Filmlerle Seyrüsefer - kisi.deu.edu.trkisi.deu.edu.tr/binnur.kavlak/kitaplar/filmler.pdf · gibi...
Transcript of Filmlerle Seyrüsefer - kisi.deu.edu.trkisi.deu.edu.tr/binnur.kavlak/kitaplar/filmler.pdf · gibi...
Filmlerle Seyrüsefer
Þükran Yücel
sinema
Filmlerle Seyrüsefer
Þükran Yücel
www.altkitap.com
sinema
altkitap - sinema 1
Filmlerle Seyrüsefer
Þükran Yücel
Ekim 2003
Yayýna Hazýrlayan: Murat Gülsoy
Düzelti: Murat Gülsoy
Tasarým: Faruk Ulay
Tasarým Uygulama: Murat Gülsoy
© 2003 altkitap ve Þükran Yücel
Yapýtýn tüm yayýn haklarý saklýdýr. Tanýtým için yapýlacak kýsa alýntýlar
dýþýnda yayýncýnýn izni olmaksýzýn hiçbir yolla çoðaltýlamaz.
www.altkitap.com
Yazar Hakkýnda
Þükran Yücel, Ýzmir'de doðdu. Gazetecilik yaptý. Ýngilizce'den birçok
oyunu ve romaný Türkçe'ye çevirdi. Tiyatro ve radyo oyunlarý yazdý.
Düþ Gölgesi (Afa, 1995) ve Ölüme Karþý Oyun (Gendaþ, 2000) adlý iki
öykü kitabý vardýr. Öykü ve denemeleri E, Adam Öykü gibi dergilerde
yayýmlandý. Altyazý sinema dergisinde yazýyor.
Önsöz
Filmlerle Seyrüsefer, siyah beyaz bir hayatý renklendiren filmlere
þükran duygumu ifade etmek için yazýlan yazýlardan oluþtu.
Beyazperdede yansýyan bir 'sefer'i 'seyir' eylemekle baþlar her þey.
Filmlerle çýkýlan seyrüsefer bir limanda seyrüsefer eden vapurlarýnki
gibi ayný barýnakta sona erer. Uzak denizlere gidilen uzun ve sonu
bilinmeyen bir yolculuk deðildir söz konusu olan. Karanlýk bir salona
girer, oturur iki saat için farklý bir serüveni yaþar ve ayný kapýdan ayný
sokaða çýkarsýnýz. Ayný yollardan ayný eve gider, ayný hayatý
yaþamaya devam edersiniz. Kendinizden baþladýðýnýz her seyrüsefer
kendinizde biter. Bu arada farklý duygular, kederler, hüzünler,
heyecanlar ve zevkler imgeler ve sözcükler halinde eklenir belleðinize.
Sevdiðiniz filmlerin verdiði haz uzun süre yaþar sizinle birlikte. Bu
seyrüsefer hiç bitmesin dediðiniz olur. O zaman kalemi elinize alýr
filmlerden yola çýkarak hissettiklerinizi, düþündüklerinizi yazma
gereksinimi duyarsýnýz. Þanslýysanýz bu yazýlar bir gazetede, dergide
yayýmlanýr, sizinle ayný coþkuyu hissedenlerle paylaþýrsýnýz.
Þanslýysanýz, altkitap.com gibi deðerli kitaplar yayýmlayan bir siteden
Murat Gülsoy sizi arar ve yazýlarýnýzý sanal ortamda kitap haline
getirmeyi önerir. Seyrüsefer devam eder...
Çocukluðuma iliþkin ilk hatýram bir filmle ilgili derken abartmýyorum.
Ýlk gördüðüm film olan Sissi'yi hala unutamýyorum. Avusturya
Ýmparatoriçesi Sissi'nin filmdeki Külkedisi'ne benzer büyüleyici ve
masalsý öyküsü, sonraki yýllarda Sissi'nin þiire, felsefeye ilgi duyan ve
muhalif Macar aydýnlarýyla dostluk kuran sýradýþý bir kraliçe olduðunu
ve talihsiz bir suikasta kurban gittiðini öðrenmemle bütünleþti ve hala
içimi sýzlatan bir tragedya olarak beni etkilemeye devam ediyor. Sissi
filminden ötürü yaþam boyu süren film akrabalarýmdan ilkini dört
yaþýnda kazanmýþtým: Kendisi de bir tragedyaya kurban giden
olaðanüstü etkileyici ve muhteþem Romy Schneider. Allah biliyor ya,
ben çok güzel bir yaþamý hak eden o güzel insanýn baþýna gelen tüm
talihsizliklerden hep Alain Delon'u sorumlu tuttum. Dünyanýn en güzel
iÖnsöz - Þükran Yücel
çiftiyken, onu terk edip o donuk Nathalie Delon'la evlenmeseydi,
Romy'nin baþýna tüm o kazalar gelmeyecekti. Üstelik büyüyüp de
Garcia Marquez'in Kýrmýzý Pazartesi romanýndan uyarlanan filmi
mahveden o Anthony Delon kazasýný da hiç görmemiþ olacaktýk.
Beni 'ben' yapan romanlardan önce hayatýma giren filmler
benliðimin ilk tuðlalarýný koyduklarý gibi yaþam boyu sürecek olan
sinema tutkumu da ateþlediler. Filmlerle kitaplar hep farklý boyutlara
taþýdý beni. Sinema ile edebiyatýn dehlizlerinde buldum kendimi. Ve bir
daha o labirentten hiç çýkmak istemedim. Gönüllü bir tutsaklýk bu.
Hayatýn fýrtýnalarýna karþý zaman zaman güç kazandýran bir yaný da
var, bizi kýrýlganlaþtýran bir yaný da.
Bu kitapta benim Altyazý sinema dergisinde yayýmlanan film
okumalarýmla birlikte festivallerle ilgili yazýlarýmý da bulacaksýnýz.
Bunlar Ýstanbul Film Festivali, Uçan Süpürge Kadýn Filmleri Festivali,
Gezici Avrupa Filmleri Festivali ve Sinema Tarih Buluþmasý'na iliþkin
izdüþümlerim. Hem bir hatýrlatma hem de benim festivallerden bende
kalanlar üzerine bir hesaplaþmam. Bu yazýlardan birkaçý da E Dergi'de
yayýmlanmýþ sinema üstüne denemelerim. Üçüncü bölüm ise bazý
yönetmen portrelerinden oluþuyor. Zaman zaman yazdýðým
yönetmenlerle ilgili yazýlar henüz az sayýda. Etkilendiðim ve sevdiðim
o kadar çok yönetmen var ki, bunlarla ilgili yazýlara devam edeceðim.
Burada yer alan yönetmen portreleri içinde biri var ki, beni çok etkiledi.
1940'lý yýllarda kýsa ve deneysel filmler çekmiþ olan bugün Baðýmsýz
Sinema'nýn öncüsü olarak kabul edilen feminist ve avant-garde bir
sinemacý: Maya Deren. Onu sinema ile ilgilenen herkesin tanýmasýný
istiyorum.
Günümüzün parçalanmýþ insanýnýn bir örneði olarak edebiyat,
sinema ve tiyatro arasýnda mekik dokuyan ve ne yardan ne de serden
geçebilen birisi olarak yazdým bu sinema yazýlarýný. Ýçerik olarak farklý
bir yanlarý varsa, benim bu bölünmüþlüðümden geliyordur diye
düþünüyorum. Çünkü sinema öyle bir sanat ki, kendi öncülü olan
sanatlara gönderme yapmadan edemiyor. Ya da ben içinde o
göndermeleri ve sinemanýn edebiyatla, tiyatroyla yaptýðý flörtün ýþýklý
halesini taþýyan filmler üzerine yazmayý yeðliyorum. Bulmaca
çözdüðüm çok eðlenceli bir yolculuk bu benim için. Edebiyat, tiyatro ve
sinemaya hikaye anlatmanýn farklý yollarý ve biçimleri olarak
baktýðýnýzda, aralarýndaki kesiþme noktalarýný bulmak ilginç bir oyun
olabiliyor.
Sonuçta bu e-kitabý "bitmemiþ bir kitap denemesi" olarak
niteliyorum. Sanal ortam bize bu olanaðý verdiði için mutluyum.
iiÖnsöz - Þükran Yücel
ÝÇÝNDEKÝLER
FÝLM OKUMALARI
Gözleri Alabildiðine Kapalý 2
Enigma'nýn Kod Adý Stoppard 7
Iris: Kaybolan Bellek 14
Mahremiyet/ Intimacy:
Ruhlarýn Soyunmadýðý Yerde Mahremiyet Olur mu? 20
Panik Odasý'nda Kadýnlar 24
Tutku/ Possession: Edebiyattan Beyaz Perdeye 31
Adaptation/ Tersyüz:
Kurmacanýn Gerçek Hayatla Sonsuz Oyunu 35
Þimdi Yaþama Saati mi? 39
Saatler Kimin Ýçin Çalýyor? 43
Piyanist Bir Ýnsanlýk Durumu
ya da Sanatýn Kutsanmasý 48
Geçmiþi Olmayan Adam 53
Sessiz Amerikalý / The Quiet American 55
Ozon�un Havuz Problemi 58
FESTÝVALLERDEN
Ýstanbul'a Bir Bakýþ/ Film Festivaline Bir Yolculuk 63
Gezici Festival:
Her Yeni Festival Ýçin Sana Teþekkür Ediyoruz 70
Uçan Süpürge/ Kadýn ve Ýdeoloji 76
Gezici Avrupa Profili 84
Sinema Tarih Buluþmasýnda Tarihe Tanýklýk Etmek 91
Uçan Süpürge 6. Kadýn Filmleri Festivali 97
PORTRELER
Istvan Szabo: Avrupa'nýn Vicdaný 100
Maya Deren: Bir Feminist Efsane 109
Efsaneleþmiþ Bir Yýldýz: Marlene Dietrich 118
Karel Reisz: Alçakgönüllü Bir Usta 123
1
Gözlerimiz Alabildiðine Kapalý
Gözlerimiz kapalý geliyoruz dünyaya, tümüyle kapalý. Ne zaman ve
nasýl görmeye baþlýyoruz? Ýlk gördüðümüz ne? Karanlýk mý, renklerin
gökkuþaðý mý, yoksa anlamýný çýkaramadýðýmýz bir yüz mü? Görmeyi
nasýl öðreniyoruz? Gerçekten öðreniyor muyuz? Neleri görüyoruz,
neleri görmüyor ya da görmezden geliyoruz? Hayatýmýzýn bir anýnda
birdenbire aslýnda en yakýnýmýzdakini bile tüm gerçekliðiyle
görmediðimizi, tanýmadýðýmýzý keþfedersek ne olur? Gözümüzü
kapatmakla kendi küçük dünyamýzý, dünyalara deðiþemediðimiz o
kutsal huzurumuzu koruyorsak da kendi gerçeðimizle asla
yüzleþmeden ne kadar yaþayabiliriz? Milyonlarca insan bin yýllardýr
bunu beceriyor. Gözlerini dünyaya açamadan mezarda kapatýyor.
Gözü açýklarýn dünyasýnda gözü kapalý çoðunluk, hiçbir zaman
anlamadýðý büyük bir oyunda gözleri baðlý yerine getiriyor rolünü.
Gözü Tamamen Kapalý/ Eyes Wide Shut, New Yorklu baþarýlý
doktor Bill Harford'la güzel eþi Alice'in görkemli dairelerinde
Þostakoviç'in 2 numaralý Caz Suiti'nin valsi eþliðinde açýlýr. Görünüþte
birbirini seven çok mutlu bir karý koca rolündeler. Ama biz biliriz ki, aþk
mülayim iklimlerde büyümez pek; o fýrtýnalarda, tipilerde yeþerir,
kuþkuyla tomurcuklanýr, güvenli ortamlara pek yaklaþmaz, bizim gibi
rahatýna düþkün deðildir, ruhun karanlýk yakasýný yeðler, bir anda
þimþek gibi çakarken, yýldýrým gibi yakar. Alice ve onun çýplak, güzel
vücuduna dönüp bakmayan Bill Harford, güzel kýzlarýný bakýcýya
býrakýp zengin iþadamý Victor Ziegler'in verdiði partiye katýlýrlar.
Katýlanlarýn hiçbirini tanýmadýklarý partide, Alice ona Ovidius'tan söz
eden bir Macar'la dans eder, Alice'in Ovidius'tan ezbere okuduðu iki
dize de filmin temasýyla yakýndan ilintilidir: Gözleri kör olup çok çok
kötü bir iklimde kalmaktan söz eder. Alice onu baþtan çýkartmaya
2
FÝLM OKUMALARI
çalýþan ve aldatmayý evliliðin
en büyük zevki olarak sunan
Macar'la üst üste
þ a m p a n y a l a r ý
yuvarlamasýnýn da etkisiyle
açýkça flört eder. Bunu
baþka bir erkeðin ilgisinden
hoþlandýðý için mi yoksa
kendisiyle pek ilgilenmeyen
kocasýný kýþkýrtmak için
sürdürdüðü sorusu aklýmýzý
karýþtýrýyorsa, gerçeðin býçak gibi keskin iki yüzünün film boyunca
gözümüze sokulduðunu bilmekte yarar var. Alice göz ucuyla kocasýný
iki model kýzýn arasýnda mutlu bir havada oynaþýrken gördüðünde
daha bir sýký sarýlýr kavalyesine. Gene de Alice Adem'le Havva'nýn
hikayesindeki þeytanýn rolünü üstlenmeye hazýrlanan baþtan çýkartýcý
Macar'ýn teklifini kesinlikle geri çevirir. Ýki model kýzla "gökkuþaðýnýn
sonuna" gitmeye hazýr görünen Bill Harford ise Ziegler'ýn adamýnýn
onu çaðýrmasýyla yukarýdaki banyoya çýkmak zorunda kalýr. Orada bir
koltuðun üstüne yýðýlmýþ olan çýplak kýz yüksek dozda eroinden
bilincini yitirmiþtir. Ziegler bu olayýn aralarýnda kalmasýný rica eder.
Ýnsani özünden sýyrýlmýþ, kimliksiz, nesneleþmiþ seksin filmde
karþýmýza çýkan ilk görüntüsüdür bu.
Partinin ertesinde Bill'le Alice'in kýskançlýk üzerine konuþmalarýna
tanýk oluruz. Bill, Alice'e tam anlamýyla güvendiði için onu
kýskanmadýðýný söyler. Alice bu güveni (!) kiþiliðine bir saygýsýzlýk
olarak niteler. Kadýnlarýn içlerinde de farklý arzu ve tutkularýn boy attýðý
karanlýk labirentlerin oluþabileceðini kanýtlamaya giriþir. Tek bir kez
gördüðü bir deniz subayýna karþý hissettiði arzuyu ve o anda her
þeyini, ailesini ve tüm geleceðini feda edebilecekmiþ gibi olduðunu
anlatýr. Karýsýnýn baþka bir erkeðe duyduðu arzuyla sarsýlan Bill o
andan baþlayarak karýsýný baþka bir erkekle seviþirken görür
hayalinde. Bu görüntü onu hiç rahat býrakmaz. Ýlk kez karýsýnýn ruhuna
egemen olmadýðýný anlayan bir erkeðin tedirginliðiyle sadece niyetle
sýnýrlý kalan ihaneti, kesin ihanetle cezalandýrma hevesine kapýlýr.
Tanýmadýðý bir kadýnla gireceði iliþkinin onu rahatlatacaðý beklentisi
3Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
içindedir. Tüm giriþimciliðine karþýn film boyunca hevesinin kursaðýnda
kalmasý da filmin ironik 'þaka'larýndan biri.
O sýrada bir hastasýna çaðrýlan Bill'in insan ruhunun tehlikeli
labirentlerini çaðrýþtýran karanlýk New York sokaklarýndaki gizemli ve
ürkütücü yolculuðu baþlar. Hastasýnýn ona aþýk olan kýzý, yolda
rastlayýp evine gittiði fahiþe ve daha önce partide rastladýðý Týp
Fakültesinden arkadaþý olan piyanisti ziyareti gözü intikam ateþiyle
dönmüþ kocayý tatmin edici bir sonuca ulaþtýramaz. Piyanistin sözünü
ettiði gizli ayine katýlmak için derin bir merak ve arzu duyar. Maskeli
erkek ve kadýnlarýn buluþtuðu tuhaf ve gotik bir ritüelin ardýndan
çýplaklýðýn ve seksin itici bir biçimde sergilendiði gizli ayin, filmin doruk
noktasýdýr. Bir oyuna katýlma arzusuyla bu malikaneye gelen ve
girerken sadakatin sembolü "Fidelio" parolasýný veren kahramanýmýz,
kendisinin bu oyundan dýþlandýðýný, burada istenmeyen bir yabancý
olarak tehlikede olduðunu öðrenir. O baþýndan beri, içinde yer aldýðý
büyük oyuna gözleri kapalý, oyunun kurallarýný bilmeyen birisidir.
Kafka'nýn Bay K'sýndan farký, baþlangýçta kendisini her þeye egemen,
doktor kimliðiyle her kapýyý açabilecek, mükemmel ve güçlü bir birey
gibi hissetmesidir. Bu kusursuz dünyasý, karýsýnýn hayali aþýðýyla
çatýrdamýþ, gizli ayinde o güne kadar güvendiði her þeyin bir anda yok
olabileceðini öðrenmiþtir. Anlamýndan soyutlanmýþ, yozlaþmýþ seksin,
gotik bir estetiðin içinde rahatsýz edici bir biçimde boy gösterdiði bu
sahne, farklý simgesel anlamlarýnýn yaný sýra iktidar sahiplerine ve tüm
insanlýða yöneltilmiþ alaycý ve keskin bir eleþtiri.
Yüzleri maskelerle örtülmüþ ve hiçbir konuda duygularý
olmayanlarýn egemen olduðu bir oyunun içindeyiz. Oyunun kurallarý
çok önceden belirlenmiþ. Bu oyunun ne kadarýný görmeyi göze
alabiliyoruz? Filmin sonunda Alice'in söylediði gibi hayatta kaldýðýmýza
þükrederek gözlerimizi kapatmalý mýyýz? Hangisi gerçek? Hayaller mi?
Kabuslar mý? "Ne bir gecenin gerçeði ne de tüm bir yaþamýn gerçeði,
gerçeðin tümünü açýklayamaz." der Alice filmin sonunda. "Ve hiçbir
rüya... sadece rüya deðildir." der Bill. Rüyalarýn insan gerçeðinin
önemli bir parçasý olduðunu, gerçeðin kendisi kadar önemli olduðunu
vurgulayarak. Hayal veya gerçek ne yaþamýþlarsa hepsini unutmak ve
geride býrakmak ister Alice. "Sonunda uyanmýþlardýr." Ama bu uyanýþ
ironik biçimde gözlerini tekrar kapatmakla eþ anlamlýdýr. Hayalden
4Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
arýtýlmýþ bir gerçek, gerçeðin ne kadarýný ifade ediyorsa, bilinçaltýnýn
gizlerine kapalý bir bilinç de o kadar uyanýk olabilir.
Stanley Kubrick, Freud'un arkadaþý olan Avusturyalý yazar Arthur
Schnitzler'in "Rüya Romaný" adlý kýsa romanýndan aldýðý konuyu
yýllarca üzerinde çalýþarak, ima, kinaye, ironi ve simgelerle bezeli
birkaç katmanda anlaþýlabilecek derinlikli bir filme dönüþtürmüþ.
Tekniði, görüntüleri, sinema dili, oyunculuðu, müziði ve ilginç
senaryosuyla gözlerimizi kapatamayacaðýmýz bir film var karþýmýzda.
Tüm bunlarýn ötesinde beni etkileyen bir özelliði de, ancak iyi bir
edebiyat eserinden alýnabilecek zevki vermesi. Adým adým, sahne
sahne çözümlenmesi gereken bir film. Sinemanýn yedinci sanat olarak
ortaya çýkýþýndan bu yana sanat anlamýnda etkileyiciliðini ve
büyüleyiciliðini kanýtlayan baþyapýtlardan birisi. Ancak yaratýcý
yönetmenlerin aþabildiði bir çizgi var sinemanýn baþyapýtlarý ile
sýradan filmleri ayýran. Bence bu çizgiyi sinemanýn tüm o teknik
gözboyama sanatýnýn inceliklerinin ötesinde çok daha insani bir öz
ayýrýyor. Kubrick'in filmini diðerlerinden ayýran da sinemasal
üstünlüðünün yaný sýra bu insani öz. Ýnsana dair bir anlamý öne
çýkartmasý. Kubrick, "Ýnsan kendi anlamýný iþleyerek ortaya
çýkartmalýdýr." diyor. Onun filmleriyle kendi hayatýnýn anlamýný ortaya
çýkarttýðýný ve insanlýða sunduðunu düþünürsek, Gözü Tamamen
Kapalý'nýn bir vasiyet filmi olduðunu dikkate almalýyýz. Kubrick gözlerini
hayata kapatmadan önce son mesajýný bu filmle verdi.
Ýnsana ve yaþama dair bilnçaltýnýn derinliklerine çýkýlan bu yolculuk
bize büyük usta Ingmar Bergman'ýn insan gerçeðini irdeleyen
filmlerindeki psikolojik yolculuklarý çaðrýþtýrdý. Schnitzler'in
'Traumnovelle' adlý eserini ne yazýk ki bulup okuyamadým. Ama
Freud'un etkisinin olduðunu biliyorum. Bill'in gece yolculuðu ise bana
Carl Jung'un 'gece denizi yolculuðu' diye adlandýrdýðý benliðin özüne
inen tek kaynak olan bireysel bilinçaltý ile kolektif bilinçdýþýlýða yapýlan
yolculuðu anýmsattý. Rüyalar ve halüsinasyonlar bu tür bir tinsel
yolculuðun araçlarýdýr. Yolculuk tehlikelidir ve herkes dayanamaz. Carl
Jung'un kolektif bilinç olarak adlandýrdýðý kültler, inançlar, itikatlar,
modalar, kulüpler, izmler ve popüler kültür insanýn bireyselliðini yok
eden þeylerdir. Kolektif bilinçdýþý ise ruhun keþfedilmemiþ alanlarýdýr
ve Jung sanatýn ve aþkýn kaynaðýný burada bulur. Bill'in yolculuðu
5Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
onun toplumda kabul edilebilir kimliðinin, bir baþka deyiþle maskesinin
ötesinde gerçek kimliðine ulaþmasýný saðlayamamýþtýr. Bill ve Alice'in
gerçek veya hayali yolculuklarý sonunda kolektif bilinçdýþýna
ulaþamadýklarýný görüyoruz. Çünkü onlar kolektif bilinçdýþýný
keþfedecek kadar gerçekle yüzleþmeyi göze alamamýþlar ve hayatta
kaldýklarýna þükrederek gözlerini kapatmayý yeðlemiþlerdir. Gözleri
faltaþý gibi açýk olan ise Kubrick'ti. Bu filmi bitirdikten dört gün sonra
hayata gözlerini yuman yönetmen, insanlýðý ince bir alayla eleþtirdiði
bu son filmini en güzel mirasý olarak býraktý. Bir hayatýn bundan daha
anlamlý bir sonu olabilir mi?
Edebiyatýn da sinemaya gözünü kapatmamasý gerektiðini
anýmsatmak gerekiyor. Hele gerçekte edebiyatýn olmasý gerektiði
kadar derin bir filmse söz konusu olan, gerçeðin yüzeysel görüntüsü
ile yetinen edebiyatçýlarýn "Gözü Tamamen Kapalý"dan alýnacak
derslere gözlerini kapatmamalarý kendi yararlarýnadýr. Þimdiye dek
hep sinema edebiyattan yararlandý, iyi ve kötü uyarlamalar yaptý.
Çoðunlukla çok sevdiðimiz romanlarýn film uyarlamalarýný yetersiz
bulduk, kitaptan aldýðýmýz zevki hissetmediðimizden yakýndýk. Ama
yaratýcý yönetmenler öylesine güçlü bir sinema dili oluþturdular ki,
edebiyatýn buna ilgisiz kalmasý mümkün deðil. Sinema edebiyattan
çok þey öðrendi; yalnýz edebiyatý deðil, tiyatroyu resmi, heykeli ve
müziði de çok iyi kullandý. Þimdi edebiyatýn da sinemadan öðreneceði
þeyler yok mu? Yoksa sinemayý okuma zevkini öldüren amansýz bir
rakip olarak mý göreceðiz? Bunun doðru olmadýðýný biliyorum çünkü
ben "Gözü Tamamen Kapalý" yý izlediðimden beri Schnitzler'in
romanýný arýyorum. Arthur Schnitzler'in 1926'da yazdýðý ve biraz da
unutulmaya yüz tutmuþ olan kitabý eminim þimdi dýþarýda her
zamankinden çok satýyordur.
E Dergi, Aralýk 199, Sayý 9
6Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Enigma'nýn Kod Adý: Stoppard
Ocak ayýnda vizyona girecek, yönetmenliðini Michael Apted'in
yaptýðý Enigma'nýn arkasýndaki asýl önemli isim, filmin senaristi Tom
Stoppard. Stoppard, oyunlarýný þifreli yazan bir tiyatro cini.
Günümüzün en iyi oyun yazarý Tom Stoppard, son yýllarda sinema
dünyasýnda senaryolarýyla da yeni rüzgarlar estiriyor. Ýlk kez 1966'da
Rosencrantz ve Guildenstern Öldüler (Rosencrantz and Guildenstern
Are Dead) adlý oyunuyla Ýngiliz tiyatrosunu sarsacak bir deðiþimi
baþlatan Stoppard, o günden bugüne yazdýðý tüm oyunlarla ilgi odaðý
olmayý baþardý. Anlaþýlmasý çok güç entelektüel þifrelerle dolu olduðu
halde merak unsurunu sonuna kadar canlý tutmayý baþaran eðlendirici
oyunlar yazan Stoppard için Enigma'nýn þifresini çözmek çocuk
oyuncaðý olmuþtur. Çünkü bir Stoppard oyununu çözebilmek için
Shakespeare, Oscar Wilde, Samuel Beckett, James Joyce ve
Pirandello gibi yazarlarýn yapýtlarýna aþina olmak yetmez; kuantum
fiziði, matematik, gotik bahçe tasarýmý ve termodinamiðin ikinci yasasý
gibi konularý da öðrenmek gerekebilir. Tüm bunlarý bir oyunun ayný
anda iki ayrý yüzyýlda geçen hikayesinin içine yerleþtirip kaos
kuramýnýn ortasýnda romantik bir aþk hikâyesi anlatabilmek,
Stoppard'a özgü bir beceri, ustalýk ve zekâ gerektirir. Ýnanýlmaz
uzunluktaki felsefi konuþmalarý tiyatronun içine sokarken bir polisiye
gerilimini yaþatmayý ve bol aksiyonlu bir sahne trafiðini
gerçekleþtirmeyi baþaran da Stoppard'dýr. O bir sözcük hokkabazýdýr,
anadili olmayan Ýngilizce'nin yurdunda usta bir cambaz gibi ip üstünde
gezinir ve sözcüklerin ve zekâ oyunlarýnýn balesini yapar. Onun
oyunlarý, bir bulmaca gibi çözülmeyi bekleyen mecaz, cinas, tezat ve
göndermelerle doludur ve þifreleri çözmenin dayanýlmaz zevkini verir.
Bu açýdan Michael Apted'ýn, Robert Harris'in çok satan romaný
Enigma için en uygun senaryo yazarýný seçtiðini düþünüyoruz; çünkü
her þey bir yana, çok bilinmeyenli denklemler, çözülmesi olanaksýz
7
görünen þifreler ve gizem, Stoppard'ýn konusudur. Filmin
eleþtirilerinden okuduðumuz kadarýyla sonuç baþarýlý gibi gözüküyor.
Michael Apted, "Stoppard'ýn senaryosu, iki öyküyü eþgüdümlü olarak
anlatmakta özgün romandan bile daha baþarýlý, öyle ki aþk öyküsünü
çözdüðünüzde enigma kodunun da anahtarýný buluyorsunuz." diyor.
Enigma'ya katkýsý olanlarýn içinde ilk film prodüksiyonunu
gerçekleþtiren Rolling Stones'un efsanevi solisti Mick Jagger'ý da
unutmamak gerekir. Enigma'da öne çýkan genç aktör Dougray Scott'un
bu filmden sonra yýldýzýnýn parlayacaðýna kesin gözüyle bakýlýyor. Kate
Winslet da tüm kritikler tarafýndan baþarýlý bulunuyor.
Enigma'nýn konusu Ýkinci Dünya Savaþý sýrasýnda Ýngilizlerin çok
gizli bir istihbarat merkezi olan Bletchley Park'ta geçiyor. Þifre
çözücüler çok ciddi bir sorunla karþýlaþmýþlardýr. Naziler, Ýngiliz
birliklerinin kendi aralarýnda ve müttefiklerle haberleþme için
kullandýklarý bir þifreyi deðiþtirmiþ, anlaþýlmaz hale sokmuþlardýr. Ayný
anda bir müttefik gemi konvoyu on bin yolcusuyla Atlantik'i
geçmektedir ve saldýrý tehlikesi altýndadýr. Yetkililer genç ve parlak bir
matematikçi ve þifre çözücü olan Tom Jericho'dan (Dougray Scott)
yardým isterler. Bu sýrada Tom'un sevdiði kadýn Claire (Saffron
Burrows) de esrarengiz bir biçimde kaybolur. Tom onu bulmak için
8Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Claire'in arkadaþý Hester'den (Kate
Winslet) yardým ister. Böylece casusluk ve
aþk serüvenlerinin zekice iç içe geçirilen
öyküleri romantik ve eðlendirici bir gerilim
filminin kanavasýný oluþturur. Emanuel
Levi, filmi övmek anlamýnda "Michael
Apted eski moda deðerlerle baþarýya
ulaþýyor." diye yazýyor, Enigma'nýn
Hollywood'un teknik yönden parlak ama
içi boþ filmlerine benzemediðini
vurguluyor. Bir filme eski moda demenin
bugünlerde bir övgü olarak kabul edilmesi
gerektiðini, çünkü Holywood'un geliþmiþ
teknik deðerleriyle bir hikayenin zekice ve
düþündürücü olarak anlatýmý arasýnda
büyük bir uçurum oluþtuðunu belirtiyor.
Senaryo Yazarý Stoppard
Enigma, Tom Stoppard'ýn ilk senaryosu deðil, umarýz sonuncusu da
olmayacak. Sinemaseverler, onun, Aþýk Shakespeare (Shakespeare
in Love) filmi için Mark Norman'la birlikte yazdýðý senaryoyla "En Ýyi
Senaryo" Oscar'ýný ve Altýn Küre'sini aldýðýný anýmsayacaklardýr.
Stoppard'ýn senaryo yazma serüveni, Aþýk Shakespeare'den de çok
önce 1975'de baþlar. Ýlk film senaryosu, Thomas Wiseman'le birlikte
onun romanýndan uyarlama yaptýðý "The Romantic Englishwoman"dýr
ve Joseph Losey tarafýndan filme çekilmiþtir. Daha sonra Nabakov'un
ayný adlý eserinden, Rainer Werner Fassbinder'in yönettiði Despair
(1978) filminin senaryosunu yazmýþ, Otto Preminger'in çektiði The
Human Factor'ý (1980) Graham Greene'in romanýndan uyarlamýþtýr.
Terry Gilliam ve Charles McKeown'la birlikte yazdýðý Brazil, kendi
türünün baþyapýtýdýr. Ballard'ýn romanýndan uyarladýðý, Spielberg'in
çektiði Güneþ Ýmparatorluðu (Empire of the Sun) da baþarýlý
senaryolarý arasýnda yer alýr. John Le Carre'ýn romanýndan uyarladýðý
Russian House, Doctorow'dan uyarlanan Billy Bathgate de onun
imzasýný taþýr. Bu ikisinin arasýnda Rosencrantz ve Guildenstern
Öldüler adlý oyunun senaryosunu yazmýþ ve filmi kendisi yönetmiþtir.
9Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Stoppard'ýn Shakepeare'i
Aþýk Shakespeare'e kadar oyunlarýnda Shakespeare'e ait yüzlerce
satýrý kullanan ve hemen her oyununda onun oyunlarýna göndermede
bulunan Stoppard'ýn Shakespeare'i de ona özgüydü. Filmden sonra
pek çok Ýngiliz edebiyatý öðretim görevlisinin ateþ püskürdüðünü
gördüm. "Bu bizim bildiðimiz Shakespeare deðil." diyorlardý. Sizin
bildiðiniz Shakespeare kimdir, kimlerdendir, in midir cin midir,
mabeyincinin oðlu mu yoksa gizemli bir soylu mudur? Bence
Rosencrantz ve Guildenstern Öldüler adlý oyunuyla baþlayarak
Shakespeare'i en iyi Stoppard anlamýþtýr. O da Shakespeare gibi
konularýný baþka yazarlardan almýþ ve onlarý müthiþ bir zekâyla
yeniden biçimlendirmiþtir. O bir parodi ustasýdýr. Rosencrantz ve
Guildenstern Öldüler'de Hamlet'i yeniden yazmýþ ve Hamlet'e de
zenginlik katan bir baþyapýt çýkarmýþtýr ortaya. Hem entelektüel hem
de eðlenceli bir tiyatro yaratmayý baþarmýþtýr. Rosencrantz ve
Guildenstern Öldüler, Hamlet'in iki önemsiz karakteri üzerine yazýlmýþ;
hayat, oyun, ölüm, yazgý, zaman, görecelik, rastlantý, absürd, trajedi
üzerine düþüncelerin harmanlandýðý, trajedinin içindeki güldürüyü,
hayatýn içindeki oyunu, oyunun içindeki hayatý öne çýkartan çok
düþündürücü ve ayný zamanda çok eðlendirici bir oyundur. Oyunla
gerçeðin arasýndaki sýnýr, hangisinin gerçek hangisinin oyun
olduðunun karýþtýrýlmasý, Stoppard'ýn her zaman gözde temasý
olacaktýr. Gerçekle oyun arasýndaki sýnýrý zorlarken teknik olarak da
dramatik kalýplarý kýrar Stoppard ve yeni bir sahne dili ve biçim yaratýr.
Tiyatroda zamanýn ve mekanýn sýnýrlarýný aþar.
Stoppard'ýn oyunuyla kazandýðý baþarý, belki de çaðýmýzýn
'kahramanlar çaðý' olmaktan çýkýp, kendi yazgýlarýný denetlemekten
aciz küçük adamlarýn çaðý olduðunu fark etmesinden kaynaklanýyordu.
Çaðýmýzýn kahramaný artýk romantik Hamlet deðil, adýnýn Rosencrantz
mý, Guildenstern mü olduðunu anýmsamayan zavallý biriydi ve
kaçýnýlmaz ölümüne gidiyordu. Rosencrantz ve Guildenstern, sonu
mutlaka ölümle biten baþka bir oyunun, Hamlet'in vazgeçilebilir
kiþileriydi ve Stoppard'ýn deyiþiyle "onlarý dramatik yapan þey, aþýrý
derecede kiþiliksiz oluþlarýydý."
10Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Diðer Oyunlarý
Rosencrantz ve Guildenstern Öldüler ile Ýngiltere'de ve Amerika'da
birçok ödül alan ve büyük baþarý kazanan Stoppard, baþarýsýný The
Real Inspector Hound, Travesties, Jumpers ve The Real Thing adlý
oyunlarýyla da sürdürdü. Travesties, Oscar Wilde'ýn Dürüst Olmanýn
Önemi (The Importance of Being Earnest) adlý oyununun üzerine
yazýlmýþ entelektüel bir farstý. Bolþevik devrimini hazýrlayan Lenin,
romanda devrim yapan James Joyce ve sanatý altüst eden
düþünceleriyle Dadaist Tristan Tzara Zürih'de bir kütüphanede
karþýlaþýr, sanat üzerine tartýþýrlar ve romantik bir komedi atmosferinde
dosyalarýn karýþmasýndan doðan yanlýþlýklar fars biçiminde
çözümlenir. Oyunda tarih deðiþtiren olaylarýn bir Ýngiliz konsolos
yardýmcýsýnýn pek de saðlam olmayan belleðinden aktarýlmasý,
Stoppard'a tarihi gerçeklerle oynama ve kolaylýkla zamandan zamana
atlama özgürlüðü vermiþtir.
Stoppard'ýn en ilginç oyunu Arcadia, 19. yüzyýlda Lord Byron'ýn
konuk kaldýðý bir þatoda evin kýzýnýn özel öðretmeninin karýþtýðý yasak
bir aþk iliþkisinin 20. yüzyýlda Lord Byron'ý araþtýran bir akademisyen
tarafýndan Byron'a mal edilmesinin ironik öyküsüdür. Oyunda kaos
teorisi ve termodinamiðin ikinci yasasý önemli bir yer tutar ve Stoppard
geçmiþi tam anlamýyla bilmenin olanaksýzlýðýný ortaya koyar. Arcadia
içindeki yüzlerce gönderme ile anlaþýlmasý güç bir entelektüel oyundur.
Bir eleþtirmen, oyunu ancak fizik, matematik, edebiyat ve bahçecilik
kursuna gittikten sonra anlayabildiðini yazmýþtý. Oyunun
Broadway'deki yönetmeni Trevor Nunn ve tüm kadrosu oyundan önce
beþ günlük bir seminerden geçmiþler ve Kaos teorisi üzerine uzman
bir bilim adamýndan ders almýþlardý.
Stoppard'ýn Arcadia'dan sonraki oyunu Hint Mürekkebi, bir Ýngiliz
kadýn þairle Hintli bir ressamýn iliþkisini ve yýllar sonra bu þair üzerine
inceleme yapan bir akademisyenin araþtýrmalarýný konu alýr. Oyun,
yine bir geçmiþe yolculuk öyküsü ve geçmiþin ulaþýlmazlýðý üzerinedir.
Son oyunu Invention of Love (Aþkýn Ýcadý) mitolojiden baþlayarak
aþkýn tarihçesine göndermelerde bulunan, Oscar Wilde'ýn yaþadýðý
çaðda Oxford edebiyat ortamýný anlatan ilginç bir oyundur. Oyunun
kahramaný henüz ölmüþtür, ölüm ülkesi Hades'te kendi anýlarýna
yolculuk yaparak kendisiyle hesaplaþýr.
11Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Fazla bilgi yüklü entelektüel oyunlarýn yazarý Stoppard aslýnda
düzenli bir eðitim almamýþtý. Ýngilizceyi en ustaca kullanan yazarlardan
biri olduðu halde Ýngiliz asýllý bile deðildi. Aslýnda çaðýmýzýn dünya dili
Ýngilizceyle ilgili en ilginç ironi, Ýngilizceyi en iyi biçimde kullanan çoðu
yazarýn Ýngiliz asýllý olmamasýdýr. Bunlar arasýnda Joseph Conrad,
Salman Rushdie ve daha birçoklarý sayýlabilir. Stoppard'ýn oyunlarýný
sahneleyen bir yönetmen bu gerçeði þöyle ifade ediyor: "Ýngilizceyi bu
kadar büyüleyici bir parlaklýkla yazmak için yabancý olmak gerekir."
Stoppard'ýn Hayatý
Tom Stoppard, 3 Temmuz 1937'de Thomas Straussler adýyla
Çekoslovakya'da doðdu. Babasý bir þirket doktoruydu. 1939'da
ailesiyle Nazi iþgalinden kaçarak Singapur'a gitti. Japonlar 1942'de
Singapur'u iþgal ettiðinde, annesi Tom'la kardeþini alarak Hindistan'a
kaçtý. Singapur'da kalan Stoppard'ýn babasý öldürüldü. Annesi 1946'da
Hindistan'da görevli Ýngiliz subayý Kenneth Stoppard ile evlendi. Tom,
Hindistan'da yatýlý bir Amerikan okulunda okudu. Sonunda aile
Ýngiltere'de Bristol'e yerleþtiðinde Stoppard liseyi burada bitirdi.
Baþarýlý bir öðrenci deðildi, eðitimine devam etmedi ve yerel bir
gazetede muhabirliðe baþladý. 1958'de tiyatro eleþtirmenliðine
baþladý.. 1960'da yazdýðý ilk oyun, A Walk On the Water, televizyonda
gösterildi. Birçok radyo oyunu ve dergilerde yayýmlanan kýsa öyküler
yazdý. 1964 yýlýnda Ford Vakfý bursuyla Berlin'e, bir yazarlýk kursuna
gitti. Burada Rosencrantz ve Guildenstern adlý tek perdelik bir güldürü
yazdý. Bu kýsa oyunun sonradan yeniden yazacaðý baþyapýtýyla pek az
benzerliði vardý.
Stoppard 1965'de evlendiði ilk eþinden 1972'de ayrýlarak Miriam
Moore Robinson'la evlendi. Stoppard'ýn bu ikinci evliliði, oyunu The
Real Thing (Gerçek Þey)'de anlattýðý 'aldatma' öyküsüne benzer bir
biçimde yaþandý ve sona erdi. Ýþin ilginç yaný, Stoppard, Gerçek Þey'i
eþi Miriam'a ithaf etmiþti ve oyunun (ve birçok oyununun) baþ aktristi
Felicity Kendal ile uzatmalý iliþkisi vardý. Gerçek Þey, gerçek hayatta
da tekrarlanmýþtý hem de oyundakinden daha açýk bir biçimde. Oysa
oyunda, oyunun içindeki oyunun mu, yoksa hayatýn mý gerçek olduðu
sorusu seyirciyi her zaman þaþýrtmayý sürdürecek. Tüm Stoppard
oyunlarýnda olduðu gibi.
12Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Çaðdaþ tiyatronun entelektüel yazarý Tom Stoppard'ýn konu
sýkýntýsý çeken sinema dünyasýnda zekice yazýlmýþ senaryolarýyla
farklý bir yeri olacaðýna inanýyorum. Ama bir kitle sanatý olan sinemada
kimse Stoppard'dan tiyatro oyunlarýnda havai fiþekleri gibi bir anda
parlayýp beynimizde ýþýk çaktýran zekâ ve sözcük oyunlarýný
beklemesin. Yine de tüm ayrýntýlarý incelikle düþünmekten hoþlanan ve
gerilimi düþünerek çözmeyi seven, sürprizlerden hoþlanan düzeyli
seyirci, Stoppard senaryolarýndan çekilen filmlerden entelektüel bir
zevk de alacaktýr. Düþünmekten pek hoþlanmayan seyirci de saðlam
anlatýlmýþ ilginç bir hikâyenin ve çözülen gerilimin keyfini çýkaracaktýr
kuþkusuz.
