Ermiş - Halil Cibran
-
Upload
secrettime -
Category
Documents
-
view
515 -
download
9
description
Transcript of Ermiş - Halil Cibran
ERMİŞ Halil Cibran
(The Prophet)
HAVASS
HAVASS / SİYASAL KÜLTÜR DİZİSİ • HSKD / 03 • Genel Sıra No: 009 • Kitabın orijinal başlığı: The Prophet. Khalil Gibran • Birinci baskı: E Yayınları, 1974. İkinci baskı: HAVASS Yayınları, 1979 • Dizgi- Baski: Kent Basımevi • Cilt: Dostlar Mücellithanesi • Yayına hazırlayan: Ahmet Dura. • Kitaptaki tüm resimler yazara aittir.
ÜÇÜNCÜ BASKI: Ekim 1982
Türkçesi: Aytunç Altındal
HAVASS Yayınları, Hüsrev Gerede cad. 35/2, Teşvikiye/İstanbul. Tel.: 46 13 19 • Kısa Yazışma Adresi: P.K. 55, Teşvikiye/İstanbul.
İ Ç İ N D E K İ L E R
Önsöz ................................................................................... 5
Geminin Gelişi.......................................... ........................... 11Sevgi .................................................................................... 16Evlilik .................................................................................... 19Çocuklar ............................ .................................................. 21Vermek .......................................................................... . 22Yemek ve İçmek .................................................................. 25
Çalışmak .............................................................................. 27Sevinç ve Keder ................................................................... 30Konut ................................................................................... 32Giyim .................................................................................... 35
Alım-Satım ........................................................................... 37Suç ve Ceza ......................................................................... 39Kanunlar ............................................................................... 43Özgürlük ............................................................................... 45Düşünce ve Hırs .................................................................. 47Acı ........................................................................................ 49Kendini Bilmek ......................................... ........................... 50Öğretim ....................................................... ........................ 52Dostluk ................................................................................. 53
Söz Söylemek ...................................................................... 55Zaman .................................................................................. 57İyi ve Kötü ............................................................................ 58Tapınmak ............................................................................. 60Zevk ..................................................................................... 62Güzel .................................................................................... 65Din ....................................................................................... 67Ölüm .................................................................................... 69Ayrılış ................................................................................... 71
BATILI GÖZLERİ DOĞUYA ÇEVİRTEN SANATÇI
Halil Cibran
XX. Yüzyılın ikinci -yarısında Lübnanlı Halil Cibran Batı dünyasının en çok sözünü ettiği Yakın Doğulu şair ve düşünür olmuştur. İngilizce ve Arapça yazdığı eserleri, Japonca ve Sanskritçe de içlerinde olmak üzere bir çok dile çevrilmiştir; Avrupa’da, Arap ülkelerinde, ABD’de her sınıftan milyonlarca kişi tarafından sevilerek okunmuştur. Çağının sosyal çalkantılarla dolu günlerinde düşünceleri Lübnan’daki işçi, öğrenci ve aydın kesimlerince benimsenmiş, bunun kaçınılmaz sonucu olarak da eserlerinin okunması yasaklanmış, kitapları meydanlara yığılarak yakılmıştır. Aynı zamanda ressam da olan Cibran, Fransa’da ve ABD’de çeşitli sergiler açmıştır.
Ünlü heykeltraş Auguste Rodin, Cibran’ın resimlerini XIX. Yüzyıl’da ölen İngiliz şair ve ressam William Blake’in yapıtlarıyla kıyaslamıştır.
5
Yaşam Öyküsü
Halil Cibran, 1883 yılında Bechari’de doğdu. Oniki yaşındayken ailesiyle birlikte Amerika’ya göç etti. İlk, orta ve lise öğrenimini Boston’da tamamladı. Daha sonra ısrarı üzerine ailesince Beyrut’taki El Hikmet Medresesine gönderildi. Yüksek öğrenimini burada bitiren Cibran, 1902’de bir daha dönmemecesine ayrıldı anayurdundan. 1902-1908 yılları arasında resim yaparak geçimini sağladı. 1908’de Paris’e gitti; Güzel Sanatlar Akademisine yazıldı. Üç yıl süreyle çağının en büyük heykeltraşı Auguste Rodinden ders aldı. 1911’de yeniden Amerika'ya döndü. 1918’de ilk kitabı «The Madman - Deli» yayınlandı. 1923’de «The Prophet - Ermiş» basıldı. Bu kitabıyla adı bütün dünyaya yayıldı. «Jesus, The Son of Man - insanın Oğlu İsa» ve «The Earth Gods - Yeryüzü Tanrıları» adlı kitaplarıyla bu başarısını pekiştirdi. 1931 yılında New York’ daki küçük bir çatı katında yoksulluktan ve birbiri ardısıra gelen hastalıklardan kurtulamayarak öldüğünde 48 yaşındaydı.
Cibran’ın tüm yaşamı acı ve kederle örülüdür. Gençliğinde Lübnanlı bir kıza aşık olmuş, fakat evlenme isteği gerek kendisinin gerekse ailesinin yoksul oldukları gerekçesiyle kızın ailesince geri çevrilmişti. Ölümünden birkaç yıl önce, sürekli olarak özlemini çektiği anayurdundan bir kadınla mektuplaşmaya başlamış, yeni bir duygu bağı kurmuştur. Ama bu sevgisi de yalnızca mektuplarda kalmış, parasızlık ve sağlığının bozukluğu yüzünden Lübnan’a dönememiştir.
6
Ancak, çektiği acılar Cibranı romantizmin koyu derinliklerine ya da mistisizmin içinden çıkılmaz bataklarına sürüklememiştir. Sevgiyi «tüm insanları ve doğayı sevme» olarak almış, bireysel acı ve kederlerin gerçekte toplumsal nitelikte olduğunu göstermiştir.
Dünya Görüşü ve Eserleri
Cibran, Yakın, Orta ve Uzak Doğunun geleneksel öğretileriyle Batı düşüncesini karşılaştırmış, bireysel ve toplumsal olgulara çeşitli sentezler getirmiştir. Yapıtlarında şiirsel bir anlatım kullanmış, Doğu düşüncesini Batı diliyle yazmıştır. Bu nedenle Cibran ın eserlerini okuyanlar, bir bakıma Peygamberlerin kitaplarını okuyormuş izlenimine kapılırlar. Tıpkı kutsal kitaplardaki gibi, yazım büyük önem taşır. Aforizmalarını sanki meydanlarda yüksek sesle okunsunlar diye yazmış gibidir. Her kitapta kurgu aşağı yukarı aynıdır. Bir «Öğreten» bir de ondan «Öğrenenler» vardır. Konu da az çok aynıdır: Doğa, Toplum ve İnsanoğlu. Bu üçlü her zaman bir bütün içinde ele alınır ve «Öğreten», Doğanın, Toplumun ve İnsanlığın yasalarını anlatır.
Halil Cibran, gerek şiirlerinde, gerekse resimlerinde «İnsanoğlu»nu ve onun «İnsan»lığın en yüce doğa olayı olarak ele alır. Evrimlere yürekten inanır. «Sizler Doğa’nın çocuklarısınız», der. insanlara eziyet edenleri, sömürenleri, aldatanları şiddetle kınar. Ama sömürülenlere de yalnız acıma duygusuyla yanaşmaz: «Eğer başınıza bir despot geçmişse bunun sorumlusu sizlersiniz; Yüce Yaratan, al
7
nınıza diktatörleri yazmamıştı, bunu sizler kendi kendinize yazıyorsunuz», der. İnsanların insanlıklarına kavuşmak istiyorlarsa, diktatörlere başkaldırmaları gerektiğini savunur.
Cibran'a göre «Doğa» da «Doğa» nın kendisinden başka giz yoktur. Pragmatizmin doğurduğu madde-tapımcılığına şiddetle karşıdır. Doğayı diyalektik yöntemle çözümler. Ne «evet» tek başına evet, ne de «hayır» tek başına hayırdır. İkisi bir bütündür, biri olmasa öteki de varolamaz. Cibran için insanoğlu bir bütün olarak yüce bir yaratıktır. Duygu, düşünce ve davranışlarıyla «Doğa»nın sunacağı nimetlerin en iyisine lâyıktır. Doğa, nesi var nesi yoksa en adil bir biçimde insanlığa sunmaktadır; öyleyse insanlar da bu «nimetlerden» eşit paylar almalıdırlar. Başkalarının zararına, kendi çıkarlarına ticaret yapanlar, hiç bir üretimde bulunmadan onun bunun ürününü alıp birbirlerinden habersizce satarak oturdukları yerde kazanç sağlayanlar, insanlığın yüzkarasıdırlar... Madem ki «Doğa»da «ilahi bir Adalet» var, Tanrı’nın bir parçası olan insanda ve onun toplumunda da aynı adalet bulunmalıdır.
Kadın-Erkek ilişkilerinde ne kadına, ne erkeğe üstünlük tanır, «ikiniz de üstünsünüz, birbirinize gereksinmektesiniz, bu nedenle de eşitsiniz,» der. «Sevginin tutsağı olmayın, sevginizi kullanarak birbirinizin üstünde baskı kurmayın. Çünkü şunu aklınızdan çıkarmayın ki, sevginin tek hedefi vardır; kendi kendine yetmek Sevgi, ne kendinden bir şeyler verir, ne de bütünlüğüne dışardan bir şeyler katılmasına göz yumar...»
8
Resimleri
Sanat, Cibrana göre, sanatçının imgelemi ile yapıtını seyreden kimse arasında dolaysız biçimde kurulacak bir haberleşme aracı olmalıdır. Bu nedenle resimlerinde, seyredenin aklını karıştıracak, onu eserin gerçekliğinden uzaklaştıracak ayrıntılara girmediğini belirtir. Tablolarında, sembolizm, naturalizm ve realizm, içiçe girerek bir determinizmi oluştururlar. Anatomik yapıya büyük önem verilmiştir. Deformasyonlardan kaçınılmış, figürlerin yüzlerine sindirilmiş olan dünyasal acı ve elemler sanki bedenlerine de işlenilmek istenmiş gibidir. Cibran’ın bir başka özelliği de insanoğlunu hep doğadaki olağan şekliyle, çıplak olarak işlemiş olmasıdır. Kadınlar, erkekler ve çocuklar hep giysiden arınmışlardır. İster gökyüzünde ister yeryüzünde olsunlar, çevreleri «Yaşam»ın canlıyı canlı yapan buhuruyla sarılıdır. Resimlerinin çoğunda eşit sayıda kadın-erkek figürü kullanması da dikkati çeken bir noktadır. Çoğunlukla karakalem çalışmalar yapmıştır. Yağlıboya ve suluboya tabloları da vardır.
Etkisi Sürüyor
Halil Cibran'ın en büyük başarısı, hiç kuşkusuz, kendini kapitalist Batı toplumuna kabul ettirebilmiş olmasındadır. Kendi düzenini en uygar ve üstün düzen sayan Batıya «akıl hocalığı» yapmak hiç de kolay değildir. Akıl öğretmeye kalkışacak kimse kendi içinden gelmiş olursa pek ses çıkarmaz Batı, ama Doğulu, hele Yakın Doğuluysa hiç dayanamaz. «Kim oluyor bu Şarklı?» der. Cibran, Ba
9
tının işte bu insafsız önyargıcılığını kırmıştır. Üstelik kırmakla da kalmamış, Batının gözlerini Doğuya çevirtmiştir. Özellikle Batının 1960 sonrası «çiçekli devrimcileri» Cibranı bayrak edinmişlerdir. Etkinliği her geçen gün biraz daha artmış, düşünceleri biraz daha yayılmıştır. Öyle ki, ABD’nin devlet başkanı John F. Kennedy bile ünlü söylevinde onun düşüncelerinden yararlanmıştır: «Vatan benim için ne yapabilir diye değil, ben vatanım için ne yapabilirim diye sorun.»
Aytunç ALTINDAL Milliyet Sanat Dergisi
23 Ağustos 1974, Sayı: 94
GECELERİN ağaran şafağı, seçkin ve sevgili Kul El Mustafa, on iki yıl var ki, Orphalese kentinde, gelip de kendisini doğduğu yere, o küçük adaya geri götürecek olan gemiyi bekliyordu.
Ve on ikinci yıl, hasat ayı eylülün yedinci günü, kentin surlarla çevrili olmayan bir tepesine çıkıp denize baktı; ve sis içinde bir karaltı gibi yaklaşan gemiyi görüverdi.
Birden yüreğinin kanatları ardına dek açıldı ve içinden taşan mutluluk denizin enginlerine doğru uçup gitti. Sonra gözlerini kapadı ve ruhunun o büyük suskunluğu içinde dua etmeye koyuldu.
Tepeden inerken, nedendir bilinmez, bir hüzün çöküverdi omuzları üstüne ve bir düşüncedir sardı içini:
Kedere kapılmaksızın ve gönül rahatlığıyla gidebilecek miyim? Üstelik, canıma işleyecek bir sızı duymak da var bu topraklardan ayrılırken.
Uzundu şu çepeçevre surların içinde acı çekerek geçirdiğim günler ve yalnızlık dolu geceler, bitmek bilmeyen; hem kim ayrılabilir ki acılarından ve yalnızlığından pişmanlık duymadan.
Nice parçalara bölünüp, dağılıp gitmiştir ruhum bu kentin sokaklarında. Özlemini çekeceğim nice çocuk dolanmıştır şu tepelerde, çıplak. Yüreğimde bir ağırlık, içimde bir sızı duymaksızın onlardan kopup gidebilmek zor.
