşmiş, keskinleştirilmiş tespitlerdir. Bu tespitlere karşı çıkacağını hiç sanmıyorum. Zaten tercihlerini baştan beri bu yönde kullanmıştır.    Bay Beşikçi ‘ünlü oldum’ diyor. Ne zaman, nasıl ve neye göre ‘ünlü’ olduğunu ise belirtmiyor. Niçin ve neden ‘ünlü’ olduğuna bir türlü açıklık getiremiyor. Temcit pilavı gibi ikide bir öne sürdüğü ‘yattım’, ‘uzun yıllar yattım’ söylemiyle yetinmekte. Yattığı doğrudur da, kim adına ve niçin yattığı önemlidir. Yatışlarına her seferinde vurgu yapması aslında nasıl kullanıldığının kesinleşmiş bir başka ispatıdır. Bu noktada Aziz Nesin’in, sadece edebiyatta değil, siyasi alanda da ne kadar ileri görüşlü olduğunu bir kez daha anmadan geçemiyeceğim.   Beşikçi’nin durduğu zemin görünenden daha da beterdir. Sosyolog ve bilim adamı oduğunu iddia eden Beşikçi’nin bugüne kadar, bırakın uluslararasında geçerli olan, Türkiye’de dahi geçerli olabilecek tek bir araştırma ve incelemesi yoktur. Elbette Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de sosyolog olarak önplana çıkma, uluslararası alanda kabul görecek eserler ortaya çıkarma zordur. Bay bunun bilincindedir. O zaman geriye isminden bahsettirmenin, çok gerilerde olduğu halde önplanda olduğunu göstermenin bir yolu kalmakta; meydanlarda takla atarak cambazlıklarda bulunarak karanlık güçlerin elinde ince elekten geçirilmiş strateji ve taktiğin sözcülüğünü yapmak.     Bu derece keskinleşmiş tespitlerde bulunurken, elbette bahsettiğim bayın, kendinden başka kimsenin, hiçbir bilim çevresinin iddia etmediği, doğrulamadığı ve doğrulayamayacağı‘araştırma ve incelemeri’nden hareket ettiğimi söylemeliyim.     Bay İsmail, bahsettiğim güçlerin borazancılığını yaparken, hıncını, daha doğrusu, bilimsel verileri temel alarak hareket edememe beceriksizliğini ona buna saldırarak, gereksiz kin ve nefret duygularını etrafa saçarak örtbas etme çabası içinde. Tek telli olma o kadar kaygı uyandıracak bir durum değildir; önemli olan tek telden harikalar yaratma becerisidir. Tek teli çalmasını bilmeyen çok telliyi hiç çalamaz. Ama bay Beşikçi, bunca yıldır bırakın çoktelliye geçişi, tektelliyi bile çalmasını öğrenemedi. Ömrünü tek teli dangır-dungur ettirmekle geçiren Beşikçi, bunca uğraşına karşı bir nağme seslendiremedi. Tezeneyi hâlâ parmaklarının arasına bağlıyarak tutturuyorlar. Bu derece açığa çıkmış beceriksizliği örtülemenin olanağı yoktur.

Page 236: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

    Ama kabul etmek gerekir ki, hocası çok sabırlı, arka vagona hapsedilmiş Beşikçi’nin çıkardığı gürültüden hiç rahatsız değil. Herkes gürültünün nereden geldiğini tespit etme gayreti içindeyken, hocası lokomotifi istediği yöne rahatça sürüyor.     Bu arada asistan Beşikçi parmaklarını tek tel üzerinde gezdirirken, birden ‘Buldum’ diye ortalıkta takla atmaya başlıyor. Onlarca yıl sonra da olsa hocasından kopya yapmayı nihayet akıl erdirebilmiş!...    Beşikçi ‘buluşunu!’ açıklıyor: ’Duyduk duymadık demeyin ey ahaliiii... Çetin Güngör, Resul Altınok ve de Baki Karer ‘MUHBİRDİİİİİR!..’ ‘Çetin Güngör ve Resul Altınok öldürüldüler, oh oldu, yakında Baki Karer’in ve daha nicelerinin de öldürüldüğünü size müjdeleyivereceğim...’ ‘Öldürün, öldürün, daha çok ceset ve kan görmek istiyorum’ diye bağırıp durmakta. ‘İki-üçbinler yetmez, onbinlerin kurşuna dizilmesini istiyorum’ diye sağa sola buyruklar gönderip duruyor. Sadece sokak çığırtkanlığıyla da yetinmemekte; devrimcilere karşı kahpece sıkılan kurşun haberleri geldikçe sevinçten dört köşe olmakta; çılgınlaşmakta, her geçen gün daha bir saldırganlaşmakta.Tüm enerjisini katledilenleri ve katledilmeleri için buyruk verilenlerin tasnifini yapmaya sarfettiğini bağırıp durmakta. Yıllar boyu tek telliyi dangur-dungur ettirmenin verdiği pisikolojik bozukluğun ulaştığı son aşama budur. Özgür, bağımsız düşünerek değerler yaratma becerisi olmayanların varacağı nokta budur. İşte bay Beşikçi böylesi noktaların simgesidir.     Beşikçi’nin böylesine çılgınca sergilediği davranış biçimini biraz daha irdelemekte yarar var: Bilindiği gibi ırkçılık modern toplumlarda, yani sanayi toplumuna geçişle birlikte ortaya çıkmış ruhsal bir bozukluktur. Bu ruhsal bozukluğun altında yatan nedenleri araştırmak ve ortaya çıkarmak daha çok psikologların görevidir. Beşikçi çok soy-sop, köken sorunuyla ilgilenmesinden olacak ya da aidiyet ilişkileri içinden çıkamamanın getirdiği çözümsüzlükler sonucu bir çok ırkçı davranış biçimleri göstermeye başlamıştır. Bu davranış biçimlerinden biri de, nefret ve intikam duygularıdır. Nefret ve intikam duyguları da ‘temiz’, ‘saf kan’ ulus yaratma çabaları kadar tehlikelidir. Beşikçi ortaya çıkardığını iddia ettiği projelerine ve bu projeleri doğrultusunda dillendirdiği düşünce kalıplarına karşı aykırı davrananları, daha doğrusu farklı düşünce ileri sürenleri hemen, hiç zaman kaybetmeden ‘Hain’ olarak ilan etmekle kin ve nefretini fütursuzca açığa vurmakta. Ama biliyoruz ki, kin ve nefret duygularıyla hareket edenler, aykırı sesleri, yani farklı düşünce ileri sürenleri sadece ‘Hain’ ilan etmekle yetinmemektedir. ‘Hain’ ilan etme sadece birinci adımdır. Arkasından gelecek ikinci adım, malum ‘katledin’ buyruğudur. Çünkü en ‘doğru’ düşünce kendisine aittir ve bir başkasının doğru düşünce ileri sürmesi ‘olanaksız’dır. İşte bu nedenle Beşikçi, işe önce tasnifle başlamakta ve sonrasında beklenen buyruğunu vermekte;    1-‘Şahadet şerbeti’ içirilenler;yani kafalarına kurşun sıkılarak ve sıktırılarak kahraman ilan edilenler.    2-‘Hainler’ ya da ‘zındıklar’; aykırı, farklı düşünce ileri sürdükleri tespit edilmiş olanlar. Yani verilen mahkumiyet sonucu gaz odalarına gönderilenler ve gazlanmak için sırada bekleyenlerdir.    3-‘Zındık’ ilan edilmek ya da ‘şahadet şerbeti’ içirilmek için sırada bekletilenler. Daha açık bir ifadeyle, kuyrukta bekledikleri için henüz hangi katagoriye alınacakları keskinleştirilmemiş olanlar. Vagondan henüz indirilenler de diyebiliriz bunlara.    İşte böylesi tasnif ve tetkiklerinden sonra ‘keskinleşmiş’ sonuçlara ulaşan bay Beşikçi, tekmil vermek için gönül rahatlığıyla şefinin huzuruna çıkmaya hazır olduğunu ispatlamış oluyor. Huzurda eline bir tokmak veriliyor ve boynuna paslı bir teneke takılıyor övünç madalyası olarak.    Beşikçi, eline tutuşturulan tokmağı boynuna taktığı paslanmış tenekeye vurmaya devam etsin, çıkan paslar sonuçta zehiri olacaktır. KASIM 1998BAKI KARER        

BEŞİKÇİ FENOMENİ BİR BUJUVA YUTTURMACASDIR      İsmail Beşikçi’nin yazılarını hemen her gün bir çok internet sayfasında okumak mümkün. Yaptığı röportajları ve her biri bir öncekinin tekrarı olan makalelerini kitap haline getirip

Page 237: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

yayınlama da cabası. Ama kimse, İsmail Beşikçi gerçekten doğruları mı dile getiriyor diyerek sorgulamıyor. Sosyolojik araştırmalar adına yayınladığı makalelerde ve kitaplarda neleri nasıl dillendirdiği tartışma konusu yapılmıyor. Dillendirdiği çoğu konular günlük yaşamın içinde kaybolup gitmekte. Zaman zaman bazı çevrelerce ve kişilerce eleştirilse de, bu eleştiriler her nedense hakettikleri yankıyı bulamamakta. Elbette bunun nedenleri olmalı. Bana kalırsa, bunun bir nedeni, Beşikçi’nin artık olağan, bilinen görüşlerini sürekli tekrarlamasının, etki alanına almaya çalıştığı kesimde yeterince bezginlik yaratmasından kaynaklanmakta. Bir diğer neden de, araştırma ve incelemeye dayanmayan, daha doğrusu bilimsel temellerden uzak görüşlerinin sınırlı bir çevreyi dahi etkilemekten uzak oluşu bilindiğinden, muhatap alındığında meşrulaşacağı kaygısı. Bir de, sağlıklı tartışma ve eleştiri ortamının hakim duruma gelmesinin önünü kapatmaya çalışan bir çevre var. Bunlar, ‘Beşikçi ne söylerse doğru söyler’ diyen bir kesim. Bilinen bu çevre, Beşikçi’nin, “Kürt” ve “Kürdistan” demesini yeterli görmekte. İleri sürdüğü her görüşü, düşünceyi ‘ideoloğumuzdur’ diyerek yanlışlarıyla, doğrularıyla eleştirisiz kabul etmekteler. İttihat ve Terakki’nin ince elekten geçirilmiş düşüncelerinin topluma şırınga edilmesi onları hiç ilgilendirmiyor. Bunlar, aynı zamanda, görünürde, İttihat ve Terakki’ye karşı olduklarını iddia ederler. Bunun nasıl bir karşıtlık olduğu başlıbaşına irdelenmesi gereken bir konudur.    Malum olduğu üzere Beşikçi, Kürt sorunu üzerine bolca makaleler kaleme almakta, daha sonra bu makaleleri kitaplaştırarak yayınlamakta. Böylece kitaplarının sayısı sanıyorum 25-30’u bulmuş. Ama hangi kitabı okunursa okunsun, bütün kitapları tek bir temayı işlemektedir. Aynı zamanda her kitabı neredeyse birbirine benzer cümlelerden oluşmakta. Beşikçi’nin yazıları, bir gazete ya da ajans hesabına çalışan işgüzar bir muhabirin oturduğu masa başından hiç görmediği, şahit olmadığı bir olay üzerine kaleme aldığı haber metninin dayanılmaz hafifliğidir.  

***    Eleştirilerde bulunurken, Beşikçi’nin bir sosyolog; burjuva dünya görüşünü özümsemiş ve içselleştirmiş bir burjuva sosyoloğu olduğunu her zaman gözönünde bulun duracağım. Ama bu arada, Beşikçi’nin farklı özelliklerine de değinmekten geçemeyeceğim. Burjuva ideologları burjuva ideolojisini savunurken apaçık kimliğiyle ortaya çıkmışlardır ve çıkmaktadırlar. Dile getirdikleri düşüncelerini örtüleme, birtakım kılıflar altında gizleme ihtiyacı görmemişlerdir, görmezler de. Beşikçi’nin farklılığı; utangaç, çekingen olması, yani düşüncelerini apaçık ortaya koyma cesaretini gösterememesidir. Burjuvazinin birtakım uygulamalarına karşı çıkıyormuş gibi davranıp, sonuçta burjuva sistemini meşru gösteren zikzaklı bir yol izler. Bu da son tahlilde bir İttihat ve Terakki kültürüdür, statükoyu meşru gören bir anlayıştır. Bu nedenledir ki, yaşamının hiçbir döneminde bilimsel dünya görüşünü temel almamış, yani diyalektik materyalist düşünceye her zaman yabancı kalmış biridir. Ben de eleştirilerde bulunurken durduğu bu zemini dikkate alacağım. Eleştirilerimde çok fazla kaynağa başvurmayı gerekli görmüyorum. Bazı kitaplarında ve sonradan kitaplaştırdığı birkaç makalesinde ileri sürdüğü düşüncelerden hareket edeceğim. Daha çokta tüm bir dünya görüşünü, dolayısıyla durduğu zemini çok iyi ifade eden 27 Kasım 1998’de Serxwebun’da kaleme aldığı makaleyi temel alacağım. Burjuva sosyoloğu da olsa etik ve moral değerlerinin nasıl ayaklar altına alındığını gösteren bir makale olduğu için temel alacağım. Yani bu makale, bilim adamı olduğunu iddia eden Beşikçi’nin, aynı zamanda etik, moral değerlerini de açığa çıkarmakta.    Beşikçi için ‘Bilim adamı olduğunu iddia eden biri’ dediğimde, bazı çevrelerden ve kişilerden, ‘Hayır, O bir bilim adamıdır’ yönlü tepkiler alıyorum. Bu tepkileri önümüzdeki süreçte de alacağımı bilmekteyim. Ama bu yönlü karşı çıkışları hiçte ciddiye almadığımı ve almayacağımı bir kez daha belirtmeliyim. Nedeni benim için gayet basittir.     İsmail Beşikçi ile kişisel hiç bir sorunum yoktur, ama onun benimle kişisel sorunları varsa orasını bilemem. Beşikçi ile hiç tanışmadım. O beni nereden tanıyor, bilemiyorum. Yazılarımı okuyup okumadığını, düşüncelerim hakkında bir bilgisi olup olmadığını da bilmiyorum. Ayrıca, çok iyi biliyorum ki, Resul Altınok ve Çetin Güngör’ün de bu kişiyle bir tanışıklığı yok. Ama bu zat, hem başsavcı, hem de gıyabta karar veren başyargıç rolüne kendini o kadar alıştırmış ki, karşısında duran herkes için kalem kırıyor. Arkadaşlarım Resul Altınok, Çetin Güngör ve hakkımda baş savcıların kaleme aldığı türden iddianame yazarken hangi kaynaklardan

Page 238: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

yararlandığı konusunda hiçbir bilgim yok. Çünkü ne iddianamesini hazırlarken, ne de yargı kararını açıklarken hangi delillere dayandığını açıklamamış. Kelle avcılığına çıkmış böylesi bir ‘savcının’ ve ‘başyargıç’ın iddia ve kararları beni hiç ilgilendirmiyor.      Benim sorunum Beşikçi’nin savunduğu ideoloji ve durduğu politik zemindir. ‘Bilim adamı değildir’ diyorum ve bu çizginin, anlayışın savunucuyum. Kaldı ki, bu salt Beşikçi’yi ilgilendiren bir sorun değil. Her ne kadar bazı çevrelerce halen tartışılıyor olsa da, sosyoloji bir bilim dalı değildir ve bu noktadan hareketle, Beşikçi’ye bilim adamı denilemez. Sosyoloji burjuvazinin tüm kötülüklerini, gericiliklerini gizlemek için bilimsel sosyalimin karşısına çıkarılmış bir ideolojidir. Derebeyliklerle ittifak halinde iktidara gelmiş korkak burjuvazinin ideolojisidir.     Ayrıca, bazılarının söylediği gibi ideolog olup olmadığı da tartışma konusudur. Bu güne kadar savunduğu metafizik sosyoloji alanında yorumlarıyla da olsa herhangi bir yenilik getirdiğine şahit olmadık. Temsil ettiği ideolojik alanda Kürtlerin reenkarnasyona uğrama tespiti ise, onun bir ideolog olduğunu göstermez. Ayrıca bu, yeni bir ‘buluş’ ya da ‘katkı’ değildir. Kürtleri için ‘Meftun’ tanımlaması ve bahsettiği ‘siyasal önder’in kaburgasından ‘Türeme Kürt halkı’ tespitleri de Beşikçi’ ye ait değildir. Kaldı ki bu alan, Beşikçi’yi değil, bildiğim kadarıyla teologları ilgilendiren bir alandır. Takipcisi olduğu Agust Comte çizgisine yeni bir aşama katettirdiğini, bir şeyler kattığını iddia edemez. Bu anlamda, Beşikçi, olsa olsa ideolojik alanda pozitivizmin basit bir propagandacısı, müridi olabilir. Siyasal alanda ise, İngiliz emperyalizminin ince elekten geçirilmiş politikalarının Türkiye’deki savunucusu durumundadır. Yani İttihat ve Terakki’nin İngiliz yanlısı mandacı kanadının son takipçilerindendir.    Savunduğu metafizik görüşlerin yaygınlaşması için çaba yürüten Beşikçi’yi, ortaya çıktığı koşullardan bağımsız ele alamayız. 1960’larda ortaya çıkmasını tesadüflere bağlayamayız. Bu nedenle görüşlerinin eleştirisine geçmeden önce, ortaya çıktığı koşullara ve bu koşulların özelliklerine kısa da olsa değinmekte yarar var. 

1960’LI YILLAR     1960’lı yıllara gelindiğinde Türkiye’de egemen güçler arasındaki çıkar çelişkilerinin giderek derinleştiğini görüyoruz. Gelişen kapitalizme bağlı olarak küçük burjuvazi de çıkarlarını daha aktif dile getirmeye yöneldi. Sanayide ve tarım alanında işçi sınıfı geçmişe oranla daha fazla yoğunlaştı. Köylülükte ciddi ayrışmalar kendini gösterdi. Egemen güçler arasında ise, tek başına devlet yönetimine egemen olma savaşı kızışmaya başladı. İşte, 27 Mayıs 1960 darbesi, bu savaşımın sonucu olarak ortaya çıktı.     Bu darbe, daha özgür koşullarda gelişmek isteyen sanayi burjuvazisi ile iktidarda etkisi zayıflayan bürok- rasinin ve küçük-burjuvazinin ticaret ve komprador burjuvaziye karşı geliştirdiği bir tepki hareketidir. Gelişen kapitalizm koşullarında bir kenara sıkışmaktan korkan ordu ise, hem siyasal alandaki gücünü eski konuma getirmek, hem de gelişmeye başlayan serbest pazar ilişkileri içinde istediği yeri alabilmek için sürece müdahale etmiştir. Bu nedenle Demokrat Parti döneminde kısmi de olsa saf dışı bırakılma çabalarına tepki duymuştur.     Bu yıllarda bürokrasinin tutumu birçoklarınca ilginç bulunabilir. Bürokrasi daha çok devlet olanaklarını kulla- narak geliştirdiği burjuvazinin kendi insiyatifi dışında güçlenmesini kabul etmeye yanaşmamaktadır. Gelişmenin her aşamasında supap rolü oynamayı sürdürmek istemektedir. Burjuvazi de bürokrasinin sağladığı olanaklarla palazlandığı için bürokrasiye karşı tam bir tavır alamamakta, arayı açmamaya özen göstermektedir. Bu iki kesim arasında böylesi bir bağlılık hem uyumu hem de birbirlerine zıt olmayı getirmekte. Bu güçler birbir- leriyle çıkar çatışması içinde olmalarına rağmen, 27 Mayıs’ın birçok alanda getirdiği olumlu yeniliklerin; demokratik hak ve özgürlüklerde oldukça ileri sayılacak gelişmelerin yanında tavır almışlardır.     Yeni yönetim, toprak reformu dahil bazı reformlara el atılmışsa da ciddi bir sonuca ulaşılamamıştır. Zaten gele- neksel dinci tüccar-eşraf ile arasını pek fazla açmamış, sürekli bir çatışma içine girmekten kaçınmıştır. Ordu, özellikle Demokrat Parti iktidarı döneminde azalan etkisine güç kazandırmış, Milli Güvenlik Kurulu aracılığıyla devlet yönetimindeki söz sahipliğini yeniden sağlama bağlamıştır. Buna rağmen, aradan fazla bir zaman geçmeden, Demokrat Parti’nin devamı niteliğinde olan Adalet Partisi’nin iktidara gelmesini önleyememiştir. Bu bir anlamda 27 Mayıs hareketinin daha çok kırsal kesim tarafından benimsenmediğini

Page 239: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

gösteriyordu. Dolayısıyla Cumhuriyet Halk Parti’sinin katı bürokratik kurallarına ve baskılarına karşı bir tepkiyi ifade ediyordu. Bu duruma yolaçan nedenlerin başında, Demokrat Parti’nin Anadolu’da yenileşme hareketine karşı tepki içinde olan İslamcı kesimi adeta yeniden canlandırmasının yanısıra, yol ve arazi vergilerini kaldırması, ürün taban fiyatlarını yüksek tutması ve önemli ölçüde jandarma dipçiğini azaltması geliyordu.    1960’lı yıllar özel sanayi girişimciliğinin ağırlık kazandığı yıllar olmuştur. Türkiye’de burjuvazinin doğu- şu, gelişme koşulları ve ister istemez anlayışı Batı Avrupa’dan çok farklı olduğu için korkak ve ürkektir. Girişimci değil, pasiftir. Bu nedenle fazla riskli olmayan, büyük kârların her an nakite çevrilebileceği alanlara yönelmiştir. Konut yapımı ve arsa spekülatörlüğü bu yıllarda da ağırlıktadır. Az bir sermaye ile kolay, güvenilir yoldan kâr edilmektedir. Aynı yaklaşım kendini sanayide de göstermektedir. Basit ve kısa yoldan sanayicilik yapılmıştır. İthalatçılığın ve komisyonculuğun ağır bastığı montaj sanayicilik önplana çıkarılmıştır. Çünkü gelişmiş tekniğe ihtiyaç duymadan, yine fazla beyin gücü bulundurmadan az bir sermaye ile kısa zamanda zengin olma hedeflenmektedir. Çizilen çerçeve bu olunca, ne içte ne de dışta kıyasıya bir rekabet yürütme gereksinimi duyulmamıştır. Genellikle yabancı sermaye ortaklı bu sanayiler, doğal olarak makinadan teçhizata, teknik bilgiden mamul maddeye kadar her şeyi dışardan alıp yüksek fiyatlarla pazara sürmüşlerdir. Böylece kazanç yabancı sermaye ile bölüşülmüştür. Bu durum, aynı zamanda, ilerki yıllarda Türkiye’nin yetmiş sentlik dövize ihtiyacının da bir tablosudur. Belirli sahalarda geliştirilen montajcılıkla Türk burjuvazisi belli bir sermaye gücüne ulaşmışsa da, gelişmiş ülkelerdeki sanayi ve sermaye gücü ile karşılaştırılmayacak kadar cüce konumdadır. Resmiyette olmamasına karşın, Düyun-u Umumiye dayatmalarına bu dönemde de boyun eğilmiştir.    Türkiye bu yıllarda yine de bir tarım ülkesidir. Tarım alanında yaşanılanlar, ne yazık ki sanayi alanında yaşanılanlardan daha acıdır. Tüm iddialara, daha doğrusu ısrarlı girişimlere karşın “Avrupa’nın tarım ambarı” olmanın çok uzağındadır. Yapay temelde ortaya çıkan metropollere karşın, toprak reformu yönünde ciddi hiçbir adım atılmamıştır. Büyük toprak ağalarının tarımda makinalaşmaya yönelmesi az topraklı ve topraksız köylüleri metropol kentlere göçe zorlamıştır. İşlenebilir toprağın önemli kesiminde ise küçük üreticilik hakimdir. Yani toprağın aşırı ölçüde bölünmüşlüğünden ötürü yeterli ürün alınamamaktadır, alınan ürünler de sanayileşmiş ülke standartlarının çok altındadır. 1960’lı yıllarda malzeme ve gübre kullanımında artış olmasına karşın, üretimde bir artıştan bahsedilemez.     Tarımın içinde bulunduğu bu durum yoğunlaşan gizli işsizliğin kaynağı olurken, sayıları her geçen gün artan bir tefeci kesimin türemesine neden olmuştur. Büyük ölçüde pazar ilişkilerinin dışında tutulan, adil gelir dağılımından yoksun bırakılan köylüler, devlet desteğindeki tefeciler tarafından insafsızca sömürülmüştür. Osmanlı dönemindeki tefecilik yeniden hortlatılarak köylülüğün beli kırılmıştır. Kısaca sanayide yaşanan karmaşa fazlasıyla tarım alanında da yaşanmış,     Sanayi ve tarımdaki bu oluşumlar toplumsal hareket- liliği birlikte getirmiş, devrimci demokratik mücadele toplumun çeşitli katmanlarını kucaklayıp büyümüştür. Sınıf bilinci gelişen işçi sınıfı sendikal örgütlenmesini güçlendirerek grevler ve protestolar yoluyla iktidar mücadelesinde yeni bir güç olduğunu göstermiştir. Geçmiş yıllara oranla köylülük, bu yıllardaki kadar mücadeleci bir konuma gelmemiştir. İşçi sınıfı artık kendisinin yanında yer alan güçlü bir müttefikle birlikteydi. Mücadeledeki bu yakınlaşma aydınları da etkilemiş, ağır baskı koşullarında içine düştükleri vurdumduymazlıktan sıyrılmalarını, kendilerinden beklenen sorumlulukla mücadeleye yaklaşımlarını sağlamıştır. Gençlik ise bu mücadelenin en hareketli ve korkusuz savaşçısı durumundadır. 68 başkaldırısı bunun en güzel örneğidir. Kısaca işçi sınıfı açısından bu yıllar, diğer emekçi kesimlerin desteğinde sesini güçlü biçimde duyurduğu yıllar olmuştur. Artık mücadelesinde yalnız değildir     60’lı yıllardan bahsedilirken, bazıları Doğu’nun adeta uyuduğunu, Batı’nın da çok hareketli olduğunu iddia eder. Doğu’yu uyuyan bir bölge olarak gösterme resmi ideolojinin uydurmasıdır. Çünkü bir çok uygulamalarına haklılık kazandırmanın adeta zeminini teşkil eder. Ayrıca bu iddia rejimin inkâr politikasının çok sinsice örtülenmesini ifade eder. Sosyal yapının gelişmişlik düzleminde ele alırsak Doğu ile Batı arasında çok ciddi farklılıkların olduğu doğrudur. Batı’da çok öncelerden feodal sistem dağılmışken, Doğu bu yıllarda da feodal sistemin kıskacındadır.

Page 240: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Ama siyasal hareketlilik anlamında kırklı’lı, ellili yıllarda Batı ne kadar uyuyorsa Doğu da o kadar uyuyor. 60’lı yıllarda Batı ne kadar hareketli ise Doğu da o kadar hareketlidir. Yani bu yıllarda en az Batı kadar Doğu da devrimci kavganın içinde aktif olarak yerini almıştır. Doğu’nun devrimci uyanışının bir başka özelliği daha vardır; egemen güçlerin şiddet politikasıyla yaygınlaştırmak istedikleri faşist ideoloji ve şövenizme panzehir oluşudur. Doğu’da düzene karşı çıkış, egemen güçlerin sarfettiği uyutma çabalarına karşı verilen en iyi cevaptı. Bu seferki birlikteliğin geçmişten farklı özelliği, devrimci temellerde yükselmiş olmasıydı. Bu değişimde Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın rolü çok büyüktür.   Bu dönemde işçinin, köylünün, gençliğin, ezilen, sömürülen tüm emekçi yığınların demokratik hak ve özgürlükler için uyanışında ve mücadeleye atılmasında, Türkiye İşçi Partisi’nin öncülüğü ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun rolü tartışılmaz bir gerçektir.     Aynı yılların Avrupa’da da devrimci demokratik mücadelenin yeni boyutlar kazandığı, kitlelerin sola ve sosyalizme kaydığı yıllar olduğunu ve bunların Türkiye’ ye olan etkisini de gözardı etmemek gerekir.    İşçi sınıfı ve emekçiler cephesinde bunlar yaşanırken, sermaye cephesi de boş durmamaktaydı. Kapitalizmin gelişmesi, egemen güçler arasında ayrışmayı derinleştirmişti. Sermayenin büyük bir kesimi küçük bir azınlığın elinde toplanmaya başlamıştı. 1960’yılların sonuna gelindiğinde artık tekelleşmeye yönelmiş bir burjuvaziden bahsedilebilinirdi. Bunlar sermaye ve iktidarını koruyabilmek için devrimci demokrat kesimlere karşı en sert tedbirlerin alınmasından yanaydı. 1960 Anayasasının getirdiği kısmi demokratik hak ve özgürlükleri fazla görmeye ve kısıtlamaya yönelik çabalarını arttırmaya başlamışlardı. Hatta burjuvazinin bir kanadı bu yıllarda sadece ordu ve polis güçlerini yeterli görmeyerek, yedek güç olarak MHP’yi örgütleyip aktif bir biçimde devreye koymuştu. Bu yapay, adeta zoraki yaratılan, kendine güveni olmayan bir burjuvazinin sıkıştığı noktada başvurabileceği çılgınlıkları göstermesi açısından önem- liydi. Yine, ordu içinden çıkmış bir subay tarafından böyle bir örgütlenmenin gerçekleştirilmesi de bir o kadar ilginçti.    Görüleceği üzere bilimsel sosyalizmin en fazla tartışıldığı, sosyalist düşüncenin en fazla yaygınlık kazanmaya başladığı, yani işçi sınıfı mücadelesinin bilimsel temellerde yükseldiği bir dönemde İsmail Beşikçi ortaya çıkmakta ve metafizik düşüncenin yaygınlaşması için çaba yürütmektedir. Nasıl ki, Prens Sabahittin’i ve Ziya Gölkap’ı ortaya çıktıkları dönemden bağımsız ele alamıyorsak, Gölkap’ın ardıcılı olan İsmail Beşikçi’yi de 1960’ların sınıf mücadelesinden bağımsız ele alamayız. İdeolojik alanda pozitivizmle bütünleşmiş İsmail Beşikçi, siyasal alanda da İttihat ve Terakki’yi temsil eder.     İsmail Beşikçi’nin 60’lı yıllardan itibaren verdiği uğra- şı özetleyecek olursak; Özne-nesne ilişkisinde insanı özne olarak görmeyen kaderci bir anlayıştan hareketle, toplumsal yapıdaki değişimleri, dönüşümleri yadsıma, felsefi ve ideolojik anlayışının bir gereğidir.     Burjuva düzenini meşru gördüğü zaten bir sır değil. Reformist çıkışlarla mevcut burjuva sisteminin dayandığı temelleri sağlamlaştırma yönündeki çabalarını pozitif düşüncesinin bir gereği olarak ele almak gerekir. Toplumsal yapıdaki antagonizmalara arkasını dönen bir ütopistden başka bir şey değildir.     Burjuva-milliyetçi bir yörüngede, daha doğrusu etnikeye dayalı ulus-devlet çözümlemeleri, ister istemez farklı kimlikleri, halkları inkârı içerdiğini görmeyecek kadar hiç kimse kör olamaz.     Yukarıda değindiğim ulus-devlet çözümlemesinden hareketle, halklar arası savaş kışkırtıcılığı yaptığını görmemek mümkün değil. Özgürlük ve demokrasinin karşısına dil ve ırk argümanlarını yerleştirdiğine dair düşüncelere hemen her makalesinde rastlamak pek tesadüf olmasa gerek.     Ayrıca, Emperyalist güçlere duyduğu hayranlık bir tarafa, emperyalizmin ‘meşru’, ‘iyiliksever’ olduğu yönünde propaganda ve ajitasyon yapmadığını kimse iddia edemez.     Yurttaş özne olarak kabul edilmediği sürece, böylesi sonuçlara varma kaçınılmazdır. Çünkü özne olmayı salt kimlikle sınırlandırmaktadır. Aslında ulus-devlet anlayışı bir anlamda eski Yunan’da şehir-devlet anlayışıdır. Yani ‘erdemliler’den oluşmuş devlet anlayışı vardır. Aradaki fark, ‘erdemliler’e kimlik vermeden ibarettir. Bu nedenle önderine bolca övgüler dizer.    Bunlar ve benzeri daha bir çok görüş ve düşüncelerine, bahsettiğim yazısından da örnekler vererek, eleştirilerde bulunacağım. Üzerine giydiği taklit marka gömleği çıkartıp olduğu gibi görünmesini sağlamaya çalışacağım.