Türkçede Stoppard:
Tom Stoppard Toplu Oyunlarý 1: Rosencrantz ve Guildenstern
Öldüler, Travestiler, Gerçek Þey, Dost Kitabevi Yayýnlarý, 2000
Tom Stoppard Toplu Oyunlarý 2: Aþkýn Ýcadý, Akrobatlar, Hapgood,
Merdivenden Ýnen Sanatçý, Kasti Faul, 2000
13Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Iris: Kaybolan Bellek
Spot: Iris, yüzyýlýn en parlak beyinlerinden biri olan yazar Iris
Murdoch'ýn Alzheimer hastalýðý sonucu karanlýða yol alan hayatýný
beyazperdeye yansýtýyor.
Richard Eyre'in filmi Iris, Akýl Oyunlarý'yla gündeme gelen ve hala
tartýþýlan beynin sýrlarýný bir baþka açýdan mercek altýna alýyor. Ýster
Nash'in þizofrenik beyninin dehasý olsun isterse yüzyýlýn en parlak
zekalarýndan romancý Iris Murdoch'un yaþamýnýn son yýllarýnda
Alzheimer hastalýðýnýn pençesine düþerek beyninin tümüyle
boþalmasý olsun bugünlerde gündemde olan pek çok film, insan
aklýnýn bize oynadýðý oyunlarý anlatýyor. Nash'in öyküsü þizofreniye
karþý zaferle biterken, Iris'in hikayesi trajik bir biçimde sona eriyor.
Eskiden "bunama" olarak nitelenen unutmanýn bugün bazý
durumlarda Alzheimer olduðunu öðrendik ve hýzla ilerleyen hastalýðýn,
insanýn tüm belleðini, bildiði her þeyi kýsa sürede alýp götürdüðünü
biliyoruz. Iris'in hikayesinde asýl trajik olan, Murdoch'un çok sayýda iyi
romanýn, pekçok araþtýrmanýn, tiyatro oyununun ve makalenin yazarý
ve bir felsefeci olmasý. Gerçek bir entelektüel, hayranlýk verici, derin ve
güzel bir akýl 1994'de baþlayan Alzheimer hastalýðýyla hýzla tüm
gücünü yitiriyor ve boþluðun içine düþüyor. Filmde Iris bu düþüþü,
"Karanlýða doðru yelken açmýþ gibi hissediyorum" diye ifade edecektir
baþlangýçta, sonrasýnda ise karanlýkta olduðunu bile algýlayamayan
küçük bir çocuðun çaresizliði. Hayatýn içindeki ölüm...
Richard Eyre'nin filmi, Iris'in trajedisiyle olduðu kadar oyuncularýnýn
baþarýlý performansýyla da ilgi çekti. Iris'in yaþlýlýðýný oynayan Judi
Dench, gençliðini oynayan Kate Winslet, eþi John Bailey'in yaþlýlýðýný
oynayan Jim Broadbent ve gençliðini oynayan Hugh Bonneville'in
olaðanüstü bir oyunculuk gösterisi sunduklarýna dikkat çekildi. Bu yýlýn
hemen bütün ödüllerinde aday oldular ve birçok önemli ödülü de
kazandýlar. Judi Dench, Oscar, Altýn Küre ve birçok ödülde en iyi kadýn
14
oyuncu ödülüne aday gösterildi ve BAFTA'da bu ödülü kazandý. Jim
Broadbent en iyi yardýmcý erkek oyuncu dalýnda Oscar'ý ve Altýn
Küre'yi aldý. Hugh Bonneville Berlin Film Festivali'nde kazandýðý "yeni
yetenek ödülü"yle umut veren bir aktör olduðunu kanýtladý. Kate
Winslet ise bugüne kadarki en iyi performansý olarak nitelenen
oyunculuðu için en iyi yardýmcý kadýn oyuncu dalýnda birçok yerde
aday gösterildi ve Evening Standard British Film Award'da en iyi kadýn
oyuncu (Quills ve Enigma'daki baþarýlarý için de) seçildi. Bu
adaylýklarýn ve ödüllerin de ötesinde eleþtirmenlerin dikkat çektiði bir
konu, ayný karakterin gençliðini ve yaþlýlýðýný oynayan oyuncular
arasýnda görülen olaðanüstü benzerlik ve uyum. Hikayenin
bütünlüðünü ve inandýrýcýlýðýný saðlayan oyuncularýn birbirini
tamamlayan eþsiz performanslarý özellikle vurgulanýyor birçok
yorumda. Anlaþýlan müthiþ bir dörtlüden izleyeceðimiz, olaðanüstü bir
oyunculuk þöleni.
Iris üzerine eleþtirilere baktýðýmýzda filmi çok sevenler olduðu gibi
eleþtirel yaklaþanlarýn da olduðunu gördük. Þu bir gerçek ki, filmi
sevenler de, eleþtirel yaklaþanlar da filmden fazlasýyla etkilenmiþler.
Roger Ebert, Iris Murdoch'un bu hale düþtüðünü görmeye
dayanamadýðý için filme ýsýnamadýðýný yazýyor. "Ben bu Iris'i kabul
15Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
edemiyorum. Benim kafamdaki Iris o denli canlý, o denli hayat dolu ve
o denli büyüleyici ki." diyor. Ebert, Iris Murdoch'un anýsýna bir film
çekilecekse bunun onun eserlerinden kaynaklanmasý gerektiðini
savunuyor. Sinemaya uyarlanmaya bu denli yatkýn olan Iris
Murdoch'un romanlarýndan bugüne kadar sadece birinin (A Severed
Heat, dikkat çekmeyen bir uyarlama) filme çekilmiþ olmasýný hem
þaþýrtýcý buluyor hem de bir talihsizlik olarak niteliyor. Ebert, filme kendi
özel nedenleri dýþýnda bakanlarýn filmi beðendiklerini ve filmin
hikayesinin çok iyi yazýlmýþ ve çok iyi oynanmýþ olduðunu ekliyor. Ünlü
romancý Martin Amis film için The Guardian'da yazdýðý yazýsýnda, filmi
þematik ve kuru bulduðunu yazmýþ. Eyre'nin çok dakik ve geometrik
bir biçimde filmi yönettiðini, gençlik ve yaþlýlýk yýllarý arasýnda
geometrik bir simetri tutturduðunu söylüyor. Film hakkýndaki en önemli
eleþtiri, Iris Murdoch'un gençlik ve yaþlýlýk yýllarýný baþarýyla anlattýðý
ama yaþamýnýn asýl görkeminin ortaya çýktýðý noktasýný yani onun
yazarlýðýný ve eserlerini vermediði konusunda odaklanýyor. Elliye yakýn
yapýtý olan bir yazarýn edebiyat ve felsefeyle iç içe geçen hayatýný
gençlik aþklarý ve yaþlýlýðýndaki hastalýða indirgeyemezsiniz elbette.
Iris Murdoch'un yazarlýk dünyasý tam olarak yansýtýlmadýðýnda, felsefi
düþünce ve yaratýcýlýkla donanmýþ bir beynin bir anda böyle boþ ve
16Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
aciz hale gelmesindeki ironi de tam olarak iþlenmemiþ, Iris Murdoch'un
zirveden sýfýr noktasýna iniþi de tam anlamýyla verilmemiþ olur.
Iris Murdoch�ýn Yazarlýk Hayatý
Eleþtiri ve yorumlardan anladýðýmýz kadarýyla Iris Murdoch'un
yazarlýk yaþamýna yeterince eðilmeyen filmde (bir baþka açýdan
bakarsak, filmden bu kadar çok þeyi beklemek doðru mu acaba?) boþ
býrakýlan yerlere biraz deðinmek için Iris Murdoch'un yaþam
hikayesine göz atalým biraz. Iris 1919 yýlýnda Dublin'de doðdu. Annesi
opera þarkýcýsý olarak eðitilmiþti. Babasý ise bir Ýngiliz kamu
görevlisiydi. Iris küçükken Londra'ya taþýndýlar. Iris Murdoch,
Oxford'da Ýlkçað Tarihi ve Felsefe okudu. Ýkinci Dünya Savaþý
sýrasýnda Komünist Parti'nin aktif bir üyesi oldu ama daha sonra hayal
kýrýklýðýna uðrayarak istifa etti. Birleþmiþ Milletler'in bir kuruluþunda
dört yýl çalýþan Murdoch, görevi nedeniyle Belçika ve Avusturya'da
kaldý. Ýngiltere'ye dönen Murdoch bir yýl iþsiz kaldýktan sonra Oxford'da
lisans üstü eðitimine baþladý ve ünlü filozof Ludwig Wittgenstein'ýn
öðrencisi oldu. Daha sonra Oxford'da ders vermeye baþlayan
Murdoch 1963'e kadar bu görevine devam etti. Bu yýldan sonra kendini
tümüyle romanlarýna verdi.
Murdoch'un yayýmlanan ilk eseri felsefi bir incelemeydi. "Sartre,
Romantic Rationalist" (1953). Bu kitabýn 1970'de Türkçe'ye çevrildiðini
ve De yayýnlarý tarafýndan, "Sartre, Yazarlýðý ve Felsefesi" adýyla
yayýmlandýðýný anýmsýyorum. Bu kitabýn hemen ardýndan gelen "Under
The Net"(1954), ilk romaný olmasýna karþýn çok ustaca kurulmuþ bir
roman olarak dikkat çekti. Bu roman "Að" adýyla Ayrýntý yayýnlarý
tarafýndan yayýmlanmýþtýr. "The Bell" (1958), "The Sandcastle" (1957,
Kumdan Kale, Ekin yayýnlarý, 1994), "The Time of Angels" (1965-
Meleklerin Zamaný-Ayrýntý y.), "Italian Girl" (64), "Bruno's Dream"
(Rüya Sakinleri-Ayrýntý y.), "The Black Prince" (Kara Prens- Ayrýntý y.),
"Jackson's Dilemna" (Ýkilem- Ýnkýlap y.) baþlýca romanlarý arasýnda
sayýlabilir. "The Sea, The Sea" adlý romanýyla Booker Ödülü'nü
kazanan Murdoch'a 1987'de Kraliçe tarafýndan 'Dame' unvaný
verilmiþtir. Bu arada onu beyazperdede canlandýran Judi Dench'in de
'Dame' olduðunu anýmsatalým. Romanlarýnda esas olarak kiþilerin
hayatlarýna bir anlam arayýþlarýný konu alan Murdoch, inanç, iyilik,
17Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
ahlak, gibi konularý tartýþan konuþmalara bolca yer vermiþ ve felsefi
temalarý sýkça iþlemiþtir. Murdoch'un romanlarýnda da görülen deniz
ve su sevgisi, yüzmeye olan sýnýrsýz düþkünlüðünü doðurmuþ ve özel
yaþamýnda da eþi Bailey ile paylaþtýðý en büyük tutkusu olmuþtur.
Aþk hayatýnda çok özgür olan Iris Murdoch erkeklerle olduðu gibi
kadýnlarla iliþkilerini de gizlemedi. Ýlk önemli aþký bir Çek þairi olan
Franz Steiner'di. Elias Canetti'nin yakýn dostu olan Steiner'in bir kalp
krizi sonucu Iris'in kollarýnda öldüðüne Canetti tanýklýk etmiþti.
Steiner'in ölümünden sonra Canetti ile bir iliþki yaþayan Iris, 1956'da
John Bailey ile evlendi. Bailey, karýsýnýn baþka insanlarla yaþadýðý
iliþkilere göz yumdu. Bailey kitabýnda kendisini, "bilinmeyen ve gizemli
bir dünyaya yolculuða çýkan ama her seferinde geri dönen güzel bir
kadýna aþýk olan erkek" diye tanýmlýyor. Ama ayný kadýn "karanlýða
yaptýðý son ve acýlý yolculuðunda" bir daha geri dönmüyor. Iris filminin
senaryosu, Bailey'in Iris, "A Memoir and Elegy For Iris" ve "Iris and Her
Friends" adlý kitaplarýna dayanarak Charles Wood ve Richard Eyre
tarafýndan yazýldý.
Iris'in hayatý, oldukça uçuk, alabildiðine özgür, kadýnlarý ve erkekleri
müthiþ bir çekim gücüyle cezbettiði gençlik yýllarý, eþi John Bailey ile
tanýþmasý, aralarýnda Iris'in hep önde ve egemen olduðu aþk iliþkisi ve
yaþlýlýk yýllarýnda Alzheimer hastalýðýyla baþlayan düþüþü, kocasýyla
iliþkisinin tersine dönmesi ekseninde anlatýlýyor. Her zaman karýsýna
hayran olan, onun üstünlüðünü gönüllü olarak kabul etmiþ olan Bailey,
Iris'in hastalýðý sürecinde evliliklerinde ilk kez dizginleri ele geçirmek ve
ona küçük bir çocuk gibi bakmak durumunda kalýyor. Bu dönemi John
Bailey, "Bir cesede zincirlenmek gibiydi," diye anlatýyor ve Bailey bir
yaþam boyu sevdiði ve aklýný yücelttiði kadýnýn uzun ve sancýlý yok
oluþunu da izlemek zorunda kalýyor. Bu Iris'in olduðu kadar Bailey'in
de trajedisi oluyor. Iris'in kocasý olmanýn ötesinde Oxford'da bir Ýngiliz
edebiyatý profesörü ve parlak bir edebiyat eleþtirmeni olan Bailey,
aslýnda dünya tarihinde çoðunlukla kadýnlara mal edilen bir rolü,
karýsýnýn zekasý ve eserlerinin yanýnda gölgede kalmayý seçen, üstelik
karýsýnýn baþka iliþkilerini de sineye çekerek ona yarým yüzyýl süren bir
aþkla baðlý kalan özverili kocayý sonuna kadar yerine getirerek bir
kahraman olmayý hak ediyor. Filmin kritiklerinde dikkatimizi çeken bir
nokta da, Bailey'i canlandýran Jim Broadbent'in performansýnýn göz
18Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
kamaþtýrýcý olduðu þeklinde. Belki de bu filmin asýl kahramaný, bu
anlamda John Bailey'dir.
Ýster Iris'in açýsýndan alalým, isterse Bailey'in, bu filmin öyküsü Iris
Murdoch'un yaþarken burun kývýracaðý kadar trajik. O hemen tüm
romanlarýnda kendisi ve Bailey gibi entelektüellerin arayýþ sorunlarýna
deðinmiþ, aydýn kafasýnýn karmaþýklýðýný ve ikilemlerini yansýtmýþtý
ama sanýrýz içine düþeceði boþluðu hiçbir aydýn kahramanýnýn sonu
olarak kurgulamamýþtý. Çünkü tüm ayrýksýlýðýna, baþkaldýran asi
kimliðine karþýn Iris Murdoch iyiliðe inanan bir ütopyacýydý. "Ýyiliðin
Egemenliði" baþlýklý denemesinde, düþüncelerini yazdýktan sonra, "Bu
noktada biri, bütün bunlar iyi hoþ da, hiçbiri gerçek deðil, diyebilir. Belki
de hepsi boþunadýr, her þey boþluktan ibarettir ve insanlarý
umutsuzluktan kurtaracak hiçbir geçerli entelektüel yol yoktur."
demesine karþýn onu umutsuzluktan kurtaran bir inancý vardý:
Ýnsanlýðýn kurtuluþunun sanat ve edebiyatla mümkün olabileceðine
inanýyordu. Onun için hayatýn anlamý, sanattý, edebiyattý ve her þeyden
önce sözcüklerdi. Sözcüklere tapan ve düþüncelerin gerçekliðine
inanan Iris'in, yaþamýnýn sonunda sözcüklerini ve düþüncelerini
yitirmesi kadar dokunaklý bir son düþünemiyorum. Yine de o
romanlarýnda, yazýlarýnda sözcükleriyle ve düþünceleriyle varolmayý
sürdürecek. Bir de Judi Dench'in canlandýrdýðý Iris'le onu romanlarýyla
tanýmayan milyonlarýn belleðinde de "sözcüklerini kaybeden kadýn"
olarak iz býrakacak. Alzheimer hastalýðýnýn tanýnmasýnda, daha sýk
gündeme gelmesinde ve tedavi yollarýnýn aranmasýnda etkili olduðunu
da düþünürsek, belki bundan sonra bu hastalýðý durdurmak için
bulunacak ilk ilaca Iris adýný verirler. (En azýndan ben bunu
öneriyorum.) Bundan sonra onunki gibi parlak beyinler unutmaya
mahkum olmasýnlar diye. Iris'in aklýnýn düþtüðü durum akýlcýlar ve
modernistler açýsýndan talihsiz bir þaka olsa da, yine insan aklýnýn
bulacaðý bir ilaç, aklýn nelere kadir olduðuna inananlarý bir nebze de
olsa rahatlatabilir.
19Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Mahremiyet: Ruhlarýn Soyunmadýðý Yerde �Mahremiyet� Olur mu?
Patrice Chéreau, Mahremiyet'te kadýn-erkek iliþkisini mercek altýna
alýyor. Yakýn bir zamanda eþini ve çocuklarýný aile hayatýnýn insaný
sarýp sarmalayan mahremiyetinden boðularak, birdenbire terk eden
Jay bir barda baþ barmen olarak çalýþmaktadýr. Kendisini kýstýrýlmýþ
hissettiði yaþamýnda bir çýkýþ yolu bulamamýþ, müzikte umut ettiði
atýlýmý gerçekleþtirememiþ ve bezginlik hissettiði hayattan daha
anlamlý bir hayata geçiþi saðlayamamýþ, kendini hayatýn düzensiz
akýþýna býrakmýþtýr, milyonlarca benzeri gibi. Sebebini tam olarak
bilmeden býrakýp gittiði ailesi zaman zaman bir özlem duymadan
gözlerinin önünde canlanýr. Jay'i çocuklarýný yýkarken, karýsýyla
konuþurken görürüz. Karýsý, "Çocuklarý seviyor musun?" diye sorar.
Jay belki de bu sorunun yanýtýný bilmediði için býrakýp gitmiþtir.
Ailesiyle birlikte oturduðu ev þimdi yaþadýðý daðýnýk ve pis izbeden çok
daha aydýnlýk ve düzenlidir. Ama onun tam olarak ne istediðini
bilmediði derbeder ruhu güzel bir eþle güzel çocuklarýn yaþadýðý güzel
evde rahat edememiþ ve kurtuluþu kaçmakta bulmuþtur. Jay'in
hayatýnda her Çarþamba günü onu ziyaret eden adýný bile bilmediði
esrarengiz bir kadýn vardýr. Ýkilinin nasýl tanýþtýklarýný bilmeyiz. Büyük
bir olasýlýkla Claire'in daha sonra tiyatro kursunda Betty ve genç
çocuða tekrarlatýp bir türlü tatmin olmadýðý doðaçlama sahne onlarýn
tanýþma anýdýr.
Claire ve Jay'in her Çarþamba adeta bir ritüel gibi tekrarlanan
seviþmeleri bir 'mahremiyet'i içeriyor mu? Gerçek bir tutku mu onlarý
birleþtiren yoksa hayata karþý doyumsuzluklarý mý? Bu oldukça uzun
süren seviþme sahnelerinde istemeden röntgenci durumuna düþen
seyirciye zevkten çok rahatsýzlýk veren ve rahatsýz etmeyi amaçlamýþ
bu 'mahrem' görüntüler aslýnda bir makineleþmeyi, içi boþaltýlmýþlýðý,
ruhundan ayrýlmýþ vücudun 'boþa' giden birleþme arzusunu, tam
20
anlamýyla tükenmiþliði ifade ediyor. Aþksýz birleþmelerin kuruluðu var
bu sözsüz sahnelerde. Ýzleyici onlarýn yabancýlaþmasýný hissediyor ve
kendisi de yabancýlaþýyor, özdeþleþmeden izliyor filmin
kahramanlarýný. Ama ne zamanki kadýnýn arkasýndan bakan Jay'in
bakýþýnda ve kadýnýn sokaða çýkarkenki bakýþýnda bir duygu görmeye
baþlýyoruz, karakterlere kendimizi daha yakýn hissetmeye baþlýyoruz.
Artýk bu bizim de iletiþimsizliðimiz ve yabancýlaþmamýz. Jay kadýný
izlemeye baþladýðýnda biz de umut etmeye baþlýyoruz, olanaksýzlýðýný
bile bile. Jay'in onu takip ettiðini anladýðý anda kadýnýn yüzünde beliren
sevinci ve umudu görüyoruz ama kadýn Jay'i takip ettikçe bu duygu
giderek yerini umutsuzluða býrakýyor.
Jay'in takibi onu bir kenar mahalle tiyatrosuna götürür. Bu tiyatro bir
bilardo salonuyla iç içe ve tuvaletlerin yanýndaki küçük salonda icra
edilmektedir. Sahnedeki oyun Tennessee Williams'ýn The Glass
Menagerie (Sýrça Kümes) adlý oyunudur. Kadýn bu oyunda Laura
rolünü oynar. Ayaðý topal olduðu için kendini hayattan ve insanlardan
kopararak kendi içine kapanan, annesi tarafýndan sürekli bir koca
bulmasý için zorlanan Laura'nýn baðlandýðý tek þey, cam biblolardan
oluþan sýrça koleksiyonudur. Bu koleksiyonun onun için en deðerli
parçasý kendini özdeþleþtirdiði tek boynuzlu yunikorndur. Eve gelen
aðabeyinin konuðu ve ayný zamanda Laura'nýn okuldayken duygusal
bir yakýnlýk hissettiði Jim, yunikornun tek boynuzunun kýrýlmasýna
sebep olur. Yunicornla birlikte Laura'nýn hayalleri de kýrýlýr. Laura'nýn
21Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
gözle görülen sakatlýðý Çarþamba kadýnýnýn ruhundadýr. The Glass
Menagerie, cam biblolar gibi kolaylýkla incinebilen ruhlarýmýzýn
hikayesini anlatýr. Jay'in buluþtuðu kadýn da Laura gibi hayattan
kaçmaya çalýþýrken oyun dünyasý olan tiyatroya ve onu hiç tanýmayan
Jay'le kaçamaklarýna sýðýnmaktadýr. Jay'le haftada bir buluþmalarý da
Jay'in onun gerçek hayatýna girmesiyle bitmek zorunda olan bir tür
oyundur. Jay, tiyatroda yanýnda oturan kadýnýn kocasýyla tanýþmasý ve
adamýn onunla ahbaplýk kurmasý sonucu kadýnýn adýnýn Claire
olduðunu ve onun hakkýnda baþka ayrýntýlarý öðrenir. Claire bu
tiyatroda oynamanýn dýþýnda bir tiyatro kursunda amatörlere
oyunculuk dersleri vermektedir. Kurs sýrasýnda baþarýsýz bulduðu
öðrencisi Betty (ah Marianne Faithful ah) ile konuþmalarýnda
kýrýlmamak için çevresine karþý kýrýcý olabildiðini görürüz. [Motosikletli
Kýz (1968) Marianne Faithful'u tanýnmayacak kadar deðiþmiþ
bulmaktan hüzün duyduðumu söylemeliyim.]
Çevresine kalýn zýrhlar örmüþ kahramanlarýmýzýn Aþil'in topuðu
misali hala kýrýlabilir noktalarý, ruhlarýna temas etmenin mümkün
olduðu açýk kapýlarý olduðunu anlýyoruz. Kýrýlmaktan korktuklarý için
ruhlarýn iþe karýþmadýðý, hiç konuþmadýklarý bir iliþkiyi yeðliyorlar.
Konuþtukça ruhsal bir yakýnlaþma, gerçek bir mahremiyet
oluþmasýndan ve ruhlarýnýn yara almasýndan korkuyorlar. Ama tensel
yakýnlaþmayla yetinmeyen erkek, kadýný takip ettikçe onun hikayesini
merak ediyor. Kadýnýn kocasýyla tanýþýyor, oðluyla ahbaplýk ediyor.
Kocayla konuþurken kadýnýn hikayesini onun aðzýndan almaya
çalýþýyor. Kocanýn aldatýlma hikayesini kendi biten evliliðinin
hikayesiymiþ gibi ona anlatýrken ne kadar tehlikeli sularda yüzdüðünün
farkýndadýr ama sonuna kadar gitmeye kararlýdýr. Amacý kadýnla
kocasý arasýndaki iliþkinin niteliðini çözmekten çok kocayý 'Çarþamba
seanslarý'ndan haberdar etmek gibi görünür. Klasik bir aþk üçlüsü
deðildir izlediðimiz, hikayeleri birbiriyle çarpýþmasaydý hiç karþý karþýya
gelmeyecek olan bireylerin umutsuz ve tek baþýna çýðlýklarý, günümüz
insanýnýn kendi egosuna yenilmiþliðinin de ifadesidir. Ego, egoya
çarptýðýnda aþk umudu zaten doðmadan yok oluyor. Koca aradan
çekilse bile birleþme umudu olmayan bir aþk hikayesi umutsuzlukla
baþlayýp umutsuzlukla bitiyor.
22Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Her þey açýða çýktýktan sonra Jay kadýna birlikte yaþamayý teklif
eder ama kadýn bunu kabul etmez ve çekip gider. Bir Çarþamba günü
buraya neden geldiðini bilmediðimiz gibi neden gittiðini de bilmeyiz.
Belki de birbirlerini tanýyarak bir birlikteliðin olanaksýzlýðýný bildiði için,
belki de çocuðu için ama en çok da aþkýn artýk orada oturmadýðýný
düþündüðü için... Aþk þimdilik oraya sýzmýþ bile olsa orada kalmasýný
beklemediði için... Mahremiyet, günümüzde hala birbirini arayan
bedenlerin ve ruhlarýn kaosunu anlatýrken aþkýn en iç burkucu
çýkmazýný bize hissettiriyor.
23Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Panik Odasýndaki Kadýnlar
Panik Odasý, þu ana kadar gördüðümüz David Fincher filmleri
arasýnda en sadesi olarak görünse de görünüþe aldýrmayýn. Fincher'a
özgü alt anlamlar, oyunlar ve göndermeler bu filmde de var. Filmin
baþýnda emlakçýnýn kocasýndan yeni boþanmýþ Meg Altman'la (Jodie
Foster) kýzýna evi gezdirdiði sahnede filmin hikayesinin bu evin
hikayesi olduðunu anlarýz. Evin bir geçmiþi vardýr ve bu geçmiþe iliþkin
bir kötülük kahramanlarýmýzý beklemektedir. Columbia Üniversitesi'nde
ders vermek üzere New York'a döndüðünü söyleyen Meg evi Edgar
Allen Poe'nun hikayelerindeki meþum ve korkulu evlere benzettiðinde
arkadaþý Poe'nun hikayelerini okumadýðýný ama son albümünü
sevdiðini söyler. Kelime oyunuyla yapýlan bu espriyle Poe'nun
hikayeleriyle filme giren uðursuz kehanet bir biçimde kýrýlmaya çalýþýlýr.
Evde daha önce bir milyarder kalmýþtýr ve akrabalarý miras kavgasý
içindedir. Emlakçý, Panik Odasý'ný evin güvenlik noktasý olarak gösterir.
Dýþarýdan tümüyle izole edilmiþ büyük bir çelik kutu, adeta dev bir
kasadýr burasý. Eve yabancý birileri girdiðinde buraya saklanmak üzere
yaptýrmýþtýr evin eski sahibi. Odanýn içindeki ekranlarda evin tüm
odalarý izlenebilmektedir.
Panik Odasý, dýþarýdan gelecek kötülüklere karþý kendimizi
hapsettiðimiz daracýk, klostrofobik mekanlarda sadece izleyerek
yaþamamýza dair bir eleþtiriyi üstü kapalý da olsa yapýyor. Evin en
güvenli yeri olarak hazýrlanan yerin adýnýn 'panik odasý' olmasý ve
daha fazla güvenlik istemenin en güvensiz durumlarý getirdiðinin
altýnýn çizilmesi de filme adýndan baþlayan ve sonuna kadar ustalýkla
sezdirilen bir ironi saðlýyor. Karakterlere yaklaþýmda da bu ironi
sonuna kadar kendini hissettiriyor. Gerilim filminin insaný germesi veya
biraz korkutmasý bir zorunluluksa, Panik Odasý, o derece gerilimli
deðil. Çünkü bütün bunlarýn aslýnda bir filmde geçtiðini hatýrlatan
ipuçlarý var. Fincher bu anlamda ilk bakýþta klasik görünen ve
24
postmodern unsurlarý hikayeye ustalýkla yedirilen bir gerilim filmi
çekmiþ.
Jodie Foster anneyi büyük bir baþarýyla canlandýrýyor. Meg
baþlangýçta eþinden yeni ayrýldýðý, onu genç bir kadýna kaptýrdýðý için
çok mutsuz, kalbi kýrýk ve bitkindir. Kýzýný yatýrdýktan sonra banyoda
aðlar. Bir türlü uyuyamaz ve kalkýp uyku ilacý alýr. Buradaki kadýn
karakter film boyunca olaðanüstü bir deðiþim geçirir, zayýf bir
kurbandan güçlü bir kahramana dönüþür. Onu bu derece güçlendiren
ve evindeki saldýrganlarý alt etmesine neden olan gücünün kaynaðý
anneliktir. Kýzýný koruma içgüdüsüdür. Her zaman kadýnýn zayýf noktasý
olarak gösterilen, onun çalýþmasýna, toplumdaki yerini almasýna bir
engel olarak görülen annelik bu filmde kadýnýn kendi bildiði dayanma
gücünün ötesindeki zorluklarý alt etmesine ve eve giren kötü adamlarý
yenmesine neden olur. Meg'in kýzý Sarah (Kristen Stewart) da
hastalýðýna raðmen çok cesur ve zeki bir kýzdýr. Annesine cesaret ve
güç verir. Aðlayýp sýzlamaz ve teslim olmaz. Sonuna kadar mücadele
eder.
70'li yýllarda korku ve þiddet filmlerinde kadýný hep kurban olarak
gösteren Hollywood Sinemasý son zamanlarda süper kadýn
kahramanlardan medet ummaya baþladý. Thelma ve Louise'den bu
25Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
yana güçlü ve kendi ayaklarý üstünde duran kadýn karakterlerin
giderek çoðaldýðýný, pek çok filmde kadýn ve erkek rollerinin geleneksel
biçimden tümüyle ayrýlarak ters yüz edildiðini görüyoruz. Panik Odasý
da bu anlamda rollerin ters yüz edildiði filmlerden biri olmasý nedeniyle
kadýna bakýþ açýsý bakýmýndan önemli bir film. Meg'in büyük bir zeka
inceliði ve beceri göstererek ana hattan baðladýðý telefonla kocasýný
aradýðý sahnede hepimiz kocasýnýn gelip anne kýzý kurtarmasý
beklentisine gireriz. Oysa genç bir kadýn tarafýndan ayartýlmýþ olan
koca, deðil onlarý kurtarmak, kendini korumaktan bile acizdir ve yediði
feci dayakla kan revan içinde bir koltuða yýðýlýr. Filmi çeken bir kadýn
yönetmen olsaydý veya senarist kadýn olsaydý, kocayý bu derece aciz
ve zavallý göstererek hemcinsinin intikamýný aldýðý bile söylenebilirdi.
Peki, bu filmde kadýn bu kadar zeki ve güçlü gösterildiði için
Hollywood'un kadýna bakýþ açýsýnýn deðiþtiðini söyleyebilir miyiz?
Elbette, hayýr. Hollywood'un tarihine baktýðýmýzda zaten
baþlangýcýndan itibaren çok güçlü kadýn karakterler ve yýldýzlar
görüyoruz ama bu genel olarak kadýnlarýn Hollywood filmlerinde
istismar edildiði, cinsel obje olarak sömürüldüðü, þiddetin ve tacizin
hedefi ve kurbaný olarak gösterildiðinde de iki kat tacize uðradýðý
gerçeðini deðiþtirmez. Yine de doksanlý yýllarýn filmlerinde giderek
daha çok sayýda kadýn karakterin çok daha bilinçli, güçlü, kurtarýlan
deðil kurtaran olarak öne çýktýklarý da bir gerçek. Thelma ve
Louise'den bu yana süren bu eðilimin giderek yükseleceðinin iþaretleri
var.
David Fincher'ýn filmografisinde de bunun izleri var. Çok erkek iþi
görünen ve fazlasýyla þiddet yüklü olan Dövüþ Kulübü'nde bile kadýn
karakter Marla Singer, hiçbir Hollywood þablonuna uymayacak kadar
farklý ve ilginç bir karakterdi. Eleþtirmenlerin fiyasko olarak niteledikleri
oysa benim baþarýlý, eðlendirici ve zekice bulduðum Oyun'da
Fincher'ýn önce Sean Penn'in rolü için Jodie Foster ile anlaþtýðýný ama
son dakikada vazgeçerek rolü erkeðe çevirdiðini okuduðumda oyun
için davetiyeyi bir kýz kardeþin doðumgünü armaðaný olarak
vermesinin çok daha anlamlý olacaðýný düþündüm. Fincher'ýn
sonradan fikrini neden deðiþtirdiðini bilmiyoruz ama Jodie Foster,
anlaþmayý bozduðu için David Fincher'ýn aleyhine tazminat davasý
açmýþ ama sonra olay tatlýya baðlanmýþ ve ikilinin dostluklarý devam
26Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
etmiþ. Ýyi ki de etmiþ, Fincher, Oyun'da oynatmadýðý Foster'a bu kez iyi
bir rol sunmuþ. Aslýnda Panik Odasý'nda baþlangýçta oynamasý
düþünülen aktris Nicole Kidman'dý ama Kidman'ýn dizinin
sakatlanmasý filmden çekilmesine sebep olunca son anda Jodie
Foster devreye girdi.
Panik Odasý'nda þeker hastasý kýzýnýn hayatta kalmasý ve
saldýrganlarýn elinden kurtulmasý için olaðanüstü bir güç ve beceri
gösteren 'anne' rolü için Hollywood'da Jodie Foster'dan daha iyi bir
seçim olamazdý herhalde. Filmin çekimleri sýrasýnda üçüncü kez
hamile olduðu anlaþýlan Jodie, 20 Temmuz 1998'de ilk oðlu Charles'ý
doðurduðunda tüm ýsrarlara karþýn çocuðunun babasýnýn adýný
açýklamadý. Ýkinci oðlu Kit'in babasýnýn da kimliðini gizli tuttu.
Hollywood'daki yaygýn bir iddiaya göre Foster yapay döllenme ile gebe
kalmýþtý ve 'baba' onun arkadaþ çevresinden birisiydi. Annelik
konusunda bu kadar istekli ve gönüllü olan Jodie'nin iyi bir anne
olduðundan kimsenin kuþkusu yok. Üstelik onun anneliði seçiþ
biçiminde mevcut 'anne-baba' statüsüne, cinsiyet rollerine ve aile
sistemine bir baþkaldýrý var ki, bu da onu Hollywood'un en feminist
tavýrlý yýldýzlarýndan biri yapýyor.
Jodie Foster ayný zamanda Hollywood'un en entelektüel
yýldýzlarýndan biri, çocukluðundan beri çok iyi Fransýzca konuþan ve
filmlerinin Fransýzca dublajýný da kendi sesiyle yapan Jodie'nin Fransýz
Lisesi'ni ve Yale Üniversitesi'ni üstelik de tüm dünyanýn tanýdýðý ünlü
bir yýldýzken en yüksek dereceyle bitirmesi onun zekasý ve çalýþkanlýðý
konusunda fikir verebilir. Son olarak Yale'den aldýðý fahri doktorayý da
hak ettiðine kuþku yok. Oyunculuðun yanýsýra yönetmenlik ve
prodüktörlük konusunda da baþarýlý olan Foster'ýn son projesi, ünlü
Nazi yönetmen Leni Riefenstahl'ýn hayatýný anlatacak filmde onu
canlandýrmak. Bu projeyle Hollywood'un tabularýndan birini daha
yýkmaya niyetlenen aktris oldukça sert tepkiler aldý.
Ýki yaþýnda film çevirmeye baþlayan pek çok reklam filminde ve
dizide rol alan Jodie Foster'ýn hayatý 12 yaþýnda Scorsese'nin kült filmi
Taksi Þoförü'nde (Taxi Driver, 1976) canlandýrdýðý küçük fahiþe Iris
rolüyle deðiþecekti. Bu rolün üstünde o zaman ve daha sonralarý çok
konuþuldu, özellikle bu filmden esinlenen talihsiz suikastla gündeme
gelen Jodie Foster, hayatý boyunca bu rolün ve yol açtýklarýnýn
27Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
gölgesinde kalabilirdi. 30 Mart 1981'de filmde Robert de Niro'nun
canlandýrdýðý Travis'in baþkan adayýný vurmasýndan etkilenen ve bunu
bir takýntý haline getiren John Warnock Hinkley Jr. adlý bir gencin
Baþkan Ronald Reagan'a suikast giriþiminde bulunmasý ve bunu Jodie
için yaptýðýný söylemesi Foster'ý bir anda gazete manþetlerine
taþýmýþtý.
Jodie Foster'ýn Taksi Þoförü'nde canlandýrdýðý Iris, küçük yaþta
fahiþeliðe itilen ve vücudu kadýn satýcýlarý tarafýndan sömürülen
binlerce kýzýn simgesi olmuþtu. Travis'in Iris'i bu yola iten ve
kurtulmasýna izin vermeyen kadýn satýcýlarýný ve New York'un bu kadar
kirlenmesine neden olduðunu düþündüðü baþkan adayýný vurmasýnýn
altýnda yatan 'faþizan' söylem çok tartýþýldý. Çekiminden 5 yýl sonra
gerçek bir terör eylemine doðrudan etkide bulunduðunun suçun faili
tarafýndan açýklanmasý da, filmin siyasi ve sosyolojik önemi
konusunda karþýt uçlarda tartýþýlabilecek ilginç bir örnek oluþturdu.
Jodie Foster'ýn 12 yaþýnda kurtarýlmasý gereken bir küçük 'kadýn'
rolünde gösterdiði baþarý, küçük yaþta kazandýðý yardýmcý kadýn
Oscar'ý ile olduðu kadar, hayranýnýn onu kurtarmak için giriþtiði sanal
olaný gerçeðe dönüþtürme eylemiyle de tescillenmiþtir. Burada 'kadýn
sinemasý' için ilginç olan Jodie'nin geçirdiði deðiþimdir. 'Kurban' ve
'kurtarýlmasý gereken simge' rolünden sonra canlandýrdýðý onlarca
karakter -tecavüze uðradýðý halde 'fahiþelikle' suçlandýðý ve boyun
eðmeyip büyük bir hukuk mücadelesi verdiði The Accused'daki
rolünden Kuzularýn Sesizliði'nde seri katil Hannibal'le baþa çýkabilen
kadýn dedektife kadar- kadýnlýðýn bu yirmi beþ yýldaki canlý tarihi gibi.
Onun 1976'da canlandýrdýðý Iris'ten bu yana kadýnlar da 'kurban'
rolünden daha güçlü rollere transfer etmenin mücadelesini veriyorlar.
Jodie Foster'ýn kendi özel yaþamýnda verdiði tek baþýna mücadele ve
bir kadýn oyuncu olarak, yönetmen ve prodüktör olarak baþarýsý bu
açýdan da önem kazanýyor. 30 yaþýndan önce 2 Oscar alan ilk kadýn
oyuncu olmasý da -bir de yardýmcý kadýn oyuncu Oscar'ý-onun
kariyerinin bir diðer doruk noktasý.
Kadýn olmanýn güçlüklerini ve ayný zamanda avantajlarýný (annelik
gibi) Jodie Foster kadar yoðun yaþamýþ bir kadýn yýldýzýn Panik
Odasý'ndaki kadýn karakteri oynamasý role daha bir derinlik ve anlam
kazandýrdýðý için Foster'ýn hayatýyla ilgili bu ayrýntýlarý verme
28Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
gereksinimini duydum. 12 yaþýnda kurtarýcýsýný bekleyen bir 'kurban'
rolünden Panik Odasý'ndaki galip bir kurtarýcý rolüne uzanan süreç
aslýnda bana sinemadaki kadýnýn tarihi açýsýndan ilginç bir paralelliði
vurgulama fýrsatý verdi. Kim ne derse desin, kadýnlarýn hayattaki rolleri
deðiþiyor ve bunu yansýtan filmler kazanýr.
Burada Panik Odasý ile Terence Young'ýn Karanlýða Kadar Bekle
(Wait Until Dark) filmini karþýlaþtýrmakta yarar var. Bu iki filmin
benzerlikleri hemen göze çarpýyor.Filmin içindeki repliklerden birinde
de, "Karanlýða Kadar Bekle." sözü geçiyor ve doðrudan o filme
gönderme yapýlýyor. Audrey Hepburn'un kör bir kadýný canlandýrdýðý
film, eve gelen saldýrganlara karþý kör bir kadýnýn verdiði amansýz
mücadeleyi anlatýyordu. Gerilim ve heyecan yönünden Panik
Odasý'ndan çok daha heyecanlý ve gerilimli olduðu, nefesinizi kestiði
bir gerçek. Ama bu noktada Fincher'ýn bir gerilim filmi yaparken bile
yabancýlaþtýrýcý öðeleri çoklukla kullanarak bunun bir film olduðunu sýk
sýk hatýrlattýðýný unutmayalým. O gerçekçi ve klasik öðeleri bol bir
gerilim filmi yaparken bile ayný zamanda eðleniyor, Arka Pencere'ye
gönderme yaparken bir de bakýyoruz ki, karþý pencerede dikkati
çekilmeye çalýþýlan adam Se7en'ýn senaristi Andrew Kevin Walker. Gel
de þimdi bu adamýn gelip anayla kýzýný kurtaracaðýna inan. Adam
senaryoyu yazmakla kalmayýp Se7en'da da aylaklýðýnýn tadýný çýkaran
tembel adam (hayatýnýn rolü olduðunu sanýyorum) rolünde oynamýþtý.
Þimdi de karþý pencerede bir türlü uyanamayan muhtemelen ayný
tembel adamý oynarken ýþýkla verilen sinyali görmeyerek 'üçüncü'
günahýný iþliyor. (Yeni senaryolarýný bekliyoruz A. Kevin Walker)
Karanlýða Kadar Bekle'deki Audrey Hepburn evindeki haydutlarý,
körlüðün avantajlarýný kullanarak yenilgiye uðratýyordu çünkü o
karanlýða alýþýktý. Panik Odasý'ndaki Jodie Foster'ýn gücü ise kadýn
olmasýndan kaynaklanýyor. Diðer bir ayrým ise saldýrganlarýn kimlikleri
ile ilgili. Eve ilk giren Burnham, baþýndan itibaren kötülükten çok iyiliðe
eðilimli görünüyor ve sonunda da tarafýný seçiyor. Forrest
Whitetaker'ýn baþarýyla canlandýrdýðý karakterin 'siyah' olmasý önemli.