11
Ne üzerimden çıkarıp attığım bir giysi, ne de geçmişe gömülecek bir anı, kendi ellerimle paraladığım bir ten, açlık ve susuzlukla bezenmiş bir yürektir bugün.
Yine de oyalanmamam gerek.Herşeyi kendine çağıran deniz, beni de çağırıyor,
gitmeliyim.Geceler ne denli sıcak olursa olsun, gidememek
donmak demektir. Gitmeliyim, çünkü gidememek, olduğu yerde taş kesilmek ve uysallaştırılmış bir toprağa çakılıp kalmak demektir.
Götürebilsem seve seve alır götürürdüm yanımda her şeyini buraların. Ama nasıl?
Sözcükler, ne dili, ne de kendilerine kanat takan dudakları yanlarında götürebilirler. Yapayalnız dağılırlar boşluğa ve yapayalnız ararlar yaşamın gücünü.
Yapayalnızdır güneşe doğru uçan kartal, yanında yuvası yoktur.
Tepenin yamaçlarına eriştiğinde, bir kez daha dönüp denize baktı. Gemisi limana girmek üzereydi. Pruvasına denizciler doluşmuştu... ülkesinin insanlarıydı gelenler.
Bir heyecan kapladı içini. İçisıra denizcilere seslendi:
Hey anayurdumun evlatları, hey dalgaların süvarileri.Kimbilir kaç kez yelken açtınız düşlerimde. Ve işte
tam uyanmıştım ki. geldiniz, oysa uyanmışlığım en derin düştür benim için.
Gitmeye hazırsam, sabırsızlığım, çekili yelkenleriyle rüzgarı bekliyor demektir.
Son bir soluk kaldı buraların bu durgun havasından soluyacağım ve son bir bakış, gerilere, sevgi dolu.
Sonra aranızdayım, dimdik, bir denizci olarak.Ve sen, ey hiç uyumayan ana, ey büyük deniz.
12
Barış ve özgürlük demeksin akan suya, çağlayan nehire.
Bu sana erişen suyun çıkaracağı son çalkantı, kuytu meydanları dolduran son rüzgar uğultusudur bu.
Sonra sana karışacağım, sınır tanımayan bir büyük denize sınır tanımayan bir damla olarak.
Yürümeye koyulduğunda, uzaktan bağ ve bahçelerini bırakmış kadın ve erkeklerin kentin giriş kapılarına doğru koşturmakta olduklarını gördü.
Uzaktan uzağa seslerini duydu. Kadınlar ve erkekler bir yandan ismini çağırıyorlar, bir yandan da geminin geldiğini öbür bahçelere duyuruyorlardı.
Kendi kendine mırıldandı:Yoksa, ayrılığın gelip çattığı gün, acıların birbiri üs
tüne yığıldıkları bir gün mü olacak?Yoksa, şu arife akşamı, benim için gerçekte bir gün
doğuşu mudur, bilinmez?Karasabanını bırakıp koşturan, ya da üzüm cende
resini boşlayıp seğirten şu adamlara verebilecek neyim var?
Yoksa, yüreğim bir anda dalları meyva dolu bir ağaca dönüşecek de, koparıp her birine mi dağıtabileceğim?
Yoksa tutkularım bir anda su gibi taşacak da, boş kaplarını mı dolduracağım?
Yoksa üzerinde Yaradan'ın parmaklarının dolaşabileceği bir harp ya da O’nun üflediği bir flüt mü olacağım bir anda?
Suskunluğun arayıcısıyımdır ben, ama sessizlikler içinde bir hazine mi buldum ki, güvençle çevreme dağıtabileyim?
Hangi tarlalara, hangi anımsanamayan mevsimlerde tohum serpmişim de, meğer ki bu benim hasat günüm olsun?
13
Meğer ki, elimdeki kandille çevremi aydınlatmak saatim gelmiş olsun, o kandilde yanan alev benim değil ki.
Bomboş ve ışıksız bir kandildir elimde yükselen.Yağını koyup, fitilini ateşleyecek olan, gecenin bek
çisidir.
Bu sözcükleri mırıltıyla da olsa açığa vurdu, ama bir çoğu da söylenmeden yüreğinin derinliklerinde gömülü kaldı. Tıpkı kimselere açamadığı içindeki o büyük giz gibi.
Kente girdiğinde halk çevresini sarıverdi. Bir ağız olmuşlar ismini haykırıyorlardı.
Derken kentin yaşlıları öne çıkıp konuştular:Bizleri bırakıp gitme hemen.Alacakaranlığımıza aydınlık oldun. Yeni düşler edi
nebildik senin gençliğinden.Bizler için ne bir yabancı ne de bir konuksun. Hepi
mizin evladı ve hepimiz için en değerli varlıksın.Yüzünü görebilmeye hasret koma bizleri hemen.Yaşlılardan sonra rahipler ve rahibeler konuştular:Denizin dalgaları bizleri ayırmasın, aramızda geçir
diğin yıllar bir anı olmasın.Bizlere can kazandırdın, gölgen yüzlerimizi aydın
latan ışık oldu.Seni çok sevmiştik. Ama sözcüklerle belirtilmemiş
bir sevgiydi bu. Peçelerin ardına saklamıştık sevgimizi.İşte, şimdi sana haykıran O'dur. Peçelerinden arınıp
apaçık yoluna çıkan sevgimizdir.Ve ayrılık günü gelip çatıncaya dek böylesine yüce
olduğunu hiç bilememiştir.
Daha niceleri gelip yalvar-yakar oldular. Ama o hiç bir şey söylemedi. Başını öne eğdi ve kalakaldı bir süre.
14
Gözlerine bakanlar göğsüne doğru süzülen yaşları gördüler.
Sonra hep birlik oldular ve tapınağın karşısındaki büyük alana doğru yürüdüler.
Tapınağın önüne eriştiklerinde bilge kadın El Mitra dışarı çıktı.
El Mustafa, kente ilk girdiği gün kendisini arayıp bulan ve iman eden bu kadına sevgiyle baktı.
Kadın şu sözlerle karşılık verdi:Ey Tanrı’nın Elçisi, o en yüceye erişebilmek uğruna
nice yıllar tükettin.İşte nihayet gemin geldi, artık gitmek isteyeceksin.Büyük bir özlem duyuyor olmalısın anılarını bırak
tığın yurduna ve yüce tutkularını saklayan topraklara. Dileyelim ki, sana olan sevgimiz seni yolundan alakomasın.
Ama gitmeden önce senden bir isteğimiz var. Bizlere erdiğin gerçeği anlat.
Anlat ki, biz de çocuklarımıza anlatabilelim, onlar da kendi çocuklarına aktarsınlar, yitip gitmesin öğretin.
Kendi yalnızlığına bürünüp bizlerin yaşantısını gözlemiştin. Uykularımızda iç çekişlerimizi ve gülüşlerimizi dinleyebildin, çünkü bizler derin uykudayken sen uyanıktın.
Öyleyse gel, biz neyiz, bizlere bunu açıkla. Doğumla ölüm arasında neler bildin, onları anlat.
Ve El Mustafa yanıtladı:Ey Orphalese halkı, içinizden geçenler nelerdir ki,
onlar hakkında konuşmamı istersiniz?
15
SÖZÜ El Mitra aldı: Sevgi'den söz et bizlere.El Mustafa başını kaldırıp çevresindekilere baktı. Bir
sessizlik kapladı alanı. Sonra yüce bir sesle konuşmaya başladı.
Gerçi sarp ve zorludur sevginin yolları.Ama içinize ateş düştü mü, izlemekten geri dur
mayın.Sizi kanatlarının arasına alıp saklamak isterse, karşı
koyun,Çünkü bilin ki, bir an gelir, o kanatların arasından
bir kılıçtır çekilir ve vurur, inletir sizi.Gerçi sözleri düşlerinizi darmadağın edebilir, tıpkı
kuzey rüzgarının bahçeleri darmadağın ettiği gibi.Ama sizinle konuştuğu zamanlarda, yine de ona
inanmazlık etmeyin.Çünkü başınıza tac'ı oturtacak olan da, sizi çarmıha
gerecek olan da sevgidir. Serpilip gelişmenizi isteyen de o, budanıp kalmanızı isteyen de O’dur.
Bir yandan yükseltinize erişip, güneşe uzanan en ince dallarınıza bile sarılıyorken,
Bir anda gerisin geri dönüp köklerinize dek inerek sizin yeryüzünde ayakta durabilmenizi sağlayan bağlarınızı da sarsabilir.
Tıpkı püsküllerin mısırı sarışları gibi, sevgi de sizi kendisine sarar.
Soyunmanız ve önünde çıplak kalmanız için zorlar.
16
Soyunuk kalıncaya dek üsteler de üsteler.Bembeyaz kesinceye dek evirir, çevirir, acı verir
canınıza.Boyun eğdirinceye dek, ezer, yoğurur sizi.Sonra da, Tanrı'nın kutsal sofrasına ulaştırılacak bir
somun olabilmeniz için kutsal alevlerin arasına alır, kavurur sizi.
Sevgi bütün bunları başarır, yeter ki siz kalbinizin sırlarını öğrenin ve bu yolla Hayat’ın yüreğinden bir parça olun.
Ama diyelim ki korkulara kapılmışsınız da sevgiden salt bir huzur ve zevk bekliyorsunuz,
O zaman bir an önce çıplaklığınızı örtün ve sevginin zorlu-düzeninden uzaklaşıp, mevsimleri olmayan bir dünyaya sığının, daha iyidir derim.
Çünkü ancak orada güler ve ağlayabilirsiniz, ama ne gülüşünüz tam olur, ne de ağlarken tüm gözyaşlarınız dökülür.
Karşısındakine kendinden başka hiç bir şey vermez Sevgi, ve kendinden başka hiç bir şeyi de geri almaz.
Ne kendi dışındaki şeylere sahiptir, ne de kendisine sahip olunabilir;
Çünkü Sevgi, kendi kendini bütünler ve kendi kendine yeterlidir.
Sevgi gelip sizi bulmuşsa, «Tanrı'yı yüreğimde taşıyorum,» demektense, «Tanrı’nın yüreğine eriştim,» deyin.
Ve hiç bir zaman sevgiye yön verebileceğinizi düşünmeyin, çünkü Sevgi, eğer sizi o değerde bulmuşsa, kendi yönünü kendi çizecektir.
Sevginin kendini mutlu kılmaktan öte hiç bir arzusu yoktur.
17
Ama eğer sevgiye kapılmışsanız ve tutkularınız olsun istiyorsanız şunları kendinize seçin derim:
Tutkunuz, sevginin içinde erimek olsun. Tıpkı geceye şarkılar söyleyen bir akarsu gibi akıp gidin.
Tutkunuz, aşırı duygusal davranışların getireceği acıları tanımak olsun.
Tutkunuz, kendi sevgi anlayışınızla kendinizi vurmak olsun.
Varsın istekle ve coşkuyla aksın kanınız.Tutkunuz, kanatlanmış bir yürekle sabaha gözlerinizi
açıp sevgi dolu bir güne başlayabiliyor oluşa teşekkür etmek olsun;
Tutkunuz, gün öğleye eriştiğinde oturup sevginin yüce heyecanını düşünmek olsun;
Tutkunuz, gün akşama erdiğinde evinize minnet dolu bir yürekle dönebilmek olsun;
Ve yüreğinize gömdüğünüz sevgili için iyi bir şeyler dileyip yatın; dudaklarınızda onu yücelten bir şarkı olsun.
18
SONRA yine El Mitra söz aldı: Ya Evlilik için ne dersin, erenler?
Ve yanıtladı El Mustafa:Yeryüzüne birlikte geldiniz ve sonsuza dek birlikte
yaşayacaksınız.Ölümün ak kanatları günlerinizi bölene dek birlikte
olacaksınız.Tanrı'nın suskun anılar katına eriştiğinizde bile bir
likte olacaksınız.Ama bırakın da bunca beraberliğin arasında biraz da
boşluklar olsun.Ve Tanrısal âlemin rüzgarları esip, dolanabilsin
aranızda.Birbirinizi sevin, ama sevginin üzerine bağlayıcı anlaş
malar koymayın.Bırakın yüreklerinizin sahilleri arasında gelgit çalka
lanan bir deniz olsun Sevgi.Birbirinizin kadehini onunla doldurun, ama aynı
kadehe eğilip içmeyin.Ekmeğinizi bölüşün, ama aynı lokmayı dişlemeye
kalkmayın.Şarkı söyleyin, dansedin, eğlenin birlikte, ama ikini
zin de birer Yalnız olduğunu unutmayın.Çünkü lâvtadan dağılan müzik aynı, ama nameleri
çıkaran teller ayrıdır.
19
Yüreklerinizi birbirine bağlayın ama biri ötekinin saklayıcısı olmasın.
Çünkü ancak Hayat'ın elidir yüreklerinizi saklayacak olan.
Hep yanyana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın; Çünkü tapmağı taşıyan sütunlar da birbirinden
ayrıdır.Çünkü bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde
yetişmez.
20
SONRA yavrusunu göğsüne bastırmış bir kadın söz aldı ve bize Çocuklar’dan söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:Sizin diye bildiğiniz evlatlar gerçekte Sizlerin değil
dirler.Onlar kendini özleyen Hayat’ın oğulları ve kızları
dırlar.Sizler aracılığıyla dünyaya gelmişlerdir ama sizden
değildirler.Sizlerin yanındadırlar ama Sizlerin malı değildirler.