Page 241: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

     

KÜRT HALKININ İNKÂRI      ‘...Son 20 yıl, daha önceki binlerce yıla nazaran çok daha birikimli, çok daha dolu bir yaşamdır. Son 20 yıl bir bakımdan da, binlerce yıllık yaşamdan çok daha uzun bir yaşamdır. Özgürlük mücadelesi bu sancılı yıllarda gelişmiş, bu süreçte Kürtler siyasal bir özne olarak, yani siyasal istekleri ve iradeleri olan bir özne olarak tarih sahnesine çıkmışlardır.’*    Burada ‘Çıkmıştır’ da kesin bir hüküm var, bir hipotez değil, adeta karar var, karar verme var. Kişinin iradesinin nelere ‘muktedir’ olduğunu gösterme var. Yani kişinin iradesiyle sosyal olayların, toplumsal gelişmelerin belirlenmesi ve yönlendirilmesinin sözkonusu olabileceği iddia ediliyor. Yazarın ‘Tanrı’ olarak inandığı kişinin, bir halkı, isterse tarih sahnesine çıkartmanın, isterse cehennemin dibine kadar yollayabilmenin irade gücü vurgulanıyor. Bu, hırıstiyanlığın cadı avcılığı yaptığı dönemde papazların gücünden çok, antik dönemin tanrı gücünü gösteriyor.     Kürt halkının varlığını ve aynı zamanda iradesi olan özne olduğunu ispatlamak için; Dehak’tan başlayıp Perslerden, Kartacalardan geçip Kasr-ı Şirin’i vurgulayıp birinci dünya savaşında İngiliz emperyalizminin ayak oyunlarından günümüzün Kandil Dağı kuytularından, Şırnak ve Cizre’deki ceset kuyularına kadarki tarihi süreci işlemeye gerek yok sanıyorum. Böylesi bir yola başvurarak gayrı ciddi bir tezi kabullenmiş olurum.     Kürt halkının varlığı bir gerçekse, aynı zamanda bir öznedir, ve de iradesi vardır. Ayrıca özne olmayı salt iradeye bağlama da başlı başına irdelenmesi, eleştirilmesi gereken bir konudur. ‘İradeye bağlama’ diyorum çünkü, yazara göre irade, eşittir silahlı eylemdir. Oysa toplumsal ilişkiler ağı içinde irade ya da irade gösterme çok geniş kapsamlıdır. Kabul etme kadar kabul etmemenin çeşitliliği yaşamın renkliliği kadar zengindir. Eğer bu gün Kürt halkı hâlâ bağında, bahçesinde, evinde Kürtçe konuşuyorsa, bu irade göstermenin bir biçimini ortaya koyar. Kaldı ki, bir halkın var olup olmayışı salt dille ölçülemez. Bir halk dilini konuşamayabilir veya tümden de unutabilir. Dilini konuşmuyor, konuşamıyor diye bir halkın varlığı inkâr edilemez. Bir halk yaşadığı coğrafyada dilini iletişim aracı olarak egemen kılamamışsa, bu, o halkın iradesinin olmadığını ya da irade göstermediğini ortaya koymaz. Bırakalım bir halkı, küçük bir topluluğun, çekirdek ailenin ve kişinin dahi şu veya bu düzeyde bir iradesi vardır. Kaldı ki, irade, düzeyle ilgili ve başlı başına belirleyici bir öge değildir. İradenin, gücün, insiyatifin ortaya koyuluş biçimi yere zamana ve koşullara göre değişir. Ama her koşulda da bir irade, güç vardır.     Gelelim ‘siyasal özne’ olmaya. Yazar da çok iyi bilir ki, siyasal özne olmanın önkoşullarından biri de, siyasal örgütlenme ve önderlik sorunudur. Ama bunu görmemezlikten geliyor ve kendince, toplumüstü statik imgeler yaratıyor ya da yaratmaya çalışıyor. Daha sonra yarattığı imgelerden kavramlar üretiyor ve bunları ‘Tanrı’ nezdinde cisimleştiriyor. Sadece burada kalmıyor; cisimleştirdiklerini bir öge haline getirerek, bu ögeleri toplumsal yapıyı düzenleme görevi ile yükümlendiriyor.    Toplumsal yapının özneleri inkâr edildiği zaman ister istemez ‘Tanrısal’ güçler ortaya çıkartılır. Toplumsal kesimlerin her birinin ideolojik ve politik duruşu farklı- dır. Bu farklılıklar içinden, emekçi yığınlar açısından olumsuz ideolojik ve politik duruşu temel alarak veya ön plana çıkartarak tüm toplumsal kesimleri ifade ediyormuş gibi göstermek, burjuvazinin çıkarlarına hizmet eder. Bu anlamda sorunların çözümü sınfsal temelden bağımsız ele alındığında, egemen güçlere hizmet kaçınılmazdır. Bu nedenledir ki, Kürdü Kürde kırdırma politikasının sonuçlarını, Kürt halkını ‘siyasal özne’ haline getirdiğini ileri sürecek kadar kendinden geçiyor. Ama sözkonusu Beşikçi olursa, makul görmek gerekir, çünkü sosyolojide pragmacılığın varacağı noktalardan biri de budur. Böylesine ‘derin’ tahliller, yoktan var eden ‘Ulu önder’ yaratmanın çabalarıdır.                  ‘Siyasal özne’ olma sorunu üzerinde biraz daha durmakta yarar var. ‘Sizin aradıklarınız Haymana’da yaşarlar’ diyen köylünün mantığıyla hareket edilirse, Kürt halkının tarihini 20 yılla

Page 242: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

sınırlayan ucube bir anlayış ortaya çıkar. Feodal üretim ilişkileri içinde ömrünü karasaban sürmekle geçirmiş bir köylü için sahip olduğu tarlanın sınırından ötesini görememe gayet doğaldır. Ama Beşikçi için aynı şeyi düşünmek her halde safdillik olur. Burada ‘Dağlı Türkleri’, ‘Aslen Türk olup da Kürtlüğe mağlup olmuş’ anlayışını sinsice Kürt halkına içselleştirme uğraşı vardır. Son noktada resmi düşüncenin sınırları içinde hareket etmeyi meşru hale getirme çabasıdır. Kadı Muhammet, Seyit Rıza niçin idam edildiler? Mustafa Barzani keklik avı için 40 yıl dağlarda dolaşmadı herhalde? Yanlışları ve doğruları, dayandıkları sınıf temelleri ayrıca bir irdeleme konusu. Ortaya çıktıkları dönemde, bunların, ister genel, ister yerel düzeyde olsun bir iradeyi temsil etmediklerini kimse iddia edemez.     Tehlikeli başka bir tuzak daha var bu anlayışta; silaha başvurulursa ‘siyasal özne’ haline gelinir, silaha başvu- rulmazsa ‘siyasal özne’ olmaktan çıkılır. Sormak gerekir; bir halkın varlığını silahla özdeştirme, Kürt dostluğu mudur, yoksa düşmanlığı mıdır? Kürt halkının tarih sahnesine çıkışını 1984’le başlatma metafizik düşünme tarzının çok ötesinde bir durumdur.     Yazarın burada dile getirdiği düşünceyi bir başka açıdan, yani tek boyutluluk açsından da irdelemek gerekir. İktidarın tek boyutlu düşünce sistemini, aklınca, fark ettirmeden kabullenme ve kabullendirme çabası vardır. İktidarın ret ettiği, daha doğrusu, ‘Yoktur’ tezini olumlamayı her nedense bir görev olarak kabul ediyor. İktidarın uyguladığı siyasal baskının karşısında alternatif düşünce üretimi yerine, egemen devlet ideolojisini temel alan önermeleri tartışmasız kabul etme sözkonusu. Olumsuzluğu işlevsiz kılacak eleştirel düşünce ileri sürmenin ‘imkânsızlığı’nı ispat etmeye çalışıyor. Düşünce ile gerçek arasındaki bağlantıyı yok saymanın gayreti içinde. Bu nedenle, devletle ya da mevcut sistemle toplumu eşdeğerli görmektedir.    Yani ne yapıp yapıp bir halkı ‘Meftun’ gösterme gayreti verilmektedir. Bir taraf bunu her türlü olanaklarını seferber ederek direk yaparken, diğer taraf da biraz daha geniş viraj alarak ve örtülü yapmakta. Sonuçta aynı noktada buluşulmaktadır. Bilimsel temellerden hareket ettiğini iddia eden birinin öznenesne, özne-irade ilişkilerini birbirine karıştıracağını sanmak biraz saflık olur. Özgücü, özgüce güveni yoketme politikası ve bu yönde yürütülen gayretler yeni değildir.     Böylesi sinsi gayretler, sonuçta, yok saymanın, yok etmenin değişik versiyonlarıdır. Bu versiyonlardan biri- nin daha üzerinde durmak gerekiyor: Son 20 yılı binlerce yıllık geçmişin inkârı temelinde ele alma bir halkın varlık nedenini yok saymayla eşdeğerdir. Bu da sinsi bir yöntemdir. Bir halkı tarihi geçmişinden, geleneklerinden, göreneklerinden, bir bütün olarak kültüründen bağımsız ele almayı masum bir davranış ya da düşünce biçimi olarak kabul edemeyiz. Bir halkın tarihi birikimlerini yok sayma, halkın varlığını yok saymadır. Bu, İttihat ve Terakki düşüncesinden çok tek şeflik dönemine özgü düşünce biçimidir. Her nasıl oluyorsa, ‘yeni baştan ulus yaratma’ veya ‘sil baştan ulus yaratma’ çabaları da diye- biliriz. Yazar da şefine uyarak ‘Çocuklar biraz kendine geldiğinde’ ‘yeni bir ulus’un ortaya çıkacağından ümitli! ‘Eski ulusu’, var olan ulusu beceriksiz, iradesiz gördüğü için, alel acele 15, bilemedin 20 yılda yeni bir ‘ulus yaratma’ sevdasına düşmüş... Ne diyeyim, yaratmak istediği ‘yeni ulus’ hayırlı olsun!... Son 20 yıl ‘Önceki binlerce yıla nazaran’ daha birikimliymiş! Nice Ahmedê Xani’ler, Cizreviler, Cıxerhun’lar vb. çıkmışta haberimiz yokmuş...    İsmail Beşikçi daha bir çok konuda düz mantığı ile hareket ederek olmadık hükümler veriyor. Yazısında, ‘1978 Fis köyü toplantısı, 1972-73 yıllarında başlayan, gittikçe yoğunlaşarak süren çeşitli ilişkilerin, çeşitli aşamaların sonunda gerçekleşmiştir’* demekte. İlişki ve aşamalar konusunda ise tek bir kelime yok. Çok genel ve içerikten yoksun düz mantıktan hareketle laf kalabalığı... Kürt sorunu veya malum örgütlenme konusunda hiç bir bilgisi olmayan birinin dahi masa başında kalemi eline aldığında karalayacağı kelimeler dizisinden başka bir şey değil. Hangi ilişkiler geliştirilmiş, geliştirilen ilişkilerin niteliği neymiş, hangi aşamalardan geçilmiş, her bir aşamanın özellikleri neymiş, bu ilişki ve aşamalarda ortaya çıkan gelişmeler ve bu gelişmelerin birbiriyle bağlantıları, arkasında yatan nedenlerin neler olduğu konusunda en ufak bir bilgi yok. Bunları kaleme alan kişi sosyolog, daha da öte bilim adamı olduğunu söylüyor.    Bahsettiği ‘ilişki’ ve ‘aşamalardan’ sonra, PKK için, ‘Kürdistan’ın ve Türkiye’nin toplumsal yapısını tahlil etmiş, temel toplumsal ve siyasal çelişkileri ortaya koymuş, dost ve düşman güçlerin konumunu saptamış, çelişkileri çözecek güçleri harekete geçirmiştir.’* diyor. Daha doğrusu, bir dizi tespitlerde bulunuyor; ‘Tahlil etmiş’, ‘Çelişkileri ortaya koymuş’, ‘Harekete geçirmiş.’ Görüldüğü üzere her biri bir hüküm, yani kesinlik taşıyor. Sosyolojik tahlilde

Page 243: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

bulunmuyor ya da tez olarak ileri sürmüyor. ‘Tahlil edildiği kabul ediliyor’ ya da ‘Çözüm getirdiklerini iddia ediyorlar’ denmiyor. Kesin tespit yapıyor ve hüküm veriyor. Üstelik bahsettiği ‘keskinleşmiş’ tespit ve hükümler kendine ait değil, yani bir başkasının tespit ve hükümlerini olduğu gibi, hiç bir eleştiriye tabii tutmadan, irdelemeden kabul etme var. Tekrarlıyorum, yukarıda aktardığım paragafdaki tespitler yazara ait değil, bir başkasının, açıkçası, bahsettiği örgüt- lenmenin belirlemelerini, hükümlerini kendisine ait belirlemeler ya da hükümlermiş gibi ileri sürme sözkonusu. Buna bir anlamda hırsızlık denilir. Eğer illâda ‘benim hükümlerim’ diyorsa, o zaman böylesi sonuçlara hangi bilimsel araştırmalar sonucu vardığını da açıklamak zorundadır. Bu konularla ilgili bilimsel araştırmaları yoksa, bunlar ve benzeri sonuçları hangi politik kaygılarından dolayı kabullendiğini açıkca söylemelidir.    Yazarın toplumsal gelişmelere ters düşen hükümlerini bir tarafa bırakarak, bahsettiği yapının ya da örgütlenmenin toplumsal yapıyı tahlil etmiş midir? Yoksa herkesi ‘yok edilmesi gereken güçler’ olarak mı görmüşlerdir? Egemen güçler arasındaki farklılıkları hiçe sayan, küçük burjuvaziyi yok sayan, aydınları bile hain ve ajan gören, işçi sınıfını ‘kendinden geçmiş’ olarak nitelendiren ve sonuç olarak tüm bir halk için ‘alçaklaşmış, hainleşmiş’ nitelendirmesinde bulunanlar için, nasıl olurda toplumsal yapıyı ‘tahlil etmişler’ belirlemesi yapılır? Her şeyden önce bunun izahı yapılmalıdır. Bu nedenle, yazar tarafından kesinleştirilmiş hükümlerin ne kadar havada sallandığını göstermek için zaman zaman 1970’li yılların toplumsal özelliklerine de vurgu yaparak, sınıflar ve siyasal eğilimlerine kısaca değinmekte yarar var. Yine toplumsal yapıyı tahlil ettiği söylenilen örgütlenmenin de, bu sınıf ve tabakalar hakkında verdiği, yazarın da paylaşmaktan çekinmediği hükümleri sergilemek gerekiyor.    

SINIFLAR VE SİYASAL EĞİLİMLERİ     Pazarın dışarıya açılması, pazar için üretimin egemen duruma gelmesi ve tarımda makinalaşmanın yoğunluk kazanmasından ilk etapta olumsuz etkilenen topraksız ve az topraklı köylüler oldu. Kırdan şehre göç hızlandı. Topraktan kopuşu özümseyecek düzeyde sanayileşme sağlanamadığından, göç, daha çok Batının sanayileşmiş büyük şehirlerine yöneldi. Küçük çiftçi ailelerin önemli bir kesimi ise ağalardan, toprak ve ticaret burjuvalarından aldıkları kredilerin altında sürekli ezilir hale geldiler. Öyle ki, bazı yörelerde bu borçlar neredeyse nesilden nesile geçer oldu. Ağaların, aşiret reislerinin, ticaret burjuvazisinin vb. özellikle de devlet bankalarından aldığı krediler yatırımcılıkta değil, esas olarak tefecilikte kullanıldı. Bu gelişmelerin yanısıra, bir de hızla artan nüfus oranı gözönüne getirildiğinde, yoksullaşmanın ne kadar ciddi boyutlarda olduğu kendini gösterir. Bu kesim, demokrasi ve özgürlük taleplerinin hayata geçirilmesinde işçi sınıfına en yakın duran bir kesimdi. Fabrikalarda, büyük çiftliklerde ve genel hizmetler sektöründe yoğunlaşmış işçi sınıfı nicel olarak az olmasına karşın devrimci mücadelenin en dinamik gücü konumundaydı. Bir de henüz köylülükle ilişkilerini tümden koparmamış ve sürekli işçi olmayan mevsimlik işçilik yoğundu. Bunlar daha çok Batının metropol kentlerinde geçici iş bulma olanağına sahip olup sigorta ve diğer sosyal güvencelerden yoksun çalıştıkları bilinmekte.    Gelişen kapitalizm koşullarında, kırda küçük mülk sahiplerinden şehirlerde esnaf ve zanaatkarlardan, devlet bürokrasisinde yer alanlardan aydınlara dek, geniş bir yelpazeyi kapsayan küçük burjuva kesimi var. Yapısı gereği çok karmaşık özelliklerinden dolayı kaygan, değişken bir yapıya sahip olduğunu biliyoruz.    Geçmişin klasik elsanatçılığı ve zanaatçılık 70’li yıllara gelindiğinde hemen hemen ortadan kalkmış duruma gelmişti. Feodallerden ve ticaret burjuvalarından veya bunların aracılığıyla bankalardan alınan kredilerle giyim, gıda vb. yanısıra birçok meslek dallarında servis işi yapan işyerlerinin başında esnaflar gelir. Kıyasıya bir rekabet ortamında bunlar herhangi bir güvenceye sahip değillerdi. İstikrarsız ekonomik yapı içinde korku ve panik, esnafın günlük doğal yaşamının bir parçasıydı. Artan faizler karşısında aldıkları kredileri dahi ödeyemeyecek durumdaydılar. Yükselen enflasyonla birlikte kitlelerin alım gücü zayıfladığından, çoğu esnaf, çareyi “deftere yaz”da bulurken, bu yöntem daha fazla borçlanmalarına yolaçmıştır.

Page 244: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

    Ayrıca, devlet idari birimlerinde yer alan memurlar, serbest meslek sahibi avukatlar, doktorlar, mühendisler vb. küçük burjuvazi içinde her geçen gün nicel olarak yoğunlaşan kesimlerdi. 1960’ların ortalarına kadar üniversitelerde okuma, hatta ortaokul ve liseyi bitirme daha çok feodal bey, aşiret ve dini reislerin çocuklarıyla sınırlı iken, sonraları işçi ve diğer emekçi kesimlerin çocukları da okuma fırsatı bulabildiler. Yaygınlaşan köy ve yatılı bölge okulları, enstitüler ve üniversiteler sayesinde oldukça yüksek sayıda öğrenci gençlik ve aydın oluştu. Geçmişte avukat, doktor vb. olanlar tekrar bölgelerine döndüklerinde aşiret ilişkileri içinde sıkışıp kalırken, 1960’ ların ortalarından itibaren önemli bir kesim, devrimci düşüncenin emekçi kitlelere götürülmesinde ve bu kitlelerin örgütlü hale getirilmesinde rol almaya başladılar. Zaten demokrasi mücadelenin başarıyla sonuçlanabilmesi için işçi sınıfının yedeğe almak zorunda olduğu güçlerden biri de, küçük burjuvazidir. Küçük burjuvazinin yoğunlaşması bir anlamda gelişen kapitalist ilişkilere paralel olarak feodalizmin çözülmesi ve geniş bir kitlesel yelpazenin feodal-aşiret ilişkilerinden bağımsızlaşması demektir.     Bu arada genel olarak küçük burjuvazi, özellikle de aydınlar üzerine bilinen “dehşetli” görüşleriyle kafa kargaşalığı yaratmayı amaç edinmiş Apocuların, soruna bakış tarzına değinmekten geçemeyeceğiz.    Bunların devrimci sınıf mücadelesiyle, demokrasi kavgasıyla uzaktan yakından ilgileri olmadıkları gibi, demokrasi güçlerinin önüne nasıl engel oldukları da biliniyor. Bayların iddia ettiği gibi küçük-burjuvazi, “bitmiş” değildir. Tam tersine sosyal, sınıfsal bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Milyonları bulan bu kesimin varlığı görmemezlik edilemez. Baylar böylesine kesin bir dille devrimci mücadelenin en büyük yedek güçlerinden birini inkâr ederlerken, herhâlde kendilerinin ‘ez gelmişkerem, ez gitmişkirem’ konumuna düşmüş olmalarıyla karıştırmaktadırlar. Çok geniş bir yelpazeyi kapsayan küçük burjuvazinin içinde şu veya bu oranda çıkarı feodal ve aşiret reisleriyle işbirliği yapmadan yana olanlar vardır. Ama bu bir avuç kesimi genelleştirme doğru bir anlayış değildir. Çok zor koşullar altında yaşam sürdüren birkaç dönüm toprak sahibi bir köylü ailesini veya bakkalcıyı “ajan”, “hain” diye nitelendirip, “ortadan kaldırılmaları gereken güçlerdir” fermanıyla haklarında ölüm kararları çıkarmak, ancak ve ancak provokatörlere özgü olan, işçi sınıfı düşmanlarının saflarını zenginleştiren, güçlendiren bir anlayıştır. Küçük mülk sahibi çifcilerden, esnaflardan, devlet bürokrasisinin özellikle alt düzeyinde görev yapan devlet memurlarından, doktor, avukat vb. serbest meslek sahiplerine dek çok geniş bir yelpazenin güçlü devrimci bir potansiyeli teşkil ettiği görmemezlikten gelinemez. Asimilasyon politikasına karşı durma adına, özellikle aydın düşmanlığı yapmalarına anlam vermek ise hiç mümkün değil. Kaldı ki, Batı’da durum Doğu’dan pek de farklı değildir. küçük burjuvazinin genelde egemen güçlerle sıkı ekonomik ilişkiler içinde olduğu bilinen bir gerçektir. Kapitalist ekonomik ilişkilerde farklı beklentiler içinde zaten olunamaz. Ama önemli olan bu iki güç arasında çelişkilerin varlığıdır. Çelişkilerin derinliğine ve kapsamına göre küçük burjuvazi tavrını zaman zaman işçi sınıfından yana koyabilmekte. Diğer etkenlerle birlikte böylesi bir anı akıllıca değerlendirme devrimcilerin görevidir. Sosyal sorunların çözümünün sihirli değneklerle yapılamayacağını Apocular da gayet iyi bilmektedir. Ama halka karşı düşmanca görevlerini yerine getirmekle sorumlular.    Eğitim ve öğretimin bir toplumun aydınlaşmasında ne kadar önemli olduğunu söylemeye gerek yoktur. Eğitim-öğretim, gelişen toplumsal koşullarda zorunlu ve sürekliliği gerektiren bir sorundur. 21’ci yy. birkaç yıl kalmış günümüz koşullarında birçok ülkede en gelişmiş teknolojilerle bu sorun çözümlenmeye çalışılırken, ülkemizde içler acısı bir durumun yaşandığı tartışılamaz. Okuma-yazma bilmeyenlerin oldukça kabarık olduğu koşullarda, öğretime, genel olarak toplumun aydınlanma sorununa tek yönlü bakılmamalıdır. Demokratik ve özgür bir ortamın olmayışından hareketle, Kürtçe öğrenim olanağının olmadığını söyleyerek, sorunu geleceğe bırakma tehlikeli ve aynı zamanda çağdışı bir anlayıştır.    Devletin kendi çıkarları doğrultusunda uyguladığı, daha doğrusu dayattığı bir program vardır. Bu asimilasyonu içermektedir; Kürt halkının tarihini, kültürünü vb. hiçe sayan, halkı kendine yabancılaşmasını temel alan, Türk dilini ve kültürünü egemen kılmayı amaçlayan bir eğitim-öğretim sistemidir. Dayatılan bu programla, bir halk gerçekliğinin inkârı temelinde ırkçı ve şöven ideoloji yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Zenginlik kaynaklarının sosyal dağıtımı örtbas ediliyor. Kürt halkına dayatılan yoksulluğu, sefaleti “Dağlık bölge” gibi masallarla gizleme amaçlanıyor.

Page 245: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Aslında Doğu ve G.Doğu sözkonusu olduğunda altyapı ve her türlü sosyal hizmetlerin götürülmesi bilinçli olarak geciktirilmekte, hatta zaman zaman da engellenmektedir. Ama tüm bunlar, madalyonun bir yüzüdür. Diğer yüzü ise, devlet yönetiminin gösterdiği olağanüstü karşı çabalara rağmen, bölge halkının da demokrasi mücadelesinde “ben de varım” demesinin artık engellenemez konumda olmasıdır. Beklentileriyle orantılı başarı sağlayamadıkları bir gerçektir. Kürt halkında okuma-yazma oranı arttıkça ve aydınlaşma daha ileri boyutlar kazandıkça, aydınla geniş halk yığınları arasındaki fark azaldıkça, halkın her yönüyle içinde bulunduğu koşullara bakış açısı da değişmekte; sorgulamakta, sorunların çözümü yönünde düşünceler geliştirmekte ve dünya ile ilişki içine girmektedir. İşkenceyi, hapishaneyi, sorgusuz infazı ve her türlü baskıyı göze alarak demokrasi ve özgürlük kavgasına daha bir bilinçlice ve cesaretle atılmaktadır.    Gerçekler bu kadar ortadayken, “Kürtçe eğitim ve öğretim yapılmıyor,” bahanesiyle okulları dinamitlemeyi, öğretmenleri öldürmeyi kendine prensip edinmiş Apocular, keçi çobanlarından oluşmuş bir toplum yaratmayı amaç edinmiş olduklarını saklamamaları gerekir. Kaldı ki, kürtçe eğitim ve öğretimin bugünkü Türkiye ve dünya gerçekliğinde geçerliliği de tartışma konusudur. İster Kürt, ister Türk, kim olursa olsun, hiç kimse dünyadan soyutlanmayı kabul edemez, nitekim de etmemektedirler. Ama bu, Kürt dilinin, edebiyatının ve kültürünün gelişip serpilmesi yönünde mücadele verilmeyeceği anlamına gelmez. Yani sorun, salt bir dil sorununa takılamaz. Bir avuç garip grupcuklar milyonlar adına hareket etme özgürlüğüne sahip değildir. K. Irak’taki uygulamalar da buna en açık örnek oluşturmaktadır. Açıkçası, Apocuların bu tutum ve davranışlarıyla kimlere hizmet ettikleri ortadadır. Bunlar uzay çağında Ortaçağ karanlığını özlediklerini “Aryen halk olma bilinciyle” dile getirmekten başka bir şey değildir. Bir devrimci örgütlenmenin amacı, karşı tarafın yönelimlerini çok yönlü, hemen her alanda kapsamlı bir mücadele gelişti- rerek boşa çıkarma olmalıdır. Ama Apocuların cesaret, emek, kültür, bilgi ve bilinç gerektiren böylesi uğraşlarla nasıl alay ettikleri bilinmekte.     Bayların özlemini duydukları eğitim sisteminin üzerin- de uzun uzadıya durmaya gerek yok. Aşağıdaki satırlar her şeyi anlatmaya yeterlidir;    “Biz her bireye kendine özgü ve bir halkın yüce çıkarlarının gerisinde seyreden ne kadar derdi, kıvancı, üzüntüsü, sevinci varsa, hepsini...feda edebileceğini dayattık”     “Çocuklar biraz kendilerine gelip oyun oyamaya başladıklarında bu bilinç ve ruhla büyütülmeli” (Serx. Sayı. 51. s,12)    Henüz ismini koyamadıkları insandan başka bir mahlukat beklentisi içinde olduklarını söylemekteler. Ortaya çıkartacaklarını iddia ettikleri bu ne idüğü belirsizlerle sınıfsız bir toplum yaratacaklarmış! İlk denemelerini Kandil’de kurdukları dergâhta yaptıklarını, bu nedenle insani bir varlık olmadıklarını ispat için her türlü vahşilikleri sergilediklerini biliyoruz. Eğitim sistemlerine uyum sağlamada zorluk çeken çocukları niçin katlettikleri de böylece açığa çıkmış oluyor.     Baylar aynı sekter bakış açılarını, Kürt egemen güçlerinin farklı siyasal eğilimler göstermesini kabul etmemekle ve kapitalist üretim ilişkilerinin yolaçtığı sosyo-ekonomik yapıyı inkâr etmeleriyle de göstermek- teler. Politik düzlemde egemen güçlerin tümünü aynı pota içinde değerlendiriyorlar. Ortaya çıktıkları ana kadar kavak yapraklarının bile sallanmadığını, ama kendileriyle birlikte mucizevi bir biçimde her şeyin duraganlıktan kurtulup hareketli hale geldiğini ve değişime uğramaya başladığını iddia eden Apoculardan başka bir anlayış zaten beklenemez. Papaz Kapon’dan daha beterler.    Çok partili yaşama geçişle birlikte Kürt feodallerinin en baskıcı ve en kodamanları Demokrat Parti’de toplandı. Daha sonraları Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi ve Milliyetçi Hareket Parti’sinde yer aldılar. Devrimci güçlerin gelişmesi karşısında ürken bazı feodaller, dini ve aşiret reisleri MSP ve MHP’ye açıktan destek verdiler. Bunlar özellikle her iki MC hükümetleri döneminde devlet olanaklarını da kullanarak hiçte küçümsenmeyecek desteğe sahip oldular. MHP gibi Türk milliyetçiliğini temel alan bir gücün, Kürt feodal, şeyh ve aşiret reislerince desteklenmesi, bu güçlerin sıkıştığında neler yapabilecekleri açısından önemli bir göstergedir. Ama yine de küçümsenmeyecek bir kesim Cumhuriyet Halk Partisi’ nde kalmaya devam etti.    Her şeye rağmen CHP ve diğer burjuva partilerini aynı kefeye koyarak değerlendirmek yanlıştır. Politikada tekdüzelik kabul edilemez. 70’li yıllara gelindiğinde, küçük burjuvazinin, işçi ve köylü yığınların önemli bir kesiminin desteğini almayı başaran CHP, tabanını genişletti.

Page 246: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Küçük burjuvazinin ve işçi sınıfının yaşam standartında göreceli bir iyileştirmeyi hedef alıcı bir politika izlemesi, bu destekte önemli rol oynadı. Ama kitlelerin, beklentilerini ne oranda karşılayıp karşılamadığı ayrıca tartışılması gereken bir sorundur.    Kürt egemen güçlerinin böylesi siyasal örgütlenmeler içinde yer alması yöresel de olsa hiçbir taleplerinin olmaması anlamına gelmemektedir. Eskiden olduğu gibi, asalarını kaldırdıklarında halkı hizaya dizemediklerinin bilincinde olduklarından, emekçi yığınlar üzerinde sömü- rülerini devam ettirebilmek için ekonomik ve sosyal alanda ciddi değişimlerin gerekliliğini kabul eder hale gelmişlerdir. Nitekim su, yol, elektirik, okul vb. alt yapı hizmetleri ve fabrikalar için yatırım taleplerinde bulunmaya başlamışlardır. Onların daha çok oy avcılığına yönelik bu istemlerinin emekçi kitlelerin talepleriyle uyumluluk gösterdiği de bir gerçektir. Ayrıca Cumhuriyet öncesi klasik katı feodal beyliğini ve aşiret reisliğini devam ettirmek isteyenlerin oranının gün geçtikçe azaldı- ğını kabul etmek gerekir. Bir çoğu ya kapitalist toprak sahibi olmuş ya da şehirde ticaretle uğraşır hale gelmiştir. Gelişen kapitalist ilişkiler içinde yerlerini alma çabası yürütmektedirler. Bu nedenle ekonomik yatırımların ve altyapıda iyileşmelerin çıkarlarına hizmet ettiğini artık görmeye başlamışlardır.     Kürt feodalleri ve burjuvalarının bilinen özelliklerine, konumlarını koruyabilmek için sundukları tüm hizmetlere karşın, zaman zaman kırbaçlanmaktan kutulamamışlardır. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’de baskılara uğramaktan kendilerini alıkoyamadılar. “Vatanın ve milletin bütünlüğü” balyozu onları da dıştalamadı.     PKK’nin demokrasi ve özgürlük sorunu olmadığı için, güçler ayrılığını hesaba katan bir politika yürütmesi de beklenemezdi. Bu nedenledir ki, MHP ile CHP’yi aynı kefeye koyarak değerlendirmiştir. Oysa devrimci politika egemen güçler arasındaki çelişkileri daha fazla derinleştirmeye ve bu çelişkilerden olabildiğince yararlanmayı amaç edinir. CHP’nin anti-faşist konumda bulunması egemen güçler cephesinde bir gediği ifade eder. Aktif bir biçimde karşı duruş sergileyip sergilememesi ayrı bir tartışma konusudur. Ama nereden bakılırsa bakılsın, 1970’li yıllarda kitlelerin demokratik mücadelesinin örgütlendirilmesi, faşist baskı ve terörün geriletilmesi açısından CHP’nin yadsınmayacak bir güç olarak kabul edilmesi zorunluydu. Böylesi bir yaklaşım, faşizmden yana tavır koymuş burjuvaziye karşı yönelimi dıştalamaz, tersine devrimci sınıf mücadelesinin manevra alanını genişletir.    Apocuların genel, teorik anlamda milli burjuvazinin kapitalist üretim ilişkisi içindeki konumunu kavramaktan uzak oldukları bilinmekte. Çünkü, onlara göre milli burjuvazi Kafdağı’nın ötesinde, görünmeyen bir varlıktı. Oysa milli burjuvaziden kapitalizme karşı olması beklenemeyeceği gibi, bu sınıfın her hangi bir biçimde işbirlikciliğe yönelebileceğini de kabul etmek gerekir. İşbirlikciliğin kıstaslarının neler olduğu baylarca da bilinmemektedir. Diğer yandan içinde bulunduğumuz koşullarda, şu veya bu ülkenin sınırlarına hapsolmuş kapitalizmin düşünülmesinin olanaksız olduğu, dolayısıyla uluslararası ticari ve ekonomik ilişkilerden tecrit olmuş bir burjuvazinin olamayacağını kavramaktan uzaklar. Baylar bu kadar basit bir olguyu karmaşık hale getirmek için ellerinden gelen çabayı göstermekteler. Ulusal burjuvazinin kendi pazarını başkalarıyla bölüşmek istemediği bilinen bir gerçektir. Ama buna rağmen siyasal alanda aktif bir konumda olmayışı, ekonomik gücünün oldukça sınırlı oluşu, toplumsal yapının içinde bulunduğu koşullar vb. nedenler, pazarın bölüşümüne karşı yeterli tavır alışını zorlaştıran belli başlı etkenlerdir. Zaten bu kesim, sınıf çıkarları gereği uzun vadeli mücadelenin iniş ve çıkışlarına göre tavır alır. Yine de konumu gereği, nereden bakılırsa bakılsın, devrimci mücadelenin önemli ittifakçı güçlerinden biridir. Kaldı ki, milli burjuvaziyi sadece Doğu ile sınırlandırmaya kalkışma da bir o kadar akıl ermez bir tutumdur. Batı’da da milli burjuvaziden bahsetme mümkündür. Bunların özellikle İstanbul burjuvazisi olarak tanımlanan işbirlikçi burjuvaziye karşı ayakta kalabilmenin çabası içindedir.     Apocu bayların sadece tanımlamaktan yoksun oldukları milli burjuvaziye karşı değil, akıldışı düşünmeyen, sorunlara salt arpacık deliğinden bakarak çözüm getirmeyen, istihbarat örgütlerinin kucağında oturmayı kabul etmeyen herkese, daha açıkçası, tüm devrimci güçlere karşı neden bu kadar saldırgan tavır içinde bulunduklarını, o dillerinden hiç düşürmedikleri meşhur “derin tahlil”lerine baktığımızda rahatça görebiliriz. Gerçekten devrimci bir mücadele yürütülmek isteniyorsa, tüm sınıf ve tabakaların üretim biçimindeki yerlerine, üretim araçlarına ne oranda sahip olup olmadıklarına, ülke zenginliğinin bölüşümünde ne oranda pay alıp almadıklarına,

Page 247: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

bunlara paralel olarak ekonomik ve siyasal alanda oynadıkları rollere vb.doğru çözümlemenin getirilmesi gerekir. Hem demokrasi ve özgürlük mücadelesinden yana olduğunu söyleyeceksin, hem de burjuvazinin içindeki farklı eğilimleri görmemezlikten geleceksin ve feodal egemen güçte olsa, sosyal demokratlarla birlikte olanlarla, faşist güçlerle çıkarı çakışanları aynı kefede değerlendireceksin…Yani egemen sınıf içindeki çelişkileri yadsıyarak, herkesi ‘...resmi ideolojinin Kürtler içindeki ajanları’ ilan edeceksin. Bu biçimde düşünce ve hareket tarzını ancak artniyetliler yapabilir.     Sadece feodallerle, aşiret reisleriyle ve burjuvalarla yetinilmemekte, aynı anlayış ve söylem küçük burjuvazi için de geçerli kılınmakta. Bugün milyonlarla ifade edilen küçük üreticiyi, bakkalı, esnafı, aydını ve bürok- ratları, yani genelde küçük burjuvaziyi “ajan, hain,” ilan ederek işçi sınıfını geniş kitlelerin ittifakından yoksun bırakmaya yönelik çaba içinde olanlar, ipleri karanlık güçlerin elinde olan kuklalardır. Türkiye’de böylesi karanlık faaliyetler içinde bulunanlar kitleler nezdinde mahkum edilmediği sürece demokratik ve özgür gelecek kurulamaz.    Ama kafa kargaşalığını sadece bu konularda yarat- makla kalmadıkları biliniyor. Teori diye yarım yamalak ortaya sergiledikleri incilerle, kapitalist üretim güçleri ve ilişkilerinin Kürt halkının varlığını tartışılır hale getirdi- ğini söylüyorlar. Adına mücadele yürüttüğünü iddia ettiği bir halkın varlığını tartışma, Apoculuğa ve onlara zoraki eklemlenmiş Beşikçi’ye özgü bir mantıktır. Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi, modern sınıfların ortaya çıkması ve bundan ötürü kapalı köy ekonomisinin hızla tasfiyeye doğru gitmesiyle birlikte, Kürt halkı da büyük değişimler geçirmiş modern tarih sahnesindeki yerini almıştır. Doğu bölgesinde kapitalist gelişme Ege ve Marmara bölgesi kadar yaygın olmadığı dorudur. Bu durum İç Anadolu ve Kara Deniz bölgeleri içinde geçerlidir. Kapitalist pazar ilişkilerinin gelişmesinde bölgeler arası dengesizlik sadece Türkiye’ye özgü bir özellikte değildir. Kapitalizmin egemen olduğu tüm ülkeler için bu geçerlidir. Doğu’da gelişmenin ağır seyretmesinde elbet- te diğer faktörler de rol oynamıştır. Ama tüm bunlar hemen her alanda ortaya çıkan değişimin inkâr edilmesini gerekli kılmaz. “1940’lı yıllardan sonra hiç bir şey gelişmedi” veya “halkımız bir kadavra haline getirildi ve bitirildi” benzeri ne idüğü belirsiz yorumlarla ortaya çıkan gelişme ve değişmeleri görmemezlikten gelmekle, aslında niteliklerini ve niyetlerini açığa vuruyorlar. Kürt halkının varlığını inkâr edenlerle aynı koltuğu paylaşmış olduklarını göstermiş oluyorlar. Kaldı ki, bugün burjuvazinin katmerleşmiş işbirlikçi kanadı bile Kürt varlığını inkâr ettiğini söylemiyor. Değişimi ve Kürt halkının varlığını kabul etmeyen birileri varsa, o da, Apocular ve Apocuların resmi sözcülüğüne oynayan Beşikçi’dir.     Anlaşılması basit bu tür sorunlara değinirken, kapitalizmin feodalizme karşı ilerici, devrimci olduğunu söylemek istiyoruz. Toplumların gelişme tarihi ele alındı- ğında bu gayet anlaşılırdır. Ama Apocu baylar da her şey tersine işlemektedir. Apocular feodal üretim ilişkilerine karşı köleci, kapitalist üretim ilişkilerine karşı feodal üretim ilişkilerinin savunuculuğu yapmaktadırlar. “Feodalizmin ideolojik-politik biçimlenişten ekonomik biçimle nişe dönüşmesi (!)” ne oldukça hayıflanıyorlar;     “Feodal sosyo-ekonomik yapının şekillenmesi yabancı karakterde olduğundan, yerleşik halkın diline, kültürüne ve eski dini özelliklerine karşıt olarak geliştiğinden bu durum, toplumun ulusal nitelikteki örgütlenişini ve özgürlükçü değerleri büyük oranda koruyan aşiretlerin sosyo-ekonomik örgütlenişini çözmüş, bu da örgütsüzlüğü doğurmuştur.”  (Örgütlenme Üzerine, s. 99)    Görüleceği üzere, ne idüğü belirsiz örgütlenme adına aşiret örgütlenme biçimini feodal örgütlenme biçimine, dolayısıyla köleciliği feodal üretim biçimine göre ileri kabul etmiş oluyorlar. Apocu bayların iradi gücü, Kürt halkını aşiret örgütlenmeleri düzeyinde tutmaya yetmeyince, feodalizme boyun eğmek zorunda kalıyorlar ve bu sefer de kapitalizme karşı feodalizmin savunuculuğunu yapıyorlar;     “Kürdistan’daki bu yetersiz sosyo-ekonomik ve ulusal örgütlenme, kapitalizme dayalı sosyo ekonomik örgütlenme karşısında dayanıksızlığını açıkca sergilemiştir.” (ÖÜ, s. 104)    Amaçları, “dağlara çekilerek” yaşam sürdürme pahasına feodalizmin bayraktarlığını yapmadır. Kaldı ki, kapitalizm nasıl proletaryayı ortaya çıkararak sosyalizmin koşullarını yaratmışsa, ülkede gelişen kapitalizm de Kürt halkını modern sınıfsal mücadelenin içine çekmiştir. Demek ki son elli yıl, söylenildiği gibi “olağanüstü durgun” geçmemiş, tersine çok büyük alt-üst oluşlar yaşanmıştır; aşiretsel ve mezhepsel bölünmüşlüğün yerini politik oluşumlar almış, ırgatcılığın,