Fincher, 'beyaz baba'yý iþe yaramaz bir halde tasfiye ederken, þeker
hastasý Sarah'yý bir anda kendi çocuklarýnýn yerine koyan -ki
öncesinde kendi çocuklarýnýn böyle evlerde büyümediðini söyleyerek
toplumsal öfkesini dile getiren- 'hýrsýz' ve zenci adama saldýrýyý sona
29Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
erdiren son hamleyi yaptýrarak sosyal bir mesaj da veriyor. En azýndan
kötü sandýklarýmýz sandýðýmýz kadar 'kötü', iyi sandýklarýmýz yeterince
iyi deðildir, türünden. Jared Leto'yu !f Ýstanbul'da izlediðimiz Requiem
For a Dream'den sonra Junior rolünde tuhaf saçlarýyla tanýnmaz bir
halde hýrsýn kurbaný olarak izlemek ilginçti. Maskeli kötü adam Raoul
ise bilinmeyen kötülüðü temsil ediyordu ve gerçekten kötüydü.
Panik Odasý'ný kadýnlarýn hayatta deðiþen rollerinin yansýmasý
olarak gördük. Bu tip filmlerin her türde giderek artacaðýný biliyoruz.
Artýk kadýnlarýn hayattaki rolleri hiçbir Hollywood þablonuna
sýðmayacak kadar çeþitlendi ve sinema bu çeþitliliði ve çok renkliliði
yansýttýkça kendini yenileme fýrsatý bulacaktýr.
30Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Edebiyattan Beyazperdeye �Tutku�
Çok sevdiðimiz romanlar vardýr, tutkuyla baðlandýðýmýz, bir yandan
herkesin okumasýný isteyip herkesle paylaþmak isterken, diðer yandan
bizim için çok "özel" olarak kalmasýný istediðimiz. Karakterlerinden
birini veya bazen birden fazlasýný kendi içimizde hissederken bir
yandan da gözlerimizin önünde bir film þeridi gibi canlandýrdýðýmýz
romanlarýn filmini hem merak ve tutkuyla, hem de endiþeyle bekleriz.
Çok fazla içselleþtirdiðimiz bir romanýn baþka birinin imgeleminden
geçerek cisimleþtirileceði filme biraz da kuþkuyla yaklaþýrýz. Ben
romanýnýn tutkun bir müridi olduðum 'Tutku'ya her þeye karþýn tüm
önyargýlarýmý bir kenara býrakarak sadece bir film seyretmek üzere
gitmeyi denedim. Mümkün mü? Daha ilk sahneden roman gözlerimin
önünde canlanmaya, ister istemez romanla film arasýnda sürekli bir
gidiþ geliþ hali zihnimde at koþturmaya baþladý. Bunun zevkli olduðu
kadar tedirgin edici bir deneyim olduðunu itiraf etmeliyim. Romanla
filmi bir terazinin kefelerine koymak gerekirse (ki gerekmediðine
inandýðým halde, Possession gibi tutkuyla sevdiðim bir roman söz
konusu olduðunda, kaçýnýlmaz oluyor) roman fazlasýyla aðýr basýyor.
Film, romanýn özünü, atmosferini yansýtýyor mu? Yansýtýyor. Öyleyse
uyarlama görevi baþarýyla yerine getirilmiþtir, diyebiliriz. Ama diðer
yandan romanýn edebi deðeriyle filmin sinemasal deðerini ölçüye
vurursak, roman bir baþyapýtken film, eli yüzü düzgün, vasatýn biraz
üstü bir film olmuþ da diyebiliriz.
Tutku (Possession) hem roman hem de film olarak insana ister
istemez Fransýz Teðmenin Kadýný'ný (French Lieutenant's Woman,
1981) anýmsatýyor. Ýkisi de geçmiþe yolculuk hikayesi bir anlamda. 19.
yüzyýlda yaþanan aþkla günümüzdeki aþký birbirine koþut olarak
anlatan, tema olarak birbirine benzer iki romana dayanan, kadýnýn tarih
içinde deðiþen konumuna ve rolüne eþitlikçi ve özgürlükçü açýdan
yaklaþan filmler. En sevdiðim romanlar arasýnda özel bir yeri olan bu
iki romanýn filmleri arasýnda karþýlaþtýrma yaptýðýmda Fransýz
31
Teðmenin Kadýný, sinema dili açýsýndan Tutku'ya fark atýyor. John
Fowles'ýn yýllar önce okuduðumda beni büyüleyen, dönüp dönüp
tekrar okumaktan büyük zevk duyduðum romaný, ustalarýn ustasý bir
oyun ve senaryo yazarý olan Harold Pinter eliyle senaryoya
dönüþtürüldüðü ve Karel Reisz gibi bir yönetmen tarafýndan filme
çekildiði için romanýn altýnda ezilmeyen, hatta romana yeni boyutlar
katan bir film olmayý baþarmýþtý. Pinter, senaryoya romanda olmayan,
günümüzde ayný romanýn filme çekilmesi sýrasýnda romanýn
kahramanlarýný canlandýran kadýn ve erkek oyuncunun arasýnda
yaþanan aþký eklemiþti. Geçmiþteki ve bugünkü sevgilileri ayný
oyuncular, Meryl Streep ve Jeremy Irons canlandýrýyordu. Gerçek
hayatla kurmaca olan roman ve film içindeki film arasýndaki geçiþler
ustaca ve zekiceydi. Film, aþkýn sihrini 'gizem' boyutuyla
hissettirmekte olaðanüstüydü.
Tutku'nun filme çekildiði A.S. Byatt'ýn Possession adlý bugüne
kadar yazýk ki Türkçe'ye çevrilememiþ olan romaný, zaten günümüzde
yaþayan çiftin gözüyle geçmiþe bakýyor ve iki akademisyenin 19.
yüzyýlda yaþayan ünlü bir þairle feminist bir kadýn þair arasýnda geçen
ve bugüne kadar bilinmeyen bir aþk iliþkisinin peþine düþmesini konu
alýyordu. Roman bu iki ünlü þairi o dönemin Ýngilizcesi ile yazýlmýþ
þiirleri ve mektuplarýyla o denli canlý yansýtýyordu ki, okur ister istemez
32Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
bu iki þairin gerçekten yaþamýþ kiþiler olduðu vehmine bile
kapýlabiliyordu. Romancý, kadýnla erkek arasýndaki 'iktidar' iliþkisini,
'bilgi'ye 'sahip olma' hýrsý ve 'bilgi'yi 'iktidar' aracý olarak kullanma
çatýþmasýyla paralel olarak anlatýr ve sorgular. A.S. Byatt, geçmiþ bir
aþk iliþkisine yaklaþýmda bile 'eril' bakýþla 'diþil' bakýþýn farklýlýðýnýn
altýný çizerek, geçmiþten gelen her tür bilgiyi, mezarlarý bile taciz
edecek biçimde talan eden 'eril' bakýþýn tersine aþkta eþitliði ve
yaþamda mutluluðu hedefleyen bilgece bakýþý savunur.
Ýngilizcesi, küçük puntolu harflerle 511 sayfa tutan, binlerce
gönderme, benzetme, metafor, simge, mecaz, efsane, hikaye ve
Victoria Ýngilizcesi ile yazýlmýþ onlarca þiir ve mektupla týka basa dolu
olan bu baþdöndürücü romanýn filme aktarýlmasý elbette altýndan
kalkýlmasý çok güç bir iþ. 1990 yýlý Booker ve Irish times/Aer Lingus
ödülü alan bu roman zaten bugüne kadar özellikle þiirlerinin zorluðu
nedeniyle Türkçe'ye çevrilemedi. Ülkemize de gelen, Bilkent'te kadýn
edebiyatý ile ilgili bir seminere katýlan, deðerli yazar ve þair Cevat
Çapan'ýn da arkadaþý olan A.S. Byatt'ýn Türkçe'de bir tek Türkiye
yolculuðunu anlatan Çeþm-i Bülbülün Ýçindeki Cin adlý kitabý
Y.K.Y'nda yayýmlandý. Angels and Insects (Melekler ve Böcekler, Cine
5'te gösterilmiþti) adlý romaný daha önce film olarak çekilmiþti.
Neil LaBute'u önce böyle güç bir iþe ve 'erkeksi' ve 'sert' (In the
Company of Men- 97 gibi) filmlerle beðeni topladýðý halde bu kadar
'kadýnca' bir romana el attýðý için kutlamak gerekir. Üstelik romanýn
içindeki karmaþýk olaylarý filme nispeten sade bir dille yansýtmayý iyi
kotarmýþ. Gene de romaný okumayan sýradan bir izleyicinin olaylarý ve
karakterleri izlemekte zorlanacaðýný sanýyorum. Bir Hollywood filmi
kolaylýðýnda akmýyor olaylar, izleyiciden özel bir dikkat bekliyor.
Aslýnda bu filmin iyi yaný. Romandaki 'tutku' ise gerek bilgiye, erke,
sahip olmaya duyulan ve kadýn olsun erkek olsun bir baþka insana
duyulan 'tutku' ise geçmiyor seyirciye, insanýn içini ürpertmiyor.
Gwyneth Paltrow'un Maud Bailey'i baþarýyla oynadýðýndan kuþku
duymuyorum ama bu kadýn oyuncuda eksik olan 'tutku'nun ifadesi,
erkek oyuncuyla simyalarýnýn bir türlü tutmamasý, aralarýnda oluþmasý
gereken sihirli duyguyu yansýtmaktan çok uzak kalýyor.
Buna karþýlýk peþinde koþtuklarý ve öðrenmeye, keþfetmeye
çalýþtýklarý geçmiþte gizli kalan aþk hikayesinin kahramanlarý
arasýndaki iliþki daha tutkulu ve hakiki görünüyor. Bu yönetmenin
33Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
özellikle vurgulamak istediði bir þey de olabilir. Çünkü oyuncu seçimi
de yönetmenin kafasýnda böyle bir fikrin olduðunu doðruluyor.
Günümüzde geçen aþk hikayesinin kadýn kahramaný Gwyneth
Paltrow'un soðuk ve donuk bir sarýþýn olmasý, romandaki Roland için
baþlangýçta yakýþýklý Ralph Fiennes düþünülmüþken rolün sonradan
yönetmenin eski oyuncusu Aaron Eckhart'a verilmesi ve pejmürde ve
daðýnýk bir Amerikalý'ya dönüþtürülmesi yönetmenin Viktoryen çaðdaki
aþkla günümüzdeki aþk arasýndaki zýtlýðý görünür kýlma isteðinden
kaynaklanmýþ olmalý. Bu bakýþ açýsý da, Jennifer Ehle ve Jeremy
Northam'ýn canlandýrdýðý Christabel-Ash çiftinin aþkýný daha inandýrýcý
kýlarken Roland'la Maud'un aþklarý zorlama ve yapay kalýyor. Bugün
aþk her ne kadar eski manasýný kaybetmiþ olsa da, romanda olduðu
gibi filmde de, geçmiþin romantizminin etkisinde kalan günümüzdeki
çiftin arasýnda biraz daha 'sahici' görünen bir aþk izleyebilirdik.
Buna karþýlýk, geçmiþteki çiftin aþkýyla o aþký ortaya çýkarmak için
iz sürerken ister istemez yakýnlaþan günümüzdeki çiftin hikayeleri
arasýndaki geçiþleri baþarýyla gerçekleþtiriyor yönetmen. Örneðin,
Maud ile Roland, Ash ile Christabel'in 1861'de birlikte kaldýklarý otel
odasýndan çýkarken kapýnýn kapanmasý ve tekrar açýldýðýnda içeriye
Ash ile Christabel'in girmesi, Ronald'ýn þiirde sözü geçen çaðlayana
dalýp ardýndaki maðarayý keþfettiðinde 'buldum' diye baðýrýrken,
maðarada Ash ile Christabel'i görmemiz gibi pek çok geçiþ ustalýklý bir
kurgunun sonucu iyi akan bir sinema dilinin oluþmasýný saðlýyor. Filmin
finali de oldukça etkileyici. Yalnýz, romanda ayrýntýlý olarak iþlenen
þairlerin özel hayatlarýnýn ve geride býraktýklarý özel eþyalarýn açgözlü
avcýsý Amerikalý Cropper tipi (ve temsil ettiði 'bilgi'yi eril iktidar aracý
olarak kullanma hýrsý) filmde tam yerine oturtulamadýðý ve karakteri bir
yana, kim olduðu, nerden geldiði bile belli olmadýðý için Ash'in ve
Christabel'in mektuplarýnýn peþindeki kovalamaca sahneleri hikayeye
heyecan eklemeye çalýþan zorlama dedektiflik serüveni gibi kalýyor.
Neil LaBute kadýn bakýþ açýsýný çok iyi yansýtan ve tüm dünyada
hayranlarý olan bir romaný uyarlamakla, oldukça tehlikeli sularda
yüzmüþ, Buna bir de sadece duygulara hitap eden kliþe romanslarýn
dýþýnda beyne de hitap eden, üstelik entelektüel güdülerle
kývýlcýmlanan aþkýn simyasýný hissettirmenin zorluðunu da eklersek,
zor ve tehlikeli bir yolculuðu kazasýz belasýz atlattýðýný söyleyebiliriz.
Keþke biraz daha ruh ve 'tutku' ekleyebilseydi.
34Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Tersyüz: Kurmacanýn gerçek hayatla sonsuz oyunu
Spike Jonze'un Charlie Kaufman'ýn senaryosu üstüne çektiði film,
pek çok konuya deðinen, özellikle karýþýk ama kesinlikle çok eðlenceli
bir film. Berlin'de aldýðý Gümüþ Ayý'yý her anlamda hakediyor.
Tersyüz'ü kýsaca senaryo yazmak üzerine bir film, Hollywood
filmleriyle ve kendi kendisiyle dalga geçen bir film olarak özetlemek
filme haksýzlýk olur, çünkü onun içinde hayata ve sinemaya iliþkin
hemen her þey var. Hemen her þeyin doldurulduðu filmlerin genel
baþarýsýzlýðýna karþýn, Tersyüz bence kurulmasý çok güç bir dengeyi
saðlamayý baþarmýþ. Eðlenceli bir absürd komedi ve parodi, psikolojik
gerilim, avantür macera, aþk ve tutku hikâyesi, hepsi bir arada gibi
görünüyor ama senaristin asýl niyeti hayatýn kendisi kadar sade ve
özgün bir film senaryosu yazmak. Burada bir tezat var ama filmin
konusu da bu tezat, prodüktörün beklentisiyle senaristin
kafasýndakinin hiç uyuþmamasý. Tersyüz, Charlie Kaufman'ýn bu filmin
senaryosunu yazma sürecinin hikâyesi.
Tersyüz, Spike Jonze ile senarist Charlie Kaufman'ýn bir önceki
filmleri John Malkovich Olmak (Being John Malkovich) filminin setinde
baþlar. Nicolas Cage'in canlandýrdýðý Charlie Kaufman, bir sonraki
senaryosunu yazamamanýn sýkýntýsý içindedir. Ýkiz kardeþi Donald
(filmdeki Charlie'nin ve gerçek Kaufman'ýn alter-egosu) da Charlie'nin
evine yerleþmiþ, bir senaryo yazýp köþeyi dönme hayalleri
kurmaktadýr. (Filmin künyesinde de Donald'ýn adý Charlie Kaufman'ýn
yanýna yazýlarak filmin içindeki 'oyun' gerçek hayata taþýnmýþ. Charlie
Kaufman böylelikle bu filmin esin perisinin kendi ikinci kimliði veya
alter egosu olduðunun altýný mý çiziyor?) Kendisinden ve dýþ
görünüþünden memnun olmayan ve çeþitli komplekslerle boðuþan,
kendini kel, þiþko ve sevimsiz bulduðu için kadýnlarla iliþki kurmaya da
çekinen Charlie, senaryosu için gerçekten özgün bir fikir bulma
35
peþindedir. Ayný zamanda 'gerçekten özgün bir fikrin' mümkün olup
olmadýðýný sorgular. Filmi, 'Seks, silahlar ve takip sahneleriyle
doldurmak' istemez, 'derin hayat dersleri öðrenen karakterler' de
yaratmak istemez. Çünkü gerçek hayat öyle deðildir; ona senaryo
haline getirmesi için verilen Susan Orlean'ýn 'Orkide Hýrsýzý' adlý kitabý
da öyle deðildir. Charlie, Susan Orlean'ýn kurmaca olmayan, gerçek
hayata dayanan kitabýný beðenmiþ ve çok etkilenmiþtir ama öylesine
bir týkanmýþlýk içinde boðulmaktadýr ki, senaryo bir türlü ilerlemez.
Charlie, Donald'la konuþurken, çiçekler üzerine bir senaryo yazmaya
çalýþtýðýný söyler. O da "'Algernon için Çiçekler' gibi mi?" diye sorar.
Daniel Keyes'in duyarlý ve benzersiz öyküsü 'Algernon için Çiçekler'e
yapýlan gönderme de, Charlie Kaufman'ýn büyüyen, geliþen, ilerleyen
karakterler üzerine bir senaryo yazmak istemediðinin bir iþaretidir.
Çünkü 'Algernon Ýçin Çiçekler', fare Algernon üzerine deney yaparak
onun zekâsýný geliþtiren bilim adamlarýnýn ayný deneyi uyguladýklarý
zeka özürlü Charlie'nin zekâsýnýn önce yükselmesinin sonra da eski
haline dönüþünün hüzünlü hikâyesidir. Zekâyý yükselten test, fare
Algernon'un bir süre sonra tekrar gerilemesini önleyememiþ ve
ölümüne neden olmuþtur.
36Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Charlie Kaufman'la ikiz kardeþi arasýndaki iliþki, biraz da Sam
Shepard'ýn 'True West' (Vahþi Batý) adlý oyunundaki senaryo yazarýyla,
senaryo yazmak isteyen kardeþi arasýndaki iliþkiye benzer. Vahþi Batý,
Sam Shepard'ýn kiþiliðinin iki farklý yönünü temsil eden iki kardeþin
birbirine dönüþmesini ve yer deðiþtirmesini anlatýr. Burada da, buna
benzer bir dönüþümden söz edilebilir. Baþlangýçta Charlie'ye bir
karakterin iki zýt kimliði ve bu kimliklerden birinin seri cinayet
iþlemesine iliþkin bir senaryo fikri olduðunu söyleyen Donald, bu
senaryo projesini defalarca yapýlmýþ bir kliþe olarak gören ve konuyla
dalga geçen Charlie'nin hiç ciddiye almadan yumurtladýðý önerilerini
aldýktan ve senaryo dersleri veren Robert McKee'nin (Brian Cox)
senaryo yazým seminerine devam ettikten sonra senaryosunu film
þirketine bir milyon dolara satar. Charlie ise 'özgün' bir fikri olmasýný
istediði senaryosunda bir adým bile ilerleyememiþtir, Donald'ýn 'ticari
baþarýsý'ndan etkilenerek o da Robert McKee'nin dersine gider,
dersten sonra onunla buluþur ve senaryosunu kurtarmasý için yardým
ister. McKee'nin önerileri, onun daha önce karþý çýktýðý bir takým altýn
kurallardýr: 'asla dýþ ses kullanma, kahramanýn ahlaki duruþuna sadýk
kalsýn ve mutlaka sürpriz bir son oluþtur.'
Bundan sonrasýnda aralarýndaki iliþki açýsýndan Charlie ile Donald
yer deðiþtirmiþ gibidir. Artýk akýl veren Charlie deðil, Donald'dýr. Filmin
sonundaki kovalamaca, seks, silahlar, uyuþturucuyla komprime olarak
týkabasa doldurulan sekans, tipik bir Hollywood filminin parodisi gibi
geliþiyor ve Kaufman'ýn ironik olarak senaryoya doldurduðu bu 'ývýr
zývýr'ý Spike Jonze o denli 'inandýrýcý' çekmiþ ki, ironi 'gerçek'miþ gibi
algýlanabiliyor. Film, aslýnda senaryo uzmaný McKee'nin önerilerini son
on beþ dakikalýk sekansta uygular gibi görünürken, diðer yandan onlarý
tersyüz ediyor. Filmin sonunu dýþ sesle bitirerek de altýn kurallara karþý
çýkýþýný noktalýyor.
Filmin Türkçe adý, geçerli film yapmanýn kurallarýný tersyüz etmeye
çalýþan, gerçek hayatla kurmaca arasýndaki iliþkileri sürekli tersyüz
eden filme çok uygun düþüyor. Gene de özgün adý 'Adaptation'ýn iki
anlamlý özelliðini vermekten uzak. Adaptasyon, bir anlamýyla Charlie
Kaufman'ýn Susan Orlean'ýn kitabýný uyarlamasýnýn hikâyesini
anlatýrken, diðer anlamýyla da film içinde film gibi verilen Orlean'ýn
kitabýnýn konusu olan orkide hýrsýzý maceraperest John Laroche'un
37Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
vahþi ortamýndan kopardýðý orkideleri baþka toprakta adapte etmeye
çalýþmasýný da ifade ediyor. Bu baðlamda adaptasyon, bir 'uyum'
hikayesi, Charlie'nin ikiz kardeþiyle veya kendi alt beniyle uyum
kurmasýnýn hikâyesi olarak da okunabilir. Bu uyum saðlandýðýnda da
ikiz kardeþini yok eder zaten. Ona ihtiyacý kalmamýþtýr, filmin
senaryosunu da çözer. Diðer uyum hikâyesini de Susan'ýn New Yorker
dergisinde ve entelektüel sosyetede aradýðý tutkuyu bulamadýðý için
düzenli hayatýndan birden vazgeçerek orkidelere gerçek bir tutku
beslediðini düþündüðü Laroche'un peþine düþmesinde bulabiliriz.
Rahat ve konforlu hayatýndan gerçek bir tutku bulmak uðruna
vazgeçen Susan, Laroche ile birlikte 'hayalet orkide'yi görmek uðruna
Güney Florida'nýn bataklýklarýna uyum saðlar ve kir pas içinde, kötü
kokan, ön diþleri kýrýk bir serseri olan Laroche'a tutkuyla baðlanýr. Ama
hikâyenin bu tarafý, yani gerçek bir kiþi olan ve 'Orkide Hýrsýzý' kitabýný
gerçek hayatta yazan Susan'ýn, hikâyesini yazdýðý gerçek orkide
hýrsýzý John Laroche'a hissettiði tutku, aslýnda Kaufman'ýn senaryoya
canlýlýk, renk katmak için uydurduðu bir motif midir, yoksa gerçekte de
böyle midir? Orlean kitabýnda bunu gizlemeye mi çalýþmýþtýr? Film, bu
iliþkinin iþaretlerini film boyunca veriyor ama gene de yoruma açýk
býrakýyor. Zaten filmin tümü gerçek hayatla kurmaca arasýnda zekice
kurulan baðlarla ve oyunlarla ilerliyor. Kuþkusuz pek çok seyirciye
yorucu gelebilecek bir film Tersyüz, ama sevenler için inanýlmaz keyif
verici bir seyirlik olmanýn ötesinde gerçekten iyi film, neredeyse bir
baþyapýt olmaya çeyrek kala, yýlýn en iyilerinden biri olmaya aday.
Özellikle 'altýn' olmaya karþý çýkan, 'gümüþ' býrakýlmýþ bir film de
diyebiliriz.
Nicolas Cage'in iki karakteri ince çizgilerle ayýran yorumu kusursuz.
Meryl Streep, dramatik filmlerde artýk gýna getirdiðimiz bildik
oyunculuðunu bu filmde kýrmýþ ve komedi-parodilerde iyi oyunculuk
sergileyebileceðini göstermiþ. John Laroche'ta Chris Cooper çok
baþarýlý. Üçü de bu filmdeki performanslarýyla Oscar'a adaylar. Bu
arada filmin 'uyarlama senaryo' dalýnda Oscar'a aday olmasý bana
biraz 'ironik' geldi, çünkü, Kaufman 'uyarlama' yerine gerçekten 'özgün'
bir senaryo yazmýþ. Senaryo Oscar'ýný kesinlikle hak ediyor (Ýroni
yapmýyorum).
38Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Saatler: Þimdi Yaþama Saati mi?
Son yýllarýn en ilginç edebiyat uyarlamasý, göz kamaþtýrýcý bir
oyuncu kadrosu, mükemmel bir sanat yönetimi, kostüm ve makyaj
tasarýmýyla sinemalarda.
Stephen Daldry'nin Saatler (The Hours) filmi, bir anlamda bir
edebiyat uyarlamasýnýn ötesinde adaptasyonun adaptasyonu olarak
da görülebilir. Çünkü üzerine dayandýðý Michael Cunningham'ýn
Pulitzer ödüllü romaný Saatler de Virginia Woolf'un ünlü romaný Mrs
Dalloway'in bir anlamda serbest bir uyarlamasý ve ayný zamanda
yapýbozumuna uðratýlarak yeniden yaratýlmasýdýr. Daldry'nin aslýnda
okurken sinematografik kurgusuyla dikkat çektiði halde senaryoya
uyarlanmasý oldukça zor olan bu romanýn filmini çekerken en büyük
kozu, ünlü oyun yazarý David Hare. Hare'in bu iþlerin ustasý olduðunda
kuþku yok. Ýkinci kozu ise olaðanüstü güçlü oyuncu kadrosu. Gene de
Nicole Kidman, Meryl Streep, Julianne Moore ve Ed Harris gibi usta ve
popüler oyunculara sýrtýný dayamakla birlikte, bu kadar entelektüel
kaygýlar taþýyan bir filmin geniþ kitlelerin beðenisiyle karþýlanmasý pek
beklenemez diye düþünüyorduk ki, Saatler'in en iyi film dahil, 9 dalda
birden Oscar'a aday olduðu duyuruldu. Bu arada filmin ve Nicole
Kidman'ýn Altýn Küre'yi çoktan kucakladýðýný hatýrlatalým. Gene de
filmle ilgili kritikler ve yorumlar, filmin bir ana-akým filmi olmadýðý
yönünde. Romanýn derin ve çok katmanlý içeriðini düþündüðümüzde,
kolay izlenir bir film olmayacaðýný tahmin etmek güç deðil.
Virginia Woolf'un Mrs. Dalloway romanýný 20. yüzyýl roman
sanatýnýn doruklarýndan biri olarak gören ve Michael Cunningham'ýn
bunu yepyeni bir Saatler romanýna dönüþtürmesindeki inceliðe, sanata
ve ustalýða hayran olmuþ birisi olarak Saatler filmini merakla ve
heyecanla bekliyorum. Üstelik edebiyat uyarlamalarýnda her zaman
duyduðum endiþeyi de hissetmiyorum çünkü bu bir klasik roman
uyarlamasý deðil. Cunningham'ýn romaný da zaten Mrs. Dalloway'in
39
biraz sinemasal bir dokunuþla dönüþtürülmesiydi. Bu zaten çatýsý
yeniden çatýlmýþ bir romanýn usta bir senarist tarafýndan yeniden
yaratýlmýþ halinin filmi. Gene de romanýn birbirinden çok ayrý duran üç
hikayesinin bu romanlarý okumamýþ seyirci tarafýndan kolayca
anlaþýlmayacaðý gibi bir endiþe duyuyorum.
Stephen Daldry, Saatler'da Billy Elliot'ta yarattýðý biraz aðdalý
duygusal havanýn tam tersi seyirciye uzak gelecek, kesinlikle bir
özdeþlik yaþayamayacaðý, mesafeli bir filmin altýna imzasýný atmýþ gibi
görünüyor. Marleen Garris'in 97 yapýmý Mrs. Dalloway'ini yazýk ki
görmediðimiz için bir karþýlaþtýrma yapma olanaðýmýz olmayacak.
Ama o filmin senaristi Eileen Atkins'in Saatler'de küçük bir rolde
göründüðünü hatýrlatalým. Mrs. Dalloway romaný da Virginia Woolf'un
bilinç akýmý tekniðine karþýn epey görsel malzeme taþýyordu ve bence
Saatler'in en büyük eksiði Dalloway'deki Septimus ve eþi Lucrezia gibi
iki eþsiz karakteri feda etmiþ olmasýdýr. Cunningham, Septimus'un
yerine Aids'ten ölmek üzere olan Richard (filmde Ed Harris)
karakterine þairlik, delilik ve intihar saplantýsý özelliklerini
þýrýngalamýþtý.
Saatler romaný, Virginia Woolf'un eserinden bir edebi hýrsýzlýk deðil,
tam tersi ona bir saygý duruþu gibidir. Ana temalar ve karakterlerin
40Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
adlarý ve romanýn farklý
öykülerden oluþan kurgusu
dýþýnda esas olarak New
York'ta yaþanan yepyeni bir
hikayenin üstüne kuruludur.
Roman (film de)1941'de
Virginia Woolf'un intiharýyla
baþlar. Ýkinci hikaye, New
York'ta bir editör olan
kahramaný Clarissa'nýn
(Meryl Streep) ayný Bayan
Dalloway gibi bugün çiçekler
alýnacak diye düþünmesiyle
baþlar. Clarissa, ona Bayan
Dalloway adýný takan eski
sevgilisi ve arkadaþý
yetenekli þair Richard için bir
parti hazýrlamaktadýr.
Üçüncü hikaye Bayan
Brown ise Los Angeles'ýn
banliyösünde oturan Laura
Brown'un (Julianne Moore)
bir gün kocasýna doðum
günü pastasý hazýrlarken
oðlu ve eþiyle mutlu
olmadýðýný düþünüp evi terk etmesi ve bir otel odasýna yerleþip Mrs.
Dalloway romanýný okumasýný anlatýr. Romanýn Bayan Woolf
bölümünde ise Virginia Woolf'un 1923'de Londra'nýn banliyösünde bir
evde Mrs. Dalloway romanýný yazmaya baþlamasýný, eþi Leonard'ýn
hastalýðýnýn yeniden nüksetmemesi için onu korumak amacýyla
Londra'dan uzak tutmaya çalýþmasýný ve Virginia Woolf'un yaratma
sancýlarýný anlatýr. Virginia Woolf'un kýzkardeþi Vanessa Bell üç
çocuðuyla onlarý ziyarete gelir. Woolf'un eþiyle ve kýzkardeþiyle
iliþkileri, biseksüel eðilimleri ve zaman zaman gerçek hayattan tümüyle
koparak baþka bir alemde yaþamasý ve intihar takýntýsý iþlenir. Roman
(film de) bu üç hikaye ve zaman arasýnda gidip gelmelerle ilerler.
41Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Saatler, aslýnda Virginia Woolf'un romaný için düþündüðü ilk isimdir.
Bunu güncesinde anlatmýþtýr. Mrs. Dalloway romaný tek bir günde
geçer ve üst sýnýftan sýradan bir Londralý ev kadýnýnýn eþi için bir parti
hazýrlamasýný anlatýr. Romanda saatlerin büyük önemi vardýr.
Romanýn en önemli anlarýnda Londra'nýn ünlü Big Pen saatinin gongu
çalar. Romanýn kahramanlarý bu baðlamda saatlerin ve dolayýsýyla
zamanýn tutsaðý gibidirler. Cunningham da bu saatler izleðini takip
etmiþ ve romanýný onun üstüne kurmuþtur. Saatler de üç ayrý zamanda
1923, 1949 ve 2001'de Haziran ayýnda üç kadýnýn tek bir gününü
anlatýr.
Saatler, sanatýn ve hayatýn anlamý üzerine yazýlmýþ, bu soruyu
sanatçýlarýn (yaþamýþ bir yazar Virginia Woolf'un ve Cunningham'ýn
kendisinden izler taþýyan hayali þair Richard'ýn ekseninde) yaþamlarý
ve yapýtlarý üzerinden irdeleyen bir roman. "Þimdi yaþamak mý iyi,
ölmek mi?" sorusunu soran, savaþýn kötülüklerinden incinmiþ ruhlarýn,
aþka özlem duyan duyarlý yüreklerin kurulu düzene, hep daha kötüsü
gelen saatlere karþý edilgen direniþini hüzünle veren þiirsel bir
baþyapýt. Cunningham yaþamýndan ve yapýtlarýndan etkilendiði
Virginia Woolf üzerine yazdýðý romanýnda özellikle çok iyi iþlenmiþ
karakterler yaratmýþ ve bu karakterler de çok iyi oyuncular tarafýndan
canlandýrýlýyorlar. Cunningham romanýnýn bir yerinde birkaç kez
tekrarlanan bir tümcede Clarissa'yý Meryl Streep'le karþýlaþtýrýyor.
Clarissa, mutfakta kendi önemsizliði üzerine düþünürken, onun
yerinde mutfakta Meryl Streep olsa bile mutfaktaki kadýnýn durumunun
deðiþmeyeceðini aklýndan geçirir. (Saatler, s. 100, Can Yayýnlarý,
2000). Clarissa'yý filmde Meryl Streep'in canlandýrmasý, ilginç bir
kesiþme noktasý oluyor. Hemen tüm oyuncularýnýn bu filmle tüm önemli
ödülleri kazanmýþ ve oyuncu Oscar'larýna aday olmalarý da olaðanüstü
performanslarýnýn göstergesi olarak kabul edilebilir. Küçük rollerde bile
çok önemli oyuncular rol alýyor. Bayan Brown'ýn komþusu Kitty'yi Toni
Collette, Virginia Woolf'un kýzkardeþi Vanessa Bell'i Miranda
Richardson, Clarissa'nýn kýzý Julia'yý Claire Danes gibi yýldýz
oyuncularýn canlandýrmasý dikkati çekiyor. Saatler'de Nicole Kidman,
Virginia Woolf'a benzemek için takma bir burun ve ustalýklý bir
makyajla tanýnmaz hale getirilmiþ. Ama bu makyaj ve takma burun
olmasaydý da, sadece performansýyla bile inanýlmaz bir ustalýkla
42Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
kendini deðiþtirdiði söyleniyor. Berlin'de en iyi kadýn oyuncu ödülünü
Meryl Streep, Nicole Kidman ve Julianne Moore'un paylaþmasý da
birbirini tamamlayan ve birbirinin aynasý olan üç rolde aralarýndaki
uyumun iþareti olarak anlamlý.
Oscar'a aday filmlerin büyük çoðunluðunun edebiyat uyarlamalarý
olduðunu görüyoruz. Bu da sinemanýn ciddi bir "özgün senaryo"
sýkýntýsý içinde olduðu gerçeðini gösterdiði gibi, edebiyatýn sinemayý
besleyen ve zenginleþtiren önemli bir kaynak olduðunu doðruluyor ve
ne güzel ki, bize hayatla sanatýn, sinemayla edebiyatýn o þaþýrtýcý ve
büyüleyici buluþmalarýnýn zevkini çýkarma olanaðýný sunuyor.
SAATLER KÝMÝN ÝÇÝN ÇALIYOR?
Virginia Woolf Nerede?
Hangi saatteyiz? Film saati mi? Roman saati mi? Yaþamak saati
mi? Ölmek saati mi? "Varolmak ya da olmamak, bütün mesele bu...
Kör talihin sapanýna, oklarýna için için katlanmak mý daha onurlu,
yoksa bir dertler denizine karþý silaha sarýlýp son vermek mi onlara?
Ölmek, uyumak... Hepsi bu... ve bir uykuyla kalp acýsýna ve bedeni
bekleyen binlerce doðal darbeye son verdik diyebilmek." Saatler'i (The
Hours) kim Hamlet'in ünlü tiradý kadar güzel anlatabilir ki? Kaderin
oklarý bizi vurmadan önümüzdeki saatleri geçirmek zorundayýz. Ýster
hayatýn yeknesak boðuculuðuyla, isterse de sanatýn bile isteye
kapýldýðýmýz mitsel büyüsünün bize verdiði hazla veya küçük
mutluluklarla... Artýk Saatler romanýndan söz etmek istemiyorum.
Çünkü Cunningham'ýn romanýný daha önceden okumamýþ olsaydým,
yani filme geleceði gören bir 'falcý' veya bir çok bilmiþ gibi
gitmeseydim, Daldry'nin filminden daha fazla zevk alýrdým kuþkusuz.
Ama hafýzayý silmek çoðunlukla mümkün olmuyor, bildiklerimizin bize
bir yararý olmasa da. Bir filmde geçecek saatleri bile önceden bilmenin
filmden alacaðýmýz zevke verdiði hasarý düþünürsek, gerçek
hayatýmýzda þu anýn sonrasýndaki saatlerde neler olacaðýný bilmenin
dayanýlmaz sýkýntýsýný düþünün. AIDS hastalýðýna yakalanmýþ olan
Richard'ý intihara iten de o andan sonra olacaklarý bilmesiydi. Virginia
Woolf da anlamýný yitiren saatlerin kurbaný olmuþtu hiç kuþkusuz.
Hayatýmýzdan incelikle hesaplanmýþ saatleri çýkarabilseydik, yani
amansýz efendimiz zamanýn egemenliðinden kaçabilseydik mutlu
olabilir miydik acaba?
43Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Film mükemmel baþladý, Virginia Woolf'u canlandýrdýðýný bildiðimiz
aktrisin her ne kadar bize Woolf'u çaðrýþtýrmasa da, (komediler hariç
hiçbir dramatik filmde hiçbir gerekçeyle hiçbir aktrise takma bir burun
takýlmasýn, eðer ki Cyrano de Bergerac'ý canlandýrmak zorunda
deðilse) ceplerini doldurup kendini Ouse ýrmaðýnýn sularýna býrakmasý,
oradan Los Angeles'ta ev kadýný Laura Brown'ýn hayatýna ve New
York'ta editör Clasissa Vaughan'ýn hayatýna geçiþler çok iyi
hesaplanmýþtý. Belki biraz fazla matematikseldi ama iyi gidiyordu,
"nihayet mükemmel bir adaptasyon iþte" dedirtecek kadar iyi
gidiyordu. Ama eksik olan bir þeyler vardý gene de. Görüntüler
mükemmel, ýþýk olaðanüstü, birbirinden farklý üç zamanýn atmosferleri
çok iyi kurulmuþ. Virginia Woolf, "Hayýr, kadýn kahramanýmý
öldürmeyeceðim," dediði anda, moteldeki yataðýný basan sularýn
içinden birden sýçrayarak hayata dönen Bayan Brown sahnesi harika.
Tersyüz (Adaptation) filminden sonra bir kez daha baþarýyý yakalayan
Meryl Streep, filmin üç kadýn oyuncusunun bu filmde bize göre en iyisi.
Senaryo biraz þematik ama saat gibi týkýr týkýr çalýþýyor.
Belki de bir fazlalýk var. Evet, bir fazlalýk var. Asla takýlmamasý
gereken o burun bir fazlalýk. Ama o burun olmasaydý bile burada
yaratýlan karakter gene Virginia Woolf olamazdý. O olaðanüstü zekayý,
yüzyýlýn en parýltýlý yaratýcý kadýnýný, edebiyatta feminist düþüncenin
öncüsünü böyle zavallý bir karikatüre çevirmenin sorumlusu kim?
Romancý mý, senarist mi, yönetmen mi, oyuncu mu, kostümcü mü,
makyöz mü? Hepsi mi? Gerçek bir yýldýzlar geçidi olan bu filmde
çiçekçi Barbara'yý oynayan Eileen Atkins (1923 yýlýndaki V.W. için yaþý
geçmemiþ olsaydý) Virginia Woolf rolü için daha iyi bir seçim olurdu
bence. Ama Virginia Woolf'u böyle sevimsiz, esprisiz, ýþýltýsýz bir canlý
cenazeye çevirmek, kuþkusuz sadece Nicole Kidman'ýn suçu deðildi.
Bizce, burada bir yorum hatasý vardý. Zaman zaman 'normal'liðin
sýnýrlarýnýn ötesine geçen Virginia Woolf'un kafasýnda sýk sýk bir intihar
takýntýsý olduðunu biliyoruz. Ama arada bir gelen krizlere karþýn Mrs
Dalloway'i yazdýktan 18 yýl sonra intihar ediyor. Filmi dikkatle izleyen
bir seyirci bile ilk sahnede geçen 1941yazýsýný kaçýrdýysa ve belleðine
nakþetmediyse, Virginia Woolf'un filmin sonrasýnda anlatýlan 1923
yýlýnýn bir haziran gününde Mrs. Dalloway'i yazýp bitirdikten sonra
intihar ettiðini sanabilir. Virginia Woolf'un Mrs. Dalloway'i yazmaya
44Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
baþladýðý bir haziran günüyle kendini ayný yerde Ouse ýrmaðýnýn
çamurlu sularýna býraktýðý 1941 yýlýnýn 28 Mart günü arasýndaki yýllar,
günler ve saatler filmde hiç yok, izi bile yok, hiç yaþanmamýþ gibi. Bu
yýllarda yazdýðý tüm edebiyat dünyasýný sarsan sayýsýz makale,
deneme, eleþtiri, hikâyeler ve altý roman: çocukluðunun yaþama
sevincini anlatan Deniz Feneri, inanýlmaz derecede eðlenceli bir
fantezi olan Orlando, Dalgalar, Yýllar, Between The Acts (Oyun Arasý),
gene çok eðlenceli olan Elizabeth Barret'la Robert Browning'in aþkýný
bir köpeðin gözüyle anlattýðý Flush... Deðil o haziran gününün
sonrasýndaki yapýtlarý, o güne kadar yazdýklarýndan da eser iþaret yok.
Denilebilir ki, bu sadece bir günün hikâyesi. Ama tek bir günde bile
olsa Virginia Woolf'un bütün o yapýtlarýn yazarý olduðunun, renkli
kiþiliðinin ve parýltýlý zekasýnýn bir iþareti olmalýydý. Nicole Kidman'ýn
canlandýrdýðý kadýnýn bu romanlarý yazmasýna olanak yok. Filmdeki o,
öylesine bezgin, yorgun, zavallý ve kaprisli bir korkuluk ki, deðil yazma
enerjisini bulmasý, onu hayata döndürmek için bile tanrýsal bir mucize
gerek. Bir karakteri yaratýrken ayrýntýlara takýlmanýn, Virginia
Woolf'unkine benzediði farz edilen bir burun takmanýn veya el yazýsýný
sað elle taklit etmenin o karakterin ruhunu yansýtmakla bir ilgisi
olmadýðýnýn somut bir örneði bu film. Nicole Kidman'a aldýðý ve aday
olduðu nice ciddi ödül Virginia Woolf'u iyi canlandýrdýðý için deðil, bir
'yýldýz' olarak çirkinleþmeyi göze aldýðý için veriliyor. Ama boþuna
zahmet etmiþ çünkü Virginia Woolf, Nicole Kidman'ýn güzellik tipiyle
hiç ilgisi olmasa da kendi tarzýnda güzel ve fiziðiyle de etkileyici bir
kadýn. Onun fazlasýyla güzel ve çarpýcý bir kadýn olduðunu anlatan
kadýnlarýn yaný sýra birçok da erkek yazar var. (Bir Kidman düþmaný
olduðum sanýlsýn istemem, oyunculuðunu özellikle Eyes Wide Shut'da,
Moulin Rouge'da ve The Others'da çok beðendim, sadece herkes
haddini bilsin ve yýldýzýnýn buluþtuðu rollere talip olsun. Madalyonun
diðer yüzünde ise bebek yüzlü bir yýldýz olan Nicole Kidman'ýn kendi
sýnýrlarýný sürekli aþmaya çalýþmasý takdirle karþýlanabilir. Bu açýdan
bakarsak, Kidman depresif bir kadýný iyi oynuyor ama o kadýn Virginia
Woolf'un sadece bir yaný. Bölünmüþ kimliðinin tek bir tarafý.)