Onlara sevginizi verebilirsiniz ama düşüncelerinizi asla.
Çünkü onların kendi düşünceleri vardır.Onların vücutlarını çatabilirsiniz ama canlarını asla.Çünkü onların canları geleceğin sarayında oturur ve
sizler düşlerinizde bile orayı ziyaret edemezsiniz.Kendinizi onlara benzetmeye çalışabilirsiniz ama
onları kendinize benzetmeye kalkışmayın hiç.Çünkü Hayat ne geriye gider ne de geçmişle ilgilenir.
Sizler, evlatların birer canlı ok gibi fırlatıldıkları yaylarsınız.
Yayı geren, sonsuza açılan yolda kendine bir hedef edinmiştir ve oklarını en uzağa eriştirebilmek için Kendi gücüyle sizleri gerer.
Yayı gerenin elinde seve seve bükülün,Çünkü oku atan O güç, uzaklaşan okları sevdiği
kadar elindeki sağlam yayı da sever.
21
SONRA bir zengin söz aldı; Bize Vermek'ten söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:Elinizdeki mallardan verdiğinizde çok az verirsiniz,Ancak canınızdan verdiğinizde gerçekten vermiş olur
sunuz.Oysa canınız gibi sakladığınız mallarınız gelecekte
muhtaç olurum korkusuyla bekçiliğini yaptığınız nesnelerden başka nedir ki?
Yarının ne getireceği belli mi?Kutsal kente doğru yol alan Hacıların peşine düşmüş
aşırı temkinli bir köpek, kızgın kumların altına bir kemik gömse, ne çıkar?
Olur da bir şeylere muhtaç duruma düşerim korkusu, gerçekte muhtaç durumda oluşun ta kendisi değil midir?
Su kaynaklarınız doluyken, susuz kalırsam diye korkulara kapılmak en giderilmeyecek susuzluk değil de nedir?
Kimileri, pek çok mal mülk sahibi oldukları halde ancak pek azına kıyıp da verebilirler. Üstelik bunları da salt gösteriş olsun diye verirler. Oysa bu içten pazarlıklı veriş, verdiklerinde bereket komaz.
Kimileri de ellerinde pek az olmasına karşın çıkarır olanı biteni verirler.
22
Bu gibiler hayata bağlanmış, ona inanç duyan kimselerdir ve onların ambarları hiç boş kalmaz.
Kimileri sevecenlikle verir ve edindikleri tüm armağan da bu olur.
Kimileri de verirken ıstırap çeker, çünkü onların yıkandıkları kutsanmış sulara* ıstırap karışmıştır.
Kimileri verirken ne ıstırap çeker, ne bundan kendine bir mutluluk payı çıkarmak peşinde koşar, ne de vermenin erdemli bir davranış olduğunu düşünür.
Bunlar da, o uzak vadilerde açan küçük menekşeler, kokularını yeryüzüne nasıl sunuyorlarsa, öyle verenlerdir.
Tanrı, işte bu gibi kimselerin elleri aracılığıyla konuşur, ve onların gözlerinin ardından yeryüzüne bakarak gülümser.
İstendiği zaman vermek iyidir, ancak ihtiyaç içinde olanın durumunu kavrayıp o istemeden vermek daha iyidir.
Eli açık bir kimse için, verebileceği bir şeyleri alacak eli bulmak, vermekten çok daha yüce bir mutluluktur.
Hem, kişinin sonsuza dek elinde tutabileceği bir nesne var mı ki?
Bugün elde olanlar, bir gün gelecek, mutlaka başka ellere verilecektir.
Öyleyse şimdiden verebilmek varken, vermek mevsiminin varislere kalmasını beklemek niye?
«Vermek isterim ama verdiklerim yerini bulmalı, değmeli,» der durursunuz.
Oysa meyva bahçenizdeki ağaçlar ve çayırlara saldığınız davarlar böyle söylemiyorlar.
Onlar yaşamak için veriyorlar, çünkü vermezlerse ölür, yiterler.
* Vaftiz olayı (ç.n.)
23
Günleri ve geceleri yaşamaya değer görülmüş bir kimse, vereceklerinizi alabilmeye de değer durumdadır elbette.
Hayatın okyanusundan içebilmeye değer görülmüş bir kimse, Sizlerin küçük derelerinizden de içebilecek değerdedir.
Almanın cesaret ve güvencesinde, hatta bağışlayıcılığında yatan çölden daha büyük kuraklık olabilir mi?
Hem sen kimsin ki insanlar senin önüne çıkıp da, değer olup olmadıklarını görebilesin diye göğüslerini açsınlar ve soydukları gururlarını senin ayaklarının altına sersinler?
Sen ilkin kendinin bir Verici-EI olabilmeye değer olup olmadığını anlamaya bak.
Çünkü gerçekte can’a bir şeyler veren Hayat'tır... sense kendini gerçek verici sanıyorsun. Oysa, bir tanıktan öte bir şey değilsin.
Ve ey siz alıcılar —ki hepiniz öylesiniz— kendinizi hiç bir zaman minnet yükü altına sokmayın.
Sokmayın ki, ne kendinize ne de vericiye bir boyunduruk takılmasın.
Verilenler hem size hem vericiye kanat olsun, birlikte yükselin.
Çünkü aklınızı minnetin ağır yüküyle doldurursanız, özgür bağırlı yeryüzünü ana, Tanrı'yı da baba olarak kabullenmiş olan vericinin eliaçıklığından kuşku duymuş olursunuz.
SONRA han sahibi yaşlı bir adam söz aldı, bize Yemek ve İçmek’ten söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:Olabilse de yeryüzünü saran buhur ve bitkiler gibi
aydınlıkla beslenerek yaşanabilse yalnız.Ama değil mi ki, yemek için öldürmek ve susuz
luğunu gidermek uğruna, yeni doğmuş bebeği bile anasının sütünden mahrum etmek zorunda kalıyorsun, öyleyse bırak da bu davranışın bir tapınma görüntüsüne bürünsün.
Bırak da sofran herkesin ortaklaşa yemek yediği bir sofra olsun. Bil ki, böyle bir sofraya katılanların içi, ormanların ve ovaların bilinen o saf temizliğinden daha saf ve temiz olur.
Bir hayvanı öldürdüğünde içinden şunları geçir:«Seni kesip öldürten güç, günü gelince beni de öldü
recek, ve ben de senin gibi tüketileceğim.Seni benim ölümcül ellerime gönderen yasa, beni
de daha güçlü bir ele teslim edecek.Senden ve benden akacak kanlar, ölümsüzler âle
mindeki ağacın köklerine inen birer damladan başka bir şey değildirler.
Bir elmayı dişlediğinde de içinden şunları geçir:«Tohumların benim vücudumda boy atacak,Senin geleceğinin tomurcukları, benim yüreğimde
yeşerecek,
Senin kokun, benim soluğum olacak,Ve her mevsimi birlikte karşılayıp, birlikte kutla
yacağız.»
Mevsim sonbahara erdiğinde, bağından üzümleri toplayıp da cendereye doldurduğunda, içinden şunları geçir:
«Ben de sizler gibi bir asmayım ve benim yemişim de bir gün toplanıp aynı cendereye doldurulacak,
Ve tıpkı yeni bir şarap gibi sonsuzluğun fıçılarında saklanılacağım.»
Mevsim kış'a erdiğinde, hazırladığın şarabı içerken, doldurduğun her kadeh için yüreğinde bir şarkı olsun.
Ve o şarkıda, sana hasat günlerini, üzüm bağını ve cendereyi anımsatan sözcükler bulunsun.
26
SONRA bir çiftçi söz aldı, bize, Çalışmak'tan söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:Yeryüzüne ve onun ruhuna ayak uydurabilmek için
çalışıyorsunuz.Çünkü aylaklık yeryüzünün mevsimlerine yabancılaş
mak demektir. Sonsuza doğru gururlu bir kabullenmişlik ve soylu adımlarla ilerleyen Hayat'ın gelişiminin dışına çıkmak demektir.
Çalıştığınız zaman akıp giden saatlerin fısıltılarını içinde müziğe dönüştüren bir ney'e benzersiniz.
Yeryüzünde her şey belli bir uyum içinde şarkı söylemekteyken, hangi biriniz çıkıp da sağır ve dilsiz bir kamış parçası gibi sessiz kalabilir?
Kimbilir kaç kez çalışmanın bir bela ve iş’in de bir uğursuzluk olduğu söylenmiştir sizlere.
Oysa ben sizlere diyorum ki, çalıştığınız zaman yeryüzünün en uzak düşünün, doğduğu gün sizin adınıza ayrılan bir parçasını doldurmuş olursunuz.
Kendinizi işinize vermekle de gerçekte hayatı ve yaşamayı seviyor oluşunuzu ortaya koyarsınız.
Hem, sarıldığınız bir işin aracılığıyla hayatı sevmek, onun içinin derinliklerinde sakladığı gizeme yakınlaşabilmenizi sağlar.
27
Ama eğer çektiğiniz acılara bakarak üretkenliğin bir bela, kör gırtlağı doyurmanın da alnınıza yazılmış bir büyü olduğunu söylerseniz, sizlere, akan alınterinizden başka hiç bir şeyin bu yazgıyı silip atamayacağını duyururum.
Sizlere hayatın kapkara olduğu da söylenmiştir. Ve sizler de gerçekte zayıf kimselerce söylenmiş olan bu sözleri kendi zayıflığınız içinde dilinize dolayıp, yinelemektesiniz.
Ben size diyorum ki, hayat, ancak hızlı gelişiminden yavaşlatılmaya kalkışıldığında kapkara olur.
Ve bu hızlı gelişim bilgiden yoksunsa kör olur,Ve her bilgi, içinde eylem yoksa boşunadır.Ve her eylem, içinde sevgi yoksa boştur.Sevgiyle dolu olarak çalışırsanız, ilkin kendinize,
sonra birbirinize, sonra da Tanrı'ya bağlanmış olursunuz.
Sevgiyle dolu olarak çalışmak nedir, bir de bu var? Dokuduğunuz kumaşı, sanki yalnız en sevdiğiniz
kimse giyecekmişçesine yüreğinizden çektiğiniz ipliklerle dokuyabilmek.
Kurduğunuz yapıyı, sanki içinde yalnız en sevdiğiniz oturacakmışçasına özenle ve sevgiyle kurabilmek,
Serptiğiniz tohumları ve onun ürünlerini, sanki yalnız en sevdiğiniz yiyecekmişçesine sevgiyle ekip-biçebilmek.
Bütün yaptıklarınıza kendi canınızdan yükselen bir soluk katabilmek,
Ve tüm kutsanmış ölülerin, çevrenizde yaptıklarınızı gözlemlemekte olduklarını bir an olsun aklınızdan çıkarmamış olmak.
Uykunuzda konuşuyormuşcasına şu sözleri yinelediğinizi çok duymuşumdur; «Mermeri işlerken, kendi
28
ruhunun şeklini o ak taşın içinde bulan kimse, toprağı işleyen kimseden daha yücedir.
Gökkuşağını yakalayarak bir kumaşın üzerine onun renklerinden insanı çizebilen kimse, ayaklarımızı donatan kimseden daha üstündür.»
Oysa, şu öğle vakti ve uykuda değil de olanca uyanıklığımla sizlere diyorum ki; esen yel, dev çınarlara, çimenlerin en boysuzuna konuştuğundan daha tatlı bir dille konuşmaz.
Gerçekte büyük olan, o rüzgarın uğultusunu kendi sevgisiyle karıştırıp bundan daha hoşa gidecek bir şarkı yaratabilendir.
Çalışmak, sevginin göze görülebilen şeklidir.Eğer işinize sevgiyle değil de isteksizlikle sarılmış
sanız, o zaman işinizi bırakın ve tapınağın kapısı önüne çöreklenip sevgiyle çalışanların önünüze atacakları sadakaları toplayarak geçinin, daha iyi.
Çünkü, eğer ekmeği içine sevgi katmadan, ilgisizce pişirirseniz, yiyecek olanların ancak yarı açlığını giderebilecek acı bir ekmek yapmış olursunuz.
Eğer üzümlerinizi içine ağız-tadı katmadan, kinle damıtmışsanız, şarabınızdan içecek olanın kadehine zehir akıtmış olursunuz,
Ve eğer, meleklere özenircesine şarkı söyleyip de gerçekte içinizden şarkı söylemeyi sevmek geçmiyorsa, insanların, gecenin ve gündüzün seslerini duyacak kulaklarını tıkamış olursunuz.
29
SONRA bir kadın söz aldı, bize, Sevinç ve Keder'den söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:Sevinciniz, gerçekte peçesini kaldırmış kederinizdir.Gülümsemelerin yükseldiği o kendisiyle özdeş pınar
dan, çoğu kez gözyaşlarıyla dolu nice hıçkırık da duyulmuştur.
Hem, başka türlü olabilir mi ki?Keder, varlığınızın derinliklerine işledikçe sevinciniz
artar.İçinden şarap içtiğiniz kadeh, çömlekçinin fırınında
pişirilmiş olan kadehin ta kendisi değil midir?Ruhunuzu sakinleştiren lâvta, bıçak darbeleriyle
oyulmuş ağacın ta kendisi değil de nedir?Sevinçli olduğunuz zamanlarda gözlerinizi yüreğinizin
derinliklerine çevirirseniz, size sevinç veren şey uğruna bir zamanlar nice kederlenmiş olduğunuzu görürsünüz.