Page 248: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

angaryacılığın yerine ücretli işçilik gelmiş ve zanaatçılığın yerine modern işletmeler, fabrikalar yükselmiştir. Tüm bu gelişmeleri görmeyip, “kapitalizm ulusal yokoluşumuzu getiriyor” diyerek, küçük burjuva ruh haliyle heyecana kapılan baylar, “Kürt halkı feodal dönemde ulusal ögelerini daha iyi geliştiriyordu” benzeri saçmalıklara sarılarak feodallerin gönüllü kolluk kuvvetleri olduklarını ispatlıyorlar. Böylesi bir anlayışın gideceği başka bir yer yoktur. Kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı sosyo-ekonomik yapı karşısında şaşkınlığa düştüklerinden uzun, sabırlı ve örgütlü devrimci mücadelenin gerekliliğine inanmadıkları için çareyi makinaları, fabrikaları, okulları dinamitlemekte buluyorlar. Eylem ve anlayışlarıyla Kürt ve Türk emekçi yığınlarının üzerinde acımasız sömürünün örgüt- lendirilmesine nasıl katkıda bulunduklarını biliyoruz. Ama onlar, gelişmeleri hangi biçimde ele alırsa alsın, bahsedilen yıllar “durgun” geçmemiş; Kürt halkı ciddi değişimler geçirmiş, baskıya ve sömürüye karşı her geçen gün artan bir biçimde başkaldırının içine girmiştir. Bu çok yönlü değişimi ve savaşımı soyut tarzda kavrayıp bir halkın geçmişini ve geleceğini birkaç pat-putla özdeşleştirenlerin aslında kimlerle uyum içinde olduğu açıkça ortadadır.    İsmail Beşikçi’nin öne sürdüğü ‘...toplumsal ve siyasal çelişkiler’ bu biçimde ortaya konulmuş, ‘...dost güçlerin ve düşman güçlerin konumunu’ yukarıda değindiğim tarzda saptamışlardır. Yazar, bu tarz toplumsal çelişkilerin çözümleniş biçimini, dost ve düşman güçlerin belirlenmesini, Kürt halkının çıkarları için doğru olduğunu savunuyor. Böylece, Kürdü Kürde kırdırmanın farklı bir versiyonunu savunmuş oluyor.   Tüm bunlar yetmiyormuş gibi, sürekli Kürt halkını yine farklı bir biçimde aşağılama var; ‘1938’lerden sonra Apocular ortaya çıkana kadar geçen yıllar ‘Durgun’ yıllardı diyor. Neye göre durgundu, ya da durgunlukta hangi ölçüler geçerli hiç değinilmiyor. Ayrıca, toplumsal bir yapıyı durgunlukla, sabit olmakla tanımlama kadar saçma bir şey olamaz. Bu, eşyanın tabiatına aykırı bir söylemdir. Bu yıllar içinde yaşanan değişimi, dönüşümü, tüm bir yapının adeta alt-üst oluşu metafizik düşünceden hareketle redediliyor. Dolayısıyla toplumun varoluşu inkâr ediliyor. Ne yapıp yapıp ‘Meftun’ gösterme çabası sarfediliyor. Bu hükme varışının nedeni sorulduğunda da, hiç aldırış etmeden, ‘yenildiler’ o nedenle bahsedilen yıllar ‘durgun geçti’ veya ‘asimile edildiler’, ‘bitirildiler’ yanıtıyla yetinmekte. İsyanların ortaya çıktığı dönemin özelliklerini, nedenlerini ve hedeflerini ortaya koyma nedense işine gelmemekte. Bir toplumun yaşamsal değerlerini tetik çekmeye indirgemek olsa olsa ancak Beşikçi’ ye özgü sosyolojide görülür. Ekonomik yapıda, siyasette, kültürel değerlerde, dinsel yapıda vb. alanlarda yaşanan değişimleri yadsıma hiç bir gerçeği değiştirmez. Tüm bunların genel olarak toplumun ve bireylerin yaşamlarına olan etkilerini bir tarafa bırakıp, düz bir mantıktan hareketle, ‘durgundu’ ya da ‘değişim olmadı’ demek, tam anlamıyla bir bağnazlıktır. Karşıtlıkları, çelişkileri, toplumsal yapının geçirdiği değişim ve dönüşümleri görmemezlikten gelme, toplumsal yapıyı mekanik olarak algılamadır. Toplumsal yaşantıya yön veren birbiriyle ilişkili kavramları anlamsızlaştırarak veya kavramların içini boşaltarak istediği biçimde yorumlamaya çalışan Beşikçi, ne yapıp yapıp Kürt halkını ‘meftun’ gösterme gayretini inatla sürdürmekte. Hemen her fırsatta övgüler yağdırdığı ‘Tanrı’sıyla ancak bu biçimde bütünleşeceğine inanmakta. Bu noktalardan hareketle, 1920’li ve 1930’lu yıllarında ortaya çıkan isyanları ve özellikleri üzerinde durmada yarar görüyorum.     

KÜRT İSYANLARI VE ÖZELLİKLERİ     Osmanlı İmparatorluğu’nun hiçbir döneminde Kürt egemen güçlerinin halk üzerindeki ekonomik ve siyasal gücü kırılmamış, kırılma yönünde de ciddi bir adım atılmamıştır. İmparatorluğun Batı’da yükseldiği sosyal temellerle Doğu’da yükseldiği sosyal temeller arasında tam bir farklılık vardır. Bu farklılığı korumak için Batı’da sosyal yapıyı geliştirici yönde hareket ederken, Doğu’da varolan yapıyı olduğu gibi tutmaya, korumaya yönelmiştir. Yani, Doğu’da her feodal beyin hükmettiği alanda toprağın ve halkın tek hakim gücü olma konumuna dokunmamıştır. Kürtlerin bir nevi otonom hakları vardı. Bu otonom görüntüye dayanılarak

Page 249: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

derebeylik sistemi yüzyıllar boyu süregelmişti. Feodal beyler, aşiret reisleri ve şeyhler kurumlarıyla ayakta kalarak ekonomik çıkarlarını korumuşlardı.     Bahsettiğimiz bir nevi otonom yapı, Cumhuriyetin ilanı ile birlikte devlet örgütlenmesinin önündeki en büyük engellerden biri olarak görülmüştü. Misak-ı Milli sınırları belirlenmiş ve bu sınırlar içinde kapitalist üretimi egemen kılacak yönelimler içine girilmişti. Merkezi bir ekonomik yapı içinde Türk egemen güçleri de bu pazardan payını almayı ve siyasi otoriteye ortak olmayı istiyordu. Bu yönelimin ekonomik ve siyasal alandaki etkinliklerine darbe vuracağını gören Kürt egemen güçleri, 1920’li ve1930’lu yıllarda bir dizi isyanlar geliştirdiler. Halkın sınırlı da olsa bu isyanlara destek vermesi, Cumhuriyetle birlikte içinde bulundukları yoksulluktan bir an evvel kurtulacaklarına inanmanın yanılgısının da hiç olmadığını söyleyemeyiz. İsyanlar, aynı zamanda Kürt halkının kimliğini kabul ettirme gibi haklı nedenlerin de rol oynamış olmasına karşın, üzerine şiddetle gidilerek bastırıldılar. Günümüzde yaşananlar da dikkate alınırsa, geçmiş dönemde ‘İsyan’ diye öne sürülen bazı olaylar gerçekten isyan mı yoksa bilinçli kışkırtmalar mı, tartışma götürür. Örneğin Simko, Şeh Sait vb. Ama sonuç olarak bulunan çözüm geyet basitti; “inkâr edelim, kendi halleriyle başbaşa bırakalım, ama alacağımızı da alalım” Çizilen politika en yalın bu biçimde ifade edilebilinir. Başka türlü “tek millet” sağlanamazdı.    Kürtler’in Cumhuriyet yönetimine varlıklarını kabul ettiremeyiş nedenlerine gelince;    Emperyalist güçlerin Anadolu’yu işgal hareketine karşı yürütülen kurtuluş savaşı sırasında her türlü olanağını seferber ederek direnen Kürt halkı, insan ve ekonomik güç açısından büyük kayıplara uğramıştı. Zaten oldukça geri bir ekonomik yapı egemendi. Zenaatcılığa, hayvancılığa ve kendine yetecek kadar tahıl üretimine dayanan gelir kaynakları, bu savaşla birlikte daha da tahrip olmuştu. Daha imparatorluk döneminde sultana asker gönderemez duruma gelmiş, uzun süreli savaşlardan ve bunun yanısıra aşiretler arası çatışmalardan güçsüzleşmiş, her an aç kalmayla karşı karşıya kalmış olan halk, adeta son hamlesini işgalci güçlere karşı yapmıştı. Bu koşullarda halkın, Misak-ı Milli’nin belirlenmesinde ve Cumhuriyetin kuruluşunda oynadığı rolü, ülkenin yeni- den inşası dönemimde de devam ettirme isteğini yöneti- me kabullendirecek düzeyde topyekün bir direniş geliştirmesi oldukça zordu. Arıca karşılarında demokratik hakların kullanılmasını hazmedemeyen, inkârla sorunların üstesinden geleceğine inanmış modern bir güç vardı.     Değişimin bilincinde değillerdi. Oysa gelişmekte olan burjuvazisi imparatorluktan devraldığı mirasla modern devet örgütlenmesini gerçekleştirmiş, ordusunu yetkin- leştirmiş, uluslararası planda tanınmış, hatta birçok uygu- lamalarıyla ekonomik alanda güçlenmeye başla mıştı.    Bir diğer önemli neden de, Kürtler Osmanlı İmparatorluğu döneminde genel bir otonomi çatısı altında örgüt- lenmemiş, böl ve yönet politikasına uygunluk içinde her aşiret reisi ve feodal beye pratikte adeta bir otonomi verilmiştir. Merkezi otoriteye başkaldırmama koşuluyla bölgelerinde her türlü serbesti hakkına sahiptiler. Bu nedenle de aşiret ve mezhep çelişkileri rahatça kullanılarak, halk, zaman zaman birbiriyle çatıştırılmıştır. Özellikle aşiretler arası çatışma ve çelişkilerden dolayı ciddi bir birlik kurulamamış, birlik için fazla bir çaba da gösterilmemiştir. Her aşiret reisi, feodal bey söz sahibi olduğu bölgenin çıkarıyla yetinmeyi yeğlemiştir. Böylesi çelişkilerin yoğunca yaşandığı koşullarda, farklı zamanlarda farklı aşiretlerin geliştirdiği isyanların halkın genel taleplerini içermesi ve sonuç alması pek olanaklı değildi. Zaten aşiret reisleri ve feodal beyler ağırlıklı olarak halkın çıkarları için değil, sarsılan ekonomik ve siyasal çıkarlarını yeniden inşası için isyan çıkarmışlardır.     Kürt halkının kendi içinde bölünmüşlüğünün yanısıra, ayaklanmalara önderlik edenler de, Osmanlı merkezi örgütlenmesiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin kapitalist dev- let örgütlenmesi arasındaki farkı görmememişlerdir. Yeni devlet, modern temellerde yükselmiş bir örgütlenmeydi. Cumhuriyet burjuvazisinin Kürt halkından istediği sadece boyun eğiş ve sükûnet değil, pazarı kapitalist temellerde genişletme, ekonomik sömürüye ve siyasal etkinliğe ortak olmaydı. Gelişmekte olan burjuvazinin kapitalist iştahı sözkonusuydu. Kürt feodal güçleri böylesi bir farklılığı görmediler. Sıkıştırıldıklarını farkına varan aşiretler, sahip oldukları topraklarla sınırlı ‘otonomi’ lerini korumak için ayaklanmaya kalkıştı. Geçmiş dönemlerden kalan klasik alışkanlıklarıyla tavizler kopartacaklarını sandılar. Bu durum, ister istemez ayaklanmayı yerel kıldı, geniş kitlelerin desteğinden yoksun bıraktı. Bu durum merkezi yönetim açısından bir

Page 250: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

avantajdı ve dolayısıyla bastırmada fazla bir zorluk çekilmedi.     Aynı dönemde iç koşullar olduğu kadar dış koşullar da Kürtler açısından içaçıcı değildir. Lozan anlaşmasından sonra Kürtler, Iran, Türkiye Cumhuriyeti, Irak’ı işgal etmiş İngiltere ve Suriye’yi işgal etmiş Fransa arasında parçalanmış oluyordu. Yeniden belirlenmiş sınırların ortaya çıkardığı koşulları yeterince değerlendirememiştir. Batı Avrupa ise, ortaya çıkan yeni konjektörün bozulmasından yana değildir. İngiliz’ler ve Fransız’lar kendi çıkarları gündemleştiği koşullarda, merkezi yönetimlerden daha çok tavizler koparabilmek için kendiliğinden gelişen isyanlara destek sunmuşlar, tam bir provakatörlük yapmışlardır. Hatta zaman zaman bu emperyalist güçler, isyanların gelişmediği koşullarda amaçlarını gerçekleştirmek için halk içinde kışkırtıcı roller de oynamışlar, isyanlar çıkarmışlardır. Bu durum Kürt halkı için daha bir felaket olmuştur.     SSCB ise, emperyalizme vurduğu darbeyi ve genelde ezilen ve sömürge uluslar açısından oynadığı rolü dikkate alarak, Ankara’da Kemalist yönetimi desteklemiştir. Hem böylece, Sovyetler Birliği’nin güney sınırlarının güvence altına alınması da sağlanmış olunuyordu.     Parçalanmışlık, dönemin iç ve dış siyasal koşullarını yeterince bilince çıkartamamanın yanısıra, halkın demokratik ve ekonomik taleplerini dile getirmekten uzak olan bu direnişlerin, çok sert biçimde bastırılmasının bir nedeni de, burjuvazinin farklı kanatlarının ya da eğilimlerinin iktidar kavgasıdır. İsyanlar bahane edilerek Cumhuriyetin demokrasi ile bütünleşmesi engellenerek demokratikleşme sürecinin önüne geçilmiştir. Kemalist kanadın direnişine rağmen, Damat Ferit Paşa geleneğini devam ettirmek isteyen Okyar hükümetinin oluşumunda, ve daha sonraları Celal Bayar’ın başbakanlığa gelmesinde bu isyanların kullanılmadığını söyliyemeyiz.     Cumhuriyetin ilanından ikinci dünya savaşına kadarki dönemde, İsyanlar bastırılmış, isyanlara katılanların önemli bir kesimi imha edilmiş, her an başkaldırabilecek olanlar ise, sürgüne gönderilmiş, geriye kalanlar da tam bir baskı altına alınmıştır. Sonsuz diyebileceğimiz yetkilerle donatılmış genel valilik sistemi getirilerek, jandarma ve polis gücüyle halkın üzerinden kılıç eksik edilme- miştir. Bu arada getirilen Takrir-i Sükun yasası, çıkartıldığı ilk dönemde irticai odaklara ve emperyalist işbirlikçilere karşı olduğu söylenilmişse de, giderek, Kürt kimliğinin tümden inkârını hedeflemiştir. Sonraları kapsamı daha da genişletilerek, işçi ve köylülüğün devrimci demokratik mücadelesini bastırmaya yönelik uygulanmaya başlanmıştır.     Yani ikinci dünya savaşına kadarki dönemi, yükselmekte olan burjuvazinin, ülke genelinde ekonomik ve siyasal otoritesini kurduğu yıllar olarak da değerlendirebiliriz. Öte yandan demokratik açılımlardan korkan ceberrut bir devletin yetkinleştiği bir dönem de diyebiliriz.    İsyanların bastırılmasından sonraki, yani 1984 Eruh ve Şemdinli silahlı baskınlarına kadarki dönemi, İsmail Beşikçi, Apocu mantıktan hareketle, kavak yellerinin bile esmediği bir dönem olarak nitelendirmekte, hatta Kürt halkının, bir anlamda üzeri betonla örtülenmiş mezara koyulduğunu iddia etmekte. Yani, ‘Hayali Kürdistan burada gömülüdür’ düşüncesini kabul etmektedir. Kabul etmekten sakınca duymadığı bu belirlemenin hemen devamında, Apocuların 1984’te Kürt halkını yoktan varettiği iddiasını, daha doğrusu taptığı ‘Tanrı’nın yoktan varettiğini ileri sürmekte. Egemen güçlerin niyet olarak ileri sürdüğü düşünceyi kabullenmekle yetinmeyen bay Beşikçi, ‘gerçeğe’ dönüştürmekte. Aynen şöyle demekte;         ‘Kürdistan’ın hayal edilmesi bile mezara gömülmüş, mezar taşlarla doldurulmuş, betonlaşıp kapatılmış...’ *    Hayalin mezara gömülmesi veya mezarların taşlarla doldurulması, Kürt isyanlarının söylenildiği gibi pek de kanlı bastılmadığını ima etmesi ayrı bir tartışma konusu. Adeta bir seromoni tanımlarcasına sorun dile getirilmeye çalışılmakta. Hayalin mezara gömülüp, mezarın da cetsetlerle değil de taşlarla doldurulması yine de insana ‘Çok şükür kurtulmuşuz’ dedirtecekken, birden bire Kürt halkının yokedildiğini vurguluyor. Üfürükçü hocalar misali cinler ve periler arasında mekik dokuyor. Bunlardan birinin yanında tercih yapamamanın sancılarını yaşıyor. Salt üfürükçülükle işin içinden çıkamayacağını anlayınca, sihirbazlığını kullanmaya başlıyor. Mezara gömdüğü ya da gömdürdüğüne inandığı Kürt halkının, bu sefer de inandığı ‘Tanrı’ tarafından yeniden nasıl yaratıldığına dair inciler dökmeye başlıyor;     ’....15 Ağustos 1984’de Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla başlayan gerilla mücadelesi, Türk devlet yönetiminde, Türk siyasal sisteminde şok yarattı...’*

Page 251: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

    Bu kadarla kalmıyor, bakın ‘gerilla mücadelesi’ neler yaratmış;     ‘...gerilla mücadelesi Türkiye’deki siyasal kültürü, siyasal değerleri yakından etkiledi, giderek Türk devlet ve hükümet yönetiminin, Türk toplumunun çözülmesini getirdi’ ve ‘...Kürt toplumunun çeşitli kesimlerinde önemli kurumlaşmalar meydana geldi.’ *    Gördünüz mü, Beşikçi’nin şefi nelere muktedirmiş? Tersyüz edilmek istenen gerçekler acaba böyle mi? Bu noktada, esas hedefi Kürt halkı olan terörün ortaya çıkış koşullarını ve sonuçlarını irdelemekte yarar var.     

12 EYLÜL DARBESİ     Türkiye tarihinin en kanlı darbelerinden biri olan 12 Eylül 1980, egemen güçlerin yüz karası olarak tarihe geçmiştir. Tekelci egemen güçlerin en kodaman kesimine dayanan cuntanın, önündeki engelleri aşmada fazla zorlanmayacağı açıktı. Cunta, iktidarı gasp eder etmez ilk iş olarak meclisi dağıttı, anayasayı rafa kaldırdı, sendikaları, dernekleri, partileri vb. tüm demokratik kurum ve kuruluşları kapattı. Sorgusuz sualsiz kitlesel tutuklamarıyla, işkenceleriyle ve katliamlarıyla Pinoce faşizmini geride bıraktı. Her şey beş kişilik Milli Güvenlik Kurulu’nda merkezileştirildi. Daha sonra 1982’ de yapılan anayasa referandumu ile demokrasi ve insan haklarıyla bağdaşmayan devlet örgütlenmesinin siyasal belgesi meşrulaştırıldı. En ufak bir muhalefetin bile çizmeler altında ezildiği, susan bir Türkiye yaratmayı amaçladılar.    12 Eylül darbesiyle birlikte işçi sınıfı mücadelesinin yenildiğini iddia eden bazı kesimler var. Bu tür değerlendirmeler, eğer yanılgının bir ürünü değilse, koşulları oldukça abartmaktan kaynaklanmaktadır. Çünkü devrimci demokrat güçler ne iktidarı ele geçirmişlerdi, ne de iktidara alternatif olma gibi bir konumları vardı.12 Eylül öncesinde devrimci demokratik mücadelenin hayli geliştiği, küçümsenmiyecek mevziler kazandığı doğrudur. Ama örgütlü bir mücadeleyle iktidara yürüme gibi bir durumu yoktu. Elde edilen demokratik kazanımların korunmaya ve geliştirilmeye çılışıldığı koşullarda, 12 Eylül’e yakalanmayla ifade edilecek bir durum sözkonusudur. 12 Eylül cuntasının gelişiyle devrimci mücadelenin ağır darbeler almasının birçok nedenleri vardır:     Bu nedenlerden biri, emekçi yığınların muhalafeti karşısında, aralarındaki çelişkilere rağmen egemen güçlerin birlik sağlıyabilmeleridir. Bu noktada özellikle de CHP’nin tavrı önemli rol oynamıştır. CHP faşist tırmanışa seyirci kalmış, küçük burjuva kesimlerin pasif kalmalarını sağlamıştır. Takınılan bu tavır, halka yönelik baskı ve şiddet politikasından, daha doğrusu, diktatörlükten yana olan tekelci sermaye kesiminin işini kolaylaştırmıştır.    Sol cephede egemen olan dağınıklık ve kargaşa, halk güçlerinin sürekliliği sağlıyacak örgütlü mücadeleden yoksun oluşunu getirmiştir. Örgütlü dayanışmanın ve birliğin önüne dayatılan dar grup anlayışı ve bireysel çıkarcılık, devrimcilerin yükselen kitlesel muhalefetin gerisinde kalmasına neden olmuştur. Yerden ot biter gibi ortaya çıkan gruplardan bazıları ise, geliştirdikleri terör ile faşist cuntanın gelmesine hizmet etmiştir. Geliştirilen bireysel terör eylemleri, egemen güçlerin halkı terörize etmesine yaramış, onların yedek gücü konumuna gelmişlerdir. Zaten bu tür çıkışların başka bir amaca hizmet etmesi de beklenemezdi.     Ayrıca, sendikal örgütlenmede bölünmüşlüğün önüne geçilememesi de 12 Eylül darbesini cesaretlendiren etkenlerin başında gelir. Türk-İş’in sarı sendikacılıkta ısrarlı davranması, DİSK’in de bütünleyici olmaktan uzak kalması, içinde birçok fraksiyonun birbirleriyle didişmeleri, işçi sınıfı hareketinin sonuçta zayıf kalmasına yol açmıştır. 12 Eylül’den önce dalgalar halinde yayılan grevlere, direnişlere rağmen, içte barındırılan böylesi zaaflar sonucu, cuntacılara karşı yeterli direniş sergilenememiştir.    Cunta iktidara gelmenin koşullarını adım adım hazırlarken ve geldikten sonra da karşısında ciddi bir muhalefet görmediği için, ABD ve NATO ile yaptığı bir dizi yeni anlaşmalarla Türkiye’yi yeni bazı yükümlülükler altına koymaktan çekinmemiştir. ABD ve NATO’nun saldırgan amaçlarına uygun olarak Türkiye’nin ileri karakol olmadaki görev alanları genişletilmiştir.    Ülkemizin dış politikası bu zemin üzerinde geliştirilirken, içte de 24 Ocak kararlarının uygulanmasına hız verildi. Bu kararlar “ekonomik önlemler paketi” değil, ekonomik felaketler

Page 252: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

paketiydi. Alınan kararlarla her türlü fiyat denetimi kaldırıldı, paranın değeri dalgalanmaya bırakıldı, günlük kur uygulamasına geçildi, yabancı sermayenin gelişini cazip kılacak bir dizi tedbirler alındı. Böylece döviz gelirlerinin artırılacağından, enflasyonun düşürüleceğinden, gelir dağılımında dengenin sağlanacağından ve nihayet işsizliğin azaltılacağından dem vuruldu. Bütün bunlar serbest piyasa ekonomisi vaadleriyle süslendirildi.    Oysa sürekli ve derin bir yapısal bunalım içinde bulunan ekonominin, süngü ucuyla, tepeden inmeci tarzda düzlüğe çıkamayacağı belliydi. Başlangıçta zorlamalarla bazı alanlarda konjöktürel iyileşmeler görüldüyse de, bunun yanılgıdan başka bir şey olmadığı kısa sürede anlaşılacaktı; enflasyonun tırmanışı engellenemedi. Paranın değeri giderek düştü. Reel gelirler ve ücretler enflasyon canavarına yedirildi. Günlük kur ve serbest faiz uygulaması holding bankalarının gücüne güç katarken, devlet sektöründen çekilen subvansiyonlar, holdinglerin emrine sunuldu. Üretimde iç pazar ihtiyacı neredeyse unutulurken, dış pazar ihtiyacı temel alındı. Üretim ve yatırımlarda beklenilen artış sağlanamadı. Enerji açığı büyüdü. Devlet sektörü sanayi, bankacılık ve ticaret alanlarındaki en kodaman kesimin hizmetine sunuldu. Özelleştirme adı altında tarım, dış pazar ihtiyacına göre şekillendirilerek bir avuç yerli ve yabancı tekellerin yağmasına terk edildi. Ürün taban fiyatlarının düşük tutulması bir yana, zamanında yapılmayan ödemelerle küçük üreticilerin kazançları enflasyona yedirildi. Orta ve küçük üreticiler yoksullukla karşı karşıya bırakılırken, küçük ve orta boy işletmelerde iflaslar doruğa ulaştı. Tekelleşmede o kadar ileriye gidildi ki, banka ve sanayi alanında dahi bir kaç holding iflas ettirildi. Süngü ve dipçik zoru da kullanılarak sanayi ve bankacılık birkaç holdingte toplandı. Ordu, OYAK aracılığıyla tekelci güçlerle içiçe geçti. Böylece devlet yönetiminde zaten söz sahibi olan Ordu, ekonomik ve mali alanda da yetkinleştirilmiş oldu. Bunlara paralel olarak MİT, polis, ve atmışlı yıllardan itibaren varlığını hissettiren, 12 Eylül’le birlikte perde arkasında kalmaktan çıkartılan kontgerilla, artık kamuflaja gerek duyulmadan devletin üst düzeyinde yeniden örgütlendirildi. Bu durum anayasa ile adeta kurumaştırıldı.    Atatürkcülük adına yapılan bu türden köklü değişiklikler, cumhuriyet ve laiklik ilkelerinin yerine faşist diktatörlüğün ilkelerini koyarken, uygar ülkeler topluluğunun bir üyesi olma şiarı yerini, Amerikan mandacılığına bırakmıştı. Ortadoğu’da Suudi Arabistan, Ürdün, Basra Körfezi vb. ülkelerde her türlü gericiliğin ABD desteğinde yaşam bulduğu biliniyor. Ümmetçilik, islamcılık vb. çağdışı yönetimlerle yönetilen bu ülkelerin ayakta kalmasına hayranlık duyan cunta, ABD’nin bir dediğini iki etmemeye özen gösteriyordu. Atatürk’ün kurduğu CHP, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu gibi örgütlenmeler yine Atatürkcülük adına kapatılıyor, yazı ve söylevleri dahi yasaklanarak, Osmanlılık, tarikatcılık, islamcılık ön plana çıkarılıyordu. Abdülhamit dönemini aratacak cinsten bir itaatçılık, hafiyecilik kolgeziyordu. Öyle ki, sokakta gezme bile bir kurala bağlanmıştı; insanlar, “Türklüğün yüceliği ve doğruluğu” üzerine duyduğu her marşta ve her ezan sesinde sokak ortasında taştan heykel gibi durmak, gördükleri her subaya, her askere ve polise selam vererek hazır duruşa geçmek zorundaydılar. Cumhuriyet ile birlikte gelişmeye başlayan vatandaşlık kavramının yerini, ümmetçilik kavramı almıştı. Mezhep farklılıklarına bakılmaksızın cami yada mescit açılmayan köy neredeyse bırakılmadı. Yol, su, elektirik ve sağlık hizmetleri için kolunu dahi kıpırdatmayanlar arasında cami inşatı yarışı görülmedik boyut aldı. Cami inşatı, inşaat sektörünün neredeyse en büyük bölümünü oluşturmaya başladı. Alevi köylerine inadına görkemli camiler dikildi ve halk namaza zorlandı. Her mahalleye, köye ve her mezraya kuran kursları açıldı. Demeçler, Kurandan ayetlerle süslenerek verilmeye başlandı. Kısaca; yüzyılın son çeyreğinde en kapsamlı ve en örgütlü islamcı akım, bizzat Ordu, devlet eliyle geliştirildi. Tam anlamıyla zaten uygulanmayan laiklikten adım adım uzaklaşılarak, adeta şeriatçı devletin temel direkleri yükseltilmeye başlandı. Toplumu, ulusu kurtarma adına iktidara el koyanlar, toplumu, ulusu çağdışına itiklemek için en gerici yöntemleri egemen kılmanın savaşımını verdiler.    Başından beri belirttiğimiz bu çağdışı islamcı-faşist uygulamalarla cuntacılar, devlete kulluk ve kölelikte kusur etmeyen putlaştırılmış bir toplum yaratmak istediler. Üzerine ölü toprağı serpilmiş bir Tükiye’den yana çıkmayan, konuşmaktan ve düşünmekten yana direnmekte ısrar edenler ise, ya katledilerek ya da ağır hapis cezalarıyla her türlü baskı ve tehditlerle susturulmak istendi. Bu yöntem, susmak istemeyen sıradan vatandaştan bilim adamlarına, aydınlara kadar herkese uygulandı. Kurulan Yüksek Öğretim Kurumu, yüksek okul ve üniversitelerin başında

Page 253: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

demoklesin kılıcı oldu. Daha doğrusu, hemen her alanda Amerika Birleşik Devletleri’nin stratajik çıkarları için ne gerekiyorsa o yapıldı.    Her alanda estirilen korkunç terör ve baskıya rağmen, gerek içten, gerekse de uluslararası kamuoyundan gelen baskılar sonucu, 6 Kasım 1983’de genel seçimlere gidildi. Cuntacıların çizdiği sınırlar çerçevesinde MDP (Milliyetçi Demokrat Parti), ANAP (Ana Vatan Partisi), HP (Halkçı Parti) kuruldu. Kuruculardan milletvekili adaylarına kadar herkes generallerin onayı ile belirlendi. Bu partilerden hiçbiri de gerçek bir demokrasiyi hedeflemeyi amaç edinmedi. Çizilen çerçevede oluşturdukları proğramlarını, yine cuntanın insiyatifi altında uygulamakla yetinmeyi temel aldılar.    Eski MESS başkanı, 24 Ocak kararlarının baş mimarı Turgut Özal’ın kurduğu Ana Vatan Partisi, seçimlerden galip çıkan parti oldu. ANAP, ABD’nin de onay ve desteğini alan bir partiydi. Cuntacıların açıktan desteklediği, daha doğrusu, generallerin partisi MDP, yenilgiye uğradı. Bu seçimler de HP bile 30% oranında oy alabildi. Her şeye rağmen seçim sonuçları, emekçi yığınların cuntacılara karşı tepkisini göstermesi açısından çok önemliydi.    Yapılan genel seçimler sonucu bir meclis oluşturulmuştu ama, Milli Güvenlik Kurulu üyelerini de kapsayacak biçimde kurulmuş “Cumhurbaşkanlığı Konseyi” meclisten çıkacak her kararı onaylama yada veto etme yetkisine sahipti. Garnizon komutanlarına, valilere ve polise her türlü hareket serbestisi tanınmıştı. Askerlerden ve tarikat üyelerinden oluşturulan Devlet Güvenlik Mahkemeleri, sıkıyönetim mahkemelerinin yerine geçirilmişti. Heberleşmeden dolaşım özgürlüğüne kadar tüm kişisel ve toplumsal özgürlükler bunların denetimi altına alınmıştı. Basın-yayın, grev, toplu sözleşme vb.alanlarda özgürlüklerden bahsetmek seçimlerden sonra da olanaklı değildi.    Özal, ağırlıklı olarak Fredmancı ekonomik tedbirleri uygulamaya devam etti. ABD ve Avrupa ülkelerinde yapısal krizlerin yaşandığı dönemde Özalvari şok metodlarla Türkiye’nin krizden çıkması düşünülemezdi. Tükiye’ye “çağ atlatma” iddiasında olan Özal önderli- ğindeki ANAP, ortaya çıkardığı kara tablo ile çağdışılığı egemen kılmıştır. Öyle ki, 1987’ye gelindiğinde Özal bile yarattığı canavardan korkmuş, kaçışın arayışları içine girmiştir. Çağ atlama demogojisi, özünde kapkaçcılıkla holdingleşmeden başka bir şey değildi. Uygulanan ekonomik modelin sonuçlarına bir göz atıldığında, Türkiye’nin nerelere getirildiği biraz daha yakından görülecektir.    Özal iktidarı döneminde işsizlik dört kat daha artmış- tır. İş ve İşçi Bulma Kurumu kayıtlarına göre, ülke genelinde işsiz sayısı 86 yılı itibarıyla bir milyonun biraz üzerinde gösterilmektedir. Ama buna kargalar bile güler. Çünkü, gerçek işsiz sayısı 7-8 milyonun üzerindedir. Elbette bu sayıya, çalışıyor görünüp de çalıştığı işten geçimini yeterince sağlıyamayanlar dahil değildir. Kürt halkı üzerinde piyonlarla uygulanan korkunç baskı ve terör sonucu Batı’ya göç edenlerin sayısı bu dönemde neredeyse iki milyonu geçmektedir. Kaldı ki, Özal’ın istatistiklerle ne kadar oynadığını tartışmaya gerek bile yoktur. 50-60’lı yıllarda halledilmiş olan tüberküloz vb.salgın hastalıklar, düzensiz göçler ve artan işsizlik sonucu sağlıksız yaşam koşullarında yeniden başgöster- miş ve her geçen gün yaygınlaşmıştır.    Yine bu dönemde 40 kat arttırılan kiralar sonucu oturdukları dairelerini terkederek, bir gecekonduya bile taşınamayacak kadar yoksullaşan halk, İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük metrepol kentlerde tenekeden barakalar içinde yaşamaya itilmiştir. Öğretmen ve diğer birçok meslek gurubundan çoğu memurlar da kiralarını ödeyemez duruma düşürülmüş, ayakkabı boyacılığı, simit satıcılığı vb.ek işlerle geçinmek zorunda bırakılmışlardır. Ücretlilerin ve maaşlıların eline geçen para, 70’li yılların ortalarında alınan parayla aynı orandadır. Ya 62 kat artan kayıtlı fahişeliğe, üç kat artan intihar ve akıl hastalıklarına ne demeli? Ekonomik alanda yaratılan bu yoksullaşma, ahlaksal çöküşü de beraberinde getirmiştir. Bu öylesine bir çöküş ki, Brezilya ve Meksika başta olmak üzere Latin Amerika’nın birçok ülkelerinde olduğu gibi, çocuklar bile ekmek parasına satılmaya başlanmış, fahişeliğe zorlanmışlardır.    Özal iktidarı döneminde holdingler alabildiğince palazlanmıştır. Toplam nüfusun 10% oluşturan bir avuç zengin takımı, gayri safi milli gelirin yüzde 40,7’sini alırken, nüfusun 20% oluşturan en alt kesim yüzde 3,5 gibi gülünç bir pay almaktadır. Bu azgın bir sömürünün vardığı boyutları gösteriyor. Gayri safi milli gelirin bu derece adaletsiz dağıtımında Türkiye, dünyada sondan ikinci gelerek, rekor kırmaktadır. Bu tablo, 15 Ağustos 1984 provakasyonuna neden gerek görüldüğünü ortaya koyar.