Hayatla, çevresindeki insanlarla, yazarlarla, þairlerle incelikle ve
ironiyle alay etmeyi seven oldukça sivri dilli ve esprili bir kadýn olduðu
bilinen, Bloomsbury çevresinde kendisini dinleyenleri büyüleyen
45Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Virginia Woolf, zaman zaman hastalýðýn etkisine girse bile -o
hastalýðýnýn yaratýcýlýðýný da ateþlediðinin farkýndadýr- hayattan sevinç
duyduðu anlar olduðunu da yazar. "Sanat açýsýndan bunlar (delilik
nöbetleri) son derece verimli... Ýnsan bereketleniyor." diye yazmýþtý
kendi hastalýðý için. Onun düþgücüyle deliliði arasýnda yaratýcý bir iliþki
olduðunu psikiyatristler de kabul eder. Oysa Nicole Kidman'ýn
canlandýrdýðý kadýnda bu tür bir deliliðin ve düþgücünün eseri yok,
onun yansýttýðý son derece edilgen bir depresyon vakasý. Virginia
Woolf'un kendisi ise güncesinde de sýk sýk belirttiði gibi hayatý çok
sevmekle, ölümü arzulamak arasýndaki iki zýt duygu arasýnda sürekli
gidip gelen bir ruh halinde yaþýyor. Bir yandan, "Yazmak bana iþkence
ettiði kadar hiç kimseye etmemiþtir." diye not düþerken defterine,
"Yürürken tümceler kuruyorum; otururken sahneler düzenliyorum;
sözün kýsasý bilip bileceðim en coþkulu sevinçler içindeyim."
cümlesinde ifade ettiði gibi, cennetle cehennemi ayný anda yaþýyor.
Virginia Woolf'un romanýnda varolan anlýk yaþama sevinçleri,
hazirandaki o 'an'da tüm keþmekeþiyle sevilen yaþamýn mutluluklarý
bu filmde hiç yok.
Bu bir roman uyarlamasý olduðu için peki bunlar romanda var mýydý,
sorusu akla gelebilir. Roman sözcüklerle kurulduðu için okuyana hayal
etme olanaðýný daha fazla sunar. Ve ben romaný okurken
Cunningham'ýn, Virginia Woolf'un romaný üstüne yeni bir roman inþa
etmesi fikrini sevmiþtim. Yazar yeni karakterlerle, romaný kendi ortamý
üzerinde yeniden kurmuþ, Virgina Woolf'u da ona olan hayranlýðý
nedeniyle romanýnýn içine bir karakter olarak oturtmuþtu. Virginia
Woolf'un kullandýðý bilinç akýþý tekniðiyle onun kafasýnýn içinden geçen
düþünceleri bize aktardýðý için, onun Virginia Woolf portresinde filmde
hissettiðim eksiklikleri algýlamamýþtým. Roman bize Mrs. Dalloway'i
yeniden anýmsatýyor ve ona tekrar dönme isteðini uyandýrýyordu. Ve
Saatler'i okuduktan sonra Mrs. Dalloway'i tekrar okumuþ ve ilk
okuduðumdan daha fazla sevmiþtim. Çünkü Mrs. Dalloway'in
karakterleri, Saatler'in karakterlerinden çok daha derin ve canlý
karakterlerdi. Mrs. Dalloway, Saatler'den çok daha fazla ironi ve mizah
içeriyordu. Bir film yazýsý içinde deðerlendirilemeyecek kadar çok
yönlü okumalara açýktý. Bir yandan hayatla, hayata, sisteme sýký sýkýya
baðlý karakterlerle dalga geçerken, kendi hayatýnýn sýnýrlarý içinde
46Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
bunalan Mrs Dalloway'in hayatta kalmasýnýn hikâyesini anlatýyordu.
Virginia Woolf, baþlangýçta kadýn kahramanýný öldürecekken, son
anda vazgeçip deliren Septimus'u intihar ettiriyordu. Mrs. Dalloway ve
Septimus, Virginia Woolf'un bölünmüþ kimliðinin iki yanýný temsil
ediyorlardý. Septimus þairdi, deliriyordu ve "hayat güzel ve sýcak"
olduðu halde intihar ediyordu. Septimus, Woolf'un alter egosuydu ve
Woolf onu öldürmekle kendi intihar özlemini bir yandan gerçekleþtirmiþ
bir yandan da bir süreliðine yoketmiþ oluyor ve kendini öldürmek
düþüncesiyle hayatta kalmanýn yani hayatla uzlaþmanýn
hesaplaþmasýný yapýyordu. Bu anlamda, ölümün gölgesindeki bir
roman olmakla birlikte umutlu bir romandý ve hayatý, Haziran gününü
ve Londra'yý sevmek üzerineydi ayný zamanda.
Virginia Woolf'un intiharýnda rol oynayan önemli bir unsurun da
Ýkinci Dünya Savaþý'nýn baþlangýcýnda yaþadýðý umutsuzluk olduðunu
unutmamak gerekirdi. Virginia Woolf hep savaþlardan nefret etti ve
savaþlarý erkek zihniyetinin bir ürünü olarak gördü. Mrs. Dalloway'de
intihar eden Septimus da savaþ tarafýndan ruhu ve aklý sakatlanmýþ bir
þairdi. "Erkekler, uluslarýn hareketleri hakkýnda içtenlikle ve tutkuyla
yazdýklarý için kendilerini kutlayabilirler; savaþýn ve tanrýyý aramanýn
gerçek edebiyatýn tek konusu olduðunu düþünebilirler;" diye düþünür
Woolf, Saatler romanýnda. Aslýnda onun Mrs. Dalloway'i yazarken bir
amacý da edebiyatýn konusunun savaþlar ve büyük zaferler deðil,
sýradan bir ev kadýnýnýn bir akþam yemeði hazýrlarken yaþadýðý
yenilgiler de olabileceðini vurgulamaktýr. Tam da önümüzde yeni bir
savaþýn bir anda ateþleyeceði kabus saatler varken, filmde (romanda
deðinilen) Woolf'un savaþ karþýtlýðýnýn es geçilmesi daha da göze
batýyor.
Saatler, Virginia Woolf'u yansýtmakta yetersiz kalsa bile seyirciye
varolmanýn dayanýlmaz aðýrlýðýný hissettiren, yaþamýn anlamý üzerine
düþündüren ve bunu kadýn kahramanlarýn sýradan hayatlarý üzerinden
gerçekleþtiren dikkat çekici ve etkileyici bir film. Yalnýz önemli bir
kusuru var: Virginia Woolf sýradan deðildi.
47Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Piyanist: Bir 'Ýnsanlýk' Durumu ya da Sanatýn Kutsanmasý
Roman Polanski'nin son filmi Piyanist, defalarca, üstelik en
etkileyici biçimlerde onlarca (yüzlerce) filme konu olmuþ olan Nazilerin
Yahudilere uyguladýðý soykýrýmý anlatýrken klasik biçemine karþýn yeni
bir þeyler söyleyebilen ve gene tüylerimizi diken diken edip bizi
etkileyen bir film olmayý baþarmýþ. Büyük sözlerin ardýnda
gizlenmeden, olaðanüstü görüntüler eþliðinde Varþova'da Alman
iþgalinde bir adamýn, yetenekli bir piyanistin hayatta kalma
mücadelesini anlatarak savaþýn belki de en çarpýcý gerçeðini bize
aktarýyor. Hayatta kalmak uðruna onurumuzdan, ailemizden,
insanlýðýmýzdan, bizi biz yapan her þeyden vazgeçip, hayvani
içgüdülerimizle ayakta kalmaya çalýþacaðýmýz gerçeðiyle yüzleþtiriyor
bizi. Savaþlarýn gözüpek kahramanlardan çok, gücü eline geçiren
gözü dönmüþ acýmasýz katillerle onlardan kaçýp saklanmaya çalýþan
'korkaklar' (korkmanýn insanýn en tabii hissi olduðunu) yarattýðýný
anýmsatýyor. Elbette, iþgale karþý direnen cesur insanlarýn çabalarýný
küçümsemiyor ama onlarý 'kahraman'laþtýrma eðilimi de yok. Hepsi
insani özellikleriyle, en doðal halleriyle yer alýyorlar bu filmde.
Direniþçiler de korkuyor, hatta aralarýna sýzmýþ çýkar saðlayan,
baþkalarýnýn kötü durumundan para kazanan küçük dolandýrýcýlar da
var.
Savaþa, soykýrýma karþý yapýlabilecek en 'bireysel' filmi yapmýþ
Polanski. Baþtan itibaren bizi Adrien Brody'nin olaðanüstü bir baþarý
ve duyarlýlýkla canlandýrdýðý piyanist Vladyslaw Szpilman'ýn dünyasýna
sokuyor. Onun gözleriyle görüyoruz her þeyi, ilk sahneden baþlayarak.
Varþova radyosunda Chopin'in nocturne'ünü çalarken, radyoevi
bombalanýyor, teknisyen kayýt odasýný terk ediyor, kayýtýn sona erdiði
iþaret ediliyor ama Szpilman hala çalmaya devam ediyor. Çünkü müzik
her þeyden daha önemli onun için, onun gözüyle bizim için de. Bu
48
hesaplaþma filmin baþýndan sonuna devam ediyor. Biz seyirci olarak
Varþova'da binlerce Yahudi'nin yok ediliþine tanýklýk ederken,
Piyanist'in sað kalmasý için dua ediyoruz. Yahudi polis, Szpilman'ý
trene binmekten kurtarýrken, trene binen ailesinin peþinden
gitmemesini, onlar Treblinka cehenneminde gaz odalarýnda can
verseler bile bizim piyanistimizin sað kalmasýný istiyoruz.
Çok yakýnda izlediðimiz Istvan Szabo'nun Taraf Tutmak'ýnda olduðu
gibi bu filmde de Polanski sanatçýnýn ayrýcalýklý bir yeri olmasý
gerektiðini hissettiriyor. Bu ayrýcalýk kimilerine ters gelebilir ama biz
piyanistin tuþlarda mucizeler yaratan ellerinin tuðla taþýyarak
incinmesini istemiyoruz. Szpilman'ýn ailesi, Naziler 1939 yýlýnda
Varþova'ya girdiklerinde henüz baþlarýna gelecek felaketlerden
habersiz tedirgin bekliyorlar. Bütün Yahudiler etrafý duvarlarla örülü
Ghetto'ya taþýnmak zorunda býrakýldýklarýnda da tam olarak
olacaklardan habersizdirler. Bu kadar büyük bir katliamý kimin
havsalasý alabilir ki? Yalnýz Varþova'da 1939-44 arasý yok edilen
Yahudilerin sayýsý beþyüzbin. Irkçýlýðýn dehþet verici sonuçlarýný
hatýrlatmak gerekiyor. Hele yeni bir savaþýn eþiðinde, bu filmde
gördüðümüz manzaralar tekrarlanmasýn diye özellikle daha bir önem
kazanýyor bu.
49Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Szpilman'ýn gerçek hayat hikayesini anlatan biyografik kitabýna
dayanan Piyanist, karþýt kamplardaki kiþileri "iyi" ve "kötü" diye
sýnýflandýrmayan 'nesnel' bakýþ açýsýyla felaketleri melodrama
dönüþtürmeyen son derece etkileyici ve usta iþi bir film. Polanski'nin
kamerasý gerçekleri, mekânlarý, olanlarý nesnel bir biçimde yansýtýyor
ama piyanistin bireysel ruh halini bize öylesine baþarýyla aktarýyor ki,
ayný zamanda onun gözüyle görüyoruz her þeyi. Polanski, Oscar Ödül
Töreni'ne katýlmasýna engel olan, Amerika'da hakkýnda verilen
tutuklama kararýna karþý bir tür savunmayý da satýr altýnda hissettiriyor.
Nasýl ki, Szpilman'ýn hayatta kalmasý bu filmde her þeyden daha
önemliyse, Roman Polanski'nin Amerika'ya özgürce gidebilmesi de bir
o kadar önemli.
Aslýnda film bir noktadan sonra, Darwin'in doðal ayýklanma
kuralýnda olduðu gibi koþullara uyum gösterebilenlerin yaþayabildiði
doðanýn tüm zorlu kurallarýnýn geçerli olduðu bir hayatta kalma
savaþýný anlatýyor. Piyanist'in koþullara uyum saðlayýp hayatta
kalmasýný saðlayan da birkaç kiþinin yardýmýnýn ve þansýn yaný sýra,
piyanistin tüm film boyunca olaylara seyirci kalmasý. O bir seyirci,
filmin baþýndan itibaren olaylarý bir pencerenin ardýndan izliyor.
Chopin'in nocturne'ünü çalarken kayýt odasýnda patlamanýn þiddetiyle
sarsýlýp savrulana kadar çalmaya devam ettiði sahnede teknik odada
olanlarý pencereden izlediði gibi tüm film boyunca pencereler önemli
bir simge görevi görüyorlar. Ailesiyle oturduðu apartmana giren
Almanlarýn, tekerlekli sandalyesindeki adamý pencereden fýrlatmalarýný
bastýramadýklarý bir acýyla seyrettikleri sahneden sonra, Piyanist filmin
sonuna kadar çeþitli pencerelerin ardýndan bazen bir perdenin
kenarýndan dýþarýda olanlarý izliyor. Giderek bu vahþet görüntülerine
alýþarak, baþlangýçta gösterdiði direnme arzusunu bile kaybederek,
sadece hayatta kalma güdüsüyle seyrediyor. Ona yardým eden
Polonyalý Janina, saklandýðý eve gelip daha önce pencereden
seyrettiði Polonyalý direniþçilerin Almanlar tarafýndan püskürtülen
direniþinin ne müthiþ bir þey olduðunu söylediðinde, "peki, ne anlamý
var?" diyebilecek kadar edilgenliðe düþüyor. Bu film, tek baþýna
hayatta kalma güdüsünün insanýn nasýl tüm insani deðerlerini eritip
onu salt yaþama güdüsüyle hareket eden bir 'maymun'a belki de
50Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
evriminin en baþýndaki 'insan'a dönüþtürebileceðinin hikâyesi. Ve
Hitchcock'un Arka Pencere'sinin tersine, seyirciliðin artýk dýþarýya
(hayata) hiç müdahalede bulunmadan yapýldýðý noktaya varýldýðýnýn
da bir iþareti.
Kaldýðý apartman da bombalanýnca bir süre terk edilmiþ hastanede
gizlenen, bulduðu her çöpü yiyen ve her pis suyu içen Szpilman, son
saklandýðý yerde bir konserve kutusunu açmaya çalýþýrken, þýk,
bakýmlý ve yakýþýklý bir Alman subayýna yakalanýr. Alman subayýnýn
parlak görüntüsüyle yýrtýk pýrtýk pis çullar içindeki Szpilman'ýn içler
acýsý görüntüsü tam bir zýtlýk oluþturur. Alman subay ona mesleðini
sorduðunda, Szpilman bir suskunluktan sonra adeta kekeleyerek,
"Piyanistim" der. 'Piyanist olmak', onun içinde bulunduðu durumla tam
bir tezattýr. Avrupa imgesinde insaný en çok yücelten tanrýsal bir özellik
atfedilen müzikle, aç bir hayvana benzeyen Szpilman'ýn 'piyanistliði'
baðdaþmasý mümkün olmayan dokunaklý bir zýtlýðý ifade ediyor. Alman
yüzbaþýnýn isteðiyle önce tereddütle neredeyse üç-dört yýldýr
dokunmadýðý (gene inanýlmaz güzellikte bir sahnede hiç ses
çýkarmadan kalmasý gerektiði apartman dairesindeki piyanoya ellerini
deðdirmeden, tuþlarýn üzerinde havada parmaklarýný gezdirdiði)
piyanonun bu kez tuþlarýna basarak önce tekleyerek ve giderek daha
güvenle çalmaya baþlamasý ve Alman subayýn, onu huþuyla dinlemesi
bence bugüne kadar izlediðim en duygulu sahnelerden birisi.
Polanski'nin bu filmde duygusallýktan özellikle kaçýndýðýnýn hep altý
çiziliyor ve bu kaçýnma, olayýn sulu sepken duygusallýða hiç ödün
vermeden anlatýlmasý, özellikle bu sahnede duygusal bir doruk noktasý
yaratýyor.
Bu sahnenin sinema tarihinin en unutulmaz sahnelerinden biri
olarak beynimizde yer edeceðine hiç kuþkum yok. Burada müziðin
yüceltilmesine tanýk oluyoruz. Müzik bir kez daha hayat kurtarýyor.
Szpilman, piyanoyu o denli güzel ve etkileyici çalmasý sayesinde
hayatta kalmayý baþarýyor. Romantik müzik, bir Yahudi ile bir Alman'ý
birleþtiriyor, aralarýnda bir anlayýþ, bir dayanýþma oluþmasýný saðlýyor.
Milan Kundera 'Ölümsüzlük' adlý romanýnda, müziðin Avrupa'yý
birleþtiren en önemli unsur olduðunu keskin bir hiciv ve alayla anlatýr.
Ona göre, 'Müzik: ruhu þiþiren bir pompa'dýr. "Birbirlerini boðazlayan
uluslar Chopin'in Cenaze Marþý'ný ya da Beethoven'ýn Eroica
51Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Senfonisi'ni dinlediklerinde kardeþçe bir heyecanla dolup taþarlar." Bu
sahnede Kundera'nýn önermesi, Chopin'in 1 Numaralý sol minör
Ballad'ýyla gerçekleþiyor. Polanski filmin bütününde de müziðin Avrupa
için ifade ettiði tanrýsal gizemin güzelliðini olduðu kadar sahteliðini de
düþündürüyor. Klasik müziðin en büyük dehalarýný çýkarmakla övünen,
müzikten spora, mimarlýktan resme en büyük uygarlýðý yaratmak için
'üstün insan'ý üretmek üzere kollarý sývayan Naziler, iþ ýrkçýlýða gelince
binlerce yetenekli Yahudi'yi, 'üstün insan'ý yok ettiler ve kurbanlarýnýn
sesleri duyulmasýn diye birçoklarýný gene klasik müzikle son
yolculuklarýna yolladýlar. Diðer yandan konser salonlarýný doldurup
klasik müzikle huþua ermekten geri kalmadýlar.
Polanski, bir yandan savaþýn acýmasýzlýðý sonucu, insanlýðýn
düþtüðü en aþaðýlayýcý durumu gözler önüne sererken, müziði ve
tümüyle sanatý yüceltmekten sakýnmýyor. Çünkü bu savaþlara,
acýmasýzlýða, ýrkçýlýða karþý baþka sýðýnacak bir maðaramýz yok. Tüm
yaþananlardan geriye kalan sadece notalar, filmler, kitaplar,
resimlerdir; umarýz öyledir.
Shelley'in söylediði gibi, 'Sen ey kadir, benim eserlerime bak da
kederlen!'
52Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Geçmiþi Olmayan Adam
Aki Kaurismaki'nin Geçmiþi Olmayan Adam (Miles Vailla
Menneisyyta-The Man Without a Past) adlý filmi, Cannes Film
Fastivali'nde Jüri Büyük Ödülü'nü, Hamburg Film Festivali'nde
Douglas Sirk Ödülü'nü ve Huesca Film Festivali'nde Luis Bunuel
Ödülü'nü kazandý. 1983'de ilk kez Dostoyevski'den uyarladýðý Suç ve
Ceza filminden bu yana beri çeþitli filmlere yönetmen olarak imzasýný
atan Kaurismaki, filmlerindeki yalýn anlatýmý ve ustalýkla ortaya
koyduðu kara mizahla dikkati çekti. Geçmiþi Olmayan Adam'da
yarattýðý renkli karakterler, küçük insanlar Renoir'ýn ve Rene Clair'in
filmlerindekine benzetildi. Minimal anlatýmý ise Bresson'ýnkiyle
karþýlaþtýrýldý. Bir baþka açýdan hafýza kaybý konusunu ele alýþ biçimi
de,daha önce bu konuda yapýlan Hollywood filmlerinin bir ters okumasý
olarak görülebilir. Ýkinci filmi de Shakespeare'in Hamlet'inden
uyarladýðý Hamlet Goes Business (1987) adlý bir tür parodiydi.
Puccini'nin "La Boheme" operasýndan uyarladýðý Bohemian Life da
onun edebiyat, müzik ve sinema arasýndaki iliþkiye ne kadar önem
verdiðinin bir göstergesi. Kaurismaki müziðin filmlerinde özel bir yeri
olduðunu 1989'da çektiði bir rock grubu üzerine çektiði Leningrad
Kovboylarý Amerika'ya Gidiyor adlý filmiyle olduðu kadar tüm
filmlerinde de gösterir. Müzik, Geçmiþi Olmayan Adam'da insanlarý
birleþtiren, sevgi ve dayanýþma duygusu yaratan temel unsur olarak
yer alýr. Hatta müziðe deðer vermeyen katý insanlara karþý yoksullarý
koruyan bir sevgi çemberi oluþturur müzik.
Kaurismaki, "Tutunamayanlar" adýný verdiði üçlemesinin ilk filmi
Drifting Clouds'da (1996) iþsiz kalan bir çiftin hayatta kalma
mücadelesini anlatýr. Üçlemenin ikinci filmi olan Geçmiþi Olmayan
Adam, bir saldýrý sonucu beyin sarsýntýsý geçiren ve geçmiþini tümüyle
unutan bir adamýn hikayesini anlatýyor. Adam adsýz, geçmiþsiz ve beþ
parasýz yeni bir hayata baþlamak zorunda kalýyor. Etrafýndaki hiçbir
53
þey ona tanýdýk deðildir. Bu kentte mi oturduðunu, oradan tesadüfen
mi geçtiðini, o sokakta ne aradýðýný hiçbir þeyi bilmez. Polis onun
geçmiþini hatýrlamadýðýna inanmaz. O, onlarýn gözünde karanlýk
suçlarýný gizlemeye çalýþan þüpheli bir þahýstýr. Ona yardým edenler
yoksul insanlar olur. Bir Avrupa ülkesi olan Finlandiya'da bu derece bir
sefaletin varlýðý seyirciyi þaþýrtýyor. Yemek ve giyecek yardýmlarýndan
faydalanan bu insanlar bir tabak yemeklerini hiç tanýmadýklarý bir
adamla paylaþýyor ve ona kalmasý için bir baraka buluyor, barakasýna
kaçak elektrik baðlýyorlar. Adam bu yeni hayatýnda her þeye baþtan
baþlýyor ve zamanla yeri geldikçe bazý becerileri olduðunu keþfediyor.
Hatta bir müzik grubu kurup yoksullar için haftalýk dinletiler
düzenlenmesine öncülük ediyor. Giyecek yardýmý için gittiði kurumda
karþýlaþtýðý Irma ile aralarýnda duygusal bir iletiþim doðuyor. Adam,
kendine kurduðu bu minimal yaþamda mutlu olmaya baþlýyor.
Dostluðu, aþký keþfediyor. Geçmiþini, adýný aramaktan vazgeçiyor,
yeni kimliðini benimsiyor. Günün birinde beklenmedik bir anda, geçmiþ
hayatýndan bir haber alýp oraya dönmek zorunda kalýncaya kadar.
Geçmiþi Olmayan Adam oldukça karanlýk ve puslu görüntüler
eþliðinde aydýnlýk ve umut verici bir hikayeyi anlatýyor. En kötü ve
umutsuz görünen bir durumda bile hayata yeniden baþlanabileceðini
söylüyor. Hatta bu yeniden baþlangýçlarý öneriyor. Avrupa uygarlýðýnýn
üstüne kurulduðu her þeyin, deðer sisteminin, devlet bürokrasisinin
saçmalýðýný gözler önüne sererek parasýz, isimsiz ve geçmiþsiz olarak
sýfýrdan baþlamanýn herkes için daha iyi olabileceðini ima ediyor.
Hollywood filmlerinden nefret ettiði için film yaptýðýný söyleyen
Kaurismaki, çok ince bir mizah anlayýþý ve zekice bir ironisi olan
filmiyle bizi hayatýmýzý üstüne kurduðumuzu düþündüðümüz, aslýnda
küçük bir sarsýntýyla bir anda yok olabilecek her þeyin anlamýný ve
gerçek insani deðerleri yeni baþtan düþünmeye çaðýrýyor.
54Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Sessiz Amerikalý�ya Sessiz Kalmak...
Phillip Noyce'un Sessiz Amerikalý (The Quiet American) adlý filmi
yaz rehavetinin de etkisiyle olacak sessizce gösterime girdi ve
sessizce karþýlandý. Ýki hafta gecikmeyle gösterildiði Ýzmir'in Sema
Sinemasý'nda boþ bir salonda tek baþýma sessizce izledim filmi. Oysa
ne film sessizdi, ne de Amerikalýsý. Ünlü yazar Graham Greene'in
ironisi filmin de iliklerine iþlemiþti. Sessiz Amerikalý, 1952 yýlýnda
Vietnam'da komünizmle savaþan Fransýzlarýn 'hür dünya'yý korumakta
yetersiz kalacaðýný hisseden Amerikalýlarýn hem 'hür dünya'yý, hem de
Vietnamlýlarý 'korumak' için yaptýklarý sessiz ve derinden giriþimleri tüm
açýklýðýyla anlatýyor. Bu filmi izleyince daha sonraki yýllarda
gerçekleþen ve yýllar süren Vietnam Savaþý'na Amerikalýlarýn yýllarca
neden sessiz kaldýðýný da daha iyi anlýyor insan, Amerikan mantýðý
denebilecek bir zihniyeti de. 11 Eylül 2001'den önce çekildiði halde
Amerikalýlarýn halet-i ruhiyesine ters düþeceði kaygýsýyla gösterimi
geciktirilen bu film, Amerikalýlarýn kendilerine 'düþman' yaratmakta
uyguladýklarý yöntemleri deðiþtirmediklerini de incelikle vurguluyor.
Graham Greene'in ülke ve kýz arasýnda kurduðu benzetme çok
çarpýcý bir metafor yaratýyor. Sessiz Amerikalý Alden Pyle, Vietnamlý
kýzý korumakla Vietnam'ý korumak arasýnda fark görmüyor. Þimdiye
kadar ne çektiysek kýzý (ülkeyi) kurtarmak için kahramanlýða soyunan
kurtarýcýlardan çektiðimiz için bu tema bize yabancý deðil. Biz bu filmi
daha önce görmüþtük diyebiliriz. Asýl enteresan olan bizim uzun yýllar
sonra göreceðimiz gerçekleri, Graham Greene'in elli yýl önce görmüþ
olmasý. 1955'de yazdýðý roman, henüz Amerika'nýn Vietnam'da fazla
bir varlýðý hissedilmediði bir zamanda yazýldýðý için bir tür 'kehanet'
veya uzak görüþlülük olarak da algýlanabilir.
Graham Greene'in romanlarý ve senaryolarý kýrktan fazla filme konu
oldu. Bunlarýn arasýnda Üçüncü Adam/ The Third Man (Carol Reed-
1949) gibi kara filmin baþyapýtlarý da var, Neil Jordan'ýn End of The
55
Affair gibi derinlikli aþk filmleri de. Greene daha çok gerilimi güçlü
politik romanlarýyla tanýnýyor. Gerilim ve macerayý, felsefe ve
politikayla birlikte harmanlayýp Ýngilizlere has, 'cool' ve sinik bir bakýþ
açýsýyla trajik durumdan ironi yoluyla kara mizah oluþturmakta üstüne
yok. Sessiz Amerikalý daha önce Joseph L. Mankiewicz tarafýndan
1958'de filme alýnmýþ. Bu film hakkýnda pek olumlu bir izlenim
kaydedilmemiþ. Hatta Greene'in, Amerika'ya karþý eleþtirilerini terse
çevirip gerçek bir Amerikalý kahraman yarattýðý biliniyor.
Phillip Noyce'un filmi atmosfer yaratmakta ve karakterlerini
iþlemekte çok baþarýlý. Wong Kar Wai'nin unutulmaz baþyapýtý In the
Mood for Love'ýn görüntü yönetmeni Christopher Doyle'un, gizemli ve
karýþýk Saygon'da yaratýlan hüzünlü kara film atmosferinde büyük payý
var kuþkusuz. Michael Caine tam kendisine uygun ve Greene'in
benzeri Ýngiliz gazeteci Thomas Fowler'da olaðanüstü bir performans
sergiliyor. Pyle'da Brendan Fraser týbbi yardým için gelmiþ temiz ve saf
Amerikan delikanlýsýymýþ gibi görünmekte baþarýlý ama Pyle'ýn
karanlýk yanýnýn ipuçlarýný vermekte yetersiz kalýyor. Ýki karþýt
karaktere dayanan dramatik çatýþmada, Michael Caine'in aðýrlýðý
karþýsýnda biraz hafif kaldýðý söylenebilir. Ýki adam arasýnda kalmýþ
56Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Phuong'da Do Thi Hai, aþk üçgenindeki geleneksel edilgin, duygularýný
belli etmeyen Doðulu kadýný gereðince canlandýrýyor. Anh Hung
Tran'ýn Uzakdoðu Filmleri Festivali'nde gösterilen The Vertical Ray of
the Sun (2000) adlý þiirsel filminde izlediðim bu oyuncu, bu rol için iyi
bir seçim. Sessiz Amerikalý, günümüzün gerçeklerini anlamakta
önemli þeyler söyleyen bir film. Özellikle A.B.D'nin elli yýldýr 'Kýz'ý,
'ülke'yi ve 'dünya'yý kurtarmak için ayný taktikleri uygulamasý ve kendi
kamuoyunu buna hala inandýrýyor olmasý gibi ilginç bir gerçekliði
insana hatýrlatýyor. Filmin önemli temalarýndan biri de, hiç kimsenin
dünyada olan bitenlere kayýtsýz ve tarafsýz kalamayacaðý ve bir þekilde
tarafýný seçmek zorunda kalmasý. Kayýtsýzlýðýn ve sahte tarafsýzlýðýn
geçerli olduðu bir dünyada, politik doðruluðu dert edinen bir film Sessiz
Amerikalý, üstelik bunu slogancýlýða kaçmadan politikayý konunun içine
yedirerek sessiz ve derinden yapýyor.
57Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Ozon�un Havuz Problemi
Uyarý: Bu yazý filmin sonuyla ilgili geliþmeleri ele vermektedir.
François Ozon son filmi Havuz'la (Swimming Pool) bir kez daha
insan ruhunun karanlýk sularýnda yüzüyor. Birkaç katmanda
izlenebilecek ve çözümlenebilecek bir film Havuz. Filmde havuz hem
kirli hem temiz, hem sýnýrlý hem de tehlikeli bir mekan olarak görünür.
Bir anlamda varoluþun çeþitli yüzleri havuzda yansýmasýný bulur. Ozon
havuz baðlamýnda kendinden önce yapýlan havuz merkezli filmlere
(Sunset Bulvarý, The Swimmer, La Piscine) selam gönderir gibidir.
Daha filmin baþýnda üstü kapatýlmýþ olan havuzun üstündeki örtü
aralandýðýnda orada bir cesedin gizlendiði vehmine kapýlýrýz. Filmin
sonuna doðru örtü gene Sarah Morton (Charlotte Rampling) tarafýndan
açýldýðýnda suyun yüzünde beklenen cesedin yerinde kýrmýzý bir deniz
yataðý yüzmektedir. Bu François Ozon'un yaptýðý bir þaka gibidir.
Filmin tümünde de Ozon'un mizahi, hýnzýrca muzip bakýþý kendini
hissettirir. Ozon iki ayrý filmi ayný anda çekmiþ gibidir. Havuz hem
klasik bir gerilim filmi, hem de türle, sinemanýn kliþeleriyle, hatta
hayatýn kendisiyle dalga geçen bir tür parodi gibi okunabilir. Ayný
zamanda yönetmenin karakterlerle istediði gibi oynadýðý, onlarýn
gerçeðini ortaya çýkarttýðý veya onlarý ters yüz ettiði bir karakter filmi
olarak psikolojik derinliklere dalar.
Filmde gerçekle fantezinin arasýndaki sýnýrýn belirsizliði, filme
gizemli olduðu kadar çözülmesi eðlenceli bir 'oyun' özelliði kazandýrýr.
Gerçeðin nerede bir kenara býrakýlýp romancýnýn imgelemini izlemeye
baþladýðýmýz konusunda çeþitli yorumlar yapýlabilir. Belki de filmde
yaþananlar kurmacanýn içindeki bir kurmacadýr. Oyun içindeki oyun
tekniðini Ozon film içindeki roman olarak zekice ve ustalýkla kullanýr.
Sarah'yý Güney Fransa'daki evinde dinlenip roman yazmasý için
gönderen ve aralarýnda küllenmiþ bir iliþki olduðu hissedilen yayýncý
58
John Boasman'ýn (Charles Dance) kýzý Julie (Ludivine Sagnier)
tümüyle Sarah'nýn hayal ürünü olabilir. Ozon'un Sekiz Kadýn'ýnda
olduðu gibi, Havuz'daki cinayet de bir mizansen gibidir. Kendini ona
dayatarak kabul ettiren kahramanýnýn, yazarýna oynadýðý bir oyundur.
Julie, Sarah'nýn kendisiyle ilgili yazdýðý romaný gizlice okuduktan sonra
bunu planlamýþ gibidir. Sarah ona adamý neden öldürdüðünü
sorduðunda, Julie, "Senin için yaptým" der. "Romanýn için". Sarah'nýn
istediði içinde kan, ölüm ve seksin olduðu bir roman yazmaktýr. Julie
de ona istediðini verir. Hatta istemediðini de verir ve aralarýnda
kaçýnýlmaz biçimde geliþen duygusal çekimin sonucunda Sarah
yayýncýsýnýn, "Bu senin tarzýn deðil" dediði, kendisinden
beklenmeyecek duygu yoðunluðunda bir roman yazar.
Sarah Fransa'daki eve soðuk, katý bir 'Ýngiliz cadýsý' olarak
yerleþtikten sonra romanýný yazmak için ortamý hazýrlar. Bir geceyarýsý
eve yayýncýnýn kýzý olan seks düþkünü, gürültücü Julie'nin gelmesiyle
rahatý kaçar. Birbirine zýt bu iki karakterin zamanla birbirine
dönüþmesini izleriz. Yýllardýr yaþadýðý rutinden ve sýnýrlý hayattan
çýkarak, yabancý bir ülkeye, üstelik duygularý ve tutkularý daha dolu
dizgin yaþayan bir iklime gelmesi, Sarah'nýn dýþ uyarýmlara karþý daha
açýk olmasýný saðlar. Güney Fransa'nýn, doðanýn, Akdeniz güneþinin,
59Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
ancak temizlendikten sonra girip yüzmeye baþladýðý havuzun esin
verici etkisiyle Ýngiltere'de týkanmýþ olan yaratýcýlýðý harekete geçer.
Sarah'nýn sert dýþ kabuðunun altýnda farklý bir kiþiliði gizlediðinin
ipuçlarý filmin daha ilk sahnesinde verilmiþtir. Metroda Sarah'nýn
romanýný okuyan kadýnýn, ona "Ben sizi tanýyorum, siz Sarah
Morton'sunuz" demesi üzerine Sarah, "Ben sizin sandýðýnýz kiþi
deðilim" der. Film boyunca da onun göründüðü kiþi olmadýðýný görür ve
içinde gizlediði kimliðin yavaþ yavaþ ortaya çýkma sürecini izleriz. Bu
baðlamda Julie, onun bastýrdýðý alter egosudur.
Yayýncýnýn villasýna gidip kalmasýný teklif ettiði sahnede, Sarah ona,
"Sen de gelecek misin?" diye sorar. Adam gelemeyeceðini, kýzýyla
ilgilenmesi gerektiðini söyler. Bu yanýt, Sarah'nýn, kendine rakip
gördüðü kýzý hayalinde yaratma ve onu cezalandýrma sürecini
baþlatan dürtü olabilir. Daha sonra yarattýðý bu karakter onun zihnini
iþgal ederek kendisini daha iyi tanýmasý için zorlamaya baþlar.
Sarah'nýn kendi içine gömdüðü gençliði ve diþiliði Julie karakteriyle
birlikte yavaþ yavaþ serpilmeye baþlar. Sýk sýk gittiði restoranda ilgisini
çeken garson Franck'ýn (Jean-Marie Lamour) Lacoste'da Marquis de
Sade'ýn þatosunun olduðunu söylemesiyle romana þiddet boyutunu
ekler. Aslýnda tüm film, bir romanýn yaratýlma sürecinin hikayesidir.
60Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Gördüðü her insan veya obje, romancýnýn hayal gücünü tetikler ve yeni
bir kurguya neden olur. Romanýn yaratýlmasý, ayný zamanda Sarah
Morton'un deðiþimini gerçekleþtirir ve onun hayata bakýþýný deðiþtirir.
Filmin finalinde yayýncýnýn bürosunda gördüðü Julia, yayýncýnýn gerçek
hayattaki kýzýdýr. Ona gülümseyerek bakar Sarah ve film hayalinde
havuzda yüzen Julie'ye Fransa'daki villanýn balkonundan el sallamasý
ile son bulur. Havuzun baþýndan beri Sarah'nýn zihnini temsil ettiðini
burada açýklýkla anlarýz. Baþlangýçta kirli ve durgun bir bataklýk olan
zihni ön yargýlarýndan kurtuldukça arýnmýþ, parlamýþ ve yaratýcýlýðýn
yolu özgürlükle birlikte açýlmýþtýr.
Havuz, bir yazarýn kendini hapsettiði kimliði, yaratma sürecinde
deðiþtirmesinin hikayesidir.Yazdýðý romanla birlikte yeniden þekillenen
yepyeni bir kimliðe bürünür. Bu yaratma sürecini diðer kiþiler ne kadar
dürtükler, ne kadar etkiler? Julie'yi eve gelen bir yabancý olarak
düþünürsek, Sarah'nýn ilk tepkisi onu reddetmektir. Ama yavaþ yavaþ
onun vadettiði zevk unsurlarýnýn, öncelikle kendi saðlýklý beslenme
ürünlerinden farklý olan buzdolabýndaki yiyeceklerin, içkilerin
cazibesine kapýlmaya baþlar. Bazý küçük simgesel objeler (havuz
kenarýnda bulduðu külot gibi) Julie'nin hayatýný yazmaya yöneltir onu.
Bilgisayarýnda yazdýðý romaný býrakarak yeni bir dosya açar: Julie.
Daha önce uzak durduðu kýza bir roman malzemesi olarak
yaklaþmaya baþlar. Onu tanýdýkça aralarýnda bazý yönleriyle anne-kýz,
bazý yönleriyle bir tutku öðesi taþýyan gizemli bir iliþki oluþmaya baþlar.
Kýz onun daha önceki hijyenik, hayata uzak duran soðuk tavrýný
deðiþtirmesine neden olur. Julie, ona, "Suç romanlarý yazýyorsun ama
senin hiçbir þeyden haberin yok" der, "Sen yaþamadýðýn þeyleri
yazýyorsun". Ýngilizlerin geleneksel steril tavýrlarýný, bir kültür ve
karakter karþýtlýðý-çatýþmasý yaratmaya elveriþli bulan yönetmen,
filminin kahramaný olarak bir Ýngiliz kadýn romancýsýný özellikle
seçmiþtir.
Sarah genelde uzak durduðu insanlardan romaný için yararlanmaya
karar verdiðinde, onlarýn sýrlarýný öðrenmek için her tür yola -gizlice
odalarýný, özel eþyalarýný karýþtýrmak, günlüklerini okumak ve
sahtekarca ilgi göstermek gibi- baþvurmayý mubah görür. Bu anlamda
yazar diðer insanlarýn kanýný emen bir vampir gibidir. Eser yaratmak
için diðer insanlarýn hayatýna tecavüz etmekten çekinmez. Julie'ye ilk
61Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
ilgi ve sevgi göstermeye baþladýðýnda samimi deðildir. Daha sonra
Julie'nin yaralý, korunmaya muhtaç kimliði ortaya çýktýðýnda
aralarýndaki iliþki ve güç dengesi de deðiþir. Yazar, giderek kýza
baðlanýr. Onun kendisi (kitabý) için iþlediði cinayetten sonra cesedi
gömme ve suç delillerini yok etme eylemlerinde inisiyatifi eline alýr ve
kahramanýna olan borcunu suç ortaklýðý yaparak öder. Julie de ona
olan borcunu ona simgesel olarak bir roman armaðan ederek öder.
Ozon'un film tasarý halindeyken Julie'nin rolünü bir erkek olarak
tasarladýðýný, sonradan kadýnlar arasý iliþkiyi irdelemeyi daha ilginç
bulduðunu öðreniyoruz. Kumun Altýnda'nýn (Sous Le Sable) yazýmýnda
da birlikte çalýþtýðý Emmanuel Bernheim'ýn senaryoya katkýsýnýn
önemli ve filmin kadýn bakýþýnda etkili olduðunda hiç kuþku yok. Film,
yüzyýllarýn kültürel baskýsý altýnda hapsedilen kadýn kimliðinin gizli ve
bilinçaltýnda kalmýþ yönlerini ortaya çýkarmasýyla 'kadýn filmi'
özelliklerini gösteriyor ve feminist okumalara açýk. Bu yönüyle
Emmanuel Bernheim'ýn senaryosunu (kendi romanýndan) yazdýðý
Claire Denis'in Cuma Akþamý (Vendredi Soir) filmiyle benzerlik taþýyor.