Kederli olduğunuz zamanlarda da yine yüreğinizin derinliklerine bakın, o zaman gerçekte, bir zamanlar sizi mutlu kılmış olan şeye ağlamakta olduğunuzu görürsünüz.
Aranızdan bazıları, «Sevinç kederden büyüktür,» bazıları da, «Hayır, keder sevinçten büyüktür,» demektedir.
Oysa ben sizlere derim ki, bunlar birbirinden ayırt edilemezler.
30
Daima birlikte gelirler, biri yanıbaşınızdayken, öbürü, yatağınıza uzanmış uyuklamaktadır.
Bir kefesine kederin, ötekine sevincin oturtulduğu ve hangi tarafın ağır basacağını kestiremeyen bir terazi gibisinizdir.
Ancak kefeleriniz boşaldığında durulursunuz ve kendinize bir denge edinebilirsiniz.
Haznedar, altın ve gümüşlerini tartmak için sizi eline aldığında kederiniz ve sevinciniz ya yükselir ya alçalır.
SONRA bir duvarcı ustası öne çıktı ve bize Konut’tan söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:Kentin surları içine bir konut kurmadan önce, tasa
rımlarınızla çölün ortasına bir çadır kurun.Çünkü sizler gibi, içinizdeki o derbeder tasarım da
alacakaranlıkla birlikte bir yuvaya sığınır, gerçi biraz uzaklarda ve yapayalnız.
Sizin sığındığınız yuva, erişkin gövdenizdir.Güneşin ışınlarıyla büyür, gecenin suskunluğunda
dinlenir, üstelik düşler de görür. Yoksa, yuvanız düş görmez mi sanırsınız? Düşlerinde, kentten uzaklaşarak korularda ya da tepelerde şöyle bir dolanmaz mı dersiniz?
Keşke bütün konutlarınızı avuçlarımda toplayabilsem de tıpkı tohum serpen bir çiftçi gibi onları ormana ve otluklara savurabilsem.
Keşke, vadiler sokaklarınız, yeşil patikalar da ara- yollarınız olabilse de birbirinizi bağ-bahçe arasında arayıp bulsanız ve giysilerinize sinen toprağın kokusuyla donanmış olarak salınsanız.
Ama şimdilik bunların gerçekleşmesi zor.Çünkü korkulara bürünmüş olan atalarınız sizleri bir
araya toplamışlardı. Ve bu korku daha bir süre böyle gidecek. Daha bir süre kentin duvarları sizlerin yüreklerini topraklarınızdan ayrı tutacak.
32
Şimdi söyleyin bakalım Ey Orphalese halkı, konutlarınızda neler var? Ve sıkı sıkı kilitli kapılarınızla neleri saklar durursunuz?
Gücünüzü, kudretinizi açıklayacak bir huzur mudur sakladığınız?
Aklınızın doruklarını kaplayan anılarınızın pırıltılı kemerleri midir yoksa?
Yoksa, taş ve tahta yontuların nesnel güzelliğinden yüreklerinizi kutsal dağa doğru yücelten güzellikler midir sakladığınız?
Söyleyin haydi, konutlarınızda bunlar mı var?Yoksa salt rahatlığınız ve ona olan tutkunuz mudur
sizleri konutlara bağlayan, hani o ilkin iğreti bir konuk gibi sokulan, sonra ev sahibi, sonra da efendi kesilen rahatlık mı?
Bir bakarsınız, başınızdan hiç atamayacağınız bir eğitmen oluvermiş rahatlık; Sizlerin daha büyük tutkularınızı kanca ve kıskaçla kuklaya çeviriyor.
Çünkü elleri ipekten ama yüreği demirdendir rahatlığın.
Size ninniler söyleyerek uyutması, döşeğinizin başında dikilip vücudunuzun başeğmezliğiyle alay edebilmek içindir.
Sizlerin güçlü duyularınızı eğlence konusu yapar, sonra da kırık çanak çömlekler gibi çalılıklar içine atar.
Oysa gerçekte rahatlık, ruhun atılım isteklerini öldürmekte, sonra da takındığı pis bir gülümseyişle onun tabutu ardı sıra yürümektedir.
Fakat ey rahatlığın içinde rahatsız yaşayan uzayın evlatları, sizler, ne rahatlığın tuzaklarına düşeceksiniz, ne de zor kullanılarak yola getirilebileceksiniz.
33
İçinde yaşadığınız konutlar sizleri olduğunuz yerde çakılı tutacak birer çapa değil, birer yelken direği olacak.
Bir yarayı kapatmak için sarılan parlak bir örtü değil, gözü koruyan bir gözkapağı olacak.
Ne açılan kapılardan geçebilmek için kanatlarınızı kapayacak, ne tavanlara değmesinler diye başlarınızı eğecek, ne de aman duvarlar çatlamasın diye solumaktan korkacaksınız.
Ölülerin, siz canlılar için yaptıkları mezarlarda yaşayamazsınız.
Gerçi konutlarınız görkemli ve güzeldirler, ama içlerinde ne Sizlerin gizlerini saklayacaklar ne de özlemlerinize barınak olacaklar
Çünkü içinizde varolan sınırtanımazlık, kapısı sabahın pusu, pencereleri de gecenin şarkıları ve suskunlukları olan gökyüzünün konağında oturmaktadır.
SONRA bir dokumacı söz aldı ve bize Giyim'den söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:Giysileriniz güzelliklerinizin büyük bölümünü gizler de
güzel olmayanları pek örtmez.Gerçi sizler giysilere bürünmekle bireysel gizliliği
nizin özgürlüğünü arıyorsunuz, ama onların içinde bulacağınız, vücudunuza vurulan koşumlar ve prangalardan başka bir şey olmayabilir.
Güneşin ışınlarını ve esen yeli teninizin daha fazlasıyla ve giysilerinizin daha azıyla karşılayabilseniz ne iyi olurdu.
Çünkü hayatın soluğu güneşin ışığında ve eli de esen yeldedir.
Aranızdan bazıları şöyle diyorlar, «Giydiğimiz giysileri dokuyan kuzey rüzgarıdır.»
Ben de diyorum ki, doğrudur, onları dokuyan kuzey rüzgarıdır.
Ama tezgahı utanç, kullandığı iplik sönük ve cansızdı,
Üstelik, işini bitirdikten sonra ormanın kuytuluğuna çekilip gülmüştü.
Unutmayın ki, alçakgönüllü ve gösterişsiz olmak, temiz ve saf olmayanın bakışlarından korunabilmeye yarayan bir kalkandır.
35
Hem, temiz ve saf olmayan ortadan kaldırılabilse, alçakgönüllü ve gösterişsiz olmak aklı kirleten ve aşağılayan bir zincir vurucudan başka nedir ki?
Ve yine unutmayın ki, yeryüzü, Sizlerin çıplak ayaklarınızı bağrında duymaktan hoşlanır ve rüzgar da saçlarınızla oynaşmayı özler.
36
SONRA bir tacir söz aldı ve bize Alım-Satım'dan söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:Yeryüzü sizlere meyvelerini vermektedir, eğer avuç
larınızı nasıl doldurabileceğinizi bilirseniz, elinize geçecek olanla yetinebilirsiniz.
Yeryüzünün sizlere sunduğu armağanlar karşılıklı olarak el değiştirmenizledir ki, hem bolluk ve berekete erişir hem de kendinizi tatmin etmiş olursunuz.
Ama eğer bu el değiştirmeler sevgiye ve ondan gelen adalete dayanmıyorsa, kiminiz açlığa, kiminiz de açgözlülüğe sürüklenir.
Ey denizin, toprakların ve bağların zahmetini çeken sizler, pazarlarda dokumacılara, çömlekçilere ve baharatçılara rastladığınızda...
Yeryüzünün yönetici ruhunu aranıza çağırın ve ondan değerler terazisinin kefelerinde hak geçirilmemesini sağlamasını isteyin.
Elleri bereketini yitirmiş olanların işlerinize karışmasına izin vermeyin, çünkü onlar Sizlerin emeğine karşılık boş laflar satmakta olanlardır.
Bu gibi kimselere şöyle deyin.Ya bizimle tarlaya gel çalış, ya da kardeşlerimizle
denize çık, ağını ser,
37
Çünkü deniz ve toprak bizlere olduğu gibi sana da cömert davranacaktır.
Eğer şarkıcılar, oyuncular ve müzisyenler karşınıza çıkarlarsa... onların sundukları armağanlardan da olmazlık etmeyin.
Çünkü onlar sizler gibi yeryüzünün meyvelerini ve buhurunu toplamaktadırlar. Gerçi sizlere sundukları, düşlerin biçimlenmişliğinden başka bir şey değildir, ama ruhunuz için donanım ve gıdadır.
Çarşılarınızdan ayrılmadan önce, hiç kimsenin yoluna elleri boş gitmemesine dikkat edin.
Yeryüzünün hâkim ruhu, en küçüğünüzün bile ihtiyaçları giderilmedikçe rüzgarlara yaslanıp hoşnutluk içinde uyuyamaz.
SONRA kentteki yargıçlardan biri öne çıktı ve söz alarak, bize Suç ve Ceza’dan söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:Ruhunuzun rüzgarın önüne katılıp gittiği zamandır
ki,Yalnız ve bekçisiz kalarak, bir başkasına, dolayısıyla
da kendinize karşı bir hata işlersiniz.Ve işlenen bu hata nedeniyledir ki, kutsallığın kapı
sını çalmak ve bir süre önemsenmeden beklemek zorundasınız.
Sizin tanrısal-benliğiniz, tıpkı bir okyanus gibi,Hiç bir zaman kirletilemez.Ve tıpkı yaşamın-gücü gibi, ancak kanatları olanları
yüceltir.Tanrısal-benliğiniz hatta bir güneşe bile benzetile
bilir;O güneş ki ne köstebeğin dolambaçlı yollarını bilir,
ne de yılanın deliğini arar.Ama sizin tanrısal-benliğiniz içinizde tek başına otu
ruyor değildir.Aranızdan çoğu içleri sıra insanlaşmışsa da, bir çoğu
henüz insanlaşabilmiş değildir,Bu gibiler, sisler arasında amaçsızca dolaşarak uya
nışını arayan biçimsiz vücutlu bir cüceye benzerler.Bense şimdi içinizdeki insandan söz edeceğim.
39
Çünkü suçu ve suçun cezasını bilen, içinizdeki tanrısal-benliğiniz ya da sisler içinde dolaşan cüce değil, O'dur.
Nice kez, hata işleyen biri hakkında, sanki o sizlerden biri değilmiş de bir yabancı ve dünyanıza başka yerlerden gelme birisiymiş gibi konuştuğunuzu duymuşumdur.
Oysa ben diyorum ki: Nasıl ki en kutlu ve en doğru bile Sizlerin her birinin içindeki Yücelik'ten daha yüce değilse,
En kötü ve en alçak da yine her birinizin içindeki o Alçaklık’tan daha alçağa erişemez.
Nasıl ki bir yaprak, tüm ağacın sessiz bilgisi olmadan sararmazsa,
Hata-işleyen de Sizlerin tümünün gizli isteği ve onayı olmadan hata işleyemez.
Tıpkı bir sürecin kendi başına ilerleyişi gibi, sizler de hep birlikte tanrısal-benliğinize doğru ilerliyorsunuz.
Bu ilerleyiş de yol da, yolcu da sîzlersiniz.Aranızdan biri tökezler de düşerse, arkasından ge
lenler için düşmüş demektir; onun ayağına takılan taş arkasındakilere uyarı olmalıdır.
Aynı şekilde, düşen, önde sağlam ve hızlı adımlarla yürüyenler için de düşmüş demektir; çünkü onlar geçip giderlerken taşı bir kenara itmemişlerdir.
Belki yüreğinize ağırlık verecek ama, şunları da söyleyeceğim:
Öldürülen, kendi ölümünden dolayı sorumsuz değildir.
Ve soyulan, soyguna uğradığı için suçsuz değildir.Doğru olan, kötülerin yapıp-ettiklerine bakılarak ma
sum sayılamaz.
40
Zalim zulmünü işletirken, Ak-ellilerin elleri temiz olmaz.
Evet, suçu işleyen kimse, çoğu kez, yaraladığının kurbanıdır.
Dahası; mahkum kılınmış olan, suçsuz ve günahsızların yük taşıyıcısıdır.
Haklıyı haksızdan, iyiyi kötüden ayırt edemezsiniz;Çünkü, nasıl ki ak ve kara iplikler birlikte dokunu
yorsa, onlar da aynı şekilde güneşin yüzüne karşı öylece yanyana duruyorlar.
Üstelik, kara iplik koparsa, dokumacı salt elindeki kumaşa değil, tezgahına da bakar.
Eğer aranızdan biri çıkar da ihanet etti diye bir zevceyi yargılanmak üzere ortaya getirirse,
O kadının kocasının kalbi de teraziye konsun ve ruhu ölçeklerle ölçülsün.
Suçluyu tokatlayacak olan kimse, suçun işlenmesine sebep olan kimsenin de yüreğine baksın.
Aranızdan biri çıkıp da hak saydığı için kötü bir ağaca baltasını indirmeye kalkarsa, ilkin köklerine de bir göz atsın.
Çünkü orada, toprağın sessiz yüreciği içinde, iyi ve kötü, bereketli ve bereketsiz köklerin bir arada sarmaş- dolaş bulunduklarını görecektir.
Ve ey siz, doğruluktan yana olması gereken yargıçlar,
Dış görünüşüyle dürüst, fakat ruhen hırsız biri için nasıl bir ceza düşünürsünüz?