Page 254: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

    Yine aynı yıllarda, Türkiye’yi, Avrupa’nın ‘tarım ambarı’ yapma iddiasının geçerliliğini hȃlȃ koruduğunu söylüyorlardı. Hemen her dönemde olduğu gibi Özal’da, küçük ve orta üreticilere, genel olarak köylülüğe refah, aydınlık dolu bir gelecek vereceğini söylüyor, ama bunun ancak 24 Ocak kararlarının uygulanmasıyla mümkün olacağının altını çiziyordu. Ama madalyonun öbür yüzü, yani uygulama bambaşkaydı. Tarımın milli gelirden aldığı pay, 1979’ da yüzde 24,33 iken, bu 1986’da yüzde 18,09’a inmişti. Ürün alımlarının desteklenmemesi, tarım girdilerine subvansiyon ayrılmaması veya girdilerin çok pahallı tutulması, tarımda verimliliği alabildiğine düşür- düğü gibi topraktan kopuşu da hızlandırdı. Bu durum en çok büyük toprak sahiplerinin işine yaradı. Şaşkın ve çaresiz küçük toprak sahibi köylüler, topraklarını hiç pahasına satarak büyük şehirlere göç etmek zorunda kaldılar. Ayrıca, tarım yapılan topraklardan dönüm başına elde edilen ürünün de azaldığını unutmamak gerekir. Dolayısıyla Türkiye “tahıl ambarı” olma yerine, dışarıdan tahıl ithal eder hale getirilmiştir.    Tarımda gelirler düşerken, sanayi alanında da herhangi bir atılım yapılamamıştı. 1980’den önce imalat sanayinin genel yatırımlar içindeki payı yüzde 30 iken, 1986’da bu oran yüzde 18,2’ye kadar düşebilmiştir. Zaten Türkiye sanayisinin içinde bulunduğu durum, özellikle dışa bağımlılık oranı dikkate alındığında, 24 Ocak kararları doğrultusunda uygulanan ekonomik politikayla sanayide büyüme sağlanamazdı. Oysa alınacak birçok tedbir bir yana, sadece hayali ihracatcı kesimlere sağlanan mali olanaklar tam kapasite ile çalışmayan veya kapanmış olan fabrikalara sunulmuş olsaydı, sanayi küçümsenmeyecek bir ivme kazanabilinirdi. Ama bunlar yapılmadı, tekrar başlanılan noktaya gelindi; bütçe açığı büyüdükçe büyüdü, dış borçlar 40 milyar dolara yaklaştı, enflasyon körüklendi, fiyatlar yükseldi. Sıkı para politikası adı altında, “kağıt parçası” politikası yaygınlaştırıldı. Rantçıların milli gelirden aldığı pay oranı yüzde 64’ü aştı. Öyle ki, rantçılık yatırımcılığın önüne geçirildi. Özellikle inşaat, arsa spekülasyonculuğu ve turizm alanlarında vurgunculuk akıl almaz boyutlara ulaştırıldı. Sanayi yatırımcılığı adeta riskli hale getirildi. Tüm bunlara ek olarak askeri harcamalara ayrılan yüksek meblağlarla ekonomi daha bir çıkmazın içine sürüklendi.    İşte 24 Ocak kararlarıyla sözümona serbest pazar politikasına geçişin yolaçtığı sonuç; zaten istikrarsız olan yapıdan daha yetkin bir istikrarsızlık üretmekten başka bir şey olmamıştır.     Ama tüm bunlar, sınırlı da olsa sivil bir hükümete geçişin emekçi yığınlar açısından anlamını hiçe sayma- mızı gerektirmez.  

 SİVİL SİYASİ İKTİDARA GEÇİŞ VE

APOCU PROVAKASYONLAR     Seçim yapma kararı alınmasına neden olan etkenlerden biri de, cuntanın fiilen yönetimi elinde bulundurduğu dönemde yükümlülüklerini içte ve dışta zaten ana hatlarıyla yerine getirmiş olmasından kaynaklanıyordu. Emperyalist-kapitalist sistemin Türkiye ayağı sağlama alınmıştı. Kemerin bir delik ileri genişletilmesinde artık sakınca görülmemişti.     Cuntanın seçimlere giderek güdümlü sivil bir hükümetin kurulmasına razı olmasının bir nedeni de, emekçi halk yığınlarının muhalefetini ve egemen güçler arasındaki çıkar çelişkilerini sürekli dipçikle daha uzun bir süre baskı altında tutamayacağını kavramış olmasıydı.     6 Kasım 1983’te yapılan seçimden ANAP tek parti iktidarı çıktı. ANAP siyasal ve ekonomik anlayışı gereği çizilen çerçevede hareket etmekten rahatsızlık duymuyor, tersine ordu desteğine sahip olmayı amaçları için bir fırsat biliyordu. Sahip olduğu bu olanağı esas olarak halka, zaman zaman da bazı burjuva muhalefet çevrelerine karşı ustaca kullanıyordu.     Öbür yandan, seçimle iş başına gelmiş hükümetten yığınların istemleri, beklentileri vardı. Halkın taleplerini karşılamaya yönelik uygulamalar içine girme, belirli oranda demokratik açılımları zorunlu kılıyordu. Demokratikleşme bir avuç holdingcinin işine gelmiyordu. Zaten en başta generaller geliştirdikleri düzende en ufak bir delik açtırmıyacaklarına dair tehditlerini açıktan dile getiriyorlardı. Bu nedenle kendilerine içte ve dışta nefes aldıracak, yani bir taşla iki kuş vurduracak bir araç gerekiyordu. Tekelci burjuvazinin en kodaman kesimleriyle ordu ve ABD, geçmişe göre hafifletilmiş bir tür baskıcı süreci seçime rağmen mümkün olduğu kadar uzun tutmayı istiyorlardı. Bunu sadece içte yaşanan sorunlardan dolayı değil, uluslararası,

Page 255: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

özellikle de SSCB etkeni ve Ortadoğu’da güçler dengeleri açısından gerekli görüyorlardı. İşte bu noktada Apocular yoğun biçimde sahneye sokuldu.     Hazır kıta bekletilen Apocular, devreye girebilmek için çoktan bahanelerini bulmuşlardı. Onlara göre her şey kandırmaca; burjuvazi her şeyi yapmaya muktedir ‘ilahi’ bir güçtü, hiç bir biçimde engellenemezlerdi. Sivil kurumlar, siyasal örgütlenmeler hemen her şey burjuvazinin isteği doğrultusunda yapılıyordu. Sosyal koşulların, yığınların dayatmaları sonucu burjuvazinin geri çekilmesi diye bir şey sözkonusu olamazdı;      “Gelişmiş bir burjuva devlet görünümünde (Ne demek acaba? Çözümlemek çok zor!BN) örgütlenen siyasal yapıda, sivil kurumların hiç bir işlevi yoktur; burjuva demokrasisini asla uygulamazlar ve ancak militarizmi gizlemeye yarayan perde görevini görürler.” (PR, s. 37)    Apocuların 1984’de “muhteşem direniş”diye ilan ettikleri Şemdinli, Uludere ve Eruh baskınları bu anlamda egemen güçlerin cansimidi oldu. Böylesi bir çıkışın Türkiye, bölge ve uluslararası konjöktür açısından ele alındığında kimlere ve nasıl hizmet ettiği çok daha iyi anlaşılır. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, içinde bulunulan ortam, Türkiye’de silahlı mücadele geliştirmeye elverişli değildi. Devrimciler silahın bir oyuncak olmadığını çok iyi bilirler. Silahı mutlaklaştırma, diğer mücadele biçimlerini görmemezlikten gelme gibi bir hatanın içine düşmezler. Devrimciler hiç bir zaman “kanlı devrim” nutukları atmamış, böyle bir iddiada bulunmamışlar ve bulunmazlarda. Silahı her sorunu çözümleyici güç olarak kabul etme, insan faktörünü hiçe sayma, her zaman gericilerin, karşı devrimcilerin anlayışı olmuştur. Bizler mümkün olduğunca silah kullanmamayı, olabildiğince barışcıl, uzun vadeli, sabırlı mücadele yöntemlerini temel alırız. Tetiğe basılırsa ‘direniş vardır’, basılmazsa ‘direniş yoktur’ yönlü sığ bir anlayışın sahibi olamayız. Ama Apocu baylar, eylemliliği ve örgütlülüğü kan dökmekle eşdeğerli görüyorlar. Her hareket biçimi ve davranışları emekçi yığınarın demokrasi ve özgürlük mücadelesinin önüne dikilmiş bir barikattır.    Dönemler arası farklılıkları kabul etmeme, dolayısıyla değişen sosyal, siyasal vb. koşulları gözardı ederek kör bir şiddetten medet umma, dürtüklenen PKK’ye özgü bir durumdur. Oysa seçimlerin yapılması ve ANAP’ın iktidar olması, düzende bir gediğin açılması demekti. Apocular için böylesi değişikliklerin hiç bir anlamı yoktu. Bayların düşüncelerine göre silah, her şeyin sihirli çözüm anahtarıydı. Partileri ve seçimleri, ortaya çıkan değişiklikleri sadece bir görüntüden ibaret olduğunu söylüyorlardı. Kitleleri buna inandırmak için de, ezbere Kuraan okuyan tekke müritleri misali avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı. Kürdü Kürd’e kırdırmanın ‘teorik’ alt yapısı hazırlanıyordu;     “Türk kapitalizminin geldiği bu aşamanın bir gereği olarak, “demokrasiye dönüş” ya da “demokrasinin geri geleceği” söz ve anlayışları, cuntacılar açısından tam bir ikiyüzlülüktür; askeri yan yeniden maskelenebilse de Türkiye'de faşist rejim işbirlikçi-tekelci Türk burjuvazisi yıkılana kadar sürekli olacaktır ve olmak zorundadır” (Weşanên Serxwebûn Yayınları, KZR, s. 206)     “Halk devrimiyle yıkılana kadar böyle kalıcı bir biçimde kurumlaştırılmaya çalışılan faşist diktatörlükten "burjuva demokrasisine geri dönüleceğini" vaaz etmenin ve beklemenin kime hizmet edeceği oldukça açıktır” (Weşanên Serxwebûn Yayınları, FKMBCÜ, s. 29)    Her şeyden önce 6 Kasım seçimleri cuntanın toplumdan onay almadığını ve destek bulmadığının bir göstergesiydi. ANAP, her ne kadar demokratik halk muhalefetinin gelişmesi karşısında, ordunun desteğine ihtiyaç duyan bir güç olsa da, bir takım farklılıklar taşımadığı anlamına gelmez. Burjuvazinin Türkiye’de ortaya çıkış ve gelişme koşullarına bakıldığında, böylesi tavırlar içine girmesi karakterine uygundur. Ama her şeye rağmen ANAP’ın hükümet oluşu, cuntacıların oluşturmak istediği kurumlaşmanın reddi ve iktidarlarının tek alternatif olmadığının göstergesiydi. Bu ister istemez cuntanın oluşturmak istediği düzene karşı seslerin yükselmesini, eleştirilerin açıktan yapılmasını getiriyordu. Ayrıca, burjuvazi içindeki çelişkilerin daha açık ve net hale gelişinin ifadesiydi. Nitekim burjuva muhalefetleri, Demirel’in ve Ecevit’in takındıkları tutum, devrimci güçler açısından dikkatle değerlendirilmesi ve kullanılması gereken önemli araçlardı. İşçi sınıfı ve diğer emekçi yığınlar açısından bu dönemde, bir anlamda kendini arama, geçmişini irdeleme, içinde bulunulan koşulları sorgulama, değerlendirme ve yeniden toparlanışı sağlıyarak düzen değişikliği getirecek yöntemleri, taktikleri geliştirme arayışı ağır basıyordu. 12 Eylül’den sonra, şu veya bu eğilimin tek başına ve dıştan bir takım empozelerle

Page 256: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

emekçi yığınlara yön vermesinin olanaklı olamayacağı artık net olarak açığa çıkmıştı. Bu dönemde devrimci siyasal oluşumların, örgütlenmelerin dikkat etmesi gereken önemli noktalardan biri de, burjuva kanatlarının yürüttüğü muhalefetin peşine takılmadan, anti-faşist, anti-emperyalist yelpazede yer alan tüm kesimlerin çıkarlarını ifade edebilecek politik bir atılım içine girmekti. Zaten Doğru Yol Partisi, Sosyal Demokrat Partisi ve Demokratik Sol Partisi gibi bujuva muhalefet çevreleri denenmiş, yıpranmış güçlerdi. Bunların hem kitlelere yönelik söylemlerinde yeni bir şey yoktu, hem de ciddi olmadıkları bilinmekteydi. Ama bu dönemin çok zorlu, çetin ve bir dizi iniş çıkışlarla dolu olacağı, slogancılığa, sözde sosyalist bilinç götürme adına dar gurupculuğa; birkaç kişinin biraraya gelerek halk adına karar verme surumsuzluğuna, hele hele maceracılığa yer vermiyeceği açıktı. Görev; emekçi yığınların en basitinden en karmaşığına kadar tüm sorunlarına eğilme, en basit güncel problemlerden hareketle dönemin koşullarına uygun siyasal araçları kullanarak birleşik bir önderliği yaratmaktı. Ancak bu koşullarda, kitlelerin demokratik istemlerinin burjuva muhalefet çevrelerince istismarının önüne geçilebilinirdi.    Apocular için bunların hiç bir anlamı yoktu. Onlara göre Kürt halkı, uzayda keşfedilmemiş bir yerlerde duruyordu ve paşa gönüllerince de istedikleri gibi davranabilirlerdi. Nitekim öyle de yaptılar. Bayların, adına “gerilla mücadelesi” dedikleri, özünde CIA’nın ve yerli işbirlikçilerinin emir-komutasında olan kavgayı başlatmaları, Türkiye’de ve bölgede bir dizi derin istikrarsızlıklar yaratmaya yönelikti. Amaçlanan; dönemsel ve uzun vadeli çıkarlara hizmet edecek karkaşalık yaratmaktı. Yaşanılan dönemin koşullarında, düzene karşı çıkma adına, Apocuların öne sürdükleri iddialar dikkate alınırsa, kimlere ve niçin hizmet ettikleri daha iyi anlaşılır.     PKK’nin silah patlattığı dönem, burjuva cephesinde bir toparlanmanın yaşandığı ama buna karşın, emekçi yığınların saflarında egemen yan olarak arayışın ağır bastığı bir dönemdi. Sendikalaşma bir tarafa, dernek çalışmalarının bile önüne geçildiği, yığınların yeni bir atılıma henüz hazır olmadığı bir dönemdi. Ama Apocular için bir halkın geleceği hiç önemli değildi. Onlar için karanlık güçlerin dayattığı provakasyonları ne pahasına olursa olsun hayata geçirme sözkonusuydu. ABD emperyalizmi ve yerli işbirlikçi kanadın Türkiye için biçtiği rol, başka türlü hayata geçiremezdi.    Böylesi bir çıkışın, tüm sınıf ve tabakalarda olumsuz yönde bir etki yaratacağı bilinen bir gerçekti. Başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçi yığınlarca tepkiyle karşılandı. Nitekim, bunu çok iyi bildikleri için, kendilerine teorik kılıflar aramaya koyuldular. Böylesi koşullarda bulacakları teorik kılıf, doğal olarak işçi sınıfının gücünü, önderlik rolünü reddetmeden başka bir şey olmayacağı açıktı. İşçi sınıfının oynamakta olduğu ve gelecekte oynayacağı rolü inkâr etmekle kalmıyorlar, Çar ve Çan Kayşek vb. babalarına taş çıkartıtcasına işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin düşmanı olduklarını tüm sırıtkanlıklarıyla ortaya koymaktan çekinmiyorlardı. Yayınlamış oldukları kitap ve gazetelerine bakıldığında, bunlar çok açıkça görülür.     İşçi sınıfı ve tüm emekçi yığınları ihanetci, dolayısıyla silahla karşı koyulması gereken güçler belirlemelerinden sonra, ister istemez geriye tek bir şey kalıyordu, o da; sınıfdışı kesimle çapulculuk yapacaklarını çok geçmeden ilan etmekti. Yani ne pahasına olursa olsun tüm emekçi yığınların örgütlenme çalışmalarının önüne geçmekti. Nitekim yapılan da o oldu. Kitleler daha katmerli bir baskıya terk edildi. Bu seferki baskı tek kanattan değil, aynı merkezin iki kanadı taraftan yapılıyordu. Baskı ve göç, sadece yeni dönemin bilinen köşe dönücüleriyle gerçekleştirilmiyor, aynı zamanda planlı bir biçimde Apocu kolluk kuvvetlerince de gerçekleştiriliyordu. PINARCIK, TAŞDELEN, İKİKAYA, ÇEVRİMLİ ve daha birçok yerde çocuk ve kadınlara yönelik yaptıkları katliamlarla, Apocular gerçek kimliklerini hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak biçimde ortaya koyuyordu. İşledikleri cinayetlerden duydukları sevinci açıktan dile getiriyorlardı;     “Pınarcık gerçeşinde bir kez daha ortaya çıktığı gibi, Kürdistan'da ihanete yaşam tanınmayacak ve hainler de cezasız bırakılmıyacaktır”(Berxwedan,Temmuz,1987.s.3     Bu durum karşısında yıllardan buyana ABD emperyalizminin yalaklığını yapan, onun artıklarıyla büyümeyi meziyet edinmiş vurguncu, rantçı güçler çok rahat hareket ediyor; feodal çıkar çelişkilerini, aşiretsel bölünmüşlüğü ve mezhepsel farklılıkları kullanarak toplumsal yapıda varolan çöküntüyü ve çelişkileri daha da derinleştiriyordu. İttifak halinde her iki taraftan

Page 257: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

geliştirilen baskı ve yoğun sömürü altında halk, en ufak taleplerini dile getirmekten men ediliyordu.    Yine sorumlu devrimci bir güç, ciddi bir çıkışı gerçekleştirirken, diğer parti ve guruplarla sıkı ittifak ve dayanışma içinde olmaya özen göstereceği gibi, Türkiye genelinde içinde bulunulan konjönktörü çok yönlü gözönünde bulundurmak zorundaydı. Kaldı ki 12 Eylül hareketi, kökene bakılmaksızın veya bölge ve milliyet ayrımı yapılmaksızın, tüm emekçi yığınların birlik ve dayanışma içinde düzene karşı mücadelesinin ne kadar gerekli olduğunu bütün çıplaklığıyla ortaya koymuştu. Böylesi bir birliğin olmadığı koşullarda, sonuç alıcı bir hareketin içine girilemeyeceği ve dolayısıyla tekelci egemen güçlerin kolay yönetir konumda kalmasına hizmet edileceği bilinen bir gerçekti. Nitekim günümüzde PKK aracılığıyla yaratılan dumanlı ortamda, yönetir durumda olan güçlerin birçok alanda girdiği istikrarsızlığa rağmen, rahatça yönetmeye devam etmeleri bir yana, güçlerine güç kattıklarını görmekteyiz. Zaten Türkiye’de burjuvazinin tarihi, bir anlamda da, entrikalar ve korkular yaratma tarihidir.    Apocular, emekçi yığınlarının örgütlenme, demokrasi ve özgürlük kavgasının önünde engel oldular. Türkiye genelinde çağdışılığın, her türlü gericiliğin gelişip güçlenmesine ellerinden gelen yardımı yaptılar. Emekçilerin, sosyalistlerin kıyımına, kıyımdan arta kalanların hapishanelere gönderilmesinin motor gücü haline geldiler.    Ağızlarından düşürmedikleri onbeş yıllık sözüm ona savaş sonucunda bir metre karelik bir alanı elde tutma başarısını sağlama bir tarafa, bir gerilla timini bile örgütlemekten aciz olduklarını kendi ağızlarıyla itiraf etmekteler. Bu durum kontralar olduklarının da itirafıdır. Amerikan emperyalizminin ve yerli işbirlikçilerinin Türkiye’ye dayatmak istedikleri politikaların bir aracı olduklarını sonuçta Apocu güruhta itiraf eder noktaya gelmiştir.     Bu noktada insan sormadan edemiyor; acaba bayların çizdikleri o meşhur hayali aşamalarının birinci evresi, daha ne kadar uzun sürecek? Birinci aşamaları bir adımlık mevzi kazandırmayıp onbinlerin yok olmasına neden olurken, diğer aşamaların nelere mal olacağını insan düşünmek bile istemiyor. Açıkcası; köy basarak, kadın, çocuk, genç, ihtiyar demeden halkı kurşuna dizme, haraç toplama, vermek istemeyenlerin, veremeyenlerin buğday tarlalarını yakma ve göçe zorlamanın adı gerilla savaşı değil, kabile dönemi eşkiyalığı ve çeteciliğidir. Daha doğru bir ifadeyle, Mau Mau, Unita ve Kızıl Kemer’lerin en piçleştirilmiş biçimiyle karşı karşıyayız.    Evet, bu iddialarımızı doğruluyorlar. Halkın çıkarları için değil, en rezilce yöntemlerle edindikleri sermayelerinin çıkarları için hareket ettiklerini bizzat kendileri söylemekte. Hazır reçete senaryolarla halkı aldattıklarını dile getirmekten çekinmemektedirler;     “Kürdistan’da silahlı propaganda biçiminde başlıyacak olan gerilla savaşı, bu görevlerin askeri ölçüde gerçekleştirilmesiyle birlikte gelişmiş gerilla dönemine girilecek... Türkiye’deki devrimci siyasal gelişmeler hızlanacak, Kürdistan’ın diğer parçalarındaki ulusal kurtuluşcu gelişmeler ve bunlarla olan ilişkiler güçlene- cektir (...) Gerilla savaşı böyle gelişmeleri ortaya çıkardığında (...) Kürdistan’da gerilla savaşı bir üst evreye, düzenli ve yarı-düzenli birliklerin hareketli savaşı evresine geçilecektir (...)Böyle bir aşama, (...) stratejik denge aşamasına geçildiği bir aşama olacaktır (....) Bu aşamada (...) Türkiye ve Kürdistan’da girişilecek halk ayaklanmalarıyla burjuva ordusu dağıtılabilecek,(....) Ama eğer böyle bir durum çeşitli nedenlerden dolayı gerçekleşmezse... Kürtler, eski meşhur geleneklerini uygulayarak dağlara çekilir, ilkel bir tarzda da olsa dağlarda varlıklarını koruyabilirler.” (Kürdistanda Zorun Rolü,s, 187-302-303-304)    Anlamayan kafalar için tekrar vurgulamak zorundayız: Halkın çıkarlarını temsil ettiğini iddia eden, ciddi devrimci mücadele yürütmek isteyen hangi güç, yukarıdaki gayri ciddi senaryoyu çizer? Bu senaryo karanlık güçlerin tezgahında hazırlanmış bir senaryodur. Halk için kavga verenlerin nihayi hedefi, kazanmaktır. Ama bayların amacı kazanmak değil, dağlara çıkıp pintilik yapmadır. Yani vurgundan edindiklerini az veya çok ellerinde tutma gayretidir. Çetelerle, hırsızlarla, mafya ve CIA’nın yol göstericiliğinde daha birçok istihbarat örgütleriyle içiçe bir yaşam sürdürmelerinin bir nedeni de budur. Sonuçta bu durumlarını gizleyemez hale geldiklerinden, halk için birşey yapmadıklarını, silahla oyun oynayıp durduklarını söylemekteler;     “Hemen belirtelim ki, geçen yıllarda biz iyi savaşmadık, yani taktiğe göre savaşmadık.(Yani yeniden dağlara çekilmek için.BN.) Biz, aslında biraz savaşla oynadık. (Abdullah Öcalan, 12 Eylül Faşizmi ve PKK Direnişi, s. 478)

Page 258: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

    Ve daha sonra da ;     “Zafere güven, halka zaferi garantileme gibi garipten haber vermeye de niyetim yok” (Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 223)    İşte, Kürt halkına karşı işlenen ihanetin korkunç itirafları. Kahrolası asalak yaşamlarını sürdürebilmek için halkın kanını dökmeye devem edeceklerini ısrarla belirti- yorlar ve mümkün olan en fazla insanın yokoluşunu sağlamayı temel ilkeleri haline getiriyorlar;      “Çok kan dökülmesi gerekiyor(...)milyonlarca insanın ölümü hiçbir şey değildir. Botan suyundan daha fazla kan akmalı, her dağda, her ağcın altında, her taş kovuğunda şehitler vermeliyiz”    “Bozova'da su gibi akıttığımız kan, o çok bitek olan, ancak beslenemediği için çatlaklaşan topraklarında özgürlük tohumlarının yeşermesini sağlıyacaktır.”   (Serx, sayı 42. s,6)    İsmail Beşikçi’nin neden mezar doldurmakla ya da yoktan var etmekle bu kadar ilgilendiğini insan şimdi daha iyi anlıyor. Bay Beşikçi’ye sormak gerekir; atıfda bulunduğunuz ‘1984 atılımı’ milyonlarca insanın ölümü hiç bir şeydir, her ağacın altında, her taş kovuğunda bir ceset olmalı diyor ve daha su gibi kan akıtılacağını söylüyor. Siz bunları daha ne kadar onaylamaya devam edeceksiniz? Kim böylesi bir pratiği onaylıyorsa, bir vampirden farkının olmadığını kabul etmelidir.    Yazar, karşısında duran canlı örnek Abdullah Öcalan’ı bir tarafa bırakarak, Machiavelli’yi irdelemesi anlamlıdır. ‘Mezardan çıkan Kütlüğe’ bu kadar övgüler yağdırması demek boşuna değilmiş! Kan ve ceset, duygularına bu kadar mı sesleniyor demekten insan kendini alamıyor. Yine ‘...15 yılı aşkın bir zamandır süren bu gerilla mücadelesinin Kürt toplumunda çok derin, köklü ve yaygın değişiklikler yarattığı, siyasal kültürü arttırdığı...’* derken, Pınarcık, Taşdelen, İkikaya, Çevrimli vb. katliamlarını kastediği açıkça ortada. Tarihte Kürt’ün Kürt’e karşı böylesi katliamlar yapmadığı ve bu anlamda bu tür katliamların bir ‘katkı’ olduğu doğrudur. Yapılan bu katliamların siyasal kültüre ne tür ‘olumlu’ katkılar yaptığını irdeleme Beşikçi’nin görevidir. Böylece bir buluşunu! daha açımlamış olur.     Çatlaklaştığı iddia edilen toprakların kanla sulanma- sına övgüler yağdıran Beşikçi, böyle bir davranışı gösterirken hangi etik ya da ahlâk kurallarıyla hareket ettiğine de açıklık getirmek zorundadır. İnsan ilişkilerinin tarihi süreç içinde deney ve tecrübelerine dayanarak belirlenmiş ahlâkın, kişilerin bencil çıkarlarına indirgenmesi sözkonusu olamaz. Kişiler insan ilişkilerinin belirlediği etik değerleri kabul edip etmemekte elbette özgürdür. Ama bu noktada da insanın bağımsız düşünmesi ya da özgür olup olmaması gündemleşir. Özgür olmayan insanların özgürce düşünmesi, özgür davranış sergilemesi tabii ki mümkün değildir. Zaten böylesi insanlardan bağımsız davranışlar sergilemesini de bekleyemeyiz. O zaman Beşikçi, kendisine ve diğer insanlara karşı ahlâki yükümlülükleri yerine getirmekten uzak olduğunu, esir alındığını açıkça söyliyebilmeli. İçinde bulunduğu bu gerçeği itiraf ettiği anda doğal olarak eleştiri hakkım ortadan kalkar. Ama daha fazla popüler olmak, yani sırf adından söz ettirmek için özgürlüğünü feda edip gönüllü olarak PKK türü karanlık güçlerin emir komutası altına girmeyi kabul etmişse, o zaman söylenecek çok şey vardır. Ama etik değerleri ayaklar altına almada gönüllü olduğunu açıkça itiraf ediyor. Bunun en keskinleşmiş kanıtı da, ‘...Apo’ları çoğalmak gerekir... Onlarca, yüzlerce Apo olmalıdır.’ Çağrısıdır. Beşikçi, kıraldan daha kıralcıdır. Sedece Bozova’nın kanla sulanmasıyla yetinilmemesini, Harran’ ın ve daha bir çok ovanın, hatta tüm dağların da kanla sulanması yönünde yürüttüğü çabalara bakmak gerekir. Su gibi kan akıtılması için bir Apo’nun yeterli olamayacağını, bu nedenle birçok Apo’lara ihtiyaç duyduğunu hiç çekinmeden ilan ediyor. Üstelik bu çağrıyı yaptığı yer, Sağmacılar Cezaevi. Kolluk kuvvetlerinin himayesinde, Resul Altınok, Çetin Güngör, Saime Aşkın, Suphi Karakuş, Mehmet Şener vb. daha bir çok devrimcinin katledilişine alkış tutarak, ’Viva la muerto!’*** diye avazı çıktığı kadar bağırıyor. Neyse, sloganını atmaya devam etsin...    Ayrıca böylesi provakativ bir çıkış, ülkemizde işçinin, köylünün, tüm emekçi yığınların ekonomik ve siyasal taleplerini etkisiz kılmaya hizmet etti. Yürütülen demokrasi mücadelesini uluslararası destekten yoksun bıraktı. Demokrasi ve özgürlük kavgası terörizmle özdeşir oldu. Avrupa ülkelerinde devrimci-demokrat kamuoyunun desteğinin geri çekilmesine neden oldu.     Devrimci-demokrat tüm güçleri yok edilmesi gereken düşmanlar olarak gören Apocular, niyet ve amaçları kitleler nezdinde netleştikçe daha bir pervasızlaştı; bu sefer, açıktan, Saddam dahil

Page 259: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Arap ve Avrupa emperyalist ülkelerinin istihbarat güçleriyle geliştirdikleri ilişkilerle, Kürt halkını bu güçlerin elinde paravana haline getirmeye çalıştılar. İşbirliği yaptıkları, daha doğrusu hizmetkârı oldukları istihbarat örgütleri tarafından PKK, günlük ve geçici çıkarlar için zaman zaman ileriye doğru dürtüklendi veya geriye çekildi. Günlük değişen çıkarlara göre yönlendirilen bir kukla olduklarını artık inkâr edemez hale geldiler.    Kürt halkı esrar, eroin kaçakçılığıyla ve mafya tetikçiliğiyle, cinayetlerle eşanlamlı anılmaya başlanmıştır. İstanbul’da, Ankara’da, Diyarbakır’da, daha doğrusu her hangi bir yerde basit bir iş bırakma eylemine bile kuşkuyla bakılır oldu. Lüks bir dairede rahatça uyuyabilmek, yumuşak koltuklarda televizyon seyretmek, telefon ve telsizlerle sağa sola talimatlar gönderebilmek için Türkiye’de demokrasi mücadelesini arkadan hançerleyenler, bunun hesabını er veya geç vereceklerdir.     Apocuların eylemlerinin yolaçtığı sonuçlar sadece bu kadarla sınırlı kalmamıştır Kuzey Irak’ta Saddam rejimine karşı yürütülen mücadelenin önünde nasıl engel oluşturdukları madalyonunu bir diğer yüzüdür. Bilindiği gibi İran’la Irak arasında savaşın başlamasıyla birlikte, Irak’ta demokratik güçler için tarihsel bir fırsat ortaya çıkmıştı. Bu iki ülke arasında ortaya çıkan çatışmanın doğurduğu boşluktan yararlanan Kürt ve Arap devrimci güçleri, Saddam rejimine karşı savaşımlarına yeni boyutlar kazandırarak çok önemli başarılar sağlamışlardı. Elbette bu durumdan, ABD ve Ortadoğu gericiliği fazlasıyla rahatsız olmaktaydı. Bölgede kontrolleri dışın- da gelişmeyi kabul etmeleri düşünülemezdi.        PKK, bölgeye adımını atmadan önce gerçek niyetini gizlemek için elinden gelen her türlü gayreti gösterdi. Bölgenin yurtsever güçlerine adeta yalvardı. Her türlü işbirliğine ve dayanışmaya hazır olduğunu söyliyerek kuzu postuna büründü. PKK için önemli olan geliştireceği provakasyoların önadımı olarak K.Irak’a yerleşebilmekti. Bunun için gerekli her türlü vaadi bolkeseden verdi; hiçbir şekilde ve koşulda çatışmadan yana tavır almayacağına, birlikten başka bir amacının olmadığına sözverdi. Ama gerçek niyetlerini uzun süre saklayamadılar.    Apoculuk çeşitli düzenbazlıklarla bölgeye girdiği andan itibaren, geliştirdiği provakasyonlarla emperyalist güçlerin bölge üzerinde etkinliğini arttırıcı yönde yoğun bir çaba içine girmeye başladı. Saddam rejimine karşı direniş geliştiren güçlere karşı Apocular katliamlar geliştirmiştir. Bayların bölge halkının en acılı, en zor günlerinde nasıl çapulculuk ve yağmacılık yaptıklarını burada tüm ayrıntılarıyla değinmeye gerek görmüyoruz. Apoculuk, eylem, anlayış ve işbirlikçi karakteriyle prova- kasyonlarına teorik kılıf bulma çığırtkanlığını istediği kadar ayyuka çıkarsın, konumunu ve yüklendiği rolü örtbas etmesi olanaklı değildir. Yarım yamalak Kürtçeleriyle Kürt olduklarını iddiadan hareketle, “Kürtlerin yaşadığı her yere gider ve istediğimi yaparım” tavrını ancak bir eşkiya, karanlık güçlerin elindeki maşalar gösterebilir. Devrimci olduğunu söyliyen hiç bir siyasal güç, bölgenin var olan siyasal ve sosyal gerçeğini gözardı edemez. Somut gerçekliği görmeyip, ellerine tutuşturulmuş global yaklaşım taktiğini sergilemesini, salt küstahlıkla açıklanması yeterli bir tavır değildir. Bölge halklarının demokrasi ve özgürlük mücadelelerine saygılı olmayı, onların içişlerine karışmamayı içine sindiremediğinden, her gelişmenin merkezine kendini oturtmak istiyor. Bu bir devlet erki politikasıdır. Bu noktada PKK’nin, bölgede hangi erki temsil ettiği açıkça ortadadır.     Beşikçi’nin Kürt halkını ‘meftun’gösterme gayretlerini biraz daha açmada yarar olduğu kanısındayım. Bu nedenle 40’yıllardan 70’li yılara kadarki ekonomik ve siyasi uygulamalara kısaca değinmekte yarar var. Çünkü bu yıllar arasındaki mevcut taplo, Beşikçi’nin iddialarının tersini göstermekte.  