François Ozon, bildik bir konuyu farklý açýlýmlarla iþleyerek ve pek
çok kez sinemada kullanýlmýþ olan erkeksi, soðuk kadýn polisiye yazarý
- seksi, saldýrgan kýz karakterlerini ters yüz eden ve yüzeyin altýnda
görünmeyeni ortaya çýkartan bakýþýyla auteur bir yönetmen tavrý
gösteriyor. Her filminde ayný gözde temalarýný gereksiz tekrarlara
düþmeden, farklý açýlýmlarla önümüze getiriyor. Gene Charlotte
Rampling'in baþrolünde oynadýðý Kumun Altýnda'daki orta yaþlý kadýn
da gerçekleri kabul etmeye yanaþmayan, hayal dünyasýnda yaþamayý
yeðleyen bir kadýndýr. Kumun Altýnda'da yaratýlan hayal dünyasý
kahramanýný deliliðe sürüklerken, Havuz'daki hayal dünyasý
yaratýcýlýða yol açar. Ozon bu iki filminde hayalin ve imgelemin iki farklý
yüzünü gösterirken, ayný zamanda delilikle yaratýcýlýk arasýndaki ince
çizgi üzerine düþünmemizi saðlar. François Ozon, hayalle hakikat,
yaþamla oyun, hayatla sanat, gerçekle kurmaca arasýndaki yaratýcýlýk
yolculuklarýný sürdürecek gibi görünüyor.
62Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
ÝSTANBUL'A BÝR BAKIÞFilm Festivali'ne Bir Yolculuk
Ýstanbul'a gitmek hep bir anlam taþýr benim için. Kentlerin
anlamlarýndan soyunduðu günümüzde Ýstanbul karmaþýk bir anlamlar
yumaðý olmayý sürdürür. Benim için baþka, herkes için baþka... çok
çeþitli anlamlarýn havasýna, suyuna karýþtýðý, her taþýn altýnda bir
gizemin beklediði izlenimini veren çok boyutlu, çok renkli ve
derinliklerinde boðulacaðýnýz bir kent. Bu yüzden de her zaman baþtan
çýkartýcý. Ben Ýstanbul'a nereden bakýyorum diye düþünmüþümdür
hep. Ýstanbul'a, içinden mi, yoksa yaþadýðým Ýzmir'den mi bakýyorum?
Ýstanbul'da yaþamýyorsanýz ve kýsa bir süre için gidiyorsanýz,
Ýstanbul'u daha yoðun yaþamak istiyorsunuz. Bir süreliðine orada
yaþarken Ýstanbul'da yaþadýðýmýn ayýrdýnda olmadýðýmý anýmsýyorum,
bir kentte deðil de bir evde yaþýyordum. Oysa çocukluðumdan bu yana
Ýstanbul'a her yolculuðumda iki yýl orda yaþadýðým zamandan daha
fazla an, aný, duygu biriktirdiðimi hissediyorum. Ýstanbul'a iliþkin bir
anlamlar yumaðý oluþmuþ içimde ama bir türlü çözemiyorum. Orada
yaþadýðým iki yýl ise belki de Ýstanbul üzerine en az düþündüðüm,
kentle en az alýþveriþte bulunduðum, çok daha kiþisel bir zaman kesiti.
Çünkü içinde yaþadýðým kentin öneminin bile azaldýðý, hayatýmýn
anlamýný içimde taþýdýðým, büyüttüðüm ve en radikal deðiþimden
geçtiðim dönem. Kýsacasý gebelik, doðum ve yeni tattýðým annelik o
denli inanýlmaz ve benzersiz bir deneyimdi ki, nerede olursam olayým,
kentin farkýnda olmayacaktým.
Ýstanbul'un farkýnda olmak ise her seferinde bir yýðýn karmaþýk
duygular yaþatýr bana. Ýstanbul'un bir karþýtlar yumaðý olmasýndan
gelen zenginliði gözlerimi kamaþtýrýrken onun derinliklerine inme
arzusu ile daha kolay ve yalýn olana kaçma duygusu çatýþýr içimde.
Ýstanbul'a karþý vazgeçemediðim bir tutkuyla tanýmlayamadýðým bir
korkuyu ayný anda taþýrým ve ulaþamadýðým ama aþkýný hep içimde
büyüttüðüm bir sevgili olarak kalmasýný yeðlerim. Çünkü içinde olsam
bile onun sýrrýna hiç eremeyeceðimi bilirim ve bu sýrrý hep kendisinde
63
FESTÝVALLERDEN
saklamasýný isterim. Yoksa bu gizemi
çözülecek, aç gözlü bakýþlarýn altýnda
çýrýlçýplak kalacak diye korkarým. Hep böyle
sihirli bir tül arkasýndan bakmak isterim
Ýstanbul'a.
Ýstanbul'a son yolculuðumu 21. Uluslararasý
Ýstanbul Film Festivali sýrasýnda
gerçekleþtirdim. Yýllardýr bu festivale özlemle
bakýyordum Ýzmir'den. Geçtiðimiz yýla kadar
bizim de bir Uluslararasý Ýzmir Film Festivalimiz
vardý. 1999'da 11incisini tamamladýðýmýz her yýl
nisan ayýnda 'sinefil' olma coþkusunu
yaþadýðýmýz bir film festivalimiz vardý. Yazýk ki
tam milenyumun eþiðinde kaybettik onu. Bir
daha hangi kahraman o iþin altýna girer de Ýzmir
kentine bir film festivali armaðan eder, bilmiyorum. Umutsuzum.
Sponsor sorunu var tabii ama bence en büyük sorun Ýzmirlinin kendisi.
Bu yýl Ýstanbul Film Festivali'nde yüz seksen film gösterilmiþ, çoðu da
iyi seçilmiþ, mükemmel bir organizasyonla seyirciye sunulan filmler.
Hemen hepsinde salon doluydu, bilet bulamayanlar yaðmur altýnda
kapýda bekliyorlardý. Birçok film için biletler üç hafta önce
rezervasyonda tükenmiþti Oysa Ýzmir'de yazýk ki Ýzmirli festivale
yeterince sahip çýkmadý. Ýzmirli aydýndýr, sanatseverdir, kitap severdir,
demokrattýr, kültür meraklýsýdýr(!) ama nedense kitap fuarýna,
festivaline, sanatçýsýna, yazarýna, þairine sahip çýkmaz. Ýzmirli iki yýldýr
yapýlmayan film festivali için niye istemde bulunmuyor? Neden bu
kadar kayýtsýz? Ýçler acýsý bir Kitap Fuarý'ndan sonra Ýstanbul Film
Festivali'ndeki dolu salonlarý, seyirci desteðini görünce, Ýzmirlinin bir
mirasyedi rahatlýðýyla savurduðu ve tükettiði sanat sevgisi ve mirasý
için vakit daha fazla geç olmadan bir þeyler yapmasý gerektiðini
düþündüm. Ýzmirli sanata gereken desteði vermedikçe Ýzmir'in
Türkiye'nin en aydýnlýk kenti, üçüncü büyük kenti olma iddiasýnýn artýk
bir hayal olduðunu görmek zorunda. Bursa, Antalya, Adana, Mersin
sanat etkinlikleri, konser ve tiyatro salonlarý açýsýndan Ýzmir'i çoktan
geçti. Filiz Eczacýbaþý Sarper'in ve ÝKSEV'in özveriyle gerçekleþtirdiði
Uluslararasý Ýzmir Festivali de olmasa Ýzmir yakýnda bir çöle dönecek.
Çölde serap görülür. Biz de sanat konusunda serap görüyoruz.
64Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Film Festivali için Ýstanbul'a bir sabah vardým. Gidiþ dönüþ
tarihlerimi göreceðim filmlere göre ayarlamýþtým. Ýlk filmim Ýranlý
yönetmen Jafer Panahi'nin Daire adlý filmiydi ve sabah 10:30
seansýnda Kadýköy Reks Sinemasý'ndaydý. Uykusuz geçen bir gece
yolculuðundan sonra sabah uyuyakalmýþým, neredeyse filmin
gösterimini kaçýracaktým. Pazar sabahý yollar olaðanüstü boþ olduðu
için 9:45 Kadýköy vapuruna yetiþebildim. Ýstanbul'da olduðumu bu
vapurda hissediyorum. Avrupa ile Asya'nýn ayrýldýðý noktada olmanýn
bizi zenginleþtirici özelliklerinden hiçbir zaman tam olarak
yararlanamamýþ, bunu neredeyse bir olumsuzluk olarak yaþamýþ bir
ülkenin çocuðu olarak Doðuyu ve Batýyý böylesine gizemle sararak
yaklaþtýrmýþ bu kentin, karþý konulmaz baþtan çýkarýcýlýðýný; yan yana
durup da birbirine bu denli karýþmamýþ olan bu farklý kimyalardan
aldýðýný bir kez daha düþünüyorum.
Reks Sinemasý'nda baþlýyor benim film festivali dairem. Daire filmi,
yeni doðan bir bebeðin aðlamasý ile baþlýyor. Kýz olan bebek,
istenmediði bu dünyaya gelirken, Ýran'daki kadýnýn fasit dairesinin de
baþlama noktasý oluyor. Daire, doðum odasýnýn göz penceresinden
üzüntüyle ayrýlan anneannenin ardýndan sokakta hapisten izinli çýkmýþ
üç kýzýn öyküsüne geçiyor. Kendi kentine gitmek için tek baþýna
otobüse dönmesine izin verilmeyen kýz, kentin sokaklarýnda meçhule
doðru yürürken; hapisten çýkmýþ ve karnýnda babasýz bir çocuk taþýyan
kadýn hastanede çocuðunu düþürmek için eski arkadaþýndan yardým
istiyor. Baþka bir kadýn bakamadýðý küçük kýzýný bir gece yarýsý
sokakta terk ederken onu uzaktan izliyor. Hikayeler arasýndaki geçiþler
çok iyi kurulmuþ ve farklý kadýnlarýn fasit dairesi hapishanede
tamamlanýyor, dýþarýsýnýn da kadýnlar için büyük bir hapishane olduðu
anýmsatýlarak. Daire, etkileyici bir film, insaný sarsýyor.
Ayný gün Reks Sinemasý'nda Kenneth Branagh'ýn Aþkýn Boþa
Giden Emeði'ni izliyorum. Kenneth Branagh'ýn çok sevdiðim Hamlet
uyarlamasýndan sonra benim için hayal kýrýklýðý oluyor. Shakespeare'in
zayýf bir komedisinden yapýlmýþ baþarýsýz bir müzikal denemesi.
Prenses ve Þövalye'yi izlemek üzere Beyoðlu'na gidiyorum. Ýstiklal
Caddesi'nin yaðmur altýndaki kalabalýðýna karýþmak bana yine
Ýstanbul'da olduðumu hissettiriyor. Daha önce Kýþ Uykusundakiler adlý
filminden çok etkilendiðim Tom Tykwer'ýn Prenses ve Þövalye'si
65Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
gizemli, büyüleyici ama ayný derecede inandýrýcý olmayan bir film. Belki
de gereðinden fazla uzamýþ. Yine de zevkle izleniyor.
Senaryosunu Ingmar Bergman'ýn yazdýðý ve eski sevgilisi ve
oyuncusu Liv Ullman'ýn yönettiði Sadakatsiz, Bergman'ýn dünyasýnýn
gölgesinde kalan, onun filmleri kadar çarpýcý olmayan ama yine de
Bergman temalarýný kullanmasýyla ilgi çeken bir film. Filmdeki
yönetmenin hayalinde geçmiþiyle hesaplaþmasý, hayalle gerçek
arasýnda gidip gelmeler tam bir Bergman tavrýyla ele alýnmýþ. Filmin
eksisi, Liv Ullman'ýn Bergman'ýn çok fazla etkisinde kalmýþ
olmasýndan, kendi dünyasýný ve yorumunu filme taþýyamamýþ
olmasýndan kaynaklanýyor olabilir. Bergman'ýn kadýnlarý hep çok güçlü
ve etkileyici kiþiliklerdir ve yazýk ki onlarý kendileri bile Bergman kadar
çok yönlü ve ustalýkla çizemiyor.
Yine bir Ýran filmi: Ünlü Ýranlý yönetmen Mohsen Makbalbah'ýn eþi
Merziyeh Meshkini'nin Kadýn Olduðum Gün. Þimdiye kadar gördüðüm
en etkileyici kadýn filmlerinden biri. Meshkini'nin yalnýz öykülerini
anlatýþ biçimi deðil sinema dili de olaðanüstü geliþmiþ. Bu Ýranlý kadýn
yönetmenler bizde bir tür kýskançlýk ve kompleks yaratacak kadar
yetkinler. Baþ örtülerinin altýnda özgür ve sorgulayýcý bir akýl ve yaratýcý
düþ gücü taþýyorlar. Kadýn Olduðum Gün'ün simgesel anlatýmý beni
çok etkiledi. Ýlk öykü dokuz yaþýna giren Havva'nýn öyküsüydü. Annesi
onun için çarþaflýk kumaþ almaya giderken Havva sokakta onu çaðýran
erkek arkadaþýyla saat on ikiye kadar oyun oynamak için izin ister.
Kuma sapladýðý sopanýn gölgesi artýk yere düþmediðinde vakit
dolacak, Havva kadýn olacak ve çocukluðun özgür ve neþeli günleri
geride kalacaktýr. Havva izni kopartýr ama bu kez de erkek arkadaþý
ödevini yapmasý için eve kapatýlmýþtýr. Demir parmaklýklý pencerenin
arkasýndaki çocukla Havva, Ademle Havva'nýn yasak elmayý paylaþtýðý
gibi bir þekeri birlikte yerler. Kadýnýn özgür olmadýðý yerde erkeðin de
mahpus olduðunu anýmsatan bu sahneyi unutmak mümkün deðil.
Sopanýn gölgesi yok olduðunda Havva'nýn annesi elinde çarþafla gelir
ve Havva annesiyle uzaklaþýr. Havva'nýn siyah eþarbý ise varilden
yapýlmýþ sala yelken olmuþ denize açýlmýþtýr. Belki de bu bir özgürlük
umududur. Ýkinci öykü Ahu, dört nala koþan bir atlýnýn "Ahu" diye
baðýrarak bisikletle yarýþan kadýnlarý izlemesiyle baþlar. Ahu ya yarýþý
býrakacaktýr ya da kocasý onu boþayacaktýr. Ahu boyun eðmemeye
66Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
kararlýdýr. Üçüncü öyküde yaþamý boyunca sahip olmayý hayal ettiði
þeyleri satýn almaya çýkan yaþlý bir kadýnýn bu ev aletlerini almasýndaki
absürd duyarlýlýk, tüketim toplumunun incelikli eleþtirisi, ev aletlerinin
kumsalda oluþturduðu ilginç tezat, Kusturica tarzý uçuk ve düþsel bir
anlatýmla aktarýlmýþ. Meshkini, yaþamlarýnýn farklý dönemlerindeki üç
kadýnýn öyküsünü anlattýðý filminde toplumun onlardan beklediði
geleneksel kadýn rolüyle, kadýnlarýn hayallerinin çatýþmasýný
vurguluyor. Simgelerle yüklü çarpýcý bir görsellikle kadýnlar için
özgürlük özlemini dile getiriyor.
Harry, Ýyiliðinizi Ýsteyen bir Dost, senaryosu çok iyi yazýlmýþ ilginç bir
gerilim. Baþtan sona merakla izlenen, aksiyonu güçlü, karakterleri iyi
iþlenmiþ, gerilim dozunu iyi ayarlayan bu filmin ilginç yaný lise
yýllarýnda bir þeyler kaleme almýþ ama artýk yazmayý aklýndan bile
geçirmeyen Michel'in, okul arkadaþý Harry'nin onunla ilgili kurduðu
fantezinin sonucunda gerçekten yazar olmasý. Romantik esin perisinin
yerine geçen saplantýlý Harry'nin ilginç portresi, çok hoþ bir ironi ve
hiciv de içeriyor.
Ve In The Mood For Love (Aþk Zamaný)... Wong Kar-Wai'ýn
olaðanüstü lirik ve þiirsel filmi, dar alanlarýn ve kapalý mekanlarýn
içinde geliþen bir aþkýn inanýlmaz güzellikte anlatýlan öyküsü. Bu film
aþký öylesine farklý bir film diliyle anlatýyor ki, biz seyirciler bir aðaca
fýsýldanan sýrrýn tanýklarý olmanýn mutluluðuyla sinemadan çýkarken,
hayatlarýmýzda böylesine yoðun bir aþk duygusunun eksikliðini
duymadan edemiyoruz.
Bu arada festivale bir gün ara verip oðlum Fýrat'la Boðaziçi
Üniversitesi'nde Mithat Alam Film Merkezi'ne gidiyorum. Boðaziçi
Üniversitesi'nin bu mevsim olaðanüstü güzellikteki kampüsünden
Boðaz daha bir güzel görünüyor. Erguvan aðaçlarý çiçek açmýþ,
dayanýlmaz bir bahar kýpýrtýsý ve sevinci var tüm bahçede. Kampüsün
en güzel noktasýnda yamaca sýrtýný dayamýþ küçük, þirin bir bina adeta
yeþilliklerin ardýna gizlenmiþ. Bahçeye ve boðaza bakan bir 'sinefil
odasý', arþiv odasý, altmýþ bir kiþilik gösteri salonuyla çok iyi
düzenlenmiþ bir mekan. Ancak hayal edilebilecek bir ütopyada
düþünebilirdim böyle bir yeri. Orada Mike Figgis'in Time Code adlý
filmini izliyoruz. Figgis, perdeyi dörde bölmüþ, birbirine baðlý dört
sahneyi ayný anda dört ayrý mekanda izliyoruz. Bu dört sahnenin ayný
67Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
zamanda geçtiðini ayný anda gerçekleþen depremle anýmsatýyor
yönetmen. Film dört ayrý kamerayla filmin zamanýyla eþ zaman içinde
doksan üç dakikada ve doðaçlama olarak çekilmiþ. Heyecan verici ve
ilginç bir deneyim.
Yine Kadýköy vapurundayým. Bu kez elimde Orhan Alkaya'nýn Tuz
Günleri adlý þiir kitabý var. Onun anlamlar adlý dörtlükleri çok güzel
gidiyor penceremdeki Ýstanbul panoramasýna:
"zamanýn kýyýsýz gemisinde kaptaným ve miçom yoktur
bilinir, dönülecek yer yoktur zamanýn piþman gemisinde
bin yýl arkama dönsem, daha bin yýl arkamdan gelir
kim duydu? saklýdan kayda geçtiðim tek hatýra yoktur"
Claude Chabrol, Sýcak Çikolata filminde biraz çaptan düþmüþ gibi,
Seremoni'deki ustalýðýný yakalayamamýþ. Ama sýkýlmadan izlediðim bir
film oldu, filmin müziði de çok güzeldi. Vasat filmler, festivalin en iyileri
arasýnda pek iz býrakmýyor.
Edith Wharton'un ayný adlý romanýndan Terence Davies'in Keyif
Evi, Radikal Gazetesinin düzenlediði ankette seyircinin en beðendiði
film olarak seçildi. Aslýnda baþarýlý bir dönem filmiydi ama festivalin
diðer filmlerinin yanýnda fazlasýyla klasik anlatýmýyla beni çok
etkilemedi. On dokuzuncu yüzyýlda sosyetede bir yeri olan ve zengin
bir koca bulmak yerine farklý bir arayýþ içine girdiði için toplum
tarafýndan dýþlanan bir genç kýzýn trajik öyküsü.
Artýk dönüþ zamaný geliyor. Yine karþýya geçecek ve Akýl
Defteri'nden sonra saat yirmi dörtte Kadýköy'den kalkacak servise
yetiþeceðim. Gök gürlüyor, þimþekler çakýyor... Festival dairem yine
Reks Sinemasý'nda tamamlanýyor. Christopher Nolan'ýn olaðanüstü
filmi Memento (Akýl Defteri) ile görkemli bir final gerçekleþiyor festival
yolculuðumda. Sanýrým Akýl Defteri festivalin vizyona girecek filmleri
arasýndadýr. Zekice yazýlmýþ senaryosu ile, sürprizleri ile, bellek
kaybýna getirdiði ilginç yorumla, zamaný tersine kullanmasýyla ve
kurgusuyla müthiþ bir film. Kesinlikle yeniden görmek isteyeceklerim
arasýnda. Benim için de iyi bir veda oldu Ýstanbul'a.
68Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Orhan Alkaya'nýn anlamlar'ýndaki gibi:
"hayatýn anlamý vardý; aradým, buldum, yoktum
benim sebebim vardý; anladým, bildim, yoktum
anlamýn merkezine bir seyahatti hepsi
gittim,döndüm, yoktum"
Ýzmir'e döndükten sonra Ýstanbul'da izleyemediðim, festivalde
ödülleri paylaþan Semih Kaplanoðlu'nun Herkes Kendi Evinde filmini
izledim. Eve Dönüþ temasýný iþlemesiyle herkesin kendinden birçok
þey bulabileceði güzel bir film. Ben de gidenlerden, eve dönenlerden
ve hala gitmekle kalmak arasýnda bocalayanlardan olduðum için filmi
merakla izledim. Ama bu konuda kimse filmden bir yanýt beklemesin.
Soru hala gündemde: Gitmeli mi, kalmalý mý?
E Dergi, Haziran 2001, Sayý 27
69Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
7. GEZÝCÝ AVRUPA FÝLMLERÝ FESTÝVALÝHer Yeni Film için Sana Teþekkür Ediyoruz!
Gezici Avrupa Filmleri Festivali, ilk kez 1995'de yola çýktý. Onunla
ilgili haberleri basýnda gördüðümüzde 'gezici' sýfatý nedeniyle bir dolu
imge ve sinema karesi gözlerimizin önünde canlanmýþtý bile: Gezici
tiyatro kumpanyalarýndan tutun da at arabalarýnda seyahat eden
sihirbazlara kadar birçok fotoðraf, bize bu kýsa süreli festivalle çok
sihirli bir þeylerin taþýnacaðýný haber veriyordu. Sonra onlar geldi:
Gerçek sinema dostlarý, Sevna Aygün, Ahmet Boyacýoðlu, Serdar
Aygün, Baþak Emre, Ali Ýhsan Baþgül. Ýzmir Uluslararasý Film
Festivali'nin sürdüðü yýllardý. Onlar her zaman Ýzmir Festivali'ne omuz
verdiler. Uluslararasý Ýzmir Festivali, üç yýldýr kentin ilgisizliði sonucu
yapýlamazken onlar Ýzmirli sinemaseverlerin Avrupa sinemasýna olan
susuzluðunu giderdiler. Özenle seçilmiþ programlarý, özel bölümleri,
eski ve yeni filmleri ve kýsa filmleriyle dolu dolu yaþanan sinema
günlerini getirdiler bize. Her yýl özlemle Gezici Festivali bekledik. Onlar
da Ýzmir Ýstasyonu'nu hiç ihmal etmediler. Burada kalýcý dostluklar
kurup yüreklerimizi ýsýttýlar. Zamanla kadroda deðiþiklikler oldu. Sevna
Aygün Ankara'da kaldý ama baþka bir festivali düzenlemek üzere
süpürgeyi eline aldý. Uçan Süpürge Kadýn Filmleri Festivali'nin
düzenleyicileri arasýnda yer aldý. Serdar Aygün'le Ali Ýhsan Baþgül'ün
yollarý bu yýl ayrýldý. Baþak Emre ile Ahmet Boyacýoðlu yola devam
ettiler: Ankara, Bursa, Ýzmir'den sonra Diyarbakýr'a da sinemanýn
büyüsünü taþýdýlar. Bu yýlki programda yer alan Ingmar Bergman'ýn
Yüz'ündeki sihirbaz gibi bize bir ayna tutmayý sürdürüyorlar.
Gezici Festival'in ilk yýl programýnda Her Yeni Sabah Ýçin Sana
Teþekkür Ederim adlý bir Çek filmi vardý. Biz de onlara bize getirdikleri
her film için teþekkür ediyoruz. Sanat filmlerinin gösterildiði bir
sinemateðe, bir festivale sahip olmayan bu "sanatseverliði" elden hiç
býrakmayan çöl misali kentimizde buna o kadar çok gereksinimimiz var
70
ki. Kendi içinde sanat üretemeyen kentlerin ortak yazgýsý mýdýr bu?
Hep Ankara'dan, Ýstanbul'dan gelecek sanat etkinlikleri ile mi
yetineceðiz? Ýyi ki varsýn Gezici Festival! Senede bir de olsa bizi
özlediðimiz Avrupa filmleriyle buluþturuyorsun. Gezici Festival'e ve
birçok sanat etkinliðine yýllardýr ev sahipliði eden, Ýzmirli
sanatseverlere sýcak bir sanat ortamý sunan Ýzmir Fransýz Kültür
Merkezi'ne de teþekkürü borç biliriz.
Yýllar önce sinemalarýn çoðunda Fransýz, Ýtalyan ve diðer Avrupa
filmleri gösterilirken yýllardýr Amerikan daðýtým tekellerini kýramayan
Avrupa sinemasý, 'popcorn' endüstrisine yenik düþtü. O gizemli, insan
ruhunun derinliklerinde dolaþan, görünüþte duraðan ama iç dinamiði
gerilimlerle örülmüþ derinlikli atmosfer filmlerine hasret kaldýk. Gezici
Festival, idealistçe bir yaklaþýmla sinemanýn ýþýðýný tekerleklerin
üzerinde taþýmasaydý, Bursa'da, Ýzmir'de, Eskiþehir'de, Antalya'da,
Mersin'de, Diyarbakýr'da, Gaziantep'te bu filmler hiç görülmeyecekti.
Yedi yýl boyunca Ingmar Bergman, Andrei Tarkovski, Krzystof
Kieslowski, Lars Von Trier, Jean Luc Godard, Zoltan Fabri, Jean
Renoir, Rene Clement, Louis Malle, Federico Fellini, Joseph Losey,
Rainer Werner Fassbinder, Volker Schlöndorff, Luis Bunuel, Jiri
Menzel, Michelangelo Antonioni, Carlos Saura, Andrezj Wajda, Istvan
71Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Szabo, Milos Forman, Ettore Scola, Alain Resnais, Jean Vigo gibi
sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinin filmlerini gösteren Gezici
Festival, bir yandan gezici sinematek iþlevini üstlenirken diðer yandan
Avrupa'nýn en yeni filmlerini, genç yönetmenleri ve birbirinden güzel
kýsa filmlerini bize tanýttý.
Gezici Festival Filmleri
Her yýl Bergman'a mutlaka yer veren Gezici Festival, bu yýl
Bergman'ýn filmografisinde zamanýnda çok fazla önem verilmeyen
ama son yýllarda daha çok dikkat çeken Yüz'ü (Ansiktet,1958)
gösterdi. Sihirbaz adýyla da tanýnan Yüz, Bergman'ýn Yedinci Mühür'le
(Det sjunde inseglet, 1957) baþlayan mistik arayýþlar dönemine ait bir
film. Bergman'ýn modern akýlcýlýðýn dar görüþlülüðünü eleþtirdiði Yüz,
kendilerini bilimsel ve gerçekçi görenlerin de yanýlabileceðini ve
gerçeklerin sadece çýplak gözle görülemeyeceðini anlatýyor.
Bergman'ýn çocukluðunda hizmetçi kadýnlardan dinlediði hortlak
hikayelerine de göndermelerde bulunan filmde oldukça gizemli bir
atmosfer kurulmuþ. Bergman'ýn ekspresyonist özelliklerle birlikte
sessiz film çaðýnýn korku klasiklerini çaðrýþtýran sahneleri ustalýkla
kullandýðý film, hayal gücünden yoksun sözde akýllýlarla da incelikle
dalga geçiyor. Bergman'ýn gerçek hayatýna iliþkin biyografik
özellikleriyle de önemli olan filmde Sihirbaz'ýn þarlatanlýðýný
kanýtlamaya çalýþýrken gülünç duruma düþen Dr. Vergerus'un
Bergman'ý sürekli eleþtiren eleþtirmen Harry Shein olduðu biliniyor.
Bergman, Shein'ýn oyunculuðu býrakmasýný istediði o zamanki eþi
Ingrid Thulin'e Sihirbaz'ýn eþi rolünü oynatarak ondan iki kez intikam
almýþ oluyor. Sihirbaz, çoklukla "sihirbaz" olarak nitelenen Bergman'ýn
kendisini temsil ediyor ve sanatçýnýn gerçeðe ulaþmak için gerçeði
olduðu kadar gerçeküstünü de kullanma becerisi olmasý gerektiðini
gösteriyor.
Jiri Menzel'in Kýsaltma'sý (Postriziny), bir bira fabrikasýnda çalýþan
Francin'le karýsýnýn hayatýnýn çevresinde Çekoslovakya'nýn 1920'li
yýllarda geçirdiði deðiþimi mizahi bir dille anlatan çok hoþ bir film. Eric
Rohmer'in Güz Öyküsü (Conte d'automne), kadýn-erkek iliþkileri
üzerine karakterlerinin çok yönlü iþlenmesiyle de ilgi çeken film. Lars
72Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
von Trier'nin Suç Unsuru (The Element of Crime), Istvan Szabo'nun
Baba'sý (Apa), Ken Loach'un Kerkenez'i (Kes) festivalin
vazgeçilmezlerinden. 20. Uluslar arasý Ýstanbul Film Festivali'nde
gösterilen Roy Anderson'ýn Ýkinci Kattan Þarkýlar'ý (Sånger från andra
våningen) ve Bella Tarr'ýn Karanlýk Armoniler'i (Werckmeister
Harmoniak) festival programýný zenginleþtiren önemli filmler . Ýkinci
dünya savaþýnda geçen trajikomik bir öyküyü konu alan Bölünürsek
Düþeriz (Divided We Fall), Çek sinemasýnýn iyi bir örneði olarak göze
çarpýyor. Almodovar'ýn Bunu Hak Edecek Ne Yaptým (What Have I
Done to Deserve This) , Almodovar zekasýnýn ve mizahýnýn ince bir
ürünü. Costa Gavras'ýn Ölümsüz'ü (Z) bütün zamanlarýn en iyi siyasi
filmlerinden biri olmayý sürdürüyor. Goretta'nýn Davet'i çok keyifli bir
karakter filmi. Kukla Ustasý Jan Svankmajer'in filmleri ise düþ gücünün,
yaratýcýlýðýn, zekanýn ve kara mizahýn olaðanüstü örnekleri olarak
belleklerde iz býrakýyor. Bu yýlki festival programýndaki tüm filmler için
"boþ yoktu" diyebiliriz.
Zeki Demirkubuz Sinemasý:
Karanlýk Üstüne Öyküler 1 ve 2
Türk Sinemasý'na da yer ayýran festivalde bu yýl Zeki Demirkubuz'a
ayrýlan Aþk, Acý ve Merhamet Öyküleri 1994-2001 baþlýklý bölüm
festivalin doruk noktasýydý. Zeki Demirkubuz'un C Blok, Masumiyet,
Üçüncü Sayfa, Ýtiraf ve Yazgý filmlerini üç gün boyunca izledikten sonra
Zeki Demirkubuz'la filmler üzerine söyleþi yapma olanaðý bulduk. Türk
Sinemasý'nýn farklý bir sinema dili oluþturmuþ ender yönetmenlerinden
biri olan Demirkubuz, izleyicilerin filmleri üzerine sorduðu sorularý
içtenlikle ve açýklýkla yanýtladý. Demirkubuz'un yeni çektiði Karanlýk
Üstüne Öyküler kapsamýndaki Yazgý ve Ýtiraf Ýzmir'de ilk kez gösterildi.
Yazgý ve Ýtiraf felsefi derinlikleriyle dikkati çeken hesaplaþma filmleri.
Demirkubuz bu filmlerde kendi derinlikli kiþisel dünyasýný yansýtýrken
seyircinin iç dünyasýna da bir ayna tutuyor. Masumiyetini yitirmiþ,
ilgisiz ve duyarsýz dünyamýzda Zeki Demirkubuz, insanlýk durumunu
zaman zaman simgesel, zaman zaman þiirsel, özünde romantik bir
dille çarpýcý bir biçimde gözler önüne seriyor. Zeki Demirkubuz,
düþüncelerini sinema diline dönüþtürebilen, filmleri çaðýmýz insanýnýn
73Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
yüzüne bir tokat gibi çarpan, kiþisel bir sinema yaparken günümüzün
sorunlarýný da düþünsel boyutta irdeleyen farklý bir yönetmen.
Yerelden evrensele, evrenselden yerele ulaþabiliyor. Yazgý'da Albert
Camus'nün kayýtsýz kiþisi Meursault'u Musa'ya dönüþtürürken, bu
karakterin evrensel niteliðini kaybettirmez. O hangi coðrafyada olursa
olsun, adý Meursault veya Musa olsun ayný kiþidir. Demirkubuz adapte
etmez, yeniden yazar. O, Ýstanbul'un kenar mahallelerinde bir insanlýk
tragedyasý yaratýr ama bu ciddi anlamda bir trajedi de deðildir, ayný
zamanda bir anlamda komiktir. Saçmanýn komikliðidir söz konusu
olan. Demirkubuz'un mizahý, görünürde deðil, çok derinlerdedir. Bu
durumu bu kadar ciddiye almamýzýn komikliðini, Musa'nýn
kayýtsýzlýðýnýn altýný çizerek gösterir bize. Filmin afiþinde görünen
fotoðraf karesi, bu zavallý hayatýmýzýn komikliðini anýmsatýr. Bu
anlamda ne kadar Karanlýk Üstüne Öyküler anlatýrsa anlatsýn Zeki
Demirkubuz umut kapýsýný hep açýk býrakan bir yönetmendir bana
göre. O karanlýða yolculuk yapmýþ bir Dostoyevksi, saçmalýða karþýn
adaleti savunan bir Camus gibi anlatýr hikayesini. Ama o ne
Dostoyevski ne de Camus taklitçisi deðildir. Fazlasýyla Zeki
Demirkubuz'dur. Ýnsanlýk durumunun sefaletini görmüþ, vicdanýyla ve
insanlýk haliyle hesaplaþan bir iz sürücüdür. Ýz sürerken derin izler
býrakýr arkasýnda. Ýnsanýn içindeki karanlýða yolculuk yapmaya cesaret
edenler için. Karanlýktan çýkmanýn tek yolu da budur belki, kendi
karanlýðýyla yüzleþmek.
74Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Ýtiraf, karý-koca arasýnda klasik bir aldatma hikayesi gibi baþlarken
Demirkubuz temalarýnýn aðýr basmasýyla yine bir iç hesaplaþmaya
dönüþür. Aldatan kimdir, aldatýlan kim, bunlarýn birbirine dönüþtüðü
aldatma üzerine bir oyundur perdede izlediðimiz. Kadýn mýdýr aldatan,
yoksa arkadaþýnýn ölümünün sorumluluðunu hisseden ve bunu
vicdanýnda bir yük gibi taþýdýðý için hep aldatýlmayý bekleyen ve bir
anlamda kendisini aldatmasý için karýsýný kýþkýrtan koca mýdýr? Bu bir
tür cezalandýrýlma arzusundan mý kaynaklanýr? Ölen arkadaþýnýn
ailesine yaptýðý itiraf, vicdanýný hafifletebilir mi? Ya da her þeyin
sonunda karýsýna yaptýðý teklif, yeni bir kapýyý açabilir mi? Yoksa
hayatýn tüm gizi ve anlamý, karýsýnýn karnýnda büyüttüðü doðacak
bebekte mi gizlidir? Zeki Demirkubuz'un sinemasý, hayat hakkýnda
yoðun bir biçimde sorular soran bir sinema. Zaten o da, "Yanýtlarý
bilseydim, filmimde söylerdim." diyor. Demirkubuz, hazýr yanýtlar ve
reçeteler sunmadýðý ölçüde kiþisel arayýþýna seyirciyi ortak ediyor.
Bunun için de sürprizlerden sonra gelen ucu açýk sonlarý, bizi hayatýn
karmaþýklýðý ile karþý karþýya býrakýyor. Demirkubuz'un bilincinden
izlediðimiz hayatýn çözülemeyen yumaðý, sinemaya dönüþmesiyle bir
anlam kazanýyor.
Gezici Festival, Zeki Demirkubuz toplu gösterimiyle ve filmlerden
sonra yönetmenle düzenlediði söyleþilerle, izleyenlerin Demirkubuz'un
hayata ve sinemaya bakýþýný hissetmesini saðladý. Baðýmsýz ve kiþisel
bir sinemanýn temsilcisi olan Demirkubuz'u ve sinemasýný tanýmak hiç
kuþkusuz önemli bir kazanýmdýr.
Gezici Festival'in sinema yolcularý, yine yollara düþmenizi ve bizim
duraða uðramanýzý bekliyoruz!
75Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
UÇAN SÜPÜRGE'de Kadýn ve Ýdeoloji
Festivaller festivalleri izlerken, ben de 21. Ýstanbul Film Festivali'nin
ardýndan 5. Uçan Süpürge Kadýn Filmleri Festivali'ne (2002) katýldým.
Ýstanbul Film Festivali'nde bir süre için filme doymuþ olduðumu
düþünerek, hiç deðilse bir hafta film görmemeye karar vermiþken,
Uçan Süpürge'nin beni yýllardýr çeken cazibesine dayanamayarak
kendimi Ankara'da buldum. Görmediðim yýllarda baþkent mi
güzelleþmiþti, yoksa Uçan Süpürge'nin tatlý cadýlarý büyülü
deðnekleriyle bulunduklarý her yeri, dokunduklarý her þeyi
güzelleþtiriyorlar mýydý, hala anlamýþ deðilim. Bu yazýyý yazarken bile
gördüðüm tatlý rüyadan uyanmaya pek niyetim yok; uçan süpürgede
var bir sihir, bir keramet diyorum. Yalnýz bizim için deðil dünyanýn pek
çok kadýný için ütopya olarak görülebilecek böyle bir festivali
gerçekleþtirmek için sihrin yaný sýra müthiþ bir enerji, güç, azim ve
özveri gerekiyor. Ve bunlar da Uçan Süpürge'nin çalýþkan ekibinde
fazlasýyla var. Uçan Süpürge'nin festival yönetmeni Sevna Akpýnar,
koordinatörü Halime Güner, festival ekibi Semiramis Yýlmaz, Ebru
Sormaz, Gülten Irgýn, Uçan Süpürge çalýþanlarý ve gönüllüleri bu
mucizenin mimarlarý.
Uçan Süpürge Kadýn Filmleri Festivali, 2 Mayýs akþamý Zuhal
Olcay'ýn sunduðu açýlýþ gecesiyle baþladý. Bu kez açýlýþta ünlü
starlarýn yerine kadýn dünyasýnýn yürek burkan gerçekleri, dünyanýn
çeþitli ülkelerinden gelen kadýn yönetmenler ve kadýnca bir samimiyet
ve coþku vardý. Bu yýlki festivalin ana temasý olan "ideoloji ve kadýn",
açýlýþ konuþmasýnda iþlendiði gibi, aslýnda çoðu erkek egemen
söylemin bir parçasý olan ve kadýnlar için üretilmemiþ olan ideolojilere
karþý kadýnlarýn tutumunu ve tavrýný yansýtan filmlerde de ortaya
çýkýyordu.
76
�Diþi Þeytan� Leni Riefenstahl�in Fimleri
Festivalin en önemli bölümlerinden olan Leni Riefenstahl'ýn
filmlerinin ülkemizde ilk kez gösteriminin gerçekleþmesini de "kadýn ve
ideoloji" temasýnýn bir parçasý olarak ele almak gerekir. Hitler'in film
yönetmeni, cellatlardan biri olarak mý görülmeliydi, yoksa ideolojinin
kurbanlarýndan biri mi? Leni Riefenstahl'ýn sinema tarihindeki önemini
vurgulayabiliriz ama kanýmca onun Hitler rejimine yaptýðý hiç de
azýmsanmayacak hizmetleri aklamak olasý deðil. Onu kadýn olduðu
için hiçbir þeyin farkýnda olmayan "masum bir kurban" gibi görmek bu
filmleri baþarýyla çeken kadýnýn zekasýna saygýsýzlýk olur en azýndan.
1936'daki Dünya Olimpiyatlarý sýrasýnda çektiði Olympia'yý izlemek,
benim için ciddi bir ýstýrap oldu. Filmin baþýndaki þairane tablolar, barýþ
meþalesinin güzel vücutlu sporcular tarafýndan güzelliðin beþiði olarak
gösterilen Yunanistan'dan alýnýp, Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya,
Macaristan, Avusturya üzerinden Almanya'ya getiriliþi bana daha
sonradan Hitler'in ayný ülkeleri iþgal ederek Yunanistan'a kadar
varmasýný anýmsattý. Riefenstahl'ýn bu filmi o yýllarda dünyada
milyonlarca kiþi tarafýndan izlenmiþ ve açýkça Hitler rejiminin
propagandasýný yapmýþ, dünyanýn her yerinde taraftarlar bulmasýný
saðlamýþtý. Bu yönüyle "Olympia"yý salt film estetiði ve tekniðinin
baþarýsýyla ölçmek benim için olanaksýzdý. Bu nedenle, Leni
Riefenstahl'ýn filmlerinin gösterimini sinema tarihinin belli bir
aþamasýna olduðu kadar insanlýk tarihinin yüz kýzartýcý bir bölümüne
tanýklýk etmek açýsýndan da önemli buluyorum. Diðer bir açýdan
sinemanýn ve sanatýn her dalýnýn iktidara ve politikaya nasýl alet
edilebileceðinin de örneðini oluþturuyor. Bu açýdan baktýðýmýzda da,
Leni Riefehstahl'ý Istvan Szabo'nun sinemaya uyarladýðý ünlü
"Mephisto" oyununun kahramanýna benzetmemiz hiç de haksýzlýk
olmaz. Çünkü Mephisto'nun kahramanýnýn tersine Leni Riefenstahl'ýn
kötülük iktidarýyla iliþkisi çok daha sýký fýkýydý ve iktidarýn aleti olmanýn
ötesine geçip sahibi konumuna bile gelmiþti. Leni Riefenstahl,
estetiðin, sanatýn ve aklýn yüceltilmesi ile faþizm ideolojisi arasýndaki
ince çizgiyi ayýrt edebilmek için de ilginç bir örnek.
77Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Germaine Dulac ve Ýlk Feminist Film
Festivalin diðer bir özel bölümünde Germaine Dulac'ýn filmleriyle
buluþmak heyecan vericiydi. Germaine Dulac'ýn sinemasý, hemcinsi
Leni Riefenstahl'ýn akýlcý sinemasýnýn tam zýddýna duygusallýðýn,
soyutun ve biraz da gerçeküstücülüðünün tadýný veriyordu. Germaine
Dulac'ýn 1920'li yýllarda çektiði filmler feminist dünya görüþünü
yansýttýðý gibi avangard özellikler de taþýr. Daha sonra film kuramý
üzerine çalýþmalar yapan Dulac, yazýlarýnda diðer sanatlarýn
etkisinden arýndýrýlmýþ "saf sinema"yý savundu. O sinemanýn ilk
öncülerinden ve kuramcýlarýndan biriydi.