Gövdesiyle katil, ruhuyla kurban olan biri için hangi cezayı uygun görürsünüz?
Olay sırasında hain ve saldırgan davranmış olan, bir
41
o kadar da incitilmiş ve öfkelendirilmiş olan birini nasıl sorguya çekersiniz?
Sonra, çektiği pişmanlık yaptığı hatalardan kat-bekat yüksek olanları nasıl cezalandırırsınız?
Hem, pişmanlığı tattırmak sizlerin hizmet edebilmeye uğraştığınız kanunun öngördüğü Adalet’in hedefi değil mi?
Buna rağmen, sizler, ne masumların yüreklerine pişmanlık sokabilecek, ne de suçluların yüreğindeki pişmanlığı söküp atabilecek durumdasınız.
Gece oldu mu, pişmanlık çağrılmadan çıkagelir ve insanlar derin uykularından uyanıp kendilerine baksınlar ister.
Ve ey, adaleti tanıması gereken sizler, yapılan işlere tüm aydınlık altında bakamadıkça, onları anlayabilir misiniz?
Ayakta dimdik duranla, yere düşmüş olanın, cüce- benliğinizin gecesiyle tanrısal-benliğinizin gündüzü arasındaki alacakaranlıkta bekleyen aynı adam olduğunu bilmenizden sonradır ki,
Tapınaktaki köşe-taşının, yapının temelindeki en alt taştan daha yüce olmadığını ancak anlayabilirsiniz.
42
SONRA bir avukat söz aldı, ya Kanunlar için ne dersin, erenler, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:Gerçi siz kanunlar koymaktan hoşlanırsınız.Ama koyduğunuz kanunları çiğnemekten daha çok
hoşlanırsınız.Tıpkı okyanusun sahilinde durmadan kumdan kaleler
yapan sonra da bir vuruşta gülerek yıkıveren çocuklar gibi.
Oysa sizler kumdan kaleler yaptıkça okyanus sahile daha çok kum yığmaktadır.
Ve yaptığınız kaleleri yıktıkça okyanus sizlere gülmektedir.
Ama, kendileri için hayatın okyanus ve kul-yapısı kanunların da kum-kaleler değil.
Ama, hayatın kaya ve kanunların da bu kayanın üzerine kendi beğenilerini işleyebilecekleri birer keski olduğunu kabul edenlere ne demeli?
Rakkaselerden nefret eden topala ne denir ki?Boynuna vurulmuş boyunduruğu seven ve ormanda
gönlünce yaşayan geyiği ve ceylanı serseri sanan öküze ne denir ki?
Ve düğün-şölenine herkesten önce gelip tıka-basa karnını doyuran, sonra da yorgun düşüp, başkalarına
43
bakarak tüm şölenlerin aykırılık ve tüm şölencilerin de kanunbozucu olduklarını söyleyene ne denir ki?
Bu gibi kimselerin güneş ışığında durdukları, sırtlarını güneşe dönmüş olduklarını söylemekten başka ne diyebilirim ki?
Bu gibi kimseler salt kendi gölgelerini görmektedirler ve kendi gölgeleri de kendi koydukları kanunlardır.
Ve onlar için güneş, kendilerine gölge dağıtan bir kaynaktan başka bir şey değil de nedir ki?
Bu gibi kimseler için kanunları bilebilmek demek, yeryüzüne serilmiş olan gölgelerine eğilip, onları ölçmek değil de nedir?
Ama ey güneşin ışınlarına karşı ilerleyen sizler, yeryüzünde hangi tasarım-gölge sizleri yolunuzdan alakoyabilir?
Sizler ki rüzgarı arkanıza almış ilerlemektesiniz, hangi rüzgar gülü sizin yönünüzü çizebilir ki?
Sizler insanlığın zindan kapısı önünde boyunlarınıza vurulmuş olan boyundurukları kırsanız, hangi kul-yapısı kanun sizi engelleyebilir ki?
Raksederker ayaklarınıza insanlığın demir zincirleri çarpmıyorsa, hangi kanun sizleri korkutabilir ki?
Sizlerin giysilerinizi paralayıp da insanlığın yolu üzerine atmadıkça, kim sizi yargıçların önüne sürükleyebilir ki?
Ey Orphalese halkı, davulun sesini boğabilir, lir’in tellerini gevşetebilirsiniz, ama hangi biriniz çıkıp da tarlakuşunu ötmekten alakoyabilir ki?
44
DAHA sonra bir konuşmacı söz aldı ve, bize Özgürlük'ten söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:Kentin kapısı önünde ve ocaklarınızın başında öz
güllüğünüze tapınmak üzere yere kapanmış olduğunuzu görmüşümdür.
Bu tapınmalarınız sırasında, kölelerin, kendilerini ezip öldürmekte olan bir zalim buyrukçunun karşısında eğildikleri gibi öne kapanmıştınız.
Hatta aranızda en özgür diye bilinenin bile, tapınağın korusunda ve burçların gölgesinde özgürlüğünü bir boyunduruk ve kelepçe gibi taşımakta olduğunu da görmüşümdür.
Ve içimsıra yüreğim kanamıştır; çünkü, ne zaman ki özgürlüğü arama tutkusu dahi sizi rahatsız eder ve özgürlüğün bir erek ve tatmin olduğuna dair konuşmayı kesersiniz, işte ancak o zaman özgür olabilirsiniz.
Ne zaman ki günleriniz ihtiyaçları düşünmeden ve geceleriniz de bir pişmanlık ve tutkuyla dolu olmadan geçer, işte o zaman gerçekten özgür olursunuz.
Daha doğrusu bu gibi dertler yaşantınızı alt-üst ettiği halde kendi bağımsızlığınız ve isteğinizle bunların üstesinden gelebildiğinizde özgür olursunuz.
Ama idrakinizin sabahında, öğle saatlerinize vurduğunuz zincirleri kıramazsanız, gecelerinize ve gündüzlerinize nasıl üstün gelebilirsiniz?
Oysa gerçekte, sizin özgürlük dediğiniz bu zincirlerin en sağlamıdır, ama her halkası güneşin ışınlarıyla parıldamakta ve gözlerinizi kamaştırmaktadır.
Ve özgür olabilmeniz için, kendi benliğinizin görüntülerinden uzaklaşmanız gerekir, değil mi?
Diyelim ki, bu görüntülerden biri adil olmayan bir kanun, ama onu Sizlerin alnına yazmış olan yine kendi ellerinizdir.
Alnınıza yazmış olduğunuz bu kanunu ne kanun kitaplarını ateşe atmakla, hatta ne de okyanusun bütün suyuyla yargıçlarınızın alınlarını yıkamakla silip-temizleyebilirsiniz.
Ve, diyelim ki, kendisinden kurtulmak istediğiniz bir despot var, ilkin onun içinizde kurmuş olduğu saltanatı yıkmanız gerekir.
Çünkü bir zalimin özgür ve başı dik insanlara hükmedebilmesi için, onların özgürlüklerinde bir zulüm ve gururlarında bir utanç bulması gerekmez mi?
Eğer kurtulmak istediğiniz bir dertse, bilin ki bu derdi bir başkası değil kendiniz kendi başınıza sarmışsınızdır.
Ve eğer kurtulmak istediğiniz görüntü bir korkuysa, o korkunun yerleştiği yer kendisinden korkulanın eli değil, sizin yüreğinizdir.
Gerçek şudur ki, varlığınızın içindeki her şey birbiriyle sarmaş dolaş olarak devinmektedir. Arzulanan ile korkulan, nefret edilen ile kutlanan, kendisine yönelinen ve kaçılan birbirine girmiştir.
Bütün bu nesneler, Sizlerin içinde birbiriyle kesişen gölgeler gibi çift çift gezinmektedir.
Ve ne zaman ki bir gölge soluklaşıp silinir, gerideki ışıklardan biri öre çıkar ve bir başka gölgeye ışık olur.
Bu nedenledir ki, özgürlüğünüz kendisine vurulmuş olan zincirlerinden kurtulduğunda, daha büyücek bir özgürlüğe zincir olur.
46
SONRA rahibe yeniden söz aldı ve, bize Düşünce ve Hırs’tan söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:Çoğu kez ruhlarınız bir savaş alanı gibidir ve burada
düşünceniz ve yargılamanız, hırs ve doyumsuz iştahınızla mücadele içindedir.
Keşke elimden gelse de, içinizdeki unsurların ahenksizliğini ve rekabetini birliğe ve ahenge çevirerek ruhlarınıza huzur ve barışı koyabilsem.
Fakat, kendiniz barışı ve içinizdeki unsurları sevmedikçe benim elimden ne gelir ki?
Düşünceniz ve hırsınız, engin denizlere açılmış olan ruhunuzun dümeni ve yelkenleridir.
Eğer dümeniniz ya da yelkeniniz kırılacak olsa, bocalayıp çarpmaktan ya da denizin orta yerinde çakılıp kalmaktan öte hiç bir şey yapmazsınız.
Çünkü düşünce kendi başına buyruk kesilirse, bağlayıcı olur; ve hırs, yönetimsiz kalırsa, kendi sonunu getirinceye dek yanacak bir aleve benzer.
Bu nedenledir ki, bırakın ruhunuz düşünceyi hırsın doruklarına dek yükseltsin, ki orada şarkısını söyleyebilsin;
Ve bırakınız ruhunuz düşünceyle hırsınızı yönetsin, ki hırsınız, kendi küllerinden her gün yeniden doğan An
47
ka kuşu gibi, hergün kendi bozgunundan yeniden doğarak yaşayabilsin
Dikkate almanızı dilerim ki, yargılarınızı ve doyumsuz iştahınızı, evinize gelen iki konuk gibi karşılayasınız.
Konuklarınızdan birini ötekinden üstün tutmayacağınız kuşkusuzdur; çünkü birinin öbürüne yeğlenmesi halinde her iki konuk da sevgisini ve inancını yitirir.
Tepeler arasında, beyaz kavak ağaçlarının serin gölgeliğinde oturur, uzaklardaki tarlalarla çayırların huzur ve sükunetini paylaşırken... bırakın yüreğiniz sessizce, «Tanrı düşüncenin içinde dinleniyor,» desin.
Ve ne zaman ki fırtına kopar, sert rüzgarlar ormanı sarsar ve yıldırım ve şimşek gökyüzünün görkemini ilan eder... işte o zaman da bırakın yüreğiniz ürpererek, «Tanrı hırsın içinde deviniyor,» desin.
Ve Tanrı’nın evreninde bir soluk ve Tanrı'nın ormanında bir yaprak olduğunuz içindir ki, sizler de düşüncenin içinde dinlenip hırsın içinde devinmelisiniz.
SONRA bir kadın söz aldı ve, bize Acı’dan söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:Acınız, idrakinizi kaplayan kabuğun kırılmasıdır.Nasıl ki, bir meyvanın yüreğinin güneşi görebilmesi
için kabuğunun çatlaması gerekir, acı da sizin için öyledir.
Kalbinizi güncel yaşantınızın mucizelerine hayran tutabilseydiniz, acınız mutluluğunuzdan daha az görkemli olmazdı.
Tıpkı tarlalarınızdan geçip giden mevsimler gibi, yüreğinizin mevsimlerini de kabul edebilseydiniz,
Pişmanlık ve üzüntülerinizin Kış'ında çevrenize huzur içinde bakabilirdiniz.
Acılarınızın çoğu kendinizce seçilmiştir.İçinizdeki hekimin hastalıklı benliğinizi tedavi ama
cıyla verdiği tatsız ilaçtır.Bu nedenle: içinizdeki hekime güvenin ve uzattığı
devayı sükunetle ve yatışarak için.Gerçi onun eli ağır ve serttir, ama Görülemeyenin
yumuşak eli tarafından yönetilmektedir.Gerçi uzattığı kadeh dudaklarınızı yakar, ama çamu
ru Çömlekçi’nin içine Kutsal gözyaşlarını kattığı çamurdandır.
49
SONRA bir adam söz aldı ve bize Kendini Bilmek’ten söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:Yürekleriniz kendi sessizlikleri içinde gecenin ve gün
düzün gizlerini bilirler.Ama kulaklarınız, yüreğinizin bildiklerini duyabilmeye
can atar.Düşünce olarak aklınızdan geçenleri sözcüklerle bil
mek istersiniz.Düşlerinizin çıplak bedenine parmaklarınızla dokuna
bilmek istersiniz.
Ve bunu yapabilmeniz iyidir.Çünkü ruhunuzun gizli pınarı taşıp, denize doğru
çağlamayı,Ve sonsuz derinliklerinizin hazineleri gözlerinizin önü
ne serilebilmeyi gereksinmektedir.Ama bırakın da Sizlerin bilinmeyen hâzinelerinizi öl
çecek bir terazi olmasın;Ve bilginizin derinliklerini değnek ve bilinen aygıt
larla ölçmeye kalkmayın;Çünkü benliğiniz ölçüsüz ve sınırsız bir denizdir.
Daima, «Gerçeği buldum,» değil, «Bir gerçeği buldum,» deyin.
50
Sakın, «Ruhun yolunu buldum,» demeyin. Onun yerine, «Yolumun üstünde salınan ruha rastladım,» deyin.
Çünkü ruh tüm yollarda gezinir.Ruh ne bir hat üzerinde yürür, ne de bir kamış gibi
yetişir.Ruh, sayısız yaprağıyla bir lotüs çiçeği gibi, kendi
kendine açar.
51
SONRA bir öğretmen söz aldı ve, bize Öğretim'den söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:Hiç kimse size, bilginizin alaca aydınlığında halen
yarı uykuda olan nesnelerden öte bir şeyi açıklayıp öğretemez.