  

EKONOMİK VE SİYASAL UYGULAMALAR 

     1930 ve 1940’lı yıllarda Kürt toplumunda feodal üretim ilişkileri egemendir. Toplumda dini reislerin çok önemli rol oynadığı, aşiretsel yapının devam ettiği, feodal ilişki ağını ve hukukunu

Page 260: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

elinde bulunduran feodal beyliğin hüküm sürdüğü bir dönemdir. Doğal ekonominin devam ettiği bu koşullarda, halkın geçim kaynağı temel olarak tarım ve hayvancılıktı. Değişim ve iş bölümünün çok sınırlı olduğu bu dönemde, elde edilen ürünler yine halk tarafından işlenmekte ve tüketilmekteydi. Ortaya çıkan artı-ürün ağırlıklı olarak feodal beylerce gasp edilmekteydi. Pazar ile olan alışveriş çok sınırlı ve daha çok parayla değil, mal mübadelesiyle yapılmaktaydı. Feodal beyler nüfusun yüzde beşlik gibi çok sınırlı bir kesimini oluşturmasına karşın, ekilebilir toprakların yüzde kırkını ellerinde bulunduruyorlardı. Ekilebilir toprakların önemli bir kesimi de yarıcılık ve kiracılıkla daha küçük parçalara bölünmüştü. Angaryacılık en yaygın biçimde kullanılıyor, topraklar feodal beyler tarafından köylüyle birlikte alınıp satılıyordu. Bu sömürü çarkının içinde birçok aşiret ve dini reis büyük topraklara sahip olarak feodalleşiyorlardı.    Tarımın yanısıra, hayvancılıkta önemli bir yer tutuyordu. Hayvancılık yerleşik köylüler ve göçebe aşiretler tarafından yapılmaktaydı. Çok ilkel koşullarda, modern besicilikten uzak yapılan hayvancılıktan fazla bir gelir elde edilmemekteydi. Zaman zaman başgösteren bulaşıcı hastalıklardan ve yem kıtlığından dolayı binlerce küçük ve büyük baş hayvan telef olmaktaydı. Hayvanların bakımı için tutulan çobanlar oldukça yaygın olmasına karşın, ücretle değil, karın tokluğuna çalıştırılıyor, yerleri ve konumları feodal hukuk kurallarınca belirleniyordu. Bölgede tarım ve hayvancılık ekonominin bel kemiğini oluşturuyordu   1950’li yıllara gelindiğinde, getirilen yeni ekonomik ve mali uygulamalar, ister istemez pazar için üretimi zorla- mıştı. Giderek devlet eliyle geliştirilmeye başlanan küçük çaplı sanayi yatırımları, alt yapı hizmetlerinin gelişmesine neden oluyordu; su, yol, elektirik vb. içpazarı genişletecek uygulamalar özellikle çok partili döneme geçilmesiyle daha hız kazandı. Çünkü gerek Batı’da, gerek Doğu’da egemen güçlerin çıkarları çakışıyordu. Bu çakışma hiç belirtmeye gerek yok ki, tüm emekçi yığınların insafsız sömürüsü yönündeydi. Gelişen kapitalist ilişkiler ortamında egemen güçler, banka kredilerinden mamul maddelerin dağıtımına kadar birçok alanda aracı rolünü yüklenmenin tadına çoktan varmışlardı. Hatta bu dönemde Ziraat Bankası’ndan dağıtılan kredilerin yarıdan fazlasını yine bunlar aldı. Ayrıca, bürokrasiye memur, işyerlerine işçi alımlarında feodal beyler söz sahibiydi. Feodallerin bürokrasi içinde etkin oluşu, küçük üreticiler ve esnaflar üzerinde de baskı ve denetim kurmasını getiriyordu. Doğrusu feodal beyler öylesine uyumlu hale gelmişti ki, Cumhuriyet Halk Partisi’nin yasallaştırdığı halde uygulamaya koyamadığı kısmi toprak reformunu, Demokrat Parti’nin gerçekleştirmesine ses çıkarmadılar. Zaten dağıtılan toprakların büyük çoğunluğu hazineye aitti ya da kullanıma açılması oldukça elverişsiz, değeri üzerinden yüksek fiyatlar ödenerek feodal beylerden satın alınan topraklardı. Böylece feodaller parasal olarak daha güçlü konuma getirildi.     Duruma tam anlamıyla egemen olan ve her hangi bir tehlike gelmiyeceğinden emin olan devlet, sürgüne gönderdiği, mecburi iskâna tabi tuttuğu feodal beylerin geri dönmelerine engel olmadı. Devlet, sürgünden geri dönenlerde dahil olmak üzere, genel olarak Kürt egemen güçlerinin ekonomik ve siyasal etkinliklerini tümüyle ortadan kaldırmamıştır. Batı’da olduğu gibi feodal beylerin etkinliğini kıracak yönelim içine girilmek istenmediğinden, hiçbir dönemde ciddi toprak ve tarım reformundan yana tavır almamıştır.    1940’lı yıllardan itibaren toplumsal yapıda ciddi değişmelerin ortaya çıkmadığını söyliyemeyiz. Kürt egemen güçleri içinde ayrışmalar, yeni biçimlere bürünmeler kendini gösterdi. Vergi, askerlik vb. daha birçok konularda devletin tasaruflarına karşı çıkmama temelinde sağlanan bir çeşit uzlaşmayla feodal beyler, CHP’nin yaygın yerel örgütlenmelerinden belediye başkanlıklarından, parlemento üyeliğine kadar birçok alanda daha çok yer almaya başladılar. En etkin, en geniş nüfuza sahip olanlar parlementoya alınmakla kalmıyor, bakanlık koltuklarına dahi oturuyorlardı.    Doğal ekonominin dağılma sürecine girişi, Kürt egemen güçlerinin kendi içinde ayrışmasını derinleştirdi. Tarıma makinanın girmesiyle birlikte büyük toprak ağalarının önemli bir kesimi toprak kapitalisti haline geldi. Ellili yılların ortalarına gelindiğinde modern tarım yapılan çok sayıda çiftlik ortaya çıktı. Yine birçok çiftçi makinali ve sulu tarıma geçerek zengin köylüler halina geldiler. Bu süreç 1960’lı yıllardan sonra daha bir ivme kazandı.    Gelişen kapitalist ilişkiler ortamında, ticaret burjuvazisi hem nicel hem de nitel olarak kendini göstermeye başladı. Bölgede üretilen malları Batı’ya, Batı’da sanayi burjuvazisinin mamul maddelerini ve ithal malları bölgenin pazarına aktarmada aracı rolünü yüklendiler. Avrupa ile

Page 261: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

direk ticari ilişki içinde bulunanlar bu dönemde henüz çok azdı. Ama banka kredileriyle desteklendiklerinden hızla büyüdüler. Elde ettikleri sermaye birikimiyle hisse senetleri, tahviller satın alarak veya ortaklıklar kurarak sermayeyi Batı’ya aktarmayı hem daha kârlı ve hem de güvenceli gördüler. İstanbul sanayi burjuvazisiyle bölgenin tüketicileri arasında aracı rolü oynayan bu kesim, her zaman feodallerle uyum içinde oldu.    Değirmencilikle, tuğlacılıkla ve ilkel tezgahlarla yapılan dokumacılıkla vb. uğraşan kesimlerin ise, dikkate değer bir sermaye birikimi sağladığını iddia edemeyiz. Daha çok kendi olanaklarıyla elde ettikleri sermaye ile ayakta kalmaya çalışan bu kesimin halka ciddi bir iş olanağı yarattığını da söyliyemeyiz. Genel olarak var olan sanayi devlete aittir ve onlar da küçük çaplıdır. Hammadde ve pazar ihtiyaçlarını karşılayacak birtakım yatırımlara gitmeleri zaten zorunluydu. İster istemez genel hizmetler sektöründe bir canlanmayı sağlıyan kara ve demir yolları ulaşım şebekesinin bölgede inşası bir de bu zorunluluktan kaynaklanıyordu.    70’li yılların başlarına gelindiğinde egemen üretim biçiminin kapitalizm olduğunu söyliyebiliriz. Ama yine de, Marmara, Ege ve Akdeniz bölgeleriyle kıyaslandığın- da çok geri ve cılızdır; tarımda makinalaşmanın yanısıra, sanayi alanında devlet ve özel yatırımcılığın oranına bakıldığında, bu kolayca anlaşılır. Doğu ve Güney Doğu’da bu yıllarda kentleşme oranı %20’lerde seyreder. Her şeyden önce Kürt nüfusunun ağırlıklı olduğu bölgelerde okum yazma bilmiyenlerin oranı bu yıllarda bile %70’lerin üzerindedir. Zaten Türkiye genelinde okuma yazma oranı %70’dir. Bu rakamlar bile gelişen kapitalist pazar ilişkilerinin boyutunu göstermeye yeter.                 

  

KÜRT HALKINI BİTMİŞ GÖSTERME VE AŞAĞILAMA     Yukarıdaki verilerin temel alınmasına kimsenin itiraz edeceğini sanmıyorum. Görüleceği üzere, 1970’li yıllarda kapitalist pazar ilişkilerinin egemen olmasına rağmen, Kürt toplumu henüz köylülükten çıkmış bir toplum değildir. Asimilasyonu siyasi, sosyal ve ekonomik temellerden bağımsız ele alarak değerlendirmenin hiç bir bilimsel yanı olamaz. Asimilasyon politikasını tek yönlü düşünme, yani toplumsal yapıda ortaya çıkmış bir kaç örnekten hareketle, toplumsal yapının tümünü görmemezlikten gelme, ancak Beşikçi’ye özgür bir yöntemdir. Bu bir anlamda ağaçları görüpte ormanı görmeme gibi bir şeydir. Gerçeklere arka dönüldüğünde gerçekler ortadan yok olmazlar. Ama yazar ne yapıp yapıp, mevcut durumu, kafasında yarattığı kalıpla uyumlu hale getirmenin çabası peşinde. Kalıp ise malum; ‘Meftun.’ Bay Beşikçi, kafasında oluşturduğu kalıba uyum sağlatmak için bakın ne tür çabalar içine giriyor. Bu çabalar aynı zamanda kafa kargaşalığını da ortaya koymakta; ‘Kürdistan'ın hayal edilmesi bile mezara gömülmüş, mezar taşlarla doldurulmuş, betonlanıp kapatılmış...’ * Benzetmede hata olmaz derler ama bu benzetmeden başka her şeye benziyor. Kürsüyü ve mikrofonu hayatın- da ilk defa yakalama fırsatını elde etmiş birinin avazı çıktığı kadar slogan atmasına benziyor. Ne kadar çok slogan atarsam o kadar çok kitleleri ajite eder ve harekete geçiririm yanılsaması var. Biraz duygu sömürüsüyle karışık mesajlar vermek istemiş ama becerememiş. İsmini koyamadığı bir çorba ortaya çıkarmış. Aslında apolojetik düşünce tarzının içinden çıkılmaz halini sergiliyor. Bu nedenle de, olmayan bir şey için çaba yürütüyor ve her ne hikmetse olmayan bir şeyi varmışçasına bir kez daha yokettiriyor. ‘Türkiye, Türkleştirme programının tamamlanmakta olduğunu düşünüyordu.’* Görüleceği üzere yoktan varetmenin müthiş bir çabasını yürütüyor. Burada çok sinsice bir doğrulama var. Hayal edenler bitirilmişse hayalleri de bitirilmiştir. Kürt halkının bitirilmesinin hedeflendiği ve bu doğrultuda çok yönlü adımların atıldığı söylenmiyor. Kürt halkının artık bitmiş olduğu iddia ediliyor. Yani bir anlamda Amerika’da Kızılderilerin, Latin Amerika’da Mayaların konumuna düşürüldüğü keskin bir dille ifade ediliyor. Neredeyse bir kültür varlığı olarak Kürtlerin koruma altına alınmasını önerecek. Daha yakınımızdan bir örnek vereceksek, Keldaniler’le Kürtler’i bir tutuyor. Durum bu derece içler acısı ise, bu çaba ve telaş niye? Şecere tut yeter. Beşikçi devlet adına bu yargıya varırken hangi somut delillerden yola

Page 262: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

çıktığını açıkça ortaya koymalı. Somut durum tespiti yapılırken, bu somut durumun hangi sosyal temellere dayandığını da açıklamak gerekir, üstelik istatistiki bilgilerle birlikte. Ayrıca Kürt halkını içleri taşlarla doldurulmuş ‘anıt’ mezarlarla birlikte anma, tehditin, korku salmanın bir başka biçimi. ‘Aman öcü var, susun, oturun oturduğunuz yerde’ demektir.     Bahsettiğim kafa kargaşalığı, burada, bilimsel verilere ulaşıp ulaşmamasından kaynaklanan kafa kargaşalığı değil, hareket ettiği sahanın kime ait olduğunun farkedileceğinden kaynaklanan korkunun verdiği kafa karga- şalığıdır. Çünkü resmi ideoloji gerçeğe sırtını dönerek ‘Bitti’ ya da ‘Mezara gömdüm’ diyor. Yazar da ‘Kürtler Türkleşti’ diye feryat ediyor. Metafizik düşünce doğrul- tusunda hareket etmenin bir yöntemi de budur.    Oysa Beşikçi, politik bir tartışma yaptığının çok iyi bilincinde. Ama bunu bilinen kaygılarından dolayı açıkça dile getiremiyor. Politik bir tartışma, daha doğrusu çıkarlarına hizmet etmeyeceğini düşündüğü politik tartışmalar sözkonusu olduğunda, sosyoylojinin gölgesine sığınmayı adeta prensip haline getirmiş. Ama bu kaçış insanı kurtarmaz. Yine politik, hatta bilimsel tartışmalarda salt olgulardan ya da tesbitlerden hareket edilmez. Açıkçası bir olguyu tespit etmekle sorunlar çözülmez. Resmi ideoloji Kürtleri yok sayıyorsa bunun karşısına ‘hayır, Kürtler vardır’ teziyle karşı çıkma, resmi ideolojinin hareket ettiği zemini bölüşme demektir. Sistemin yükseldiği ekonomik ve siyasal zemine karşı tavır içinde olunmadığı sürece sistemle bütünleşme kaçınılmazdır.    1970’li yıllara ait istatistikler temel alındığında Doğu ve Güney Doğu’nunu 1940 ve 1950’li yıllara nazaran çok ciddi değişimler geçirdiği görülecektir. Ekonomik ve sosyal yapıdaki değişimin toplumsal yapının katmanlarında ortaya çıkartığı mevzilenmeyi irdelemesi gerekirken, ‘Yok olma’ teranesini işleme ancak bay Bişikçi’ye özgü bir tavırdır. Çünkü sistemi değiştirmek için mücadele etme yerine, sisteme çeki düzen verme gayreti daha kolay bir yöntemdir, üstelik pek fazla risk taşımamaktadır. Bir toplumun %70’nin okuma yazma bilmediği koşullarda asimilasyonu önplana çıkarmada farklı amaçlar vardır.     Bugüne kadar gelmiş geçmiş tüm iktidarların en başarısız olduğu bir alan varsa, o da, izlenen asimilasyon politikasıdır. Kaldı ki, halkın yüzde yüzü de Türkçe eğitim-öğretimden geçmiş okur ve yazar olabilirdi, olabilir de. Göçmen bir gruptan bahsetmiyoruz, tarihi, kültürü, diliyle, tüm toplumsal değerleriyle yerleşik bir halktan bahsediyoruz. Ayrıca, asimilasyonun temel alınmaya başlandığı dönemin özelliklerini dikkate aldığımızda, bu politikanın başarısızlıkla sonuçlanacağını da görürüz.     Ortaçağ karanlığında yaşam sürdürmeyi, hangi dilde olursa olsun okuma yazma bilmeyen tek bir Kürdün kalmamasına yeğlemek açıkça Kürt düşmanlığıdır. Bu noktada, asimilasyon politikasından hareketle, ‘Bittik’i belirleyici faktör haline getirme yerine, toplumun dinamiklerini harekete geçirerek sisteme karşı yönelme temel alınmalıdır. Asimilasyon politikasını eleştirme başka bir şey, kapitalist üretim ilişkileri içinde şekillenen toplumsal yapı karşısında teslim olmayı önerme başka bir şeydir. Yani içinde bulunduğumuz koşullarda asimilasyon politikasıyla Kürt halkının yok edilemeyeceği ortadadır. Yazar, asimilasyon politikasını salt dile indirgemektedir. Asimilasyon salt dille sınırlandırılamaz. Yazarın, daha başından iflas etmiş bir politikayı başarı- lıymış gibi önplana çıkarmakla, bir dönemler Avrupa içlerine kadar etkisini hissettiren ‘Türkün gücü’nü göstermeye çalış- maktadır. Bu, korku üretme, açıkçası, korkutma, yıldırma politikasıdır.     Ekonomik ve sosyal yapıdaki her değişim, sınıf ve tabakalarda farklı sosyal eğilimlerin ortaya çıkmasına neden olur. Bu süreç içinde egemen güçlerin geliştireceği siyasal baskılara karşı sınıf ve tabakalar şu veya bu biçimde dirençlerini ifade edebilecek yol bulurlar. Bu noktada devrimci aydının görevi, bu eğilimleri sisteme karşı yöneltmenin, örgütlü hale getirmenin çabasını vermedir. Dürüst aydının görevi yakınma ya da sistemin arızalarını giderme olmamalıdır. Ama Beşikçi, ne yapıp yapıp hemen her koşulda sistemle uyum içinde kalmanın yollarını araştırmakta. Bu konuda o kadar içtenlikle hareket etmekte ki, Kürt halkını en kötüler içinde seçenek yapmaya zorlamakta. Hatta emperyalist güçlerin sunduğu en rezil seçenekleri alayıp pullayıp Kürt halkına sevdirmenin kavgasını vermekte. Sunduğu en iyi seçenek de, ‘Dışlanma.’ Yani ‘Benzemeyi bırakın, dışlanmayı kabul edin’ diyor. Amerika Birleşik Devletleri ve Büyük Britanya ırkcılığı ‘Has ırkçılıktır’ diyebiliyor. Kürtler kötüler içinde ‘iyi’ seçmeye niçin mecbur? Bunun sorgulanmasına bile tehammülü yok bay Beşikçi’nin.

Page 263: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

    Beşikçi etnik ya da kimlik sorunlarını ele alırken tam anlamıyla patalojik ruh halini yansıtmakta. O’na göre kimlik sorunu dünya varolduğundan bu yana vardır. Kimlik sorununu ırk’la bütünleştirmenin çabası içindedir. Etnik ya da kimlik sorununu kapitalizmin gelişme süreci içinde ortaya çıkan bir sorun olduğunu inkâr eder. İnkâr etmesindeki en önemli neden de, bu sürecin kapitalist sömürüyle olan ilişkisindendir. Dolayısıyla sömürüyü olumlama vardır. Sömürüyü ne kadar doğal gösterirse etnik sorunu da ırk’la bütünleştirme o kadar kolaydır. Yani sınıf savaşımını yok saymak için elinden gelen her gayreti göstermekte. Bir kaç kişinin pisikolojik konumundan hareketle bulup buluşturduğu verileri genelleştirmekte ve tüm bir topluma mal etmektedir. Bu yöntem aynı zamanda bir toplumu, halkı aşağılama yöntemidir. Bir halkı aşağılama; ‘küçük’, ‘bitmiş’, ‘tükenmiş’ görme özellikle de klasik sömürgecilik döneminde İngiliz burjuvazisinin yöntemidir. Egemenlik altına aldıkları halkları sürekli bir travma içinde görürler ve içinde bulundukları ‘travma’dan ancak kendilerinin kurtaracaklarını iddia ederler.     Yazarın sürekli tekrarladığı, hemen her yazısında öne sürdüğü ‘Kürt bitti’ ya da ‘Kürtler asimile oldu’ argümanlarını biraz daha açmak gerekmektedir. Asimilasyonu salt dile indirgemekte. Dolayısıyla ulusu dille tanımlamaktadır. Bu bir anlamda ulusu dinle tanımlamayla eşdeğerdir. Bu aynı zamanda, İttihat ve Terakki paradigmasını temel almaktır. Kemalizmde de aynı anlayış vardır. Dil varsa ulus vardır, dil yoksa ulus yoktur. Yani ulusu salt dille tanımlama anlayışı vardır. Olayı hiç bir zaman ezenler ve ezilenler açısından ele almaya yanaşmaz. Bu nedenle de İttihat ve Terakki’ci anlayışının katı bir savunucusudur. Bu anlayış ister istemez, insanı, kandaki ‘cevher-i asliye’yi sorgulamaya kadar götürür.     Böylesi sorgulamalar sonucudur ki, Beşikçi, Kürt halkını ‘uygar olmayan’ yaşam içinden kurtarmak için kendini bir yol gösterici, hatta vahiy olarak öne sürer. Comte’nin elit ‘öncülük’ anlayışıyla hareket eder. Bu nedenle her fırsat bulduğunda Kürt halkını aşağılar, hakaretler yağdırır. İşte Kürt halkını aşağılamasına bir örnek;    ‘PKK hareketi ise, düşürülmüş toplum koşullarında, düşürülmüş insan ilişkileri içinde nüvelenmiş, gelişmiş, boy vermiş bir harekettir.’ *    Böylesi bir tanımlama karşısında insan şu soruyu sormadan edemiyor; izbe köşelerde, kokuşmuş labirent- lerde ne işin var? Açıkçası, ahlak bekçiliğine soyunmuş eli sopalı bir molla... Şefiyle tam bir bütünlük içinde. Daha doğrusu şefini taklitte ne kadar becerikli olduğunu gösteriyor. Bakın şefi de Kürt halkına aynı tür hakareti nasıl yapıyor;      “Kürt, kadın-erkek ilişkisinde ölmüştür. Kürt, bu ilişkide çirkinleşmiştir, alçaktır, rezildir, köledir, tutsaktır”  (Dev.Dili ve Eylemi,s.153)    Kürt halkına karşı hakaretler yağdırmada birbirleriyle yarışan bu ikiliden yukarıda verdiğim alıntıların yeterli olacağını sanıyorum. Beşikiçi’nin ‘önder’ olarak kabul ettiği kişinin, halka olan kin ve nefreti bilinen bir şey. Beşikçi dışında hemen hemen herkes bunu kabul ediyor. Sosyolog, bilim adamı olduğunu iddia eden Beşikçi, hangi bilimsel araştırmalar ve incelemeler sonucu Kürt halkını ‘Düşürülmüş toplum’ olarak tanımlamaktadır? Bu nedenle aşağıdaki bir kaç sorumuza ikna edici yanıtlar verebilirse, Kürt halkı için yaptığı tanımlamaya da içerik kazandırmış olur:    -Kürt veya herhangi bir toplumda, bir takım olumsuzlukları temel alarak o halkın ‘Düşkün’ olduğu sonucuna varma, bilimsel bir tespit midir?     -Yine, sınıflı toplum özelliklerini dikkate aldığımızda, az veya çok herhangi bir olumsuzluğu içinde barındırmayan toplumsal ilişkiler yumağı var mıdır?     -Ayrıca, salt olumsuzluğu temel alan yaklaşım tarzının, toplumsal yaşamın nesnel sorunlarına ne tür çözümler getirebilir?     Toplumda birbirine zıt ve çatışan ögeler her zaman olacaktır. Toplumun değişim ve dönüşümünde olumsuz ögelerin belirleyici olduğunu ileri sürmek, eli kamçılı ahlak zapıtacılığına soyunmaktır. Bu da elitçi bir anlayıştır, yani şiddete dayalı toplum mühendisliğidir. Toplumların ilerleyişinde yazarın bahsettiği gibi ‘düşürülmüş insan ilişkileri’ belirleyici olsaydı, o çok övgüler dizdiği Batı Avrupa toplumları daha 1860’larda yok olmuştu. Ahlak zapıtası kesildiği için ‘zor’u hemen her koşulda belirleyici olarak görüyor. Gelişmelere metafizik pencereden baktığı halde, toplumsal gelişmeleri mistik açıdan yorumlamayı bile beceremiyor. En azından, dergâhlarda bile her eşikten içeri girenin ‘ermiş’ olarak dışarı çıkamayacağını bilmelidir.     Beşikçi’nin elinde gitar bilmem neyin önünde bir dans türü yaratma çabalarıyla bir halkın demokrasi ve özgürlük kavgasını biribirine karıştırdığını sanmıyorum. Tek bir amaç var, o da,

Page 264: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Kürt halkını aşağılamadır. Sonuçta egemen güçlerin soysuzlaşmasını saklamanın bir yöntemi de budur; kabahati, üretim araçlarını ellerinde bulunduranlarda değil, mülksüzlerde arama. Yani Beşikçi’ye özgü bir ‘olgu’ tespiti!     

BEŞİKÇİ’NİN İRADİ ZORLAMALARI     Sosyolog ‘Küçük bir karşılaştırma’ yapmış ama büyük bir hizmette bulunduğunun bilincinde değil. Farkında olmadan kaş yapayım derken göz çıkarmış. Acemi erler misali emir komuta zincirine dahil olmanın pisikolojisini henüz üzerinden atamamış. Özgürlüğünü gönüllü teslim etmenin yükümlülüklerini huşu içinde yerine getirmeye koyulmuş.   Yükümlülükleri:     Birincisi; ‘önder’, ‘ulu’, ‘ata’ yaratma.     İkincisi; yaratmak istediği ‘ulu’ya, ‘ata’ya karşı farklı düşünce ileri sürenleri yerme, karalama, işkence ve cinayet dahil her türlü şiddet kullanılarak ortadan kaldırma girişimlerine yolgöstericilik yapma.    Bu yönlü çabaların nereden taklit edilmeye kalkışıldığı bir sır değildir.    Şaşkınlığından da olsa, iyi ki ‘Küçük bir karşılaştırma’ yapmış. Çünkü başka türlü kendi kendini yalanlayamazdı. Ama yine de ‘eline sağlık’ deme içimden gelmiyor.     ‘Abdullah Öcalan ve PKK bir madalyonun iki yüzü gibidir. PKK önderliği, Başkan Abdullah Öcalan, 20. yüzyılın son çeyreğine, Türkiye'nin ve Ortadoğu'nun tarihine, siyasal ve toplumsal gelişmelerine damgasını vuran en önemli siyaset adamlarından biridir. PKK'yi Kürdistan ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesini, ona coğrafi olarak en yakın olan zaman olarak da çok uzak olmayan, Anadolu'daki Kuva-i Milliye Hareketi ile karşılaştırmak mümkündür. Bu karşılaştırma bize, PKK hareketi hakkında, gerilla mücadelesi hakkında çok önemli bazı ipuçları verecektir.’ *    Cizvit papazlarının hitap tarzından çok şeyhine kendini ispatlamak için ayinlerde karnına kılıç saplayan mürid- lerin hitap tarzına benziyor. Bu paragraf ‘Apo’ları çoğal- mak gerekir’ diye başlayan övgüsüyle birleştirildiğinde tam bir kutsama ortaya çıkar. Toplumların tarihsel gelişimlerini kahramalarla ifade etme anlayışıdır. Aşiret reisi olmazsa aşiret üyeleri yok olur, feodal bey olmazsa aç kalırız ya da ‘Ulu önder’ olmasaydı kurtuluş olmazdı düşüncesinin pekiştirilmesidir. Beşikçi beyninde yarattığı kült’leri tüm topluma mal ediyor ve giderek bunları tapılması gereken ‘Tanrı’lar haline getiriyor. Gelişmemiş, aydınlanmamış toplumlara özgü ‘kurtarıcı’ aramadır bu. Bu anlayış aynı zamanda en lumpen ilişkilerin esas alınmasıdır. Yani sınıfdışı kesimlere seslenme ve onları temel almadır. Yukarıda ortaya koyulan anlayış, aynı zamanda, Türkiye’de bilinen elitistlerin epistemolojisini Kürt toplumu arasında yaygınlaştırma çabasıdır.     Bu karşılaştırmadan gerçekten çok güzel ve herkesi ikna edebilecek kadar önemli ipuçları çıkacaktır. Bahsettiği ‘önder’in ancak ‘coğrafi olarak en yakın olan’ bir yerde ve ‘zaman olarak da çok uzak olmayan’ gelişme- lerle karşılaştırılmış olması gayet ‘akıllıca’ bir yoldur. İttihat ve Terakki entrikalarını çok iyi bilen biri olarak, böylesi karşılaştırmalar için, fazla uzaklara giderek yığınca zorlukla yüzyüze gelmesine gerek yoktu. Bu konuda hem tarihimiz, hem de yaşadığımız coğrafya oldukça zengindir.    Karşılaştırmaya yine utangaç bir biçimde Rum, Ermeni ve Asuriler’in mal ve mülklerine Müslüman eşraf tarafından elkonulduğunu belirterek başlıyor. Ama burada ‘Müslüman eşraf’ derken kimleri kasteddiğini açıkça belirtmekten çekiniyor. Tarihi bir olaydan bahsederken bu derece utangaç davranmasına akıl erdirmek mümkün değil. Yani Türk esnafını mı, Kürt esnafını mı veya Tük ve Kürt esnaflarını birlikte mi kastediyor o da belli değil. Ama belli ki, esas olarak, Kürt ve Türk esnaflarını birlikte ‘Müslüman eşraf’ olarak değerlendirmekte.     Çok önemli tarihsel bir dönemde olup bitenleri yuvar- lak cümlelerle geçiştirmeye çalışmasının esas nedenleri ise;    Yanlı tarih yazma girişimi, yani tarihi çarpıtma gayreti;     Gelecekte hiç bir sorumluluk altına girmemeye yönelik çaba içinde olması;

Page 265: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

    Kürtler’in tepkisinden çekinmesi;     Yanlı tarih yazma girişimi derken, kasteddiğim, İngiliz emperyalizminin birinci dünya savaşı döneminde Anadolu’ya biçim verme planlarını temel alması ve onaylamasıdır. Aslında İngilizler’in İstanbul’u kaybetmesi ve Anadolu’dan çekilmek zorunda kalmış olmalarına üzülmektedir. İngiliz, Fransız ve İtalyan egemenliği altında ‘medeni’ olunacağına öylesine inanmış ki, İngilizler’e, genel anlamıyla Batı emperyalizmine övgüler yağdırmakta, olabildiğince sevecen göstermeye gayret etmektedir. Sadece sevecen göstermekle kalmamakta, sinsi bir biçimde masum olduklarını söylemektedir. İngilizler’in, Fransızlar’ın, İtalyanlar’ın, Çarlık Rusyası’nın ‘göçmenleri yerleştirmek’ için veya birer ‘hayır kurumları’ olarak Anadolu’ya geldiklerini söylemektedir. İşgale uğrayan Anadolu değil, Londra, Paris ve Roma imiş! Açıkçası, Emperyalist güçlerin Anadolu’da kalıcı olamamalarına, dolayısıyla ‘zeki çocuk’ seçilip Londra’ da eğitim görememiş olmasına çok üzülmekte. ‘Zeki çocuk’ olarak iki parelel doğrunun uzayda nasıl kesiştiğini ispatlayacak bilim adamı olamadığına hayıflanmakta. Tüm bu yönlü görüş ve düşüncelerini açık seçik yazma yerine, bakın nasıl dolambaçlı yollara başvuruyor;     ‘...Rumlar, Yunanlılar’la birlikte tekrar yurtlarına dönmekte (...) Ermeniler, (Burada Çarlık Ruyası ile birlikte demeyi uygun bulmuyor, çünkü Kürt halkının tepkisinden kaçınıyor. Düz mantığa ve akla seslenen kuru ajitasyon ancak bu şekilde yapılır.BN.) tekrar yerlerine, yurtlarına, evlerine-barklarına dönmenin (....) yolunu yordamını aramaktadırlar. İngiliz’in, Fransız’ın, İtalyan’ ın böyle bir amacı olmadığı besbellidir. (Yani İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar’ın toptancı olduğunu kastetmek- te. BN)’ *    Ermeni ve Rumlar’ın arkasına sığınarak emperyalizm hayranlığını gizlemeden başka bir şey değil bu cümleler. Birinci dünya savaşı döneminde Yunan devletinin İngiliz emperyalizmiyle işbirliğini sorgulama işine gelmiyor, çünkü sorgulamaya kalkıştığı anda İngiliz emperyalizminin karşısında yer almak zorunda olduğunun bilincinde. Bu işbirliği ya da ittifakın Yunan halkına ne tür olumlu getirileri olmuştur acaba? Buna yanıt veremez, çünkü verdiği anda üzerine inşa etmek istediği düşünceleri bizzat kendisi çürütmüş olur. Bu nedenle kaçamak yollara başvurmakta, kelime oyunlarının arkasına saklanmakta. Örneğin Teşkilat-ı Mahsusa için ‘mazlum halklar kategorisinde değerlendirilemez’ diye bir ucube üretmekte. Kimsenin Teşkilat-ı Mahsusa eşittir mazlum halktır diye bir değerlendirme yapmamıştır. İşgale uğrayan Anadolu’ yu mazlum ülkeler, Anadolu halkını mazlum halklar katagorisinde değerlendirmiştir.Bu, aynı zamanda ‘ordu eşittir halktır’ anlayışının dolaylı kabulüdür. Niçin böylesi yollara başvurduğu bellidir; başka türlü ‘ulu’ ya da ‘mit’ ler yaratılamaz. Nereden bakılırsa bakılsın, İngiliz emperyalizminin çok sinsi bir propagandası yapılmaktadır.        Beşikçi’ye sormak gerekiyor, emperyalist güçler Anadolu’ya niçin geldiler? İşgal etmek amacıyla mı, yoksa Ermeni ve Rumlar’ı yerleştirmek için mi geldiler? Yani birer hayır kurumları, daha doğrusu göçmen yerleştirme kurumları olarak mı geldiler?     Bu sinsiliğin altında bir başka neden daha var, o da, birinci ve ikinci dünya savaşlarını dünya pazarlarını bölüşüm, emperyalist paylaşım savaşı olarak görmeme vardır. O’na göre emperyalist paylaşım, komünistlerin uydurmasıdır!     Yazar, Kürtler, Ermeniler ve Rumlar için mangalda kül bırakmazken, ana meseleye değinmekten sürekli kaçınıyor. Var olan ulus-devlet çözümlemesinin karşısına ikinci bir ‘ulus-devlet’ çözümlemesiyle dikilmekte. Acaba aslı dururken, ikinci bir ulus-devlet çözümlemesi niçin sunuyor? Bu noktada kendi kendini çürütmüş oluyor. Nereden bakılsa çelişkiler yığını. İttihat ve Terakki geleneğinden hareketle, Kemalist çözüm önerisinden başka bir şey değildir. Başkalarının ulus-devlet çözümle- mesi Kürt, Ermeni, Rum ve Asuriler için kötü oluyor, ama kendi ulus-devlet çözümlemesi her nedense pek ‘hayırlı’ oluyor.      Beşikçi’nin ulus-devlet çözümlemesinden hareketle, Ermeni halkı için önerisinin ne olduğu, henüz anlaşılmış değil. İçi boş kelimelerle dama oynamaktan vazgeçip soruna açıklık getirmek zorundadır; örneğin Ermeniler, Kars ve Ardahan’dan Van’a kadar olan bölgeyi geri istiyorlar. Yani bugünkü Ermenistan Devleti’nin, sınırlarını, bu bölgeyi içine alacak biçimde genişletmesini onaylayıp onaylamadığını şimdiden belirtmelidir. Ayrıca, Ermeniler, ‘Müslüman eşraf’larca el konulmuş ‘...ev, konak, bağ, bahçe, zeytinlik, tarla, mandıra, atölye gibi mallarına...’ tekrar kavuşmak istiyorlar. Bu durum karşısında çözüm önerisi nedir acaba? Doğal olarak harkes bunu merak ediyor. Aynı durum, Asuriler için de sözkonusu. Bu konuda bugüne kadar çözüm ileri