Festivalde izlediðimiz "Güleryüzlü Madam Beudet" ve "Yolculuða
Davet" filmleri, kadýn bakýþ açýsýyla çekilmiþ, öykülerini sinemasal dille
anlatan, gerçek ile hayaller arasýndaki gidiþ geliþleri çok ilginç bir
biçimde ve baþarýyla kotaran çok hoþ filmlerdi. "Konu ve Çeþitlemeler",
bugün çekilmiþ kadar yeni duran imgeleri perdede yansýtýrken
günümüzde izlediðim ve ilgimi çeken birkaç kýsa filmin Dulac'ýn
varyasyonlarýndan esinlendiðini de düþündürdü bana. Germaine
Dulac'ýn sinemasýný tanýmak, Kadýn Filmleri Festivali'nin en önemli
kazanýmlarýndan biriydi kuþkusuz.
Festivalin bir baþka bölümü Margaret Von Trotta'nýn filmlerine
78Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
ayrýlmýþtý. Alman sinemasýnýn üzerine çok tartýþýlan bu yönetmeni,
festivalde ilk filmi Christa Klages'in Ýkinci Uyanýþý, Volker Shlöndorff ile
birlikte çektiði Katharina Blum'un Çiðnenen Onuru, Kurþun Yýllar, Rosa
Lüksemburg ve Bekleyiþ filmleriyle temsil edildi. Kuþkusuz bu filmlerin
hepsi de 'kadýn ve ideoloji' konusunun deðiþik biçimlerde ele
alýnmasýný içeriyordu. Von Trotta'nýn son filmi Bekleyiþ, Berlin
duvarýnýn iki yanýnda kalmak zorunda býrakýlan bir kadýnla bir erkeðin
aþký çerçevesinde duvarýn tarihini de yansýtýyordu.
Filmler... Filmler...
Sinemanýn yeni senaryo ve konu bulmakta güçlük çektiði son
dönemde kadýn filmlerinin farklý bir bakýþ açýsý getirerek öne çýkmaya
baþlamasýnýn iþaretlerini görmekten mutluyum. Ýstanbul Film
Festivali'nde Altýn Lale'yi alan Magonya'nýn da bir kadýn filmi olduðunu
anýmsatalým. Ineke Smits'in filmi, farklý anlatýmý ve sinema diliyle
olduðu kadar sýcaklýðý ve içtenliði ile de seyircinin beðenisini
kazanmýþtý.
Yine Ýstanbul Film Festivali'nin dikkati çeken filmlerinden Chico'yu
Kadýn Filmleri Festivali'nde izledim. Yönetmeni Ibolya Fekete de
79Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
festivale katýlan yönetmenlerden biriydi ve filmin anlattýklarýnýn doðru
þekilde anlaþýlmasýndan mutluluk duyduðunu söylüyordu. Chico'nun
düzgün ve saðlam bir anlatýmý olan etkileyici bir film olmasýnýn yaný
sýra, festivalin ana temasýna bakýþ açýsýndan da büyük bir önemi vardý.
Gerçek bir hayat hikayesine dayanarak kendi kurguladýðý bir öyküyü
anlatan yönetmen, gerçekle kurmacayý iç içe örmeyi baþarmýþtýr.
Komünist bir Macar Yahudisi baba ile Ýspanyol Katoliði bir annenin
Bolivya'da dünyaya gelen oðlu Flores çocukluðunun bir bölümünü
Allende'nin sosyalist Þili'sinin ateþli devrim günlerinde geçirir. Allende
iktidarýnýn darbeyle devrilmesinden sonra Flores ve ailesi Avrupa'ya
gider ve Macaristan'a yerleþirler. Macaristan'daki katý yönetimle ve sýk
sýk ters düþen Flores inançlarýný sorgulamak durumunda kalýr.
Gazeteci olarak gittiði Hýrvatistan'da Sýrp zulmüne karþý vatanlarýný ve
evlerini savunmak zorunda kalan insanlarla birlikte savaþmaya karar
verir. Onun için ideoloji dönemi bitmiþ, zulme karþý yurtlarýný savunan
insanlarla ayný cephede savaþma gerçeði kalmýþtýr sadece. Flores'e
göre bunun geçmiþteki düþüncelerine ve inançlarýna ters düþen bir
yaný yoktur. Ýdeolojiler gerçeklere yenilmiþtir. Flores'in kendine bir
kimlik ve aidiyet bulma çabalarý, günümüzün insanýnýn kaybolan
umutlarýný yansýtýrken, Fekete yine de umutlu bir film yapmayý
baþarmýþ. Filmin en çarpýcý yanlarýndan biri, Macaristan'ýn Ruslar
tarafýndan iþgalinden, Bolivya'da Che Guevara'nýn öldürülmesine,
Þili'de Allende'nin iktidara gelmesinden devrilmesine, Filistin'den
Kudüs'e, Hýrvatistan'dan Arnavutluk'a kýtadan kýtaya, ülkeden ülkeye
yüzyýlýn önemli bir politik panoramasýný belgesel film parçalarýyla da
destekleyerek vermesi ve tüm bunlarý hem gerçek hem de kurmaca
olan hikayenin içine ustalýkla yerleþtirmesidir.
Meksikalý Thelma ve Louise Öyküsü
Maria Navaro'nun Ýz Býrakmadan adlý filmi, farklý sýnýflardan iki
kadýnýn bir þeylerden kaçarken Meksika'nýn tozlu yollarýnda
karþýlaþmalarýnýn ve yolculukla geliþen arkadaþlýklarýnýn öyküsü. Maya
kültürünün eserlerinin taklitlerini pazarlayan sanat tarihi eðitimi
görmüþ, yerliye hiç benzemeyen Ýspanyol-Meksikalý karýþýmý Ana ile
küçük yaþta iki çocuk doðurmuþ, kendi hayatýný ve çocuklarýnýn
hayatýný deðiþtirmek için erkek arkadaþýnýn birlikte çalýþtýðý uyuþturucu
80Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
kaçakçýlarýnýn parasýný çalan Aurelia'nýn, polislerle kaçakçýlarýn
takiplerini atlatmaya çalýþtýklarý uzun yolculuk boyunca takip eden
arabanýn içindekilerin kimliklerinin sonuna kadar bilinmemesi ve iki
kadýnýn kendileriyle ilgili gerçekleri birbirlerinden gizlemeleri film
boyunca merak unsurunun devam etmesini saðlýyor. Maria
Navaro'nun esprili yaklaþýmý, filme apayrý ve otantik bir hava veren
Meksika þarkýlarýnýn hiciv yüklü sözleri filme mizahi bir tat da veriyor.
Zaman zaman Thelma ve Louise'i anýmsatan yanlarý da olan film,
ondan çok daha iyimser bir biçimde sona eriyor. Latin sýcaklýðýný
yansýtan bir dostluk filmi olmasýnýn yaný sýra keskin ve alaycý bir
eleþtirel bakýþý da içeriyor. 2001 Sundance Film Festivali Latin Amerika
ödülünü aldýðýný da ekleyelim.
Paula Hernandez'in Miras adlý filmi, kaybettiði aþkýný aramak için
Arjantin'e gelip oraya yerleþen Olinda ile yýllar sonra sevdiði kýzý
aramak için ayný yere gelen bir Alman gencin arasýnda geliþen sýcak
dostluðun ve küçük, sýradan insanlarýn buluþtuðu küçük bir Arjantin
kafesinin sevimli öyküsü. Aþk, özlem ve arayýþ üzerine küçük bir öykü.
Nouchka van Brakel'in Arkadaþlýk adlý filmi, iki erkeðin çocuklukta
baþlayan arkadaþlýklarý, ayný kadýna aþýk olmalarý, yýllar sonra
buluþmalarý ve hayalleri üstüne sevimli bir komedi. Francesca
Archibugi'nin Yarýn'ý (Domani), baþrollerinden birinde Ornella Muti'nin
oynadýðý ama asýl önemli rolleri çocuklarýn canlandýrdýðý, çocuklarýn
gözüyle bir Ýtalyan kasabasýnda depremin býraktýðý izleri anlatýrken,
çocuklarýn yüreklerinde oluþan daha büyük sarsýntýlarý içtenlikle ve
sadelikle anlatan ilginç bir film.
Tabii ki, Ýranlý kadýnlarýn da filmleri de vardý festivalde. Tahmineh
Milani'nin tutuklanmasýna neden olan Saklý Yarý, etkileyici bir siyasal
film. Belki çok uzun konuþmalar filmin sinema dilini hantallaþtýrýyor
ama bir tarihsel dönemi kadýn karakterinin gözünden baþarýyla
yansýtýyor ve Ýranlý kadýn yönetmenlerin bizi þaþýrtan baþarýsýnýn
altýnda Ýranlý kadýnlarýn bir dönem oldukça etkin olan mücadelelerinin
olduðunu düþündürüyor.Rahþan Bani Etemad'ýn Þehrin Derisi Altýnda
adlý filmi, ailesinin geçimini saðlamak için bir tekstil fabrikasýnda
çalýþan Tuba'nýn ailesini, evini kurtarmak ve çocuklarýný bir arada
tutmak için verdiði umutsuz mücadeleyi anlatýyor. Yönetmen, bu kadar
zor koþullarda yaþayan umutsuz insanlar varken film çekmenin anlamý
81Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
ne sorusunu da son sahnede Tuba'ya sorduruyor: "Biri gelsin ve
þurada neler olduðunun filmini çeksin!" (kalbini gösterir) "Tam burada!
Kime gösteriyorsunuz hem bu filmleri siz?"
Festivalin en etkileyici filmlerinden biri Justine Shapiro'nun Vaatler
adlý filmiydi. Filistin gerçeðini tüm acýlýðýyla hissettiðimiz bu günlerde
özel bir önemi de olan bu filmde Kudüs'te ve Filistin'de yaþayan yedi
çocuk kendi gerçeklerini anlatýrlar. Onlar devam eden savaþýn
fazlasýyla bilincindedirler ve karþý tarafa beslenen nefretin tohumlarý
atýlmýþtýr küçük yüreklerine. Kültürlerinin aynasý olan çocuklarýn
kendilerini doðal bir biçimde ifade ettikleri Vaatler, pek çok ödül almýþ
önemli bir belgesel.
Türk Sinemasý
Festivalde Türk Sinemasý bölümünün özel konuðu yýllar önce
Avustralya'ya yerleþen ve orada film çekmeyi baþaran Ayten
Kuyululu'ydu. Tüm yaþamýný tiyatro ve sinemaya adamýþ ender
insanlardan Ayten Kuyululu. Devlet Konservatuarýnda baþlayan tiyatro
yaþamý, Devlet Operasý Korosu'nda, Devlet Tiyatrolarý'nda, Dormen
Tiyatrosu'nda ve Arena Tiyatrosu'nda devam ediyor. Radyo oyunlarý
yazarý Ayten Kuyululu birçok film senaryosuna da imza koymuþtu.
Daha sonra eþi ve çocuklarýyla Ýsveç'e yerleþen Kuyululu, Ýsveç
Televizyonu için göçmen iþçilerin sorunlarýný anlatan Dýþarýdakiler adlý
filmi çeker ve film büyük ilgi görür. 1971'de Avustralya'ya yerleþmeye
karar veren Ayten Kuyululu ve ailesi burada da göçmen olmanýn
zorluklarýný yaþarlar. Ayten Kuyululu, "Bir Avuç Toz"un senaryosunu
yazar ve Avustralya Film Komisyonu'ndan yardým alarak filmi çeker.
Film, 1974 Sidney Film Festivali'nin kýsa film bölümünde gösterilir.
Ayten Kuyululu bu kez Avustralya'daki Türkler'in yaþamýný ve yurt
özlemlerini dile getiren "Altýn Kafes" adlý filminin senaryosunu yazar,
yapým ve yönetimini de üstlenir. Bu filmdeki asistaný bugün ünlü bir
yönetmen olan Philip Noyce ve kameramaný da yine sonradan ün
kazanacak olan Russell Boyd'dur. Altýn Kafes, 1975 Sidney Kadýn
Filmleri Festivali'nde gösterilir. Yurt dýþýnda çok güç koþullar altýnda bu
filmleri çeken bu yönetmenimizi bize Uçan Süpürge Kadýn Filmleri
Festivali tanýttý. Ayten Kuyululu bugün 72 yaþýnda ve tükenmeyen
enerjisi, azmi ve çalýþkanlýðýyla yýllar önce hazýrladýðý "Broken Hill"
82Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
senaryosu ve projesi için destek ve kaynak arýyor. 1915 yýlýnda
Avustralya'ya göçmen olarak gelen ve Anadolu'ya asker gönderen
Avustralya ordusuna karþý tek baþlarýna savaþ açan iki Türk'ün gerçek
öyküsünü film yapmak, onun rüyasý. Dileriz, gerçek olur.
Uçan Süpürge'nin Türk Sinemasý bölümünde uzun süredir filmlerini
görmediðimiz Nisan Akman ve artýk televizyon dizileriyle evimize
konuk olan Mahinur Ergun vardý. Medcezir Manzaralarý, Ay Vakti ve
Çatýsýz Kadýnlar adlý filmleri gösterilen Mahinur Ergun, "TV Dizilerinde
Deðiþen Kadýn Rolleri" baþlýklý panele de konuþmacý olarak katýldý.
Nisan Akman'la yaptýðýmýz bir söyleþiye gelecek sayýda yer vereceðiz.
TV Dizilerinde Deðiþen Kadýn Rolleri
Sündüz Haþar'ýn baþarýyla yönettiði panele yönetmen Mahinur
Ergun, senarist Nevin Ýnanç, oyuncular Derya Alabora, Mahperi
Merdoðlu, Nazlý Tosunoðlu konuþmacý olarak katýldýlar. Özellikle
Yeditepe Ýstanbul, Þaþýfelek Çýkmazý, Çatýsýz Kadýnlar, Ýkinci Bahar,
Þehnaz Tango ve Üzgünüm Leyla gibi kadýn karakterlerin bir deðiþim
geçirdiði TV dizileri mercek altýna alýnarak kadýn rollerindeki deðiþim
ele alýndý. TV dizilerindeki bu yeni, kadýnlardan beklenmeyen iþleri
yapan, hayatta ve toplumda bir yer edinmeye çalýþan, yeni bir arayýþ
içinde olan bu kadýn karakterlerin gerçek hayatta bir karþýlýðý olduðu
için dizilere de yansýdýðý vurgulandý. Ülkemizde kadýnýn sokaða
çýkmasý, ekonomik hayata katýlmasý ve kadýn hareketleriyle kadýnýn da
bir deðiþim geçirdiði ve bu dizilerde güzel, bakýmlý starlarýn yerine
sade, doðal, kendi ayaklarýnýn üstüne basma mücadelesi veren cesur,
özgüvenli, dürüst, zaman zaman aksi ve huysuz kadýn karakterlerin de
izleyici tarafýndan benimsendiði ve sevildiði üzerinde duruldu.
Dizilerdeki kadýnlar deðiþmiþti, bu tür kadýnlar gerçek hayatta da vardý
ama sorun bu deðiþimin tüm toplum üstünde ne denli etkili olduðuydu.
Diziler hayatý ne kadar deðiþtiriyordu?
Uçan Süpürge Kadýn Filmleri Festivali, kadýn kimliði, kadýnýn
toplumdaki yeri ve önemi açýsýndan önemli bir görevi yerine getiriyor.
Kadýnlarý barýþ, eþitlik ve özgürlüðe götüren yolu sanatla, sinemayla
döþemeye çalýþýyorlar. Sinema ve özellikle kadýn sinemasý kadýnlarýn
gerçeðini gösteriyor ve sesini duyuruyor. Bu sese kulak veriniz...
83Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
"Gezici" Avrupa ProfiliAvrupa Filmleri Festivali, Avrupa'nýn Psikolojik Haritasýný Çýkartýyor.
Avrupa Filmleri Festivali, bundan 8 yýl önce Ankara'dan yola
çýktýðýnda böyle bir "gezici festival" fikri çok yeni ve heyecan vericiydi.
O coþku ve heyecaný festivali sekiz yýldýr taþýyýp sürdürenler de, biz
seyirciler de hiç yitirmedik. Sinemalarýn tümüyle Hollywood
sinemasýnýn tekel aðýna girdiði günlerde Avrupa filmleri izleyebilmek,
özellikle Ýstanbul gibi düzenli uluslararasý festivalleri, sinema, film
günleri etkinlikleri olmayan kentler için bulunmaz nimetti. Gezici
Festival'in bugüne kadar uðradýðý her kent onlarý sevinçle karþýladý ve
festivale sahip çýktý. Tek istisna, 8 yýl önce gezicileri hayal kýrýklýðýna
uðratan Ýstanbul oldu. Gezici festivalciler de þimdi olsa Ýstanbullu
sanatseverlerin onlarý baðýrlarýna basacaðýný bilmekle birlikte bir daha
oraya uðramadýlar. Ýstanbul'un ilk yýl onlara gösterdiði ilgisizlikte,
festivale doymuþluðun payý olmasýndan çok Ýstanbul'un kendi
doðusundan (taþrasýndan manasýnda) gelen sanat etkinliklerine
kuþkuyla ve küçümseme ile dudak bükerek yaklaþmasýnýn etkisini
unutmamak gerekir.
Avrupa Filmleri Festivali, bana tiyatro turnelerini hatýrlattýðý gibi
avant-garde bir repertuvar tiyatrosunu çaðrýþtýrýyor. Sinema büyük
kitlelere seslenen, bu nedenle de popüler olma amacýyla sürekli
sanatsal düzeyini düþüren ya da baþka bir deyiþle teknik düzeyi
yükselirken içeriði boþalan bir sanat olma yolunda ilerlerken, Ankara
Sinema Derneði, özenle seçtikleri filmlerle ticari sinemaya karþý bir
alternatif sunuyor. Bir yandan Avrupa Sinemasý'nýn klasik filmleriyle
günümüzün ödüllü filmlerini birlikte sunarken ayný zamanda dünden
bugüne bir Avrupa profili çiziyor. Çeþitli ülkelerden seçtikleri filmlerle
bir Avrupa haritasý çýkarmak mümkün.
Bu yýl 8. Avrupa Filmleri Festivali'ni izlerken bunu düþündüm. Kimlik
mekanlarý olarak Avrupa üzerine okuduðunuz ve okuyacaðýnýz onlarca
84
kuramsal kitaptan edindiðiniz veya edineceðiniz Avrupa nosyonunu
her yönüyle bu filmler üzerinden de okuyabilirsiniz. Avrupa nereden
nereye geldi? Nereye gidiyor? Kendisiyle ve 'ötekileriyle' ne kadar
yüzleþiyor? Hangi tarafta, geçmiþini yargýlarken ne kadar tarafsýz ve
dürüst? Bugün herhangi bir "Nazi" veya "Hitler" tehlikesi ortaya
çýktýðýnda doðru tarafta yer alabilecek mi? "Doðru taraf" hangisi? Bu
sorularý uzatmak mümkün. Ama sadece bu yýlki filmleri irdeleyerek bile
varacaðýmýz nokta çok ilginç. Avrupa'da bugün taraflar Hitler'in iktidara
geldiði 1933 yýlýndaki kadar net deðil. Çok daha karmaþýk ve kaotik bir
durum söz konusu. Çünkü kendisini uygarlýðýn merkezi olarak
tanýmlayan Avrupa uzun süredir kaybettiði kimliði arayan bir "Geçmiþi
Olmayan Adam" gibi þaþkýn ve kafasý karýþýk dolanýyor. Üstelik o
henüz hafýza kaybýna da uðramadý, sömürgeci ve görkemli aristokrat
geçmiþini zaman zaman eleþtirerek zaman zaman nostaljiyle anýmsar;
aydýnlanmanýn, bilimin, felsefenin ve tümüyle sanatýn mirasýyla
övünürken, bir yandan da her an ayný veya baþka biçimlerde
hortlamaya hazýr Nazi ve "Sýrp kasabý" kabuslarýyla hesaplaþmayý
sürdürüyor.
8. Avrupa Filmleri Festivali'nin bu yýl için seçtiði filmlerde aldýðýmýz
sinema keyfinin yaný sýra Avrupa'nýn bu karmakarýþýk psikolojik
haritasýný da izledik. Sanatýn ve özellikle sinemanýn yaþadýðý çaðý en
iyi yansýtan aynalar olduðunu bir kez daha gördük. Deðiþik ülkelerden
gelen filmlerin ortak noktasý, günümüz insanýnýn parçalanmýþ kimliðini
yansýtýrken, umutla umutsuzluk arasýnda zaman zaman kara mizaha
sýðýnarak, gerçeküstünün ve absürdün sýnýrlarýný zorlayarak bütün bu
savaþ ve yýkýmdan geriye kalan 'insan' olmayý ve yaþama sevincini
canlandýrmaktý. Avusturya filmi Cehennem Sýcaðý (Dog Days- Ulrich
Seidl) dýþýnda tüm filmlerde bir umut ýþýðýna yer býrakýlmýþtý. Seidl'ýn
filmi, bunaltýcý bir sýcaðýn ortasýnda insanlar arasýndaki iletiþimsizliði,
aþaðýlamayý, vahþete varan tacizi en çarpýcý biçimde yansýtýrken
seyirciyi rahatsýz etmeyi amaçlayan ve þiddet yüklü insan iliþkileriyle
yüzleþmeye zorlayan bir filmdi. Belgesel üslubunun izlerini de taþýyan
yönetmen ayný zamanda ayrý hikayelerini ustalýkla birleþtirmeyi
baþarmýþtý. Filmin sürekli birbirini inciten kötücül bireyleri aslýnda
kendileri ve çevrelerindekiler için oluþturduklarý cehennemde kavrulan
yalnýz ruhlardý. Yönetmen, ýrkçýlýk eðilimlerinin çok güçlü olduðu
85Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Avusturya'da bu filmiyle belki de, 'faþizmi' dýþýnýzda deðil, kendi
içinizde arayýn mesajýný veriyordu.
Bu yýl 'aþk' temasýna ayrýlan festivalde, farklý bir kategoride yer alan
Cehennem Sýcaðý aþkýn karanlýk yüzünü gösterirken, aþk filmlerinin
çoðu da, aslýnda aþkýn imkansýzlýðý üstüneydi. Gelmiþ geçmiþ en
güzel aþk filmlerinden biri olan Ayazda Bir Yürek (Claude Sautet,
1992), günümüz insanýnýn ayazda donmuþ yüreðinde aþký belki de
karþýsýndakinin ruhuna ulaþmayý asla beceremeyerek ve
baþkalarýndan kaçarak kendi yüreðinde yaþamaya mahkum oluþunu
içe iþleyen müziði ve þiirselliðiyle dile getiren hiç eskimeyecek bir
duygusal film. Truffaut'nun Penceredeki Kadýn'ý aþkýn tutkulu öldürücü
yanýný farklý bir hikaye anlatýmýyla sonuna kadar gizemli ve çarpýcý bir
biçimde iþleyen bir baþyapýt. Kieslowski'nin On Dekalog'undan biri
olan Aþk Üzerine Kýsa Bir Film, aþk ile voyeurizm iliþkisini irdeleyen,
iletiþimin bu kadar koptuðu günümüzde birine ancak uzaktan
seyrederek aþýk olunabileceðinin güçlü bir ifadesi.
Bertrand Blier, Ayrý Odalar'da hikayesini farklý biçimlerde anlatan ve
hep ayný kadýný bitmeyen bir tutkuyla izleyen bir adamýn peþine
düþerek, gerçeküstü öðelerle bezediði filminde tutkunun ve aþkýn
insaný içine soktuðu absürd durumlarý gözler önüne seriyor ve
burjuvaziyi keskin bir kara mizah anlayýþýyla taþlamaktan da geri
durmuyor. Szabo'nun Aþk Filmi, Alman iþgalini ve Rus iþgalini yaþayan
Macaristan'ýn tarihsel panoramasý önünde yaþanan bir çocukluk
aþkýnýn peþinden Paris'e giden Jansci'nin imgeleminden geçmiþi
rüyayla gerçeðin içiçe geçtiði geriye dönüþlerle izlediðimiz sevginin ve
geçmiþimizdeki insanlarýn, anýlarýn öneminin vurgulandýðý etkileyici bir
film. Ýkinci Kattan Þarkýlar adlý filmiyle dikkat çeken Roy Andersson'ýn
ilk uzun metraj filmi Bir Ýsveç Aþk Öyküsü, küçük yaþta iki gencin ilk
aþkýndaki masumiyeti yalýn bir dille anlatýrken ergenlerinkiyle bir
karþýtlýk oluþturan yetiþkinlerin dünyasýna, onlarýn kaybettikleri
hayallerine ve ideallerine, hayal kýrýklýklarýna ince bir hicivle mercek
tutuyor. Gençlerin aþký aydýnlýðý simgelerken, yetiþkinlerin siste
kaybolduðu sahneler unutulmayacak güzellikte. Dantelacý Kýz,
(Claude Goretta- 1977) aralarýnda sýnýf ve kültür farký olan iki gencin
aþkýný samimi ve þiirsel bir dille anlatan bir film. Entelektüel gence bir
süre sonra sýradan ve sýkýcý gelen Beatrice, aþkýný bir dantel inceliðiyle
86Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
ören ve sessizliðiyle aþký en etkili biçimde hissettiren bir karakter
olarak Goretta'nýn masumiyete ve gerçek aþka yaktýðý bir aðýtýn
fotoðrafýný çiziyor. Aþký kaybettik çünkü yazýk ki, bir sürü 'gereksiz' þey
biliyoruz.
Avrupa'dan Aþk Filmleri bölümünde yer alan filmlerin hemen hepsi,
bilgiyle ve akýlla olduðu kadar iktidar hýrsý, sömürgecilik ve ýrkçýlýkla
yaþlanan bu kýtanýn imkansýz aþk hikayelerini anlatýyordu. Büyük usta
Jean Luc Godard'ýn Aþka Övgü'sü (2001) ise insan yaþamý, gençlik,
yetiþkinlik, yaþlýlýk, aþk ve Avrupa'nýn deðerleri üstüne bir felsefi
hesaplaþma olmanýn ötesinde çeþitli filmlere, romanlara yaptýðý
göndermelerle sinemanýn anlamýnýn sorgulandýðý sarsýcý ve etkileyici
bir film. Godard seyirciyi bir yandan birbirinden çarpýcý bir dizi felsefi
düþünceyle kýskaca alýrken, farklý mekan ve zamanlardaki
karakterlerini ve hikayelerini deðiþik bir kurguyla önce parça parça
anlatýyor, sonra bütünlüyor ve filmin ilk yarýsýnda siyah beyaz ikinci
yarýsýnda yer yer bir tuvale yansýyan fýrça darbelerini andýran çarpýcý
renkli görüntüleriyle allak bullak ediyor. Hatýrlama ve unutma sorununu
da irdeleyen Godard, "Bellek bize hayatýmýza yeniden sahip çýkmak
için nasýl yardýmcý olabilir?" sorusunu soruyor. Ve Avrupa'nýn Sýrp
katliamý karþýsýndaki suskunluðunu onun suç hanesine yazýyor.
Geçmiþi olmayan Amerika'nýn, "halkýnýn adý bile olmayan" ABD'li film
yapýmcýlarýnýn Avrupa'nýn direniþ hikayelerini satýn almasýna ve
konuþan imgeler olarak satmasýna gönderilen bir eleþtiri ayný
zamanda bu film. Hollywood Sinemasý'na karþý 'sükunun ve
sessizliðin' sesini dile getiren Bresson sinemasýný koyuyor Godard.
Hayatýn bile önüne geçen televizyonun bize hiçliðin bakýþýný
yönelttiðini söylüyor. Ýçi boþaltýlan düþüncelerin, hikayelerin, insanlarýn
izini sürerken, "her düþünce küçük bir tebessümü de barýndýrýr"
demekle bir umut ýþýðý býrakýyor bize. Peki ya aþk? Kurulu düzenin
aþkýn hükmünü geçersiz kýldýðýný söylüyor Godard. Aþka Övgü,
çaðýmýza yönelttiði eleþtirilerle üzerinde uzun uzun düþünülmesi
gereken bir film. "Sinemayý mý, tiyatroyu mu, romaný mý, operayý mý
tercih ederciniz?" diye soruyor Godard, filminin baþýnda. Filmdeki
karakterin yanýtý, "romaný" oluyor. Filmin sonunda ayný soruyu tekrar
soruyor ve yanýtý bize býrakýyor. Yanýtlamasý zor çünkü defalarca
seyredilirken roman gibi de okunacak bir film yapmýþ. Bize yöneltilen
87Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
soru yüklü, sorgulayan bir ayna, daha doðrusu filmin bir yerinde geçtiði
gibi "ayna içinde ayna".
Avrupa'nýn yalnýz kýta olarak deðil nüfus olarak da yaþlandýðýný bu
filmlerde izliyoruz. Çek Cumhuriyeti'nden Sonbahar Ýlkbahar (Vladimir
Michalek), Hollanda'dan Yalnýzlýk Ülkesi (Eugenie Jansen) bize bu
kýtadaki yaþlýlarýn yalnýzlýðýný hüzünlü bir dille anlatan filmler. Yalnýzlýk
Ülkesi, geçmiþte Hollanda adýna sömürgelerde savaþan yaþlý gaziyle
eski sömürgelerden birinden gelmiþ iþsiz, evsiz siyah genç arasýndaki
iliþkiyi anlatýrken, Hollanda'nýn ve genelde Avrupa'nýn bu insanlara
karþý suçlu ve sorumlu olduðunu anýmsatýyordu. Dramatik hikayesi
güçlü olmayan film, bir 'öteki' ile yüzleþme belgeseli gibi aðýr ve yavaþ
bir dille söylüyor sözünü. Festivalin iki Yugoslav filminden Bumerang,
savaþtan yeni çýkan Yugoslavya'nýn kendilerini boþlukta hisseden,
deðerlerini kaybetmiþ bireylerinin traji-komik karþýlaþmalarýný absürd
bir dille anlatan grotesk bir komedi. Tito ve Ben, bir çocuðun gözünden
Tito dönemindeki olaylarý ve lideri yüceltmeyi hicvederek anlatan biraz
abartýlý ama sevimli bir film. Bu yýlýn Balkan filmleri içinde Fatmir
Koçi'nin Tiran Sýfýr Yýlý, Arnavutluk'un içinde bulunduðu karmaþayý,
kaotik ve umutsuz durumu ilginç karakterler ve simgeler aracýlýðýyla
ustalýkla anlatan alegorik bir film olarak öne çýkýyor. Bütün bu
umutsuzluðun ve absürde varan karmaþanýn, patlamanýn ortasýnda
yönetmen umut vaat eden ve gülümseyen bir film yapmayý baþarmýþ.
Balkan filmleriyle adeta Avrupa'nýn varoþlarýný izliyoruz. Avrupa'nýn ne
içine girebilen ne de ondan kopabilen dýþarýda kalmýþlarýn durumu.
Birbiriyle gülünç nedenlerle savaþan, Avrupa'ya gitmeyi hayal eden,
geçmiþlerinden ve ülkelerinden kopamayan bireylerin hikayeleri. Tüm
bu parçalanmýþ birey hikayelerinin arasýnda Macaristan'dan gelen bir
film Hýçkýrýk (Györgi Palfi) doðayla uyumlu bir köy yaþantýsýnýn içinden
yaþlý bir adamýn hýçkýrýða tutulmasý eþliðinde benzersiz güzellikte
fotoðraflarla doðadaki hayatýn masumiyetine dair þiirsel bir umut filmi
sunuyor bize.
Bunuel'in kýsa filmi Ekmeksiz Toprak, Ýspanya'nýn yoksul ve çorak
topraklarýnda inanýlmaz bir yoksulluðun ve açlýðýn profilini çizer ve bir
topak ekmeðe muhtaç çocuklarýn okulda bir üçgenin açýlarýný
öðrenmelerinin anlamsýzlýðýný anlatýrken, Avrupa eðitiminin yoksullukla
çeliþkisini de gözler önüne çarpýcý bir biçimde seriyor. Tarkovski'nin
88Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
kýsa filmi Silindir ve Keman, bir iþçiyle kemancý çocuk arasýndaki
dostluðu iþlerken emekle sanatýn iliþkisini irdeliyor. Bresson'ýn en
önemli filmlerinden biri olan Bir Ýdam Mahkumu Kaçtý, hiçbir yaþama
umudu kalmamýþ olan mahkumun kaçma hazýrlýklarýný tüm
ayrýntýlarýyla incelikle gösterirken her koþulda umudunu yitirmemenin
önemini büyük sözler etmeden vurguluyor. Joseph Losey'in
Arabulucu'su soylu sýnýfýn yasakladýðý bir aþkýn haber taþýyýcýsý olan
bir çocuðun bu aþkýn yok ediliþinin aðýr tanýklýðýný tüm yaþamý boyunca
taþýdýktan sonra nesilden nesle taþýnan sevgisizliðin telafisi için bu kez
toruna tanýklýk ettiði aþký anlatmakla görevlendirilmesinin hikayesi.
Aþkýn geçmiþte de kalsa, yaþanmýþ olmasýnýn tüm soyluluk
iliþkilerinden ve zenginlikten daha fazla mana ifade ettiðinin en çok da
sessiz ve ferahlatýcý doða görüntüleriyle çaðrýþtýrýldýðý unutulmaz bir
film. Ingmar Bergman'ýn Çýðlýklar ve Fýsýltýlar'ý sevgisiz ve tedirgin edici
insan iliþkilerine üç kýzkardeþ üzerinden tutulan sarsýcý bir ayna.
Bergman, tanrýnýn sessizliðine karþýn hizmetçi Anna'nýn bir ölünün
vücudunu bile ýsýtan sevgisi yoluyla insan ruhunun ancak gerçek ve
karþýlýk beklemeyen sevgiyle dinginliðe ulaþabileceðini hem bir ölünün
çýðlýklarýyla hem de bir günlüðe kaydedilen mutluluk anýlarýyla
kulaðýmýza fýsýldýyor.
Bu yýlýn festivalinin kuþkusuz en önemli olayý, Istvan Szabo'nun
Mephisto'su ile son filmi Taraf Tutmak'ýn birlikte gösterilmesiydi.
Mephisto'da Nazilerin yükseliþi sýrasýnda onlarla iþbirliði yapan,
ruhunu satan bir tiyatro oyuncusunun tutumunu keskin bir dille
eleþtirirken, son filminde ayný konuyu bu kez baþka bir açýdan ele
alýyor. Nazi iktidarý sýrasýnda görevini kaybetmek istemediði ve belki de
müziðin politikanýn dýþýnda kalabileceðini düþündüðü için onlarla bir
dereceye kadar uzlaþan, sanatýyla onlarýn hizmetinde kalan Berlin
Filarmoni Orkestrasý'nýn þefi Furtwangler'in Amerikalýlar tarafýndan
ayný Gestapo yöntemiyle sorgulanmasýnýn hikayesini anlatýyor. Szabo,
bu filmiyle tam olarak Furtwangler'in tarafýnda yer almasa da,
sanatçýyla iktidar iliþkisinin karmaþýk yapýsý üzerinde yeniden
düþünmemizi istiyor. Hangi ideoloji ve taraf karþýsýnda olursa olsun,
sanata ve sanatçýya özgürlük tanýnmasýndan yana tavýr alýyor ve
'insanlýk suçu' iþlememiþ bir sanatçýnýn elinden sanatýný yapma
hakkýnýn alýnmasýna karþý çýkýyor.
89Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Festivalin açýlýþ filmi olan Aki Kaurismaki'nin Cannes'da Jüri Büyük
Ödülü'nü alan filmi Geçmiþi Olmayan Adam, festivalin en önemli
filmlerinden biriydi. Sinema dili, karakterleri, hikayesi ve konusuna
uygun puslu atmosferiyle etkileyici bir filmdi. Geçmiþteki sömürgeciliði,
aristokrasisi, görkemi, burjuvazisi, sýnýflarý, göçmenleri, sýnýf bilincini
unutmuþ iþçileri ve iþsizleriyle, iktidara yaltaklanan sanatçýlarý,
burnunun dibinde yapýlan kýyýmlara seyirci kalan vicdan sorunlarýný ve
ötekilerini anlatan filmleriyle çizilen bu Avrupa'nýn psikolojik
haritasýnda son sözü bu filmle söylemek uygun düþüyor. Avrupa
belleðiyle yeni bir hayat kurmanýn üstesinden gelemediðine ve
hikayelerini satýþa çýkardýðýna göre, belki de Geçmiþi Olmayan Adam
gibi kendi içindeki ve dýþýndaki "ötekiler"ini de içselleþtirerek yeni ve
daha geniþ bir kimlik haritasý oluþturmasýnýn zamaný gelmiþtir.
E Dergi, Aralýk 2002, Sayý 45
90Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Sinema-Tarih Buluþmasý�ndaTarihe ve Bugüne Tanýklýk Etmek
TÜRSAK'ýn düzenlediði Sinema-Tarih Buluþmasý, tematik özelliði
nedeniyle diðer film festivallerinden ayrýlan çok özel ve önemli bir
etkinlik. Hem sinema ve tarih iliþkisini ele alan filmleriyle, hem de özel
bölümleriyle tarihe ve ayný zamanda günümüze tanýklýk ediyor. Bu yýlýn
konusu olarak 'Dinlerarasý Diyalog'un seçilmesi de çok anlamlýydý. Bu
festival her þeyden önce, 11 Eylül sonrasý yaratýlan gerginlik ortamýnda
farklý kültürler arasýnda birbirini anlamaya yönelik bir çabayý
gerçekleþtirdi ve sinemanýn etkileyici diliyle dinlerarasý diyalog üzerine
düþünmemizi saðladý. Festivaldeki filmler bu açýdan titizlikle seçilmiþti
ve konuya yeni boyutlar kazandýran önemli filmlerdi.
Festivalin açýlýþ gecesinde Beyhan Murphy'nin koreografisini
yaptýðý Ýsrail'den Emanuel Gat, Ýngiltere'den Michael Popper ve
Ankara'dan Ejder Keskin'in Musevilik, Hýristiyanlýk ve Müslümanlýk
dünyalarýndaki diyalog arayýþýný canlandýrdýklarý dans gösterisi
gerçekten çok anlamlý ve etkileyiciydi. Festivalin onur konuklarý Alain
Corneau'nun ve Costa Gavras'ýn konuþmalarý diyalog arayýþý, barýþ ve
hoþgörü açýsýndan çok önemliydi. Keþke sözlerinin hepsi Türkçe'ye
çevrilebilseydi.
Festivalin açýlýþ filmi olan Costa Gavras'ýn Amin'i (Amen) festivalin
temasýna ve amacýna uygun olan politik bir filmdi. Gavras'ýn, Yahudi
soykýrýmýna tanýk olan, bunu bütün dünyaya duyurmak için çaba sarf
eden bir SS subayý ve ona yardým eden bir Cizvit papazý aracýlýðýyla
soykýrýma karþý duyarsýz kalan ve politik dengeler adýna susmayý
seçen papalýk kurumunu eleþtirdiði film, bu tür soykýrýmlara ve bir
azýnlýðýn yok edilmesine karþý bir öfke ve bilinç uyandýran, bakýþ açýsý
ve söylemi doðru olan ama mesajýný yeterince etkileyici söyleyemeyen
bir film olarak kaldý belleðimde.
91
Yarýþma bölümünde yer alan ve festivalin en çok ilgi toplayan birkaç
filminden biri olan Peter Mullan'ýn Venedik Film Festivali'ndeki Altýn
Aslan ödülüyle birlikte Avrupa Film Ödülü'nü ve Toronto Film
Festivali'nde bir özel ödülü kucaklayan filmi Magdalene Rahibeleri
(Magdalene Sisters), Ýrlanda'da baðnaz bir manastýrda eziyet gören
genç kýzlarýn ve kadýnlarýn hikayesini anlatýrken din adýna yapýlan
ikiyüzlülükleri ortaya koyuyor ve ayný zamanda Hýristiyan
muhafazakarlýðýnýn "kadýn"a bakýþ açýsýný irdeliyor. 'Erkekleri baþtan
çýkartmamalarý için" tedbir olarak manastýra kapatýlan kýzlar ve
kadýnlar burada zorla çalýþtýrýlýyor, eziyete, iþkenceye, aþaðýlanmaya
ve tacize uðruyorlar. Aileleri tarafýndan da terk edilen ve sahip
çýkýlmayan kýzlarýn insanlýk dýþý bir hayata mahkum ediliþlerini anlatan
film, Ýrlanda'da yakýn zamana kadar var olan manastýr
çamaþýrhanelerindeki yaþamý gerçeðe sadýk kalarak anlatýyor.
Daha önce 21. Ýstanbul Film Festivali'nde ve 5. Uçan Süpürge
Kadýn Filmleri Festivali'nde de gösterilen ve beðenilen Ibolya
Fekete'nin Çiko filmi, festivalin büyük ödülü olan Iþýk Saçan Apollon
Ödülü'nü kazanmakla kalmadý, SÝYAD jürisinin de en baþarýlý bulduðu
film oldu. Çiko, festivalin temasýna uygunluðu ve çok geniþ bir
coðrafyada yakýn tarihte yer alan hemen tüm politik olaylara
deðinmesi, belgeselle kurmacayý ustalýkla iç içe geçirmesiyle ödülleri
kucakladý. Çiko'nun gerçek kahramanýnýn kendine bir kimlik ve aidiyet
bulma çabalarý, günümüz insanýnýn kaybolan umutlarýný ve hayallerini
yansýtýyordu. Yirminci yüzyýlýn ikinci yarýsýnýn þimdiden tarihe yazýlan
olaylarýný sinema diliyle yansýtan film, Macaristan'ýn Ruslar tarafýndan
iþgalinden, Bolivya'da Che Guevara'nýn öldürülmesine, Þili'de
Allende'nin iktidara gelmesinden askeri darbeyle devrilmesine,
Filistin'den Kudüs'e, Hýrvatistan'dan Arnavutluk'a kýtadan kýtaya,
ülkeden ülkeye yüzyýlýn önemli bir politik panoramasýný belgesel film
fragmanlarýyla da destekleyerek çizmiþ ve tüm bunlarý gerçeðe
dayanan ama ayný zamanda kurmaca olan hikayenin içine ustalýkla
yerleþtirmiþti.