Tapınağın gölgeliğinde, öğrencileri arasında yürüyen öğretmen, bilgisinden değil fakat inancından ve sevgisinden verir.
Öğretici gerçekten akıllıysa, sizleri kendi aklının evine sokmaya değil, fakat kendi aklınızın eşiğine doğru yürütmeye çalışır.
Gökbilimci sizlere uzaydan edindiği bilgiler hakkında konuşabilir, ama sizlere idraki veremez.
Müzisyen, evrenin her yanındaki ahengi sizlere duyurabilir, ama o ahengi tutabilecek kulağı ve onu yansıtacak sesi veremez.
Ve, rakamların bilimiyle uğraşan kimse, sizlere ölçü ve tartının yapısallığından söz edebilir ama sizleri onların âlemine sokamaz.
Çünkü bir insanın duyuş ve anlayışı kanatlarını bir başkasına ödünç vermez.
Ve her biriniz Tanrı’nın bilgisinde tek tek yer aldığınız içindir ki. her biriniz Tanrı’yı kavramakta ve yeryüzünü anlamakta tek başınasınızdır.
52
SONRA bir delikanlı söz aldı ve bize Dostluk’tan söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:Dostunuz, sizin karşılığını bulmuş ihtiyacınızdır.O, sizin sevgiyle ekip teşekkürle biçtiğiniz tarlanızdır.Sizin sofranız ve ocakbaşınızdır.Çünkü siz ona aç olarak koşar ve huzura kavuşabil
mek için onu ararsınız.
Dostunuz size aklından geçenleri açıklarken, kendi aklınızdan geçen ne 'hayır'ı ne de 'evet’i ona söylemekten korkmayınız.
Ve o sustuğunda yüreğiniz onun yüreğini dinlemeyi sürdürsün;
Çünkü sözcükler olmasa da, dostluklarda tüm düşünceler, tüm istekler, tüm umutlar doğar ve açıklanamayan bir mutlulukla paylaşılır.
Dostunuzdan ayrı düştüğünüzde üzüntüye kapılmayın;
Çünkü dostunuzun en beğendiğiniz yanı yokluğunda daha bir belirginleşir tıpkı dağın tırmanana değil ovadan bakana daha açık göründüğü gibi.
Dostluğunuzda, ruhsal derinliğin arttırılmasından öte bir amaç olmasın.
Çünkü kendi gizemini çözümleyebilmekten öte bir şeyler arayan sevgi, sevgi değildir; öne sürülmüş bir ağdır ki bununla yalnızca yararsız olan yakalanır.
Ve bırak senin en iyi neyin varsa dostunun olsun. Eğer dostun senin içindeki denizin alçalacağını bil
mek zorundaysa, bırak yükseleceğini de bilsin.Yalnızca zaman öldürmek için aranılan dost, nedir
ki?Çünkü o, sizin ihtiyacınızı karşılamak içindir, yoksa
anlamsız boşluğunuzu değil.Ve dostluğunuzun uyumunda bırakın kahkahalar yük
selsin ve zevkler paylaşılsın.Çünkü kalbiniz, küçük şeylerin üstüne düşen çiğ dam
lalarında kendi aydınlığına erişir ve yeniden hayat bulur.
54
SONRA bir öğretim üyesi söz aldı, Söz Söylemek’ten konuş dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:Düşüncelerinizle barışık olamadığınız anlarda konu
şursunuz.Yüreğinizin yalnızlığında daha fazla yaşayamaz ol
duğunuz anlarda dudaklarınızda yaşamaya başlarsınız ve ses sizin için bir oyalayıcı olur.
Ve konuşmalarınızın çoğunda düşünce, yarı yarıya öldürülmektedir.
Çünkü düşünce uzayın bir kuşudur, sözcüklerden yapılmış bir kafese konulduğunda belki kanatlarını açabilir, ama uçamaz.
Aranızdan bazıları, yalnız kalmaktan korktukları için konuşkanları ararlar.
Bu gibiler, yalnızlıklarının sessizliği, çıplak benliklerini kendi gözleri önüne sereceğinden korktukları için kaçmak isteğindedirler.
Kimileri de, bilmeden ve farkına varmadan konuşarak bir gerçeği açıklarlar da ne söylediklerini kendileri anlamazlar.
Kimileri de kendi içlerinde gerçeğe ermiş oldukları halde, bunu sözcüklerle söylememektedirler.
Bu bilinç, onların içinde uyumlu bir sessizlikte yaşamaktadır.
55
Dostunuza bir yol kenarında ya da pazar yerinde rastladığınızda, bırakın içinizdeki ruh dudaklarınıza ve dilinize yol gösterici olsun.
Bırakın, sesinizin içindeki ses, onun kulağının içindeki kulağa konuşsun;
Çünkü, rengi unutulsa, bakracı yok olsa bile şarabın tadı anımsanır.
Onun ruhu da sizin içinizin gerçeğini öyle saklar.
SONRA bir gökbilimci söz aldı, Erenler, ya Zaman için ne dersin, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:Zamanı ölçmeye kalksanız onu ölçüsüz ve ölçüleme
yen olarak bulursunuz.Kendi davranışınızı buna bağlar, hatta ruhunuzun
doğrultusunu saatlere ve mevsimlere göre çizersiniz.Zamanı bir ırmak yapar ve başına oturup akışını sey
redersiniz.
Ama içinizdeki o zaman tanımayan, hayatın zamanlılığının bilincindedir.
Ve dün'ün, bugünün anısı, yarının da bugünün düş'ü olduğunu bilmektedir.
Ve o, içinizde çağıldayan ve düşünen, yıldızların uzay boşluğuna fırlatıldıkları ilk anın sınırları içinde yaşıyor hâlâ.
Aranızdan kim sevgisinin sınır tanımadığını duymamıştır ki?
Ve yine kim var ki, o çarpıcı sevgiyi, tüm sınırtanımazlığıyla kendi varlığının merkezinde kavrayamamış ve bir sevgi düşüncesinden ötekine, ya da bir sevgi eserinden öbürüne sürüklenmemiş olsun?
Zaman da, tıpkı sevgi gibi, bölünemez ve bir yere sığmaz değil midir?
Ama eğer, aklınızda zamanı mevsimlere ayırmayı gereksiniyorsanız, öyleyse bırakın her mevsim öteki bütün mevsimleri içersin,
Ve bırakın bugün, dünü anımsayarak ve yarını da özleyerek geçsin.
57
SONRA kentin yaşlılarından biri söz aldı, bize İyi ve Kötü den söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:İçinizdeki iyiden söz edebilirim, ama kötüden ede
mem.Çünkü kötü, kendi açlığı ve susuzluğu nedeniyle iş
kence çeken iyiden başka nedir ki?Gerçekten de, iyi, acıktı mı en karanlık mağaralarda
bile yiyeceğini arar ve susadı mı da en pis suları bile içer.
Kendinizden verdiğiniz anlarda iyisinizdir.Kendinize yarar kazanmaya çalışırken de kötü de
ğilsiniz ama.Çünkü kendinize yarar kazanmaya uğraşırken, yer
yüzüne bağlanan ve onun göğsünü emen bir kökten başka şey değilsiniz.
Elbette ki meyva köküne dönüp, «Sen de benim gibi olgun ve bütün ol ve bütün varlığını sakınmaksızın ver,» diye seslenemez.
Çünkü nasıl ki vermek meyva için bir gereksinim ise, almak da kök için öyledir.
Konuşmanızda tam anlamıyla bilinçliyken, iyisinizdir.Dilinizin anlamsızca kekelediği anların bilincinde ola
madığınızda kötü değilsiniz ama.
58
Çünkü bazan aksak konuşmalar bile zayıf bir dili güçlendirebilir.
Seçtiğiniz hedefe sağlam ve yürekli adımlarla ilerlerken, iyisinizdir.
Topallayarak ilerlediğinizde de kötü değilsiniz ama.Çünkü topallayacak yürüyenler bile geriye değil ileri
ye doğru gitmekledirler.Ama siz ki, ayaklarına çabuk ve sağlam adımlısınız,
topallayanların adımlarına ayak uydurmayı soylu bir davranış saymayınız.
Sayısız bakımdan iyisinizdir; ve iyi olmadığınız zamanlarda da kötü değilsiniz.
Sadece ilerlediğiniz yollarda fazlaca oyalanıyor ve tembellik ediyorsunuz.
Ne yazık ki, ceylanlar kaplumbağlara sürati öğretemiyorlar.
Kendi dev benliğinize olan özlemde sizin iyiliğiniz yatar; ve bu özlem hepinizin içinde vardır.
Fakat aranızdan bazılarında bu özlem, dağ eteklerinin gizlerini ve ormanın şarkılarını taşıyarak denize erişebilmeye çağıldayan bir sel gibidir.
Kimilerinde de, köşelerde ve kıvrımlarda kendini yitiren ve denize erişmezden önce çokça oyalanan durgun bir ırmak gibidir.
Ama içindeki özlemi çağıltılı olan, özlemi durgun olana: «Sen niçin yavaş ve duraklısın?» demesin.
Çünkü gerçekten iyi olan, çıplağın çıplaklığına bakıp, «Senin giysilerin nerede?» ya da yuvasıza bakarak, «Evin barkın ne oldu?» diye sormaz.
59
SONRA bir rahibe söz aldı, bize Tapınmak'tan söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:Sıkıntılara uğradığınız ve darlık çektiğiniz zamanlar
da tapınırsınız; neşenizin tam ve günlerinizin bereketli olduğu zamanlarda da tapınabilseniz.
Çünkü tapınmak, iç-benliğinizin yaşamın gücüne doğru yaptığı bir patlayıştan başka nedir ki?
Eğer içinizdeki karanlığı evrene akıtarak huzura eriyorsanız, yüreğinizin aydınlığını akıtmanız da size teselli verir.
Ruhunuz sizi tapınmaya çağırdığında ağlamaktan başka bir şey yapamıyorsanız, o sizi yeniden güldürünceye dek tekrar tekrar mahmuzlayacaktır.
Tapınmayı yaparken, sizinle aynı anda tapınmakta olanlarla boşlukta karşılaşmak üzere ayağa kalkmış olursunuz, ve tapınmayanlarla da karşılaşmamış olursunuz.
Bu nedenledir ki, bırakın o göze görünmeyen tapınağa yaptığınız ziyarette şevk ve tatlı bir huzur birliğinden başka şey bulunmasın.
Çünkü o tapınağa yalnızca kendiniz için bir şeyler dilemeye girecek olursanız, hiç bir isteğiniz gerçekleşmez.
Ve eğer tapınağa yalnızca alçakgönüllülüğünüzü belirtmek için girerseniz, hiçbir el sizi yükseltmez.
60
Ya da, yalnızca başkalarının yararına dilekte bulunmak için girseniz, yine sesiniz duyulmayacaktır.
Tapınağa, görünmeden girmeniz yetişir.Sözcüklerle nasıl dua edebileceğinizi sizlere öğre
temem.Tanrı, Sizlerin dudaklarına kendi yerleştirdiği sözcük
lerle kendisine yapacağınız duaları dinlemez.Bense sizlere denizlerin, ormanların ve dağların dua
larını öğretemem.Ama sizler ki, dağlardan, ormanlardan ve denizler
den doğmasınız, onların dualarını kendi yüreğinizde duyabilirsiniz.
Ve eğer gecenin sakinliğinde dinleyebilirseniz, onların olanca suskunlukları içinde seslendiklerini duyarsınız.
«Ey bizim kanatlanmış benliğimiz olan Tanrımız, içimizdeki bizi yöneten güç, senin gücündür.
Bizi dileklendiren içimizdeki senin dileğindir.Senin olan gecelerimizi senin olan gündüzlere dö
nüştürebilen içimizdeki itilim senin itilimindir.Senden hiç bir şey dileyemeyiz, çünkü sen, neleri
gereksindiğimizi onlar daha içimizde doğmadan bilmektesin.
Bize gereken yalnız sensin; ve bize kendinden bir şey daha vermekle her şeyi vermiş olursun.»
61
SONRA, kente yılda bir kez uğrayan bir zahit öne çıktı, ve bize Zevk'ten söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:Zevk bir özgürlük-türküsüdür.Ama özgürlük değildir.Tutkularınızın tomurcuklanışıdır.Ama meyvaları değildir.O, kendine yükseklik arayan bir derinliktir.Ama kendisi ne derinlik ne de yüksekliktir.O, kafestekinin kanat takmışıdır.Ama çevrelenmiş uzay değildir.Evet, işin gerçeği, zevk bir özgürlük-türküsüdür.Bütün yüreğinizle onu çağırmanızı dilerim de; türkü
yü çağırırken kendinizden geçmenizi isteyemem.Gençlerinizden bazıları, sanki her şey oymuşçasına
zevki arıyorlar ve yargılanıp azarlanıyorlar.Bense onları ne yargılarım ne de azarlarım. Bırakı
rım arasınlar.Çünkü aradıkları zevki bulacaklardır... ama yalnızca
zevki değil;Zevkin yedi kızkardeşi vardır ve en göze çarpmayanı
bile zevkin kendisinden daha güzeldir.Birtakım kökleri çıkarmak için toprağı kazan adamın
bir hazine bulduğunu hiç işitmediniz mi?
Aranızdaki kimi yaşlılar, geçmiş zevkleri, sanki sar
62
hoş kafayla işlenmiş birer hataymış gibi pişmanlıkla anımsamaktadırlar.