Page 266: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

süren herhangi bir kitap veya makale kaleme aldığı görülmedi. Bu ve benzeri konulara içerik kazandırmadığı sürece taklitcilikten öte bir şey yapmış olamaz. Yine, el koydukları Ermeni ve Asurilerin mallarını tekrar geriye vermeleri için Müslüman Kürt eşrafına da bir çağrıda bulunmalıdır. Böylece inandırıcı olduğunu göstermiş olur. Postu İstanbul’a serip işkembe-i kûbradan atacağına, Diyarbakır’da oturmaya başlayıp bu konuda en azından bir ‘sivil girişime’ ön ayak olabilir. İleri sürdüğü görüş ve düşünceler doğrultusunda ciddi, dürüst olmanın bir ölçüsü de budur. Malum ‘tarihi’ tespitlerinden hareketle, Kürtler'le Ermeniler ve Rumlar arasında ne geçmişte ne de günümüzde herhangi bir ‘çelişki’ ve ‘düşmanlık’ olmadığı için, böylesi bir girişimin çok kısa zamanda başarıyla sonuçlanacağından emin olması gerekir. Bu kadar ‘kolay’ çözümlenecek sorunu bugüne kadar ertelemesini anlamak mümkün değil. Dahası var; Türklere, Asurilere, Araplara, Azerilere vb. halklara yönelik bulduğu çözümler nelerdir?     Bir önemli konu daha var, Rum sürgünleri. Yine o meşhur ‘tespit’lerinden hareketle, Rumların bağ-bahçe, mandra, atölye vb. mallarını tekrar elde etmeye yönelik somut öneriler, daha doğrusu çözümler ileri sürmek zorundadır. Rumlar, özellikle Ege Bölgesi başta olmak üzere Akdeniz ve Marmara Bölgelerinin batısına geri döndüklerinde nasıl bir statü sahibi olacaklar? Rumların büyük çoğunluğu, bu bölgelerin Yunanistana bağlanmasını ve giderek İstanbul’un en azından Batı yakasının devredilmesini istemektedirler. Tekrar ‘Konstantipolos’a kavuşmayı arzulamaktadırlar. Bu konuda bugüne kadar üstü kapalı mesajlar verme yerine daha açık olmalıdır.        Ayrıca, bu koşullarda, geriye kalan İç Anadolu Bölgesi ile sınırlanacak olan Tükiye Cumhuriyeti’nin devamı sağlanacak mı sağlanmayacak mı? Eğer sağlanacaksa, bu devlet sunni mezhebine dahil Türk halkının bir devlet mi yoksa alevi mezhebine dahil Türk halkının bir devlet mi olacak? Veya bu bölgenin de ikiye bölünüp mezhepsel temelde sunnilerden ve alevilerden iki ayrı cumhuriyet mi oluşturulacak? Daha açık bir ifadeyle söyliyecek olursam, İsmail Beşikçi, birinci dünya savaşı döneminde Anadolu için öngürülen Wınston Churcıll planını hayata nasıl geçirecek acaba? Bu anlamda meşhur ulus-devlet çözümlemesini bugünden bir zemine oturtmak zorunda. Bu sorunlar ‘devlet sorunu’ derse, o zaman sadece bir aldatmacı olduğunu kabul etmiş olur. Eğer aldatmacılık yapmıyorum diyorsa, devletçi elitçilerle kolkola Serbest Fırkacı rolü oynamaya son vermelidir.     Sonuç olarak, Kürtler’in varlığını ispatlama eyyamlığından ulus-devlet çözümlemesine ulaşılırsa, işte böylesi sorunlar ortaya çıkar. Ama bu sorunların hiç biri, bayımız için önemli değil; oluk gibi kan akıtarak tüm sorunları bir çırpıda çözümleyeceğini iddia ediyor.    Yazar tarihi gerçekleri örtbas etmek için akla gelmedik zorlamalarda bulunuyor. Kuva-i Milli’nin Osmanlı Devleti’nden kalma olanakları kullanarak hareket ettiğini, bu nedenle de herhangi bir sıkıntı içinde olmadığını söylerken, ‘Kürt önderi’ ilan ettiği kişinin de ‘yoktan varetme’ uğraşı içinde olduğunu, daha doğrusu yoktan nasıl varettiğini ispatlamak için binbir dereden su getirmekte. Tüm zorlamalarının altında yatan esas neden de, ‘önderim’ dediği kişiyi ve PKK’yı aklama uğraşıdır. Ama çabası boşuna; aklamaya çalıştığı önderi, her şeyini açığa vuruyor. Çoktan açığa çıkmış ilişkilerini saklama- nın artık anlamsız olduğunu düşünüyor. Yani Beşikçi’nin tüm dayanaklarını çürütmekte. Bu noktada ‘Kürt önderi’ olarak lanse etmeye çalıştığı ve her eyleminden övünç duyduğu kişinin itiraflarından sadece bir kaç örnek vererek, bu ‘Küçük karşılaştırma’yı mümkün olduğunca kısa tutmaya özen göstereceğim. Bu arada ‘Başkan Apo artık, Kürt halkının önderi durumundadır’* diyen Beçikçi’nin, “ister doğrudan ister dolaylı olsun düzenin yetiştirmediği bir ilişki (yani istihbarat örgütleriyle içiçe olunmadan. BN) kolay kolay halka mal olmaz” (Devrimin Dili ve Eylemi,s.121) diyen Öcalan’ınbelirlemesine nasıl sıkı sıkıya bağlı olduğu kendiliğinden açığa çıkacaktır.     Yazar, malum kişi için yukarıdaki cümleyi sarfederken, O kişinin “Ben önderim, bu da eşittir Kürdistan. Kürdistan da eşittir savaş derim.”**buyruğundan hareket ettiğini biliyoruz. Böylesine ‘önder’ düşkünü olması ise hiçte tesadüf değildir. Özellikle 1930’lardan itibaren hızla bürokratlaşan, farklı düşünceleri bir tarafa atıp, tüm toplumu tek bir ideoloji içinde eritmeyi amaçlayan elitist anlayıştan yola çıktığını söylemeliyim. Dikilecek heykellerin zemin taşlarını yerleştirmenin uğraşını veriyor. Aslında Beşikçi, hareket ettiği zemin üzerinden Kürtler’in ‘Kadro’sunu oluşturma gayreti içinde ve buradan hareketle Bayar’cılık oynamaya çalışıyor. Bilindiği gibi, ‘Büstleştirme’ hareketi Tek Şef’in ürünü olduğu kadar Bayar’cılığın da ürünüdür.

Page 267: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Bu anlamda dile getireceğimiz gerçekler adeta madalyonun iki yüzü gibidir; madalyonun bir yüzünü Öcalan ve PKK, diğer yüzünü de İsmail Beşikçi oluşturmaktadır.     Beşikçi’nin, Kürtleri ‘yoktan vareden’ olarak tanımla dığı ve ‘Kürt önderi’ ilan ettiği Öcalan’ın, nasıl yetiş- tirildiğini ve kimler hizmet ettiğini görelim. Öcalan’ın kaleminden dökülen itiraflarla ‘Küçük bir karşılaştırma’ yapalım;    1-‘…Ordu ve Kuva-i Milliye birbirlerini tamamlamaktadır, birbirlerinden güç almaktadır.’*     Peki, Öcalan kimi tamamlıyormuş; geçmişin Kuva-i Milliye-ordu işbirliği, yerini, günümüzde, Öcalan-derin devlet ilişkisine bırakıyor;    “Halk adına işbirlikçi bir ilişkiye yöneliyorum (…) Bu adamlar öyle bildiğiniz gibi değil, sana bu kadar masraf yapacaklar, hiç peşini bırakırlar mı? Devletin kendi adamlarına dayanarak gurubumu inşaa ediyorum. Beni sağ bırakırlar mı?” (Devrimin Dili ve Eylemi, s. 122)    “Ben hem solculuk, hem kürtçülük ve hem de iyi bir sosyal yaşam düzenlemek istiyorum. Hem de bunlar birbirini beslesin, güçlendirsin istiyorum.” (age,s.121)     ‘Kuva-i Milliye örgütlenmesinin temelinde Rum sürgünleri ve Ermeni soykırımı sonunda yağmalanan Rum mallarının, Ermeni mallarının elden çıkarılmaması dü-r tüsü vardır.’*    Öcalan’da ise ‘dürtü’ daha bir farklılaşıyor, zenginleşiyor; bir-iki değil, aynı anda devreye birçok dürtü birden giriyor. Öcalan’ı harekete geçiren dürtüler;    “Allahın serserisi, ne istiyorsun? Kadın dersen kadın, para dersen para! Apartman dersen apartman al; ye, içinde yat! Ben de bu noktada, tam bir paşa oğlu gibi davranıyorum. Daha fazla para! Kendinizi daha fazla çalıştırın! Çok ilginç, ayarlama çok önemli (!!) burjuvaziyi nasıl çalıştırıyorum” (!!) (age, s. 110)       2. ‘Kuva-i Milliye hareketi, Osmanlı Devleti'nden dikkate değer bir devlet bürokrasisi devralmıştır.(...) PKK'nin ise, kendi örgütünden başka dayanabileceği bir güç, destek alabileceği bir yapı yoktur.’*    Öcalan her koşulda da dayanacağı birilerini bulmuş; Kuva-i Milliye Osmanlı bürokrasisine dayanmış, Öcalan da sadece derin devlet olanaklarına değil, Türkiye Cumhuriyeti bürokrasisine, en önemlisi de MİT’e dayanmış;    “Apo’yu MİT Kürdistan’a göndermiş diye bir haber vardı. Bu aslında devletin içindeki odakların birbirini suçlamak için söyledikleri bir sözdür. Aslında gönderme değil de onların elindeki ilişkidir.” (age, s. 112)     3-Beşikçi Kuva-i Milliye'nin yol, posta, telgraf, telefon vb.her türlü sisteme sahip olduğunu uzun uzun anlattık- tan sonra, ‘PKK ise, kurulduğu günlerde, bu konularda kullanabileceği, seferber edebileceği hiçbir sisteme sahip değildir.’ * diyor ve Öcalan için adeta içler acısı bir tablo sergileme gayreti içine giriyor. Ama gerçekleri örtüleme çabaları boşuna. Partiyi MİT’e kurduranın, kara yolu, deniz yolu, posta, telefon vb. olanaklarını kullanmak için çareler aramaya ne ihtiyacı var? Öcalan ne kadar çok olanağa sahip olduğunu saklamıyor. Kullanılabilinecek tüm sistemler hazır halde gümüş tabakta Öcalan’a sunulmuş;    “Düşünün, devlete Kürt partisi kurduruyorum (…) biz devrimci Kürt partisini nasıl MİT’e dayandırarak kurduysak, Kürt devletini de (şimdi işte içinde olduğumuz bu Güneydeki devlet)Türk devletine dayandırarak kura- cağız.” (age, s. 117)    4-‘Osmanlı Devleti'nden Kuva-i Milliye'ye işleyen bir dış ilişkiler ağı, işleyen bir örgüt kaldı.(...) PKK ise, dış ilişkiler ağını zaman içerisinde geliştirdi. Bunun ne kadar olumsuz, yoksul koşullarda geliştirildiği yakından bilini- yor.’*    CIA, Almanya istihbaratından tut da İngiliz M16’ya kadar geliştirilen ‘dış ilişkiler’in yanısıra, Yunan, İran, Ermenistan ve en önemlisi de Saddam’ın istihbarat örgüt- leriyle Bekea’da görüşmelerde bulunan Öcalan, MİT’e parti kudurma ‘becerisi’ni uluslararası ilişkilerde de göstermiştir. Bu görüşmelerle ilgili foğtoğraflarının boy boy gazetelerde yer aldığını herkes biliyor. Ayrıca bu ilişkilerini, katıldığı televizyon konuşmalarında da inkâr etmemiştir. Beşikçi’nin bunlardan haberdar olmaması mümkün değil.     Yine gerçekleri çok iyi bildiği için, cımbızlamalarla PKK’yi dünyada ve Avrupa’da temize çıkarmaya çalışı- yor;     ‘19. yüzyıl sonlarında, 20. yüzyıl başlarında, Kürtler'in dünyada, Avrupa'da çok kötü bir imajı vardı. Kürtler, Batı kamuoyu tarafından, "eşkiya", "haydut", "çapulcu", "durmadan adam öldüren", "durmadan yağma yapan", "biraz da insana benzeyen bir varlık" olarak değer-

Page 268: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

lendiriliyordu,...’*     Yine klasik, ezbere yapılmış, önyargılardan kaynak- lanan, ülkede olduğu gibi Avrupa’da da Apocular’ı imdada yetiştirmenin önhazırlığı niteliğinde bir değerlendirme daha. Yazar Avrupa’ya çıktığında, karşılaşacağı ilk sorunun ne olacağını çok iyi tahmin ettiğinden ‘temizle- me’ çabası içine giriyor ama beyhude. Apocular’ın işledikleri cinayetlerle, esrar-eroin kaçakçılığıyla, gasp ve soygunlarla, haraç vb. çapulculuklarla Kürt toplumunu nasıl lekelemeye çalıştıkları apaçık ortada. Bu konularda Avrupa basını ve yayınından derlenecek haberler ciltler doldurur. 19 ve 20. yüzyıllarda Avrupa bilim adamlarının araştırma ve incelemelerinden, bir çok yazarın Kürtler üzerine yazdığı yazılardan haberdar olmadığını söyleyemez. Tam tersi, bu gün Apoculuk denildiğinde Kürtler, vahşi, cinayetler işleyen, haydutluk ve çapulculuk yapan, haraç toplayan bir topluluk olarak tanımlanmaktadır. Bay Beşikçi’nin bu konuda Avrupa bilim adamlarının, yazarlarının, aydınlarının ve bir çok politikacının verdiği tepkileri, yaptıkları protestoları inkâra yeltenmesi acına- cak bir durumdur.     5- ‘İktidara dayanan, iktidardan güç olan bir hareket değil, iktidara karşı geliştirilen bir harekettir.’*     Her koşulda iktidara dayanarak geliştiğini, hem de oyun oynamadan, rol dayatmadan, iktidarın gönüllü bir neferi olduğunu Öcalan inkâr etmezken, acaba Beşikçi’ neyin çabasını yürütmekte?    “Abartmasız söylüyorum; rol dayatmadım, oyun oyna- madım.” (Devrimin Dili Ve Eylemi, s. 152)     ‘Kontrolden çıktığımı anladıkları anda derhal öldürebilirler. Sonuna kadar bağlı olduğumu anı anına tekrarlamam lazım.’ (age,s.155)    Yazarın bahsettiği ‘ideolojik farklılığa’ gelince: Öcalan Derin devletle ilişki içinde Kürt halkının kanını dökmek için bakın nasıl bir ‘ideoloji’ üretmiş;     “Çok kan dökülecektir, ama bu temelde olduktan sonra bunun da zararı yoktur. Kan sadece bizi daha fazla yıkar, temizler. O kadar çok kirliyiz ki, ne kadar çok kan dökersek Kürdistan o kadar çok temizlenir, yaşamaya layık bir ülke haline gelir. Onun için ben, kanın dökülme- sinden çekinmiyorum.” (Abdullah Öcalan, 12 Eylül Faşizmi ve PKK Direnişi, s. 487)    “savaş bir tanrıdır” ve "Tanrıya ne kadar tapınırsan, savaşa da o kadar tapınacaksın.”**    Mahmut Esat Bozkurt’tan fazlasıyla esinlenmiş olduğu açıkça ortada; karşısında oturan Kürt topluluğuna hitap tarzı, hiçbir yoruma gerek bırakmıyor. Bir halka karşı duyulan kin ve nefret ancak bu biçimde dile getirilir;    “Yüzlerinize baktığım zaman, ’bunları değiştirmek, dönüştürmek en az düşmanı vurmak kadar emredici bir ilkedir’ diyorum”**   “Çıkış yapanlarınız da öyle fazla boy vermiyor. Şu ortaya çıktı ki, büyükleriniz, ana babalarınız sizi güçlü yetiştirmemiş”**   “Bazıları bir eşek kadar bile hızlı yürüyemiyor.”    “Yine ne kadar ölümcül ve çürük olduğunuzu ortaya koyduk”**     Beşikçi ise, bunları, ‘Kürt toplumunun analizi ve ‘Kürt insanının çözümlemesi’ olarak kabul ediyor.     İslamcılık mı istiyorsunuz, o da var; efendisine rol dayatmayan, oyun oynamayan birinin, islamcılık yapması bir tarafa, kendini ‘Tanrı’ ilan etmesinde o kadar yadırganacak bir durum yok.     “O’nun (A.Öcalan kastediliyor.BN.) tanrısal bir güç olarak değerlendirilmesinin en başlıca sebebi de, onun anlaşılmasının zorluğundan kaynaklanmaktadır.” (Dev- rimin Dili ve Eylemi, s.12)    “Yeri-göğü, taşı-toprağı, canlı ve cansız tüm varlıkları yoktan var eden, vardan da yok edecek olan, ay ve güneşin şavkıyla tüm karanlıkları aydınlatan, iyi ile kötüyü ameline göre cezalandıran ya da mükafatlandıran en son dinimiz olan Müslümanlığı yeryüzüne yaymak için Hz. Muhammed’i (S.A.V.) yaratan ve (....) Kürdistan halkının önderliğini yapmasını emrettiği Abdullah Öcalan’ı başımıza önder eden Yüce Rabbimize şükürler ederiz. Yine Yüce Allahımızdan dileriz ki, zalimlere ve kafirlere karşı, ezilen mazlum halkların, hak sahibi insanların başından, hak arayan böyle önderler eksik etmesin.” (PKK, İslam Dinini İstismar Eden Emper- yalizmin Uşağı T.C’yi Tecrit ve Teşhir Edelim)    İsmail Beşikçi’de başında böylesi bir önderi olduğu için şükretmeye devam etsin. Devam

Page 269: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

etssin ki, sırat köprüsünden geçmeye hak kazansın, yoksa ateşler içinde yanmayı hakeder. Yerlerde sürünmeyi göze alarak yaptığı dualar, umarım ‘savaş tanrısı’ tarafından kabul edilir.    Ettiğin dualar seninle olsun İsmail Beşikçi.  BAKİ KARERAralık 1998-Ocak 1999        KAYNAKLAR*Sexwebun. İsmail Beşikçi değerlendiriyor...27 Kasım 1988, Kürdistan İşçi Partisi (PKK)’nin kuruluşunun yirminci yıldönümü.** A.Öcalan. Devrimin Dili ve Eylemi.*** Yaşasın ölüm! Franko generallerinin attığı slogan.

 

sites/43/43f601c34de496d2c562ae11d004c22a/attachments/File/TURKIYE_GAZETESI-ROPORTAJ.doc

Karer: PKK Kürt kıran hareketidir

26 Kasım 2012 Pazartesi - 07:32İsveç'te yaşayan Baki Karer, PKK'nın 24 kurucusundan biri. Aslen Ordulu olan Karer, örgütün gerçek yüzünü şöyle anlatıyor: "Kör terör ve şiddet Apoculuğun varlık sebebidir. Öcalan'ın akıl hocaları da Veli Küçük, Yalçın Küçük ve Doğu Perinçek'tir." "PKK, Türkiye'de Ergenekon, dünyada da Gladyo olarak bilinen yapının Kürt ayağıdır. Ergenekoncular, PKK'nın merkezinde... İlk kurşunu da Kürtlere sıktı. PKK, egemen güçlerin oluşturduğu 'Kürt kıran' hareketidir. Taktikleri de provokasyondur."    HABER / STOCKHOLM - - Ordulu bir Türk olan Baki Karer, PKK'nın kurucularından. Örgütün, 'grup olma' kararı aldığı Ankara Dikmen'deki toplantıya katılmış 24 kişiden biri. Abdullah Öcalan'ın talimatıyla PKK'nın öldürdüğü daha sonra “şehit” olarak ilan ettiği Haki Karer'in kardeşi. Baki Karer, örgüt içinde “Merkez Komite Üyeliğine” kadar yükselmiş sonra yollarını ayırmış. Karer, örgüte 1973-74 yıllarında katıldığını ve 1983'te ayrıldığını söylüyor. Bazı kitaplarda öldürüldüğü yazılıyor. TBMM insan Hakları İnceleme Komisyonu'na verilen listede adı örgütün infaz ettiği kişiler arasında bile geçiyor. Oysa Karer, İsveç'te yaşıyor. Karer ile Stockholm'de görüştük. Karer, geçen onca zamana rağmen hâlâ hayatına yönelik bir tehdidin Gladyo'dan geleceğine inanıyor. Çok rahat konuşuyor. Ama bir tek fotoğrafı çekilmesini istemiyor. Yeni haliyle görüntü vermek istememesinin gerekçesini ise “PKK'dan kimse bu halimle beni tanımıyor” diye açıklıyor. Ardından da: “Bugünkü rahatlığım hayatım boyunca

Page 270: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

tedbirli davranmamdan kaynaklanıyor” diye ekliyor.  Arka profilden yüzü görünmeyecek şekilde fotoğraf çekilmesine ise Karer, “Korkan biri değil. Sözümü sakınmam ama tedbiri de elden bırakmam” diyor. Israrlar üzerine ise “beni anlayışla karşılamanızı rica ediyorum” diyerek kapatıyor.

ÖCALAN'IN KONUKLARIBaki Karer'e göre Veli Küçük, Yalçın Küçük ve Doğu Perinçek, PKK'ya akıl veren isimler... Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük, teröristbaşı Öcalan ile bizzat görüşmüştü.

Saatler süren görüşmemizde Karer, çarpıcı iddialarda bulunuyor. Yıllardır Avrupa'da yaşamasına rağmen Türkiye'ye hiç ilgisiz kalmadığını belirtiyor. “Burada ayakta kalmamızın bir nedeni de Türkiye'yi yakından takip etmektir” diyen Karer, Haziran 2011'den bugüne yaşanan gelişmelerin çok önemli olduğunu “bu sürecin hem Türkler hem de Kürtler için geleceğin aynası niteliği” taşıdığını söylüyor. Sonrasında ise çok önceden çekilmiş fotoğraflarından üç adet gönderiyor. Karer ile yapılan uzunca söyleşiden bazı bölümler: 

Kurucuları arasında yer aldığınız PKK nasıl bir örgüt?Açık ve net ifade edeyim: PKK, Türkiye'de Ergenekon, Dünya'da Gladyo olarak bilinen yapının Kürt ayağıdır. Eylemlerin biçim ve kapasitesine bakıldığında, karanlık güçlerin emir ve komutasında hareket ettiği rahatça görülecektir. Ergenekoncular, PKK'nın merkezinde yer alıyorlar. PKK, egemen güçlerin oluşturduğu 'Kürt kıran' hareketidir. Başvurulan taktik, tipik bir provokatör taktiğidir. Kör terör ve şiddet politikası Apoculuğun varlık nedenidir. Toplumda infial oluşturma, özellikle sahip olduğu tabanda ümitsizliği yayma ve bunlara paralel olarak “eyvah gittik, yetişmezsek her şey bitecek” psikolojisini egemen kılma, Apocu hareket tarzının ilk basamağını oluşturuyor.

Bu iddialarınızı neye dayandırıyorsunuz? Örgütü iyi tanıyorum. Yaşayan ve şu anda Kandil'de olan kurucuları iyi biliyorum. Bunların kapasiteleri ve ilişkileri ortadır. Ayrıca örgüt, daha çok da sivil halkın malına ve canına kastediyor. Çocukları öldürüyor, yol kesip halkın kamyonlarını yakıyor, şantiye basıp makineleri kırıp döküyor, esnafa kepenk kapattırıyor. Sonuçta bölge halkını göçe zorlamak için gayret gösteriyor. Doksanlı yıllara geri dönüş için her türlü çabayı yürütmekte. Kargaşa ve kaos PKK'nı en kolay kazanç kapısıdır. 

Ergenekon-PKK ilişkisini ne zaman fark ettiniz?  Apocu yapının açık oynamaya başladığı tarihte. Yani 1982'nin sonu ile 1983'ün başında bu kirli ilişkiyi fark ettim. Bu dönemde Avrupa'daydım. Şam'a gittim. Abdullah Öcalan'ın örgüt içinde ne kadar dürüst insan varsa hepsini tasfiye etmeye hazırlandığını gördüm. O dönemde sadece ben değil, Mehmet Karasungur, Resul Altunok, Çetin Güngör ve daha birçok insan PKK'nın Ergenekon'un Kürt ayağı olduğunu anladı. Bu, şu anda tasfiye olmuş veya öldürülmüş tüm üst düzey yöneticilerin ortak gözlemiydi. 

“PKK'yı büyütenler iki 'Küçük' bir de 'General yeğeni'dir”

PKK'nın kurmay aklının Ergenekoncular olduğu Kürtlere hakaret gibi gelmiyor mu? Bu Kürtleri küçümseme anlamı taşımıyor mu? PKK, ilk kurşunu Kürtlere sıktı. Örgütün tüm stratejisini belirleyen kişiler Ergenekonculardır. İlk dönemlerde herkesin “Ali arkadaş” dediği kişiyi, “Sayın Öcalan'a” dönüştüren Ergenekon'dur. Daha sonradan örgüt, Ergenekon yapısının denetimine girdi ve tüm olayları yaptıran onlar olmuştur. Kürt coğrafyasında “serhıldanları” başlatan PKK değil, iki “Küçük” bir “general yeğeni”dir. Yani aklı veren kişiler Veli Küçük, Yalçın Küçük ve Doğu Perinçek'tir. Devlet, 40 bin insanın ölümüne, 350 milyar dolarlık bir zarara yol açan bir örgütü niye

Page 271: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

başına bela etmiş olsun? Geçmişte devletin Kürtlere uyguladığı şiddetin neticesinde PKK bir sonuç olarak ortaya çıktı tezi çokça dillendiriliyor. Bana göre; PKK hem sebep hem de sonuçtur. Devletin uyguladığı şiddeti örnek aldı. Aynısını uygulayarak güç kazandı. Şiddet bilinçli olarak tırmandırıldı. PKK'nın şiddeti, Kürtleri; Kürtlüklerinden nefret eder hale getirdi. Bu durum özellikle kadınlar üzerinde çok etkili. Bölgeden İsveç'e gelip yerleşen kadınlar, çocuklarının okullarda kendilerini “Kürt” diye ifade etmelerini istemediklerine şahit oldum. 

Mademki; PKK bahsettiğiniz gibi kötü. Niye içinde yer aldınız? Olup bitenlerden sizin hiç mi günahınız yok? Açıkça itiraf edeyim: KANDIK. Durumu fark ettiğimizde iş işten geçmişti. Eğer ülke içinde farkına varmış olsaydık, durum değişik olabilirdi. Ama yurt dışında fark etmemiz ve Abdullah Öcalan'ın sırtını bazı güçlere dayandırmış olması bizi çaresizliğe düşürdü. Bu sürecin içinde günahım, hatam ve sorumluluğum yok diyemem. 

İlk kurucularının çoğunu öldürerek tasfiye ettiği bilinen örgüt, eğer ayrılmamış olsaydınız size yönelik nasıl bir sonuç hazırlamış olurdu? İlk yıllarda beni öldüremezlerdi. Örgütün tabanında benim etkinliğim az değildi. O yüzden üzerime öldürme amacıyla gelemediler. Ancak tecrit ettiler. Ayrılmadan önce bana, “nerede ve hangi görevi istiyorsun” diye tekliflerle geldiler. Bununla netice alamayınca bu defa da “dünyanın istediğin bir noktasında seni zevki sefa içinde yaşatabiliriz” dediler. Ben bunların hepsini reddettim. Yalnız 1990'lara kadar yapı içinde kalsaydım muhtemelen bugün yaşamıyor olacaktım.

> YARIN: “ÖCALAN, KÜRTLERİN LİDERİ OLAMAZ” Baki Karer: Öcalan, derin yapının adamı

27 Kasım 2012 Salı - 08:23ESKİ PKK'lı Karer, önemli açıklamalarına devam ediyor: “Devletin demokratikleşmesi demek, Ergenekoncuların tasfiyesi demektir. Ergenekon yok edilirse PKK da bitirilmiş olur.” “PKK toplumu körelten bir harekettir. Kürt halkının geldiği nokta geriye gitmedir. Hiç silah patlamamış olsaydı bugün Kürt kültürü çok yüksek seviyelere ulaşmıştı.”

Adem Demir / ÖZEL HABER - -  Baki Karer'in söylenecek lafı çok. 61 yaşındaki eski PKK'lı konuştukça enteresan bilgiler paylaşıyor. Karer, yaşadıklarını kitap da yapmış. Ancak kitabın tanıtımı yapılmadığı için pek bilinmiyor. O da sesini kendi adına açmış olduğu internet sitesinde duyuruyor. Şiddetin can yakmasına isyan ediyor. Abdullah Öcalan'ın “ajanlığı” konusundaysa tereddüdü yok. Bu konudaki sorulara Öcalan'ın sözleriyle cevap veriyor. İç infazlara yönelik kayıpları da Öcalan'ın daha önce dile getirdiği “15 bin” rakamını dile getirerek izah ediyor. Karer, Apoculuğun Kürtlere hiçbir şey kazandırmadığını vurguluyor. Bu konuya; müzik, roman, şiir, sinema gibi kültür ve sanatta hiçbir ciddi eserin ortaya konulmamış olmasını örnek vererek tezlerini güçlendirmeye çalışıyor. Dün ilk bölümü yayımladığımız Karer ile söyleşimizin son bölümü şöyle: 

Bahsettiğiniz örgüt daha çok 1980'lerin yapısı sizce hiç değişmedi mi? Devlet değişince PKK da değişiyor ama ters istikamette. Devlet, demokrasi ve insan hakları alanında adım atıp özgürlük alanlarını genişlettikçe PKK sertleşiyor. Devletin demokratikleşmesi demek, Ergenekoncuların tasfiyesi demektir. Onun için Ergenekon yok edilirse PKK'da değişim olur. Yani yok edilerek bitirilmiş olur. Çünkü Örgütün zihin kodlarını oluşturanlar; Yalçın Küçük, Veli Küçük ve Doğu Perinçek'tir. PKK'da iç infazların, katliamların ve cinayetlerin zirve yaptığı dönemler Yalçın Küçük ile Doğu Perinçek'in örgütü tam denetim altına aldığı dönemden sonra

Page 272: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

olmuştur. Bekaa'da ve Kandil'de binlerce Kürt genci bunların verdiği bilgiler sonucunda öldürülmüşlerdir. Bu konuda PKK'nın Bekaa'da yaptığı infazları ballandıra ballandıra anlatan 2000'e Doğru dergisine bakmak yeterlidir. Ergenekon ve PKK, cinayetleri hep birbirlerine ihale ve havale etmişlerdir. PKK'nın ulaşamadığını Ergenekon, Ergenekon'un bulamadığını PKK ortadan kaldırmıştır. Onun için eğer Türkiye, PKK'nın neden olduğu şiddetten kurtulmak istiyorsa mutlak surette Ergenekon'nun Fırat'ın doğusundaki yapısına da dokunmalıdır. 

Günümüzde şiddetle çözüm gelebileceğini düşünüyor musunuz? Baştan itibaren silahlı mücadeleye karşı çıktım. 1970'lerin şartları farklıydı. Ama içinde bulunduğumuz bugünün global koşullarda silahlı mücadeleyi sürdürerek şiddet ve güç kullanarak hak elde edilemeyeceği görüşündeyim. Kim başlatırsa başlatsın silahlı mücadele sonunda zıvanadan çıkar. Şimdi silahlı mücadeleden çok daha hızlı sonuç alınabilecek etkili yöntemlerin koşulları mevcuttur.

Örgüt silahlı mücadelede niçin ısrar ediyor? Sorgulanması gereken husus budur. Onun için diyorum ki, Kürtler adına çıktığını söyleyen bir örgütün yapabileceği işler değil yapılanlardır. PKK, özellikle son eylemleri dikkatle incelendiğinde bunların Kolombiya ve Meksika'nın güneyindeki esrar ve eroin baronlarının yürüttüğü şiddet politikasının aynısıdır. Özellikle de Meksika'daki esrar baronlarının yürüttüğü şiddetin aynısıdır. “Bu halkın kurtuluşu için uğraşıyorum ve bu halkı özgürleştiriyorum” iddiasında olan örgüt, özgürleştirmeye çalıştığı halkın çocuklarını katlediyor. Bu dünyanın neresinde görülmüş? 30 yıldır devam eden savaşta en büyük kaybı Kürtler yaşamıştır. 40 binden fazla insanın öldüğü çatışmalarda en az 35 bin Kürt yok edilmiştir. Bu nasıl bir mücadeledir ki verilen insan kaybının yüzde 95'i Kürtlerden oluşuyor? Ayrıca bu öldürülen 35 bin insanın yarısından fazlası PKK tarafından öldürülmüştür. PKK'nın faili meçhulleri devlet tarafından işlenen faili meçhullerden çok daha fazladır. PKK, halkın hakları için mücadele yürüten bir örgüt değildir. 

Öcalan, derin yapının gönüllü neferlerinden biri

Öcalan'ın MİT tarafından yetiştirildiğini savunuyorsunuz?PKK, baskı, dayatma, ölüm tehditleri gibi engellemelerin her türlüsüne başvuruyor. Muhalefete de yaşam hakkı tanımıyor. Ben değil kendisi söylüyor. Abdullah Öcalan, Türkiye'de derin devlet tarafından hazırlanmış bir projeyi hayata geçirmek için kolları sıvayan gönüllü neferlerden biridir. 

Öcalan'ın “Derin Devletin adamı” olduğuna ilişkin iddianızın gerekçeleri nelerdir? Kendi kendini ele veriyor. O söylüyor. Öcalan diyor ki: “Devlet üç yıl boyunca Ankara'da beni kendi özel yöntemleriyle besledi. Devlet ne dediyse ben evet dedim. Devlet 'sen böyle olacaksın' dedi, ben 'öyle olacağım' dedim.” Daha fazlası da var ama sanıyorum bu kadar yeterlidir. Tabii anlayana...

Böyle olsa dahi artık Kürtlerin bir kısmı Öcalan'ı lider olarak görüyor.Buna itirazım var. Onu birileri ısrarla Kürtlerin lideri gibi göstermeye çalışıyor. Ancak sanıldığı gibi değil. 'Daha çok kan akıtacağız ve bundan en küçük bir şekilde 'yanlış yapıyoruz, yenilebiliriz' diye korkakça bir tutuma girmeyeceğiz” ve “Çok kan dökülmesi gerekiyor. Milyonlarca insanın ölümü hiçbir şey değildir. Botan suyundan daha fazla kan akmalı, her dağda,

Page 273: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

her ağacın altında, her taş kovuğunda şehitler vermeliyiz” şeklindeki sözlerin sahibi, şu anda İmralı'da misafir ediliyor. Ve bu kişi 40 bin insanın ölümüyle övünüyor. Sadece örgüt içinden 15 bin insanı katlettiğini açıkça itiraf etmiştir. Böyle biri Kürt halkının lideri olamaz. Milyonlarca Kürt'ü yok etmeyi hedeflemiş birinin, Kürt sorunu olamaz. 'Kürt, alçaktır, rezildir, köledir' diyen biri için, Kürtlerin tamamı 'liderimizdir' diyemezler. 

Açlık grevlerini bir çağrısıyla bitirdi. Kandil'e “silah bırakın” derse dağdakiler sözünü dinlemezler mi? Açlık grevleri bir tür faşizm yöntemidir. Diktatörlüklerde insan yaşamının hiç önemi yoktur. Hiçbir neden yokken insanlar zoraki ölüme sürüklendi. Açlık grevini bitirdiği gibi örgütü bitirebileceğine inanmıyorum. Öcalan örgüte, 'silah bırakın' derse Kandil onu dinlemez. PKK'ya silah bıraktıracak güç Öcalan değil, ona akıl verenlerdir. Hükümet, hem İmralı hem de Kandil'de binlerce defa görüşme gerçekleştirse bile uzlaşma sağlanma konusunda hiçbir netice alamaz. Açlık grevleri aslında bir operasyondur.  

Çözüm: Anayasada haklarının verilmesi

PKK, barış istemiyor mu? Örgüt hiçbir zaman barıştan yana olmadı. Devletin, uzlaşma ve diyalog girişimleriyle Kandil'dekiler alay ediyorlar. Başbakan'ın “gerekirse yeniden görüşülebilir” türündeki beyanlarını da Kandil'dekiler taviz ve zafiyet belirtisi olarak değerlendirip gülüyorlar. 