Reza Bagher'in Camdan Kanatlar'ý (Vingar Av Glas), Ýranlý aslýný
unutan ve bir Ýsveçli gibi görünüp Ýsveçli gibi yaþayan Sara'nýn iki
kültür arasýnda sýkýþmýþlýðýný anlatýyordu ve Jüri Özel Ödülü'nü aldý.
John Savage baþkanlýðýndaki Uluslararasý Jüri'nin önermesiyle bu yýl
92Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
ilk kez verilen En iyi Sinematografi Ödülü ise Çekoslovak Veletler
(Zdenec Tyc) filmi ile Abderrahmane Sissako'nun Mutluluðu Beklerken
(Waiting For Happiness) filmi arasýnda paylaþtýrýldý. Gene bu bölümde
yarýþan Ýran filmi Saklý Gerçek (Nimeh-ye Penhan), Tahmineh
Milani'nin Ýran'da kadýnýn yakýn tarihini anlatan, konu olarak ilginç bir
film olmakla birlikte uzun konuþmalarý ve hantal sinema diliyle
yeterince etkileyici olamayan bir filmdi. Cezayir'den Bir Baþka
Gökyüzü Altýnda (Les Chemins De L'oued), Fransa'da yaþayan bir
Cezayirli gencin Cezayir'e zorunlu dönüþünü ve burada köklerini
keþfediþini anlatmaya çalýþýrken zayýf bir senaryo ile amacýna
ulaþamayan ve Cezayir gerçeði üzerine pek bir þey söylemeyen bir
film olarak kalmýþtý. Rana'nýn Düðünü (Rana's Wedding), Filistinli bir
genç kýzýn sevgilisiyle evlenebilmek için iþgal altýndaki Kudüs'ün
bölünmüþ iki yakasý arasýndaki gidip geliþlerini gösterirken barikatlarla
parçalanmýþ Filistin gerçeðini de yansýtmaya çalýþýyordu. Manoel De
Oliveira'nýn Söz ve Ütopya'sý (Palavra e Utopia) ve Polonyalý Tomasz
Wisnievski'nin Eskimolarýn Yaþadýðý Yer 'i (Tam, Gdzie Zyja Eskimosi)
bu bölümde yarýþan diðer filmlerdi.
Belgeseller
Sinema ve Tarih temasýný seçmiþ bir festivalin en önemli bölümü
kuþkusuz belgesellerdir. Belgesel film, tarihe tanýklýk etmenin,
günümüzün gerçeklerini geleceðe býrakabilmenin en iyi yoludur. Bu
bölümde yarýþan filmlerden Almanya'da yaþayan, Temmuzda ve son
olarak Solino adlý filmleriyle dikkati çeken Fatih Akýn'ýn kendi ailesinin
Almanya'daki yaþamýndan yola çýkarak, Türkiye'deki köklerini arama
çabasýný anlatan Dönmeyi Unuttuk (Wir Haben Vergessen
Zuruckzukehren), konusunu yeterince genelleþtiremediði için kendi
yakýn çevresinin hayatýný anlatan bir aile belgeseli olmakla yetinmiþ.
Bu bölümde dikkati çeken filmler Billie Holiday'in ünlü þarkýsý 'Strange
Fruit'un gerçek hikayesini anlatan Tuhaf Meyve (Strange Fruit),
Uluslararasý Belgesel Film ödülünü kazanan Kim Longinotto'nun
kadýnlarý sünnet etme geleneðini yaþatan bazý Kenya kabilelerindeki
deðiþimi anlatan Unutamadýðým Gün (The Day I will Never Forget) ve
SÝYAD ödülünün sahibi olan Tunuslu Mahmoud Ben Mahmoud'un
Ýslam'ýn Müziði'ydi (Les Milles et UneVoix: La Musique de L'islam).
Belgesel, Tunus, Mýsýr, Hindistan, Ýran, Türkiye ve Senegal'deki Ýslami
müziklerin farklý seslerini ortaya koyarken, bu toplumlarýn bilmediðimiz
93Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
geleneklerini ve psikolojisini de yansýtýyordu. Filmde Kutsi Ergüner'in
neyi eþliðinde izlediðimiz Galata Mevlevihanesi'ndeki semazenlerin
gösterisi hem görüntü hem de ses olarak filmin anlatýcý sesinin de
belirttiði gibi huzuru ve dinginliði ifade ediyordu.
11 Eylül
11 ülkeden 11 yönetmenin çektiði 11'09''01 - 11 Eylül filmi festivalin
en önemli olaylarýndan biriydi. Her biri belli bir açýdan 11 Eylül olayýný
yorumlamaya çalýþan filmlerin çoðu Amerika'nýn siyasetine eleþtiri
getiriyor, Batý uygarlýðý ile Ýslam'ýn geri kalmýþ yöreleri arasýndaki zýtlýðý
ve diyalogsuzluðu vurguluyorlardý. Bunu yaparken etkileyici bir sinema
dili yakalayabilmiþ olanlarý sayýca azdý. Bazýlarý dikkat çekici olan
filmlerin çoðu didaktik olmaktan kaçýnamamýþtý. Burkina Faso'dan
Idrissa Quedraoguo'nun, Usame Ladin'e benzeyen bir adamýn peþine
düþüp onu yakalayarak büyük ödülü kazanmayý hayal eden Afrikalý
çocuklarýn öyküsünü anlatan filmi ilginçti. A.B.D'ye en cesur ve sert
eleþtiriyi getiren, üstelik bunu da hem minimalist hem de þiirsel bir
94Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
sinema diliyle yapmayý baþaran Sean Penn'in filmiydi. Sipariþ üzerine
yapýldýðý için özellikle senaryo zaaflarý olan bu toplu film, günümüzün
en önemli tarihsel olayýna getirdiði farklý bakýþ açýlarý için mutlaka
görülmeli.
Ýnsan Haklarý ve "Öteki"
"Öteki" izleðini 12 ayrý yönetmenin kýsa filmler olarak iþlediði Hepsi
Gerçek (Pas D'histories) adlý film için de ayný þeyleri söylemek
mümkün, farklý ýrktan olduklarý için Batý toplumlarýnda aþaðýlanan
Afrikalý ve Müslümanlarýn küçük hikayelerini anlatan filmler,
animasyon olarak çekilen son filmin adý gibi "Öteki Olmadan Bir
Hiçsin" mesajýnýn altýný çizmeleri açýsýndan önemliydiler ama ne
sinematografik açýdan ne de hikayeler açýsýndan akýlda kalýcý bir iz
býrakmadýlar. Bu bölümün en ilginç ve etkileyici filmi, Nazi
kamplarýndan kaçmayý baþaran pek az talihliden birisinin, 365
Yahudi'nin ilginç bir planla toplama kampýndan kaçýþlarýný anlattýðý
Sobibor Kampý, 14 Ekim 1943, Saat 16:00'ydý (Sobibor, Octobre 14,
1943, 16:00).
Ustaya Saygý Kuþaðý'nda usta yönetmen Alain Courneau'nun
filmleri'nin, Bir Ülke Bir Yönetmen bölümünde Mohsen Makhmalbaf'ýn,
Bir Ülke Bir Sinema bölümünde beþ Polonyalý yönetmenin filmlerinin
gösterilmesi de önemliydi. Festivalin kapanýþýnýn Yüzüklerin Efendisi:
Ýki Kule gibi popüler bir fantastik filmle olmasý da ilginçti. Tolkien her ne
kadar, romaný için tarihi gerçeklerle baðlantý kurulmasýný istemediyse
de, Ýki Kule filmi uzun süren savaþla biterken, Peter Jackson þu son
bölümü bir an önce bitirip, iktidar savaþýný körükleyen yüzüðü Hüküm
Daðý'nda yok etse, barýþ için daha fazla umut hissedebilir miyiz diye
düþünmeden edemedik.
Sonuç olarak, Sinema-Tarih Buluþmasý, temasýna uygun olarak
günümüze ve tarihe tanýklýk eden filmleri göstermekle kalmamýþ,
günümüzde aþaðýlanan, hor görülen ve dýþlanan "Öteki"nin
hatýrlanmasýný saðlamýþ, dinlerarasý diyalog konusunu gündeme
getirmiþtir. Gönül isterdi ki, Sinema-Tarih Buluþmasý gündeme getirdiði
konularý havada býrakmasýn, panellerde tartýþýlmasýný da saðlasýn.
Belki ileriki festivallerde bu gerçekleþir. Sinema-Tarih iliþkisini ve
dinlerarasý diyalogu iþleyen hiç deðilse birkaç yazýnýn olmasýný umut
95Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
ettiðimiz festival katalogunda bu konularda bir içerik bulamadýk.
Katalogun daha özenli hazýrlanmasý gerektiðini düþünüyorum. Filmler,
yönetmenler (pek çok yönetmenin nereli olduðu bile yazýlmamýþ,
aldýklarý ödüllerden söz edilmemiþ) hakkýndaki bilgiler yetersiz olduðu
gibi pek çok yanlýþ yazým da dikkat çekiyor.
96Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Uçan Süpürge 6. Kadýn Filmleri Festivali
Uçan Süpürge 6. Kadýn Filmleri Festivali, ülkemizde bu konuda tek
örnek olmanýn yanýsýra dünyanýn sayýlý kadýn filmleri festivallerinden
biri. Kadýn Sinemasý son yýllarda pek çok filmle ataða kalkmýþ
durumda. Kadýn yönetmenlerin yalnýz kadýnlarýn hayatýna deðil
tümüyle dünyaya yeni ve farklý bir ayna tutan filmleri, yalnýz
festivallerde deðil ticari sinemada da yer alýyor ve Julie Taymor'ýn
Frida'sý gibi Oscar adaylýklarý bulunan iddialý örneklerini vizyonda
izleme olanaðý buluyoruz.
Aslýnda sinemanýn baþlangýcýndan bu yana, Alice Guy, Germaine
Dulac gibi öncü kadýn sinemacýlar, tüm zorluklara karþýn sinema
tarihinde kendilerine özgü, farklý bir yer edinmiþ yönetmenler arasýnda
yer alýyor. Bugün, Germaine Dulac ve Maya Deren gibi kadýn
sinemacýlarýn sinema kuramýna iliþkin yazdýklarý kuramsal yazýlarla ve
sinema biçimine getirdikleri yeniliklerle, sinema sanatýna katkýlarý daha
iyi deðerlendiriliyor ve günümüzde "kiþisel sinema" ve "baðýmsýz
sinema" kavramlarýnýn önemi anlaþýldýkça, kadýn sinemasýna da
sinema tarihi içinde verilen önem artýyor.
Kadýnýn tarihinde ise kameranýn apayrý ve farklý bir yeri var.
Fotoðraf makinesinin keþfiyle baþlayan süreçte, insan, objektifi dünya
üzerinde yeni bir egemenlik aracý olarak deðerlendirdi. Fotoðraf
makinesinin ve kameranýn önündeki obje olmaktan, kameranýn
arkasýndaki "göz" olmaya geçen kadýn da, dünyayý yeniden tanýmlama
ve yorumlama olanaðý buldu. Fotoðraf makinesi ve sinema kamerasý,
kadýnýn dünyadaki statüsünü deðiþtiren önemli bir rol oynadý. Kadýn
sinemacýlar, deðiþen dünyadaki bu yeni "erk" aracýný sadece
kadýnlarýn durumunu saptayan bir araç olarak kullanmakla kalmadýlar,
baþýndan itibaren ortaya sanatsal ürünler koydular. Kamera, "kadýn
yaratýcýlýðýnýn" kendini ifade etmesi, ortaya çýkarmasý için önemli bir
aygýt oldu. Çok yerinde bir simge olan "uçan süpürge" gibi, kadýn
97
filmleri, dünyanýn dört bir yanýndan kadýnlarý buluþturan, birleþtiren,
ayný duygularý paylaþmalarýna vesile olan büyülü bir yolculuðu baþlattý.
Her Biri Ayrý Renk bölümünde Almanya, Arjantin, Çek Cumhuriyeti,
Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, Ýngiltere, Ýran, Ýsviçre,
Japonya, Kanada, Meksika, Portekiz gibi ülkelerden, hepsi de çeþitli
festivallerde ödüller kazanmýþ seçkin filmler yer alýyor. Farklý renkleri
yansýtan görkemli bir gökkuþaðý gibi. Festivalin Türk kadýn
yönetmenlere ayrýlan bölümü ise geçmiþ yýllarda çekilen altý filmden
oluþuyor. Komþumuz Ýran'da Rahþan Bani Etemad'ýn bu festivalde yer
alan Our Times (Bizim Zamanlarýmýz) adlý sayýsýz ödüllü belgesel
filminde çarpýcý bir dille ve gerçekçilikle yansýttýðý kadýnýn içler acýsý
durumuna karþýn, kadýn yönetmenlerin büyük bir üretkenlikle yarattýðý
filmlerin baþarýsýna bakýp da ülkemizde kameranýn arkasýna geçen
kadýnlarýn sayýsýnýn hala çok az olmasýndan üzüntü duymamak
mümkün deðil.
Uçan Süpürge'nin ülkemizde sinema sanatýna katkýda bulunan
kadýnlarý kadirþinaslýkla ödüllendirme çabasý sürüyor. Ýki Efsane
bölümünde Marlene Dietrich'i ve Cahide Sonku'yu ele alan festival, bu
yýl onur ödülünü oynadýðý yirmi beþ filmle Türk Sinemasý tarihinde
farklý bir yer edinen deðerli oyuncu Sezer Sezin'e veriyor. Sinemanýn
çeþitli dallarýna emek vermiþ ve baþarý kazanmýþ kadýnlara verilen
Bilge Olgaç Baþarý Ödülleri, Ýstanbul Film Festivali'ne uzun yýllardan
beri verdiði emek nedeni ile Hülya Uçansu'ya, sanat yönetmenliðinde
gösterdiði baþarý ve sanat yönetmenliðinin meslekleþme olgusuna
katkýlarý nedeniyle Annie Pertan'a, sinema alanýnda verdiði eserler ve
yetiþtirdiði öðrenciler nedeniyle Prof. Dr. Nilgün Abisel'e, uzun yýllar
sinema sanatýna yönetmen yardýmcýsý olarak emek vermesi nedeniyle
Leyla Özalp'e, yapýmcý olarak gösterdiði baþarý nedeniyle Mine
Vargý'ya ve Türk sinemasýnýn tanýtýmýnda gösterdiði katkýlarý nedeni ile
Keriman Ulusoy'a verilecek.
Ýki Ülke bölümünde Fransa ve Finlandiya'dan yeni filmler var. Özel
gösterim bölümünde Ýtalya'dan usta yönetmen Francesca
Archibugi'nin üç önemli filmi festivalin gözde filmleri arasýnda: Verso
Sera/Akþama Doðru; Mignon é Partita/ Mignon Gitti; Con Gli Occhi
Chiusi/Kapalý Gözlerle.
98Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Kadýn sinemacýlarýn tarihe ve günümüze tanýklýk etmeye ve
geleceðe belge býrakmaya verdikleri önemi belgesel filmlerin
zenginliðinden ve konularýnýn çeþitliliðinden de anlýyoruz. Uçan
Süpürge'nin bu yýlki programýnda çok ilginç ve önemli belgesel filmler
yer alýyor: Derrida, günümüzün en önemli düþünürlerinden Jacques
Derrida'nýn düþüncelerini biçimsel olarak da yenilikçi ve deneysel bir
filmle yansýtýyor, Maya Deren'in Aynasýnda (In the Mirror of Maya
Deren) çok önemli bir öncü kadýn yönetmeni bize tanýtýyor. Talihsiz
Çocuk (The Ill Fated Child), Nazi toplama kamplarýyla çok farklý bir
hesaplaþmaya giren genç bir Çek yazarýn sýra dýþý öyküsünü farklý bir
sinemasal dille anlatan çok ilginç bir film. Belgesel bölümün tümü
görülmesi ve üzerine düþünülmesi gereken filmlerden oluþuyor.
Festivallerin kýsalarý, sinema sanatýnýn ticarileþmemiþ ve sanat
kaygýsýyla yapýlmýþ filmleriyle her zaman önemlidir. Ama özellikle bir
kadýn filmleri festivali için vazgeçilmez bir önem taþýr. Ülkemizde de
kýsa film alanýnda ürün veren kadýnlarýn sayýsý hýzla artýyor. Uçan
Süpürge'nin kýsa filmleri de pek çok ülkeden kadýn yönetmenlerin
filmlerini toplayan önemli bir seçki.
Bu küçük ekimizde, Uçan Süpürge'nin çok boyutlu bir program
içinde sunduðu kadýn filmlerinin bazýlarýný, bu yýl ele aldýðý gerek bizim
sinemamýzdaki gerekse dünya sinemasýndaki unutulmaz kadýn
portrelerini bulacaksýnýz. Uçan Süpürge'ye yolculuðunda baþarýlar...
99Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
ISTVÁN SZABÓ: Avrupa�nýn Vicdaný
István Szabó, 15 Kasým'da vizyona giren Taraf Tutmak (Taking
Sides) adlý son filmiyle filmografisinde sýk sýk gündeme getirdiði 'Baský
dönemlerinde sanatçýnýn tutumu ne olmalýdýr?' sorusunun yanýtýný
aramaya devam ediyor. Szabó adý bize çoðunlukla sanat ve politika
iliþkisini çaðrýþtýrýr. Bunda, 18 Þubat 1938'de Budapeþte'de doðan
sanatçýnýn yaþamý boyunca Macaristan'ýn geçirdiði çeþitli evrelere ve
faþizmden komünizme karþýt ideolojilerin her iktidara geldiklerinde
uyguladýklarý baský politikalarýna tanýklýk etmesinin payý büyük. Ýkinci
Dünya Savaþý sýrasýnda geçen çocukluðu, Yahudi düþmaný ve Nazi
iþbirlikçisi hükümetler, Alman iþgali, Solcularýn ve Yahudilerin
tutuklanmalarý, Rus birliklerinin iþgale son veriþi, Rusya'nýn denetimine
geçiþ, Sosyalist Ýþçi Partisi iktidarý, reformcu hükümet, 1956
ayaklanmasý ve Demirperde'deki ilk delik olan Macaristan'a giren Rus
tanklarý, isyanýn bastýrýlmasýnýn ardýndan binlerce tutuklama ve
çoðunluðu aydýn 150 bin Macar'ýn ülkeyi terkediþi, her iktidar
deðiþikliðinde yapýlan sorgulamalar, tutuklamalar ve hiç deðiþmeyen
sorgulama yöntemleri, her dönemde deðiþmeyen muhbir
vatandaþlar...Birbiri ardýndan gelen monarþiden cumhuriyete,
cumhuriyetten faþizme, faþizmden sosyalizme geçen zýt uçlardaki
iktidarlar, sürekli deðiþen sýnýrlar ve yabancý iþgaller altýnda hep
özgürlüðü özleyen, boyun eðmeyen bir halkýn çocuðu olarak Szabó da
filmlerinde ülkesinin karýþýk siyasal dönemlerini yansýtýrken, politikayla
sanatýn iliþkisini sürekli sorguladý durdu.
Szabó kendi otobiyografisini anlatýrken þöyle diyor: "Ben bir
yaþýndayken Ýkinci Dünya Savaþý patlak verdi. Böylece çocukluðumun
ilk yýllarý savaþýn damgasýný taþýr: Zamanýn Orta Avrupasý'nýn
karakteristiði olan önyargý, nefret ve gizli saklý kalan insanlýk. Bu
deneyimlerin izlerinin beni asla terk etmeyeceðini artýk biliyorum.
Böyle bir insana biz þimdi bir ironi dokundurmasýyla, 'savaþ zamaný
100
PORTRELER
çocuðu' diyoruz. Cerrah olan babam
savaþtan hemen sonra genç yaþta kalp
krizinden öldü. Altý yaþýndan itibaren
kadýnlarýn arasýnda babasýz ama
kadýnlarýn 'doðal güçleriyle' çevrelenmiþ
olarak büyüdüm. Okul yýllarým Orta Avrupa
ve Macaristan'ýn çok güç bir dönemine
rastladý. Bugün 'Stalin dönemi' dediðimiz
bir kiþinin putlaþtýrýlmasý dönemi.
Çocukluðumun bu ikinci dönemi, on
yaþýndan on sekiz yaþýna kadar, bana
tarih, toplum ve bireyin çeliþkisi
konusunda çok fazla þey öðretmiþtir."
Szabó'nun esas meselesi, bireyle
tarihin iliþkisini irdelemektir. Szabó kiþisel
deneyimleri açýsýndan bunun doðal
olduðunu söyler: "Çocukluðumdan beri
Avrupa, Orta ve Doðu Avrupa tarihinin
deðiþen cereyanlarýnda tutunmak, dayanmak ve hayatta kalmak için
mücadele eden, yýkýlan ve umut etmeye çalýþan insaný gözlemliyorum.
Dört yanýmda bu adamý görüyorum, kendi ailemde, sokaklarda,
yeraltýnda. Orta ve Doðu Avrupa'nýn tarihsel ve toplumsal koþullarýnýn
etkisi benim için kiþisel bir deneyimken gözlerimin önünde dünya
tarihinin gün be gün etkisine dönüþtü ve bizim hayatýmýzýn her
dakikasýný etkiledi. Bu nedenle en çok tarihi bir deneyimin hikâyesini
anlatmayý seviyorum: Her gün hayatta kalma mücadelesi verilirken
insanýn ruhuna ve yazgýsýna neler oluyor? Umut ediyorum ki, hikâye
içselleþtirilirse, kiþisel bir deneyim ve bellek oluþur ve böylelikle
koruyucu bir maddeye dönüþür, bir tür aþý gibi. Zararsýz bir miktarda
mikrop taþýyan ve organizmanýn hastalýk geldiðinde korunmasýný
saðlayacak kadar antikor üreten bir serum gibi. Belki filmler insanlarýn
ötekilerle ilgilenmelerine, önyargýlarýný yenmelerine ve yabancý yüzleri
sevmelerine yardýmcý olur. Baþkalarýyla özdeþleþmelerini saðlar ve
yalnýzlýklarýný azaltýr. Benim esas temam her zaman çaðýmýz nedeniyle
yazgýsal hale gelen insan karakteridir."
1956 yýlýnda liseyi bitiren Szabó karar vermekte zorlandýðý bir
101Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
ikilemle karþýlaþýr. Aile geleneði olan baba mesleði doktorluðu mu
seçecektir yoksa Dramatik Sanatlar Okulu'nu mu? Szabó, kendini
baþarýsýz hissettiði anlarda hâlâ bu çeliþkinin içinde canlandýðýný
söylüyor. Ama ilkokulda öðretmeninin bir Noel temsilinde ona verdiði
ilk rol ve daha sonra rol aldýðý okul oyunlarý ona öyle bir sahne tutkusu
aþýlamýþtýr ki, Sanat Okulu'na kabul edildiði zaman, fizik, matematik ve
kimya çalýþmak zorunda kalmayacaðý için rahatlar. Sanat Okulu'nu
1961'de Koncert (Konser) adlý kýsa filmiyle bitirir. Baþrolünde bir
piyanonun olduðu gerçeküstü ve fantastik bir film olan Konser, gerek
Macaristan'da gerekse Avrupa'da birçok ödül kazanýr. Szabó'nun Bir
Tema Üstüne Varyasyonlar (Variációk egy témára, 1961) adlý ikinci
kýsa filmi de Macar Eleþtirmenleri Ödülü'nü kazanýr ve eleþtirmenler
tarafýndan Fransýz Yeni Dalgasý'nýn etkilerini taþýdýðý vurgulanýr.
Szabó'nun bu ilk kýsa filmleri de onun ileride daha güçlü bir biçimde
iþleyeceði müziðe ve sanata iliþkin temalarýn uvertürü gibidir. 1963
yýlýnda çektiði Sen (Te) adlý kýsa filmde Godard'ýn etkisi öne çýkar ve
Sen pek çok önemli ödül kazanýr. Ayný yýl Szabó, Janos Hersko'nun
Diyalog (Párbeszéd) adlý filminde yönetmen yardýmcýsý olarak çalýþýr.
Ýlk uzun metrajlý filmi olan Hayal Kurma Çaðý'ný (Álmodozások kora,
1964) Janos Hersko'nun desteðiyle çeker. Senaryosunu kendi yazdýðý
film, sonraki filmlerinde de kiþisel temalarý olarak belirginleþecek olan
102Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
bellek, zaman ve düþler üzerinedir. Filmin kahramaný Szabó gibi
babasýz bir çocuktur. Kurallarý yetiþkinler tarafýndan belirlenen bir
dünyada kendi kimliðini arayan bir kuþaðýn idealleriyle gerçeklerin
çatýþmasýný anlatýr. Ýkinci uzun filmi, Baba (Apa, 1966) da Szabó'nun
kendi hayatýnýn izlerini taþýr. Doktor olan babasý o altý yaþýndayken
Ýkinci Dünya Savaþý'nýn sonunda ölen Tako, kendini babalarý sað olan
çocuklarýn yanýnda eksikli hisseder ve hayali bir baba yaratýr.
Hayallerinde babasýný ünlü bir cerrah, bilge bir dost, þampiyon bir
kayakçý ve kahraman bir partizan olarak görür. Tako'nun hayali babasý
tüm çocukluðu ve ergenliði süresince ona güç verir ama 1956
ayaklanmasýný takip eden bunalýmlý günlerde gerçeðe dönmesi gerekir
ve kahraman olmayan, dürüst, sýradan, sevilecek ama tapýlmayacak
bir baba arayýþýna girer. Baba, çok beðenilir ve Moskova'da büyük
ödülü alýr.
Szabó'nun ilk renkli filmi Aþk Filmi (Szerelmesfilm, 1970) bu yýl
Gezici Avrupa Filmleri Festivali'nde gösterildi. Aþk Filmi de Andras
Balint'in gene babasýz bir çocuðu canlandýrdýðý Baba gibi, Szabó'nun
kendi yaþamýndan esinlenmeler taþýr. Film baþlarken dýþ ses, "Hayatta
en önemli þey insandýr," der ve insanlarla mekânlar arasýndaki iliþkinin
103Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
önemini vurgular. Bu sýrada filmin kahramanýnýn çocukluk fotoðraflarý
geçer. 1956'daki ayaklanmanýn bastýrýldýðý Sovyet iþgalinden sonra
ülkesinde kalmayý seçen Jansci, yýllar sonra, çocukluk sevgilisi
Kata'yla buluþmak üzere trenle Fransa'ya giderken çocukluðunu,
küçük yaþta baþlayan Kata'ya olan aþkýný geriye dönüþlerle hayalle
gerçeði birbirine karýþtýrarak yeniden canlandýrýr zihninde. Nazi iþgali
dönemini, kurþuna dizilen komþularýný, 1956'daki Sovyet iþgali
sonrasýnda Kata'nýn onu da birlikte yurtdýþýna kaçmaya zorlamasýný
anýmsar. Jansci ülkesinde kalmayý seçmiþtir, Szabó gibi. Fransa'da
Kata ile buluþtuklarýnda onun yýllardýr hayalinde yaþattýðý kýz
olmadýðýný anlar. Orada karþýlaþtýðý Macarlar da deðiþmiþtir, kimi
'Fransýz' gibidir, çocukluk arkadaþý Amerikalý bir asker olmuþtur, hep
birlikte Macar þarkýlarýný söylerlerken Jansci derin bir yabancýlýk
hissiyle dolar. Ülkesinin dýþýndaki bu sürgün hayatý ona göre deðildir.
Macaristan'a geri döner. Filmdeki 'flashback'lerde tekrarlanan
imgelerin her seferinde deðiþmesi, gerçekle hayalin sýk sýk
karýþtýrýlmasý filme deðiþik bir anlatým kazandýrmýþtýr.
Szabó 1973'de 'Ýtfaiyeciler Sokaðý 25 Numara'yý (Tüzoltó utca 25)
çeker. Filmin kahramaný bir insan deðil yýkýlmak üzere olan bir binadýr.
Uzun, sýcak bir gecede binanýn sakinleri geçmiþ otuz yýlýn olaylarýný ve
özellikle de aralarýndan bazýlarýnýn Nazilerle iþbirliði yaptýklarý Ýkinci
Dünya Savaþý'nýn karanlýk günlerini hatýrlarlar. Szabó, filmin, "evin
kendisi tarafýndan hayal edilen bir rüya, bir temanýn müzikal yapýsý ve
varyasyonlarý olarak" görülmesi gerektiðini söyler. Oldukça soyut bir
anlatýmý olan, somut nesneleri metaforlar olarak kullanan film,
Locarno'da büyük ödülü kazandý ve Atlanta'da en iyi yabancý film
seçildi.
"Fotoðrafý çekilen her þeyin gerçekçi hale gelmesi, film yapmanýn
en acýmasýz kuralýdýr," der Szabó; "Somut gerçek genellemeyi
güçleþtirir ve seyircinin hayalgücü için çok dar bir bir saha býrakýr."
1976'da çektiði Budapeþte Masallarý'nda (Budapesti mesék) modern
bir halk masalýný andýran bir hikâyeyi alegorik bir biçimde anlatmayý
dener. Bir felaketten sonra tek baþýna kalan isimsiz bireylerin
saklandýklarý yerlerden çýkýp bir nehir kýyýsýnda harap bir tramvay
bularak bir yolculuða çýkmalarýný konu alýr. Macar tarihinin yýkýntýlarý
üstünden yeni bir hayat kurma giriþimlerini simgesel bir dille anlatan
film eleþtirmenler tarafýndan soðuk karþýlanýr.
104Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
1979'da çektiði Güven (Bizalom), 1944 yýlýnda faþistlerden kaçan
bir kadýnla bir erkeðin Budapeþte'de küçük, viran bir apartman
dairesine sýðýnmalarýnýn hikâyesidir. Bir yandan aþk ve dostluk için
derin bir özlem duyarken, savaþýn getirdiði kuþku ve korkular
birbirlerine 'güven' duymalarýný engeller. Eleþtirmenler tarafýndan
beðenilen film, Berlin'de Gümüþ Ayý Ödülü'nü kazanýr ve yabancý film
dalýnda Oscar'a aday olur.
1981'de Szabó, Mephisto'yu bir Batý Alman-Macar ortak yapýmý
olarak çeker. Szabó Mephisto'yu Klaus Mann'ýn romanýndan Peter
Dobai ile birlikte senaryolaþtýrýr. Mephisto, bir aktörün kimliðinde
insanýn yükselme ve baþarý hýrsýyla ruhunu iktidardaki Nazilere
satarak bir iþbirlikçi haline gelmesini etkileyici bir biçimde anlatan bir
filmdir. Sanatçýyla iktidarýn iliþkisini irdelerken, ayný zamanda bireyin
içindeki çeliþkileri evrensel bir boyutta ele almasý ona 'tüm zamanlarýn
filmi' olma özelliðini kazandýrmýþtýr. Filmin sonunda, Höfgen'in, "Beni
neden izliyorlar, ben bir þey yapmadým ki. Hem ne yapabilirim, ben
sadece sýradan bir oyuncuyum," sözleri aslýnda yalnýz onu deðil, her
tür baský odaðýyla iþbirliði yapan her insaný kapsar ve sanatçýya
olduðu kadar her sýradan bireye de ahlâki bir sorumluluk yükler.
Mephisto, Nazilerle iþbirliði yapan veya onlara göz yuman Almanlar
için olduðu kadar, tüm insanlýk için de bir vicdan muhasebesidir.
Olaðanüstü oyunculuðuyla her an yüz ve karakter deðiþtiren büyüleyici
bir sihirbaz gibi oynayan Klaus Maria Brandeur'un Höfgen'i beden dilini
ve mimiklerini benzersiz bir hünerle kullanarak, olaðanüstü bir ustalýkla
canlandýrmasýnýn filme katkýlarý tartýþýlmaz. Mephisto, En Ýyi Yabancý
Film Oscarý'ný ve Cannes'da Fipresci Ödülü'nü aldý.
Albay Redl (Oberst Redl, 1984), gene yükselmek için her tür yolu
kullanan ve kendi gerçek kimliðini gizleyerek ordu istihbaratýnýn baþýna
kadar yükselen bir subayýn hikâyesini tarihsel bir atmosferde anlatýr.
Birinci Dünya Savaþý'nýn hemen öncesinde patlak veren gerçek bir
casusluk olayýný konu alan film tüm Avrupa'da baþarýlý bulundu.
Berlin Duvarý yýkýlýp birleþik Avrupa hayali serpilmeye baþladýktan
sonra Szabó, 1991'de Venüs'le Buluþma'yý (Meeting Venus) çekti.
Aslýnda filmin ilk fikri, 1987 Cannes Film Festivali'nde prodüktör David
Puttnam'ýn önerisiyle ortaya çýkmýþtý. Paris'te Büyük Opera
Salonu'nda çeþitli milliyetlerden sanatçýlarýn oluþturduðu karma bir
105Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Avrupa senfoni orkestrasýný Wagner'in Tannhauser Operasý'ný
sahnelemek üzere buluþturan Szabó, Avrupa milliyetleri ve sanatçýlar
arasýndaki iliþkileri hicvetme olanaðý bulmuþtu. Filmde, sanatçýlarýn
zaaflarý, çözümlenmesi olanaksýz gibi görünen çeliþkiler, bürokratik ve
sendikal engellerle operanýn sahnelenmesinin tehlikeye düþtüðü bir
anda gösteri her þeye karþýn gerçekleþerek sanatýn zaferiyle
sonuçlanýr. Birleþik Avrupa idealini simgeleyen orkestranýn Wagner'in
Tannhauser Operasý'ný seslendirmesi ilginç bir seçimdir. Szabó burada
hem müziði politik ön yargýlardan ayýrmýþ hem de Tannhauser'ýn iki
dünya arasýnda seçim yapmak zorunda kalan trajik bir kahraman
olmasýný filminin temasý açýsýndan elveriþli bulmuþtur. Avrupa da her
birey gibi ikilemler içinde kalmýþ ve iki dünyadan birini seçmiþtir. Filmin
kahramanlarý da bu tür seçimler yapmak zorundadýr. Bir anlamda
Szabó'yu kiþileþtiren Macar Orkestra Þefi de ülkesiyle Batý Avrupa,
aþýk olduðu kadýnla evliliði, iþiyle aþký arasýnda bocalayan bir
karakterdir. Tannhausser Operasý'nýn bu karma prodüksiyonu, 1991'de
birleþmeye çalýþan Avrupa gerçeðini simgeler. Szabó bu gerçeði þöyle
vurgulamýþtýr: "Avrupa'da biz birlikte yaþamayý öðreniyoruz.
Düþüncelerimiz, dinlerimiz ve dillerimiz farklý olabilir ama ortak olan
çok özel bir þeyimiz var: Avrupa kültürü, Avrupa zihniyeti."
1992'de Tatlý Emma, Sevgili Böbe'yi (Édes Emma, drága Böbe -
vázlatok, aktok) ve 1995'de Offenbach'ýn Sýrrý'ný (Offenbachs
Geheimnis) çeken Szabó 1999'da 150 yýllýk Macaristan tarihini bir
Yahudi ailesinin üç kuþaðý üzerinden anlattýðý Sunshine'ý çekti.
Macaristan'ýn Avusturya Ýmparatorluðu içinde yer aldýðý yýllardan
baþlayarak geçirdiði tüm tarihsel evrelerde Sonnenshein ailesi, Yahudi
kimlikleri nedeniyle sürekli baský görürler. Ýkinci kuþak Sonnenshein'ler
yükselmek için adlarýný ve dinlerini deðiþtirdiklerinde, bunu büyük bir
sevinçle kutlarlar, ama adlarý deðiþmiþ bile olsa her iktidar döneminde
Yahudiler'e uygulanan baskýlardan nasiplerini alacaklardýr. Naziler
tarafýndan tutuklanýr, asýlýr, sosyalistler tarafýndan casuslukla
suçlanýrlar. Ailenin son ferdi en sonunda büyük dedesinin deðiþtirdiði
soyadýný tekrar geri alýnca kimliðine ve özgürlüðüne kavuþtuðunu
hisseder. Fazla uzun olan 180 dakikalýk film bizde vizyona girmedi.
Szabó, üç kuþaðýn hikayesini tarihsel bir destan gibi klasik bir sinema
diliyle anlatmayý seçmiþ. Baþroldeki Ralph Fiennes'ýn üç kuþak
106Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Sonnenshein'ýn farklý kiþiliklerini baþarýyla canlandýrdýðý film, sinema
dili açýsýndan Szabó'nun kariyerine yeni bir þey katmayan, ama
Macaristan'ýn bir azýnlýk açýsýndan mikro tarihinin yazýldýðý, evrensel
mesajý açýsýndan önemli bir film.
Önce Gezici Avrupa Filmleri Festivali ve hemen ardýndan Film
Ekimi programýnda yer alan son filmi Taraf Tutmak (Taking
Sides/Furtwängler Dosyasý), Szabó'nun Mephisto'nun konusuna geri
döndüðü ve baský rejimlerinde sanatçýnýn konumunu yeniden
sorguladýðý bir film. Gerçek bir olaya dayanan film, politikayla
sanatçýnýn iliþkisini sorgularken, Mephisto'dakinden daha yumuþak bir
tutumu benimsiyor ve sanatçý için seçim yapmanýn ne kadar zor
olduðunu vurguluyor. Szabó, sanatçý için baþlýca sorunun ahlâki
deðerleri koruma sorunu olduðunu ama sorunun pek çok farklý yüzü
olduðunu savunuyor. Amerikalý subayýn, orkestra þefi Furtwängler'i
sorgularken Gestapo'yla ayný yöntemleri kullanmasýnýn altýný çizerek,
sanatçýnýn yanýnda yer aldýðýný belli ediyor. Burada Szabó'nun tavýr
deðiþtirdiðini söyleyemeyiz. O, baþtan beri savunduðu düþünceleri bu
filmde farklý bir yönüyle dile getiriyor. Onun için esas sorun ülkesinde
kalýp kalmama sorunu. Furtwängler'in Naziler iktidara geldiðinde
ülkesinden kaçmadýðý ve iþini yapmaya devam ettiði için
suçlanamayacaðýný ifade ediyor. Uzlaþma ve suç ortaklýðý arasýndaki
ince çizgiyi kurcalýyor ve sanatçýlarýn alkýþa ve gösteriþe olan
zaaflarýnýn onlarý baþtan çýkartýlmaya açýk hale getirdiðini gösteriyor.
István Szabó politikayla sanatýn birbirinden ayrýlamayacaðýný
savunan bir yönetmen. Çünkü ona göre, "Politika hayatýn kendisidir ve
eðer siz sanatla siyaseti ayýrmaya kalkarsanýz, bu sanatýn hayatla bir
ilgisi olmadýðý anlamýna gelir." Szabó'nun filmlerini deðerlendirirken
onun baþýndan itibaren ahlâki deðerleri ve düþünceleri açýsýndan
tutarlýlýk gösteren tavrý ilk anda göze çarpýyor. 1980'lere kadar kendi
senaryolarýný çeken, 'auteur' sinemasý yapan Szabó'nun 80'den sonra
senaryolarýný roman ve oyunlardan uyarladýðý gibi Israel Horovitz,
Ronald Harwood gibi usta oyun yazarý ve senaristlerle birlikte
çalýþtýðýný, uluslararasý prodüksiyonlar yaptýðýný görüyoruz. Ýlk
filmlerindeki soyut, gerçeküstücü ve alegorik anlatýmýn giderek yerini
düz ve klasik bir anlatýma býraktýðýna, rüyalarýn ve imgelerin yerini
somut nesnelerin aldýðýna tanýk oluyoruz. Deneysel arayýþlarýný
107Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
býrakmasý, farklý açý denemelerini eskisi gibi kullanmamasý, flu ve
grenli rüya görüntülerinin artýk filmlerinde hiç yer almamasý, hikâyesini
geriye dönüþlerle ve zumlarla alt üst etmemesi, hayalgücüne yer
býrakmamasý, söyleyeceðini doðrudan söylemesi, sessizliði eskisi gibi
imgeler eþliðinde kullanmamasý, onu didaktikleþtiriyor ve sinemasýnýn
etkileyiciliðini azaltýyor. Ama kameranýn arkasýndaki bakýþý açýsýndan
deðiþmeyen bir þey var, o da oyuncularýnýn yüzlerini ve yakýn çekimleri
çok iyi kullanmasý. Onun, oyuncularýný çok iyi seçmesi ve hep iyi ve
usta oyuncularla çalýþmasý ve oyuncularýnýn içinde var olan gizi
yüzlerinde ve bedenlerinde görünür hale getirebilmesi, Szabó
sinemasýnýn en önemli özelliklerinden biri olmayý sürdürüyor:
"Perdede gözüken yüzlerin orijinal olmasýnýn bence büyük önemi
vardýr. Ýnsan yaþamýnýn gizlerini taþýyan, yüzlerin ýþýltýsýdýr. Ben ýþýltýsý
olan oyunculara inanýrým. Bence kurmaca bir öykü dürüstçe ele
alýnmalý, hikâye gerçeðin özünü resmetmeli ama gerçek hayatmýþ gibi
kimseyi kandýrmamalý." diyen Szabó bundan böyle de, Avrupa tarihinin
can alýcý odak noktalarýnýn, bireylerin hayatýný nasýl etkilediðini
resmetmeye devam edecek gibi görünüyor.
108Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Maya Deren: Bir Feminist Efsane
Uçan Süpürge 6. Kadýn Filmleri Festivali kapsamýnda yer alacak
olan avant-garde sinemanýn öncüsü Maya Deren, deneysel filmleriyle
olduðu kadar ilginç ve renkli yaþamýyla da gerçek bir feminist ikon.
Sessiz sinemanýn en ilginç ve deneysel filmlerini çeken Maya
Deren (1917-1961) 44 yýllýk kýsacýk yaþamýna pek çok þeyi sýðdýrmýþ
gerçek bir öncü, sinema sanatýna yeni bir bakýþ ve biçim getirmiþ bir
yaratýcý, parýltýlý bir entelektüel, þiirlerinden çok filmleriyle þiirselliði
yakalayan bir imgeci þair. Maya Deren bu yýl altýncýsý 8-18 Mayýs
tarihleri arasýnda Ankara'da gerçekleþecek olan Uçan Süpürge Kadýn
Filmleri Festivali'nde Martina Kudlack'ýn çektiði "In The Mirror of Maya
Deren" (Maya Deren'in Aynasýnda) filmiyle anýlacak. Bu vesileyle biz
de bu heyecan verici ve benzersiz kadýn portresini tanýma fýrsatý
bulacaðýz.
Maya Deren, 1917'de Rusya'da Kiev'de bir psikiyatrist olan Dr.