Oysa pişmanlık aklın doğru yola sokulması değil, bulutlandırılmasıdır.
Bu gibiler, geçmişteki zevklerini bir Yaz-sonunun hasadıymışçasına minnetle anmalıdırlar.
Ama eğer pişmanlık duymak onlara huzur veriyorsa, bırakın huzur duysunlar.
Aranızdan bazıları da ne zevki arayacak kadar genç, ne de onu anımsayacak kadar yaşlıdır.
Bunlar zevki aramaktan ve anımsamaktan korktukları için tüm zevklerden sakınırlar, böylelikle de ruhlarını ihmal etmemiş ve ona karşı çıkmamış olduklarını sanırlar.
Oysa onların zevki de, işte bu davranıştır.Bu nedenledir ki, bunlar da titrek elleriyle kökleri
ararken bir hazine bulurlar.Fakat söyleyin bana, ruhu sıkıntıya sokabilen var
mı?Bülbül gecenin, ateşböceği de yıldızların sükûnetini
bozabilir mi?Ateşinizin alevi ya da dumanı rüzgara yük olabilir mi?Sanırmısınız ki ruh, içine atacağınız herhangi bir şey
le durgunluğunu yitirecek bir göldür?
Edindiğiniz zevke çoğu kez karşı çıkmışsanız da, tutkunuzu benliğinizin gizli kuytuluklarında biriktirmişsinizdir.
Bugün bir kenara bırakılmış olanın, yarın tekrar ortaya çıkabilmeyi beklemediğini kim bilebilir ki?
İnsanın gövdesi bile mirasını ve haklı gereksinimini bilir ve hiç bir zaman aldatılamaz.
Gövdeniz ruhunuzun çalgısıdır.Ondan tatlı nağmeler ya da bozuk sesler çıkartabil
mek size kalmış bir iştir.
63
Ve şimdi içinizsıra sorun, «Zevklerin hangisinin güzel, hangisinin çirkin olduğunu nasıl ayırt edeceğiz?»
Bağlarınıza ve bahçelerinize gidip bakın, arı için zevkin çiçekten bal toplamak olduğunu öğreneceksiniz.
Oysa çiçeğin zevki de arıya balını sunabilmektir.Arı için çiçek, hayatın pınarıdır,Çiçek için de arı, sevginin elçisidir,Her ikisi için zevkin karşılıklı alınıp verilmesi bir ge
reksinim ve doygunluğun mutluluğudur.
Ey Orphalese halkı, sizler de arı ve çiçek gibi zevklerinizin içinde olun.
64
SONRA bir şair söz aldı, ve bize Güzel'den söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:Güzel’in kendisi yolunuza çıkmaz ve kılavuzunuz ol
mazsa güzeli nerede ve nasıl ararsınız?Sözlerinizi dokuyan o olmadıktan sonra, onun hak
kında nasıl konuşabilirsiniz ki?
Üzüntülü ve incinmiş olan, «Güzel, merhametli ve koruyucudur,
Kendi görkeminden yüzü hafifçe kızarmış genç bir anne gibi aramızda gezinir,» der.
İhtiraslı olan da, «Güzellik, kudret ve korku veren bir şeydir.
Fırtına gibi altımızdaki yeryüzünü ve üstümüzdeki gökyüzünü sarsar,»der.
Yorgun ve bezgin ise, «Güzel, yumuşak bir fısıltıdır. Ruhumuzun içinde konuşur,
Gölgeden korkarak titreyen cılız bir ışık gibi sesi, kendi sessizliklerimize karışır,» der.
Ama huzursuz biri ise, «Dağların arasından seslendiğini duyduk.
Ve onun çığlıklarıyla birlikte toynak uğultuları, kanat çırpmaları ve arslan kükremeleri sardı ortalığı,» der.
Gece indiğinde kentin gözcüsü, «Tan ağarınca, güzel doğu’dan görünecek,» der.
65
Gün öğleye erdiğinde çalışanlar ve sokakları dolduranlar,
«Güzel'i gördük, gurubun pencerelerine yaslanmış yeryüzüne bakıyordu.» derler.
Kışın, kar içinde yaşayanlar, «Mevsim bahara ersin, Güzel, tepelerden aşıp gelecek,» derler.
Ve yazın sıcağında ekin biçenlerin, «Güzel’i gördük, yüz yapraklarıyla dansediyordu ve saçlarında bir tutam kar vardı,» dediklerini duyarsınız.
Güzel’e dair söylediğiniz bunca söz.Gerçekte güzel için değil, doyurulmamış eksiklikler
içindir.Oysa güzel, bir gereksinim değil, bir doygunluğun kı
vancıdır.Ne susuz kalmış bir ağız, ne de açılmış boş bir eldir.Bir yürektir tutuşmuş, bir can’dır büyülenmiş.Ne gözegörünür bir tasarım, ne de kulaklarınızın du
yacağı bir türküdür.Ne ağacın soyulan kabuğunun altından akan öz su
yu, ne de bir pençeye takılmış kanattır.Sonsuza değin çiçekli kalacak bir bahçe, sonsuza
değin gezinecek bir melekler birliğidir.
Ey Orphalese halkı, Güzel, hayatın kendi kutsanmış çehresini örten peçeyi kaldırmasıyla görülen hayattır.
Oysa hayat da, peçe de sizsiniz.Güzel, bir aynadan kendini seyreden sonsuzluktur.Oysa sonsuzluk da, ayna da sizsiniz.
66
SONRA yaşlı bir din adamı söz aldı ve bize Din’den söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:Bugün ben dinden başka bir şeyden söz ettim mi ki?Din, tüm çabalar ve onların yansıması,Ve ne çaba ne de yansıma olmayıp, ellerin taşları
yonttuğu ve tezgahları işlettiği sırada ruhtan durmaksızın fışkıran bir hayret ve telâşlı heyecan değil midir?
Kim inancın eyleminden ya da bağlılığını uğraşından ayrı tutabilir ki?
Kim saatlerini önüne koyup da, «Bu Tanrı için; bu benim için, bu canım, bu da vücudum için,» diyebilir ki?
Bütün saatleriniz, uzay boşluğunda bir benlikten ötekine uçuşan kanatlardır.
Erdemliliğini en iyi giysisiymiş gibi sırtına geçirmiş olan kimse, soyunuk gezinse daha iyi eder.
Rüzgar ve güneş onun teninde delikler açmaz.Her kim ki. davranışlarını yerleşik ahlâk kurallarıyla
tanımlar, öten-kuşunu bir kafese hapsetmiş demektir.Demir parmaklıklar ve telörgüler ardından en özgür
ses yükselmez.Ve her kim için tapınmak hem açılıp hem kapanan
bir penceredir, o kimse, ruhundaki evin şafaktan şafağa değin açık duran pencerelerini henüz ziyaret etmemiş demektir.
67
Sizlerin günlük yaşayışınız tapınağınız ve dininizdir.Oraya olanca bütünlüğünüzle giriniz.Sabanınızı, örsünüzü, malanızı ve çalgınızı.Kullanacağınız ya da içinizi aydınlatacağınız neleri
niz varsa, tümünü de beraberinizde alıp girin.Çünkü saygı göstermekle ne ortaya koymuş olduğu
nuz başarıların daha yücesine çıkabilir, ne de bozgunlarınızın daha derinine düşebilirsiniz.
Herkesi de beraberinizde götürün:Çünkü tapınmanızda ne onların umutlarından daha
yükseğe erişebilir, ne de onların umutsuzluklarından daha alçağa inebilirsiniz.
Eğer Tanrı'yı bilmek istiyorsanız, bir gizemler çözücüsü olmaya kalkışmayın.
Çevrenize bakının daha iyi, çünkü o’nun çocuklarınızla oynamakta olduğunu görürsünüz.
Ve kaldırın başınızı ve uzaya bakın; o’nun bulutların arasında dolaştığını ve şimşekler içinde kollarını iki yana açtığını ve yağmurlar yağdırdığını göreceksiniz.
Çiçeklerden sizlere gülümsediğini, sonra da ağaçlardan yükselip sizlere el salladığını göreceksiniz.
68
SONRA El Mitra söz aldı ve, Ölüm'ü soracaktık dedi.Ve El Mustafa yanıtladı:Ölüm’ün gizemini bilmek istiyorsunuz.Ama onu Hayat'ın kalbinde aramadıktan sonra nasıl
bulabilirsiniz ki?Gözleri geceyle-sınırlanmış ve gündüzleri kör bakan
baykuş, aydınlığın gizeminden peçeyi kaldıramaz.Eğer ölümün ruhunu gerçekten kavrayabilmek isti
yorsanız, kalbinizi tam anlamıyla hayatın gövdesine açın.Çünkü hayat ve ölüm, tıpkı nehir ile deniz gibi, Bir'dir.
Umut ve tutkularınızın derinliklerinde, sizin, öteyle ilgili sessiz bilginiz yatar.
Ve tıpkı karın altındaki tohumlar gibi, kalbiniz de baharı düşler.
Düşlerinize güvenin, çünkü sonsuzluğun kapısı onlarda gizlidir.
Ölümden korkuşunuz, kendisini kutsayacak olan kralın karşısında titreyen çobanın korkusuna benzer.
Korkudan titreyen çoban, kralın nişanına sahip olacağı için mutlu değil midir?
Ama titredikçe daha düşünceli olmuyordur herhalde?
Çünkü ölmek soyunuk olarak rüzgarın önüne dikilmek ve güneşin altında erimekten başka nedir ki?
Ve soluk alışın durması da, soluğun kendi huzursuz çalkantılarından arınıp sınırlandırılmamış olan Tanrı’ya erişmek için yükselerek dağılması değil de nedir ki?
Ancak sessizliğin nehrinden içebildiğinizde gerçekten şarkı söyleyebilirsiniz.
Ancak dağın tepesine eriştiğinizde, gerçekten tırmanmaya başlayabilirsiniz.
Ve ancak yeryüzü sizin gövdenizi geri çağırdığında gerçekten dansedebilirsiniz.
70
ARTIK akşam olmuştu.Bilge-kadın El Mitra, Bugün kutlu bir gün, bu yer
kutlu bir yer ve bize konuşan ruhun kutlu bir ruh olsun, dedi.
O da karşılık verdi. Konuşan ben miydim? Ben de sizler gibi bir dinleyici değil miydim yoksa?
Sonra tapınağın basamaklarından indi ve çevresini sarmış olan kalabalık da kendisini izledi. Gemisine doğru ilerledi ve güvertesine çıkıp durdu.
Sonra toplananlara bakarak, yüksek sesle konuştu:Orphalese halkı, rüzgar sizden ayrılmamı buyuruyor.Gerçi ben, rüzgar kadar aceleci değilim, ama yine
de gitmek zorundayım.Biz gezginler, hep en yalnız yolları aramışızdır, bir
günü bitirdiğimiz yerde yeni bir güne başlamayız; ve hiç bir şafak, gurubun battığı yerde bulamaz bizi.
Yeryüzü uyurken bile bizler geziniriz.Bizler sarıldığından ayrılamayan bir bitkinin tohumla
rıyız, ve yüreğimizin olgunluğu ve bütünlüğü sırasındadır ki kendimizi rüzgara verir de savruluruz.
Aranızda geçirdiğim günler kısa ve özdür, sizlere söylediğim sözler ise daha da kısa ve öz.
Ama sesimin kulaklarınızda solgunlaştığı ve sevgimin anılarınızda yittiği an yeniden aranıza döneceğim.
O zaman daha donanmış bir yürek ve ruha daha yakın olabilecek dudaklarla konuşacağım.
71
Evet, suların yükselip alçalışıyla geleceğim,Gerçi ölüm beni gizleyebilir ve daha yüce bir sus
kunluk beni sarabilir, ama ben yine Sizlerin anlayışını arayacağım.
Ve arayışım boşa çıkmayacak.Sizlere söylediklerimden biri bile gerçekse, o gerçek
daha berrak bir sesle ve aklınızdan geçirdiklerinize daha yakın sözcüklerle kendini ortaya koyacaktır.
Ey Orphalese halkı, rüzgarlarla birlikte gidiyorum... ama boşluğun dibine değil,
Eğer bugün, Sizlerin gereksinmelerinizi ve benim de sevgimi dolduran bir gün olmadıysa, bırakın, başka bir gün buluşabilmemiz için verilmiş bir söz olsun.
İnsanoğlunun gereksinmeleri değişir de, ne sevgisi ne de sevgisinin gereksinmelerini tatmin edeceği tutkusu değişmez.
Bu nedenle biliniz ki büyük sessizlikten geri döneceğim.
Şafakla birlikte, tarlalarda çiğ damlacıklarından başka hiç bir şey bırakamadan dağılan sis yükselir ve toplanıp bir buluta dönüşür, sonra da yağmur olur iner.
Ben de o sisten pek farklı olmamışımdır.Gecenin sessizliğinde yollarınızda gezindim ve ru
hum evlerinize girdi.Yüreklerinizin vuruşları benim yüreğimdir ve soluk
larınız benim yüzümdedir. Hepinizi tanıdım.Mutluluklarınızı ve acılarınızı tümden bildim. Uykula
rınızda gördüğünüz düşler benim düşlerimdi.Dağlar arasındaki bir göl gibi, aranızdaydım.İçinizdeki birikimlerin, dolambaçlı kıvrımların ve hat
ta aklınızdan sürüler halinde geçişen düşüncelerinizin ve tutkularınızın yansımalarını gördüm.
72
Benim sessizliğime çocuklarınızın kahkaha ırmakları ve gençlerinizin özleyiş nehirleri karıştı.
Ve içimin derinliğine eriştiklerinde bile, ırmaklar ve nehirler şarkılarını kesmiş değillerdi.
Ama kahkahalardan daha tatlı ve özleyişlerden daha yüce bir yanınızı tanıdım:
Bu, içinizdeki Sınırlanamayan’dı;Sizler bu büyük varlığınızın içinde bir hücreler ve si
nirler bütününden başka hiçbir şey değildiniz;Sizin yüce oluşunuz, o yüce varlığın içinde olmanız
dandır.Ona sarıldığım içindir ki, sizlere de sarıldım ve sev
dim.Çünkü bu geniş kürede sevginin erişemeyeceği uzak
lık yoktur.Hangi görüşler, hangi umutlar ve hangi bilmişlikler
vardır ki, bu uçuş çizgisinin daha yükseğine çıkabilsin?İçimizdeki o yüce varlık, elma tomurcuklarıyla do
nanmış dev bir meşe ağacı gibidir.O'nun güçlülüğü sizi yeryüzüne bağlar, O'ndan yayı
lan buhur sizi gökyüzüne yükseltir ve O’nun dirençli-dayanıklılığı sizin ölümsüzlüğünüzdür.
Bir zincir olsanız, onun da en zayıf halkası olurdunuz, denmiştir sizlere.
Bu deyişin ancak yarısı gerçektir. Çünkü sizler aynı zamanda halkalarınızın en güçlüsü kadar da güçlüsünüz.
Sizi en küçük çabanızın boyutlarına bakarak ölçmek, okyanusun gücünü dalgalarının köpüklerine bakarak tahmin etmeye benzer.
Sizi başarısızlıklarınıza bakarak yargılamak, mevsimleri değişkenlikleri nedeniyle suçlamak olur.
Oysa siz bir Okyanus’a benzersiniz.73
Gerçi, ağır-yüklü gemiler kıyılarınıza vuran denizin yükselmesini bekliyorlar, ama tıpkı Okyanus gibi, sizler de sularınızın yükselip alçalmasını çabuklaştıramazsınız.
Sizler, mevsimlere de benzersiniz.Gerçi mevsiminiz Kış’a erdi mi baharınızı yadsırsınız.Ama içinizde uyuklayan bahar, bu sözlerinizden do
layı size gücenmeyip gülümsemektedir uykusu sırasında.Sizlere bu sözleri söyleyişimin nedeni, birbirinize, «Bi
zi ne iyi övdü. Demek içimizdeki İyi’den başka bir şeyi görememiş,» demeniz için değildir.
Ben sizlere yalnızca düşüncelerinizde bildiklerinizi söyledim.
Zaten bilgi sözcüğü, sözcüksüz bilginin gölgesinden başka nedir ki?
Sizlerin düşünceleri ve benim sözcüklerim bizlerin geçmişlerini,
Ve yeryüzünün, ne bizleri ne de kendini tanımadığı o kadim günlerin,
Ve yeryüzünün kargaşalıktan alt-üst olduğu gecelerin belgelerini saklayan mühürlenmiş bir anının dalgalarıdır.
Birtakım bilgili adamlar gelip sizlere bilgilerinden dağıtmışlardır. Bense Sizlerin bilgilerini almaya gelmiştim.
Ama elime geçirdiğim, aklın bilgisinden daha büyük bir şey oldu:
Bu, içinizdeki ruhun alevidir ki gittikçe kendini daha çok toplamaktadır.
Sizler onun yayılmasından ürkerek, günlerinizin soluşuna gözyaşı döküyorsunuz.
Oysa O, mezardan korkan gövdelere bürünmüş olarak hayatı arayan hayattır.
Burada bir tek mezar bile yoktur.
74
Şu dağlar ve ovalar birer sıçrama-taşı ve beşiktir.Atalarınızı gömdüğünüz topraklara yolunuz düştüğün
de onlara şöyle bir göz atarsanız, kendinizi ve yavrularınızı elele vermiş dansederken görürsünüz
Gerçek şu ki, nice kez bilmeksizin şenlikler yapmaktasınız.
Daha başkaları da size gelerek, üzerine inançlarınızı bağladığınız altın vaadlerde bulundular ve siz onlara zenginlik, güç ve görkem verdiniz.
Bense size hiç bir vaadde bulunmamıştım, ama sizler bana daha cömert davrandınız.
Bana hayatın ardısıra duyduğum en derin susuzluğu verdiniz.
Hiç kuşkusuz ki, bir kimseye, bütün hedeflerini kavrulan dudaklara ve bütün hayatını bir pınara dönüştüren böyle bir armağandan daha büyük armağan verilemezdi.
İşte benim şerefim ve ödülüm de budur.Ki, ne zaman su içmek için o pınara eğilsem, o canlı
suyun da benim gibi susamış olduğunu görürüm,Ve ben onu içerken o da beni içer.
Aranızdan bazıları beni armağanları kabul etmeyecek kadar gururlu ve utangaç sanmıştır.
Ödenecek ücretleri kabullenmeyecek kadar gururluyumdur, ama armağanları değil.
Gerçi beni sofralarınıza çağırmak isterdiniz, ama ben tepeler arasında gezinerek yabanıl yemişleri toplayıp yedim.
Ve en içten duygularınızla beni evlerinizde barındırabilirdiniz, ama ben tapınağın kemeri altında uyudum.
Ama Sizlerin bu içten sevgisinden olmalı ki, günlerim ve gecelerim yediklerimi tadlandırdı ve uykumu yeni görüşlerle donattı.
75
En çok da bunun için kutlarım sizleri:Öylesine çok şey verdiğiniz halde hiç bir şey verme
miş gibi davrandınız.Oysa duyarlılık kendini bir aynada seyretse taş ke
silir.Ve kendini güzel takılarla isimlendiren bir iyilik, bir
lânetliğe ana-baba olur.Aranızdan bazıları da benim dünyadan elini eteğini
çekmiş biri olduğumu ve kendi yalnızlığımı içerek sarhoş olduğumu sanmıştır.
Benim için, «Ormanın ağaçlarıyla söyleşilerde bulunuyor ama insanlara aldırdığı yok,
Dağların tepesine çıkıp oturuyor ve kentimize yukarıdan bakıyor.» demişsinizdir.
Tepelere tırmandığım ve uzak yerlerde dolaştığım gerçektir.
Ama yüce bir tepeden ya da uzakça bir mesafeden bakmasam sizleri görebilir miydim?
Bir kimse uzaklarda olmadıkça, gerçekten yakında olabilir mi?
Aranızdan bazıları da bana, söz söylemeksizin sesleniyorlardı:
«Ey erişilmez yükseltilere vurgun yabancı, niçin kartalların yuvalarını kurdukları yerlerde oturur durursun?
Niçin, Ulaşılmaz'ı ararsın?Hangi fırtınaları ağına düşürecek,Gökyüzünün hangi yararsız kuşlarını avlayacaksın ki?Aramıza gel ve bizlerden biri ol.Tepelerden in, ekmeğimizle açlığını, şarabımızla su
suzluğunu gider.»Yapayalnız ruhlarından geçenler bunlardı.Oysa yalnızlıkları daha derince olabilseydi, sizlerin
mutluluk ve acılarınızı aramakta olduğumu sezebilirlerdi.
76
Ve ben, yalnızca, sizlerin göklerde dolaşan büyücek benliklerinizi avlayabilmişim.
Ama avcı da avlanmıştı.Çünkü yayından çıkan okların bir çoğu kendi göğ
süne saplanmıştı.Ve uçmakta olan, yerlerde sürünen oluvermişti.Çünkü kanatları güneşin altında yayılırken, yeryüzü
ne düşen gölgelerde bir kaplumbağa duruyordu.Ben ki, İnanan’dım, kuşkulara kapılan oluverdim.Çünkü, belki sizlere daha çok bağlanırım ve hakkı
nızda daha çok bilgi edinebilirim diye, nice kez parmağımı kendi yarama bastırır olmuştum.
Ve işte bu inanç ve bilgiyle söylüyorum ki:Sizler ne gövdelerinizin içine ne de konutlarınıza ve
tarlalarınıza kapatılmış değilsiniz.İçinizdeki Siz olan o varlık, dağların doruklarında ve
rüzgarın eşliğinde yaşıyor.Ne ısınabilmek için güneşe sığınıyor, ne de güvenli
ğini sağlayabilmek uğruna karanlıklara oyuklar açabilmeye uğraşıyor.
Ama yeryüzünü olduğu gibi saran ve yaşamın gücü içinde devinen özgür bir Can’dır.
Eğer bunlar belirsiz sözlerse, onları daha açık kılmaya kalkışmayın.
Herşeyin başlangıcı belirsiz ve sislidir... ama sonu öyle değildir.
Sizlerin, beni bir başlangıç olarak anımsayacağınızı umarım.
Hayat ve tüm canlılar ilkin, sis içinde tasarlanmışlardır. billur gibi değil.
Hem, billurun donuklaşmış sis olmadığını kim bilebilir ki?
77
Beni andıkça şunu da anımsamanızı dilerim:Size içinizde en cılız ve bitkin görünen yanınız, sizin
en güçlü ve adanmış yanmızdır.Kemiklerinizin çatısını sağlamlaştıran ve onu dimdik
tutan içinize çektiğiniz soluk değil midir?Kentinizi kuran ve içindeki her nesneyi oluşturan,
şimdi hiç birinizin düşlediğini anımsamadığı bir düş değil midir?
O soluğun gelgitini bir görebilseydiniz, bir daha başka hiç bir şeyi görmek istemezdiniz,
Ve eğer düş’ün fısıltılarını işitebilseydiniz, başka hiç bir sese kulak vermezdiniz.
Oysa, görmeseniz de işitmeseniz de iyidir.Gözlerinizi bulutlayan peçe onu dokumuş olan eller
tarafından kaldırılacaktır.Kulaklarınızı tıkayan çamuru, onu yoğuran parmak
lar çıkarıp atacaktır.Ve o zaman görecek,Ve o zaman işiteceksiniz.Ama bir zamanlar kör olduğunuza yakınmayacak, sa
ğırlığınıza üzülmeyeceksiniz.Çünkü o gün, her nesnenin içinde gizlenen amacı bil
miş olacaksınız.Ve karanlığı olduğu kadar, aydınlığı da kutsayacak
sınız.
Bunları söyledikten sonra çevresine bakındı ve geminin süvarisinin yanıbaşında durarak, kâh rüzgarın şişirdiği yelkenlere, kâh denizin uzaklarına bakınmakta olduğunu gördü.
Ve şöyle konuştu:Gemimin süvarisi sabırlı ve geniş yüreklidir.Rüzgar esiyor ya, artık huzursuzdur yelkenler;Dümen bile, rotasının verilmesini diliyor.
78
Büyük denizlerin çalkantılarını dinlemiş olan gemicilerim bile sabırla dinlediler beni.
Artık onları daha fazla bekletecek değilim.İşte hazırım.Irmak denizine kavuştu ve işte bir kez daha o büyük
ana, yavrusunu bağrına basıyor.
Veda sizlere Orphalese halkı,Gün sonuna erdi.Zambağın kendi yarınına kapanışı gibi, gün de bizim
üzerimize kapanıyor.Burada bizlere neler verilmişse onları saklayacağız.Eğer elimizdekilerle yetinemiyorsak, yeniden bir ara
ya gelip kollarımızı Veren’den yana uzatırız.Yeniden aranıza döneceğimi unutmayın.Çok kısa bir süre geçecek, ve özlemim yeni bir vü
cut için toz ve köpük toplayacak.Çok kısa bir süre geçecek, rüzgara yaslanıp biraz
dinleneceğim ve bir kadın bana gebe kalacak.Veda sizlere ve Sizlerin arasında geçirdiğim gençliğe.Daha dündü ki, sizlerle bir düş'te buluşmuştuk.Kendi yalnızlığımda bana türküler dinlettiniz ve ben
de Sizlerin özlemlerinden gökyüzüne bir kule kurdum.Ama artık uykumuz kaçtı ve düş dağıldı. Üstelik artık
şafak da yok.Nerdeyse üstümüze öğlen inecek ve yarı-uyanıklığı
mız tam bir güne dönüşecek, artık ayrılmalıyız.Eğer anının alaca aydınlığında yeniden karşılaşırsak,
yeniden bir daha beraberce konuşuruz ve sizler bana daha derin bir şarkı söylersiniz.
Ve eğer ellerimiz başka bir düş’te birbirlerini bulursa, gökyüzüne bir başka kule daha dikeriz.
79
Bunları söyledikten sonra, denizcilere bir işaret verdi ve onlar da hemen demiri aldılar, gemiyi kıyıya bağlayan halatları çözdüler ve Doğu’ya doğru hareket ettiler.
Bir anda, tek bir yürekten çıkmışçasına kopan bir çığlık alacakaranlığın içinde yükseldi ve büyük bir boru uğultusu gibi denizin üzerine yayıldı.
Yalnız El Mitra sakindi, gemi sisler içinde gözden yitinceye dek ardından baktı.
Halk dağıldığı halde o yapayalnız denizin kıyısında dikilmiş, içisıra O'nun sözlerini anımsıyordu.
«Çok kısa bir süre geçecek, rüzgara yaslanıp biraz dinleneceğim ve bir kadın bana gebe kalacak.»
80
Epub olarak aşağıdaki linkten indirebilirsiniz:
Ermiş - Halil Cibran
İyi okumalar..
ST...