Türkiye, Kürt sorununu PKK ile görüşmeden çözebilir mi? Türkiye, Kürt çözümü konusunda PKK ile pazarlık yapmak zorunda değil. PKK ile görüşme çözüm getirmez. Tersine iç savaşa davetiye çıkarır. Devletin halkın yararına yasal düzenlemeler yapması krizi ve gerginliği ortadan kaldıracaktır. Bunun için de önemli bir fırsat var. Yeni Anayasa'nın inşa sürecine Kürtlerin dâhil edilerek haklarının verilmesi meselenin çözümünü sağlayabilir. PKK ve BDP aynı ısrarcı tavrını neden yeni Anayasa ve faili meçhul cinayetleri açığa çıkarmak için göstermiyor?

Kürt toplumu farklı bir yerde olacaktı...

Şiddet olmasaydı bugün tablo nasıl olurdu? PKK bir tek kurşun atmasaydı bile devlet, Kürt'ün varlığını kabul etmek zorundaydı. Siyasal hakların elde edilmesinde en büyük engelleyici güç PKK olmuştur. Hiç silah patlamamış olsaydı bugün Kürt kültürü, sanatı ve edebiyatı çok yüksek seviyelere ulaşmış olacaktı. Öcalan, “Kürt halkını sıfırdan meydana getirdiğini” iddia ediyor. Aslında PKK şiddetiyle Kürtleri sıfır seviyesine düşürmüştür. Kürt'ün ekonomik, sosyal ve kültürel alanda en yoksun olduğu dönemde, Ahmed-ı Xanı, Mem û Zin gibi bir eser bırakmış. Fekiye Teyran inanılmaz güzel şiirlere imza atmış. Bir halk hareketi, toplumun dinamiğidir. Toplumu geliştiren önünü açan önemli bir etkendir. Başlı başına bir maniveladır. Ama toplumu kesinlikle körelten olamaz. PKK ise toplumu körelten bir hareket olmuştur. PKK'nın 30-40 yıllık mücadele süresinde kayda değer bir roman yazılmamıştır. Kültürel alanda en ufak bir ilerleme kaydedilmemiş. Bu, büyük bir kayıptır. Ve utanılacak bir durumdur. Kürt halkının geldiği nokta geriye gitmedir. Kürtleri geriletense PKK'dır. Halkın çıkarlarını savunmayı salt namlunun ucuna bağlama, korkunç gerici bir anlayıştır. Onun için ben de diyorum ki; eğer PKK olmasaydı ve eğer bu silah meselesi gündeme gelmemiş olsaydı, bugün Kürt toplumu çok farklı noktada olacaktı. 

Page 274: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Avrupa'dan bakınca öyle görünüyor olamaz mı? Bunun buradan ya da oradan bakmakla bir ilgisi yok. Bugün PKK orta sınıfa vuruyor. Bu Kürt toplumunu bitirmek demektir. Bu nedenle, özellikle Kürt esnafı, Kürt köylüsü, Kürt aydını estirilen teröre karşı aktif tavır almalı. PKK, kepenk kapatarak Kürtleri göçe zorluyor ve bankalarla tefecilerin kucağına iterek faiz bataklığına sürüklüyor. 1990'larda Devlet-PKK, halkı bitirme anlamında ortak çalışmıştır. Göç ettirme bilinçli bir politikadır. PKK, Kürt'ü bitirme aygıtıdır.

Kimlerin desteğiyle yapıyor? Türkiye içinde kıyasıya bir iktidar kavgası var. İçte yürütülen iktidar mücadelesine paralel Orta Doğu'da pazarları yeniden bölüşüm kavgası var. İçte eğer Ergenekon operasyonları, Fırat'ın doğusuna kaydırılsaydı PKK eylem yapamazdı. Dışta ise ilk başta özellikle 1984 yılında Beyrut'ta ABD konsolosluğu aracılığıyla CIA'den çok ciddi destek aldı. Şu anda ise Finans Almanya'dan, yöneticilik yerli derin devletten, vurucu ekipmanların önemli bir kesimi de Suriye, İran ve son dönemlerde az da olsa Irak'tan temin edilmekte. 

Suriye'deki PYD sizin tabirinizle “şebiha” olacak kadar tehlikeli mi? PYD Suriye'deki Kürtlerin çok kanını döktü. Mişal Temo'yu tanıyordum. Bu insana acımadan kıydılar. PYD, Kürtlerin çıkarlarını değil, diktatör Esad'ın menfaatlerini korumaya çalışıyor. Kürtleri çok vahşice öldürüyorlar. Öldürme yöntemleri, Şebihalarınkine benziyor. 

03 Haziran 2012 Pazar, 07:00PKK'nın dağa adam çekme planıTerör örgütü PKK'nın, infaz ettiği Haki Karer'e 'ilk şehit' diyerek sahip çıkması kardeşi Baki Karer'in sert tepkisine yol açtı.Karer, "PKK içinde katledilen 15 bin insan hakkında sus-pus olanların Uludere öldürülen 34 insan için söylediklerinin Kürt halkı nezdinde inandırıcılığı yok" dedi.

Karer, bu kesimin 'işçilerin kaçırılmasına, öğrencilere yönelik saldırılara ve sokaklarda patlatılan bombalara sevindiğini' belirtirken "Bu tutum hangi insanlık anlayışıyla bağdaşır?" diye sordu.

Terör örgütü PKK, 'şehitler ayı' diyerek geçtiğimiz günlerde F HYPERLINK "http://gundem.bugun.com.tr/etiket/firat-haber-ajansi.aspx" HYPERLINK "http://gundem.bugun.com.tr/etiket/firat-haber-ajansi.aspx" HYPERLINK "http://gundem.bugun.com.tr/etiket/firat-haber-ajansi.aspx"ırat Haber Ajansı üzerinden bir açıklama yaptı. 18 Mayıs'ta öldürülen Haki Karer, Halil Çavgun, Dörtler ve İbrahim Kaypakkaya'nın adı anılarak Karer için 'ilk şehit' ifadesi kullanıldı. Ancak, PKK'nın kurucularından olan ve örgütte Merkez Komite üyeliği de yapan Baki Karer, abisi Haki Karer'in bizzat PKK tarafından öldürüldüğünü vurgulayarak bu açıklamaya tepki gösterdi.

Abisinin Öcalan'ın rakibi olduğu ve onu eleştiren bir mektup yazdığı için infaz edildiğini belirten Karer, 10 yıl içerisinde bulunduğu PKK'nın 'şehit ticaretini' anlattı.

BDP'nin özellikle Uludere olayı sonrasında yaptığı açıklamaları da değerlendiren Karer, "34 insanın ölümüne timsah gözyaşı döken bu kesim işçilerin kaçırılmasını, sokakta işlenen cinayetleri, çocuklara atılan bombaları savunuyor.

Sokakta patlayan bombalara suskun kalıp sevinç duymak hangi insanlık anlayışıyla bağdaşır?"

Page 275: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

diye sordu. İşte Karer'in birbirinden ilginç değerlendirmeleri:

AMAÇ İNSANLARI DAĞA ÇEKMEK

Apocular sadece 18 Mayıs'ta değil, son dönemlerde yayınladıkları bildiri ve verdikleri demeçlerde başta Haki Karer olmak üzere katlettikleri birçok insanı yeniden sahiplenme yüzsüzlüğünü ayyuka çıkarmış durumda.

Çünkü iç infazlar nedeniyle köşeye sıkışmış durumdalar ve şaşkınlık içindeler. Sessiz kalırlarsa, işledikleri cinayetlerin 'faili meçhul' olarak kalacağını ve Kürt toplumunda yarattığı infialin bir süre sonra yatışacağı ümidi içindeler.

Tartışmalarında bunları açıkça dillendirmekteler. PKK dışındaki tüm siyasal oluşumlar, çevreler ve tüm Kürt toplumu, PKK'dan işledikleri örgüt içi cinayetler konusunda net bir açıklama beklentisi içinde. Ama olumlu veya olumsuz tek bir açıklama bugüne kadar yok. Çünkü inkâr etmeleri mümkün değil. Bu tür propagandalarla kandırdıkları bilinçsiz insanları dağa çekmeye çalışmaktalar.

EKMEK PEŞİNDEKİLERİ KAÇIRTTI

Haki Karer'le Öcalan yan yana getirilemez. Öcalan, Kürt halkının evlatlarına kurşun çekmiş, ailesine akşam olduğunda bir parça ekmek götürmenin çabası içinde bulunan işçiyi kaçırtmış, makinelere sabotaj yapacak kadar ilkel, çağdışı metotlara başvurmuş, okul öğretmenlerini kurşunlatmıştır. Farklı düşüncesi nedeniyle insanları katletmiştir.

Apocular, önümüzdeki süreçte, örgüt içi infazlar konusunda Kürt toplumunda yaygınlaşan kanıyı bertaraf etme adına bir dizi taktiğe başvurmayı planlamıştır. Bunlardan en önemlisi de, BDP aracılığıyla Uludere olayı başta olmak üzere birçok konuda karşı atağa geçmeyi planlamaktalar. BDP içinde geçmişte farklı siyasal eğilimler içinde yer almış ve sonradan Apoculuğa devşirilmiş kişiler de verilen bu görevi sevinçle karşılamışlardır.

PKK içinde katledilen 15 bin insan hakkında sus-pus olanların Uludere öldürülen 34 insan için söyleyeceği hiç bir şey yoktur. Kürt halkı nezdinde de en ufak inandırıcılıkları yoktur. Uludere'de 34 insanın ölüm olayının elbette açıklığa kavuşturulması gerekir. Ancak, bu olaya PKK ve yandaşlarının dört elle sarılması düşündürücüdür.

İHALEYLE SUİKAST

34 insanın ölümüne timsah misali gözyaşı döken bu kesim, işçilerin kaçırılmasını, sokak ortasında işlenen cinayetleri, okul çocuklarına yönelik bombalı saldırıları savunmaktalar.

Sokakta patlatılan bombalar karşısında suskun kalmayı tercih etmekle kalmamaktalar, sevinç duymaktalar. Bu tutum hangi insanlık anlayışıyla bağdaşır?

İnsan haklarını savunduğunu iddia eden bu Apocular, Siirt'te öldürülen 5 genç kadının, Bingöl'de canlı bombaya kurban giden Nesibe Belgin ve daha nicelerinin katledilmeleri karşısında neden suskun kalmaktalar?

Son dönemlerde, 90 yıllarda olduğu gibi  ihaleyle cinayet işlenmeye başlanmıştır. Şırnak'ta AK Parti temsilcisinin öldürülmesi, PKK'nın ihale ile cinayet işlediğinin en temel kanıtıdır.

Önümüzdeki günlerde vur-kaç yöntemiyle ihale üzerine cinayetler işlenecektir. Yine 90'lı yıllarda olduğu gibi kırsal kesimden kentlere göçü zorlayacak çabalar içine girecekler.

Page 276: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

GLADİO OPERASYONU PKK'YI ZAYIFLATTI

Gladyo'ya yönelik operasyonlar PKK'yı zayıflattı. Türk Gadyo'sunu en büyük destekçisi olan İsrail, istediği zamanda ve biçimde Antep-Maraş-Amanos hattında eyleme başvuruyor.

Suriye'de kümelendirilmiş PKK grubu da İsrail denetimindedir. Gladyo, uluslararası bağlantılarıyla tutuklanan elemanlarını serbest bıraktırma ve sivil anayasa yapılmasını engellemek istemekte.

Başarı elde edilebilirse, askerin sivil siyasete hükmetmesi yeniden sağlanmış olunacaktır. Kaybettikleri mevzileri yeniden kazanmayı umuyorlar. Bu hedeflerine ulaşabilmek için kullandıkları PKK, bu bölgelerde bahar hazırlıklarını yapmış durumda.

ÖLDÜRECEKLERİNİ SINIRA GÖNDERİYORLAR

PKK'nın, ülkeye gönderdiği silahlı grupların imha edileceğini bildiği için grupların arkasından yapılacak açıklama ve bildirileri dahi hazırladığı belirtiliyor. Gönderilen bu grupların içindekiler Kandil yönetimi tarafından 'gereksiz' olarak nitelendirilenler arasından seçilmiştir.

Yani ülkeye gönderilmeseler iç infazlarla yok edilecek kişilerdir. Şu ana kadar ''gereksiz' diye nitelendirilenlerden 30 kişi ölmüştür. Mayıs'ın ilk haftasında Bitlis'te  ölüme terk edilenler 'gereksiz' olarak nitelendirilen gruba aittir. İşte PKK'nın şehit ticareti bu temel üzerine kuruludur. Ya iç infazlarla, ya da  çatışmaya gönderilerek yok edileceklerdir.

KÜRT ANNELER HESAP SORMALI

Kürt anne ve babalar, iç infazlara kurban gitmiş çocuklarının hesabını sormalılar. Kandırıp dağa çıkarılan çocukların akıbetini soruşturmalıdır. Yok yere, bir hiç uğruna gencecik bedenlerin yok olmasına seyirci kalmasınlar.

HABER: SERBEST HYPERLINK "http://gundem.bugun.com.tr/etiket/serbest-ozden.aspx" HYPERLINK "http://gundem.bugun.com.tr/etiket/serbest-ozden.aspx" HYPERLINK "http://gundem.bugun.com.tr/etiket/serbest-ozden.aspx"ÖZDEN / BUGÜN GAZETESİ

 Abdullah Öcalan derin devletin adamıÖcalan’ın rakibi olduğu için öldürülen Haki Karer’in kardeşi terörist başının derin ilişkilerini deşifre etti.   Adı sürekli PKK’nın öldürdüğü örgüt mensupları arasında geçen Baki Karer BUGÜN’e konuştu. Karer, Abdullah Öcalan’dan iç infazların hesabının sorulmasını istedi.

PKK’nın kuruluşunda bulunup Merkez Komite üyeliğine kadar yükselmiş bir isim Baki Karer. Adı Kürt aydınlarının Meclis’e sunduğu örgüt içi infaz listelerinde dahi ‘öldürüldü’ olarak geçiyor. Ama kuruluşuna şahit olduğu PKK’nın iç yüzünü anladıktan yaklaşık 10 yıl sonra “Silah kullanmanın bir felaketle sonuçlanacağı daha o günden belliydi” diyerek ayrıldığını söylüyor. BUGÜN’e konuşan Karer,Öcalan’ın örgüt içerisinde nasıl sivrildiğini anlatırken örgütün derin kanadı olarak bilinen Kesire HYPERLINK "http://gundem.bugun.com.tr/etiket/kesire-ocalan.aspx" HYPERLINK "http://gundem.bugun.com.tr/etiket/kesire-ocalan.aspx" HYPERLINK "http://gundem.bugun.com.tr/etiket/kesire-ocalan.aspx"Öcalan ve Pilot Necati’nin (Necati Kaya) rolünü açıklıyor. İşte Baki Karer’in BUGÜN’e özel çarpıcı ifadeleri:

Page 277: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

ÇATIŞMALARDAKİ ROLÜ GİZLENDİ

1980 darbesine kadar Kürt toplumunda en geniş tabana sahip örgüt PKK değildi.Daha çok Özgürlük Yolu ve DDKD egemendi.O dönem koşullarında örgütler arası çatışmalarda Öcalan’ın da dahil olduğu Gladyo’nun payı vardır. Örneğin KUK’la başlatılan çatışmaları,Öcalan’ın bizzat yürüttüğü hasır altı ediliyor. O dönem ülke içinde Çetin Güngör’ün ve dışarıda Kemal Pir’in çabalarıyla çatışmalar durdurulmuştu. Çok daha sonraları açığa çıktı ki,Öcalan, 1978’in ortasından itibaren devraldığıMardin-Urfa bölge sekreterliğini kullanarak, Suriye Muhaberatı koruması altında sınıra gelerek çatışmaları yeniden başlatmıştır. Aslında Kemal Pir’i PKK’dan ayrılma noktasına getiren olay da budur. Tümbunlara rağmen, bir dizi entrikalarla çatışma sorumluluğu Kemal Pir’in üzerine atılmaya çalışılmıştır.

İNFAZIN GEREKÇESİ OLMAZ

Örgüt içinde veya dışında katlettikleri insanlar için hiçbir gerekçe sunamazlar. Katletmenin hiç bir haklı gerekçesi olamaz. Muhalefet eden her insanı katlettiler. Birçoğunu Bekaa’da ve Lolan’da katlettiler, katletme fırsatını bulamadıklarını da ya Güneydoğu Anadolu’ya gönderip ihbar ederek ya da derin devletle kurdukları direkt telefon bağlantılarıyla öldürttüler. Bu yöntemlerle 15 bin ‘faili meçhul’ cinayet işlediklerini söylüyorlar. PKK’da kitlesel işkencelerin ve infazların en fazla yoğunlaştığı dönemi anlamak için, Yalçın Küçük’ün PKK’daki faaliyetleri irdelenmeli ve 2000’eDoğru dergisinin yayın politikasına bakılmalı.

Milyarları ceplerine attılar

Bugün Diyarbakır sokaklarında kuru kalabalığı yönlendirmeye çalışanların banka hesaplarına, ikinci ve üçüncü dereceden akrabalarının ihalelerden elde ettikleri kazançlara bakılırsa, bahsettiğimiz derinlik daha iyi anlaşılır. ‘Silah emniyettir’ diyenlerin ‘ticaret’ ilişkilerine bakılması gerekir. Olayları yönlendiriciler içinde öyleleri var ki, sırf Avrupa- ’ya yapılan insan kaçakçılığındanmilyarları cebine indiriyor. ‘Muhatap Öcalan’dır’, ‘Önderimiz Öcalan’dır’ diye durmaksızın konuşanların ve havayı bulandırmaya çalışanların, aşiret ve yakın akrabalarının yaşam tarzlarına bakılmalı. Kürtçü geçinen belediyelerin ihaleleri takip edilirse, ilişkiler ağının derinliği kendiliğinden açığa çıkar. Derin devlet ve ilişki ağları bitirildiği noktada, PKK kalmayacaktır.

Çatışmaları yeniden başlattı

Ben ve birçok arkadaşım, 73- 74’lerden itibaren bu mücadelenin içinde yer aldık, 1983’te ayrıldım. Muhalefet edeni katlettiler. Haki Karar, Öcalan’ı eleştiren mektubu yazdıktan sonra öldürüldü. Öcalan, derin devletten aldığı destekle bu kavgada üstün geldi. Özellikle 80’li ve 90’lı yıllarda egemen kılınan sis perdesi yeni yeni aralanmaya başlamıştır. Gladyo örgütlenmesinin İstanbul ayağına bitişik Kürt ayağı, yani Apoculuk bitirildiği oranda bu sis perdesi ortadan kalkacak. Son günlerde bu yönde yürütülen gayretler, sonuçta bahsettiğim sisli ortamı sonlandıracaktır.

KUZEY IRAK’TA AYRILDIK

Ben, PKK’dan 1983’te ayrıldım. Eğer Mehmet Karasungur, Öcalan’ın isteği ile derin devlet tarafından öldürülmeseydi, Mehmet Karasungur, Resul Altınok, Çetin Güngör ve ben bir grup olarak ortaya çıkacaktık. Çıkış bildirimizi hazırlamış, Mehmet Karasungur’un Celal Talabani’nin yanından dönmesini bekliyorduk. Ayrılma İsveç’te değil, Kuzey Irak’ta olmuştu.

Binlerce insan şikeli savaşta öldü

Page 278: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Kırıkkale yapımı silahların numaraları silinerek PKK’ya teslim edildiğini belirten Karer, bunun herkes tarafından bilindiğini söyledi.

Özellikle iç infazlar, faili meçhuller, Öcalan’ın derin devletle belgelenmiş ilişkileri halka iyi anlatılabilinirse, bunların arkasına takılmış kitle ikna edilir. Bu halk kaybolançocuklarınınhesabını soracak düzeye gelecektir. ‘Şikeli savaş’ diyenleri haklı çıkartacak o kadar neden var ki ortada, hangi birini anlatayımya da nereden başlayayımbilmiyorum. Mesela numaraları silinmişKırıkkale yapımı kamyonlar dolusu silahın PKK’ya aktarılmasını kim inkâr edebilir? Dinamitlerin kaçakçılar aracılığıylaKandil’e aktarılması keşfedilen yeni bir şey değil.

YERLERİNİ BİLDİRDİ

Özellikle 90’lı yıllarda Kürt halkına karşı baskıların yoğunlaştırılmasının tek nedeni, PKK’- ya güç kazandırmaktı.Öcalan’ın imha etmek istediği bazı grupların yerini telefonla veye telsizle bildirip imha ettirdiğini herkes bilir.Öcalan, derin devletten aldığı destekle bu kavgada üstün konuma gelmiştir. Şu anda ‘Bizim paraya ihtiyacımız yok,muazzammeblağlara ulaşan bir servetin sahipleriyiz’ diyen birÖcalan ve ekibimevcuttur. Halk adınamücadele yürüten hiçbir gücün, gönüllülerden toplanan paralarla ‘muazzammeblağlara’ ulaştığı görülmemiştir.

İNFAZCILARLA ÇÖZÜLME

Birkaç tetikçinin yargılanması ve cezalandırılmasının bizi sonuç almaya götüreceğinden kuşkuluyum. Nasıl ki JİTEM olayı, görevlendirilmiş tetikçilerin yargılanması ile çözümlenemezse, Apoculuk olayı da salt birkaç infazcının yargılanmasıyla çözümlenemez. Bu nedenle derin devlet yargılamalarına AbdullahÖcalan dahil edilmeli. Bu türbir yargılanma süreci başlatıldığında, JİTEM ve Hizbullah’ın da Apoculuk atına bindirildiği görülecektir.7 NİSAN 2012HABER: SERBEST ÖZDEN-BUGÜN GAZETESİ 

‘Hakikatler Komisyonu’Ve

Hırpıtlaşmış Hırdavatlar     İbrahim Güçlü, ‘Hakikatlar komisyonu’ üzerine bir makale kaleme almış. Bu makalede Haki Karer’e yönelik kin ve nefretini dile getirmiş.Yazının, sırf Haki Karer’i suçlamak için kaleme alındığı açıkça ortada; atılan başlıkla içeriği arasında bir bağlantının olmadığını, okuyucuların ilk bakışta anlamaması mümkün değil. Tüm toplumu ilgilendiren çok ciddi bir konuyu, en kötü bir biçimde art niyetleri için kullanmaya kalkışacak kadar gayrı ciddi bir davranış sergileme, ancak ve ancak bu zattan beklenilirdi.         Bu zat hakkında yazı kaleme alacağımı kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Çünkü İbrahim Güçlü denildiğinde, ilk aklıma gelen ellili yılların züccaciye raflarıdır. Malum bu yıllarda züccaciye raflarının ne halde olduğunu herkes bilir. Bu raflarda unutulmuş eşyalara hırdavat denilir.     Çevre kirliliğini önlemek için, hırdavatların dönüştürülerek yeniden kullanımlarını sağlamaya yönelik araştırma sonuçları üzerinde göz gezdirdiğimde, hayal kırıklığına uğradığımı söylemeliyim. Raflarda unutulmuş hırdavatların üzerindeki tozlalardan, kirliliklerden ayıklanma sürecinde, denizlere atılmış petrol artıklarından daha fazla çevre kirliliği yarattığını hiç düşünmemiştim. Anlaşılıyor ki, ipe sapa gelmez  bir hırdavatın yeniden pazara sürülme çabaları boşunaymış. Bu nedenle toplanan hırdavatlar ayrıştırmaya tabii tutuluyormuş. Ayrıştırılanların bir kısmı, günümüzün teknoliji ile dönüşüme uğratıldığında, yeniden üretimden fazla pahallıya

Page 279: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

mal olmaktaymış. Dönüştürme sürecinde yaratacakları çevre sorunları da dikkate  alınarak, raflarda çürümeye terk edilmeleri daha uygun görülmüş. Hele hele, içlerinden aşırı derecede hırpıtlaşmış olanları değerlendirmeye bile tabii tutmadıklarını öğrendim.    Bu kısa yazımda, hırpıtlaşmış bir hırdavatın zoraki pazara sürülme çabaları üzerinde duracağım. Elimden geldiğince yeni neslin bunları tanımasına yardımcı olmaya çalışacağım.   

UNUTULMUŞLUĞUN HEZEYANI     İbrahim Güçlü, raflarda unutulmuşluğun verdiği hınçla, Rızgari’ye ait bir internet sayfasında alel acele kaleme aldığı yazılarla önüne geleni karalayıp duruyor. Ne yapacağını şaşırmış, yolunu kaybetmiş acemi seyyahlar misali pusulasız, eline verilen değnekle yön tayin etmeye çalışıyor. Böylesi perişan hallere düşmüşlüğünü bir türlü kabullenemiyor. Öyle ya, daha düne kadar İran dağlarında gerillacılık oynuna kaptırmıştı kendini. Topladığı 15 bilemedin 16 yaşındaki çocukları çeşitli vaadlerle kandırarak İran dağlarına sürdüğünde, Stockholm’ün, Berlin’in ve Paris’in lüks dairelerinde iş görüşmeleri yapmakla meşguldü.     Avrupa kentlerinde kazıklı Voyvoda edasıyla dolanıyordu. Kazıklı Voyvoda edasının nereden geldiğini soracak olursanız, bilindiği üzere, önce Kürtlükten Türklüğe sonraları da Türklükten tekrar Kürtlüğe geçiş yapmasıdır. Baba evinde Kürtçe konuşulması hiç de önemli değil, önemli olan doğduğu ve yetiştiği alanda hangi kültürün egemen olduğudur. Küçüklüğünden ititbaren Türk kültürüyle büyüdüğü inkâr edilemez. Ama yetişkin olduktan sonra toplumda yer edinme ve bir de buna kişisel çıkarlar eklenince, işin rengi değişiyor. Yani kişisel çıkarlarından dolayı birden Kürtlük aklına geliyor. Yıllardan bu yana Kafkas ve Balkan asıllı göçmenlerin milliyetçiliğinden Türk halk ne çekmişse, sonradan Kürtlüğe geçiş yapanların milliyetçiliğinden de Kürt halkı onu çekmiştir ve halen de çekmektedir. Her iki tarafın bir nevi dönmeleri aslında birer Voyvoda’dır. Güçlü’ün savunduğu milliyetçiliğin aşırı saldırgan oluşu aslında buradan kaynaklanmakta. Bay için bu, içinden çıkılmaz bir paradokstur. Alışmış kudurmuştan beterdir derler, alışmış bir kere, bu yaştan sonra da bu alışkanlığından vazgeçeceğini hiç sanmıyorum.  

LUMPEN MİLİYETÇİLİĞİ     Ezilen halkların milliyetçiliği klasik sömürgecilik sisteminin etkinliğini kaybetmediği dönemde kabul edilebilinirdi, hatta 1970’lerin ortalarına kadar da bir ölçüde mazur görülebilinirdi. Ama içinde yaşadığımız 2000’li yıllarda, dünya genelinde egemen olan ekonomi-politik ortamda, bir halkın içinde bulunduğu statü ne olursa olsun, milliyetçiliğin hiçbir halka en ufak bir yarar sağlamayacağı ortadır. İbrahim Güçlü’nün bunu kavrayabilmesi için 25-30 yıl daha geçmesi gerekir; o zaman da üzerinde biten bodurların kırtıçlaşmış yaprak hışıldılarıyla ‘yanlış yaptım’ demeye çalışır ama kimse bir şey anlamaz. Türk kültürüyle yatişmiş, aynı anda hem İsveçli, hem de Kürt olduğunu iddia eden bir kişiden farklı bir beklenti içinde olunması abesle iştigaldir. Bunca ileri yaşına rağmen, kimlik sıkıntısı çekmekte.     Bir dönem İstanbul’dan Paris’i ziyarete gelen Türk elitleri, pup ve lokantalara gittiklerinde, Türküm demeye utanırlardı ve yöneltilen sorular karşısında eveleyip gevelerlerdi. Genellikle ‘İstanbul’un Avrupa yakasından geliyorum, Avrupalıyım’ derlerdi. Yani Avrupalı olmayı bir marifet sayarlardı. Türkiye’ye dödüklerinde ise onlardan daha müthiş ‘vatansever!’ ve milliyetçi! yoktu. İbrahim Güçlü de bu nedenden dolayı ailecek tası tarağı toplayıp İsveç’e kilim sermekle kalmamış, bir de İçveçli, yani Avrupalı olmuş, kelbaşa tarak misali. Tüm ailesini İsveçli yaptıktan ve yine ailesi için her türlü garantiyi sağladıktan sonra dönmüş ülkeye, sağa sola milliyetçilik, hatta pan Kurdilik yapmaya devam ediyor. Savunduğu milliyetçilik, o bilinen tarzda klasik bir milliyetçilik olsa, belki sesimizi çıkarmazdık ama hiçte öyle değil; benzeştiği malum İstanbul elitlerinin lumpen milliyetçiliğini, Kürt halkı içinde yaygınlaştırmaya çalışıyor.     Lumpenleri, serkeşleri, polis muhbirlerini, kaçkınları Ala Rızgari içinde örgütleme çabalarını bilmeyen yoktur. En yakın arkadaşlarıyla ters düşmesinin bir nedeni de bu idi. Örgütlenmede lumpenleri, serkeşleri temel aldığı için kısa sürede darmadağın oldu. O günden bu yana savunduğu görüşler doğrultusunda bırakın on kişiyi, üç kişiyi bile bir araya getirmekten aciz olduğu herkes tarafından bilinmekte. Bu acizliğin en önemli bir nedeni de, ömrü boyunca

Page 280: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

istikrarlı bir çizgiye sahip olamamasıdır. Dostlar pazarda görsün misali, siyaset adına zaman harcayarak ömür geçiriyor.  Diyarbakırlı işsiz Hüso’nun her sabah konken oynamak için kahveye gitmesi toplum açısında ne anlam taşıyorsa, İbrahim Güçlü’nün Kürt politikasıyla ilgisi o kadar anlam taşıyor. Çocukları İran dağlarına sürerek gerillacılık oynayan birinden, herhangi bir biçimde ciddiyet bekleme zaten olanaklı değil.     Lumpenleşmiş milliyetçiliğe mahkum oluşunun bir nedenide, bir efendinin egemenliğine diğer bir efendinin egemeliğini tercih etmesidir. Biz efendi değiştirerek bir halka demokrasi ve özgürlük getirilemeyeceğinin kavgasını verirken, İbrahim Güçlü denilen zat, efendiler arasında tercih yapmanın yarışı içinde İran’a kamp kurmuştu. Bekea’da aldığı feyizler sonunda uzaktan kumandalı ‘gerillacılık’ oynamaya kalkışmıştı, olmadı; topladığı 15-16 yaşındaki çocuklar bir süre sonra ağlayarak yollara dökülmüştü, bunlardan 12 tanesini perişan halde yok olmaktan ben kurtardım. Irak’a ayağımı basar basmaz ilk karşıma çıkan sorun bu olmuştu, sağ sağlim Türkiye sınırlarına ulaşmasını sağladım. Yoksa kurtlara kuşlara yem olacaklardı. İbrahim Güçlü acaba bunlardan haberi var mı? Bu çocukların Türkiye’ye geçtikten sonra akibetleri hakkında en ufak bir bilgi sahibi oldu mu? Hiç sanmıyorum. Kendi çocuklarını korumada son derece hassas olan bu zat, halkın çocuklarını ateşe atmakta bu derece pervasız davranması lumpenlik değil de nedir? Bay için hiç önemli değil, nasıl olsa ölecek olanlar kendi çocukları değil. Kürtçü ve milliyetçi olduğunu iddia eden bu kişi, kendi çocuklarının ve kardeşlerinin Diyarbakır’ın ortasına miting, yürüyüş veya herhangi bir protestoda bulunmalarına niçin engel oluyor acaba? Lumpen milliyetçiliğinin mantığı şu; aman benim çocuklarıma, kardeşlerime herhangi bir zarar gelmesin de  ne olursa olsun...Yani kan ve ceset üzerinden ticaret ancak böyle yapılır.    Önder olduğunu iddia eden böylesi birine hangi Kürt inanır? Kürt halkının bu türlere inanmadığı ve güvenmediği açıkça ortada. Şimdilerde iki lakırdı yapabilmek için gün boyu yerel veya ulusal yayın yapan kanallardan telefon bekliyor. Sağa sola sordum, televizyon kanallarına misafir edilme şansına, Kemal Burkay’ın dönüş yapmasından sonra sahip olmuş. Bence Kemal Burkay’a şükretsin, yoksa böyle bir isimde birinin olduğunu halk hiç bilmeyecekti. Diyarbakır’ın kuytularında unutulmuş ve günlerini saymaya çoktan mahkum olmuştu. Hiç olmazsa birkaç kare görüntüyle yaşadığı bilinmiş oldu.  

KÜRT SORUNU ÜZERİNDEN TİCARET     Evet, İbrahim Güçlü’nün geçmişini biraz daha irdelemekte yarar var sanıyorum. Kişisel çıkarları için siyasete atıldığı andan itibaren izlediği grafik lumpenleşmiş örgütlenme anlayışında ısrarlı oluşunun grafiğidir. Lumpen örgütlenme anlayışana sahip olmanın verdiği sorumsuzlukla, rüzgarın önüne kapılmış sonbahar yaprağı misali, bakın ömrü boyunca nasıl savrulup durmuş: Önce Türkiye işçi Partisi’ne girmiş, bir yerlere gelemediği için ayrılmış. Sonra Devrimci Doğu Kültür Ocakları’na girmiş, bir süre sonra burayı da beğenmemiş, Rıgari’ye  kapağı atmış. Sonra Rızgari’den de ayrılmış, Ala Rızgari diye bir grup kurmuş, lumpenleri, serkeşleri örgütlemede ısrarcılığından dolayı başarılı olamamış, alelacele Yekîtiye Sosyalist’te çalışmaya başlamış fakat burada da sebat etmemiş. Yekîti Ala Rızgarı adı altında bir kez daha grup kurma  denemesinde bulunmuş ama fıyasko ile sonuçlanmış. Bu sefer kapağı atmış Hevgırtın-KDP’ye. Buradan da darbe yemiş olcak ki Hak ve Özgürlükler Partisi’ne katılmış, ciddiye alınmadığını farkedince, Kürt Ulusal Birlik Hareketi (TEVKURD) ismiyle yeni bir çıkış denemesinde  bulunmuş, o da olmamış... İşte, pan Kürdizmi savunan ve ampirik bakış açısıyla ‘Kürdi bilinç’le hareket ettiğini söyleyen İbrahim Güçlü’nün biyografisi, kısaca budur. Pek yorum gerektirdiğini sanmıyorum. O kadar başarısız ki, her tepeye tırmanış girişiminde başına taş düşürerek yere uzanmış... Bu tablo, lumpen ve serkeşleri örgütlemede ısrarcı oluşu sonucu, takıldığı her yerden nasıl kapı dışarı edildiğinin tablosudur. Yani başarısızlığının resmidir. Yaşamında bu derece başarısız olmuş birinin, kin ve nefret duygularıyla önüne gelene saldırmaktan başka yapabileceği bir şey yoktur.     İbrahim Güçlü’nün ailesi ve aile yaşantısı hakkında bilgi sahibi değilim. Aile yaşantısı beni hiç ilgilendirmiyor. Ama insan bazı noktaları da sormadan edemiyor; örneğin herhangi bir biçimde ticari evliliğe ya da evliliklere aracı olmuş mudur? Eğer olmuş ise, ticari evlilikler kurulmasından ne gibi çıkarlar sağlamıştır? Daha iyi tanınabilmesi için böylesine ciddi sorunlara açıklık getirmesi gerekir.