Alexander Derenkowsky'nin ve müzisyen Marie Fiedler'ýn kýzý olarak
Eleanora Derenkowsky adýyla doðdu. 1922'de babasýnýn Troçkist
görüþe yakýn bir Yahudi olmasý nedeniyle Amerika'ya göç ettiler.
Babasý 1930'da annesinden boþanarak baþka bir kadýnla
evlendiðinde, Eleanora eðitimi için Ýsviçre'de bir okula gönderildi. Lise
eðitiminden sonra Amerika'ya dönen Deren, Syracusa
Üniversitesi'nde gazetecilik eðitimi yaptý. 1935'de bir okul arkadaþýyla
evlenen Deren, New York'ta solcu entelektüellerin merkezi olan
Greenwich Village'a taþýndý. Deren burada New York Üniversitesi'ni
bitirdi, Smith College'da yaptýðý yüksek lisans araþtýrmasýnda Fransýz
sembolistlerini ve imgecilerini inceledi. Greenwich'te Anais Nin, Andre
Breton, Marcel Duchamp gibi dönemin en ünlü sanatçýlarýndan oluþan
bir çevre edindi.
Bu sýralarda Maya Deren kendini deneysel þiir ve modern dans
çalýþmalarýna verdi. Siyah dansçý ve koreograf Catherine Dunham'la
109
birlikte çalýþmaya baþladý. Bu
süreç içinde Afrika ve Haiti kabile
danslarý, mitoloji ve ritüellerle
ilgilendi. Ýlkel sanat ve mitolojinin
etkisi onu gerçeküstücülüðe
yöneltti ve babasýndan edindiði
Freudcu bakýþ açýsýndan
uzaklaþarak Jung'un "kolektif
bilinçaltý' ve arketipik simgelerine
yaklaþtý. Ýlk eþinden 1938'de
boþanan Deren, 1941'de
Catherine Dunham'ýn dans
grubuyla birlikte çýktýðý turne
sýrasýnda Los Angeles'ta Çek film
yönetmeni Alexander (Sasha)
Hammid'le tanýþtý. 1942'de evlendiði Hammid'la tanýþmasý hayatýna
önemli deðiþiklikler getirdi. Babasýndan kalan küçük mirasla bir 16
mm'lik kamera satýn alan Deren ilk filmi Akþamýn Aðlarý/ Meshes of the
Afternoon'u Hammid'la birlikte çekti (1943).
P.Adams Sitney, Akþamýn Aðlarý/ Meshes of the Afternoon'u
"karmaþýk olarak yapýlanmýþ bir döngüsel rüya" olarak tanýmlar.
"Baþlangýçta bir kadýn kendi önünden giden karalara bürünmüþ bir
gölgeye gözü iliþtikten sonra evine döner. Sembolik boyutlar ifade
eden birkaç nesnenin yerlerinin deðiþtiðini görür: bir anahtar, bir býçak,
bir telefon, bir pikap. Bir koltuða oturur ve uyur kalýr. Bu hareket
modeli, nesneler daha da tehdit edici hale gelinceye kadar üç kez
tekrarlanýr. Üçüncü tekrarýn doruk noktasýnda kendisinin üç
kopyasýndan birisi yemek masasýnýn çevresinde gerçekleþtirdikleri bir
ritüelin sonunda uyuyan bedene bir býçakla saldýrýr. Ama tam býçaðý
saplayacaðý anda, rüya görünüþte sona erer: sevgilisinin öpücüðü onu
uyandýrýr. Kadýn yerleri deðiþen nesnelerin olmalarý gerektiði yerde
olduklarýný fark ederken, sevgilisiyle birlikte yatak odasýna çýkar.
Yataða yan yana uzandýklarýnda kadýn birden býçaðý kapar ve adamýn
suratýna saplar. Ama ayný anda bunun bir yanýlsama olduðu anlaþýlýr.
Kadýn adamýn yüzünün yansýdýðý aynaya saplamýþtýr býçaðý ve ayna
kýrýlmýþtýr. Aynanýn parçalarý gizemli bir þekilde bir deniz kýyýsýna
110Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
dökülür. Filmin son sahnesinde bir
adam kadýnýn daha önce yaptýðý
gibi eve doðru ilerler, içeri girer ve
onu bedenini saran deniz
yosunlarýyla boðazý kesilmiþ bir
halde bulur, kýrýlan aynanýn
parçalarý da yakýnýndadýr."
Bu simgesel filmi, bazý
eleþtirmenler, Maya Deren'in
"narkisist gençliðinin ölümü" olarak
yorumlarlar. Eleþtirmenlerin çoðu,
filmi Avrupa gerçeküstücülüðü ile
karþýlaþtýrýr. Deren ise filmin
gerçeküstücü bir film olmadýðýný
söyler ve filmin psikanalizci
yorumlarýný reddeder. O, filmin "hayali gerçekle nesnel gerçek
arasýndaki iliþkiyi irdelediðini" söyler. "Film gerçeklikte baþlar ve
sonunda da orada biter. Ama arada, filmde rüya olarak verilen
imgelem iþe karýþýr. Tesadüfi bir olayý ele alýr, ona vahim boyutlar ekler,
kendi döngüsel karmaþasýnýn ürününü gerçeðe saplar. Kadýn, dýþ
dünyanýn ayný kaldýðý öznel bir yanlýþ anlama halinde deðildir, tam
tersine o hayali bir eylem tarafýndan yok edilmiþtir. Böyle bir geliþme
elbette gerçekte olmasý gerekenler gibi iþlevsel olarak ortaya çýkmaz.
Bu filmin gerektirdiði bir kader olarak ortaya çýkar. Bu yüzden, olayýn
bütünü; filmin gerçeði ve anlamý olarak algýlanmalýdýr."
Deren'in yorumu, hayal aleminin gerçekliðini kanýtlama ve
"gerçekliði" deðiþtirme gücünü ortaya koyma çabasýný ifade ediyor
fakat Sitney'in ifade ettiði gibi Deren filmi tek baþýna çekmemiþti.
"Kameranýn akýcý anlatýmý, gerçeküstü efektler, tek planda üç Maya
Deren'in ayný anda görünmesi kocasý Çek yönetmen Hammid'in filme
teknik katkýlarýyla olmuþtu. Psikodrama olarak Akþamýn Aðlarý/
Meshes of the Afternoon hem Deren'in hem de Hammid'in iç
yolculuklarýný anlatýyordu. Amerikan Avant Garde sinemasýnýn ilk
dönemindeki psikodramalarýn önde gelen temasý cinsel kimlik
arayýþýdýr. Deren'le Hammid'in filminde sonradan onlarýn izinden
gidecek olanlardan farklý olarak bu arayýþa katýlan, filmi yapan iki
111Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
kiþidir." Akþamýn Aðlarý/ Meshes
of the Afternoon, Amerikan Avant-
Garde sinemasýnýn ilk örneði
olarak kabul edilir.
Deren kendisi arkadaþý James
Card'a yazdýðý bir mektupta
Akþamýn Aðlarý/ Meshes of the
Afternoon ile ilgili önemli yorumlar
yapar, "elinde býçak olan kýz
masadan kalkýp koltukta uyuyan
kendisine doðru yürümeye
baþlar... Kýz ilk adýmýný attýðýnda
ayaðýnýn yakýn çekimi vardýr. Ýlk
adým (ardýnda deniz olduðu
varsayýlan kumda, ikinci adým
çimende, üçüncüsü asfaltta ve dördüncüsü halýda görünür ve kamera
ancak bundan sonra elinde býçakla uyuyan kýza doðru yürürken
yüzünü gösterir. Bu dört adým sekansýný planlarken anlatmak
istediðim þey, kendinizi öldürmek için uzun bir yol kat etmeniz
gerektiðini, hayatýn baþlangýçta ilkel sulardan doðduðunu hatýrlatmak.
Bu dört adýmla ben zamanýn tüm döngüsünü vermek istedim."
Deren, 1943'de tekrar New York'a dönerken Eleanora olan adýný da
deðiþtirmiþ ve Maya adýný almýþtý. "Maya", Buda'nýn annesinin adý, su
için kullanýlan eski bir kelime, bir tanrýça adýydý ve Sanskritçe'de
'yanýlsama' anlamýna geliyordu. Hindu felsefesinde Maya sonsuz
Brahman'ýn sonlu olgusal dünyada görünmesini saðlayan kozmik
güçtü. Bu ismi seçmesi, Maya Deren'in daha sonralarý hayatýnda
önemli rol oynayacak olan 'mistik' düþüncelere yatkýnlýðýný olduðu
kadar, 'feminist' tavrýnýn da bir ifadesiydi. Marcel Duchamp ve Pajarito
Matta gibi modern sanatta devrim yapmýþ ünlü sanatçýlarý oyuncu
olarak oynattýðý Cadýnýn Beþiði/ The Witch's Cradle adlý filmini Bu
Yüzyýlýn Sanatý Galerisi'nde çekmeye baþladý. Bu filmde, sürrealist
sanat eserlerini yirminci yüzyýlýn mistik simgeleri olarak ele alýyor ve
sürrealist ressamlarý zamanýn, uzamýn ve mantýksal nedenselliðin
akýlcý bir biçimde ele alýnmasýna meydan okuyan modern sihirbazlar
olarak gösteriyordu. Cadýnýn Beþiði/ The Witch's Cradle hiçbir zaman
bitirilemedi ama 1961'de bitmemiþ haliyle gösterime girdi.
112Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Maya Deren, 1944'de Hella Heyman
ve Alexander Hammid'in asistanlýðýný
yaptýðý Kumsalda/ At Land'i (15 dakika)
çekti. Film, ýssýz bir kumsalda uyuyan
bir kýzýn (Maya Deren) üstünü
dalgalarýn kaplamasýyla baþlar. Kýz
uyanýr ve bir aðaç kütüðüne týrmanýr.
Baþý çerçevenin üstüne gelinceye kadar
týrmanýr. Bir sonraki sahnede baþý
çerçevenin altýndadýr ve bir aðacýn
tepesinde deðil, bir ziyafet sofrasý ile
karþý karþýyadýr. Diðer konuklar
tarafýndan görmezden gelinen kýz,
masanýn üstünde sonuna kadar
sürünerek ilerler. Orada bir satranç
tahtasý hazýrlanmýþtýr. Kýz bir satranç parçasýný alýr, düþürür ve birden
kendini kumsalda iki kadýnýn oynadýðý satranç oyununun baþýnda
bulur. Kendini bir süre sürekli yerine bir baþkasýnýn geldiði bir adamla
konuþur bulur. Bir diðer satranç oyunuyla karþýlaþýr ve gene bir parçayý
çalar, kaçar ve kum tepeciklerinin arasýnda kayboluncaya kadar
kendisinin diðer imgeleri tarafýndan seyredilir.
Birçok eleþtirmene göre, filmin en önemli sinemasal deðeri, bir
çekimin bir yerde baþlayýp bir baþka yerde sona ermesindeki
devamlýlýk iliþkisidir. Bu arada gerçek zaman ve mekan bozulur. Onun
yerine sinemasal zaman ve mekan geçer. Deren göreceli bir evrende,
"tek sürekli unsur olan bireyin sorununun sývý haldeki, görünürde
tutarsýz olan evrenle baðlantý kurmak olduðunu" söyler. Bu filmle
yirminci yüzyýl kadýnýnýn mitolojik yolculuðunu anlatmak istemiþtir.
Sudan gelen kadýn suya döner.
Zaman ve mekanýn sýnýrlarýný kýran Maya Deren bir sonraki filminde
dansçý Talley Beatty ile çalýþarak Kamera Ýçin Bir Koreografi
Çalýþmasý/ A Study in Choreograpy for the Camera (1945) filmini
çeker. Üç dakikalýk çok kýsa bir filmdir bu. Bale hareketlerinin
sinemasal olanaklarýný kullanmayla sýnýrlandýrmýþtýr filmi: koþma,
parmak uçlarýnda dönüþ ve bir sýçrama. Film ormandaki bir düzlükte
yuvarlak bir alanda baþlar. Dansçý bu alanda koþarken bir ayaðýný
113Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
çerçeveden çýkartýr ve baþka bir
yere, bir odaya koyar. Dans
baþka odalarda, ormanda ve bir
müzenin bahçesinde dansçý
parmak uçlarý üstünde dönmeye
baþlayýncaya kadar sürer. Bu
dönüþü kamera hiç kesmeden
çeker, önce aðýr çekim baþlar
giderek çok hýzlanýr. Sonra
dansçý sýçrar yavaþça, çok
yavaþça, havaya yükselir,
yükselir sonra alçalmaya baþlar,
birkaç alçalma çekiminden sonra
gene en baþtaki orman
düzlüðüne iner.
New York Times'ýn bale eleþtirmeni John Martin filmi, 'koreo-
sinema' adlý yeni bir sanat biçiminin baþlangýcý olarak niteledi. Sitney
de Visionary Film dergisinde filmin, "Maya Deren'in hiçbir filminin
eriþemediði bir mükemmeliyete eriþtiðini" yazdý ve, "(Deren) tek bir
hareketi bütün bir film biçimine getirmenin mümkün olduðunu
göstermiþtir. Bu biçimi þiirdeki Ýmgeci akýma benzerliði nedeniyle
Ýmgeci film olarak nitelendiriyorum."
Bir Koreografi Çalýþmasý'ný, Deren'in dansla iliþkisini daha iyi ifade
eden Deðiþen Zamanda Ritüel/ Ritual in Transfigured Time (1946, 16
dakika) adlý filmi izledi. Kendi ifadesiyle, "Bir ritüel, diðer hareketlerden
farklý olarak amacýný bir biçimin egzersizinde bulur. Ritüelde biçim,
anlamýn ta kendisidir. Daha açýk bir ifadeyle hareketin özelliði sadece
dekoratif bir hareket olmasýnda deðil hareketin kendisinin bir anlam
olmasýndadýr. Film ritüele, sadece uzamsal zamanla deðil, kamera
tarafýndan yaratýlan Zaman'la ulaþýlýr." Buradaki film ritüel, "yoruma
açýk bir deðiþimi, bir dulun bir geline dönüþmesini" gösterir. Karalar
içindeki dul ritüelin aþamalarý boyunca dans ederken baþka bir kadýn
figürünü (Deren) izler. Filmin doruk noktasýnda bir adamdan bir
heykele dönüþen bir þekilden kaçmaya baþladýðýnda heykel onu takip
eden bir adama dönüþür. Sonunda -özellikle sinemasal bir efektle,
filmin negatifiyle oynanmasýyla- karalar giyen bir duldan beyazlar
içindeki bir geline dönüþür.
114Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Filmin oyuncularýndan sadece ikisi
dansçýydý. Ýki kadýnýn dans
sahnesinde ve heykele dönüþme
sahnesinde bir kiþi bir harekete
baþlýyor, diðeri onu devam ettiriyor,
bir diðeri hareketi tamamlýyordu.
Ritüel, Meshes of the Afternoon'la
baþlayan At Land'le devam eden
cinsel ve kiþisel kimlik arayýþýný
ortaya koyan otobiyografik bir üçlemenin sonuncusu olarak
deðerlendirildi bazý eleþtirmenler tarafýndan. Filmin sonuna doðru,
takip edilen kadýn denize doðru koþar ve denizin içine batarken
beyazlar içinde görünür. Sitney bunu onun baþka bir genç adamýn
gelini olmaya hazýrlanmasý olarak yorumlarken, Laureen Rabinovitz ve
Marjorie Baumgarten, bu sahnenin kadýnýn bir adamla deðil Freud'da
ve Jung'da ebedi kadýnlýk özünün simgesi olan denizle evlenmesini
temsil ettiðini söylediler.
Bu sýrada Maya Deren, ülkenin dört bir yanýndaki üniversitelerde,
sanat okullarýnda ve galerilerde kendi "kiþisel film" kavramý üzerine
konferanslar veriyordu. Kendi kuramýný Sanat, Biçim ve Film Üstüne
Düþüncelerin Bir Anagramý (1946) baþlýðý altýnda bir kitapçýkta topladý.
Deren kendi filmlerini "Acý ve deneyim" olarak niteliyordu. "Kiþisel
duygular ve sorunlarla didiþen, içindeki insanlarýn birey deðil birer
simge, soyutlama ve ortak imge olduklarý öznel filmler." Gene de onun
sinemasý imgenin þekilsizleþtirilmesine veya bir baþka teknik yolla
bozulmasýna izin vermiyordu. Sinemanýn her zaman fotografik
gerçekçiliðe sadýk kalmasýnda ýsrar etti. Öznellik onda imgenin
seçiminde ve kamera açýlarýnda, çekimlerin uzunluðu ve
sýralanmasýnda, yavaþ ve ters çekimlerin kullanýlmasýnda devreye
giriyordu. Onun için kamera, gerçeklikteki hayali þekilleri kaydeden ve
montaj sýrasýnda yeniden inþa eden bir "icat" enstrümanýydý. Amacýnýn
"film zamaný ve mekanýyla oynamak ve bu yeni zaman ve mekanla
duygularý ve içsel alemi rahatsýz ederek harekete geçirmek ve
uyandýrmak" olduðunu söylüyordu.
Kiþisel film yapmak kiþisel daðýtýmý da gerektiriyordu. Bu nedenle
Maya Deren New York'ta filmlerini göstereceði bir salon kiraladý ve
A.B.D'de ilk kez 16 mm'lik filmlerin gösterildiði bu salon çok kalabalýk
115Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
izleyici topladý. 1946'da yaratýcý film yapýmý için verilen ilk
Guggenheim ödülünü (baðýþ) kazandý. 1947'de Meshes of the
Afternoon filmiyle Cannes Film Festivali'nde Deneysel 16 mm'lik film
kategorisinde Büyük Ödülü kazandý. Cannes Film Festivali'nin
tarihinde A.B.D'ye ve bir kadýn yönetmene verilen ilk ödüldü bu. Ayný
yýl eþi ve ortaðý Hammid'den boþandý.
Mit ve ritüelle ilgisine yeni boyutlar kazandýracak olan Haiti'ye bir
film çekmek üzere gitti. Çeþitli zamanlarda tekrarladýðý gezilerinde
Haiti'de 21 ay kaldý. Voudou dansçýlarýnýn filmini çekti. Film hiçbir
zaman bitmedi ama daha sonra Haiti inanýþlarý üzerine etnografik bir
inceleme olan "The Divine Horseman- Haiti'nin Yaþayan Tanrýlarý"
(1953) adlý kitabý mitoloji uzmaný Joseph Campbell'in rehberliðinde
yazdý. Haiti'ye "gerçekliðin unsurlarýný bir sanat eserine çevirecek bir
sanatçý olarak gittiðini ama Voudou mitolojisinin etkisi ve karþý
konulmaz gerçekliði ile altüst olduðunu" söyledi. Orada gördüklerini
sadece mümkün olduðu kadar gerçeðe uygun þekilde ve mütevazý bir
biçimde kaydetmekle yetindi, Voudou inanýþýnýn bütünlüðü karþýsýnda
tüm becerilerini ve hünerlerini yitirmiþ gibi hissetmiþti kendini.
Haiti'deyken Voudou tanrýsýnýn onun ruhunu ele geçirdiði söylenir.
1948'de Þiddet Üzerine Meditasyon/ Meditation on Violence'la
yeniden film çekmeye baþladýðýnda, Haiti deneyiminin onun
motivasyonlarýný deðiþtirdiði açýða çýktý. Deðiþen Zamanda Ritüel/
Ritual in Transfigured Time, Deren'in zaman ve mekaný tümüyle
sinemasal anlamda kullanmasýnýn bir ifadesiyken, Þiddet Üzerine
Meditasyon/ Meditation On Violence, Çin dövüþ sanatý üzerine þiirsel
bir dans denemesiydi. Deren bu filminde ilk kez müzik kullanmýþtý.
Haiti davullarýna bir Çin flütü eþlik ediyordu. Bu filmdeki amacýnýn
"süregelen deðiþim ve baþkalaþýmýn ilkesini soyutlamak" olduðunu
söylemiþti ve bu amaçla zamanla hareketin nasýl iliþkilendirildiðine
iliþkin detaylý þemalar hazýrlamýþtý. Ama sonuçtan kendisi de hoþnut
kalmadý ve 20 dakikalýk bu filmi yeniden kurgulayacaðýný hep
söylediyse de bunu gerçekleþtiremedi. Haiti'ye yaptýðý seyahatler
sýrasýnda (1947-1954) çektiði filmlerin kurgusunu ise ölümünden çok
sonra 1985'de son eþi Teiji Ito, eþi Cherei Ito ile kurgusunu birlikte
yaptý.
Son filmi Gecenin Gözü/ The Very Eye of Night'ý 1959'da çekti.
Filmin müziðini Çinli müzisyen Teijo Ito yapmýþtý. Bu filmi neredeyse
116Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
ölümün eþiðine geldiðini hissettiði bir ameliyattan esinlenerek yaptýðýný
söylemiþti. Bir tür hayata dönüþ hikayesiydi onun için. Filmin ilk
gösterimi Haiti'de yapýldý. Maya Deren iki filminin müziðini yapan ve
son Haiti yolculuðunda ona eþlik eden kendisinden 18 yaþ küçük olan
Teijo Ito ile 1960'da evlendi. 1961'de beyin kanamasýndan öldüðünde
44 yaþýndaydý. Beyin kanamasýnýn nedeni üzerine çeþitli dedikodular
çýktý. Kimine göre Voudou tanrýsýnýn lanetine uðramýþtý. Baþkalarýna
göre ise vitamin iðneleri dediði Dr. Jacob'un "kendini iyi hisset" ilaçlarý
yüzünden ölmüþtü.
Olaðandýþý güzelliði, etkileyici fiziði ve karizmatik kiþiliði onu
1940'larda Greenwich sanatçý ortamýnda ilgi merkezi haline getirmiþti.
O kendine özgü otantik giysileri, doðal haliyle býraktýðý kývýrcýk
saçlarýyla o dönemin kadýnlarýndan çok 68 kuþaðýnýn 'Çiçek
Çocuklarý'na benziyordu. Onun karizmasý birçok insaný çektiði gibi
birçoklarýna da itici gelmiþti. Sanatçý ortamlarýndaki kýskançlýktan
nasibini almýþtý. Anais Nin gibi pek çok yazar onu tanýmlarken "güçlü,
buyurgan, baþtan çýkartýcý, hipnotik, dogmatik, inatçý, huzursuz,
tatminsiz ve vahþi derecede enerjik" gibi sýfatlar kullandýlar.
Kendi döneminde pek çok sanatçýyý etkileyen Maya Deren'in etkisi
bugün daha geniþ bir kitleye yayýlýyor. Pek çok sinema okulunda
filmleri inceleniyor, üzerine belgeseller çekiliyor, yeni araþtýrmalar
yapýlýyor. Haiti danslarý dahil filmleri DVD'ye kaydedildiði için daha
geniþ bir seyirci topluluðu tarafýndan izleniyor. O hem içerik olarak
kýþkýrtýcý olan filmleriyle, hem biçimsel denemeleriyle avant-garde
sinemayý baþlatan kiþi olarak geçtiði Sinema Tarihi'nde pek çok ilk'e
imza attý. Hem kiþisel filmler çektiði hem de 16 mm'lik kýsa ve deneysel
filmlerini kendi kiraladýðý bir salonda göstermeye cesaret eden ilk film
yapýmcýsý olduðu için, "Baðýmsýz Sinema"nýn ilk öncüsü olarak kabul
ediliyor. Bu konuda kendisini izleyecek olan pek çok kiþiyi
cesaretlendiren bir örnekti. Kýsa bir süre önce Amerikan Film
Enstitüsü, yaratýcý baðýmsýz çalýþmalarý onurlandýrmak için Maya
Deren adýna bir ödül koydu. New York'ta baðýmsýz filmlerin
gösterilebileceði 66 kiþilik bir Maya Deren gösterim salonu açýldý. Utne
Reader, 2003 sanat ekinde onun adýný "Hala Önemini Koruyan
Geçmiþ 44 Usta" arasýnda andý. "Underground Sinema"nýn kraliçesi,
bugün kendi zamanýndan çok daha heyecan verici bir ikon.
117Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Marlene Dietrich
Marlene Dietrich, sinemanýn yarattýðý en büyük efsanelerden biri
olarak kabul ediliyor. Bugün, yaþadýðý dönemde milyonlarý büyülemiþ
bir yýldýz olmanýn ötesinde döneminin aydýnlarýný, yazarlarýný, þairlerini
de etkilemiþ çok yönlü bir portre olarak da görüyoruz onu. Bir süre
önce Parantez Yayýnlarý'ndan çýkan Erich Maria Remarque'ýn
Marlene'e yazdýðý mektuplardan oluþan "Beni Sevdiðini Söyle" adlý
kitap, Marlene Dietrich'in karizmasýný bir kez daha gündeme getirdi.
Marlene Dietrich'e aþýk olan sayýsýz erkekten biri olan "Batý
Cephesinde Bir Þey Yok"un ünlü yazarý, mektuplarýnda ona olan derin
sevgisini yazdýðý gibi, onun iki farklý yüzünü de þiirsel bir dille
tanýmlýyor:
"Gözümün nuru, o kadar uzaktasýn ki ben sonsuz bir boþluða yazar
gibiyim. Hep niye artýk bana ihtiyacýn olmadýðýný düþünüyorum. Belki
de çok uzun zaman ayrý kaldýk, belki de birbirimizi çok kýsa bir süredir
tanýyoruz, belki hiçbir þey gerçek deðil, belki senden çok az haber
alýyorum ve belki de her þey bana karanlýk ve yalnýz yalnýz bakan
Janus kafasýnýn öteki yüzü gibidir ve tüm gençlerin rüyasý olan derin
gözleri ve dudaklarý ile sevdiðim yumuþak yüzü tekrar görebilmem için
sadece dönmem gerekiyordur."
Marlene Dietrich, perdede yarattýðý gizemli, yuva yýkýcý, erkekleri
tutsak eden kadýn tipinin tersine gerçek hayatýnda açýk sözlü, mert,
çok disiplinli, çok akýllý ve tutkularýnýn esiri olmamýþ, bilinçli bir kadýn
portresi çiziyor: Siyasi düþüncelerinden hayata bakýþýna ve erkeklerle
iliþkilerine kadar her þeyi net çizgilerle ve dobra dobra yaþamýþ ve
perdede çizdiði ya da Hollywood'un onun için yarattýðý "mit"i pek de
ciddiye almamýþ ve iþ hayatýyla özel hayatýný ayýrabildiði için efsanenin
tutsaðý olmamýþ bir kadýn. Bunda onun güçlü kiþiliðinin de etkisi var
sanýrýz. Kýsacasý o, Marilyn Monroe gibi, Cahide Sonku gibi kendi
hayaliyle efsunlanmýþ ve kendi ateþinde yanmýþ ikonlardan deðil. 91
118
yaþýna kadar yaþamasýnýn sýrrýný da efsaneye dýþarýdan ve biraz da
alaycý gözlerle bakabilmesine borçlu sanýrým.
Bu kanýya Marlene Dietrich'in Türkçe'de "Benden Sonra Tufan"
(Ekin Yayýnlarý, 1994) adýyla yayýnlanan aný kitabýný okuduktan sonra
vardým. Marlene Dietrich'e göre kendi efsanesinin onun güzelliðiyle,
119Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
gizemiyle, kiþiliðiyle bir ilgisi yoktu. Mit olarak O,
Josef von Sternberg adlý sihirbaz sinemacý
tarafýndan yaratýlmýþ bir imgeydi. "Beni o yarattý
diyor," kitabýnda, "Görüntüsü filme düþen yaratýðý
seven bu kamera arkasýndaki göz, bu yaratýðýn
ortaya koyduðu muhteþem sonucun özündedir ve
bütün dünya seyircisinin tüm dillerden övgülerine
ve hayranlýðýna yol açar. Tüm bunlar rasgele
deðildir, ölçülmüþ biçilmiþtir. Teknik ve tinsel
bilgilerin öz aþkla yoðrulmasýdýr."
Marlene Dietrich'i yaratan Josef von Sternberg,
efsanenin miladý olan Mavi Melek (Der Blaue
Engel, 1930) filmindeki Lola rolünde oynatmak
üzere onu bulduðunda Marlene Dietrich, Alman tiyatrolarýnda hiç
repliði olmayan en küçük rolden esaslý rollere kadar sahne almýþ,
merdivenleri yavaþ ve emin adýmlarla çýkmýþ, 1922 ile 1929 yýllarý
arasýnda tam 17 sessiz filmde oynamýþ bir Alman oyuncuydu. Ama
þöhreti Sternberg'in Heinrich Mann'ýn Profesör Unrat adlý romanýndan
uyarladýðý efsanevi Mavi Melek filmiyle kucaklayacaktý. Josef von
Sternberg, Hollywood'dan Almanya'ya, zamanýn ünlü aktörü Emil
Jannings ile çalýþmak üzere gelmiþti; sayýsýz aday arasýndan bir
oyunda izlediði Marlene Dietrich'e takýldý gözleri ve deneme
çekimlerinden sonra stüdyo patronlarýnýn muhalefetine karþýn onu
seçti bu rol için. Filmdeki baþarýsýndan sonra Marlene Dietrich'e
Hollywood yolu gözüktü.
Marlene Dietrich 1930 yýlýnda Hollywood'a geldi. Onun için Josef
von Sternberg'le çalýþma ve yaþayan bir efsane olma dönemi
baþlamýþtý. Hollywood'daki ilk filmi Morocco, Sternberg'in yaratmaya
çalýþtýðý gizemli kadýnýn da baþlangýç noktasýdýr. Marlene Dietrich, bu
yaratýlan kadýný biraz da Pygmalion efsanesine ve My Fair Lady'deki
Eliza Doolittle'a benzetir ve kendi katkýsýný küçümser. Ona göre, bu
kadýn tümüyle ýþýk oyunlarý, makyaj ve Sternberg'in mucizesiyle
yaratýlmýþ perdeye yansýyan bir görüntüdür. Kendisi ise o sýrada
Hollywood'a uyum saðlamak, Amerikanca öðrenmek için zorlanan,
sabah altýda stüdyoya yetiþmeye çalýþan bir aðýr iþçi ve Almanya'da
býraktýðý sevgili kýzý Maria'yý çok özleyen bir annedir. Morocco'da
Marlene Dietrich daha sonra kendi simgesi haline gelecek olan
120Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
pantolonlarý ve silindir þapkasý ile ilk kez görünür.
Kenneth Tynan, onun bu fraklý görüntüsü içi yýllar
sonra þöyle yazdý: "Bir erkeðin tavýrlarýna sahipti.
Oynadýðý karakterler pantolon giyiyor ve güç
sahibi olmayý seviyordu. Marlene'in erkeksiliði
kadýnlara albenili görünüyor, seksi yönü ise
erkeklere çekici geliyordu." Marlene Dietrich'in
seksi görüntüsü, kendisinden bir kuþak sonra
altmýþlý yýllardaki kadýn güzelliðinin simgesi olan
Marilyn Monroe'nun diþiliðinin tam tersi bir
'erkeksi'likten kaynaklanýyordu. Ayný 'erkeksilik'
bazý filmlerinde (özellikle Kraliçe Christina'da)
Greta Garbo efsanesinin de görüntüsüdür.
Hollywood'da altmýþlý, yetmiþli yýllarda ise tümüyle kadýnsý görüntülü
kadýn yýldýzlar öne çýkarýlýr.
Marlene Dietrich, Josef von Sternberg'le Morocco'dan sonra beþ
filmde daha çalýþtý: Dishonored, Þanghay Ekspresi (Shanghai
Express, 1932), Sarýþýn Venüs (Blonde Venus, 1932), Kýzýl
Ýmparatoriçe (The Scarlet Empress, 1934), Kadýn ve Kukla (The Devil
is a Woman, 1935). Bu filmden sonra Sternberg, Dietrich'le yollarýný
ayýrmaya karar verdi. Marlene Dietrich'in artýk onsuz yoluna devam
etmesi gerekiyordu. Sternberg'den sonraki ilk filmi Ernst Lubitsch'in
prodüktörlüðünü yaptýðý Arzu (Desire) oldu. 1936'da çektiði Allah'ýn
Bahçesi (The Garden of Allah) ilk renkli filmiydi. Gene Lubitsch'le
çalýþtýðý Angel'dan sonra 1939'da çektiði Destry Rides Again adlý
Western'da canlandýrdýðý bar þarkýcýsý, Marlene Dietrich'e yepyeni bir
görünüm ve karakteristik kazandýrdý, ki o bunu ileride vereceði tüm
konserlerde hayatýnýn sonuna kadar taþýdý. O artýk gizemli,
dokunulmaz, soðuk, sarýþýn Venüs deðildi.
Pek çok filmde rol alan Marlene Dietrich, 1948'de sevgili kýzý
Maria'nýn dört oðlundan ilkini doðurmasýyla "büyükanne oldu" ve
sinema serüvenine "muhteþem büyükanne" olarak devam etti. Bu
yýllarda çevirdiði filmlerin en önemlileri, Alfred Hitchcock'un Sahne
Korkusu (Stage Fright, 1949), Orson Welles'in film noir'ý Touch of Evil
(1957) ve Stanley Kramer'ýn Nürnberg Duruþmasý'dýr (Judgment at
Nuremberg, 1961). Bu arada bazý filmlerde konuk oyuncu olarak
görünen Dietrich'in son filmi Just a Gigolo (1978) oldu. 1982'den sonra
121Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
fotoðrafýnýn çekilmesini yasakladý. Uçan Süpürge Film
Festivali'nde gösterilecek olan Maxmillian Schell'in
çektiði Marlene/A Feature adlý belgesel onunla altý
gün boyunca yapýlan konuþmalardan ve filmlerinin
ilginç bir kolajýndan meydana gelmiþtir. Onun
filmleriyle ilgili yorumlarý biraz duygusal ama
genellikle alaycýdýr.
Marlene Dietrich, ününün doruðunda olduðu
yýllarda ve daha sonrasýnda da Hollywood'da bulunan
yýldýzlarýn tersine entelektüel bir birikime sahipti.
Goethe'den Rainer Maria Rilke'ye pek çok þairin,
yazarýn yapýtlarýný okumuþ ve benimsemiþti. Ayný
zamanda Kant'ýn felsefesinin katý egemenliði altýnda yetiþtirilmiþti. O
Alman þiiri ve felsefesinin kendi köklerini oluþturduðunu ve Amerikan
yurttaþlýðýna geçmiþ olsa da kalbinin derinliklerinde Alman olarak
kaldýðýný söylemiþti. Çalýþma gücü, hayatýný disipline etme titizliði
sonsuzdu. Ayný zamanda Hollywood'daki aydýnlarý ve yazarlarý
büyüleyen bir 'mizah yeteneði' de vardý. Onun etkilediði aydýnlar
arasýnda Ernest Hemingway'in, Orson Welles'in, Erich Maria
Remarque'ýn, Noel Coward'ýn özel bir yeri vardýr hayatýnda. O
zamanlar ünlü olmayan ve Alman iþgali yüzünden Amerika'ya
sýðýnmak zorunda kalan Jean Gabin de hayatýna giren erkekler
arasýndaydý.
Marlene Dietrich, Hitler'e olan nefretini sýklýkla dile getirmiþtir.
Hitler'in ve Goebels'in onu Alman Sinemasýnýn Kraliçesi yapma
önerilerini sert bir dille reddetti. Ýkinci Dünya Savaþý'nda gönüllü olarak
yüzbaþý rütbesiyle cepheden cepheye koþtu ve askerlere moral verdi.
Savaþta gösterdiði yararlýklar nedeniyle, Fransa onu Legion D'honneur
niþanýyla ödüllendirmiþti.
Þarkýcý olarak da yýllarca dünyanýn dört bir yanýnda konserler veren
ve albümleri kaydedilen Marlene Dietrich'in erkeksi ve buðulu sesi,
sahne performansý pek çok kiþiye çekici gelmiþtir. 1959'da Rio de
Janeiro'da verdiði stadyum konserini 25.000 kiþi izlemiþti. 1975 yýlýnda
Avustralya'da Sydney'de ayaðýný kýrýncaya kadar pek çok konser
turnesine çýkan Marlene Dietrich, bundan sonra Paris'teki evinde
inzivaya çekildi. 1992'de öldüðünde 91 yaþýndaydý ve belki de ölümsüz
efsane yýldýzlar çaðý da onunla birlikte sona eriyordu.
122Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
Karel Reisz: Alçakgönüllü Bir Usta
25 Kasým'da 76 yaþýnda kaybettiðimiz yönetmen Karel Reisz, çok
sayýda film yapmamasýna karþýn sinema tarihine alçakgönüllü bir usta
olarak geçmesine neden olan birçok önemli filme imza attý. Reisz'ýn
Saturday Night and Sunday Morning (Cumartesi Gecesi ve Pazar
Sabahý) (1960) adlý filmi tiyatroda John Osborne'un Look Back in
Anger (Öfke) adlý oyunuyla baþlattýðý öfkeli genç adamlar döneminin
bir baþyapýtý olarak nitelendirildi.
Çekoslovakya'da Yahudi bir ailenin oðlu olarak 1926'da doðan
Reisz, 1938 yýlýnda Nazi iþgalinden önce eðitim gördüðü dini
okuldakilerin yardýmýyla Ýngiltere'ye gönderildi. Geride kalan annesi ve
babasý toplama kampýnda öldü. 12 yaþýnda tek bir Ýngilizce kelime
bilmeden geldiði Ýngiltere'ye kolay uyum saðladý. Cambridge
Üniversitesi'ni bitirdikten sonra birkaç yýl öðretmenlik yapan Reisz
1949'da film eleþtirmeni olmak üzere öðretmenliði býraktý ve 1950'den
itibaren Sequence ve Sight and Sound dergilerinde yazmaya baþladý.
Sequence'in daha sonra kendi filmlerini yönetecek olan Tony
Richardson ve Lindsay Anderson gibi yazarlarý vardý. Sequence
yazarlarý hiçbir zaman belirli bir kuram geliþtirmediler ama Fransa'daki
Cahier du Cinema dergisi etrafýnda toplanan yönetmenlerin ilan ettiði
auteur kuramýna yakýn bir görüþü benimsiyorlardý. Bu nedenle ve ayný
zamanda politik olarak da sol kanatta yer aldýklarý için ticari film
endüstrisine karþýydýlar.
Reisz, 1953 yýlýnda The Technique of Film Editing adlý kitabýný
yayýmladý. Ýlk filmini Tony Richardson'la birlikte 1956'da çekti. Momma
Don't Allow, 22 dakikalýk bir belgeseldi ve bir caz kulübündeki birkaç
genci gözlemliyordu. Film 1956'da Özgür Sinema adlý bir program
dahilinde gösterildi. Özgür Sinema programlarý, Lindsay Anderson ve
Reisz'ýn filmleriyle Sequence'de geliþen düþüncelerin bir uygulamasý
olarak deðerlendirildi ve bir tür film akýmý gibi kabul edildi. Reisz kendi
123
baþýna çektiði ilk filmi We Are the
Lambeth Boys (1959, 52 dakika) da
gene bir gençlik kulübünde çekilen bir
belgeseldi ve birkaç ödül kazandý.
Reisz'ýn ilk uzun metraj filmi Saturday
Night and Sunday Morning, Ýngiliz iþçi
sýnýfýnýn sýkýcý ve monoton hayatýný ve bu
hayata iyi vakit geçirmekten baþka bir
amacý olmayan baþkaldýrýsýný çarpýcý bir
biçimde anlatan, baþroldeki Albert
Finney'in usta oyunculuðuyla da
desteklenen bir film olarak çok büyük
baþarý kazandý. Jack Clayton'ýn Room At
The Top (Tepedeki Oda) (1959) ve Tony
Richardson'ýn Look Back in Anger (1958)
ile birlikte sinema tarihindeki yerini aldý.
1966'da çevirdiði Morgan: A Suitable
Case for Treatment, eleþtirmenleri ikiye
böldü. Bir kýsmý filmi göklere çýkarýrken
bazýlarý da karýþýk buldu. David Warner'ýn oyunculuðu çok parlak
bulunmakla birlikte Vanessa Redgrave Cannes'da en iyi kadýn oyuncu
ödülünü aldý. Sonraki filmi Isadora'nýn baþrolünde de Redgrave
oynayacaktý. Isadora (1968) modern dansýn ve kadýn özgürlüðünün
simgesi olmuþ ünlü bir dansçýnýn hayatýný anlatýyordu. Büyük bir
bütçeyle çekilen film, üç saat uzunluðundaydý ve Reisz'ýn karþý
çýkmalarýna karþýn 130 dakikaya indirildi ve film genellikle soðuk
karþýlandý.
The Gambler (1968) Hollywood'da çektiði ilk filmdi ve giþede
baþarýlý oldu. Who'll Stop the Rain (1978) bazý eleþtirmenler tarafýndan
"Avrupalý yönetmenlerin Amerika'da çektiði filmlerin en iyilerinden biri"
olarak kabul edildi.
Karel Reisz'ýn The French Lieutenant's Woman (1981) Fransýz
Teðmenin Kadýný onun en büyük baþyapýtýydý. Harold Pinter'ýn John
Fowles'ýn romanýndan serbestçe uyarladýðý film, bence tüm
zamanlarýn en güzel filmlerinden biriydi. Reisz'ýn daha sonra çevirdiði
Sweet Dreams (1985) folk þarkýcýsý Patsy Cline'ýn hayatýný anlatýyordu
124Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel
ve vasat bulundu. 1990'da çektiði Everybody Wins'in senaryosunu
Arthur Miller yazmýþtý. Debra Winger'la Nick Nolte'nin baþrolünde
oynadýðý film genellikle vasat bulunduðu halde, bazý eleþtirmenler
tarafýndan beðenildi. Karel Reisz son olarak Beckett'in bir oyunundan
uyarladýðý Act Without Words adlý TV filmini çekti. (2000) 1991 ile 2001
arasýnda Londra'da ve Dublin'de özellikle Beckett'in ve Pinter'ýn tiyatro
oyunlarýný yönetti.
Reisz genellikle, yaratýcý olmayan, sadece yorumlayan,
oyuncularýný çok iyi yöneten alçakgönüllü bir yönetmen olarak
nitelendirildi. Cumartesi Gecesi ve Pazar Sabahý ile Fransýz Teðmen'in
Kadýný dýþýndaki tüm filmleri için genellikle iki karþýt uçta eleþtiriler aldý.
Birbirinden çok farklý tarzdaki bu iki film bile onun sinema tarihinde
önemli bir yer edinmesi için yeterliydi.
125Filmlerle Seyrüsefer - Þükran Yücel