Page 281: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

    Çocukları(Yeğenleri, yakalarına yapıştırdıkları lumpen rozetleriyle kameraların karşısına geçip, ‘lumpen oldum’ diyerek pozlar vermiş midir, vermemiş midir? Lumpenlikle övünen çocukların babası (yeğenlere sahip)olmanın duyguları üzerine bir makele yazmasını öneririm.     Geçmeden bir noktaya daha değinmek zorundayım. İbrahim Güçlü ve ailesi, ulaştığı ekonomik ve parasal gücün kaynağını Kürt halkına açıklamak zorundadır. Ailesi ve afradı elde ettiği hangi kazançla İsveçte milyonluk iş yerlerine sahip olmuştur. Bir dönemler birlikte hareket ettiği insanların verdiği bilgilere bakılırsa, Falun denilen bir yerde işlettiği (işlettikleri) milyonluk işyerlerini nasıl almıştır. Bunlar ve benzeri konulara ‘Kürdi bilinç’le açıklık getirebilirse, belki birkaç kişiyi bir araya getirme fırsatına nail olabilir. Hem böylece, yaşamında ilk defa, basacağı bir zemin elde etmiş olur.  BAKI KARER2012 01 08

/File/IT_URUR_KERVAN_YURUR.docİT ÜRÜR KERVAN YÜRÜR

 ΙΙΙ

 Ne idüğü belirsiz Xoce denilen mahlukatın kamuoyunu yanlış bilgilendirme gayretlerinin altında nelerin yattığını çoğu çevreler bilmekte. Almanya’yı vatan edinmiş, daha doğrusu, Almanlaşmış bu zat oturduğu yerden bir başka halk için ahkâm kesip durmakta. Hiç bir engel olmamasına karşın ‘Doğduğun topraklara neden gitmiyorsun, ait olduğunu iddia ettiğin halkınla niçin yaşamıyorsun?’ denildiğinde ise, ‘Gidemem, ben Almanlaşmışım, illada burada tırşıklanacağım’ diyor. O zaman ye Alman tırşığını otur aşağı... Kürt halkı için orada burada ahkâm kesmenin bir anlamı yok. Ama adam şefine yalakalık yapmanın gayreti içinde, açıkçası, provakatörlüğü meslek edinmiş bir kere. Yalakalıkta öylesine sınır tanımaz bir duruş sergiliyor ki, şefine övgüler dizen, barışın sembolü olmuş halk önderleriyle eşit düzeyde tutan herkesin önünde secdeye durup ökçe yalayıcılığı yapıyor.Almanya’nın göbeğinde yeniden ‘Medeniyetten uzak kalma pahasına dağlara çekilme’leri terennüm edip duruyor. Yani, Apoculuğun iflah olmaz dalkavukcusu olduğunu ispatlamaya çalışıyor. Daha da ileri giderek faşist düşüncenin nasıl iflah olmaz savunucu olduğunu göstermek için Arap ulusuna hakaretler etmeyi, küfürler savurmayı ihmal etmiyor. Böylece, karanlık dehlizlerin pintisi olduğunu şefine ispat etmiş oluyor. Sadece şefiyle yetinmediği belli; Alaman dazlaklarının öğretilerini iyi ezberlemiş. Yakın zamanda ‘ben bir Mengeneyim’ derse hiç kimse şaşmasın. Xoce, malum kimliğini saklama gereği duymuyor artık. Bunun da bayağı ‘ileri’ bir adım olduğunu kabul etmek gerekir.Binbir türlü cambazlıklarının karşılığını bulamayınca da, yalvarış yakarışlarla ‘arka bahçesini’ karıştırmaya başlıyor. İçinde bulunduğu çirkef yaşantıyı genelleştirmeye kalkışıyor. Gurur verici taploları örnek alması gerekirken, çirkefliklerle dolu taploları dayanak noktası seçmekte. ‘Arka bahçem düzgün olsaydı, beni daha üst postlara getirirdiniz’ demek istiyor. Artık arka bahçesini terk ettiğini, kendine ‘çeki-düzen’verdiğini ve bunun kabullenilmesi gerektiğini ağlamaklı bir biçimde dile getiriyor.  Tüm bu yalvarmalara karşın, Xoce’nin şefi insafa gelir mi bilemem, ama sanıyorum, yalvarıp yakardığı şefi, şimdilik Küçük’le yetinmesini ve ‘büyükelçi’ röportajlarına devam etmesini salık veriyor. Aynı zamanda ajandalarındaki telefon ve adresleri zenginleştirmesini istiyor.Kölece hizmetlerinin karşılığını bulup bulmayacağını bilmiyorum. Bekleyip görmek gerekir.Ama tüm uğraşlarına karşın iki cami arasında kalmış beynamaz olmaktan bir türlü kurtulamıyor. Kutulamadığı için de habire kıyısından köşesinden itiraflarda bulunup duruyor. Şefiyle birlikte Mehmet Şener cinayetini nasıl organize ettini detaylarıyla anlatma yerine, katili nasıl

Page 282: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

koruduğunu ve birlikte ülkeye nasıl giriş yaptığını açıklıyor. Oysa Mehmet Şener için Muhabarat binasına nasıl ve kimlerle gittiğini, binada kimlerle görüştüğünü, anı anına bilgi akışını nasıl sağladığını ve daha bir çok şeyi anlatmaya yanaşmıyor. Cinayet ekibini nasıl oluşturduğunu, Mehmet Şener’in ölüm haberi gelir gelmez duyduğu sevinci ve bir an evvel İstanbul’a nasıl koştuğunu anlatmıyor. Cinayetten hemen sonra şefine sunduğu sayfalar dolusu itirafnamenin hatırlanmasını hiç istemiyor.Ayrıca itiraflarını Mehmet Şener’in katiliyle sınırlı tutuyor. Öncekileri tümüyle untturmaya çalışıyor; Kızıltepe ve Derik’te KUK’cu gençleri nasıl kurşuna dizdiğini, arabalarını nasıl taradığını, onlarca kişiyi nasıl yaraladığını neden anlatmıyor? Silah zoruyla halka koyunları kestirip nasıl ziyafetler çektiğini, Batman ve Nuseybin köylülerinin cüzdanlarını nasıl soyduğunu itiraf etmesi gerekir.Yine, İstanbul’da yaptığı kaçakçılığı, kaçakçılık yaparken kimin hüçresi olarak çalıştığını, Van’dan teslim aldığı esrar ve eroin partilerini yurtdışına nasıl gönderdiğini anlatmalıdır. Evet, Hoca ya da Xoce denilen ‘şef’ dalkavuğu, bunlar ve benzeri işlediği suçları itiraf etmelidir. Bu suçları itiraf etmesinin önünde Almanya’da hastahaneden aldığı ‘deli’ raporunun engel olacağını sanmıyorum. Çünkü başkalarına geldi mi ‘akıllı’ olan Xoce, sorun kendisine gelip dayandığında niçin deli raporunun arkasına sığınıyor?Bu arada Almanya’da, Danimarka’da ve İsveç’te kimleri dolandırdığını itiraf etmesini de beklemiyor değilim.  Benden çaldığı 27 kitabın akıbetini de öğrenmek istiyorum. Bir dönem fotokopi yapıp oraya buraya sattığını biliyorum, onların da bir bilançosunu çıkarırsa çok iyi olur. Yaptığı tüm bu ahlâksızlıkların ‘hi hi’lerle geçiştirilecek ahlâksızlıklar olmadığını artık bilmek zorundadır.25.04.2009Baki karerDevam edecek           www.karerbaki.com   

İT ÜRÜR KERVAN YÜRÜRΙΙ

  Xoce yazımın birinci bölümünden sonra epey bir bocalama geçirdi. Birdenbire ailesini hatırlar oldu, orada burada çekiştirmekten zerre kadar utanmadığı karısı üzerine nağmeler dizmeye başladı. Giderek çocuklarını ne kadar çok sevdiğini göstermek için kameralar karşısında bolca pozlar verdi.Kendince yazdığı senaryosunun tutmadığını, bir işe yaramadığını fark edince de; bu sefer teoriler üzerine kafa yormaya başladı. Baktı beyni bu konuda hiç şarj etmiyor, bir dizi bahaneler arkasına sığınmaya başladı. Ömründe bir kitap bile okumayan bir yaratıktan ancak bunlar beklenirdi. Hayatı boyunca zurnanın zart dediği, ya da son deliği olmayı bir türlü içine sindiremiyor. ‘Teorik’ konularda, ya da strateji ve taktikler üzerine’ harukülȃda yazılar yazarmış, ama ’canı istemediği(!) için’ yazmıyormuş... Nedeni de gayet basit miş; “he, hı, keh keh” demek daha kolaymış, ‘eee’lemekten ise son derece hoşlanıyormuş Son dönemlerde, her nedense, bolca, ‘keh keh’lemekten de zevk aldığını söylemeye başladı. Bunlar çok ciddi bir pisikolojik hastalığın son noktaya vurduğunun belirtileridir. Ne tür bir pisikolojik hastalık olduğunu pisikiyatri uzmanları çok daha iyi bilir. Yaşadığı derin ruhsal deprasyona verilecek örneklerden biri de, İstanbul’un bilmem ne semtinde hangi kadınla sabahladığını ballandıra ballandıra anlatması. Yani, aldatıldıysam ben de aldattım demek istiyor. Bunu bu kadar çember çizerek, hikayeler uydurark dile getirmenin ne anlamı var? Birlikte kaldığın insanla anlaşamıyorsan, şüphelerin varsa ayrılır gidersin. Böylesi bir ortamda dölleri bahane olarak ileri sürmenin bir anlamı yoktur. Evine gelen herkesi şüpheci gözlerle süzmesinden bahsetmesi ise hiç akıl alacak bir iş değil. Xoce, ‘Ziyaret bahanesiyle evime kimsenin gelmesini istemiyorum’ diyordu. Bu nedenle Stockholm’e geldiğinde tam anlamıyla kafayı oynatmıştı. Belli ki, bu hastalık artık kronikleşmiş bir hȃle dönüşmüş.Böylesi ruhsal bunalım sonucudur ki, son dönemlerde yeniden Baki Karer düşmanlığına yine

Page 283: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

başladı; ‘Baki Karer böyle demişti... Baki Karer söylemişti... yapmıştı...’Bir insanın hayatı miş-mış’lardan ibaret olunca bir süre sonra paranoidleşmesi gayet doğaldır. Xoce adıma cümleler kuruyor, hayalinde beni konuşturuyor sonra da oturup keh keh’lerle, hih hi’lerle yazıyor. Bunlarla da yetinmeyip, benimle toplantılar yaptığını iddia ediyor seçim çalışmalarına katıldığını yazıyor ve üstelik de kazandırıyor! En akla gelmedik yerlere kadar kendini götürüyor, daha doğrusu zoraki karıştırıyor. Batman’da seçim komitesi Şener, Mazlum ve Edip solmaz’dan oluşuyordu. Buradaki başarının öncüsü Mehmet Şener’ dir. Ama Hoca’nın,yani Xoce’nin burada çekemediği, Şener’in başarılarıdır. Bütün mesele Nasıl olurda bu kişinin başarılarını gölgeleyebilirim hesabı peşinde. Şener’in bu baya, bulunduğu mahalde bir kaç bildiri dağıtma görevi verdiğini biliyorum. Ama hepsi o kadar.Bu adamla ülkede ayaküstü toplam on dakika görüşmüşlüğüm ya vardır ya yoktur. Ama sorunu başka; neredeyse 6-7 yıldır anlata anlata bitiremediği Stockholm buluşmasında, ‘Beni ne diye hep sempatizan düzeyinde tuttun, bir yerel komite üyeliği ötesine niçin çıkarmadın’ diye yakınıp durmuştu. Aklınca, sorumluluğum altında ‘yeterli ünvan’ sahibi olamamanın intikamını alıyor. Ama tüm bu hokkabızlıklara gerek yok; ‘kurucu’, ‘askeri komutan’, ‘ideolog’, ‘sekreter’, ‘lider’ vb. tüm ünvanları alabilir. Kimsenin, hatta içinde kariyer özlemi çektiği örgütün de buna itiaz edeceğini sanmıyorum.Hoca ya da Xoce, halizyonlarında o kadar ileri gidiyor ki, yaşamını kaybetmiş insanları da konuşturuyor; özellikle de Hayri’yi. Bir dönem varsa yoksa Mazlum’du, şimdilerde her ne hikmetse Mazlum’u bırakıp döndü Hayri’ye. Neden Akif ya da başkası değil de illa da Hayri? Gölge altına sığınmaktan bu derece haz duyan Xoce’nin pisikolojik sorunlarını anlamak çok zor. Bu nedenle tedavisi neredeyse mümkün değil.Hemen her konuda ne kadar yalan attığının farkında olduğu halde ısrarla yalanlarına devam ediyor.Çünkü başından itibaren kendini girdabın içine soktu. Bu çıkmaz yoldan ayrılması artık mümkün değil. ‘Büyük oynayayım’,‘kendimi büyük göstereyim’ derken yerin dibine daha bir batmakta.‘Şef’ düşkünlüğü ve taklitciliğinin cezasını çekmekte.Hemen her cümlesinde kendini elevermekte. Gölgesine sığınmaya çalıştığı Hayri için ‘Biliyor’ diyor. Evet, Hayri bu zatı sonuçta tanımıştı ve biliyordu. İçerden gönderdiği sözlü ve yazılı haberlerde Hoce’yi tanımlarken ‘Bulaşık biri’, ‘Her konuda son noktada döneklik yapan biri’ diyordu. Hoce’nin tüm bu tavırlarına karşı ‘İdare etmeye çalıştıklarını’ söylüyordu.Hele hele son açlık gerevinden kaçışını hiç affetmiyordu. Hayri, diğerlerine,bu zata karşı tedbirli davranılmasını ve hiç bir bilginin verilmemesini tembihlemişti. Nitekim onların yanında o kadar uzun süre kalmasına karşın, Hayri, Akif ve Mazlum’un hiç bir şey konuşmadıkları her geçen gün daha bir açığa çıkmakta. Mazlum nereye giderken ve nasıl yakalandığını bile bu zata söylememiş. Ama Xoce denilen zat saplandığı girdapda senaryosunu yazmış; ‘Diyarbakır’da merkez komite toplantısına giderken yakalanmışlar!...’ Gördünüz mü,yine yükseklerden bir tespit!daha. Atayım belki tutar, tutmazsa da ‘keh keh’,ya da biraz ‘he hi yaparım’ gider... Anlayış bu. Şefinin sahte tarih yazma anlayışına kendini o kadar kaptırmış ki, sağına soluna bakmadan son surat gidiyor.İçerdeki bu haline bakmadan, utanmadan bir de başkalarını yargılamaya kalkışıyor. Böylece işlediği suçları ört-bas etmeye kalkışıyor. Mehmet Can’a çamur atmaya yelteniyor. İçeride sergilediği onca çirkefliklerine bakmadan bir de başkalarına leke sürmeye çalışmakta. Neymiş, Mehmet Can yeterli direnci gösterememiş!... Hiç kimsenin bugüngü durumu beni ilgilendirmez. Ne yapıyorlar, neredeler, nasıllar vs. Ama Mehmet Can’ın yakalandığında gösterdiği dik duruş her yönüyle takdire şayan bir duruştur. Kemal Pir’in arşivlerde duran bu konu üzerine şiirsel mektubu unutulacak cinsten değildir. Bu duruşunu içerde kaldığı süre içinde hiç aksatmadan sürdüren nadir kişilerden biridir. Xoce’nin bütün meselesi, Mehmet Can’ın entellektüel düzeyi karşısında duyduğu komplekslerdir. Dolayısıyla, ‘Çamur atayım tutmazsa izi kalır’ anlayışına sarılmakta. Ama nereden bakılısa bakılsın, beyhude çabalar.Bu bölümü bitirmeden önce, her geçen gün yeni bir hastalığın pencesine düşen Xoce’den bir haber de ben vereyim. Herkesten, en yakın arkadaşlarından bile gizli bana ikide bir mail atıyor. 12 Eylül savcılarına öykündüğünü gizlemiyor. Ayrıca Esat oktay Yıldıray’ın komutlarıyla da yetinmiyor, meşhur CO’sunu taklit ederek havlamalarda bulunuyor. Son e-postlarından birinde, bana,‘Çık karşıma’ diyor. Arkasından da ‘Keh keh’yaptığını söylüyor.Bu hırıltıların ne anlama

Page 284: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

geldiğini henüz çözümleyemedim. E-postlarının tümünü yayınlamadan önce pisikologlara verip tahlil etmelerini isteyeceğim. Çok ciddi paranoid symtomlar görüyor; ‘Baki’den, Naki’den bahsedip duruyor.Benden uyarması, en yakınlarına bile her an çok ciddi zararlar verebilir, yazdığım birinci bölümden sonra yaptığının benzeri!... Baki Karer 07.03.2009 www.karerbaki.com   Devam decek 

İT ÜRÜR KERVAN YÜRÜR Interneti açtığımda çok fazla gezinti yapmam, araştırmak istediğim konular neyse onlara uygun adreslere girerim. Bazen de web sayfamı açar yayınlayacağım yazı varsa yayınlarım. Bir de günlük ulusal gazeteleri düzenli olarak takip ederim.Arkadaşlar ısrarla bir web sayfasının hakkımda olur olmaz yazılar yayınladıklarını söylediler. Ben de, ‘olur, normaldir’ diyerek her zaman ki gibi geçiştirmeye çalıştım, fakat bu sefer ısrarla, ‘Şahsına karşı hakaret var, küfür var, muhakkak okuman gerekir dediler.’Bahsedilen web adresini açtım ve okudum. Bahsedilen Alman beslemesi, gerçekten hakaret edici yazı yazmış. Bir amaç uğruna kavga yürütmekten aciz, ideolojisi ve politik bir duruşu olmayan, asla da olmayacak bu ucube, terbiyesizce bir şeyler karalamış. Oysa Google’den ismimi arasaydı web sayfamı ve bloglarımı rahatca bulabilirdi, yazılarımı okuyabilirdi. Ama adamın amacı farklı; ortamı bulandırmak istediği her haliyle belli. Tipik korkakların, toplum dışına düşmüşlerin, daha doğrusu çukurda pislik içinde üremişlerin debeleniş biçimlerini sergilemekten zerre kadar terettüt etmiyor. Adam, pislikleri yıllarca içinde sindire sindire bağışıklık kazanmış.Yurt dışına çıkalı yıllar olmuş, bir gün bile alınteriyle yaşamamış onun bunun sığıntısı ve koruması altında kemik parçaları toplamakla iştigal etmiş. Bu duruşunun da ’çok şerefli’ olduğunu ısrarla savunuyor. ‘Alınterinle yaşamı niçin tercih etmiyorsun?’ sorusuyla karşılaştığında ise, hiç yüzü kızarmadan ‘Hastayım’,ya da ‘Alman devleti beni besliyor’ diyebiliyor. Onun bunun kucağına oturarak bakılmayı alışkanlık haline getirmiş... Oysa eli, ayağı sağlam; pineklediği kahve köşelerinde önüne gelenle bilek güreşi bile yapıyor. Beleşten bilet parası bulduğunda, ya da dayıları ‘Git’ dediğinde trenle yüzlerce kilometreyi katedebiliyor, gevezelik yapmak, zaman öldürmek için hergün kilometrelerce yol yürüyebiliyor. Karanlık odalarda sabahlara kadar uyumadan hiç durmaksızın çayını yudumlayıp dumanaltı oluyor.... Tüm bunlar gösteriyor ki, çalışarak çok rahat hayatını kazanabilir.İnsan olan insan her şeyini kaybedebilir, ama kaybedemeyeceği tek bir şeyi vardır, o da, onurdur. Onurlu olmanın, başı dik olarak ayakta kalmanın ölçütü, yaşamı alın teriyle kazanmadır. Bunca yıldır bir gün için bile çalıştığına dair bir ücret ya da maaş bordusu gösteremez. Yani, nereden bakılırsa bakılsın, her yönüyle karanlık güçlerin beslemesi; istihbarat-polis ve sosyal yardım kurumu üçgeninde sürdürülen onursuz bir yaşam... Uzun sözün kısası, bu zat, onurunu kaybetmiş bir kere.İşin, mesleğin kötüsü olmaz. Temizcilik, garsonculuk, ya da bulaşıkcılık yapabilir. Hiç bir şey yapamıyorsa pazarlarda masa üzeri bir şeyler alıp satabilecek gücü var. Ama alın teriyle yaşam kazanma sözkonusu olduğunda, ‘OLMAAAZ’ diyor. Neden? Çünkü adam histeri nöbetlerine tutulmuş, illa ‘Ben de seruk olacağım’ diye tutturmuş. Şimdilik ismini ‘Xoca’, yani ‘Hoca’ ilan etmiş, eski ‘seruk’unun taktiklerini kullanarak “Seruk olacağım” diye onurunu ayaklar altına aldırmış, ortalıkta soytarıca kıvırtıp duruyor. Daha da ileri giderek, ‘Kıvırtıyorum, herkes bana yardım göndersin, Eyfel’in tepesinde şarap içeyim’ diyebiliyor. Kıvırtırken, şarap için Eyfel

Page 285: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

Kulesi’ne tırmanmayı göze alırken hasta falan değil. Ama alın teriyle çalışarak yaşam idame ettirme sözkonusu olduğunda, ‘hasta!’ İşte ‘BÖYÜK HOCA’, pardon ‘BÖYÜK XOCE’ böyle olunur. Ama yanılıyor; ‘seruk’un orijinali dururken sahtesini kim ve neden satın alsın?Bu adı geçen süblimleşmiş mahluka, web sayfasını zenginleştirmek ve biraz daha okuyucu kitlesi bulmasına yardımcı olmak için, iddialarına yanıtımı biraz daha sürdüreyim. Gördüğüm kadarıyla konu bulmakta sıkıntı içersinde zavallı. Çünkü siyasal ve ekonomik gelişmelere belli bir perspektiften bakarak yorum yapacak düzeyde beyni çalışmıyor. Bütün becerisi; çay içme, dumanaltı olma ve dedikodu... Gürültüyü çok sevdiği için sayfasında gürültü kopararak isminin önplana çıkmasına biraz daha yardımcı olayım. Keçi çobanlığından internette çatçılığa terfi ettiği için, eline biraz daha malzeme vereyim ki, köşesinde beş-altı yıl daha oyalansın.Benimle bir görüşmeden bahsedip duruyor. Doğrudur, bu zatla görüştüm. Bana bir arkadaşım aracılığıyla haber göndermişti. Buluşmadan önce aramızda bir telefon konuşması geçti. Telefonda benimle çok acil konuşmak istediğini, ağlamaklı bir ses tonuyla ‘Zaten birkaç aylık ömrüm kaldı, geberip gideceğim’ diyerek buluşmayı ısrarla istedi. Ben de, ‘Tamam görüşeceğim’ dedim. Söz verdiğim tarihte ve satte görüşmeye gittim.Verdiği adreste apartmanın kapısında beni karşıladı. Her zaman ki duruş ve davranış biçiminden hiç bir şey kaybetmemiş; yağcı, efendimci ve adeta yalvarışcı duruşuyla ve acındırıcı bakışıyla kapı önünde diyeliyordu. Merdivenlerden yukarı çıkarken, ‘Biliyormusun, ben Kürt faşisti oldum, neler çektim bir bilsen, hepsini anlatacağım’ dedi. Ben de, ‘Faşist faşisttir, faşitleri milliyetine göre değerlendirme anlayışım yoktur, geçen süre içinde kendini bayağı geliştirmişsin!’ dedim. Son dönemlerde ‘Benzer tikelleri tümüller şemsiyesi altında bir araya...’ getirme çabalarına bakıldığında ‘Faşist oldum’ demesini daha iyi anlıyorum. Kandilcilerin saf kan ulus yaratma çabaları üzerinde bayağı kafa yorduğu belli.Merdivenlerin sonuna doğru geldiğimizde ise, ‘Senden ricam, arkadaşların yanında bana ismimle hitap etme, Hoca diye hitap edersen çok sevinirim.’ demesi karşısında şaşırıp kalmıştım. İstediği biçimde hitap etmem için neredeyse ayaklarıma kapanacaktı. Ben de, ‘Bir yanda feodal kuruntular, bir yanda faşistlik...’ dediğimde, yemek artıklarının sallandığı bıyıklarını oynatarak, hiç diş fırçası görmemiş, araları yediği nesnelerin kırıntılarıyla dolu dişlerinin olancasını gösterecek biçimde sırtarmaya başladı.Nihayet bir odaya girdik, bir süre sohbet ettik. Ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum ama su içmek için mutfağa yöneldiğimde, bu zat da beni izledi. Mutfakta ayaküstü konuşmaya, dertlerini tek tek aktarmaya başladı; ‘İyi bir aile reisi olamadım, karım beni aldatıyor, çocuklarımın ise durumları analarından beter; içinde bulundukları durumları anlatarak zamanını almak istemiyorum....’ Ben de, ‘Çok feci bir tablo çizdin, bunları anlatmanın ne yararı var bilmiyorum. Aile içi sorunların konusunda söyliyecek birşeyim yok’ diyerek tekrar odaya döndüm. Zaman epeyce ilerlemişti, sanıyorum saatler 03’ü gösteriyordu, uyumaya başladık. Daha sabah şafağı atmamıştı ki, beni uyandırdı. Büyük bir sabırsızlıkla konuşmaya başladı; ‘Ben örgütten ayrıldım ama aslında satrateji ve taktikler doğruydu, sadece liderde hata vardı.’ diye epey geveleyip durdu. Eninde sonunda ondan beklediğim bir yaklaşımdı. Devamla, ‘Basın-yayın sorumluluğundan beni alması haksızlıktı, beni bu görevden almasaydı, canla başla çalışmaya devam ederdim.’ Gayet sesiz, hiç müdahalede bulunmadan, konuşmasını bitirmesini bekledim. Sonunda, ‘Stratejisi ve taktiklerini doğru bulduğun örgütten ne diye ayrıldın, o kadar çok istiyorsan geri dön ve lider sen ol’ dediğimde, büyük bir huşu içinde kirli bıyıklarını dişlerinin arasına   alarak kemirmeye başladı.Artık sıkılmaya başlamıştım. Konuşmayı bitirmek için uygun bir yöntem arıyordum. Durumunu iyice kavramıştım. Bayın, içinde ‘mevki’, ‘kariyer’ kavgası verdiği yapının nasıl bir yapı olduğu yönündeki görüşlerimi kısaca dile getirdiğimde, büyük bir tepkiyle karşılaştım. ‘Hayır, yürütülen mücadelenin doğru olduğuna inanıyorum, şimdi bile beni Avrupa’da gazetelerinin sorumluluğuna getirseler arkama bakmadan koşa koşa giderim...’ yönlü nara atmaya başladı ve bir türlü unutamadığı liderinin savunucusu konumuna geldi. Tam bu noktada, ‘Seni buraya kim gönderdi’ diye bir soru yönelttim: Birden kıpkırmızı kesildi; açığa çıkmışlığın verdiği tedirginliği yüzüne yansıtamamazlık yapamadı. Daha fazla kalmanın gereksizliğini düşünerek, evden ayrıldım.Onun bunun kapısında yaptığı uşaklığa bakmadan, bu buluşmayı yıllardır yalanlarıyla allandırıp

Page 286: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

pullandırıp yazıp çizmiş ve halen de devam ediyor. Karanlık güçlerin ellerinde oyuncak olmuş bir kere, istese de geriye dönüş yapamaz. Son günlerde özenti duyduğu, bir türlü unutamadığı liderinin yükünü hafifletme çabalarına yeni bir ivme kazandırmış görünüyor; Küçük ve çetesinin Almanya temsilciliğine soyunmuş. Dayandığı Alman ağaları böyle emir buyurmuş. Alın teriyle bir gün bile yaşam sürdürmemenin sonucunun böyle olacağı belliydi.Bu arada o kadar enerjisi var ki, ailesinin içinde bulunduğu konumu hatırlatırcasına, çöpçatanlığı ek meslek edinmiş. Karısı için yaptığı çöpçatanlıktan epeyce tecrübe edinmiş olacak ki, yeni kariyerinde epeyce ilerlemiş... Ek gelir kaynağı da olsa, kendine en yakışan bir mesleği! daha bulmuş. Ne diyeyim, hayırlı olsun!..Bu soytarının bir kaç gün değil, beş altı yıl daha oyalanması, daha doğrusu iyi kıvırtabilmesi için biraz daha sahasını genişletmek gerekiyor: ‘Sütten çıkmış tek kaşık benim!’ diye orada burada boy gösterip duruyor. Ne de olsa tırşıkçı, hem de Alman tırşıkçısı. Tırşıkçılıkta yaptığı terfiyi büyük bir meziyet olarak gördüğü için, herkesi ‘Hain ve işbirlikçi...’ ilan ediyor. Daha doğrusu şefine yaranmak ve hȃlen izinde olduğunu kanıtlamak için elinden gelen her çabayı yürütüyor. Ola ki, bir gün geri çağırırlar ve ‘Gazetelerin başına geç’ diyebilirler... Bu umutla Esat Oktay’ın CO’su gibi sağa sola saldırıyor.Yakalandığında ‘Kaçakçıyım’ diyerek kurtulmuş! Bu nedenle de ne kadar ‘zeki’ olduğunu anlata anlata bitiremiyor; ‘Devleti kandırdım’ diyor. Başlı başına irdelenmesi gereken bir konu ama şimdilik bir tarafa bırakalım.Metruk köşelerin ucubesi bu zat, Mehmet Şenel’in öldürülmesi için bir dönemler nasıl bir çaba içinde olduğunu herkes bilir. ‘Şenel’in görevini sana vereceğiz’ vaadini alır almaz Şam’a nasıl koştuğunu çok iyi biliyoruz. Sadece bu kadar değil; Şam’a varır varmaz ilk işlerinden biri, Şener’in katledilmesi için oluşturulan ekibe şefiyle birlikte karar vermesidir. Elinde tabanca Mardin’de KUK’cu kovaladığı, Nuseybin’de, Batman’da silah zoruyla köylülerin cüzdanlarını soyduğu dönemden edindiği tecrübelerini konuşturmaya başlar. Şenerin ölüm haberi geldiğinde de sevincinden sarhoş olur. Mehmet Şener’in katledilme haberini alır almaz büyük bir şevk ve heyacan içinde verilen her görevi kabul eder ve gönül rahatlığıyla yeni tertipler için kolları sıvar.İstanbul’a gelir gelmez ilk iş olarak sıgara kaçakçılığına el atmak olur. Ama bu konuda doğruyu söylemek gerekirse, başarılı da olur. Sıgara kaçakçılığından büyük vurgunlar vurur, hem örgütünü hem de kendini ihya eder. Bursa ve Van mafyalarıyla ‘sağlam’ ilişkiler geliştirir. Xoce’nın sıgaradan, özellikle de Marlboro sıgarasından elde ettiği vurgunlarla öylesine iştahı açılır ki, örgütüne sayfalar dolusu raporlarla esrar ve eroin kaçakçılığına da el atacağını bildirir. Sonuçta bu önerisi de kabul edilir. Özellikle Van’lı mafya grubuyla İstanbul-Almanya arası esrar-eroin trafiğini kontrol etmeye başlar. Bu konuda öylesine sınır tanımamazlık yapar ki, karşı çıkan herkesi Bekaa’nın da desteğini alarak tek tek tasfiye eder.Süblimleşmiş bu zatın yediği herzeler bu kadarla kalmıyor. İstanbul’da kurduğu güçlü! bağlantılar sayesinde terfi ederek bir süre sonra ver elini Almanya der. Evet, Alamanya’ya geldikten sonraki icraatları da başlıbaşına irdelenmesi gereken bir nokta. Ama şimdilik bu kadar yeter. Malum Xoce’nin kısa da olsa gerçek potresi böyledir. Yeni türeme Esat Oktay CO’larına ayıracak fazla zamanım yok.BAKİ KARER                                15.10.2008  

 AÇIKLAMA

 “İt Ürür Kervan Yürür’ başlıklı yazımdan sonra gelen e-postlarda, bahsettiğim kişiyi zaten tanıdıklarını, ne tür karanlık ilişkiler içinde olduğunu bildiklerini ve bu kişinin ismini açıkça yazmamı istiyorlar. Ben bu kişinin açıkça ismini, seceresini yazdığımdan eminim. Nitekim gelen e-postlar da bunu doğruluyor. Bence,önemli olan,bu yaratığın icraatlarının bilinmesidir. Bana karşı yürüttüğü kampanyaların altına (ŞG) rumuzu da kullanan bu kukla, yani Xoce, tam bir ŞAKI ve GAMMAZ. Bu nedenle Şaki Gammaz olarak da

Page 287: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir

adlandırabilirsiniz.Zaten kişiliğini, karakterini gönderdiği e-postlarda, eksiksiz biçimde dile getirmiş. Bahsedilen bu kemirgen en adi muhbircilerin kullandığı metotları rehber edinmiş. Tartışmasız bir Cudi çetesi; girdiğin evin yemeğini ye, çayını iç, elbiseni kurut ve çıkarken ev halkını kurşuna diz...Sürtükleşmiş bir kere, böylesi hareket biçimlerini ruhuna kazımış. Sadece bu kadar değil; Xoce cellatlığının yanısıra, hem savcı, hem baş yargıç rolleriyle sürekli mesai halinde. Savcı koltuğunda iddaname hazırlıyor, sonra baş yargıç koltuğuna geçiyor,kalemini kırana kadar bir yandan dilini çıkartıp kafasını sallıyor bir yandan eee, haa, huu, hii, üü vb. ne idüğü belirsiz çıkardığı sesler arasında kararını veriyor ve infazlara başlıyor. Çıktığı mesaide yargılayıp infazını yapacak kimseyi bulamadığında da dalıyor mezarlıklara, geçiyor mezar taşlarının karşısına; ‘vurdi, vurdi, vurildi...’ Sayım yapıyor. Sıra geliyor rapor vermeye; ‘Beyni parçalandı’, ‘Kellesi uçuruldu...’ ‘Oh oldu di mi?...’ Nereden bakılırsa bakılsın, tam bir garibet.Globalizmin piçleştirdiği tipler için verilecek bundan daha iyi bir örnek bulunamaz.Mesaiyi bırakıp olağan çalışma saatleri de bir o kadar ilginç; ‘Büyükelçi’ziyaretleri, ‘gazeteci’ ağırlamalar, ‘gazeteci’ evinde ağırlanmalar, her hafta sonu büyük bir sabırsızlıkla beklediği yüzer-gezer yat demeçlerini çarşaf çarşaf yayınlamalar...Neyse, gözden kaçmayacak kadar dikenli sahneler... Eskimiş bu filim şeridi için kurulan gişeler,boş kalmaya mahkumdur.Bu Hoce denilen mahlukatın ilişkileri ve çirkin emelleri hakkında son dönemlerde epeyce mektuplar aldım. Bu vesileyle cani hakkında arşiv edinmiş oldum. Herkese teşekkür ederim. Anlaşılıyor ki, bu kişi bağlı olduğu odakların emrinde hakkımda, sinsi, sistematik ve alçakça anti-propaganda yürütmüş. Küçüğün küçük kurtcuğunun ulumalarını, ya da düttürülerini hiç ciddiye almıyorum. Hoca veya Xoce lakaplı bu kurtcuk istediği kadar ulumalarına devam etsin. Umrumda bile değil. Bir noktaya daha açıklık getirmek zorundayım:Mektup, not ve e-post gönderenler, yayımlanmasını istiyor.Ben internet sayfamı açtığımdan bu yana kimsenin mektubunu ve e-postunu yayınlamadım. Bunu iki nedenden dolayı yapmadım ve yapmayacağım;

1-     Web sayfam ve sahip olduğum bloglar düşüncelerimi kamuoyu ile bölüşmenin bir aracıdır. Kimse ile herhangi bir biçimde polemik içine girme niyetinde değilim.

2-     Sahip olduğum web sayfası öyle çok geniş kapasiteli bir sayfa değil. İstenilen türden bir sayfa yapmayı da şimdilik düşünmüyorum. Dile getirdiğim düşüncelerimi herkes eleştirebilir. Bir düşünceyi eleştirmek, aynı zamanda, ileriye düşünceler, fikirler sürme demektir. Buna saygı duyarım. Devrimci düşünce ve ahlak ölçüleri içinde eleştiri yapmaktan daha güzel bir şey olamaz. Düşüncelerimi paylaşanlar da, paylaşmayanlar da olabilir. Bu gayet doğaldır. Kimse küsmesin. Gönderilen mektublara ve e-postlara çok değer verdiğimi bir kez daha söylemeliyim. Aldığım yararlı bilgileri, zamanı geldiğinde değerlendireceğimi, dikkate alacağımı herkesin bilmesini isterim. Bu güne kadar dalyanımda gözcülüğüme devam ettim, bundan sonra da son nefesime kadar devam edeceğim. Kimsenin tehditi ve suçlaması beni yolumdan alıkoyamaz. Herkes müsterih olsun. Saygı ve sevgilerimle...Baki karer07.01.2009

  

 

Page 288: Web viewKÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ . Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir