erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi...

64
erdemli duruş 1 erdemli duruş “Andolsun o incire, o zeytine, Sina dagına, ve bu güvenli beldeye” (Tin 1-3) Yıl 4, Sayı 23, 2018 Bahar Sayısı

Transcript of erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi...

Page 1: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

1

erdemli duruş

“Andolsun o incire, o zeytine, Sina dagına, ve bu güvenli beldeye”

(Tin 1-3)

Yıl 4, Sayı 23, 2018 Bahar Sayısı

Page 2: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

2erdemli duruş

İmtiyaz SahibiGülşah Günay

Genel Yayın YönetmeniMuhammed Mehdi Ağaoğlu

Yazı İşleri KuruluAli UsluZehra DirekYahya SelçukKübra ZerenSena Erten

İletişim05377363212

MizanpajEsra Güneş

BaskıPozitif Matbaa

Sosyal Medya

Mübarek ve Mukaddes Şehir Kudüs/M. Mehdi AğAoğlu

Hayat İman ve Cihad/Kübra Nur EFE

Usulca/Ferhat Elçi

Balfourdan Günümüze Filistin/Sena Masume DEMİR

Röportaj/Selim SEZER

Vicdanın Adı Rachel/Kübra ZEREN

İlahi Mesajlar Toprağı Filistin/Seyyid Kamil ÖZDEMİRlİ

Siyonizm’in Anatomisi/Ali uSlu

Müslümanların Kudüs Çıkmazı ve Gençlik/Y.Emre DEMİRCİ

Filistin’de İntifadalar/Rumeysa MElEK

Şarkın En Sevgili Sultanı/Kübra KAPlAN

Filistin’deki Siyasi Aktörler I/Yahya SElÇuK

Doğanın ve İnsanın Dirilişi Nevruz/Yusuf Muhsin ÖNAlAN

Nehirden Denize Tek Bir Devlet Filistin/Elif GÜNER

Filistin’e Veda/Hümeyra BEKTAŞ

4

811122024273034384246

53

56

68

[email protected] Duruş Gazetesi,erdmliduruserdemlidurusgazetesi

Page 3: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

Modern dünyanın sunduğu imkanlar şüphesiz insana çok daha fazla bilgi ve malumata ulaş-manın yolunu açtı. Durum böyleyken, beklenenin aksine insan yalnızlığın, yabancılaşmanın ve anlamsızlığın pençesinde acı çekmeye devam etmektedir.

Esasında problem hikmeti yitirişimizdedir. İnsan bilgisini artırdıkça cahilleşmiş, zihinler obez olmuştur. Malumatımızın artması bizi hakikate yaklaştırmak bir tarafa yükümüzü artırmış ve atalete sevk etmiştir. İrfanî bilgi ve hikemî kültür unutulmaya yüz tutmuştur. Ulaşma kolaylığı yolda olmayı değersizleştirmiş, günübirlik politik hesaplar sahici soru ve sorunlarla ilgilenmeyi dışlamıştır.

Böylesi kaygılarla arayışımızı somutlaştırmak, paylaşıma ve dolaşıma sunmak istedik. Erdem-li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin ardından daha oturaklı ve ciddi bir çalışma ortaya koymak, belli bir derinliği ve bütünlüğü gerçekleştirebilmek niyetiyle, dergi formatına geçmenin elverişli bir zemin sunacağını düşündük.

Bu çalışma aynı zamanda şahitlik ve tebliğ görevinin bir tezahürü olarak düşünülebilir. Hayatın her safhasına ilişkin doğru ve adil olanı, gücümüzün yettiği nispette ortaya koyabilme derdini hissediyoruz. İster iktidar isterse muhalefet söz konusu olsun, iktidar ve muhalefet ister siyasal alanda isterse kültürel alanda mevzu bahis olsun adalet herkese ve her zaman lazımdır. Adalet ve diğer tüm erdemleri, kaybettiğimiz değerleri hatırlamak ve hatırlatmak istiyoruz. Her sözün hesabının verileceğini hatırda tutarak sözün sorumluluğunun farkında olabilmeyi temenni ediyoruz.

Gazeteden farklı olarak derginin her sayısında işlemek üzere bir dosya konusu belirlemeye karar verdik. Bu çerçevede ilk konu olarak Kudüs başlığını seçtik. Nasıl ki işgalin sürdürülebilir olmasında ümmetin bütünlüğünü ve gerçekliğini kaybetmesi etkiliyse, Kudüs ümmetin yeni-den ayağa kalkmasının ve tarihe katılmasının hareket noktası olabilir.

Trump’ın kararıyla gündeme gelmesinin ötesinde Kudüs, tarihin her döneminde ehemmiye-tini korumuştur, bundan sonra da koruyacaktır. Kudüs yarım asırı aşkın bir süredir işgal altın-dadır. Mukaddesatımıza dönük sistematik ve pervasız bu derecede bir işgal karşısında tepkisiz kalamayız. Kaldı ki Ortadoğu’nun bağrına saplanmış Siyonist hançer sadece Müslümanları değil, diğer semavi din mensuplarını da aşağılamaktadır.

Erdemli Duruş ailesi olarak, sloganik ve hamasi bir dilden ziyade hikmeti arayan muhalif bir dili diri tutma çabası içerisinde olmayı arzuluyuz. Derginin yarınlara miras bırakılabilecek bir birikime dönüşmesi umudunu taşıyoruz. Aktüel ve popüler olana teslim olmayacak, fakat bir şekilde hayata dokunmayı da ihmal etmeyecek bağımsız bir tarz oluşturabilirsek ne ala.

Derginin içeriğinde dosya yazılarının yanında, dosya konusuyla irtibatlı veya müstakil konu-larla ilgili şiir, deneme, söyleşi gibi türlere de yer vermeyi düşünüyoruz. Bunun da ötesinde dinamik bir içerik üretmek adına daha neler yapılabileceği konusunda tefekkürümüz sürmek-tedir. Sizlerden gelecek katkılarla derginin muhtevası zenginleşecektir.

Tüketimin, teşhirin, müstehcenliğin ve görünür olmanın bu denli belirleyici olduğu bir ortamda dergi çıkarmak gibi bir zorluğa talip olduk. Zorlukla birlikte kolaylığın olduğuna, hatta kolayın da kolaylaştırılacağına inancımız tamdır. Genç olmanın getirdiği aşk ve heyecan ile fikir işçiliğine soyunduk. Canab-ı Hak’tan, bize ihsan ettiği bu sermayenin ziyan olmasına müsaade etmemesini niyaz ediyoruz. Duamız her türlü yüzeysellikten, kolaycılıktan arınarak anlamlı, dişe dokunur bir mücadele içerisinde olmaktır.

Bismillah...

Siyonizm’in Anatomisi/Ali uSlu

Page 4: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

“ udüs bilincini kuşanmayan bir Müslümanın ne İs-

lam âlemine ne insanlığa ne de yarınlara dair sözü olamaz.” diyordu merhum Akif Emre.

Kudüs’ün bilincini kuşanmak için ise temel referans kay-nakları çerçevesinde, Kudüs’ün anlam ve değerini idrak et-meye çalışmak, ilahi strateji ile bağlantısını keşfetmek açı-sından Kudüs’ün tarihi serüvenini takip etmek ve Kudüs’ün selam yurdu vasfını mülahaza etmek gerekmektedir. Nite-kim Kudüs dünden bugüne her daim tarihin merkezi olmuş-tur. Kudüs ve çevresi kimi zaman vahyin ışığında peygam-berlerce veya varislerince himaye edilmiş kimi zaman da istikbar tarafından tarumar edilmiştir. Bugün de yarım asrı aşkın bir süredir Kudüs işgal altındadır ve özgürleştirilmeyi beklemektedir. Bu hâl, Kudüs bilincini kuşanmaya daha ha-yati bir ehemmiyet kazandırmıştır. Zira bilinç ve idrakleri-mizde diri kalsaydı Kudüs, esaret altında olmayacaktı.

Kudüs öncelikle peygamberler diyarıdır. Seküler tarih ya-zımı ile birlikte, peygamberler tarih sahnesinden çıkarılmış, bir mite dönüştürülmüştür. Hâlbuki Kur’an, ilahi stratejinin temel aktörleri olarak peygamberleri, tarih perspektifinin odak noktası yapmıştır.

Kur’an’ın anlatımına göre Kudüs tarihi Hz. İbrahim ile başlar. Allah, Hz. İbrahim ve Hz. Lut’u kurtarıp bereketli topraklara ulaştırmıştır. Böylece Kudüs tevhidi dünya gö-rüşünün evrensel üslerinden biri haline gelmiştir. Davut, Ömer bin Hattab ve Selâhaddin gibi muvahhidler, bir Hanif olan İbrahim’in mirasına sahip çıkmışlardır.

Firavun zulmünden hicret eden Hz. Musa’nın İsrailoğul-ları ile birlikte Kudüs’e yolculuğundan da Kur’an’da bahse-dilmektedir. Tih çölünde 40 yıl kadar dolaşan Musa Aley-hisselam’ın ömrü yetmemiş, bereketli topraklara ulaşmak Yuşa Peygamber’e nasip olmuştur. Mâide suresi 21. ayette şöyle buyurulmaktadır: “Ey kavmim, Allah’ın sizin için yaz-dığı (girmenizi emrettiği) kutsal yere girin ve gerisin geri arkanıza dönmeyin; yoksa kayba uğrayanlar olarak çevrilir-siniz.” Mescid-i Aksa ve çevresi “mukaddes” olarak nitelen-dirilmiş ve ilahi planın bir parçası kılınmıştır.

Davut ve Süleyman Peygamberler Kudüs’te hükümdarlık yapmıştır. Hz. Davut döneminde mabedin inşasına başlan-mış, Hz. Süleyman tarafından tamamlanmıştır. Bu cihetle Mescid-i Aksa, Süleyman Mabedi olarak da anılmaktadır.

Mübarek ve Mukaddes Şehir:

KudüsMuhammed Mehdi AĞAOĞLU

K

erde

mli

duru

ş

4

Page 5: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

Kudüs ve çevresi aynı zamanda, Zekeriya Aleyhisselam’ın başının kesildiği, oğlu Yahya Peygamber’in ise testereyle öl-dürüldüğü topraklardır. Hz. Meryem Beytü’l Makdis’te ba-rınmıştır. İsa Aleyhisselam da tebliğine bu mübarek toprak-larda başlamıştır. Burada Yahudi baskılarına maruz kalmış, öldürülmek istenmiş, fakat Allah katına yükseltilmiştir.

Mescid-i Aksa, hicrete kadar Müslümanların kıblesi ol-muştur. Hicretten 17 ay sonra Mescid-i Haram’ın kıble tayin edilmesi, Mescid-i Aksa’nın önemini neshetmez. Bu ancak Kâbe’nin önemini artırır. Çünkü kıble açısından Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa’ya halef olmuştur.

Resûl-i Ekrem, kendisine bazı ayetlerin gösterilmesi amacıyla, bir gece yürüyüşüyle (İsrâ) Mekke’den Kudüs’e gitmiş, buradan da arşa yükselmiştir (Miraç). Şüphesiz afak-tan enfüse, zahirden batına, Mekke’den Kudüs’e, Kudüs’ten de Sidre’ye ulaşan yolculukta birçok hikmet vardır. Kudüs, şuhud ve gayb âlemlerinin kesişim noktası olmuştur.

Peygamber Efendimiz: “Kervanlar sadece şu üç mescid için hareket ederler: Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve be-nim mescidim.” (Müslim, Kitâbu’l-Hacc, 15/415, 511, 512) buyurarak ümmetin rotasını tayin etmiştir. Hadisin başka varyantların Mescid-i Nebevi yerine Kuba Mescidi ifade edilmiş olsa dahi Mekke, Medine ve Kudüs arasında ilahi ve evrensel bağa işaret edilmiştir.

Müslümanlar tevhidin yeryüzündeki kalesi Mekke’den Medine’ye hicret etmiş, Yesrib’den medeniyet doğmuştur. Hatta bu vakıa tarihin başlangıç noktası kabul edilmiştir. Beytü’l Mukaddes ise üç kitabî din için selam yurdu kılın-mıştır.

Maşrik’ten Mağrib’e bütün Müslümanların gönlünde Kudüs’e dair bir sayfa mutlaka olmalıdır. Nitekim Peygam-ber Efendimiz’e Mescid-i Aksa’nın hükmü sorulduğunda: “Oraya (Mescid-i Aksa’ya) gidin ve içinde namaz kılın. Eğer oraya gidemez ve içinde namaz kılamazsanız kandillerinde yakılmak üzere oraya zeytinyağı gönderin.” şeklinde cevap vermiştir. (Ebu Davud, Kitâbu’s-Salât, 14) Kudüs için ne yap-mak gerektiğini düşünen ehli vicdan için ise zeytinyağının bugün neye tekabül ettiği malumdur.

Kudüs’ün Tarihi SerencamıBereketli topraklar literatürde Darüsselam, Yerüşalayim

(Jeruselam), İlya, Beytü’l Makdis gibi isimlerle anılmıştır. Kudüs isminin literatüre girişi ise Lisanu’l Arab’ta ifade edil-diği üzere MS 9. yüzyıl civarına denk gelmektedir.

MÖ 18-20 yüzyıllarda, Hz. İbrahim ve beraberindeki Hz. Lut’un mübarek topraklara ulaşmasından bugüne kadar Kudüs her dönem gündemin baş sırasında yerini almıştır. Taberi tarihine göre Babil’de doğduğu bildirilen Hz. İbrahim burada Nemrut ile mücadele etmiş, ateşe atılma hadise-sinden sonra Kenan diyarı içerisinde yer alan Filistin top-raklarına hicret etmiştir. İbrahim Aleyhisselam’ın bugünkü

El-Halil (Hebron) kentinde ikamet ettiği tahmin edilmekte-dir. El-Halil’de, Hz. İbrahim’in eşi Hz. Sare’nin, oğlu İshak Peygamber’in kabirleri bulunmaktadır. İshak Peygamber’in oğlu, İsrail lakaplı Yakup Peygamber’in kabri de buradadır.

Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun’un da yolu Kudüs’e düş-müştür. (MÖ 13. yy) Hz. Musa’nın Mısır’dan, Firavun zul-münden İsrailoğulları’nı kurtarmak için çıktığı yolculuk ni-hayete ermemiş, Kudüs’e ulaşmak Yuşa Peygamber’e nasip olmuştur. Bilindiği üzere, İsrailoğulları ilahi buyruğa razı ol-mayınca Tih çölünde 40 yıl dolaşmak durumunda kalmışlar-dı. İsrailoğulları Firavuna itaat edince üstlerine fısk bulaştı (Zuhruf 54) ve İbn-i Haldun’un analizinde ifade bulduğu üzere, fısk içeren bir sosyolojinin değişmesi bir kuşağın de-ğişmesiyle mümkündü. Çünkü mukaddes kılınmış toprakla-rı fethedecek topluluk fethin mantığı gereği fasık olamazdı. Fetih kavramı ilk dönem Müslümanlarınca bir yeri hakika-te açmak, insanların hakikate ulaşması önündeki engelleri ortadan kaldırmak gibi bir bağlamda anlaşılırken kavrama daha sonra bir yeri ele geçirmek, ele geçirilen yerde yaşa-yanlar üzerinde tahakküm kurmak gibi açılımlar kazandı-rılmıştır. Yani fetih kavramı da büyük ölçüde tahrif olmuş, imparatorlukların toprak genişletme faaliyetlerine araç kı-lınmıştır. Hz. Ömer Kudüs’ü fethettiğinde zor kullanılmaksı-zın Kudüs Patriği Sophronius tarafından şehrin anahtarları Hz. Ömer’e bizzat teslim edilmişti. İmzalanan emanname ile Hristiyanların hakları teminat altına alınmıştı. İlk dönem Müslümanları fetih kavramını bu şekilde algılamışlardı.

Sapan ve taşıyla Calut’a (Golyat) galip gelen Davut Aley-hisselam, MÖ 11. yüzyılda Kudüs’ü fethetmiş ve İsrailoğul-ları’nın en büyük hükümdarlığını kurmuştur. Yahudiler için Kudüs’ün kutsallığı bu dönemden itibaren söz konusudur. Yahudi inancına göre, Hz. Davut mabed için hazırlık yapmış olsa da Rab buna izin vermemiştir. (Mendenhall, s.42-52). Davut’tan sonra oğlu Süleyman MÖ 957 yılında inşaatı 7 yıl süren büyük bir mabed (Bet Hamikdaş) yaptırmış ve Ahit Sandığı’nı mabedin içine yerleştirmiştir. Yahudiler nazarın-da mabedin içinde, kutsallar kutsalı odada Ahit Sandığı mu-hafaza edilmiştir. Ahit Sandığı’nda Tevrat nüshaları ve 10 emirin yazılı olduğu tabletlerin yer aldığına inanılmaktadır. (Ahit Sandığı’ndan Ali İmran suresi 248. Ayette ‘tabut’ şek-linde bahsedilmektedir)

Yahudilerin peygamber tasavvuru, Allah ile kurdukları ilişki ve Kudüs’e yükledikleri anlam Müslümanlardan ol-dukça farklılaşmıştır. İslam nazarında Davut da Süleyman da Allah’ın elçisidir. Süleyman Mabedi olarak bilinen yer de Mescid-i Aksa’dır.

Babil Kralı Nebukadnezzar (Buhtunnassır) döneminde Kudüs ele geçirildiğinde mescid yıkılır. (MÖ 586) Yahudi-lerin bir kısmı esir edilir, bir kısmı da sürgüne gönderilir. Babil esaretinden yarım yüzyıl sonra, MÖ 538 yılında Pers Kralı Kuruş (Cyrus, Koreş, Keyhüsrev) Kudüs’ü Babillerden alarak Yahudilerin geri dönmelerin izin vermiştir. Bu dö-nemde, yıkılan mabed tekrar inşa edilmiştir. (MÖ 515-490)

Mübarek ve Mukaddes Şehir:

Kudüser

dem

li du

ruş

5

Page 6: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

14 Mayıs 1948’de İsrail devlet olduğunu ilan ettiğinde, ilanın ardından 10-15 dakika içinde ABD başkanı Harry Truman ABD’nin İsrail’i devlet olarak tanıdığını açıklamış-tı. Truman, kendisine teşekkürlerini iletmek üzere ziyarete gelen bir grup Yahudi’ye “Ben sizin Kuruş’unuzum.” diyerek Siyonist işgalin tarihten nasıl beslendiğini göstermiştir. Ya-hudiler Hristiyan ve Müslümanlara nazaran tarih ile daha sıkı bir ilişkiye sahiptir. Bu nedenle bugün dile getirilen bir söz veya yapılan eylemin 2500 yıl öncesine atıf yapması olağandır.

MÖ 20’de Roma’nın Filistin valisi Herodes mabedi tamir ettirmiş, çevresini yeniden düzenlemiş ve kuşatma duva-rı inşa etmiştir. Bazı Yahudilerin inandığının aksine bugün Ağlama Duvarı (Batı Duvarı) denilen yerin, işte bu kuşatma duvarının bakiyesi olduğu ileri sürülmektedir.

Kudüs Roma tarafından ele geçirildiğinde mabed, daha sonra imparator da olan Titus tarafından MS 70 yılında son kez olmak üzere yıkılmıştır. Bu tarihle birlikte, 1948 Nekbe gününe kadar yaklaşık 2 bin yıldır Filistin topraklarında dev-let düzeyinde bir Yahudi örgütlenmesi görülmemiştir.

Hz. İsa doğmadan önce Hz. Zekeriya ve oğlu Hz. Yah-ya’nın Kudüs’te yaşadığı bilinmektedir. İsa’nın annesi Hz. Meryem, Zekeriya Aleyhisselam’ın himayesinde mabet-te barınmıştır. (Âl-i İmran 37) İncillerde Beytüllahim veya Nasıriye kentleri zikredilmesine karşın Hz. İsa’nın Kudüs’te doğmuş olması daha muhtemeldir. (MÖ 6? – MS 4?) Hristi-yanlar Hz. İsa’nın doğumuyla Kudüs tarihine dâhil olmuştur.

İslam tarihi açısından bakıldığında, Müslümanlar Kudüs ile ilk olarak Hz. Ömer döneminde tanışmıştır. Aslında Ku-ran’da önceki kitaplar tasdik edildiğinden ve Hz. Muham-med’den önceki peygamberler de Müslüman kabul edildi-ğinden, İsrailoğulları’nın tarihi bir bakıma Müslümanların tarihidir. Söz gelimi Hz. Süleyman’ın inşa ettiği mescid Müs-lümanlar için de kutsaldır. Çünkü Hz. Davut da Hz. Süley-man da İslam peygamberidir.

İslam’ın ilk dönemlerinde, örneğin İsrâ hadisesinin ya-şandığı zamanda, bugün Harem-i Şerif denilen Mescid-i Aksa ve Kubbet-üs Sahra’nın bulunduğu yerde mescid anla-mında bir yapı yoktu. İlk dönem Müslümanlarınca bu yere Beytü’l-Makdis (mukaddes ev) veya Mescid-i Aksa (uzak mescid) denilmekteydi. Esasında Mescid-i Aksa’nın inşası Süleyman’dan da öncesine, hatta insanlık tarihi kadar es-kiye dayanmaktadır. Bir hadiste de Mescid-i Aksa’nın Mes-cid-i Haram’dan sonra yapılan ikinci mescid olduğu ifade edilmektedir. (Buhari, “Enbiyâ”, 10)

Hz. Ömer Kudüs’ü fethettiğinde (MÖ 638), rivayetlere göre Harem-i Şerif bakımsız ve izbe bir haldeydi. Mabedin ise sadece kalıntıları vardı. Bugünkü yapının inşasına ise Halife Abdülmelik bin Mervan döneminde başlanmış̧ olup, I. Velid döneminde inşaat tamamlanmıştır. Bugün sıklıkla karıştırılan Kubbet-üs Sahra ise, yine Halife Abdülmelik bin Mervan döneminde inşa edilmiştir. Konum olarak Mescid-i

Aksa’nın avlusunda bulunmaktadır. Kubbet-üs Sahra Pey-gamberin miraca yükseldiğine inanılan kaya (sahra) üzerine inşa edilmiştir ve çeşitli değişikliklerle bugünkü görünümü-ne kavuşmuştur.

Papa II. Urbanus’un yaptığı çağrılar ile Haçlı Seferleri 1095 tarihinde resmen ilan edilmişti. Bugüne benzer bir şekilde dönemin İslam dünyası; Abbasiler, Fatımiler ve Selçuklular, birbirleriyle anlaşmazlık içindeyken “Haçlı ru-hu”nun birleştirici rolüyle Batı topyekûn hareket ederek Kudüs’ü ele geçirmiştir. Haçlılar Kudüs’ü kuşattığında Yahu-diler ve Müslümanlar birlikte savunma yapmıştır. 15 Tem-muz 1099’da işgal edilen Kudüs’te yaklaşık 70 bin Müslü-manı şehit edilmiştir.

Haçlı işgalinden 88 yıl sonra, 2 Ekim 1187’de Kudüs Se-lahaddin Eyyubi tarafından tekrar fethedilmiştir. Ümmetin dağınıklığıyla geçen 88 yılın ardından Selahaddin, ümme-ti dağınıklık ve parçalanmışlıktan kurtararak Haçlı işgaline son vermiştir. Yine ilginçtir ki, İngiliz General Henry Allenby, 1917’de Kudüs işgalinde Selahaddin Eyyubi’nin mezarına vurarak “Kalk Selahaddin, biz yine geldik.” diyerek 730 yıl öncesine atıf yapmıştır.

Kudüs: Bir Selam DiyarıKudüs’ün üç kitabi din açısından da kutsal olması, tarih-

te görüldüğü üzere birçok kez savaşa neden olmuştur. Tersi şekilde, yine tarihte görüldüğü üzere birçok barış atmosfe-rine de kaynaklık etmiştir.

Kudüs’ün bir ismi de Darüsselam’dır. Darüsselam (İbra-nicesiyle Yeruşalayim) barış yurdu anlamına gelmektedir. Aslında Kudüs, hakkındaki bütün ihtilaflara karşın Müslü-manların, Yahudilerin ve Hıristiyanların bir arada yaşayabi-leceği model olarak düşünülebilir.

Kur’an’ın sunduğu perspektif, Tevrat’ın Hz. Musa’dan sonra tahrif edildiğine işaret eder. Söz konusu tahrifat ile tevhidi çizgiden sapma meydana gelmiş Hz. Musa’nın yo-lunu takip eden az bir kesim dışında çeşitli Yahudi mez-hepleri/ekolleri ortaya çıkmıştır. İkinci büyük sapma ise Hz. İsa’dan sonra meydana gelmiştir. Yine İncil tahrif edilmiş, tevhide inanan az bir kesim dışında çeşitli Hıristiyan inanç-ları ortaya çıkmıştır. Kabaca ifade ettiğimiz bu sapmalar ne-ticesinde Kudüs’ün üç ayrı tarihi ortaya çıkmış olmaktadır.

Kur’an, her ne kadar tahrif edildiğini söylese de Ehli Ki-tap’a bir statü verir. Bu anlamda Kudüs üzerinde üç dinin de hakkı olduğunu söylemek mümkündür. Zaten tarihsel açıdan üç dinin de Kudüs ve çevresiyle güçlü bağlantıları vardır. Ayrıca kitabi dinler dışında, Kudüs üzerinde yerli hal-kın hakkı da söz konusudur.

İslam açısından Mescid-i Aksa ilk kıble olup ziyaret edilen üç mescidden birisidir. İsrâ ve Miracın gerçekleştiği mekân-dır. Kur’an tarafından mukaddes ve mübarek kılınmış, güzel bir yer (mübevvee sıdk) olarak nitelendirilmiştir. Yine Ku-ran’ın anlatımına göre Kudüs bir peygamberler diyarıdır.

erde

mli

duru

ş

6

Page 7: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

Hristiyanlar açısından bugün Diriliş Kilisesi’nin bulun-duğu yerde Hz. İsa çarmıha gerilmiştir ve Hz. İsa’nın kabri burada bulunmaktadır. Rum Ortodoks Patrikhanesi, Roma Katolik Kilisesi ve Ermeni Patrikliği gibi farklı mezheplerin temsilcileri tarafından yönetilen Diriliş (Kutsal Kabir) Kilise-si İsa’nın yeniden dirileceği yer olduğu için aynı zamanda bir hac noktasıdır. Bir görüşe göre Hz. Meryem’in mezarı da buradadır.

Yahudiler için Kudüs, Süleyman Mabedi’nin yer aldığı bölge olması hasebiyle kutsaldır. Mabed ve çevresi aynı zamanda kurban ve hac mekânıdır. Batı Duvarı da birçok Yahudi tarafından kutsal kabul edilmektedir.

Kudüs üzerinde üç din için de vazgeçilmez irtibatlar mevcuttur. Dolayısıyla bir dinin müntesiplerince tek taraflı hak iddia etmek, barış yurdunun savaş yurduna dönmesin-den başka bir şeye hizmet etmeyecektir. Kudüs üzerinde adaletin sağlanmasından, yani hakkı olanın hakkının veril-mesinden ziyade çoğu kez Kudüs’e hâkim olmak, Kudüs’te iktidar/mülk sahibi olmak daha değerli görülmüştür. Hâlbu-ki Kudüs, insanlık ortak paydasında üç din için, uhuvvet ve velayet temelinde de Müslümanlar için birlikte yaşamaya dair bütün imkânları içermektedir.

Bugün birlikte yaşamanın önündeki en büyük engel ola-rak Siyonist işgal durmaktadır. Graudy’nin de ısrarla vurgu-ladığı üzere siyasi Siyonizm Yahudiliği kullanır ve Yahudilik-ten beslenir. Din, Siyonizm’in araçsallaştırdığı bir kaynaktır. Yoksa Thedor Herzl gibi öncü bir Siyonist’in agnostik oluşu nasıl izah edilebilirdi? Dünya Yahudi kongresi başkanı Dr. Nahum Goldman 1947 yılında Kanada’da yaptığı konuşma-da Siyonistlerin gözünde Filistin’in konumunu şöyle özetle-miştir: “Yahudiler bir Yahudi vatanının kurulması için Ugan-da’yı, Madagaskar’ı ya da başka yerleri elde edebilirlerdi, ancak kesin olarak Filistin’den başka bir yeri istemediler. Fi-listin’in dini öneminden, Ölü Deniz sularından buharlaşma yoluyla beş milyon trilyon değerinde metaloit ve toz halin-de metal elde edeceğinden, Filistin toprak altının Amerika kıtasının tüm rezervlerinin toplamından yirmi misli fazla petrol ihtiva ettiğinden ötürü değil; Filistin’in Avrupa, Asya ve Afrika arasında bir kavşak noktası olmasından, Filistin’in dünyada siyasi hâkimiyetin gerçek merkezi olmasından, dünya hâkimiyeti için stratejik bir askeri merkez olmasın-dan ötürü.”

İsrail’in kurucu ideolojisi yayılmacı bir temele sahip olup hem dini fanatizme hem de semitik ırkçılığa dayanır. Yayıl-dıkça çevresini yok eden bir ideoloji olması sebebiyle “kan-ser tümörü” analojisi bu anlamda isabetlidir. Hâlbuki mute-dil Yahudilik açısından İslam ve Hıristiyanlık ile yok etmeye dönük bir kavga söz konusu değildir.

Bu doğrultuda Filistin sorunu iki devlet arasındaki so-run gibi görülemez. Tam tersi şekilde, sorunun çıkış nokta-sı dünyanın dört bir yanından gelen işgalcilerin yerli halkı topraklarından etmesidir. Siyonizm ontolojik olarak ötekini

içermez. Dolayısıyla selam yurdunu gerçekleştirmek ancak tümörü yok etmekle mümkündür, tümör yok olmazsa ken-disi dışındaki her şeyi yok edecektir. Bu yüzden kof barış söylemleri bir hüküm ifade etmemektedir. İşgalciler, bu vasıfları gereği birlikte yaşama hukukunun kategorik olarak dışında kalmaktadır. Siyonistler illaki bir devlet kurmak isti-yorlarsa, devlet kurulmasını en çok isteyen ve uluslararası destekçileri olan Avrupa’nın veya ABD’nin topraklarında kurmalıdırlar. Yahudilerin kutsal topraklara ilişkin ibadet, ziyaret ve ikamet gibi hakları ise, Siyonizm’in projelerinden bağımsız bir şekilde evrensel hak olarak tanınmalıdır.

Yahudilere salt Yahudi olmaları sebebiyle düşman olmak kabul edilemez ve mazur görülemez. Antisemitizmin abar-tılarak ajitasyon malzemesi haline getirilmesi ise ayrı bir konudur. Siyonist olmayan Yahudiler ile birlikte yaşamanın önünde bir engel görülmemektedir. Graudy’nin kavramlaş-tırmasına göre problem dini Siyonizm ile değil, siyasi Siyo-nizm’ledir.

Son CümleKudüs tarihindeki belki en sistematik ve en örgütlü işgal

ile karşı karşıyadır. İşin hazin noktası böylesi bir işgal, İslam coğrafyalarının göbeğinde gerçekleşmektedir. Kutsalına sa-hip çıkacak iradeyi ortaya koymak adına her Müslüman bir kova dökse İsrail’i sel alacaktır, ancak bugün Müslümanlar elindeki imkânları birbirlerine karşı veya tayin edilen başka önceliklere harcamaktadır.

Zırhlar içerisindeki Calut’a karşı elinde taş olan Hz. Davut idi. Şimdi elinde taş olan Filistinli çocuklar, zırhlara bürünen ise işgal ordusudur. Tarih belli ölçüde tekerrür etmeye ge-bedir, ancak bugünün Davutları, Selahaddinleri nerededir? Kudüs’ü özgürleştirecek önderler, Kudüs’ü fethedecek ve Darusselam’a dönüştürecek sosyoloji ümmet içinde mev-cut mudur? Direnen az bir kesim dışında, Kudüs yalnız bıra-kılmıştır. Selahaddin Eyyubi Kudüs’ü fethettiğinde Aksa’da hutbe irad eden Kadı İbn Zeki: “Bir daha asla seni vermeye-ceğiz” demişti. Evet, onlar vermediler, ama bugün Müslü-manlar bu sözü yerde bırakmıştır.

Haçlı işgali altındaki 88 yıllık süre Darusselam için kısa bir kesinti olarak ifade edilir. Bugün Kudüs yarım aşırı aşkın bir süredir işgal altındandır. Kudüs’ü fethedecek bir ümmet çıkana kadar çöldeki sürgünümüz devam edecektir. Bu üm-met ortaya çıkınca, belki de yarının tarihinde bugünün işga-li kısa bir kesinti olarak ifade edilecektir.

Buhari ve Müslim’de rivayet edilen şu haber Mescidi Aksa ve çevresinin kurtuluşuna dair bir ipucu vermektedir. Peygamber Efendimiz: “Ümmetimden bir grup her zaman hak üzere muzaffer ve düşmanlara galip olarak kalacaklar, düşmanlardan gelenler onlara zarar vermez, belalar onlara isabet etmez. Ta ki Allah’ın emri onlar bu hal üzereyken ge-linceye dek.” buyurmuş, çevresindekiler: “Onlar nerededir-ler?” diye sorunca, Resûlu Ekrem: “Onlar Beytü’l Mukad-des’tedir” şeklinde cevap vermiştir.

erde

mli

duru

ş

7

Page 8: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

nsan ihtiyaç sahibi bir varlıktır ve en temelde de fıtratına ihtiyaç duyar. Fıtrat/temiz ahlak üzerine dünyaya gelen in-san dünyadaki birçok etkenin onu fıtratından uzaklaştırdığı-nı fark ettiğinde arayışın ilk adımları atılmış olur. Buna “an-lam arayışı” diyebiliriz. Bu anlam arayışının kapsamı “her şey”dir. Anlamı olan her şey… “Şey” kelimesi Arapça ’da en külli kelimedir. Varlığı da yokluğu da içine alır. Varlığı anlam-landırmaya çalışan insanoğlu bir takım materyallere ihtiyaç duyar. Bunlar temelde “kelimeler”dir. Kelimeler kavramları, kavramlar düşünceleri, düşünceler de fikirleri meydana ge-tirir. Düşünmek, dünyayı kafamızda yeniden inşa etmektir. Bu inşa taş veya tahtayla değil, düşünmenin materyalleriyle olur. Yani kavramlarla. Bugün karşılaştığımız tüm ahlaksız-lıkların temel sebebi budur: Savaşları, zulmü, haksızlıkları, adaletsizlikleri üreten fikir babalarının kelimelerinin ahlak-sız oluşu. Bugün tüm yanlış algıların, yanlış tanımlamaların sebebi de budur.

Kavramlar, bir nesneyi, bir olayı kısaca “şey”leri tanımla-mak için kullandığımız araçlardır. O “şey”in mahiyetini tarif etmek için kullanılırlar ve o “şey”in ismi olurlar. Kavramlara ulaşmadan düşünce üretebilmek mümkün değildir ve insan ulaştığı bu kavramlarla “dil” denen sistemi kurar. Bize dü-şen; öze dönebilmek, ahlakı hâkim kılabilmek için ortak bir dil oluşturmaktır. Bu ortak dil, fıtratın dilidir.

Kavramlar pasif değildirler. Etki sahibidirler. Kullanıldık-

ları andan itibaren kişide düşünceyi harekete geçirir ve dö-nüşümü başlatırlar. Doğru düşünmenin temeli, kavramları doğru kullanmaktır. Şimdilerde kelimelerin doğru kullanıl-mayışı, kavramların doğru tanımlarının yapılmayışı bir kör-düğüme sebep oluyor. O yüzden bir tanım “ağyarını mani, efradını cami olmalı” denir. Doğrudur da. Yani o kavramın kastetmediği şeyleri tanımın dışında bırakmalı, o kavramın kastettiği tüm şeyleri de içine almalı. Bahsettiğimiz bu kör-düğümün belli başlı sebepleri var. Örneğin; ideolojik se-bepler: İnsanlar kendi dünya görüşleri çerçevesinde şekil-lendiriyorlar kavramları. Kendi inanç ve değer yargıları ile tanımlıyor; bireysel sebepler: İnsanlar çoğu zaman çıkarları doğrultusunda hareket ediyor. Kavramları çarptırıp kendi hizmetlerine hazır hale getiriyorlar veya tüm bunların dı-şında kavramın özünü bilmesine rağmen yaşam şekli onda, o kavramın mahiyetini değiştiriyor. İnandığı, bildiği gibi ya-şamaya değil de yaşadığı gibi inanmaya başlıyor insan. Bu öyle bir düğüm ki tüm sıkıntıların, özel veya genel tüm buh-ranların, tüm eylemsizliklerin veya aşırılıkların nirengi nok-tası. Öyle zannediyorum ki bu düğüm çözüldüğünde yanlış-lar doğrulara, çirkinlikler güzelliklere, haksızlıklar adalete, sınır tanımazlıklar ahlaka evirilecek.

Bu çağ öyle bir çağ ki eskiden topla tüfekle yapılan ku-şatma bugün kavramlar üzerinden yapılıyor. Kuşatıldığımız en büyük tehlike aslında kavramlarımızın içinin boşaltılması veya yanlış malzemeyle doldurulması. Bu yazıda içi yanlış

Kübra Nur EFE“Hayat, İman ve Cihad”

İ

erde

mli

duru

ş

8

Page 9: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

9

tanımlarla doldurulmuş en önemli kavramlardan birini an-latmaya çalışacağız: Cihad.

CihadCihad Arapça bir kelimedir. C-h-d kökünden türer. Cehd

herhangi bir işi başarmak için çaba /gayret/güç sarf etmek-tir. İlk soru şu: Ne için çaba göstereceğiz?

Bu soruya en genel çerçeveyle verilecek cevap “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak için”dir. Bizim tüm mücadelemiz bu ahlakı hedef almalıdır. Çünkü bu ahlak bizim hayatımıza değer katar, sözlerimizi hikmetli, eylemlerimizi basiretli kı-lar. Ve bizi hem bu dünyada hem de ahirette saadete ulaş-tırır. Ve elbette ki cihadda nihai hedef dünyevi başarılara ulaşmak değil Allah’ın rızasını kazanmaktır.

“Öyle ise kâfirlere itaat etme, onlara karşı (bu Kur’an’la) büyük bir mücadele ver.” (Furkan:52)

Bütün insanları, belirtilen şekilde Allah’ın vahdetine da-vet etmek büyük bir cihaddır. Onun kıymetini, kemiyet ve keyfiyet bakımından ancak Allah takdir eder. Ayette âdeta şöyle denilmektedir:

Hz. Muhammed (a.s) Efendimiz umuma gönderilen son peygamber olarak yalnız başına küfür ve azgınlıkla, zulüm ve ahlâksızlıkla savaşarak cihadın en iyisini ve en verimlisi-ni sergilediği gibi, İslâm da son din olarak tek başına bütün bâtıl dinlerle kıyamete kadar cihad edecek ruh ve mana-yı, kuvvet ve kudreti kendinde taşır. Ancak unutmamak gerekir ki bu cihad, son derece ilmî ve metotlu olmalıdır. Kaba kuvvetin genelde bir şey çözemeyeceği kesindir. Hele ki davet gibi bir meselede alınacak tavır bu olmamalıdır. O bakımdan insanlığın hayrına sunulmuş olan dini; edep, terbiye, hoşgörü, nezaket, yüksek ahlâk ve bilimsel ölçüyle tebliğe çalışmak çokça önemlidir. Kur’an’daki deliller, sa-kındırıcı emirler ve nasihatlerle, peygamberleri yalanlayan ümmetler hakkında gelen kıssaları okuyarak onlara karşı cihad etmek gerekir.

“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, (ancak) aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez.” (Baka-ra:190)

“Allah yolunda savaşmak” deyimi, “Allah’ın ismini yü-celtmek ve O’nun dinini güçlendirmek için cihad etmek” anlamına gelir. Hicretten önce, şartlar ne olursa olsun, Müslümanların müşriklerle savaşmaları yasaklanmış, on-larla ilişkilerde barışçı yöntemlerin izlenmesi emredilmişti. Hicretten sonra Müslümanlar kendi devletlerini kurup si-yasal bağımsızlıklarına kavuşunca, zamanla ayrıntıları be-lirlenen bazı şartlara ve kurallara riayet etmeleri kaydıyla, savaşmalarına izin verilmiş ve gerektiğinde emredilmiştir. Bu savaş Kur’an’da kıtal kelimesiyle ifade edilir. Cihadın as-keri boyutunu ifade eden kelime de budur.

Ayetin “Sizinle savaşanlarla siz de Allah yolunda sava-

şın” şeklindeki ifadesinden, sadece fiilen savaşa katılan-ların ve savaşmayı sürdürenlerin öldürülebileceği açıkça anlaşılmaktadır. İslam’da cihad bir saldırı değil savunma-dır. Cihad öldürmenin değil yaşatmanın çabasıdır. Şimdi cihad ettiğini ve bunu Kur’an’ın emrettiğini söyleyerek katliam yapan, cihadı saldırı olarak kodlamış ve bu şekil-de inanmış olan gruplar, aşırıya kaçan hatta zulmedenler güruhundandırlar. Bu kodlama bilinçli yapılmış bir kavram yozlaşmasıdır. Şer güçlerin İslam’ı karalama planlarının bir parçasıdır. Nitekim bugün bu konuyla ilgili araştırma yap-mak istediğinizde karşınıza ilk çıkan kelime “terör” oluyor. İfsad edici gruplar “cihad” kelimesini kullanarak kelimenin özünü unutturmaya ve insanlar arasında bir zihin karmaşa-sı oluşturmaya çalışmaktadırlar. Kavramın hakikatine ulaş-mak için konuyla ilgili ayetlerin Arapçalarına, tefsirlerine ve siyak-sibak ilişkilerine bakılmalıdır.

“İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda malla-rıyla ve canlarıyla cihad edenlerin Allah katında büyük de-receleri vardır. İşte ‘kurtuluşa ve mutluluğa’ erenler bun-lardır.” (Tevbe:20)

Cihad, sadece canla yapılan bir şey değildir. Yani cihad sadece Allah yolunda ölmek için mücadele vermek değil-dir. Bir bakıma Allah yolunda yaşamak için verilen müca-dele de cihaddır. Nitekim bu ayette de cihad kavramının hicret ve mal ile birlikte geçmesi bunu gösterir.

Hz. Peygamber(s.a);“Pehlivan, rakibinin sırtını yere getiren değil, öfke anın-

da nefsine galip gelendir.”(Buhari, Edeb, 102; Müslim 106-108; Ahmed İbn Hanbel, Müsned) diyerek, nefisle yapıla-cak mücadelenin zorluğunu bildirir.

“Mücahid, nefsiyle cihad edendir.”(Tirmizi, Fedailu’l-Ci-had) sözüyle de nefis mücadelesinin bir cihad olduğunu anlatır.

Tebük seferinden dönerken ashabına, “Küçük cihaddan, büyük cihada döndük.”( Razi 72; Beydavi) demesi, nefisle yapılan cihadın büyük bir cihad olduğunu gösterir. Zaten, nefsiyle cihad etmeyen kişiden düşmana karşı cihadda bir fedakârlık beklenemez.

İnsanın ruhi terbiyesinin önemsenmeyişi toplumun if-sadına yol açar ve bu birçok topluluğun müptela olduğu bir derttir. İnsan kendisini eğittiği ölçüde başkalarını da eğite-bilir. İç muhasebesini yapmayan kişilerin küresel zulümle-re ve zulmün odaklarına etki edebilmesi pek de mümkün değildir. Fakat bu iç muhasebe bir kere yapılıp bitecek veya bir süreyle sınırlandırılabilecek bir şey değildir. Hayatımı-zın bir bölümünden değil tamamından sorumlu olduğu-muz için bu hayatı ne ile ve nasıl doldurduğumuz önemli-dir. İşte Hasan el-Benna’nın şu sözü bunu açık bir şekilde ifade eder: “Hayat, iman ve cihaddır.” Evet, hayat bir şeye iman etmek ve yaşam boyu onun için çaba göstermektir.

“Hayat, İman ve Cihad”

Page 10: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

10

Cihad ve İman:“Ey iman edenler, iman edin.” (Nisa:136)Ait olma, benimseme hali olan ve Müslümanlığın da

ötesinde olan iman, bir emin olma durumudur. Fakat bu eminlik sabit bir durum değil hayat boyu sürecek olan bir şeydir. Ayet iman edenlere tekrar iman etmelerini hatır-latmakla bir bakıma buna vurgu yapmaktadır. Arayışı içe-risinde olduğu şeyden emin olan insan onu bulduğunda da mutmain olacaktır. İman insanın kendi iç dengesini sağlamasına yardımcı olur. Bu dengeyi sağlayan insan çevresindekilerle de aynı şekilde bir denge tutturacaktır. Çünkü Hakk’a olan inancı onun düşünce dünyasının temel taşlarını oluşturur. Hakikatine uygun bir inanma, kişinin iman etmesi demektir. Bu inançla insan düşünür, fikir üre-tir ve harekete geçer. İşte harekete geçen insan, “cehd”in tanımında olduğu gibi çaba göstermeye de adım atmış olacaktır. İman etmek cihadın ilk ve en önemli basamağı-dır. Çünkü bir şeye inanmadan ve onu benimsemeden, o şey için çaba gösterilemez.

Cihad ve Emr-i bi’l-Ma’rûf ve Nehy-i ani’l-Münker:“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten

men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren on-lardır.” (Âl-i İmran:104)

Cihadın ikinci basamağı budur. Bu basamakta insan yol ve yöntemlerin farkına varır. Allah’a iman eden kişi bu iman etmenin verdiği bir takım sorgulamaları da ya-şar. İman etmenin pasif ve bireysel bir şey olmadığını fark eder. Bu fark ediş onu harekete geçirir. İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak Kur’an’ın açık uyarılarından bi-ridir. Bu aslında diğer yasaların “toplumsal sorumluluk” diye niteledikleri esastır. Cihad, Allah için toplumu ıslah yolunda hiç durmadan çalışmayı esas alır. Cihad insanın kendisine, yaratıcısına, topluma karşı adil olması nokta-sında elinden geleni ortaya koymasını salık verir. Bu an-lamda insanları iyiliğe götürecek her yolun önünü açmak, bu yolda azmetmek, bunun için söz veya davranışla bir tavır ortaya koymak, yani insanları fıtratlarına yaklaştır-mak için gereken tüm çabalarda aktif rol almak cihadın esaslarındandır. Aynı şekilde insanların kirli olana yaklaş-malarının önüne set çekmek, onların hakkı ortadan kal-dıracak tüm eylemlerinin karşısında yer almak ve aslın-da en önemlisi de kendilerine zulmetmelerine müsaade etmeyerek kötülükten sakındırmak da cihadın en önemli esasları arasında yer alır.

Cihad ve İbadet: “Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” (Hicr: 99)

Cihadın üçüncü basamağı da imanını ve onun pratik karşılığı olan “emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i anil münker”i bir ibadet şuuru ile yapmaktır. Abd; her şeye ihtiyacı olan, noksan demektir. Abd olan insan, eksik bir varlık olması sebebiyle “soyut anlam”a ve “somut bilgi”ye ulaşma ar-

zusundadır. Yani insan için kelimeler anlam, ortaya çıkan fikirler de bilgi olur. Fikirler insanın kulluk bilincini oluştu-rur. Kulluğun gereği de ibadet etmektir. Burada vurgula-mak istediğimiz aslında “en büyük ibadet hakkı müdafaa etmektir” düsturudur. Hakkı müdafaa eden insan noksan-lıktan uzaklaşır. Soyut bilgisi yani hak kavramı, somut bil-giye yani onu müdafaa etmeye dönüşür. Bu bilgi insanın kurtuluşa ermesine vesile olacak en büyük ibadetidir ve bu ibadet de ayetin ifade ettiği gibi ölüm gelinceye kadar sürecektir.

Cihad ve Şehadet:“Müminler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice

erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir(şehid olmuştur); kimi de (şehitliği) bek-lemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemiş-lerdir.” (Ahzab:23)

Cihadın son basamağı da şehadettir. Bizim hayatı de-ğiştirme cehdimiz son raddede savaşı da göze alan bir cesareti gösterebilmelidir. Bu savaş ölümle neticelene-bilir, ama biz ölümü göze alanlara hayatın bahşedildiğine inanıyoruz. Bunun yanında onu salt ölüme koşmak olarak nitelememek gerekir. Şehadetin rolü öldürülmekten daha üstündür.

“Şehadet savaş değil misyondur. Silah değil, mesajdır.” Şehid Ali Şeriati’ye ait bu söz, Şehid Metin Yüksel’in “Şe-hadet bir çağrıdır tüm nesillere ve çağlara” sözüyle nasıl da anlamını buluyor. Yine şehidi, topluluğun içinde ansı-zın yanan bir mum olarak niteleyen Şehid Şeriati’nin söz-lerindeki anlam da Şehid Çamran’ın şu sözlerinde saklıdır: “Benim bu karanlığı ortadan kaldırmam mümkün olma-yabilir. Fakat küçücük bir ışık ile karanlık ile nurun, hak ile batılın arasındaki farkı gösterebilirim. Ne kadar küçük olsa da ışığı arayan kimselerin kalbinde bu ışık büyüyecek-tir.” Evet, cihadın şehadetle bağı tam da buradadır işte. Aradaki farkı gösterebilmekte, karanlığı aydınlatmak ve zulmü ortadan kaldırmak için yanan, ama yakmayan bir isyan olabilmekte.

“Gayemiz Allah, önderimiz Rasûlullah’tır. Anayasamız Kur’an, yolumuz cihaddır. En yüce temennimiz Allah yo-lunda şehid olmaktır.” (Şehid Hasan el-Benna)

“Müslümanca yaşamın olmadığı bir yerde Müslüman-ca ölmenin elbette bir yolu vardır.”(Şehid Malcolm X)

“En büyük cihad zalimin karşısına çıkıp, ‘Sen haksızsın!’ demektir.” (Hz. Hüseyin)

“Lideri şehit olmuş bir hareket kesinlikle yenilmez. Düşmanın zilleti altındaki rahattan, cihad altındaki me-şakkat daha değerlidir.” (Şehid Fethi Şikaki)

Allah’a verdikleri sözde duran bu erler, sözünü tutmayı bekleyen nicelerinin yolunu aydınlatıyor. Allah bizlere on-ların aydınlattığı bu yolda yürüyebilmeyi ve yolun sonun-da da sözünü tutanlardan olabilmeyi nasip etsin.

Page 11: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

Ağarınca gün sokaklarda,Ellerinde sapanlarla belirecek Çocuklar en tenhada.Bilincini kuşanarak Kudüs’ün,Alacaklar zihinlerin kof, tozlu pasını.Harekete güç, Düşmana aman perçinleyecekler.Bir adım, bir adım dahaKurtulacak zedelenen ümmetin onuru.Faşizmle parçalanan yek,Temizlenince birleşecek yek yek.Eylemin ibadet,İmanın eylem olduğunu fısıldayacaklar.Çorak arazilerde,Tünellerin ziyası olacaklar.Aman felaketi naraları değil,Sabrın azametine boyun eğecekler.Sabahında, öğlesinde ve ikindisinde,Ölüm raksına duracaklar.Ve güneş hüzünle kabuğuna gömüldüğünde,Kanlı küre dönmekten vazgeçecektir.Fakat nafile,Karanlık boğmuştur her yeri artık.Diplomatların, Reislerin sattığıTopraklardır bu coğrafya.Geceyi bombalar süslerken,Semaya kalkacak taşları sıkan eller.Zifiri bir yalnızlık yine saracak acıyı.Günün yorgunluğuyla kapanan Arsız göz kapakları,Bu çocukları yine unutacak.Her mescidin AKSA olduğu güne kadar…

Usulca

Ferhat ELÇİ

erde

mli

duru

ş

11

Page 12: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

BALF

OUR

’DA

N G

ÜNÜM

ÜZE

FİLİS

TİNSena Masume DEMİR

“Barış yapmaSeni krallık tacıyla taçlandırsalar daBabanın oğlunun bedeni üzerinden nasıl yürüyüp geçeceksin?Seninle tokalaşanın eline nasıl bakacaksın daKanı görmeyeceksin…Barış yapmaZira barış iki eşit arasında yapılır…”

ilistin davası bir toprak meselesi değildir, bu bir inanç davasıdır. İnanç ve isyanın çocukları Filistinliler, ümmetin onurunu korumak için yıllardır diren-mekte, ileri atılmaktadırlar. Çünkü Kudüs zillet altındaysa tüm ümmet zillet al-tında demektir, Kudüs esirse tüm Müslümanlar esaret altında demektir. Filis-tin’in yanında olmak ise İsrail’in, Amerika’nın, Siyonizm’in ve Emperyalizmin karşısında olmak demektir. Bir Zarif adamın da dediği gibi “Filistin bir sınav kâğıdı / Her mümin kulun önünde…” Bu sınavı hakkıyla geçebilmenin tek yolu ümmet olmanın önemine vakıf olup ihtilaflarımızı, ihtiraslarımızı bir kenara bırakıp Allah’ın ipine sarılmak ve vahdet bilincini kuşanmaktır.

Bu yazı, bu sayımızdaki Filistin meselesiyle ilgili diğer yazılara ufak da olsa tarihsel bir altyapı oluşturması ve Balfour’dan günümüze Filistin’in tarihsel sürecini kısaca hatırlatılması amacıyla yazılmıştır. Mazur görülmesini umarak belirtmek gerekir ki bir yazıda anlatılamayacak kadar derin tarihsel araştırma-ya muhtaç olan bu başlık altında noksanlıklar ve kusurlar bulunabilir.

10 Aralık 2017: İstanbul’da Büyük Kudüs Mitingi yapıldı.Son yıllarda Filistin’de yaşanılan zulümlere hep birlikte şahit olmaktayız.

Siyonist hapishanelerinde Filistinli esirlerin açlık grevleri, Kudüs’te camiler-de ezan okunmasının yasaklanması, Mahmud Abbas Hükümeti’nin ihanetle-ri, Cüneydi ve Ahed Temimi gibi birçok çocuğun işgalciler tarafından vahşice tutuklanması ve esir edilmesi, Şeyh Ahmet Yasin’in yolunu sürdüren engelli direnişçi Ebu Süreyya’nın şehit edilmesi… Tüm bu vahşet bize göstermekte-dir ki düşman hiçbir zaman vazgeçmeyecek; İsrail Filistinlilerin tamamını yok etmeden Mescid-i Aksa’yı yıkmadan, yeryüzüne hükmedeceği bir şeytan im-paratorluğu kurmadan zulmüne son vermeyecektir. Bu sebeple anlıyoruz ki Kudüs’ün özgürlüğü ve Ümmetin kurtuluşunun yolu demokrasi, iki devletli çö-züm veya ikiyüzlü barış anlaşmalarından değil, direnişten geçmektedir. Dün-ya mustazafları zalimlerin karşısında kıyam ettiklerinde, zilleti kabul etmeyip ayağa kalktıklarında, onlara sahipleriymiş gibi davranan süper güçler hiçbir halt edemeyeceklerdir. “İlâhî desteğe, İslam desteğine, iman desteğine sahip olan bir ümmet niçin korksun?”

F

erde

mli

duru

ş

12

Page 13: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

1917-Balfour Deklarasyonu: Thedor Herzl’in bir devlet olarak İsrail’in ilk prensiplerini ortaya atmasıyla Siyonist dü-şünce ayyuka çıkmaya başladı. 1. Dünya Savaşı’yla Amerika ve İngiltere ile ilişkilerini iyice arttıran Siyonist çete, Osmanlı gibi büyük bir gücün de karşısından çekilmesiyle birlikte ha-rekete geçti. İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Balfour, Siyonist hareketin liderlerinden Lord Rothschild’e yazdığı mektupla Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulması için her türlü desteği sağlayacağını bildirdi. Balfour Siyonistler için Büyük İsrail rüyasının ve Filistin’e Yahudi göçünün başlan-gıcı oldu. 1918’de Araplar Filistin’in %93’ünü oluştururken 1947’de Arap ve Yahudi sayısı neredeyse eşit hale geldi.

1916’daki Osmanlı’ya karşı düzenlenen Haşimi İsyanı’na Filistinli seçkinlerden çok azı destek verdi. Büyük çoğunluğu, İngilizlerin Balfour’dan sonraki(1918) işgaline kadar İstan-bul’a bağlılıklarını devam ettirdi. Faysal’ı kendi temsilcileri olarak kabul etmediler. İngilizlerin 1921’de Abdullah’ı Ürdün Emiri, diğer oğlu Faysal’ı da Irak Kralı yapması Hicaz Valisi Şe-rif Hüseyin’in otoritesini de iyice sarstı. Hicaz valisi, Osman-lı’da hilafetin ilgasının ardından halifeliğini ilan etse de bu bir fayda vermedi. Mekke’yi kuşatan İbn Suud Abdülaziz ta-rafından halifeliğine son verildi. Böylece Filistin, Osmanlı’nın çatısı altından çıkartılmış; İngilizlerin hükmettiği, Yahudilerin arzu ettiği bir yer haline geldi.

1921 İzzettin el-Kassam’ın Filistin’e gelişi: İngiliz manda girişimiyle birlikte Balfour Deklarasyonu fiiliyata döküldü ve durum iyice ciddiyet kazanmaya başladı. Bunu fark eden İz-zettin Kassam, mücahitleriyle birlikte 1921’de Filistin’e geldi. Filistin’e yerleştikten sonra öğrenci yetiştirmeye, halkı Siyo-nizm’e karşı bilinçlendirmeye ve cihada teşvik etmeye çalıştı. Böylece Kassam, öğrencilerinden ve halktan kişilerden olu-şan bir askeri birlik kurdu. Bu birlik Kassamîler adını aldı.

1922 İngiliz Mandası: Fransızlar ve İngilizler arasında ya-pılan Sykes-Picot Anlaşması(1916) Orta Doğu’nun bugünkü hâline gelmesine sebep olması açısından önemlidir. Bu an-laşma sonucunda kurulan devletlerden Irak, Ürdün, Filistin İngiliz bölgesi; Suriye, Lübnan Fransız bölgesi oldu. Bu an-laşmanın yürürlüğe girmesiyle birlikte 1922’de Milletler Ce-miyeti Filistin ve Ürdün topraklarını içine alan bir bölgede İn-giliz mandasını resmen ilan etti. Bu işgalin ardından Filistin’e Yahudi akını başladı ve Yahudiler silahlandırılmaya başlandı. Yahudiler refah bir yaşamın vaadiyle İsrail rüyasına inandı-rılmış ve şeytanî bir düşünce sistemi olan Siyonizm’e hizmet etmeyi kabul ettiler ve dünyanın dört bir yanından toplatılıp Filistin’e yerleştirildiler. Böylece Yahudiler, Yahudilikten çıkıp Siyonist vahşilere dönüştüler. Toprak sahibi oldular ve daimi silah taşımalarına müsaade edildi.

1929-1939 Yahudi Göçlerine Karşı Ayaklanma: Avrupa’da Faşizmin yükselişe geçişi ve 1932’de Hitler’in Almanya’nın başına geçmesiyle Yahudilerin Filistin’e göçü hızlanmaya başladı. Bu yıllar arasında Filistin’e 250 bin Yahudi göç etti. Bu süre zarfında iki taraf arasında zaman zaman çatışmalar meydana geldi. Filistin halkı, dünya savaşının izlerini sileme-miş, Osmanlı’nın yıkılması ve İslam coğrafyasının halifesiz kalması gibi felaketlerin şaşkınlıklarını üzerlerinden atama-mışlardı. Bu gibi nedenlerden Yahudi devleti kurulması teh-likesine karşı örgütlü bir şekilde harekete geçmek için biraz geç kalmışlardı. Siyonist politikaların, Filistinliler üzerindeki tecavüzlerinin ağırlaşmasıyla birlikte Filistinliler arasında Milliyetçilik hızla güçlenmeye başladı.

Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni: Kudüslü Hüseyni, 1. Dünya Savaşı’nda Çanakkale’de savaşmış, Teşkilat-ı Mah-susa’nın Kudüs sorumlusu olmuştur. İngiliz işgaliyle birlikte Kudüs’e dönen Hüseyni, Milliyetçiliğin de etkisinde kalarak İngilizlere sempatiyle bakmaktaydı. Muhtemelen bu sempati İngiliz kontrolündeki Filistin’de genç yaşında Kudüs müftüsü seçilmesine sebep oldu. Filistin’in seçkinlerinden olan Hü-seyni İngiliz manda rejimiyle işbirliği içerisinde Yahudilerle mücadeleye etmeye başladı. Milliyetçi isyan hareketinin de önderlerinden sayıldı. İzzettin el-Kassam’dan gelen birlikte direniş gösterme tekliflerini reddetti, daha çok siyasi müca-deleyi savunmaktaydı. 1928’de Yahudilerin kendi bölgelerini Ağlama Duvarı’na kadar genişletme ve üçüncü bir tapınak inşa etme kararlarına engel olmak maksadıyla Kudüs savun-ması için bir komisyon oluşturdu.

Hüseyni’nin dönemin karmaşasından ve insan olmasın-dan kaynaklı hatalar yapmış olduğu bir gerçektir. Fakat İsla-mi mücadeledeki kararlılığı ve Siyonistleri düşman olarak ilk sıraya koyması Müslümanlar için önemli bir örneklik teşkil eder.

1929 yılı Filistin için bir dönüm noktası olmaya başlamıştı. Bu tarihte şiddet olayları tüm Filistin’e yayıldı. 15 gün süren kanlı çatışmalar meydana geldi. Yüzlerce Filistinli ve yerle-şimci Yahudi hayatını kaybetti. Fakat bu isyan ateşi tek bir liderin veya grubun önderliğinde olmadan yayılıyordu.

1930-35 yıllarında İzzeddin El-Kassam önderliğindeki İsla-mi direniş örgütü, Kudüs’deki Kurtuluş Hareketi ile güç birliği yaparak İngiliz ve Yahudi işgalcilere karşı saldırılar düzenledi.

1931 İslam Kongresi: İslam Ümmeti; Hilafetin ilgasıyla ba-şıboş kaldığı ve her toprağında ayrı ayrı işgallerle mücade-le ettiği bu dönemde, Kudüs müftüsünün öncülüğünde bir kongre düzenlendi ve 20 ülkeden temsilciler geldi. Bu kongre 20.yy’da ümmet içerisinde vahdetin, Sunni-Şii kardeşliğinin önemini vurgulayan ilk çalışmadır.

SİYONİST İŞGALCİLER İSRAİL’İ DEVLET OLARAK İLAN ETMEDEN ÖNCEKİ DÖNEM

erde

mli

duru

ş

13

Page 14: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

*19 Kasım 1935: Şeyh İzzettin el-Kassam yanındaki onlarca mücahidiyle Cenin yakınlarındaydılar ve bir casus tarafından yerleri İngiliz işgalcilere ihbar edildi. Kuşatmanın ardından 14 mücahidiyle birlikte şehit edildi.

1936 yılında Araplar, Yahudilere karşı büyük bir isyan başlatıp Kudüs ve çevresinde direniş göstermeye başladılar.

1936-39 yıllarında Filistinli Arap emirleri Filistin milli hareketini idare etmek amacıyla bir heyet oluşturdular ve ülkede sefer-berlik ilan edildi. Filistin halkı ve diğer Arap ülkelerinden gelen gönüllüler, Kudüs müftüsü önderliğinde Yahudi göçünü protesto etmek için büyük gösteriler düzenlemeye başladı. Bu gösterilerde İngilizler tarafından 5 bin Arap, Araplar tarafından da yüzlerce Yahudi öldürüldü. 1937’de Kudüs müftüsü Kudüs’ü terk etmek zorunda kaldı.

1939-White Paper: Yahudi göçüne ve toprak alımına kısıtlama getirecek düzenleme uygulamaya konuldu.

1946: Siyonist terör örgütü Irgun’un, Kral Davud Oteli’ne düzenlediği saldırıda onlarca kişi hayatını kaybetti.

1947: Birleşmiş Milletler Filistin’i, Arap ve Yahudi bölgesi olmak üzere ikiye bölme planını kabul etti. Siyonist Yahudiler bunu kabul ederken, Filistinli Araplar bunu reddetti.

erde

mli

duru

ş

14

Page 15: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

9-11 Nisan 1948 Deir Yasin Katliamı: Siyonistlerin Yahudi göçüne ortam hazırlamak için bir etnik temizlik politikası yürütmeye karar vermesiyle 400 Filistin köyü yok edildi. Kudüs’e yakın bir köy olan Deir Yasin’e gelen Irgun terör örgütüne bağlı militanlar, çoğu çocuk ve kadın olmak üzere 254 Fi-listinliyi katlettiler ve evlerini ateşe verdiler. 1978’de Nobel Barış Ödülüne layık görülen Menahem Begin(İngiliz manda yönetimine karşı bir Yahudi yeraltı örgütü olarak kurulan Irgun Zwai Leumi’ni komutanı, daha sonra hükümet başkanı seçildi.) “Deir Yasin olmasaydı İsrail olmazdı.” demiştir.

14 Mayıs 1948-Siyonistler İsrail Devleti’nin kuruluş deklarasyonunu ya-yınladı: Türkiye’nin de aralarında bulunduğu çoğunluğunu Arapların oluş-turduğu 13 ülke BM’nin Filistin konusundaki çözüm planına karşı çıktı. Fa-kat yapılan oylamada 33 “evet” oyu alan İşgalci İsrail bağımsızlığını ilan etti.

15 Mayıs 1948’de İngilizler Filistin’den çekilmeye başladı.

15 Mayıs 1948/1.Arap-İsrail Savaşı: Mısır, Irak, Suriye, Ürdün ve Lübnan birlikleriyle İsrail’e karşı saldırıya geçtiler. Araplar için büyük bir hüsranla biten bu savaşın sonucunda Batı Şeria Ürdün, Gazze Şeridi Mısır, kalan top-raklar da İsrail tarafından işgal edildi. Böylece İsrail, BM’nin paylaştırmış olduğu topraklardan çok daha fazlasını elde etmiş oldu.

*15 Mayıs 1948 NEKBE (Büyük Felaket) Günü: Arapların mağlubiye-tinin ardından yüzlerce Filistin köyü haritadan silindi ve Filistinli mültecile-rin sayısı 750 bine ulaştı. Filistinlilerin topraklarına ve evlerine el konulup işgalci çete tarafından buralara Yahudi göçmenler yerleştirildi. Her yıl 15 Mayıs Filistinliler için çok önemli bir anma günü olarak geçirilir, mülteciler tekrar vatanlarına döneceklerine dair konuşmalar yapıp yeminler ederler. Filistin’e Dönüş olarak anılan bugünde yapılan gösterilerde Filistinlilerin el-lerinde sıkça görebileceğimiz anahtarlar sembolik bir anlam taşır, o da şu-dur; “1948’de evimizi terk ettik ama anahtarlar hala bizde, yarın evlerimize geri döneceğiz ve bu anahtarlarla kapılarımızı açacağız.”

Şubat-Temmuz 1949: İsrail, savaştığı her Arap ülkesi ile ayrı ayrı ateşkes anlaşmaları imzaladı.

1949’da İşgalci İsrail BM’ye kabul edildi.

Türkiye’de: 1947’de Şalom gazetesi yayın hayatına başladı. 1949’da Ya-hudilerin Türk bayraklı gemilerle Filistin’e göçmelerine izin verildi. 28 Mart 1949’da Türkiye(Günaltay Hükümeti) İsrail’i resmen tanıdı. Ülkemiz İsra-il’i tanıyan ilk Müslüman ülke olma unvanını kazandı(!) İsrail Konsoloslu-ğu’nun açılış törenine Türk Musevi Cemaati’nden 20 bine yakın kişi katıldı.

23 Aralık 1950: İsrail Kudüs’ü başkent ilan etti. Arap toplumu bu kararı tanımadı. Aynı yıl Ürdün Doğu Kudüs’ü ele geçirdi ve 1953’de ikinci başken-ti olarak ilan etti. Sadece İngilizler ve Filistinliler, Ürdün yönetimini tanıdı.

İSRAİL’İN KURULUŞU VE 1. ARAP-İSRAİL SAVAŞI DÖNEMİ

erde

mli

duru

ş

15

Page 16: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

2. ARAP-İSRAİL SAVAŞI DÖNEMİ

1956: İlk savaştan büyük bir yenilgiyle çıkmalarına rağmen Araplar İsrail’i tanımaya yanaşmadılar ve bu da yeni bir savaşın haber-cisiydi. Süveyş Krizi olarak da bilinen bu ikin-ci savaş, Mısır Devlet Başkanı Abdül Nasır’ın Süveyş Kanalını millileştirdiğini açıklamasıyla başladı. İsrail, İngiliz ve Fransız birlikleri Mı-sır’a ait Sina Yarımadasına saldırdı. ABD ve Sovyetler Birliği’nin baskıları sonucunda bu birlikler geri çekilmek zorunda kaldı. Süveyş Krizi sırasında Nasır, Araplar tarafından ulusal kahraman olarak görülmeye başlandı. Önce-leri İngilizleri arkasına alan İsrail, artık kesin olarak Amerika’nın himayesine girdi. Sovyet-lerin, Mısır’a karşı yürütülen saldırıya tepki göstermesi, Arap milliyetçiliği önünde Sovyet-lerin büyük itibar kazanmasına sebep oldu. İmparatorluklar yıkılmış, ulus devletler kurul-muş ve dünyanın iki kutuplu bir hale evirilme-sinden sonra saflar belirlenmeye başlanmıştı.

7 Ekim 1959: El-Fetih’in kuruluş kongre-si Kuveyt’te yapıldı. Direniş grupları henüz olmadığı için İsrail işgaline karşı mücadele Arap ülkeleri tarafından yürütülüyordu, ama artık mülteci kamplarında milliyetçiliğin yanı sıra Siyonizm karşıtlığının ve Filistin davasının öneminin bilincinde yeni bir nesil yetişmek-teydi.

1960-65 yılları arasında: Cemal Abdül Na-sır’ın öncülüğünde Kahire’de ilk Arap Birliği Zirvesi gerçekleştirildi. Arap Birliğini yeniden gerçekleştirmek, direniş gruplarını bir mer-kezden denetlemek gibi teşkilatlanmaya dair önemli meseleler görüşüldü.

1964’te Arap Birliği tarafından Filistin Kur-tuluş Örgütü(FKÖ) Kahire’de kuruldu. FKÖ, hedefini “Silahlı direnişlerle İsrail’i yok etmek ve Akdeniz ile Ürdün Nehri arasında ‘Bağım-sız Filistin Devleti’ni yeniden canlandırmak” olarak açıkladı. En büyük hedeflerinden biri de İsrail’e Yahudi göçlerini engellemek ve İs-rail’den Yahudilerin göç etmesini sağlamaktı. FKÖ kurulur kurulmaz Çin Halk Cumhuriyeti tarafından tanındı ve Çin, FKÖ’ye eğitim ve si-lah yardımında bulundu. FKÖ mali açıdan da Arap Birliği’ne bağlı olduğu için 1967’ye kadar bir siyasi güç haline gelemedi ve Filistin halkı-nın da tam desteğini alamadı. 1967’den sonra El-Fetih FKÖ’nün bünyesine girdi.

1960’larda Sovyetler Mısır’ın modern bir hava gücüne kavuş-masını sağladı. İsrail, Fransa ve İngiltere’den savaş uçağı ve tank aldı. Nasır Arap Birliğini güçlendirip İsrail’den intikam almaya kararlıydı. İsrail kendisine düşman komşularına rağmen günden güne askeri gücünü arttırıyordu, öyle ki 1967’de kendi nükleer silahını üretmeye yaklaşmıştı. Ve İsrail; Suriye, Mısır ve Ürdün’e saldırdı. Altı günde, Mısır’dan Sina Yarımadası’nı, Suriye’den Go-lan Tepelerini, Ürdün’den Batı Şeria, Gazze Şeridi ve Doğu Ku-düs’ü alan İsrail bu toprakları işgal etti. Böylece Doğu Kudüs’e ilk yerleşimler başladı.

21 Mart 1968 Karameh Savaşı: Siyonist birlikler, Ürdün’ün Ka-rameh bölgesinde hiç beklenmedik bir direnişle karşılaştı. Arap ordularının başaramadığını küçük bir gerilla grubu (el-Fetih) ba-şardı. Arafat ve el-Fetih Filistinlilerin umut kaynağı haline geldi.

2 Şubat 1969: Yaser Arafat, FKÖ’ye başkan olarak atandı. 25 yıl boyunca bu görevi yerine getirdi.

14 Eylül 1970: FKÖ ve Ürdün arasında çatışmalar yaşandı, bu sebeple FKÖ Ürdün’den sürüldü ve Lübnan’a yerleşti.

3.ARAP-İSRAİL SAVAŞI DÖNEMİ (6 GÜN SAVAŞLARI)

4. ARAP-İSRAİL SAVAŞI DÖNEMİ (YOM KİPPUR) - 1973

2 Nisan 1973’de İsrail Beyrut’a operasyon düzenledi ve üç FKÖ lideri öldürüldü.

6 Ekim 1973’de Mısır ve Suriye işgal edilen topraklarını geri almak için İsrail’e savaş açtı. Yahudiler için kutsal bir gün olan “Kefaret Günü”nde başlatıldığı için Yom Kippur Savaşı denildi.

1977’de İsrail’de ilk defa sağ iktidara geldi ve IRUN terör örgü-tünün eski komutanı Menahem Begin başbakan oldu.

17 Eylül 1978-Camp David Anlaşması: Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile İsrail Başbakanı Menahem Begin arasında Camp David Antlaşmasını imzalandı. Bu iki lider daha sonra da Nobel Barış ödülünü birlikte aldı. Camp David ile kısaca Gazze ve Batı Şeria’da yaşayan Filistinlilere özerklik verilmesi, İsrail’in Sina Ya-rımadası’ndan çekilmesi ve buna bağlı olarak Mısır’ın da İsrail’i tanıması kararlaştırıldı. Anlaşma sonucunda İsrail batı sınırları-nı güvence altına aldı; Mısır ABD’ye, diğer Arap ülkeleri Mısır’a desteklerini geri çekerek SSCB’ye daha çok yaklaştı. Enver Sedat hastalık derecesinde arzuladığı Nobel’e kavuşmuştu, fakat Müs-lüman Arap halkı gözünde bir haindi artık, Amerikan koruması altında olması fayda vermedi. 1981’de bir tören sırasında Halid İslambuli’nin düzenlediği bir suikast sonucu can verdi.

erde

mli

duru

ş

16

Page 17: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

17

8 Ekim 1990: Kudüs’te Mescid-i Aksa’da Katliamı gerçekleştirildi. 30 Filistinli hayatını kaybetti, 850 kişi de yaralandı.

1992: HAMAS, silahlı kanadı İzzettin Kassam Tugay-ları’nı kurarak İsrail’e karşı silahlı eylemlerini arttırdı.

1993-Oslo Antlaşması: Oslo’daki gizli görüşmeler-de Filistin heyetinin başkanlığını Mahmud Abbas üst-lendi. Sekiz ay süren gizli görüşmelerin ardından FKÖ ile İsrail arasında uzlaşı sağlandı. İki taraf da birbirini resmen tanımış oldu. Arafat’a da Filistin’e serbestçe giriş izni verildi. FKÖ ve Filistin yönetimi İsrail’e kar-şı terör eylemlerini kınadı. İsrail, Gazze Şeridi ve Batı Şeria’dan çekilmediği gibi Siyonist yerleşimci sayısını iyice arttırdı. İki devletli çözümün kabulü anlamı taşı-dığı için bu anlaşmaya sıkça atıf yapılır. Bu anlaşmalar Filistinliler nazarında FKÖ’nün düşüşüne, HAMAS’ın yükselişine sebep oldu.

25 Şubat 1994 El-Halil Katliamı: Amerikan asıllı İs-railli bir yerleşimci Goldstein, İbrahim Camii’nde iba-det etmekte olan Filistinlilere ateş açtı; 20 Filistinliyi öldürdü, 125’ini ise yaraladı.

Nisan 1994: Hamas, Siyonistlerin köylerine bom-balı saldırılarda bulundu.

26 Ekim 1994: İsrail ve Ürdün 45 yıllık düşmanlığa son veren barış antlaşmasını imzaladı. İsrail Kudüs’te Müslümanlar için kutsal olan bazı yerlerde Ürdün’ün özel rolünü kabul etti. Halen daha Kudüs’ün birçok ye-rinde güvenlik güçleri Ürdünlü askerlerden oluşmak-tadır.

*26 Ekim 1995- İslami Cihad’ın lideri Dr. Fethi Şikaki MOSSAD tarafından şehit edildi.

4 Kasım 1995: Şimon Peres, İsrail Devlet başkanı oldu.

20 Ocak 1996: Filistin’de yapılan ilk seçimlerde, FKÖ lideri Yaser Arafat %88,2 oy oranıyla Filistin Özerk Yönetimi’nin başkanı seçildi. Seçimleri bazı sol örgüt-ler, Hamas ve İslami Cihad boykot etti.

*5 Ocak 1996: İzzettin Kassam Tugayları İstişhadi Eylemler Grubu’nun komutanı, mühendis Yahya Ay-yaş Siyonist işgalciler tarafından şehit edildi.

1 Ekim 1997: Ürdün’ün baskısıyla Siyonist rejim, müebbet hapis cezasına çarptırılan HAMAS’ın manevi lideri Şeyh Ahmet Yasin’i serbest bırakmak zorunda kaldı.

16 Eylül 1982-Sabra ve Şatilla Katliamı: İsrail yanlısı aşırı sağcı Hıristiyan Falanjist milisler tarafından, Sabra ve Şatilla kamplarındaki 3 bine yakın Filistinli mülteci çocuk, kadın, yaşlı denmeden canice katledildi. Bu kat-liamın planlayıcısı ve yürütücüsü olan Ariel Şaron, bu tarihten itibaren “Beyrut Kasabı” olarak anılmaya baş-landı.

*9 Nisan 1985-Güneyin Gelini Sena Muhaytli’nin Şehadeti: Yaşadığı sürgün, işgal ve katliam sonucunda ardında bıraktığı mektubunu, “Ben bu kahramanca ölü-mü haince bir ihanete, sürpriz bir bombaya ya da bir ajanın kirli elleriyle öldürülmeye tercih ettim... Böylesi çok daha iyi ve onurlu değil mi?..” sözleriyle sonlandır-dı. Bomba yüklü bir kamyonla işgalci rejimin konvoyuna girerek onlarca Siyonisti cehenneme gönderdi.

1985: İsrail Tunus’taki FKÖ karargâhına hava saldırısı düzenledi. Arafat’ı öldürmeyi hedefleyen saldırıda 70 kişi hayatını kaybetti.

1987- 1. İntifada/Taş İntifadası: Bir İsrail askerî ara-cının Gazze’de dört Filistinlinin ölümüne sebep olan bir trafik kazasına karışması ve bu olayı protesto eden Fi-listinlilere işgalcilerce ateş açılması olayları tırmandırdı. Bu başkaldırı işgalden bıkmış bir halkın çocuğuyla, kadı-nıyla, yaşlısıyla ortaya koymuş olduğu ve direniş ateşini canlandıran bir halk hareketiydi. Tanklara karşı taş at-mak; Hz. Davud’un henüz gencecik bir çocukken büyük Calût ordusu karşısında yerden bir taş alıp atması gibi sembolik bir değer atfedeceğimiz bir eylemdir. İşte Filis-tin’de de 17 yaşındaki bir gencin taş attıktan sonra şehit edilmesi İntifada’nın fitilini ateşleyen ilk kıvılcım oldu. 1. İntifada 1993’e kadar sürdü.

Şeyh Ahmet Yasin, Mısır’daki Müslüman Kardeşler Hareketi’nin Gazze kanadı olarak HAMAS’ı kurdu.

1990’LI YILLAR

1980’li YILLAR

Page 18: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

28 Eylül 2000-2. İntifada/Mescid-i Aksa İntifadası: İs-rail Savunma Bakanı Şaron’un Harem-i Şerif’e girmesi bü-yük tepkilere neden oldu. Filistinliler bunu bir kışkırtma olarak nitelendirdi. Mescid-i Aksa İntifadası başladı. Bu ayaklanma 2005’e kadar devam etti.

İsrail Başbakanı Ehud Barak ilk defa Filistin ve İsrail’e ait iki başkent olabileceğini ifade etti.

6 Şubat 2001: Ariel Şaron İsrail başbakanı seçildi. Ara-fat ile görüşmelere devam etmeyi reddetti.

27-28 Mart 2002-Beyrut Zirvesi: Arap Devletleri ile birlikte İsrail-Filistin Meselesi tartışıldı. İsrail ve Filistin için 1967’den önceki sınırlara dönülmesi ve 3 milyon 800 bin mültecinin Filistin’e geri dönmesine izin verilmesi teklif edildi.

29 Mart 2002: İsrail Batı Şeria’da Berlin Duvarı’na ben-zer bir ayırıcı duvar inşa etti.

*16 Mart 2003: “Zulüm bizdense ben bizden deği-lim.” diyen vicdan timsali 23 yaşındaki Rachel, Filistinli bir ailenin evinin yıkmaya gelen buldozerin önüne geçip in-sanlık onuru için hayatını feda etti. Bu tarih Rachel’in ha-tırasına yakışır bir şekilde Dünya Vicdan Günü ilan edildi.

28 Ağustos 2012-İsrail mahkemesi, Gazze Şeridi’nde bir buldozer tarafından ezilerek hayatını kaybeden Ame-rikalı barış aktivisti Rachel Corrie’nin ailesinin açtığı da-vada, İsrail Hükümeti’nin Corrie’nin ölümünden sorumlu olmadığına karar verdi.

*22 Mart 2004: Hamas’ın kurucularından Şeyh Ah-met Yasin, sabah namazı çıkışı Siyonistlerin aracına roket saldırısı düzenlemesi sonucunda yanındaki yedi kişiyle birlikte şehit edildi.

*17 Nisan 2004: Hamas’ın Şeyh Ahmed Yasin’den son-

raki lideri Abdülaziz El-Rantisi’nin, “Apaçi helikopteleriyle şehit edilmeyi tercih ederim” diye ifade ettiği duası ha-fızalardan silinmeyecektir. Duası kabul edilen Rantisi, iş-galci güçler tarafından füze saldırısıyla şehit edildi.

*11 Kasım 2004: Yaser Arafat hayatını kaybetti.

9 Ocak 2005: El-Fetih’in kurucularından olan Mahmud Abbas Filistin Özerk Yönetimi’nin başına “getirildi”. HA-MAS, İslami Cihad ve FHKC seçimleri boykot etti.

25 Ocak 2006: Filistin genel seçimleri HAMAS’ın zafe-riyle sonuçlandı. İslami Cihad seçimleri boykot etti. HA-MAS’ın başarısı Siyonist rejim tarafından kabul edilmedi.

28 Haziran 2006-Yaz Yağmurları Operasyonu: Siyonist rejim Gazze’ye düzenlediği saldırılarda hükümet binaları, köprüler ve elektrik santralini hedef aldı.

Temmuz 2006-Lübnan/33 Gün Savaşı: Güney Lübnan’ı işgal altında tutan İsrail, Lübnan Direniş Örgütü Hizbul-lah tarafından büyük bir yenilgiye uğradı. Bu zafer İslam dünyası için ve özellikle Filistin halkı için büyük bir umut oldu.

Eylül 2006: Gazze Şeridi’nde El-Fetih ve Hamas çatış-maları yaşandı.

21 Ocak 2007: Devam eden krizin aşılabilmesi için se-çimlerin yenilenmesini öneren Mahmud Abbas, Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın davetiyle Şam’da Hamas lideri Halid Meşal ile görüştü.

30 Ocak 2007: Mısır’ın arabulucu olmasıyla HAMAS ve El-Fetih arasında ateşkes sağlandı.

15 Şubat 2007: İsmail Haniye ve kabinesi istifa etti.

3 Ocak 2009-22 Gün Savaşı: İsrail, HAMAS’ı yok etme hayaliyle Gazze Şeridi’nde kara operasyonuna başladı. 22 gün süren bu savaş, Siyonist rejim için bir fiyaskoyla so-nuçlandı. Filistinliler için bir dönüm noktası olan bu savaş “yeryüzünün yenilmezi İsrail” tanımının bir illüzyondan ibaret olduğunu gösterdi. Bu, Siyonist rejimin 2012 ve 2014 yıllarındaki yenilgilerinin başlangıcıdır.

29 Ocak 2009 / Davos-One Minute Olayı: Gazze: Orta-doğu’da Barış Modeli panelinde konuşma süreleri sebe-biyle moderatöre sinirlenen Başbakan Erdoğan, “One mi-nute” diyerek araya girdi ve Şimon Peres’e yönelik, “Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz!..” ve “Daha Davos’a gelmem!” çı-kışıyla tüm Müslümanların gönlünü fethetti. Olaydan bir ay sonra Cumhurbaşkanı Gül iki ülke arasında tansiyonu düşürmek için İsrail’e gitmek istediğini belirtti. Daha son-raki yıllarda hükümetten yetkililer Davos zirvesine katıl-maya devam etti.

*Haziran 2009: Hamas’ın üst düzey yöneticilerinden aynı zamanda bir âlim olan Nizar Reyyan yanındaki 18 ki-şiyle birlikte hava saldırısıyla şehit edildi.

*Haziran 2009: Gazze’nin iç işleri bakanı(Hamas Hükü-meti’nin) Said Salim ve yanındaki Hamaslı iki yetkili şehit edildi.

31 Mayıs 2010-Mavi Marmara Baskını: Gazze’ye insani yardım götürmek amacıyla; içerisinde Müslüman, Hris-tiyan ve antisiyonist Yahudiler de olmak üzere pek çok

2000

’Lİ Y

ILLA

Rer

dem

li du

ruş

18

Page 19: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

dinden ve milletten 750 aktivisti taşıyan İHH’ya ait Mavi Marmara filosu “Rotamız Filistin Yükümüz İnsani Yardım” sloganıyla yola çıktı. Mavi Marmara gemisi işgalci İsrail’in karasularına girmeden Akdeniz’in uluslararası sularında sabaha karşı İsrail donanması tarafından saldırıya uğradı. Ellerinde hiçbir silahları bulunmayan yardım gönüllüsü erkek ve kadınlar, Siyonist askerlere karşı direndiler ve bazılarını etkisiz hale getirdiler. Bu saldırıda 9’u gemide, 1’i yaralı olarak Türkiye’ye geldikten sonra olmak üzere 10 Türk yardım gönüllüsü şehit edildi, onlarca kişi gazi oldu. Diğer aktivistler de tutuklanıp İsrail’e götürüldü. Burada taciz, radyasyon ve sorgulamalara maruz kaldı-lar. Diplomatik görüşmeler sonucunda tutuklular serbest bırakıldı. O zamanlar ihaneti gün yüzüne çıkmamış olan Amerikancı FETÖ lideri Gülen, şehitlerimizin kanlarını hiçe sayarak, “Otorite’den(İsrail) izin alınmalıydı.” dedi.

Haziran 2010’da uluslararası baskılara daha fazla da-yanmayan Mısır, Refah Sınır Kapısı’nı üç yıl sonra süresiz olarak açtı ve İsrail de Gazze’ye koyduğu ambargoyu ha-fifletme kararı aldı.

Aralık 2010’da Türk-İsrail diplomatları iki ülke arasın-daki ilişkileri düzeltmek için Cenevre’de bir araya geldi. 2013’te Siyonist İsrail Başbakanı Netanyahu, Başbakan Erdoğan ile yaptığı telefon görüşmesinde Mavi Marmara baskını için özür diledi. Birkaç ay sonra MOSSAD şefi Tür-kiye’ye geldi. Bu yıl Türkiye-İsrail ticaret hacminin tarihi rekor kırdığı açıklandı. 2014’te Dışişleri Bakanı Davutoğ-lu, “Türkiye ve İsrail anlaşmaya hiç olmadığı kadar yakın” açıklaması yaptı.

9 Aralık 2016-Mavi Marmara Davası: Aralarında döne-min İsrail Genelkurmay Başkanının da yer aldığı 4 sanık hakkında verilen yakalama kararlarının kaldırılmasına hükmeden heyet, çıkartılan kırmızı bültenlerin geri alın-masını kararlaştırdı. Mahkeme davanın düşürülmesine gerekçe olarak Türkiye-İsrail anlaşmasını gösterdi. Üm-metin onuru dediğimiz, 10 şehidimizin ve gazilerimizin kanıyla boyanmış Mavi Marmara meselesi böylece kapa-tıldı. Avukatlar mahkemeyi protesto ederek, Müşteki ve katılımcılar da “Mavi Marmara Onurumuzdur!” sloganıy-la mahkeme salonunu terk ettiler.

*19 Ocak 2010: İzzeddin Kassam Tugayları’nın kurucu-larından Mahmud el-Mebhuh, Dubai’de kaldığı bir otelde Mossad ajanları tarafından şehit edildi.

2 Eylül 2010: İsrail’in Gazze’ye saldırması sebebiy-le 2008’de rafa kaldırılan doğrudan barış müzakereleri, Mahmud Abbas ile Netanyahu tarafından Washington’da yeniden başlatıldı.

12 Ekim 2011: İsrail ve Hamas, beş yıldır esir olan as-ker Gilad Şalit ve binden fazla Filistinli mahkûmun ser-best kalması için esir değişimi konusunda anlaştı.

1 Kasım 2011: Filistin’in UNESCO’ya üyelik başvurusu kabul edilince, ABD örgüte Kasım 2011’de yapmayı plan-ladığı 60 milyon dolarlık ödemenin iptal edildiğini duyur-du.

23 Aralık 2011: HAMAS ve El-Fetih uzun yıllar süren fikri ayrılıkların ve çatışmaların ardından birleşmeye ka-rar verdi. HAMAS, FKÖ bünyesine katılma kararı aldı.

7 Temmuz 2014: Korsan rejim Gazze’ye 51 gün süre-cek saldırılarına başladı.

Ekim 2015-3. İntifada/Bıçak İntifadası: Filistin halkı, direniş için kendi güçlerinin yettiğince çözümler arıyor-du. Bıçaklı eylemlerde öldürülen Siyonistlerin sayısı çok az olmasına rağmen bu eylemler İşgalcilerin kalplerine büyük bir korku salınmasına yetti. İşgal rejiminde yapı-lan kamuoyu yoklamalarına göre Siyonistlerin dörtte biri, işgal altındaki Filistin topraklarını terk etmek istemekte-dirler.

Kasım 2017: 11 yıl aradan sonra Fetih ve HAMAS se-çimlere gidilmesi konusunda uzlaştı.

Aralık 2017: ABD Başkanı Trump Kudüs’ü İsrail’in baş-kenti olarak tanıdığını açıkladı.

10 Aralık 2017: İstanbul’da Büyük Kudüs Mitingi yapıldı.

Son yıllarda Filistin’de yaşanılan zulümlere hep birlikte şahit olmaktayız. Siyonist hapishanelerinde Filistinli esir-lerin açlık grevleri, Kudüs’te camilerde ezan okunmasının yasaklanması, Mahmud Abbas Hükümeti’nin ihanetleri, Cüneydi ve Ahed Temimi gibi birçok çocuğun işgalciler tarafından vahşice tutuklanması ve esir edilmesi, Şeyh Ahmet Yasin’in yolunu sürdüren engelli direnişçi Ebu Süreyya’nın şehit edilmesi… Tüm bu vahşet bize göster-mektedir ki düşman hiçbir zaman vazgeçmeyecek; İsrail Filistinlilerin tamamını yok etmeden Mescid-i Aksa’yı yık-madan, yeryüzüne hükmedeceği bir şeytan imparatorlu-ğu kurmadan zulmüne son vermeyecektir. Bu sebeple an-lıyoruz ki Kudüs’ün özgürlüğü ve Ümmetin kurtuluşunun yolu demokrasi, iki devletli çözüm veya ikiyüzlü barış an-laşmalarından değil, direnişten geçmektedir. Dünya mus-tazafları zalimlerin karşısında kıyam ettiklerinde, zilleti kabul etmeyip ayağa kalktıklarında, onlara sahipleriymiş gibi davranan süper güçler hiçbir halt edemeyeceklerdir. “İlâhî desteğe, İslam desteğine, iman desteğine sahip olan bir ümmet niçin korksun?”

erde

mli

duru

ş

19

Page 20: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

Selim Sezer ile Filistin Üzerine Röportaj

ABD’nin Kudüs’ü başkent olarak tanıma kararı ne ifade ediyor? Başkan Yardımcısı Mike Pence İsrail ziyaretinde Büyükelçiliği Kudüs’e taşıyacakla-rını açıkladı. Bu açıklamayı da düşünerek Kudüs’ü başkent olarak tanıma kararının yakın ve uzak gelecekteki sonuçları sizce neler olabilir?

Kudüs kararı, bir yanıyla Donald Trump’ın seçim sürecinde ABD’deki İsrail lobisinin desteğini almak için dillendirdiği bir vaadin sonucu, diğer yanıy-la da Netanyahu yönetiminin Beyaz Saray’da yeniden etki sağlayabilir hale geldiğinin bir göstergesi. Ancak bunun ötesinde, bazı Körfez ülkelerinin de içinde olduğu, çok daha geniş bir uluslararası işbirliğinin ürünü olduğunu söyleyenler de bulunuyor. Kararın muhtemel sonuçlarını ise farklı düzlem-lerde ele almak mümkün.

Öncelikle bu kararın yakın vadede hayata geçirilebilirliğinden emin de-ğilim. Bir süredir büyükelçiliğin taşınma tarihi olarak 2019 yılı telaffuz edi-liyor. Fiili uygulama için görece geç bir tarihin verilmesinde kuşkusuz, hem uluslararası tepkilerin, hem de Amerikan devlet yapısı içindeki farklı kişiler tarafından yapılan daha kapsamlı ve “rasyonel” değerlendirmelerin etkisi vardır. Ancak bu adımın atılması halinde her şeyden önce ABD, yıllardır ken-disi için biçtiği rolü artık sürdüremeyecek, bir başka deyişle herhangi türden bir müzakere sürecinde yer alamayacaktır. Ki aslında şimdiden, Trump’ın Kudüs kararını ilan etmesiyle birlikte bu rolün sürdürülebilirliğinin kalma-dığını söyleyebiliriz.

İkinci olarak 6 Aralık tarihinde kararın ilan edilmesinin ardından Filistinli-ler haftalar boyunca tepkisini sokaklarda gösterdi. Henüz somut bir adımın atılmamasıyla birlikte bu eylemler şimdilik durmuş vaziyette. Ancak büyü-kelçiliğin fiilen taşınması girişiminin olması halinde yeni bir intifadanın pat-lak vermesi kuvvetli bir ihtimal olacaktır.

Selim Sezer, 1982 yılın-da İstanbul’da dünyaya geldi. 2009 yılından itibaren Filistin’le da-yanışma faaliyetlerine aktif olarak katılmaya başladı, 2014 yılında ise BDS Türkiye insiya-tifinin gönüllülerinden oldu. Siyaset bilimi dok-toru olan Sezer, akade-mik çalışmalarını Geç Osmanlı – Erken Cum-huriyet dönemleri ve Ortadoğu/Biladüşşam üzerine yoğunlaştırıyor. Halen bir vakıf üniversi-tesinde yardımcı doçent olarak görev yapan Sezer, uzun yıllardır kitap ve makale çevirisi de yapıyor.

Selim Sezer Kimdir ?

erde

mli

duru

ş

20

Page 21: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

21

Daha uzun vadeli düşündüğümüzde, bilindiği gibi Si-yonist rejimin Doğu Kudüs’ü ilhakı ve ardından Kudüs’ü ebedi başkent ilan etmesi 1980 yılında yaşanan bir geliş-meydi. ABD de bu kararı 1995 yılında tanımış, ancak BM ve “uluslararası toplum”dan kabul görmemişti. Şimdi 20 küsur yıl sonra, çok az sayıda da olsa bazı devletlerin des-teğinin alındığını, bazı devletlerin BM oylamasında çe-kimser kaldığını görüyoruz. Dolayısıyla İsrail ve ABD’nin, bu girişimde başarısız olsalar bile uzun vadede aynı şeyi farklı dönemlerde ve farklı biçimlerde deneyecekleri ön-görülebilir.

Kudüs kararının Filistin’deki iç bölünmüşlük haline etkisi nedir? Fetih Hareketi ABD’nin arabuluculuk rolü-nün bittiğini çeşitli şekillerde dile getirdi. Sizce bu karar neticesinde El Fetih direniş seçeceğine/çizgisine yaklaş-mak durumunda kalır mı?

Aslında bu noktada El Fetih, Filistin Kurtuluş Örgütü ve Ramallah’taki Filistin Yönetimi’ni birbirinden ayırmak gerekir. Bu isimler zaman zaman birbirinin yerine geçe-cek şekillerde kullanılabilse de burada üç farklı yapı ve mekanizmadan bahsediyoruz. Ramallah yönetimi mevcut yapısı ve yönelimleriyle bugün Filistin mücadelesine en büyük zararı veren oluşumlardan birini ifade ediyor. Bu-nunla birlikte Oslo süreciyle birlikte “Filistin halkının meş-ru temsilcisi” kabul edilen FKÖ içinde farklı eğilimler ve direniş yanlısı unsurlar da bulunuyor. Bu çatı yapılanması içindeki en uzlaşmacı unsur olan El Fetih bile, özellikle ta-ban düzeyinde direniş yanlısı eğilimleri barındırıyor. Bunu 2014 yılındaki Gazze savaşında da görmüştük. Şu andaki tartışmalar ise El Fetih ve FKÖ içinde Oslo’yu ve sonuçları-nı reddeden seslerin yükselmesine yol açtı. Yakın zaman-da gerçekleşen bir toplantıda da FKÖ, Filistin Yönetimi’ne sert ikazlarda bulundu. Tüm bunların büyük çaplı kırılma-lara yol açacağını sanmıyorum, ancak en azından Filistin siyasetinin “ulusalcı” kanadında bir silkinmenin olduğunu söylemek mümkün.

Filistin yönetiminin Gazze’de idareyi devralması du-rumunda silahlı direniş unsurlarını akıbeti ne olur? Öte yandan, Batı Şeria’da silahlı bir teşebbüse dair haberler söz konusu. Bu haberlerin gerçekliği nedir? Batı Şeria’da silahlı oluşum girişimi Filistin yönetimine rağmen müm-kün mü?

2017 sonlarında varılan ulusal birlik anlaşması, Gaz-ze’deki askeri oluşumlar gibi konuların “daha ilerideki tartışmaların konusu olacağını” ifade ediyordu. Oysa bu-gün gerçek ve kalıcı bir birliğin kurulabilmesi için üzerin-de mutabakata varılması gereken en çetrefilli mesele bu. Batı Şeria’da İsrail’le yapılan güvenlik işbirliği anlaşmala-rı doğrultusunda askeri oluşumlar ve silah bulunmuyor. Eğer Gazze’nin yönetimi kalıcı olarak Filistin Yönetimi’ne geçecekse, İsrail (ve ABD) aynı anlaşmaların Gazze’de de uygulanmasını isteyecektir ve bu noktada ciddi bir iç

gerilim doğacaktır. Elbette bahsettiğim birlik anlaşması-nın Trump’ın Kudüs kararından önce imzalandığı düşü-nüldüğünde, az önce bahsettiğimiz noktalar da dikkate alındığında Filistin Yönetimi Oslo ürünü güvenlik işbirliği anlaşmalarını referans almayabilir ve Gazze’nin silahsız-landırılması uzun bir süre gündeme gelmeyebilir.

Diğer yandan Batı Şeria’da 2016 sonbaharından beri zaman zaman hafif silahlarla bazı eylemlerin gerçekleştiği biliniyor. Uzun süredir Batı Şeria’da askeri direniş seçe-neğini öne çıkaracak hazırlıkların da yapıldığı ve burada İran’ın belli bir rol oynadığı söyleniyor. Henüz bunu doğ-rulayacak yeterli göstergeye sahip değiliz. Ancak böyle bir direnişin başlaması halinde bu, askeri açıdan büyük ve etkili sonuçlar taşımayan fakat siyasi anlamı çok büyük bir yönelim olacaktır. Zira Batı Şeria’da çeyrek asırdır kurulu düzenin ve giderek daha boğucu hale gelen statükonun reddedilmesi anlamına gelecektir. Nitekim belkemiğini Oslo sonrasında doğmuş gençlerin oluşturduğu “bıçak in-tifadası” da böyle bir nitelik taşıyordu.

Soruyu biraz daha genelleştirirsek, Hamas’ın yeni siyaset belgesiyle ve Filistin Yönetimiyle uzlaşıp Gazze idaresini devretmesiyle birlikte silahsızlaşma yönünde adımlar attığına dair bir tahminde bulunabilir miyiz? Yoksa “Arap Baharı” sonrası Lübnan direnişi ile temas-larını sıklaştıran Hamas’ın iki devletli çözüme yanaşması mümkün değil mi?

Hamas çok uzun vadede dünya tarafından tanınan bir siyasi parti olmayı hedefliyor olabilir. Yeni siyaset belge-sinde bunun emareleri vardı ve bu belgenin yayınlanma-sından yaklaşık 6 ay sonra varılan ulusal birlik anlaşması-nın bazı ayrıntıları da buna işaret eder nitelikteydi. Ancak söylediğim gibi, bu, çok uzun vadede olacaktır.

İki devletli çözüm için de bir benzeri söylenebilir. Söz konusu belgede son derece muğlak bir dille ve Hamas içindeki farklı kanatların tartışmasıyla bulunmuş bir “orta yol” izlenimi veren kelimelerle, iki devletli çözüme bir yeşil ışık yakılmıştı. Ancak Hamas’ın iç dinamikleri, askeri kanadın siyasi kanat üzerindeki etkileri, Gazze toplumu-nun eğilimleri ve en önemlisi fiili durum itibariyle silah-lı mücadeleden vazgeçmek de iki devletli çözüme rıza göstermek de pek beklenebilir şeyler değildir. Dünyanın baş emperyalist gücünün desteğini alan Siyonist oluşum Kudüs’ü tümüyle yutmak için elinden geleni yaparken -ki bu sadece başkent kararından ibaret değil- , hatta Batı Şeria’nın da süregiden yerleşimci akınıyla birlikte ilhak edilmesinden söz edilirken 30 yıllık bir mücadele geleneği olan bir oluşumun çıkıp “Biz silahlı mücadeleden vazgeç-tik, iki devletli çözüm doğrultusunda müzakerelere katıl-mak istiyoruz.” denilmesi pek beklenemez. Eğer derlerse, muhtemelen kısa süre içinde varlıklarını kaybedecek ve yerlerini başka oluşumlara bırakacaklardır.

Page 22: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

22

erde

mli

duru

şFilistin’deki aktörlerin ortak bir çatı altında hareket

etmelerinin önündeki engeller neler? Aktörler arasında-ki farklılıklar hangi noktalarda düğümleniyor? 67 sınırla-rında bir Filistin Devleti kurmayı öncelemek, 67 öncesin-deki işgal topraklarına ilişkin tartışmayı erteleyerek bir mutabakat sağlanamaz mı?

’67 meselesi ayrım noktalarından biri, ancak tek ayrım noktası değil. Son 10 yıldaki iç “çatışma”ların doğurdu-ğu sonuçlar, kurumların idaresi meselesi ve tali bir nokta olsa da ideolojik ayrımlar da etkili. Belki ideolojik ayrım yerine program farklılığı demek daha doğru olabilir. Prog-ram farklılıkları ise birlik ve uzlaşmayı ancak kısa vadeli ve dar kapsamlı konularda mümkün kılabilir.

Öte yandan bugün Filistinliler çok acil ve yakıcı varo-luşsal tehditlerle karşı karşıya. Netanyahu yönetimi, ev yıkımlarıyla, arazi gasplarıyla, yerleşim birimi inşalarıyla Kudüs’ü adım adım yutuyor. Mescid-i Aksa tehlike altın-da. BM raporlarında Gazze’nin 2020 yılı itibariyle yaşana-maz hale geleceği söyleniyor. Batı Şeria’da yerleşimci sal-dırıları hayatın “rutin” bir parçası haline gelmiş durumda. İşsizlik ve yoksullaşma giderek ağırlaşıyor. Filistinli İslami, ulusalcı ve sosyalist gruplar, tüm bu yakıcı temalar etra-fında bir araya gelebilir ve gelmelidir.

Filistin iç dinamiklerinden bağımsız olarak, 67 sınır-larında iki devletli bir çözüm ne kadar gerçekçi? Ulus-lararası aktörlerin, iki devletli çözümü desteklemekten vazgeçmelerinin koşulları nedir?

Bugün uluslararası toplum iki devletli çözüm konusun-da neredeyse görüş birliği içinde. Ancak ben bunun her şeyden önce gerçekçi olmadığını düşünüyorum. İsrail ya-yılmacı bir oluşumdur. Resmi raporlarında genişlemenin ancak Ortadoğu’da etnik ve mezhebi ayrışmaların derin-leşmesiyle mümkün olacağını söyleyen, Nil Nehri’nden Fırat Nehri’ne kadar uzanan “Büyük İsrail” haritasını para-larının üstüne basan ve parlamentosunun duvarına asan bir “devlet”, çok büyük ölçekli bir karşı güç ve yaptırımlar olmadan iki devletli çözüme asla rıza göstermeyecektir.

Diğer yandan pek çok kişi ve kesim, Filistin’deki İsra-il işgalinin yalnızca 1967’den ibaret olmadığını, 1948’in de bir işgal olduğunu ve işgal altındaki toprakların dörtte üçünü işgalciye teslim etmenin adil olmadığını söyler ve ben de bu görüşe katılıyorum.

Belki bunlardan daha önemli bir mesele ise, “tek dev-let” ve “iki devlet”in içinin nasıl doldurulacağıdır. “İsra-il-Filistin çatışması” denilen şeyin Kuzey Kıbrıs-Güney Kıbrıs, Azerbaycan-Ermenistan, Kırım, Kosova ve benzer-leri gibi bir “toprak ihtilafı” meselesi olarak görülmemesi gerekir. Aslolan şey hangi toprak parçasının hangi devlete ait olacağı değildir. Devlet dediğiniz şey kendi başına bir çözüm de değildir.

Siyonizm özü itibariyle bir yerleşimci sömürgeciliği hareketidir ve Filistin sorununun özü de mültecilerin geri dönüşü sorunudur. Aslolan şey milyonlarca Filistinlinin geri dönmesi, el konulmuş olan arazilerini ve evlerini –ya-hut bunlardan geriye kalanları– geri alması ve 100 yıllık Siyonist yerleşimci akınının durdurulmasıdır. Bu yapıldığı zaman iki devletli çözüm rıza gösterilebilir bir şey olabilir; tersinden, bu yapılmayacaksa, hiçbir türden devletin ve sınır değişikliğinin kıymet-i harbiyesi yoktur.

İsrail‘e karşı bir caydırıcılık söz konusu olabilmesi için Filistin dışından neler yapılabilir?

İsrail, 1948 sonundaki 194 sayılı karardan başlayarak Birleşmiş Milletler’in hiçbir kararına ve uluslararası huku-kun hiçbir gerekliliğine riayet etmedi. İşlediği savaş suç-ları ve insanlığa karşı suçlar nedeniyle de hiçbir türden hesap vermedi. İran’a uranyum zenginleştirme faaliyetle-ri nedeniyle yaptırım uygulayan uluslararası toplum, her ne hikmetse İsrail’e yaptırım uygulamayı aklına bile ge-tirmedi. Oysa bugün ihtiyaç duyulan şey tam da budur. İsrail uluslararası hukuka uymayı öğreninceye kadar tecrit edilmeli ve yaptırımlara maruz bırakılmalıdır.

Boykot hareketlerinin Siyonizm’e karşı mücadelede işlevi ve tesiri nedir?

Eğer dar anlamda ürün boykotlarından söz ediyorsak bunların etkisi vardır, ancak sınırlıdır. Öte yandan 10 kü-sur yıldan beri çok daha geniş türden bir boykot yöneli-minden de söz ediyoruz.

2005 yılında Filistinli sivil toplum kuruluşlarının çağrı-sıyla doğan uluslararası boykot hareketi tam da az önce belirttiğim durum üzerinden inşa edildi. “BDS” kısaltması, “Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar” anla-mına geliyor. Üç hedef yerine getirilinceye kadar İsrail’in her alanda yalnızlaştırılması, boykot edilmesi, beslenme kanallarının kesilmesi ve yaptırıma uğratılması, bu doğ-rultuda çeşitli ülkelerle İsrail arasındaki ikili ilişkilerin de kesilmesi amaçlanıyor. Sözü edilen üç hedef ise İsrail’in 1967’de işgal ettiği bölgelerdeki askeri gücünü ve yerle-şim birimlerini geri çekmesi, sınırın diğer tarafındaki ırk ayrımcılığı/apartheid uygulamalarını son bulması ve mül-tecilerin geri dönüşüdür. Bunlar, farklı devlet tasavvurları olan kesimlerin üzerinde ortaklaşabileceği ve zaten me-selenin kalbini teşkil etmekte olan noktalar.

BDS çizgisi dünya çapında yayılıyor ve yavaş yavaş so-nuç da alıyor. Tel Aviv’deki hükümet temsilcileri defaatle BDS’nin İsrail’in karşı karşıya olduğu en büyük tehditler-den biri olduğunu ifade etti ve pek çok BDS karşıtı yasa çıkardı; başka ülkeleri de bu tür yasalar çıkarmaya zor-ladı. Bu da hareketin ne kadar etkili olduğunun dolaysız bir kanıtı.

Page 23: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

23

Son olarak Kudüs gezilerini nasıl değerlendiriyorsu-nuz? Söz konusu gezileri Filistin halkına ekonomik ve psi-kolojik katkıları olduğu gerekçesiyle teşvik edenler var. Aynı zamanda bu gezilerin işgali meşrulaştırmak gibi bir anlamı olduğunu ifade edenler var? Bu konuda ne der-siniz?

Kendi adıma, İsrail’den vize alıp Kudüs’e gidecek deği-lim – ki zaten muhtemelen bana vize vermezler ve içeri sokmazlar da - Öte yandan giden kişilerin farklı niyetlerle ve farklı saiklerle gittiğini biliyoruz. Bu noktada belki “bi-reysel ziyaret”/”kurumsal ziyaret” ayrımı yapabiliriz. Bir kişi ya da bir grup insan, Kudüs’te yaşayan Filistinlilere psikolojik ya da belki iktisadi katkı yapmak için gidebilir. Ancak işin içine kurumsal organizasyonlar girdiği zaman durum değişir. İsrail’in çeşitli “turistik” ve hatta “dini” or-ganizasyonları nasıl da işgali meşrulaştırmak için kullan-dığını biliyoruz. Örneğin umrenin İslam dinindeki anlamı açık olduğu halde Umre programına Kudüs’ün de dâhil edilmesi İsrail’in hevesle desteklediği bir girişimdi. Keza çeşitli meslek odaları da sanki dünyanın herhangi bir ye-rindeki tarihi bir şehirle aynı koşullar söz konusuymuş gibi Kudüs turları düzenliyorlar. Bunları tasvip edilebilir bul-muyorum. Ve başta da söylediğim gibi, bana göre en iyisi, hiçbir durumda İsrail’den vize alıp Kudüs’e gitmemektir.

Page 24: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

VİCDANIN ADI RACHEL

Rachel Corrie’nin, Filistinli bir doktorun evini yıkmaya gelen İsrail buldozerine bedenini siper ederek can verdiği 16 Mart 2003 tarihi, o günden itibaren ortak bir vicdana vurgu yapmak için her yıl “Dünya Vicdan Günü” olarak anı-lıyor.

Peki, Rachel kimdi ve vicdanla özdeşleştirilecek ne yap-mıştı, Filistin’de bir evden ziyade neyi savunuyordu?

10 Nisan 1979 yılında Washington’un Olympia kentinde dünyaya gelen Rachel, bir Amerikan rüyasının içine doğsa da başka bir dünyayı arzuluyor, bunun rüyasını görüyordu. Arzuladığı bu dünyayı 10 yaşında okuldan mezun olurken yaptığı “Dünya Çocuklarının Durumu” isimli şu konuşması ile tasvir etmişti: “Diğer çocuklar için buradayım. Burada-yım çünkü umursuyorum. Buradayım çünkü dünyanın dört bir yanında çocuklar acı çekiyor ve her gün 40 bin kişi aç-

Kübra ZEREN

R

erde

mli

duru

ş

24

Çizim: Meryem Betül DAMAR

Page 25: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

25

lık nedeniyle hayatını kaybediyor... Yoksulların hemen ya-nımızda olduğunun farkına varmalıyız, onları görmezden geldiğimizin... Bu ölümlerin önlenebilir olduğunu anlama-lıyız. Üçüncü dünya ülkelerindeki insanların da tıpkı bizim gibi düşündüğünü, güldüğünü ve ağladığını anlamalıyız... Benim hayalim 2000 yılında açlığı sona erdirmek! Benim hayalim her gün 40 bin kişinin hayatını kaybetmesini en-gellemek! Geleceğe bakar ve orada parlayan ışığı görürsek benim hayalim gerçek olacak. Açlığı görmezden gelirsek bu ışık sönecek. Hepimiz birlikte çalışır ve destek verirsek bu ışık büyüyecek ve yarınlar için umut olacak.”

Rachel insanların ırkına, dinine, yaşadığı coğrafyaya bakmayan, bütün dünya halklarını kuşatan insani bir vic-dana sahipti. Olympia’da ailesinin ona kurduğu tozpembe hayattan sıyrılarak kendi dünyasının dışındakilere el uzat-mak istiyordu. Dünyanın geri kalanının hayat standartları-nın farklı olduğunu, tüm çocukların tok uyumadığını, oku-yamadığını, kurdukları düşlerinin farklı olduğunu biliyordu. Yine de hiçbir okumanın, konferanslara katılmanın, belge-sel izlemenin ve kulaktan dolma bilginin Filistin’de karşı-laşacağı durumun gerçekliğine kendisini hazırlayamayaca-ğı düşüncesindeydi. Çünkü hayat Filistin’de dünyanın geri kalanından çok başkaydı. Filistinliler her gün kendi evinde esir uyanan bir ev sahibi, günün sonunu görüp göreme-yeceği belli olmayan bir direnişçi… 8 yaşındaki bir çocuk her gün kontrol noktalarını geçip okula giderek direnir, bir anne yeni bir savaşçı yetiştirerek, bu evin asıl sahiplerini çocuklarına anlatıp cesaret aşılayarak… Mesela bir genç taş atarak, bir yaşlı Mescid-i Aksa da nöbet tutarak dire-nir işgale, ama hepsi bu esir güne yine de umutla başlar. Yaşama sevinçleri ve umutları hiç eksilmez. Belki bir daha görüşemeyeceği oğlunu sabah helalleşerek yollar her anne kapıdan. Çünkü Filistin’de bilinir ki gidenin geri dönmeme ihtimali her zaman daha fazladır.

Rachel Ailene Corrie, Filistin’de 2. İntifada sürdüğü ve aynı zamanda ABD’nin Irak işgaline hazırlandığı 2003 yılı-nın başında Gazze’ye gitti. Orada Uluslararası Dayanışma Hareketi (ISM-International Solidarity Movement) üyeleri ile tanıştı. Rachel’in Filistin’de gördüğü manzara hiç iç açıcı değildi. İşgalci İsrail, yerleşim yerlerine saldırıyor ve bul-dozerlerle evleri, iş yerlerini, su depolarını yıkıyor, yaşamı felç ediyordu.

27 Şubat 2003 tarihinde annesine bir mektup gönder-mişti ve şöyle diyordu: “Eğer içimizden birinin tüm yaşamı ve huzuru tamamıyla altüst edilseydi ve eski tecrübelerimi-ze dayanarak, askerler ve tanklar ve buldozerlerin her an bizim için geleceklerini ve ne kadar zamandır yetiştirdiği-miz bütün seralarımızı yıkacaklarını bildiğimiz halde çocuk-larımızla beraber, her an daralan bir yerde yaşasaydık ve bunu bazılarımızın da dövülmesine ve 149 kişiyle beraber saatlerce bir yere kapatılmasına katlanarak gene yaşamak zorunda olsaydık geri kalan neyimiz varsa korumak için sence biraz kaba kuvvete dayanan yöntemlere başvurmayı

deneyebilir miydik?

Bu özellikle, yıkılmış meyve bahçeleri ve seralar ve mey-ve ağaçları gördüğümde aklıma geliyor, nice zahmetle, yıl-larca bakımı ve işlemesi yapılmış. Bence Craig amcam bunu yapardı. Bence büyük olasılıkla büyükannem de yapardı. Bence ben de yapardım.”

Rachel Filistin’e gittiğinde orada yaşananları yakından görmüş ve tüm gerçekliğiyle olup bitenleri anlamaya baş-lamıştı. Hastalandığında onun üzerine titremeleri, limonlu içecekler yapıp ikram etmeleri bunca zorluğu yaşamasına rağmen Filistinli insanların bu davranışları ona gerçek dışı gelmişti. Sürekli annesini aramasını onu merakta bırakma-masını telkin ediyorlardı. Kendileri için endişelenmek ye-rine yardıma gelenleri, Rachel ve arkadaşlarını bağırlarına basıyor ve onları sahipleniyorlardı. Ona Arapça öğretmeye başlamışlardı, Rachel de onlara İngilizce öğretiyordu. Ora-da hayatın farklı bir yüzüyle karşılaşmıştı. Sofrada yemek yerken birden ev bombalanıyor, birçok zorlukla karşılaşı-yor, geceleri kâbuslar görüyordu. Fakat biliyordu ki Filistin’i bırakıp gittiğinde aklı hep orada kalacaktı. Geceleri kâbus-lar görmesine rağmen gittiğinde daha da iyi olmayacağını biliyordu. O, arkadaşlarımla şakalaşmak istiyorum, dans etmek istiyorum, fakat aynı zamanda bunun durmasını isti-yorum ben olmam gereken yerdeyim, diyerek durduğu yeri belirlemişti.

Peki ya bizler? Evet, her gün haberlerde, gazetelerde Fi-listin ile ilgili bir haber mutlaka görürüz, okuruz ya da gün-lük konuşmalarımız arasında bahsederiz. Gördüğümüz ha-berler geçiş süresi kadar etkiliyor bizi ve sonra yine kendi dünyamıza dönüyoruz. Fakat Rachel bizim bu yaptıklarımızı daha doğrusu yapamadıklarımızı bir adım ileri taşıdı. Çün-kü Rachel’ in vicdanı buna el vermemişti bizim vicdanımı-zın aksine. Çünkü Rachel ’in adalet duygusu bütün insanları kapsıyordu, bizim anlayışımızdaki adalet ise aristokrasiyi. Rachel bizim olmamız gereken yerde, durmamız gereken yerde canını feda etti. O inandığı değerler uğruna ölürken bir çıkar gözetmedi. Zulmü, açlığı, sefaleti bütün dünya in-sanları için yeryüzünden silmek istiyordu ve bunun yapıla-bileceğine inanıyordu. İnanç ve fedakârlığın vücut bulmuş haliydi Rachel…

Bazı ölümler, ölümsüzdür. Rachel yazar olmak istemişti, kelimeler onun için çok önemliydi. Belki ardından okunacak bir kitap bırakmadı, ama geriye hayatını ve ölümünü bıraktı tüm insanlığın okuyup anlayabilmesi için; onurlu bir hayat ve şerefli bir ölümü. Çünkü o, “Aslolan onur” demişti. Kendi tabiriyle hükümetinin(ABD) büyük oranda sorumlusu oldu-ğu bir soykırımın göbeğindeydi, fakat onların safında değil-di. “Zulüm bizdense ben bizden değilim.” demişti ve bunu bir Filistinlinin evinin önünde bedenini siper ederek sarı saçlarına rağmen bir Afrikalı, mavi gözlerine rağmen Asyalı olabildiğini gösterdi. Evi yıkmaya gelen buldozerin önüne kendisini siper etmişti, belki aktivist olmasından, hiç yok

Page 26: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

26

sa ABD’li bir aktivist olmasından çekinip durdurabilec-duruyordu. 23 yaşında Rachel Corrie buldozerin onu ezip daha sonra üstünden geri çekilmesiyle kaburgaları kırılmış-tı ve arkadaşları tarafından hastaneye götürüldüğünde za-ten hayatını kaybetmişti.

İsrail bu olayın ardından hiçbir suçlamayı kabul etmedi, onlara göre bu olay “üzücü bir kazaydı” ve buldozeri kul-lanan kişi Rachel’ in orada durduğunu görmemişti. İsrail kendine yakışan küstah riyakârlığını her zamanki gibi yine yapmıştı. Oysa görgü tanıkları buldozer sürücüsünün onu görmesine rağmen üzerine sürdüğüne tanıklık etmişlerdi. Rachel arkadaşlarıyla canlı siper oluşturduğunda elindeki megafonla yıkımı durdurmasını söylüyordu. Evet, Rachel o gün buldozerin önünden çekilebilirdi, ama insanlığın öl-düğünü, düşmanın bu kadar alçakça hareket edebileceği-ni düşünememişti muhtemelen. Ailesi 2010 yılında Hayfa mahkemesine dava açtı, fakat mahkeme İsrail’in savunma-sını onayladı ve dava düşürüldü.

Rachel’ in ölümünün ardından ailesi onun duruşunu, onurlu mücadelesini anlatmak için çabaladı. Anma günleri ve programları yapıldı. Alan Rickman’ ın yazdığı “My Name is Rachel Corrie” tiyatrosunun dünyanın birçok yerinde ve Türkiye’de gösterimi yapıldı. 2010 yılında Özgür Gazze Ha-reketi’nin bir gemisine MV Rachel Corrie adı verildi. Ölü-münün ardından 15 yıl geçmesine rağmen hala anılmakta ve anlatılmakta…

Filistinliler onurlu dostlarını asla unutmayacak ve gün gelecek Rachel Corrie’nin, Furkan Doğan’ın, direnişçileri-mizin, kundakta öldürülen bebeklerin intikamı alınacak ve akan her gözyaşının hesabını sorulacaktır.

Mücahit Gültekin’in 2008 yılında Gazze savaşı sırasında yazdığı “Rachel Corrie İçin” şiirinin bir bölümü;

“Gazze bugün daha kötü RachelBiz bugün daha kötüyüzBiliyoruzYeniden dünyaya gelsen bizim için yine ölürdünBiz utanç içindeyiz RachelNamazımızda niyazımızdayızOkullar kurmakta, kitaplar okumaktayızHesaplar yapmaktayız yineRachel, Gazze bugün daha kötüBiz bugün daha da kötüyüzBir buçuk milyarızFırka fırkayızHesaplar yapmaktayızGazze’denGazze’denGazze’den yine çok uzaktayız.”

Page 27: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

ürk Edebiyat Vakfı yayınlarından çıkan bu eser yazıldı-ğı günden bu yana genelde Ortadoğu’yu özelde ise Filis-tin meselesini anlamak için fevkalade bir kaynak. Kitabın arka kapak yazısında da belirtildiği gibi bu eser okunma-dan Ortadoğu hakkında yapılacak her değerlendirme eksik kalacaktır. Siyonist devletin önce Siyonist milliyet-çi bir hareket olarak ortaya çıkışı ve geçirdiği süreçleri ardından yaşanan gelişmelerle devlet olma aşamasını, Yahudilik dininden milliyetçi bir ideolojiye dönüşmesinin sancılarını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.

Çeviriyi üstlenen Cemal Aydın Ağabey ise hem yaza-rın birçok eserini daha önceden Türkçe’ ye kazandırması hem de yazarla dost olmasının yanında kitabı çevirirken başka dillere yapılmış tercümelerden yararlanması da ki-tabın çeviri açısından yetkinliğini ortaya koyuyor. 1986 yılında Fransa’da yayınlanan eser, Batı’da büyük ses ge-tirmiş ve hemen yasaklanmış eserler arasında yerini al-mış. Türkçe’ ye ise mütercimin de vurguladığı gibi uzun bir süre sonra (2011) çevrilmiş. Kitabın değindiği tarihi gerçekler ise eskimeyecek cinsten. Garaudy, yazdığı bu eseri sübjektif unsurlarla ele almak yerine kitabın başın-dan sonuna kadar kaynak göstererek yazılı belgeleri tüm açıklığıyla ortaya koyarak araştırma ürünü olan bu kitabı meydana getirmiş. Kitap 500 sayfayı aşkın hacmiyle Fi-listin meselesini ve Siyonizmi geniş bir şekilde ele almış.

“Filistin nedir?” sorusuyla başlayan kitap üç ana bö-lümle devam ediyor: bir toprağın tarihi, bir mitin tarihi ve bir istilanın tarihi.

Birinci bölüm eski çağdan itibaren 19. yüzyıla kadar Filistin tarihini ve bu topraklardan geçen medeniyetleri ele alıyor. Kenanlıları, İbranileri, Hristiyanları ve Müslü-manları Kudüs ve Filistin özelinde incelemekle beraber bu medeniyetlerin birbirleriyle olan ilişkilerine de ışık tu-tuyor. Filistin ve orada yaşayan medeniyetlerle ilgili tek-nik ve salt tarihsel bilgiler içeren bu bölüm yazarın daha sonra anlatacağı süreçlere ışık tutmakta ve bazı çarpıcı bilgileri aktarmaktadır.

Kitabın başından itibaren son derece önemli tarihi olayları anlatsa da okuyucuyu çarpan yer aslında ikinci bölümdür. Özellikle ikinci ve üçüncü başlıkları kitabın neden yasaklandığını ve yazarın neden zor durumlara düşürüldüğünü açıklar niteliktedir. Birçok araştırmacı-dan, gazetelerden ve Siyonistlerin çeşitli kitaplarından

derlenen bilgi ve belgelerle sürecin nasıl işlediğine dair akılda soru işareti kalmayacak şekilde olaylar anlatılmış. Yazar, öncelikle fikir aşaması olarak çıkan bu hareketin temel fikirlerinin Rönesans ile başladığını belirtmiş daha sonra tüm dünyada etkili olan ulus devlet ve milliyetçilik akımlarının etkisini de ortaya koyarak Siyonist hareketi incelemeye başlamış.

Rönesans’ın etkisiyle 17. yüzyıldan itibaren Batı’da başlayan dini hareket ve kurumlardaki sekülerleşme sürecinin daha çok Hristiyanları etkilese de bu dinlerin arasında Yahudiliğin de olduğunu ve Rönesans ile birlikte Yahudiliğin de bir evrime girdiğini belirtiyor yazar. Bura-dan hareketle Yahudiliğin en başta bir din olduğu, Röne-sans süreci ile birlikte artık bu terimin bir halkı ve milleti temsil ettiğini söyler ve bu düşüncenin felsefi an

İlahi Mesajlar Toprağı Filistin

Seyyid Kamil ÖZDEMİRLİ

T

erde

mli

duru

ş

27

Page 28: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

28

lamda temellerini Spinoza’ya dayandırır. Bu süreçten sonra Yahudilik ile Siyonist kavramlarının birbirinden ayrı-lışını, Yahudilerin ilk başta ortaya sürülen bu milliyetçi fik-re muhalefeti ve sonrasında gelişen Balfour bildirisi, Basel kongreleri, I. ve II. Dünya savaşları ile İsrail’in kuruluşu ve dünya çapındaki kirli ilişkileri ortaya koyuluyor. Bu bilgi-lerin bir kısmı ise bu işleri üstlenen ve yürüten insanların yazdıkları kitaplardan alınmış. Bu konuda özellikle Theodor Herzl’in günlükleri önemli bir yer tutuyor.

Başlangıçta Filistin’de imtiyazlı şirketler kurmak için çabalayan Siyonistler daha sonra toprak satın alımlarıyla bu işleri olabildiğince hızlandırmaya ve genişletmeye ça-lışmışlar. Fransa, İngiltere, Almanya ve ülkesinden Yahudi-lerin gitmesini isteyen her ülke ile gizli görüşme ve anlaş-malar yapan milliyetçi Siyonist hareketin düşüncesinin kısa bir zaman diliminde ne kadar yayıldığını ve neler yaptığını, zamanın şartlarını kendi lehlerine nasıl kullandıkları ayrın-tılı bir şekilde anlatılıyor kitapta.

Nazizm! Siyonizm?Roger Garaudy siyasi Siyonizm’in başarısının sebepleri

arasında o zamanlar dağılmakta olan Osmanlı’nın sömür-geci devletler tarafından paylaşılması esnasında Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması fikrinin bazı Batılı devlet-ler tarafından desteklendiğini ve ayrıca Theodor Herzl ile Sultan II. Abdülhamid’in aralarında geçen diyalogları da Theodor Herzl’in günlüklerine yansıdığı şekilde aktarıyor. Herzl’in II. Abdülhamid’le yaptığı pazarlıklar ve sunduğu tekliflerin içeriğini gözler önüne seriyor.

İkinci olaraksa Siyonizmin fikir babası olarak görülen Theodor Herzl’in itici güç oluşturma gayretleri ile birlikte kurulacak olan İsrail devletine vatandaş kazandırması ama-cıyla yaptığı kirli iş ve anlaşmaları aktarıyor. Dünya çapında birçok ülkede varlığını sürdüren Yahudilerin gerek yeni ku-rulacak devlete sıcak bakmamaları gerekse de bulundukla-rı ülkelerden gitmek istememeleri, Herzl’in kurduğu devlet hayalini baltalıyordu.

Herzl, bu olaylara çözümü ise mevcut ülkelerdeki Yahu-dilere karşı yapılacak olan antisemitizm/Yahudi düşman-lığını kullanarak çözüme kavuşturmayı planlar. Herzl’in antisemitizmi kullanmasının başlıca iki sebebi var. İlki Ya-hudilerin asimile olmasını engellemek ve onların her daim yaşadıkları bölgede Yahudi kimlikleri ile yaşaması ikincisi de kurulacak devlete göçlerin hızlandırılması.

Garaudy, göç ile ilgili olarak Yahudilerin standart ya-şam haklarına sahip oldukları ülkelerden göç etmek iste-mediklerini ancak hayati tehlike durumlarında ve mecbur bırakıldıklarında göç ettiklerini ve tarihte birçok Yahudi topluluklarının imkânları olmasına ve engel bulunmama-sına rağmen Filistin’e göç etmediklerinin altını çizer. Bu ise Herzl’in kurmak istediği devletin önünde bir engeldir. Kur-dukları şirketlerde, yapacakları tarımlarda kısacası her işte

sadece ve sadece Yahudi olanların çalışmasına izin veril-mesi kuralı İsrail’e Yahudi nüfusun yerleştirilmesini zorunlu kılıyordu.

Kitabın belki de en çarpıcı noktasını oluşturan kısım ise Siyonistlerin kendi elleri ile antisemitizmi alevlendirme ça-baları ve bunun sonuçlarıdır. Yapılan kıyımları ve katliam-ları kurulacak olan bir Siyonist devlet için fırsat bilen kimi zaman gizli anlaşmalarla bunlara yol açanlar, bunun sonu-cunda Siyonist milliyetçiliğin yükselmesini ve kurulacak olan Siyonist devlete göçlerin artmasını hedeflemişlerdir.

Bu süreçte ilk patlağın yaşandığı Rusya ile Antisemitizm can almaya başlamış ardından Polonya, Almanya ve Ma-caristan’la devam etmiştir. Bu olaylar yaşanırken Siyonist hareket çoğu zaman sessiz kalmakla göç hareketlerinin hızlanmasını beklemiş ya da belli anlaşmalarla Yahudileri bulundukları yerlerden İsrail’e taşımışlardır.

Bunun en çarpıcı örneklerinden birisi Haham Michael Dov Weissmandel’in 15 Mayıs 1944’te Yahudi ajansına yaz-dığı mektuptur.

Weissmandel mektubunda: “Sizler, bizim Filistinli ve diğer bütün ülkelerdeki kardeşlerimiz, bütün Krallıların siz bakanları! Bu on binlerce cinayet karşısında nasıl sessiz ka-labiliyorsunuz? … Auschwitz ölü yakma fırınlarının bir hava bombardımanıyla tahrip edilmesini istiyoruz. İlişikteki ha-ritada görüldüğü gibi bu fırınlar rahatça görülebilecek du-rumdadır. Böylesi bombardımanlar katillerin işini geciktire-cektir. Daha da önemlisi Macaristan ile Polonya arasındaki demiryollarını ve Karpatlar civarındaki köprüleri bombala-maktır. Diğer işleri bırakın ve bunları yapın! Sizin ihmaliniz yüzünden her gün on binlerce kişinin ölmekte olduğunu hatırlayın!

Siz ey İsrailoğulları, yoksa aklınızı mı kaybettiniz? Etrafı-nızdaki cehennemi görmüyor musunuz? Paranızı kimin için saklıyorsunuz? Ya katil ya da çıldırmış olmalısınız!” diye haykırmış ve belki de yüz binlerce ölümün önüne geçile-bileceğinin haberini verirken mektupları alan Yahudi Ajan-sı sorumlusunun mahkeme huzurunda bu mektupları her gün aldıklarını soğukkanlılıkla söylüyordu.

Bu kirli suskunluğun ve benzeri anlaşma örnekleri ki-tapta bolca mevcut; özellikle Hannah Arendt’in “Eichmann Kudüs’te” kitabında sunduğu belgeler yukarıdaki örnekle-rin ise daha da trajik hali.

Bütün bu süreçlerde yaşanan katliamların sonucu ise gerçekten trajikomik cinsten diyebileceğimiz olaylar zinci-ri tarzında vuku bulmaktadır. Holokost sebebiyle görülen davalarda temsil yetkisi Siyonist devlete verilmiş ayrıca alı-nacak tazminatların kişilere ödenmesi yerine Siyonist dev-lete aktarılmasını sağlamıştır. Ayrıca yaşanan katliamlar sonucunda bu olayların gelmiş geçmiş en büyük soykırım olduğu ileri sürülmüş, ne II. Dünya savaşında ölen diğer 50

Page 29: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

milyon civarındaki insanın ne de Ba-tılıların o zamana kadar yapmış ol-dukları sömürge hareketleri netice-sinde ölen milyonlarca köle ve insan artık dünya kamuoyunun önünden tamamen kaldırılmıştır.

Kitabın üçüncü bölümünde ise Siyonist devletin kuruluşunu, iç ve dış politikalarını ve Filistin direnişini irdeliyor yazar. Filistin’in yağmalanı-şı, toprak alımları (burada kitabında değindiği bir hususta ülkemizde de çokça dillendirilen toprak satımla-rıyla ilgili bilgilerin nasıl yapıldığı da ayrıca ele alınmış) ile Birleşmiş Mil-letlerde alınan kararlarda yapılan baskıların boyutu gösteriliyor.

Siyonist devletin Amerika ile olan derin finansal ilişkileri, Amerika Ya-hudi lobilerinin ve büyük şirketleri-nin ne denli etkili olduğu da gözler önüne seriyor. Amerika tarafından yapılan silah ve kredi yardımlarına ve Filistin’de ne çapta olursa olsun yapılan zulümlere ve oynanan oyun-lara 1946 yılında başkan Truman şu cevabı verir: “Üzgünüm beyler, fa-kat Siyonizm’in başarısını bekleyen yüz binlerce insana cevap vermek zorundayım. Benim seçmenlerim arasında yüz binlerce Arap yok ki!”

Yıllar önce yazılan bu eserden yola çıkarak Truman’dan Trump’a hiçbir şeyin değişmediğini de göz-lemleyebiliriz. Amerika’nın büyükel-çiliğini neden apar topar bir şekilde Kudüs’e taşıdığını bunca tepkiye rağmen geri adım atılmadan kararın uygulanacağının sebebini Amerika başkanın koltuk sevdasına ve veri-len vaatlere dayandığını anlamak zor olmasa gerek!

Özet olarak belirtmek gerekirse kitapta yazılanlar Yahudi düşmanlı-ğı veya İsrail karşıtlığı gibi basit bir düşüncenin ürünü olmaktan ziyade Ortadoğu ve Filistin’in dününü ve bugününü anlatmanın yanında Si-yonist düşüncenin yarın neler yapa-bileceğini de gözler önüne sermek-tedir.

Kök salan kızgın kuma, tevhid denen çınarsın.

Dokunsam titriyorsun, kırk yerinden kanarsın.

Böyle hasret görmedim bilmem kime yanarsın

İki cihan serveri, Dürri Yekta mı yoksa

Kudüs’ün mahzun yüzü söyle Mescidi Aksa.

Süleyman’ın göz nuru, ilk taşı parmağından.

Varmak için aşka ben, tutundum tırnağından.

Burak’a su getirdin cennetin ırmağından.

Şu kurumuş gönlüme ne olur katresi aksa

Kudüs’ün mahzun yüzü söyle Mescidi Aksa.

Yirmi yedi Recep’te aşk oduyla harlandın.

Kime nasip olmuş ki, İsra ile sırlandın.

O cemali sen gördün Miraç ile nurlandın.

Dağlar devrilmez miydi Muhammed dönüp baksa.

Kudüs’ün mahzun yüzü söyle Mescidi Aksa.

Gök kubbem, aşk otağım, viran bağım, sarayım.

Diz çöküp eşiğine canı sana yorayım.

Hasretin vebalini, bilmem kime sorayım.

Yetimin gözyaşları değip zalimi yaksa.

Kudüs’ün mahzun yüzü söyle Mescidi Aksa.

Aşkın pusulasında ilk kıblem, namazgâhım

Makberim mevzim benim, ebedi niyazgahım.

Dilimdeki son ezgi, sözümde girizgâhım.

Seni yazmak mümkün mü kalem bendini yıksa

Kudüs’ün mahzun yüzü söyle Mescidi Aksa.

Zalimler vicdan diye göğsünde taşırken taş

Asırlardır dinmedi gözündeki kanlı yaş

Kalkarsa arşa değer, o eğdiğin kutlu baş.

Cemre düşeydi eğer, ilahi şimşek çaksa.

Kudüs’ün mahzun yüzü söyle Mescidi Aksa.

İlknur ŞAŞMA

erde

mli

duru

ş

29

Page 30: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

30

Siyonizm’in AnAtomiSi

çinde bulunduğumuz yüzyıl veya insanlık tarihi boyunca dinlerin doğuşu ve gelişimleri üzerine dü-şündüğümüzde, dinin bir şekilde birileri tarafından araçsallaştırıldığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bu araç-sallaştırma, doğuşunda temel ilkesi tevhid olan tüm dinler için de söylenebilir. Hristiyanlık söz konusu ol-duğunda özellikle Ortaçağ’da kilisenin bir takım uygu-lamalarında araçsallaştırmanın gerçekleştiğinden söz edebiliriz. Ancak bu incelemelerden önce araçsallaş-tırmanın kendisi üzerine düşünmek gerektiği kana-atindeyiz. Araçsallaştırma, kendisi bir bütün olarak amaç olan bir öğretinin çeşitli faydalar sağlamak veya kısa vadede zarardan kaçınmak adına araç haline gel-mesi olarak tanımlanabilir. Bu noktada amaç haline gelen araçlarla karşılaşırız (Kendisi amaç olanın, ara-cının amaçlaşması). Bu durumu tespit etmek söz geli-mi dini olan söz konusu olduğunda; eylemsel, ilkesel, teorik veya söylem düzleminde parçanın, bütünün yerini aldığı bir durum söz konusuysa mümkün olur. Yani kendisi bütün olan bir dini, bir bütün olarak ele almak yerine bir şekilde faydacı bir bakış açısıyla par-çayı kendisine referans alması, bu durumu görünür kılar. Günümüzde IŞİD, araçsallaştırıcı ve parçacı bakış açısının örneği olarak gösterilebilir. IŞİD’in eylemleri ve bu eylemlerinin referansları düşünüldüğünde, re-feransların Kuran’ın sadece bir parçasını oluşturduğu veya bütünü göz ardı ettiği, kendi pratiklerine uyacak şekilde rasyonelleştirerek eylemde bulunduklarını görebiliriz. Aynı şekilde, kendilerini Yahudi Devleti olarak tanımlayan ve dünyadaki tüm Yahudileri tem-sil etme hakkının kendinde olduğunu iddia eden İsrail söz konusu olduğunda da bu yaklaşımdan söz edebili-riz. Bu yaklaşım İsrail söz konusu olduğunda kendisini siyasi Siyonizm ideolojisinde1 bulur. İşte bu yazıda Yahudiliği bariz bir şekilde araçsallaştıran Siyasi Siyo-nizm’i ele alacağız.

Theoder Herzl2, 1882’den itibaren Siyasi Siyoniz-min doktrinini hazırlanmış ve 1894’te “Yahudi Devle-ti” kitabında bu doktrini sistemleştirmiştir.3 Sistemle-şen siyasi Siyonizm doktrini üzerine düşünüldüğünde, temel ilkelerini oluşturan asıl referans noktalarının 19. Yüzyıl Avrupa Milliyetçiliği ve Avrupa Sömürgeciliği ol-duğunun altını çizmek gerekir. Bu referans noktalarını Siyonizm’in pratiğine ve aynı zamanda Siyonistlerin söylemlerine bakarak da tespit edebiliriz. Siyonist bir

referans noktası olarak milliyetçiliği 16. yüzyılda oluş-maya başlayan ulus-devlet anlayışının bir devamı ola-rak görebiliriz. Ulus devlet anlayışı, Ortaçağ’daki Tanrı merkezli bakış açısının yerine ulus bilincinin ve bir “egemen tasavvuru” söz konusu olduğunda devletin yer aldığı söylenebilir. 19.yüzyıl sonuna gelindiğinde kimliğin temel bileşeni olarak dinin yerini ulusa bırak-tığını söyleyebiliriz. Bu durum artık doğal, otantik ve nesnel bir olgu gibi kabul ediliyordu. Fransız, İtalyan, Alman, İngiliz veya İspanyol olunuyordu.4 İktidar iliş-kileri düzleminde düşündüğümüzde sekülerizmin et-kisiyle egemenlik devletin tekelinde bulunmaktadır. Weber’in tabiriyle büyü bozumu gerçekleşmiş; teolo-jik olandan referansla iktidar ilişkileri düzenlenirken artık egemenlik teolojik olanın sekülerleşmesi sonu-cu devletin tekeline geçmiştir. Bu bağlamda modern devlet “Eski metafiziğin en yüksek gerçekliği Tanrı’nın ilk seküler halefidir.”5 İşte Siyasi Siyonizm’in “seküler bir din olarak” milletçilik anlayışını benimsemesinin sebebi o dönemin ve kısmen içinde bulunduğumuz dönemin ruhunun (zeitgeist) ulus devlet anlayışı ol-masından kaynaklanmaktadır. Diğer referans nokta-sını yani sömürgeciliği düşündüğümüzde ise Avrupa sömürgeciliğinden daha farklı bir şekilde Amerika’nın yerlilere uyguladığı sömürgecilik anlayışıyla benzer-liklerinin olduğunu belirtmek gerekir. Amerika’nın yerlileri yurtsuz bırakma, onların geçimini sağlayacak kaynakları yok etme, örneğin bizon katliamları vb. po-litikaları, Siyonistlerin Filistinliler üzerinde uyguladığı politikalarla büyük benzerlikler taşımaktadır.

Meşrulaştırma Araçları“Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat nehrine ka-

dar bu diyarı senin zürriyetine verdim.” (Tekvin/Yara-tılış, 15/18)

“Bizler Tevrat’a sahipsek, bizler kendimizi Tevrat’ın halkı olarak görüyorsak, Tevrat’ta vaat edilen bütün topraklara sahip olmak zorundayız.” (General Moşe Dayan, Jeruselam Post, 10 Ağustos 1967.)

Siyonist ideolojinin yukarıda değindiğimiz milliyet-çi bakış açısıyla uyguladıkları sömürgeci politikaların meşrulaştırma araçlarından ilki Tevrat’ın seçici ve ka-bileci okumasıyla kendisini görünür kılar. Söz gelimi vaat edilmiş toprak söylemi, Filistinlileri yurtlarından çıkarmak adına açıkça araçsallaştırılmış “mitlerden

İ

Ali USLU

Page 31: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

31

/ efsanelerden” ibarettir. Siyonist politika bu efsaneleri sömürgeci politikalarının meşruiyet kaynağı olarak gös-termektedir. ABD’deki Yahudilik İçin Birlik’in eski başkanı, Haham Emer Berger’in konferansında ifade ettiği gibi:

“İsrail devletinin hali hazırdaki yerleşimini Kitab’ı Mu-kaddes’teki bir vaadin yerine getirilmesi olarak görmek ve sonuç olarak İsrailliler tarafından devletlerini kurmak ve onu ayakta tutmak için yapılmış olan bütün eylemlerin Allah tarafından önceden onaylanmış olduklarını iddia et-mek hiç kimse tarafından kabul edilemez.

İsrail’in bugünkü politikası, İsrail’in manevi yönünü ve anlamını mahvetmiş veya en azından karartmıştır. Ben peygamberi geleneğin iki temel yanını ele alıp anlatmak istiyorum.

1. Her şeyden önce, Peygamberler Siyon’un kurul-masından bahsettikleri zaman, kutsal bir niteliğe sahip olan bizzat toprağın kendisi değildi. Peygamberlerce ger-çekleştirilecek kurtuluş anlayışının mutlak ve tartışılmaz ölçüsü, Allah ile olan Ahd’in yeniden kurulması idi. Çünkü bu Ahit, Kral ve halkı tarafından bozulmuştu.

2. Ahd’e bağlı olmak ve onu gözetmek sadece topra-ğa bağlı bir şey değildir. Aksine, Siyon’a yerleşen halk aynı adaletin, doğruluğun ve Allah’ın ahdine sadakatin gerekle-rini yerine getirmek zorundadır.

… Ne halk ne de toprak kutsaldır ve ne de bunlar dün-yanın bir manevi imtiyazına sahiptir.”6

Seçilmiş halk iddiası veya vaat edilmiş toprak efsanesi aynı siyasi amacın aracı haline getirilmiştir. Yukarıda be-

lirttiğimiz gibi Siyonizm, Tevrat’ı merkez alan ulus ötesi Yahudi kimliğini, o dönem Avrupa’da yaygınlıkla rastlanan türden bir ulusal kimliğe dönüştürmüş ve Yahudileri ana-vatanlarından Filistin’e nakletmeyi, gerekirse güç kullana-rak onlara vaat edilmiş toprak üzerinde siyasi ve ekonomik hâkimiyet kurmayı amaçlamıştır. İşte bu amaç uğruna Ya-hudi inancı tahrif edilmiş ve siyasi amaçları uğruna kulla-nılmıştır. Söz gelimi İsrail’de okul programlarına mecburi din derslerini koyan, Ben Gurion’un7 etkisi altındaki sosyal demokrat Mapai partisi olmuştur, dinci partiler değil. Aynı şekilde Antisemitizm8 de Siyonistlerin siyasi amaçlarına ulaşmada kullanılmıştır. Söz gelimi Siyonizm’e yöneltilmiş her tür eleştiri, Yahudilerin eleştirileri de buna dâhil, an-tisemitist söylem olarak damgalanmıştır. Aslında bu dam-galama desteğini Yahudi soykırımı(Holokost) söyleminden

almaktadır. Bu söylem Slav, Alman, Rus, seferber edilen Afrika ve Asya askerlerini geri planda tutarak yalnız Yahu-di soykırımını(!) ön plana çıkarmaktadır.9 (Sanki Hitler’in politikası başlı başına Yahudilere karşı şekillenmiş ve tek düşmanı Yahudilermiş gibi.) O halde, Hitler’in egemen-liği, belli bir propagandayla gösterilmeye çalışıldığı gibi, sırf Yahudilere yönelik, tek değilse bile başlıca kurbanları Yahudiler olan geniş bir katliam olmaktan öte bir şeydir. Hitler’in politikaları sonucu ölen insanların bile araçsallaş-tırılması, Siyonist zihniyet için bir sorun teşkil etmez. Güç-lü bir Yahudi Devleti10 kurmak adına gerekirse Hitler ile bile anlaşılabilir. Bir yandan Hitler’in sözde soykırımından hareketle antisemitizmi kullanırken diğer taraftan Nazizm söz konusu olduğunda Siyonist ideolojinin bir karşı duruşu

Page 32: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

32

söz konusu değildir. Nitekim Almanya Siyonist Federasyo-nu, Nazi Partisine 21 Haziran 1933’te özellikle şu hususları belirten bir memorandum gönderir:

“…bizler cemaatlerinin bilincinde olan Yahudiler ile Al-man devleti arasında dürüst ilişkiler kurulmasının mümkün olduğuna inanıyoruz… Siyonizm’in gerçekleştirilmesi sade-ce dışarıdaki Yahudilerin Almanya’nın bugünkü yönetimi-ne karşı hınçları yüzünden engellenmektedir. Hali hazırda Almanya’ya karşı yürütülmekte olan boykot propagandası, özü itibariyle Siyonist değildir…” 11

Bu tavır Hitlerci yöneticilerce memnuniyetle karşılanır. Siyonizm’in Filistin’de devlet kurma ideali Hitler’in Yahudi-lerden kurtulma arzusuyla örtüşmektedir. Dolayısıyla Siyo-nizm desteklenmektedir. Önde gelen Nazi teorisyenlerin-den Alfred Rosenberg şunları yazar: “Alman Yahudilerinin her yıl belli bir kısmının Filistin’e taşınması için Siyonizm ciddiyetle desteklenmelidir.”12 Sonuçta “bütün hegemon-yaları, bütün sömürgeleştirmeleri ve bütün katliamları pe-şinen mazur ve hatta haklı gören, taraf tutan, genel değil de kısmi özellik taşıyan(ve bu haliyle bir put olan) bir Tanrı tarafından seçilmiş halk/seçkin millet iddiası”, vaat edilmiş toprak, holokost, antisemitizm ve diğerleri Siyonist ideolo-jinin sıklıkla kullandığı araçlardandır.

TerörAziz Augustine Büyük İskender’in esir aldığı bir korsanın

hikâyesini anlatır. İskender, korsana: “Hangi cesaretle de-nizlerde saldırganlık yapabildin?” diye sorar. Korsan: “Sen hangi cesaretle tüm dünyaya saldırabildin?” diye cevaplar. Ve konuşmasını şöyle sürdürür: “Ben sadece çok küçük bir gemiye sahip olduğum için korsan diye adlandırılıyorum sense aynı şeyi çok büyük bir donanmayla yaptığın için imparator olarak adlandırılıyorsun.” Günümüz güç ilişki-leri düşünüldüğünde aynı durum İsrail ve Filistin’deki dire-nişçiler söz konusu olduğunda geçerlidir. İsrail’in Filistin, Lübnan, Mısır veya diğer ülkeler üzerinde kurmaya çalıştığı hâkimiyet, kuruluşundan günümüze bir şekilde meşrulaştı-rılmaya çalışılmaktadır. Özellikle Filistin ve Lübnan’da, geç-mişten günümüze İsrail’in uyguladığı milliyetçi, ırkçı, insan-lık dışı eylemler ülkemizde veya diğer ülkelerde “terörizm” olarak nitelendirilmemektedir. Fransa veya ABD’de oluştu-rulmuş Yahudi Lobiler, geçmişten günümüze Siyonizm’in eleştirilmesini ve Filistin’de yapılan katliamların gün yü-züne çıkmasını engellemeye çalışmaktadırlar. Deir Yasin köyünde yapılan katliam Siyonizm’in terör eylemlerinden sadece biridir. 9 Nisan 1948’de, Nazilerin Oradour’da uy-guladıkları yöntemin aynısı kullanılmış ve bu köyün (erkek, kadın, çocuk, ihtiyar) 254 sakini “İrgun”13 çete elemanları tarafından katledilmiştir. Bu olay ve Filistinliler’in toprak-larına el konulması sonucu Birleşmiş Milletler, Kont Folke Bernodotte adlı bir aracı tayin etti. Kont Bernadotte’nin ilk raporunda şunlar yazıyordu:

“Göçmen Yahudiler Filistin’e akın eder ve üstelik asırlar-

dır bu topraklarda kök salmış Arap mültecilerin sürekli ye-rini alma tehdidinde bulunurlarken, çatışmanın bu masum kurbanlarının kendi yuvalarına dönmelerini engellemek, en basit ilkeleri bile ayaklar altına almak olacaktır.” … “Çok geniş çaplı Siyonist yağmalar yapılmakta ve görünürde as-keri bir zorunluluk yokken köyler yakılıp yıkılmaktadır.”

16 Eylül 1948’de bu rapor teslim edildi. Kont Folke Ber-nodotte ve Fransız yardımcısı Albay Serot, 17 Eylül 1948’de Kudüs’ün işgal edilen kesiminde Siyonistlerce katledildi. Menahem Begin’in ABD’yi ilk ziyareti sırasında, ilk sırada Albert Einstein olmak üzere, Yahudilerin önde gelenlerin-den14 bir grup 4 Aralık 1948’de New York Times gazetesinin genel yayın müdürüne şu yazıyı göndermişti:15

“Dünyada faşizme karşı olan kimseler, eğer Bay Begin’in siyasi bakış açılarını ve yapıp ettiklerini tam anlamıyla bil-selerdi, onun temsil ettiği harekette isimlerinin geçmesine izin vermeleri ve öyle bir hareketi desteklemeleri düşü-nülemezdi! Teşkilatı, yöntemleri, siyasi felsefesi, hitap et-tiği sınıflarıyla, Nazi ve faşist partilere çok yakın bir siyasi partinin lideridir o! Partisinin üyeleri, Filistin’de aşırı sağcı, milliyetçi, terörist bir örgüt olan eski İrgun Zvai Leumi’nin elemanlarıdır… Begin ve taraftarlarının Deir Yasin Arap kö-yünde yapıp ettikleri, bu siyasetin korkunç bir misalidir… 9 Nisan 1948’de teröristler, hiçbir askeri hedef oluşturmayan o sessiz ve sakin köye saldırdılar… Halkının neredeyse ta-mamını katlettiler… Bu ülkede Bay Begin ve onun tutumu konusundaki hakikatin bilinmesi gerekir… Sonuç olarak, aşağıda imzaları bulunan bizler, Bay Begin ve partisi hak-kında son derece dikkat çekici bu tür gerçekleri kamuoyu-na duyuruyor ve ilgili bütün şahıslardan bu son faşizm gös-terisine destek olmamalarını ısrarla rica ediyoruz.”

14-15 Ekim 1954’de Ürdün’ün küçük bir köyü olan Kib-ya’ya yapılan saldırıda Deir Yasin katliamı gibi çoğu kadın ve çocuklardan oluşan masumları hedef almaktaydı. Bu saldırıda 66 kişi katledilmişti. Moşe Dayan’ın emriyle kuru-lan 101. Birlik tarafından yapılan bu saldırıyı komuta eden General Ariel Şaron’du. Bu birlik Ariel Şaron’un komutasın-da her yanda terör estirerek Yahudi olmayan halkın göçüp gitmesini sağlamıştır.16 İşte Kibya köyüne yapılan saldırı, bu birliğin yaptığı ilk saldırıydı. “İki saat sonra Kibya’ya ulaşan Birleşmiş Milletler’in askeri gözlemcileri Güven-lik Konseyi’ne verdikleri raporda şu tanıklığı yapıyorlardı: “Kurşunlarla delik deşik edilmiş vücutlar ve kapı ve pen-cerelerdeki çok sayıdaki kurşun izleri, insanların evlerinde kalmaya zorlandıklarını ve evlerinin başlarına yıkıldığını gösteriyor… Olayları görenlerin hepsi de o dehşet gecesin-de İsrailli askerlerin bütün köyü baştan başa dolaştıklarını, evleri dinamitlediklerini, bir yandan bombalar atarak bir yandan da otomatik silahlarla kapıları ve pencereleri tara-dıklarını söylüyorlar.”17

Sonuç olarak Deir Yasin, Kibya Köyü veya bu yazıda de-ğinmediğimiz Sabra ve Şatila Katliamları, Han Yunus ve

Page 33: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

33

Beni Süheyla kamplarında olanlar ve diğerleri daha çok sa-yılabileceğimiz katliamlar, işkenceler, zulüm ve aslında sa-dece Filistinlilere değil tüm insanlığa tehdit oluşturan İsrail veya Siyonizm’in, kuruluşundan günümüze terör kelimesi-nin tüm anlamlarını üzerinde taşıdığını söyleyebiliriz.

Sonuçİsrail, pratiklerini kuruluşundan günümüze göstermiş

bulunmaktadır. Politikalarını, eylemlerini ve teorik zemin-lerini oluşturan Siyonist ideoloji, Eski Ahit’in; tek taraflı, yanlı, araçsallaştırıcı bir okumasıyla oluşturulmuştur. Bu ideolojiyi benimseyen Siyonistler ile Yahudiliği veya Muse-viliği karıştırmamak gerekir. Siyonizm, Eski Ahitte yer alan Mika’nın şu uyarı beddualarını duymayı reddeder:

Adaletten nefret eden ve doğruları çarpıtan Ey Yakup oğullarının önderleri Ve İsrail halkının yöneticileri, Beni çok iyi dinleyin: Siyon’u kan dökerek Ve Kudüs’ü cinayet işleyerek kurmaktasınız!... Siyon bir tarla gibi sürülecek sizin yüzünüzden Ve bir moloz yığınına dönecek Kudüs!

Sonuç olarak açık bir şekilde ifade etmek gerekirse Müs-lüman, Hristiyan, Yahudi veya diğerleri, hangi dine mensup olunursa olsun veya hangi millete mensup olduğumuz fark etmeksizin, Siyonizm karşıtlığı dini veya milli bir görevden öte çağımız insanlığı için, adaleti ve barışı temenni edenler için sahip olunması gereken en önemli niteliktir. Bu körü körüne olan bir karşıtlık değil; masumları katleden, savun-masız insanlara saldırılar düzenleyen ve onları yurtlarından çıkmaya zorlayan, “terörizm” söz konusu olduğunda adını ilk başta zikredebileceğimiz; ırkçı, sömürgeci ve yayılmacı politikaları benimseyen bir ideolojiye olan karşıtlıktır.

Kaynakça

• Georges Corm, 21. Yüzyılda Din Sorunu, İletişim Yayınları, 2011

• Noam Chomsky, Korsanlar ve İmparatorlar, Yeni Zamanlar Yayınları,

2004

• Roger Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 2017

• Roger Garaudy, İsrail Sorunu, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 2017

• SETA, İsrail Siyasetini Anlama Kılavuzu, 2012

• Talal Asad, Sekülerliğin Biçimleri, Metis Yayınları, 2016

• Yakov M. Rabkin, Yahudilerin Siyonizm Karşıtlığı, İletişim Yayınları, 2014

1- Yazının konusunun Siyasi Siyonizm olarak belirlenmesi ve girişte bu-

nun belirtilmesi, konunun Dini Siyonizm’den farklı olduğunu belirtmek

amacıyladır. İlerleyen bölümlerde Siyonizm dendiğinde yazının konusu

olan Siyasi Siyonizm’e atıfta bulunmaktayız. “Dini Siyonizm, bir devlet

kurmanın her türlü siyasi programıyla ve Filistin üzerindeki her türlü hâ-

kimiyetle hiçbir alakası yoktur. Siyasi Siyonizm, Yahudiliğin büyük mane-

viyatını hiçe sayarcasına milliyetçi akımı yücelten tek yanlı ve seçmeci bir

Eski Ahit okumasına dayanır.”

2- Theodore Herzl’in dini siyonizmle hiçbir alakası yoktur, çünkü kendisi

agnostiktir. Dahası Yahudiliği bir din olarak tarif eden kimselere de şid-

detle karşı çıkar.

3- Theoder Herzl “Siyonizm” meselesini yepyeni bir tarzda ele alıp orta-

ya atar. Çok etkilendiğini söylediği “Dreyfus Olayı”ndan Yahudiler açısın-

dan şu sonuçları çıkarır:

a.Hangi ülkede bulunursa bulunsunlar dünyadaki Yahudiler tek bir “halk”

ı oluştururlar.

b. Her zaman ve her yerde zulme maruz kalmışlardır.

c. Aralarında yaşadıkları milletlerin içinde eriyip asimile olmazlar.

(Roger Garaudy, İsrail Sorunu, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları,

sf.12)

4- Georges Corm, 21. Yüzyılda Din Sorunu, s.57, İletişim Yayınları, 2011

5- Bkz. Carl Schmitt, The Leviathan in the State Theory of Thomas Hob-

bes, trans. G.Schwab-E.Hilfstein, Greenwood Press, USA, 1996, s.19-20

6- Haham Elmer Berger: Peygamberlik, Siyonizm ve İsrail Devleti, Ame-

rican Jewish Alternatives to Zionism Yayınları. Leiden (Hollanda) Üniver-

sitesi’nde 20 Mart 1968’de verilen konferans.

7- Ben Gurion, Siyonist hareketin sürdürülebilirliğini sağlamada önemli

bir figür olmuş, İsrail’e kitleler halinde Yahudi getirilmesini sağlamıştır. İs-

tanbul Üniversitesi’nde hukuk okumuş ve İstanbul Barosuna bağlı olarak

avukatlık yapmıştır.

8- Antisemitizm (antisemit=Sami kavim düşmanı) aslında içinde Araplar

ve Yahudilerin de yer aldığı Sami kavimlere düşman demekken, eskiden

beri bu kelime sadece Yahudi karşıtlığı veya düşmanlığı olarak zihinlere

yerleştirilmiştir.

9- Ariel Şaron’un şu ifadeleri meselemizi açıklar niteliktedir: “Kendi dışı-

mızda kalan dünyadaki herkesten bizim her şeyi isteme hakkımız vardır…

Yahudiler olarak bizim hiç kimseye borcumuz yoktur; bize borçlu olanlar

başkalarıdır!”

10- Burada güçlü ifadesinin altının çizilmesi gerekir zira Siyonist zihniyet

tüm Yahudileri içerisine alan bir devlet tasavvuruna sahip değildir. Amaç

güçlü bir Yahudi Devleti kurmaktır. Bu noktada Yahudi olmak ile birlikte

politikalarına fayda sağlayacak güçlü kişileri bu devletin içerisine dâhil

ederler.

11- Lucy Dawidowicz, Bir Holokost Okuru, s.155

12- A.Rosenberg, Çağlar Boyunca Yahudilerin İzi, Münih, 1937, s.153

13- “İrgun” çetesinin reisi Menahem Begin idi. Begin, Deir Yasin “Zafer’i”

olmadan İsrail devletinin ortaya çıkmayacağını yazar. 1 Ağustos 1948

önce evini terk etmiş olan her Filistinli “yok” kabul ediliyordu. Bu yolla

Arapların ellerinde bulunan arazilerin üçte ikisine el konuldu.

14- Şu hususa dikkat etmek gerekir, Siyonistler’in yaptıkları katliamlara

Yahudiler’ den bir kesim itiraz etmekte karşı çıkmaktaydı. Bu karşı çıkış

Siyonist politikalar veya dini sebeplerden ötürü olmaktadır. Söz gelimi

Albert Einstein, Hannah Arendt vd. (Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Yakov

Rabkin, Yahudilerin Siyonizm Karşıtlığı, İletişim Yayınları)

15- Zikreden Alfred Lilienthal, Siyonist Bağlantı, s.352

16- Ariel Şaron, Menahem Begin, Ben Gurion, Moşe Dayan, Şimon Pe-

res ve diğerlerinin yaptıkları saldırı ve katliamlar, insanları yurtlarından

kovma girişimleri, insansız kalan bu yurdu ele geçirmekten ve sözde vaat

edilene sahip olmaktan başka bir anlam taşımamaktadır.

17- Roger Garaudy, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İsrail Sorunu, 2017,

s.192

Page 34: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

34

Page 35: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

Müslümanların Kudüs Çıkmazı ve Gençlik

“Filistin bir sınav kâğıdıHer mü’min kulun önünde De gerçeği yaz: Hakikat şehitliği koşmaktırDe isyan çağır yolun açılır cennet köşelerine” A. Cahit Zarifoğlu

üslümanlar son iki yüzyılını yenilgiler ve acılar tarihi olarak yaşıyor, özellikle Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve değer-lerimizin –ilkelerimiz ve prensiplerimiz- kaybedilmesiyle bu süreç hızlandı. Müslümanların tarihine baktığımız zaman da, tarihin öznesi olduğumuz zamanlar İslam’ın mukaddes beldesi olan Kudüs’ün elimizde olduğu zamanlara rastlar. Ortadoğu’nun kültürel ve siyasal başkenti durumunda olan Kudüs, tüm dünya için yeni bir başlangıcın kapısı duru-mundadır.

Kudüs tarihsel olarak, birçok peygamberin yaşamış olduğu bir beldedir. Kur’an-ı Kerim’de de bu toprakların mukad-des kılındığı -Ayetlerimizi göstermek için, kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüten Allah, Sübhan’dır. Muhakkak ki O, en iyi işiten, en iyi görendir. (İSRA/1)- ifade edilmektedir. Filistin ve özelde Kudüs topraklarının peygamberler diyarı olması bu toprakların vahye dayanan bütün dinlerde kutsal sayılma-sını ve kendisine özel bir değer verilmesini sağlamıştır.

Tarihimize baktığımızda görüyoruz ki, Müslümanların topraklarının Kuzeye doğru genişlemesiyle birlikte Filistin topraklarına yöneldiler. Kudüs’ün fethi ise 638 yılında Hz. Ömer hilafeti döneminde gerçekleşti. Bu fetihten sonra Kudüs ve çevresi 1099’a kadar Müslümanların hakimiyeti altında idi. 1099’da haçlı seferleri ile Kudüs haçlıların eline geçti. Bu katliamda Müslümanlardan yetmiş bin kişi şehid edildi. Bu haçlı işgali 88 yıl sürdü. Bu işgale 1187 yılında Selahaddin Eyyubi son verdi. Yavuz Sultan Selim 1516’da gerçekleştirdiği Mısır seferi sonrasında Kudüs ve Filistin, Osmanlı Devleti’ne bağlandı. 1918 İngiliz İşgaline kadar, Osmanlı yönetiminde kaldı. İngilizlerin 1918’de Filistin top-raklarını işgal etmelerine Mekke şerifi ve bugünkü Ürdün krallığının kurucusu Şerif Hüseyin yardımıyla oldu.

Yunus Emre DEMİRCİ

Mer

dem

li du

ruş

35

Page 36: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

36

İngiliz dışişleri bakanı Arthur Balfour tarafından 1917’de Filistin toprakları üzerinde bir Yahudi devleti kurulacağı üzerine bir deklarasyon yayınladı. Çok geçmeden İngilizler Filistin’i işgal ettiler.

Bu işgal ile başlayan, Müslümanların Kudüs çıkmazı so-nuçlanmadı. Bugün Müslümanlar hala Kudüs’ün önemi an-lamadıkları için, muhafazakâr düşkünlükleri içinde roman-tik eylemler peşindeler. Tam da böyle bir çıkmazdayken Ahed adında 16 yaşında bir kız çocuğu tüm Müslümanla-ra, imanın eyleme dönüşümünü izletti. Bizim kuru bilgiler olarak öğrendiğimiz, İslam gençlerin omuzlarında yükseldi, sözünün hakikatini bizlere gösterdi.

Ahed, “Filistin’in cesur kızı’’ ve “Filistin kahramanı’’ ola-rak tanındı ve Filistin direnişinde sembol biri olarak tüm gençlere örnek biri oldu. Küçük yaşından itibaren eylemler-de aktif rol alan Ahed, 2015’te Nabi Salih köyünde Yahudi yerleşimlerine karşı yapılan gösteride taş atarak İsrail işga-lini protesto etti. Ayrıca o sırada 12 yaşında olan kardeşi Muhammed’i sıkıştıran İsrail askerlerinin elinden kurtar-masıyla dikkat çekti.

İşgalci İsrail askerlerine karşı gösterdiği cesur tavrı nede-niyle İstanbul’da “Hanzala Cesaret Ödülü”ne layık görülen Ahed 2017 yılında işgal altındaki Batı Şeria’nın Ramallah kenti yakınlarındaki evine gelen askerler tarafından gözaltı-na alındı. Bu kapsamdaki davada mahkeme celseleri defa-larca ileri tarihe atıldı. İşgalci İsrail’in mahkemeleri Ahed’e zulmüne devam etmekte.

Ahed 16 yıllık yaşamında, Müslüman gençlere Müslü-manca yaşamayı öğretti. Müslüman gençlerin, hayalini süsleyen bir mücadele hayatı içinde yaşayan Ahed gerçek bir aktivist. Gerçek yaşamın sırrı olan mücadeleyi küçük yaşına rağmen kavramış olan Ahed, direnişin felsefesini oluşturmuştur. Etrafa bakmadan ileriye giden, zillet kabul etmeyen, zulme rıza göstermeyen; bunları yaparken yaşın bir öneminin olmadığını tüm Müslüman gençlere fark et-tirmiştir.

AHED ve DİRENİŞ Ahed verdiği mücadele ile, Müslümanların acilen küre-

sel çapta bir direniş oluşturması gerektiğini bizlere hatır-lattı. Bu direniş ise, Filistin’de başlayan İntifa sürecinin tüm dünyaya yayılması ile mümkündür. İslam Dünyasına yöne-lik saldırıların aktörleri olan Batılı sömürgeci ve işgalciler, amaçlarına ulaşabilmek için askeri işgal ve yıkım gerçek-leştirmekten geri durmamaktadırlar. Canımıza, malımıza, iffetimize yönelik bu saldırılara karşı direniş (cihad) başlat-maktan başka yolumuz kalmamıştır.

Direniş (Cihad) her Müslüman’ın en önde gelen görevi olduğundan, hele günümüzde öncelikli bir farz haline gel-diğinden, her Müslüman bu konuda kendi konumuna ve imkânlarına göre mutlaka bir şeyler yapmakla mükelleftir.

Asr-ı saadet zamanında, İslam nasıl gençlerin omuzla-rında yükseldiyse; Ahed bize hatırlamıştır ki, İslam gençle-rin omuzlarında yükselecektir. Hz. Ali, İslam için mücadele ederken 8-10 yaşlarında; Zübeyr b. Avvam 8-10 yaşlarında; Erkam b. Ebu’l Erkam 15 yaşlarında; Zeyd b. Harise 20 yaş-larında; Musab b. Umeyr 20 yaşlarındaydı ve nice sahabe genç yaşlarına rağmen adalet ve özgürlük sloganlarıyla İs-lam saflarında mücadele ediyordu. Ahed bize bunları hatır-latan sembol bir isim oldu. “Filistin ve Kudüs için mücade-lede ne yapmalı?” sorusunu beklemeden, öne atılarak biz Müslüman gençlere mücadelemizi hatırlattı.

Bugün Müslümanların ihtiyaç duyduğu, istediği, hayal ettiği hayat ancak bir Küresel Direniş sonucu oluşabilir. Oluşturulacak direnişin merkezi Siyonist İsrail işgal altında-ki Filistin’den başlamalıdır. Bu direnişin özneleri de Müslü-man gençlerdir. Müslüman gençlerin mücadele prensibi de Hudeybiye antlaşması öncesi olan olayda gizlidir. Hicretin 6. yılında Hz. Peygamber (sav) önderliğinde Müslümanlar umre için Mekke’ye doğru yola çıkmışlardı. Bunu duyan müşrikler savaş hazırlığına girişmişlerdi, Müslümanlar ih-rama girmek için Hudeybiye’de durup niyetlerinin savaş olmadığını bildirmek için önden Hz. Osman’ı Mekke’ye göndermişlerdi. Müşrikler, Hz. Osman (r.a)’a onun istedi-ğini yapabileceğini ama Müslümanları Mekke’ye sokmaya-cakları cevabını alınca, Hz. Osman(r.a) onlara bunu kabul etmeyeceğini söylediğinde onu salmamışlardır. Müslüman-lar, Hz. Osman geri gelmeyince hiç geri dönmeyi düşünme-yerek, yanlarına aldıkları hançerlerle birlikte Hz. Osman’ı kurtarmak için Mekke’ye gitmeye karar vermişlerdir. Bura-daki hadiseden de anladığımız üzere İslam aksettirdiği gibi barış dini olduğu kadar cihad dinidir de. Küresel direnişin, temelini cihad olarak alıp Kudüs’ün özgürlüğü için mücade-le etmek gerekmektedir.

Günümüz Müslümanının en büyük görevi yeni bir dire-nişi, direnişin kalbi Kudüs’ten başlatmaktır. Bu dünyanın hesabını bizden sorarlar şiarıyla, her Müslüman direnişe geçmeli ve Kudüs’ü özgürleştirmelidirler. Bilmeliyiz ki, Ku-düs özgürleşmeden hiçbir mazlum özgürleşemeyecek ve zalime hesap soramayacaktır. Oluşturacağımız direniş in-sanoğluna yüklenmiş olan, halifelik misyonunu yerine ge-tirmektir. Bugün Müslümanlar, düşmanlarını tanıyamadığı için, Kudüs özgürlüğüne kavuşamamakta; Ahed, Siyonist İsrail zindanlarına terk edilmiş durumdadır. Allah, kitabı Kuran-ı Kerim’de bu olayı şöyle anlatmıştır: “Kiminiz kimi-nize düşman olarak inin’’(BAKARA/36). Düşmanı tanımak Kudüs’ü özgürleştirecek ilk adımdır.

İslam’ın temel ilkeleri ve prensipleriyle yüzleşerek, ikin-ci adımı atmamız gerekmektedir. Müslüman gençlerin bu-radaki vazifesi ise, içi boşaltılmış, köhne zihniyetler içine terk edilmiş ilkeleri gün yüzüne çıkarmak. İslam’ın ilkeleri ışığında, yeni stratejiler belirlemek gerekiyor; bu strateji-leri uygulamada ifrat ve tefrit dengesini koruyarak, adaleti gözetmek ve tesis etmek en büyük gayemiz olmalıdır.

Page 37: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

Her daim mazlumun yanında yer alıp zalimlere kar-şı hakk olanı müdafaa etmemiz gerekmektedir. Nitekim ayet-i kerimede geçtiği üzere “Düşmanlık ancak zalimlere karşıdır.’’(BAKARA/193)

Kudüs çıkmazı biz Müslümanlar için yeni direnişin ka-pısı ve başlangıcıdır. Kudüs’ü imanın aksiyona dönüşece-ği yerdir. Mücadelenin ve cihadın kalbidir. Kudüs çıkmazı Müslümanların ayağa kalkması aksiyona katılması ile mümkün olacaktır. Bu da bu kadar ıssızlık ve konformizmle mümkün değildir. Müslüman ıssız zihinlerini, vahyin ışığı ve Hz. Peygamberin önderliğinin izinde çöze-bilir. Yattığımız ortopedik yataklarda bu mümkün gözükmemektedir. Batının bizi soktuğu şekillerle yola devam edemeyiz. Mücadelenin iki kısmı vardır; birincisi, Müslüman fer-din, dünyanın mücadele yeri olduğunu hatırlaması, ikincisi misyonunu hatırlamasıdır. İlk sorunun çözümü, nefs mü-cadelesini unutmamak, rızkı verenin ancak ve ancak Rab olduğunu unutmamaktır. İkinci sorunun çözümü ise, yeryüzünde hakkı savunacak, bozguncu-luğu bitirecek, adaleti te’sis edecek halifeler olduğumuzu unutma-maktır.

Buradan itibaren Müslümanlara düşen vazife, mücadelenin nasıl-lığı olacaktır. İslam’ı prensibi, üzerimize düşen görevi yerine getirip, tevekkül etmektir. Peki bu görev nedir? Filistin’deki in-tifa’yı ülkelerimize taşımaktır, ka-pımızdaki düşman olan Siyonizm/Emperyalizm/Kapitalizmi tanıyarak bunlarla savaşmak bizim görevimiz-dir. Küresel anlamda Müslümanlar olarak insanlığı ilgilendiren her tür-lü soruna çözümler getirmek bizim görevimizdir. Müslümanlar bugün özgürlüğün ardından koşmalıdır, özgürlüğü yakalamanın kilidi ise Kudüs’tedir. Bu kilidin anahtarı ise imanın eyleme dökülmesindedir.

Nehirden denize Filistin özgür olacak!

Vesselam…

37

erde

mli

duru

ş

Page 38: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

38

HALKLAR IN Ö ZGÜRLÜ- ĞÜNÜN ASAL ŞART I İN T İ FADAD IR

iyonizmin, babası Theodor Herzl tarafından bir ideoloji olarak ortaya konuluşunun yüzüncü, İngilizlerin

hazırladığı işgal belgesi Balfour Deklarasyonu’nun yetmişinci, Filistin topraklarını ikiye bölen

BM kararının kırkıncı, Arap-İsrail savaşının yirminci, İsrail’in Güney Lübnan’ı işgaliyle birlikte vahşice

işlediği Sabra ve Şatilla katliamının beşinci yılında Filistin için bir dö-

nüm noktası yaşandı: İntifada.

Filistin tarihine bakıldığında irili ufaklı pek çok ayaklanmanın

vuku bulduğu görülecektir. Ancak bu seferki ayaklanma, öncesinde çeşitli şekillerde bastırılan direniş

hareketlerinden hayli farklı olacak-tı. 1967’den beri yirmi yılı bulan

işgal altında yaşamanın acı biriki-mi ve bu süreç içerisinde doğup

büyüyen bir neslin varlığı, Filistin’in tarih sahnesinde görülmeyen bir

ayaklanmaya sebep olmuştu. 1987, katlanılmazlık duygusunun kıvıl-cımlarını saçarken 9 Aralık’ta ilk

taşların atılmasıyla Filistinliler tarihi bir dönemece girdi ve intifadalar silsilesinin birincisi gerçekleşti.

Arapçada “silkinme” kökünden türeyen intifada kelimesi, Filistin’de hayatı işgal altında tanımış olan yeni kuşağın ortaya koyduğu topyekûn bir direnişi ifade eder. İşgalin içine doğan yeni kuşak, Arap rejimlerinden bir şeyler bekle-meyi bir yana bırakarak kurtuluşun yolunun kendi başının çaresine bakmakta olduğunu fark etti. 1987 yılına gelindiğinde intifadanın önündeki en büyük en-gellerden olan ve daha önceki ayaklanmaların uzun sürmemesine sebep olan hizipleşme ve siyasi görüş farklılıkları alt edilip 20 yıllık işgalin maruz bıraktığı korku engeli aşılmıştı.

1967 Altı Gün Savaşı’nda İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri’ni, Mısır’ın Sina Yarımadası’nı, Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’ü işgal etmesi Arap rejimlerine ciddi bir darbe vurdu. 1982’de Güney Lübnan işgalinin FKÖ ve Filistinli dire-niş gruplarının Lübnan’dan tasfiyesiyle sonuçlanması, Arap rejimlerinin Filistin meselesini görmezden gelmeleri Filistin’de İslami hareketleri, ulusalcı yapıları ve Filistin halkını kendi başının çaresine bakmaya itti.

Birinci intifada 9 Aralık 1987’de Gazze’nin Cebaliye mülteci kampında başla-dı. İsrail ordusuna ait bir aracın, Eretz geçiş noktasında 4 Filistinli işçiyi ezerek öldürmesiyle kitlesel gösteriler düzenlendi. Gösteriler sırasında İsrail ordusuna taş atan genç Filistinlilerin öldürülmesi intifada ateşini yaktı. 9 Aralık’ın öncesi-ne baktığımızda birinci intifadanın tetiklenmesinde en önemli rolü oynayan ha-reket, İslami Cihad hareketi mensubu mücahitlerdi. 18 Mayıs 1987’de İsrail’in Gazze’deki merkez hapishanesinden 6 İslami Cihad üyesinin kaçmasıyla olayla-rın fitili ateşlendi ve bu olay Filistin’de büyük yankılara sebep oldu. Üstelik Siyo-nistler firar eden kişileri yakalayamadı. Firar eyleminin devamını İslami Cihad Hareketi’nin silahlı kanadının İsrail askerlerine karşı gerçekleştirdiği başarılı bir saldırı takip etti. Sonrasında İslami Cihad hücrelerinden biri ile İsrail askerleri arasında Şucaiyye mahallesinde 6 Ekim 1987 yılında yaşanan kanlı çatışmalar özellikle bu bölgedeki halkın tamamının siyonist rejime karşı seferber olmasına yol açtı. Bu operasyonların ardından Gazze’de büyük yürüyüşler düzenlendi ve tüm bunlar intifadaya müncer oldu. İslami Cihad’ın intifadanın başlamasından önce gerçekleştirdiği eylemlerden biri de intifadanın patlak vermesinden iki gün önce Gazze Şeridi’nin güneyinde bir siyonistin öldürülmesiydi.

Tepkisel bir karakterle başlayıp kısa sürede bir buçuk milyon kişinin örgüt-lenerek, yüzlerce köyde, tüm kentlerde ve hemen hemen her kampta yayılan intifada, örgütlü ve planlı bir harekete dönüştü.

İlk aşamada birinci intifadanın sembolik eylemleri işgal ordusunun elinde-ki ağır silahlara karşılık taş atma, molotoflu saldırılar, işgal edilmiş bölgelerde Filistin bayrağını sergileme, afişler hazırlama ve duvarlara yazı yazma şeklinde oldu. İşgal edilmiş topraklarda önemli oranda Filistinli işgücü vardı. İntifadaya katılan işçi sınıfından binlerce kişi haftalar süren “Dükkânlar Savaşı” isimli ke-penk kapatma ve genel grev eylemleri düzenlediler. Dolayısıyla İsrail kurum-larında çalışmayı reddetme ve ekonomik boykot çağrılarının karşılık bulması intifadanın belirli bir kararlıkla sürmesine yardımcı olurken İsrail ekonomisine de ciddi bir darbe vurdu.

İsrail’in intifada karşısındaki tepkileri özellikle tanklara taş atan çocukların ve eylemcilerin ellerinin kollarının ve belinin kırılması; direnişçiler için kale gibi

TAŞ İNTİFADASI ( 1987-1993)

Rumeysa MELEK

S

Page 39: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

39

olan köylerin yakılması, yıkılması ve abluka altına alınarak dışarıyla bağlantısının tamamen kesilmesi şeklinde oldu.

İntifadanın ikinci aşamasında FKÖ koalisyonun içinde olan El Fetih, FKHC, FKDC, FHP’nin kurduğu “Birleşmiş Ulu-sal Ayaklanma Liderliği”, intifada fikrinin tabana yayılması ve kitle mücadelesinin biçimlenmesi için halk komiteleri kurdu. İhvan ve İslami Cihad gibi hareketler başlarda ortak hareketin sağlanması için bu yapıya kısmen katılsa da son-rasında gelişen süreçlerde tamamen ayrı olduklarını ilan ettiler. İntifada hareketi yükselirken üçüncü aşamada Yaser Arafat liderliğindeki El Fetih hareketi ve FKÖ, intifadanın bi-rinci yılı bitmeden Filistin hükümetinin bağımsızlığını ilan ederek İsrail’le barış görüşmelerine başladı.

El Fetih hareketinin uzlaşma görüşmelerine başlamasıyla intifada 1989’dan itibaren hızını iyice kaybetti, 1991 yılında gündemden düştü. FKÖ ve İsrail arasında uzun süredir giz-lice yürütülen toplantılar çürük meyvesini 20 ağustos 1993 yılında Norveç’te verdi. Özerk Filistin Yönetimi’nin kabul edildiği Oslo Anlaşması’yla birinci intifada FKÖ tarafından sona erdirildi. Böylelikle Filistin tarihinde ilk defa iki devletli çözüm Filistinli bir örgüt tarafından birinci intifada sırasın-da kabul edildi. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Başkanı Yaser Arafat, İsrail Başbakanı İzak Rabin’e yazdığı mektupta şu ifa-delere yer veriyordu:

“Sayın Başbakan, ilkeler bildirgesinin imzalanması Or-tadoğu’da yeni bir döneme işaret etmektedir. Bu yüzden FKÖ’nün aşağıdaki şartları kabul ettiğini teyit etmek isterim.

-FKÖ, İsrail Devleti’nin barış ve güvenlik içinde varlığını kabul eder…”

ABD tarafından düzenlenen Madrid Barış Konferansı’n-da ve Oslo sürecinde, ayaklanmanın ateşi söndürülüp Filis-tin tarafına İsrail’in kabul ettirilmesiyle intifadanın rüzgârı alındı. ABD’yi dünya sahnesinde barış güvercini konumuna getiren bu anlaşmalar Arafat ve Rabin’e de 1994’te Nobel Barış Ödülü getirdi.

İntifada, süreç içerisinde ABD ve BM tarafından Arafat’ın adam yerine konulmasıyla uluslararası konferanslara ve BM kararlarına boğuldu. Birinci intifada sırasında FKÖ liderliğin-de yapılan ve barış girişimleri olarak adlandırılan uzlaşmacı tavır, prestijli El Fetih örgütünün İsrail’i resmen tanıması ve işgali kabul etmesiyle sonuçlandı. FKÖ, ulusal harekete ve İsrail işgali karşısındaki direnişe öncülük etmek yerine, mü-zakere masasında kendine bir yer bulmak için kendi halkı-na polislik yapan bir kuruma -Filistin Yönetimi’ne- dönüştü. Filistinliler, FKÖ yöneticilerinin intifadanın kollarını kırdığını ve taşlarla kazanılanların diplomasi alanında kaybedildiğini söyledi.

BM Yüksek Güvenlik Şurası’nın 1967 Haziran Savaşı’nın ardından yayınladığı 242 sayılı karar, İsrail’in Batı Şeria’dan

çıkmasını ve savaş öncesi sınırlarına geri dönülmesini talep ediyordu. İslami Cihad ve Hamas, FKÖ’nün söz konusu BM kararını kabul etmesini Filistin topraklarının önemli bir kıs-mını satmak olarak görüyordu.

İslami Cihad intifada esnasında yayınladığı bildirilerle laik ve ulusalcı Arap hareketlerinin Filistin halkının ve üm-metin potansiyel gücünü açığa çıkarmada yetersiz kaldıkları eleştirisini yapmaktaydı. İslami Cihad FKÖ’nün uzlaşmacı tavrını siyasi intihar, intifadayı suiistimal etmek ve halkın vahdet unsurlarını zedelemek olarak görüyordu. Çünkü FKÖ’nün bu uzlaşmacı tavrı Filistin’in sınırlı bir bölgesinde kurulacak özerk bir devlete ikna olmuştu.

İslami Cihad ve Hamas gibi İslami direniş grupları inti-fadanın ilk günlerinde yayınladıkları bildirilerle ABD eliyle yapılan Orta Doğu’da barış konferanslarına ve FKÖ’nün Si-yonist rejimle yürüttüğü uzlaşma eğilimli görüşmelere karşı çıkıyordu. İhvan ve İslami Cihad‘ın FKÖ gruplarıyla arasın-daki tek siyasi buluşma noktası Batı Şeria ve Gazze’de işgale son vermekti. Bunun dışındaki noktalarda her iki taraf in-tifada sürecinde farklı hedefler benimsemişlerdi. Fetih ön-derliğindeki FKÖ, intifada vesilesiyle uluslararası bir toplantı düzenlenmesi ve bağımsız bir Filistin Devleti’nin kurulması-nı savunuyorken; Hamas ve İslami Cihad gibi İslami örgütler İsrail’in varlığının ortadan kaldırılması ve tüm Filistin top-rakları üzerinde bir devlet kurulması fikrini savunuyordu.

İslami Cihad hareketi birinci intifadanın başlangıcındaki öncü misyonunu aldığı darbeler ve hücre baskınları nede-niyle aynı düzeyde sürdüremediği için halk nezdinde Ha-mas daha ön plana çıktı. İslami Cihad, İslamcı yapıları da intifadanın taşıdığı potansiyeli uluslararası dengelere terk etmekle ve intifadanın büyük bir taviz haline getirilmesinde köprü vazifesi görmekle eleştirdi.

İntifada Filistin’deki İslami hareketlerde yeni bir yöne-limin oluşmasına imkân sağladı. İhvan-ı Müslimin, Filistin konusunda intifadaya kadar ön plana çıkan bir hareket de-ğildi. Dolayısıyla intifada ile birlikte İhvan da yeni bir aşa-maya geçti. Bu yeni aşama ise fiili-silahlı direniş aşamasıy-dı. İhvan, Hamas’ı Filistin topraklarında intifadanın hayata geçirildiği bir zamanda kurdu. Dolayısıyla intifada Hamas’ın işgalcilere karşı ilk düzenli ve devamlı mücadelesinin baş-langıcını oluşturdu.

Birinci intifadanın ilerleyen safhalarında Hamas ve İslami Cihad gibi hareketlerin silahlı kanatları, silahlı direnişe ve istişhadi eylemlere başladı. Silahlı direnişte FKÖ militanları-nın Filistin’de olmamasından dolayı Hamas ve İslami Cihad gibi hareketler ön plana çıktı.

Birinci intifada sırasında 1300’den fazla Filistinli şehid oldu, 160 Siyonist öldürüldü.

Page 40: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

İntifadalar

devam

edecek;

çünkü

Kudüs’e

giden

yol

intifadadan

geçer!

Birinci intifada sona erse de direniş Filistin halkının günlük yaşam tarzıdır. Gündüzleri çocuklar taş ata-rak okula gider, kurulan barikatların önünden geçenler taş ve sapanlarla bir süre mücadele eder, gün aralarında binlerin katılımıyla cenaze merasimleri tertip edilir, akşamları taziyeler düzenlenir, gece operas-yonları Filistinli örgütlere bırakılır ve yine ertesi gün intifada kaldığı yerden devam eder.

1982’de İsrail’in Güney Lübnan işgali sırasında meydana gelen Sabra ve Şatilla katliamının askeri so-rumlusu eski İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un, 28 Eylül 2000’de Mescid-i Aksa’ya baskın düzenlemesiyle ikinci intifada başladı. Şaron’un İsrail askerlerinin koruması altında Mescid-i Aksa’nın avlusunda dolaşması ve “buraların hepsi İsrail olacak” demesi Aksa mescidindeki Filistinlileri ayaklandırdı ve birinci intifadadan gelen tecrübeyle işgalci askerlerle hızlıca bir çatışmaya girildi. Kudüs’te başlayan intifadanın ilk gününde 7 Filistinli direnişçinin hayatını kaybetmesiyle intifada ateşi Batı Şeria ve Gazze’nin her yerini kuşattı. İn-tifadanın üçüncü gününde bir duvarın dibine sığınan silahsız bir baba ve oğlu Muhammed el-Durra İsrail askerlerinin ateşine maruz kaldı. İkinci intifadanın sembol ismi 11 yaşındaki Muhammed el-Durra’nın ba-basının ve medyanın gözleri önünde öldürülmesi Filistin’de intifada dalgasını en yüksek seviyeye çıkardı.

İntifada hiç durmadan sekizinci ayına ulaştığında Filistinliler 800 ölü, 15 bin yaralı vermiş, İsrail’den yurtdışına kaçan yedek asker ve gençlerin sayısı 900 bine ulaşmıştı. İkinci İntifada sürecinde ilk şehadet eylemi 9 Ağustos 2001 tarihinde işgal edilmiş topraklardaki en işlek caddede Hamas mensuplarınca ger-çekleştirildi. Birinci İntifadayla Filistinliler için aşılan korku duvarları bu eylemlerden sonra Siyonistler için örülmeye başladı. Şaron Filistinlilerin direnişini hiçbir şekilde kıramadı ve suikastlara girişmeye başladı. İlk olarak İntifadanın 11. ayında İsrail tarafından FKHC’nin üst düzey liderlerinden birine füze saldırısı düzenlendi. Şaron’un bu adımı çok ters tepti. Birinci intifadadan sonra çok fazla güç kaybeden FKHC hüc-relerini uyandırdı ve örgüt yeniden aktif eylemlere başladı. 17 Ekim 2001’de İsrail Turizm Bakanı Rehevam Ze’evi’nin FHKC militanları tarafından öldürülmesi HAMAS, İslami Cihad, El Fetih gibi örgütlerin lider kad-rolarına yönelik suikastları de artırdı.

Birinci intifadada taş ve molotof kokteyli kullanan Filistin direnişi, ikinci intifada sırasında İsrail’in kent-lerine ulaşan füzeler kullanmaya başladı. İkinci intifadanın başlamasından yaklaşık bir yıl sonra, 26 Ekim 2001’de İşgal edilmiş topraklar, Kassam tugaylarının ilk yerli füzesiyle vuruldu. Filistin direnişi o tarihten sonra füze kapasitesini artırdı. İsrail’in en büyük kentleri Filistinlilerin füze menziline girdi. Birinci intifa-dadan farklı olarak ikinci intifadada silahlı eylemlerin düzenlenmesi Filistinli örgütlerin askeri kollarına bırakılmış halk İsrail polisine karşı taşlı direniş seçeneğine devam etmişti.

İkinci İntifadada şehadet eylemlerinin çok büyük etkileri oldu. 28 Ocak 2001 tarihinde Amari mülteci kampında büyüyen 28 yaşındaki Wafa İdris, Kudüs’te şehadet eylemi gerçekleştiren ilk kadın oldu. Hamas ve İslami Cihad’ın şehadet eylemleri sayesinde İsrail sokakları adeta boşaldı. Aralık 2001 tarihinden itiba-ren İsrail Gazze ve Ramallah’ı bombalamaya başladı. Arafat’ın Ramallah’taki karargâhı İsrail tankları tara-fından uzun süre kuşatma altında tutuldu. Hamas’ın kurucusu ve lideri Şeyh Ahmet Yasin evinde gözaltına alınarak Gazze ve Batı Şeria’da Hamas’ın tüm büroları kapatıldı.

Yaser Arafat, ikinci intifada boyunca birinci intifadada olduğu gibi yapılan çeşitli müzakereler ve anlaş-malarda uzlaşmacı politikasını devam ettirdi. Ancak bu teslimiyetçi tavır Filistin halkına kabul ettirilemedi. İkinci intifadada öfke yalnızca İsrail’e karşı değil Arafat yönetimine karşı da yöneldi ve birinci intifada sıra-sında atılan imzalar geçersiz kılınıp Oslo ittifakı fiilen çökertildi.

İntifadanın ilk zamanlarında ABD başkanı Bill Clinton son bir atakla, 16 Ekim 2000 tarihinde Mısır’ın Şarm el Şeyh kentinde Barak ile Arafat’ı bir araya getirmeye çalışsa da görüşmeler sonuçlanamadı. Şeyh Ahmet Yasin gibi birçok Filistinli lider suikastlarla şehit oldu. Filistin Yönetimi, Filistin Kurtuluş Örgütü ve El Fetih’in lideri Yaser Arafat, Kasım 2004’te Paris’te zehirlenerek hayatını kaybetti. 9 Ocak 2005’te yapılan seçimlerle Mahmut Abbas, Arafat’ın yerine geçti. 8 Şubat 2005 tarihinde Şarm El Şeyh’de Ariel Şaron ve Mahmud Abbas arasında yapılan görüşmelerde barış anlaşması imzalandı. Abbas’ın İntifadayı durdurma çağrılarına Hamas ve İslami Cihad gibi hareketler uymasa da bu anlaşma Filistin halkının birleşik direnişini söndürdü.

İkinci intifada sırasında İşgalci ordu, Batı Şeria ve Gazze’ye yüzlerce baskın düzenledi. Binlerce ev yıktı, tarımı felce uğratmak için tarlaları yaktı ve birçok ağacı söktü. El Aksa intifadasının sonunda yaklaşık 4500 Filistinli hayatını kaybetti, 50 binden fazla kişi de yaralandı. Gasıp İsrail’in kaybı ise 69 ölü, 5 bin yaralı oldu.

EL AKSA İNTİFADASI ( 2000-2005) er

dem

li du

ruş

40

Page 41: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

Zaman zaman sönüp tekrar alevlenen yeni intifada ön-ceki iki intifadadan oldukça farklı bir seyirde ilerliyor. İsra-il’in 2014’te Gazze’ye açtığı ve 51 gün süren savaş, Filis-tin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas’ın halkın direnişine ihanetleri, işgalci rejimin Mescidi Aksa’yı zaman ve mekân olarak bölmeye yönelik çalışmaları, uluslararası güç den-gelerinin İsrail yanlısı tutumu sebebiyle Filistin’de üçüncü bir intifada patlak verdi. Üçüncü intifadanın başlangıcına dair farklı zamanlarda farklı eylemler gösterilse de bu in-tifadanın sembolü Muhanned Halebi’nin eylemidir. 19 ya-şındaki Muhanned Halebi’nin 1 Ekim’de iki siyonist askeri bıçaklayarak öldürmesi yeni intifadanın “Bıçak İntifadası” olarak anılmasına neden oldu. Bıçak İntifadasını başlatan Muhanned Halebi gerçekleştirdiği eylemden birkaç gün önce Facebook hesabından İsrail’i aşırı radikalleri Mescid-i Aksa’nın üzerine saldırtmakla suçlayan Mahmud Abbas’a şöyle seslendi: “ Güzel konuşma Sayın Başkan, fakat biz Doğu Kudüs’ü ve Batı Kudüs’ü tanımıyoruz. Biz Kudüs’ü bir ve bölünmemiş olarak biliyoruz ve onun her parçası kutsal-dır. Kusura bakmayın Sayın Başkan ama Mescid-i Aksa’daki kadınlara ve Mescid-i Aksa’nın kendisine yapılanlar, barış-çıl önlemlerle durdurulamayacak. Biz aşağılanmak için bü-yütülmedik.” Muhanned Halebi’nin tepkisel değil bilinçli bir şekilde gerçekleştirdiği bu eylem, Filistinli direnişçilerin hemen hemen işgal edilmiş tüm topraklarda yürüttüğü bir dizi bıçaklama eyleminin başlangıcına dönüştü.

Eylül 2015’de yine bir siyonist bakanın Mescid-i Aksa’ya baskın düzenlemesiyle başlayan ve hala devam eden üçün-cü intifada, ilk iki intifadada olduğu gibi zamana ve mekâna bağlı değildir. “Yalnız kurt” taktiğiyle gerçekleştirilen ey-lemlerde daha önceki intifadalarda görülen örgüt ve hare-ket rengi bu intifadada yok. Birinci intifadada örgütlerin or-ganize, planlı ve ortak hareket etmesi Bıçak İntifadası’nda görülemiyor. Bunun nedenlerin

den biri hem Filistinlile-rin kendi içinde bölün-müşlüğü hem de Oslo süreciyle başlayan örgütler arası kavgalardır. İsrail’in

“yalnız kurt eylemciliği” olarak gördüğü yeni intifadada bı-çakların nereden ve ne zaman savrulacağı belli değil. Her-hangi bir grupla saptanabilir bağları olmayan ve saldırıları şahsi olarak düzenleyen eylemciler, intifadanın ne zaman duracağı veya nasıl olacağıyla ilgili işgalcilerin tahminleri zorlaştırıyor.

Birinci ve ikinci intifadadaki aktif eylemlilik görülmese de bu intifada hiçbir örgütün tekelinde olmayıp tamamen Filistin halkının liderliğindedir. Nitekim bu intifadanın bir komutanının veya bir kontrol merkezinin olmayışı aynı za-manda İsrail rejiminin muhatap alacağı bir yapının da ola-mayacağı anlamına gelir. Dolayısıyla yeni intifadanın Oslo sürecine, Madrid Barış Konferansı’na yahut Şarm el Şeyh görüşmelerine izin vermesi oldukça zor gibi görünüyor.

Filistin tarihinde İntifadaların oluşturduğu şartlara bak-tığımızda görülüyor ki el Fetih iktidarda olsa da günümüzde Filistin’deki en güçlü aktör Hamas’dır. Hamas’ın geçtiğimiz yıl yayınladığı yeni siyaset belgesinde 1967 sınırlarıyla ilgili olan 19. madde tartışmalar yaratsa da hareketin makas de-ğişikliği FKÖ’nün Oslo sürecinde İsrail’in ortağı haline gel-mesinden çok farklı. Üstelik Abbas’ın liderliğindeki el Fe-tih’in çizgisi “barış planı”, hamasın ise “ intifada” çizgisidir.

Üçüncü intifada yörüngesinde devam ederken Trump’ın Kudüs kararı yeni bir aşama başlattı. Altı Gün Savaşı’nda tamemen işgal edilen Kudüs, 1980 yılında Knesset tarafın-dan ebedi başkent ilan edildi. Çoğu devlet İsrail’in bu ka-rarını desteklemeyip büyükelçiliklerini Tel Aviv’e açtı. ABD 1995 yılında Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınması ve büyükelçiliği bu kente taşınması ile ilgili bir karar alsa da ulusal güvenlik gerekçeleri ile her altı ayda bir bu karar ertelendi. Ta ki Donald Trump dönemine kadar. Trump’ın ahmakça kararı bir yanıp bir sönen İntifadayı yeniden aktif-leştirdi. El Fetih Mahmut Abbas’ın diktatörlüğü yüzünden iç çekişmelerle boğulurken geçtiğimiz haftalarda Hamas ve İslami Cihad’ın öncülüğünde Ahrar, Halk Direniş Hareketi, Halk Direniş Komiteleri, Ulusal Mücadele, Saika, FKHC/GK

ve el- Mücahidin grupları arasında “Dire-niş İttifakı” adlı yeni bir ittifakın kuruluş

belgesini hazırlandı.

BIÇAK İNTİFADASI (2015-...)

erde

mli

duru

ş

41

Page 42: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

ŞARKIN EN SEVGİLİSULTANIKübra KAPLAN

erde

mli

duru

ş

42

Page 43: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

ŞARKIN EN SEVGİLİSULTANI

I.yy’da Doğu’da Selçuklu Devleti, Batı’da ise Bizans başroldeydi. Yüzyılın sonlarına doğru Selçuklu Devleti’nde başlayan taht kavgala-rına karşın Batı’da güçlü bir Haçlı İttifakı kuruluyordu. Papa II. Urka-nus’un çağrısı üzerine fitillenen Haçlı Seferleri Ortadoğu’nun bağrın-da yüz yıl süren bir yara açmıştı. Kutsal adına insanlığı hiçe sayan, din kisvesine bürünmüş dünyalık hırslar peşinde koşan, amaçlarına ulaş-mak uğruna her türlü yolu mubah gören Haçlılar 15 Temmuz 1099’da Kudüs’ü işgal ettiler ve Kudüs Haçlı Krallığı kuruldu. Kudüs tarihi bo-yunca bu kadar kanlı bir işgale ilk defa tanıklık ediyordu.

I. Haçlı seferi neticesinde bölgede kurulan Haçlı Devletleri Orta-doğu için bir tehdit unsuruydu. Kudüs’ün işgaliyle sonuçlanan I. Haçlı seferinden fazla bir zaman geçmeden II. Haçlı ordusu da yola çıkmış-tı.

Müslümanlar bu manzara karşısında şaşkındı. Daha önce bu ka-dar büyük bir katliam yaşamamışlardı. Şimdiye kadar ellerinde olan Müslümanların ilk kıblesi zalim bir yönetimin eline geçmişti. Artık herkesin gündeminde Kudüs’ün yeniden fethi olmalıydı ve birlik sağlanmalıydı. Bu o kadar da kolay olmayacaktı elbette. Yıllar süren mücadelenin ardından 2 Ekim 1187’de Kudüs’ün yeniden fethi Sela-haddin Eyyûbî’ye nasip olacaktı.

Selahaddin Yusuf İbn Eyyûb, 1138 yılında Tikrıt’te doğdu. Selçuk-luların Tikrit valisi olan babası Necmeddin Eyyûb’un, Musul Atabeyi İmadüddin Zengi ile dostluk kurmasından dolayı Selçuklu Devletiyle arası açıldı. Selahaddin’in doğduğu yıl aşiretiyle birlikte Tikrit’ten ay-rılmak zorunda kaldılar. Selahaddin’in seferle başlayan hayatı sefer-lerle devam edecekti.

Musul Atabeyi İmadüddin Zengî Haçlılarla mücadelede önemli isimlerdendi, vefatından sonra da bu mücadelesini oğlu Nureddin Zengî başarılı bir şekilde sürdürmüştür. Eyyûbîler ise Tikrit’ten ayrıl-dıktan sonra Zengî ailesinin hizmetine girmiş ve uzun yıllar bağlılıkla-rını sürdürmüşlerdir.

Selahaddin’in çocukluğu, babasının emiri olduğu Ba’lebek ve Şam arasında geçmişti. Selahaddin’in hayatında önemli üç kişiden bahse-dilir. Bu isimlerden ilki şüphesiz babası Necmeddin Eyyûb idi. Babası adaletli bir yönetici ve ilkeli bir devlet adamıydı. Selahaddin Mısır’da vezir olduğunda bile babasını yanında görmek istemiş ve ondan des-tek almıştır.

Bir diğer önemli isim ise Selahaddin’in amcası Şirkuh idi. Nureddin Zengî’nin en önemli komutanlarındandı. Selahaddin’in askeri eğiti-minde büyük rol oynamış, seferlere hep yanında götürmüştür. Savaş sanatını, orduları sevk ve idare etmeyi yaşayarak öğretmişti.

Selahaddin’in hayatında önemli olan son isim ise Nureddin Zen-gî’dir. Nureddin döneminin iç karışıklıklarına rağmen bu enerjisini düşmana aktarmayı başarmış, hedefe Haçlıları yerleştirmiş ve küçük hesaplardan kaçınmış bir liderdi. Müslümanlar üzerindeki ölü topra-ğını atmak için uğraşmış, tek bir hedefe yöneltmek için var gücüyle çalışmıştır. Selahaddin de bu mücadelesinde hep yanında ve yardım-cısı olmuştur.

Nureddin Zengî’nin üç büyük hedefi vardı. Bunlardan ilki bölgede-ki Haçlıları püskürtmek, ikincisi Sünni birliği sağlamak adına Fatımi

X

erde

mli

duru

ş

43

Page 44: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

44

lerin elinde olan Mısır’ı ele geçirmekti. Üçüncü ve asıl olan hedefi ise Kudüs’ü Haçlıların elinden almak ve öz-gürlüğüne kavuşturmaktı. Hayatı boyunca bunun için çalışmış ve buna inanmıştı. Hatta henüz hayattayken Mescid-i Aksa’ya koyulmak üzere bir minber yaptırdı. Fakat bunu yerine koymak Selahaddin’e nasip olacaktı.

Hedeflerinden ikisi hayattayken kısmen gerçekleş-mişti. Şirkuh Selahaddin ile birlikte düzenlediği sefer-ler sonunda, Haçlılar ile mücadelede önemli bir mevki olan, Mısır’a vezir olmayı başarmıştı. Amcasının vefa-tıyla da Selahaddin Mısır’a vezir olarak seçildi.

Kudüs’ün fethine giden yolda emin adımlarla ilerle-yen Nureddin Zengî’nin vefatıyla Zengî Devleti dörde bölündü. Haçlılar karşısındaki birlik çözülmeye başladı. Oğulları arasında paylaştırılan topraklarda kendi hırsla-rı uğruna, Haçlılar ile işbirliğini dahi göze alan emirler Kudüs hedefini çoktan unutmuşlardı. Selahaddin ise son ana kadar Nureddin’e olan bağlılığını zedeleyecek bir şey yapmamış, vefatından sonra da tekrardan birli-ğin sağlanması için uğraşmıştır.

Bir süre Mısır’da çıkan isyanlar ve Haçlı kuşatma-larıyla uğraşan Selahaddin bozulan birliği sağlamadan Haçlılar ile mücadelede başarıya ulaşamayacağını anla-yınca Suriye Bölgesi’ne yöneldi. Buna yönelik düzenle-nen Birinci Şark Seferi ile Cezire Bölgesi büyük ölçüde itaat altına alındı. Devamında yapılan İkinci Şark Sefe-ri’yle hedeflenen Müslümanların birliği sağlandı.

İhtiyatlı ve emin adımlarla ilerleyen Selahaddin, Ku-düs’e giden yolda en ufak bir gaflete düşmemeye ça-lışıyordu. Çünkü yapacağı küçük bir hata amacından uzaklaşmasına sebep olacaktı.

Artık Kudüs’ün fethi için önünde hiçbir engel kalma-mıştı. Tam böyle bir zamanda Selahaddin ağır bir has-talığa yakalandı. Öyle ki artık Müslümanlar Kudüs’ten tamamen ümidi kesmişti. Halk arasında Selahaddin’in öldüğü haberleri dolaşıyordu. Bundan faydalanmak isteyenler elbette boş durmadılar. İsyanlar baş göster-di, fakat fitneciler amaçlarına ulaşamadan Selahaddin yaklaşık altı ay süren hastalığının ardından iyileşti ve görevlerinin başına geri döndü.

Selahaddin İkinci Şark Seferi’ne çıkmadan önce Haç-lı Krallığı bir antlaşma talebinde bulunmuştu, fakat ant-laşmanın üzerinden kısa bir süre geçmişti ki Haçlılar bir kervana saldırarak antlaşmayı yok saydılar. Bunun üze-rine Selahaddin esirlerin teslim edilmesini ve tazminat ödenmesini talep etti, aksi takdirde antlaşmanın ihlal edilmiş sayılacağını bildirdi. Fakat karşı taraftan olumlu bir yanıt alamadı. Haçlıların bu girişimi bardağı taşıran son damlaydı ve Selahaddin artık son hamlenin yapıl-ması için cihat çağrısında bulundu.

Selahaddin Haçlıları bir meydan savaşına zorlayacak ve şehrin savunmasız kalmasını sağlayacaktı. İstediği gibi de olmuştu. Kudüs’ün alınmasında son büyük adım olan Hıttin Zaferi ile Haçlılar bozguna uğradı ve içlerin-de kralın da olduğu önemli isimler esir olarak alındı.

Artık sırada Kudüs vardı. Selahaddin Kudüs’ü kılıçla almak istemiyordu. Bunun için Haçlılara savaşmadan teslim etmeleri için teklifte bulundu. Fakat kabul edil-medi. 20 Eylül günü surların önüne gelinmişti. İki taraf arasında büyük çarpışmalar yaşandı, kayıplar verildi. 29 Eylül’de surların bir kısmının çökmesiyle Haçlılar anlaş-maya varmak istediler. Görüşmelerden sonra Kudüs’ün teslim edilmesi kararına varıldı. Anlaşmaya göre kadın erkek yaşlı çocuk herkes fidye karşılığı serbest kalabile-cekti. 2 Ekim 1187’de Kudüs fiilen teslim edildi.

Şehir teslim alındığında, esirlere karşı yapılan mu-amele düşmanları tarafından bile takdir edilecek cins-tendi. Birçok esirin fidyesini kendisi ödedi, bütün yaş-lıları kadın erkek ayırmaksızın serbest bıraktı. Yaptığı bu merhametli tutum dilden dile, nesilden nesile efsa-neleşerek anlatılmaya devam etti. Günümüz batılı bir tarihçi bu durumu şu sözlerle ifade ediyor: “Doğrulukla öldürebileceği yerde, acımayla kurtarmak için… Sela-haddin hakkında bilinen tek gerçek Kudüs’ün fethi ise bu onun kendi çağının ve belki de her çağın en cömert ve cesur fatihi olduğunu kanıtlamaya yeterlidir.”

Ayrıca Mescid-i Aksa’yı restore ettikten sonra ilk ola-rak Nureddin Zengî’nin yaptırdığı minberi yerine koya-rak Nureddin’e olan vefasını da göstermiş oldu.

Şimdiye kadar yaptığı tüm seferler Kudüs’e biraz daha yaklaşmak içindi. Sonunda Nureddin Zengî’nin hedeflediği şey Selahaddin vasıtasıyla gerçekleşmişti. İlmek ilmek işlenmiş bir zafer duruyordu karşısında. Kudüs’e yaraşır bir zaferdi. Yüz yıllık süren işgalin ardın-dan Kudüs rahat bir nefes almıştı.

Haçlılar Kudüs’ü tekrar geri almak için III. Haçlı Se-feri’ni düzenlediler. Daha düzenli bir orduyla ve daha kalabalık geliyorlardı. Fakat bu seferden de eli boş dö-neceklerdi. Selahaddin’i savaşarak yenmeye çalıştılar. Olmayınca antlaşma teklifinde bulundular, ama bu ant-laşma da onların ellerinde patladı. Savaşta olduğu gibi müzakerelerde de Haçlıları yenmişti. Yapılan antlaşma Kudüs’ün artık tamamen Müslümanların olduğunun tescilli belgesiydi. Selahaddin önemli bir zafere daha imza atmıştı.

Hayatının sonlarına yaklaştığında hedeflerinin büyük bölümünü gerçekleştirmişti. Haçlılar topraklarından atılmış, Müslüman Birliği büyük ölçüde sağlanmıştı.

Page 45: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

Artık hastalığı ağırlaşmıştı. Son günlerinde sancaktarını çağırmış ve ona şun-ları söylemişti: “Sen, benim sancağımı savaşlarda taşımaya alışıksın, benim ölüm sancağımı da taşımanı istiyorum. Kefenimi bir mızrağın ucuna tak ve bütün Şam sokaklarında şöyle haykır: ‘Ey ahali! Şarkın hâkimi Sultan Selahaddin ölmek üze-redir ve ahirete ancak şu bez parçasını götürebilecektir.” Şarkın Sultanı 4 Mart 1193 sabahı Şam’da bu dünyaya gözlerini yumdu.

Selahaddin Eyyûbî yaşadığı çağın gereklerini iyi kavramış, tüm mesaisini sami-mi bir şekilde İslam’a hizmet için kullanmıştı. Onun için yazılan bütün kitaplar ve yazılar onun mütevazılığı, merhameti, affediciliğine değinmeden onu anlatamı-yordu. Hem yaşadığı dönem tarihçileri tarafından hem yüzyıllar sonra okuyanları tarafından kendisine hayran bırakan bir kişiliğe sahipti.

Selahaddin yakınındaki adamlarına karşı alçakgönüllüydü. Onu anlatan biri şöyle diyordu: “Onunla oturan biri sultanla oturduğunun farkına varmazdı. Ken-disini bir arkadaşıyla oturuyor hissederdi. Anlayışlı hataları affeden, temiz, din-dar, samimi bir kişiydi, kusurları görmezlikten gelir, kızmazdı. Mütebessim dav-ranır, yüzünü asmazdı. Bir şey isteyeni eli boş çevirmezdi.” Kudüs işte böyle bir hükümdara nasip olmuştu. Düşmanlarının bile övgüyle bahsettiği bir liderdi. Se-lahaddin; Mehmet Akif için “Şarkın en sevgili sultanı”, Fransız tarihçi Champdor için “İslam’ın en saf kahramanı” idi.

Kaynakça

Ali Güler, Selahaddin, Düşün Yayıncılık, 2017

Ramazan Şeşen, Kudüs Fatihi Selahaddin Eyyûbî, Yeditepe Yayınevi, 2016

Ziya Polat, Selahaddin Eyyûbî ve Kudüs’ün Fethi, Derin Tarih Dergisi, 2017

Kudüs işgal altındayken ben nasıl gülebilirim ki! - Selahaddin Eyyübi -

“er

dem

li du

ruş

45

Page 46: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

46

Dünya savaşında İngilizler tarafından işgal edilen Filistin toprakları, 1917 Balfour Deklarasyonu ile Yahudilere vaat edilen topraklara dönüştü. Tarihi süreç içerisinde İngilizlerin desteği ve antisemitizm propagandasıy-la beraber Yahudi yerleşimi Filistin toprakları üzerinde genişleyerek sür-dü. Buna karşın Filistinlilerin varlığı, işgaller, ölümler ve göçlere zorlama politikalar geliştirilerek zayıflatılmaya çalışıldı. 1948 yılında İşgal rejimi-nin resmen kurulmasıyla beraber “İsrail Sorunu” yeni bir boyut kazanmış oldu.

Filistin-İsrail sorunu geçmiş ve gelecek yüzyıl içinde dünya, özelde Ortadoğu için çözülmeyi bekleyen en önemli sorunlardan biridir. Filistin halkının özgürlüğü ve Ortadoğu’nun geleceği hakkında öngörüde buluna-bilmek için İsrail-Filistin arasında meydana gelen gelişmeleri takip etmek gerekmektedir. Bizler, Anadolu halkları olarak, kendimizi Filistin mesele-sine ilgi duyan ve sahiplenen bir konumda görüyoruz. Bunun yanında Fi-listin’deki birkaç isim, hareket adı dışında aktörleri tanımama veya medya yoluyla oluşturulan bilgi eksikliği/kirliğini de genel itibari ile bünyemizde barındırıyoruz. Yazı, bir nebze de olsa bunu gidermeyi hedefliyor.

Ele aldığımız konular çerçevesi itibariyle “Tarihsel olarak Filistin siya-setinde yer alan aktörler kimdir? Aktörlerin kurumsal veya kişisel olarak savundukları değerleri nelerdir? Bağımsız ve özgür bir Filistin için hangi mücadele biçimini benimsiyorlar? Aktörler arasındaki temel farklar hangi noktada düğümleniyor?” gibi sorulara cevap bulmayı hedefliyor.

Yazının kapsamı nedeniyle Filistin’deki her aktöre değinilmemiş ve belli bir önem derecesi gözetilmiştir. Muhakkak ki Filistin’de direnen her aktör kelimelere ve bu yazıya sığmayacak kadar büyük işler başardı. Buradan hareketle yazının ilk bölümünde Filistin’deki ilk siyasi aktörlerden Hacı Emin El-Hüseyni’yi, İzzettin El-Kassam’ı, FKÖ’yü ve El-Fetih’i ele alacağız. Bir sonraki yazıda ise Hamas ve İslami Cihad hareketlerine değineceğiz.

Filistin’deki Siyasi Aktörler I

Yahya SELÇUK

1.

Page 47: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

47

Filistin’deki İngiliz sömürgeciliği 1917 yıllında başlamasına rağmen 1922’de resmen Manda Yönetimi kuruldu. İngiltere denge siyasetini izlerken sürekli Balfour Deklarasyonu misyonunu gözetmiş, Yahudiler ile Araplar arasında adaleti gözetmek-ten çok, Yahudiler lehine işleyecek politikalara zemin hazırlamıştır.

İşgalci yönetime, devam eden siyasi çıkmaza ve artan Yahudi varlığına duydukları tepki sonucu Filistinliler örgütlü hale gelmişlerdir. İlk siyasi örgütlenmeler dini yönü ağır basan karizmatik liderlerin önderliğinde gevşek bir yapılanmaya sahipti. Hacı Emin El-Hüseyni ve İzzettin el-Kassam öne çıkan isimlerdi.

İngiliz Manda Yönetimi (1917-1948)

İngiliz yönetimi, Filistin halkından gelebilecek tepkilere karşı halkın gözündeki prestijini dikkate alarak 1921’de Hacı Emin El-Hüseyni’yi Kudüs Müftülüğü’ne atadı. Hüseyni, Os-manlı devletinden bu yana devlet kademesinde çeşitli görev-ler alan çok köklü bir aileden geliyordu. 25 yaşında bu göreve gelen Hüseyni, Kahire ve İstanbul’da eğitimini almış dini ve siyasi ilimler okumuştu. 1922 yılında Müslümanların mesele-lerini idare etmek için kurulan Yüksek İslam Şûrası’na atandı. Emin El-Hüseyni Müslüman mahkemeleri, okulları, vakıfları ve camilerin kontrolünden sorumluydu. Bu görevle beraber Hüseyni halkın hem dini hem de siyasi lideri konumuna yük-selmişti.

Arap milliyetçisi ve ulusalcı bir siyaset okuması olan Hü-seyni, 1935 yıllındaki genel greve kadar, iki yönlü bir politika-yı benimsiyordu: “İngilizlerle siyasi iş birliği, Siyonistlere karşı şiddetsiz muhalefet etmek.”

Ona göre, İngilizlerin Filistin politikaları ancak siyasi iş bir-liği yapılarak çözüme kavuşabilirdi. İş birliği beraberinde İn-gilizlerin politikalarını Filistin halkı lehine yönlendirmeler ve Arap devletlerinden alacağı desteklerin oluşturacağı baskılar yoluyla gerçekleşebilirdi. Yahudilerle oluşabilecek cereyanla-ra karşı ise fiili değil, Londra’ya heyet veyahut dilekçe gön-dermek, gösteriler ve protestolar düzenlemek gibi çabaları içeren pasif bir direniş biçimini benimsiyordu.

Bu politikayı halka benimsetmek ve taraftar toplamak için ise halkın toplu olarak bulunduğu Cuma vaazlarını kullanı-yordu. Toprakları elinden alınan köylülere, direnmek isteyen gençlere sürekli sükûneti vaaz ediyor, İngilizlerin adaletine güvendiğini belirterek müzakere yoluyla yaşanan mağduri-yetlerin giderilebileceğini öğütlüyordu.

Hüseyni, 1935 yılında İzzettin El-Kassam’ın şehit edilmesi-ne kadar bu politikayı izledi. Çünkü Kassam’ın şehadeti halka bu politikaların işe yaramayacağını göstermişti. Halkın ve di-ğer siyasilerin direnişten yana olan bu yönelimi, Hüseyni’nin politikaların değişmesine neden oldu. O dönem Filistin’de bulunan diğer siyasi aktörler Cemal El-Hüseyni (Filistin Arap Partisi), Ragıp El-Neşaşibi (Ulusal Savunma Partisi), Hüseyin

El-Halidi (Reform Partisi), Abdullatif Salah (Ulusal Blok), Ya-kup El-Hüseyin (Gençlik Kongresi) ve Hristiyan Toplumundan oluşan Arap Yüksek Komitesi kuruldu. Başkanlığına ise Kudüs Müftüsü Emin El-Hüseyni’yi seçtiler. Hüseyni İngiliz hüküme-tine bir bildiri gönderdi.

Bildirinin önemi, Hüseyni’nin alenen İngilizlerin ve Siyo-nistlerin politikalarını alenen ve kesin bir şekilde eleştirme-siydi. Komitenin aldığı karar gereği Filistin’de süresiz genel grev kararı ilan edilmişti. Bu olay 1939 yılına kadar sürecek Arap isyanlarının başlangıcı olacaktı. Ancak Hüseyni bu tavır-larının yanında siyasi çözüm fikrinden hala vazgeçmemişti. Arap yöneticilerini, Irak ve Suudi Arabistan’ı, arabuluculuk yapmak için devreye soktu. İngilizlerin karara ve eylemlere cevabı sert oldu. Komite üyeleri içeriye alındı. Hüseyni’nin Yüksek İslam Şûra görevinden azledildiği bildirildi. Hüseyni, İngiliz çıkarları için öyle bir tehdit haline geldi ki W.Churcill öldürülmesi yönünde emir verdi. Ekim 1937’de Hüseyni Lüb-nan’a kaçtı. Kudüs’e 1966’daki kısa süreli bir ziyarete kadar artık dönemeyecekti. Hüseyni Lübnan’da bir karargâh kura-rak isyanı yönetmeye çalıştı ancak Filistin dışında olmak is-yandaki günlük olaylar hakkında daha az bilgi ve etkiye sahip olmak demekti.

Çıkmazı açmak için İngiliz Hükümeti Mayıs 1939’da revize ettiği Beyaz Rapor (White Paper) Filistin’i üçe bölmeyi öne-riyordu. Bölünme planına göre Yahudi bölgesi, Arap Bölgesi olarak ikiye ayrılacak ve Tel-Aviv, Yafa, Kudüs ve Betlehem koridorunu içine alan yerlerde ise Manda Yönetimi devam edecekti. Kudüs, Milletler Cemiyeti’nin koruması garantisi-ne alınacaktı. Yahudi göçünün gelecek beş yıl için 75,000 ile sınırlandıracağını, Arap-Yahudi ilişkileri iyi olursa İngiltere ile görüşmeler başlayacak ve Filistin beş yıl içinde bağımsız ola-caktı.

Belgenin şartları, İngilizlerin Filistinlilerin lehine o ana kadar verdiği en büyük ödünlerdi. II. Dünya Savaşı patlamak üzereyken, İsyanları nihai bir sonuca ulaştırmak istiyordu. Arap Yüksek Komitesi ve Emin El-Hüseyni bölünmeyi redde-derek direnişe devam edeceklerini belirttiler. Siyonistler de raporun aleyhlerine olduğunu belirterek reddettiler. Her iki

Hacı Emin El-Hüseyni

Page 48: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

48

tarafın da reddetmesine rağmen rapor yürürlüğe girdi. Siyonistlerin lehine olan güç ve toprak transferiyle ilgili hükümler uygulandı, ama Filistin halkı lehine olan hükümler de Filistin hükümeti de kurul-madı.

İngilizler Hüseyni’nin başına ödül koy-duğu için, Hüseyni önce İtalya’ya sonra Nazi Almanya’sına sığındı. Nazilere Arap-ların, İngilizleri Filistin’den çıkarmak için yardım edeceğine dair iş birliği yapabile-ceklerini noktasında teminat verdi. Ancak bu girişimler sonuç bulmadı. II. Dünya Sa-vaşı ile beraber Yahudilerin hamiliğini ve sonrasında Filistin’deki gelişmelere ABD yön verecekti. Bu olgu Hüseyni’nin etkinli-ğinin daha da azaltarak Filistin siyasetinde aktör olmaktan çıkaracaktı.

Şeyh İzzettin El-Kassam, 1882 yı-lında Suriye’nin Laz-kiye şehrinin Cebeleh beldesinde doğdu. İlk eğitimini babasından alan Şeyh Kassam, bölgedeki alimlerden temel İslami eğitimini aldıktan sonra Mısır’a El-Ezher’e giderek öğrenim gördü. Ez-her’de geçirdiği on yıllık sürede hadis, fı-kıh, tefsir gibi ilimler

okuyarak kendini geliştirdi. 1909 yılında köyüne dönen Şeyh, köyünde bir medrese kurmuş İs-

lami bilince sahip yeni nesiller yetiştirmeye çalışmış, camilerde vaazlar vererek halkı

irşat faaliyetlerine girişmişti.

Ümmetçi bir bakış açısına sa-hip olan Şeyh, bir sufi olmasına

rağmen direnişçi bir ruha sa-hipti.1918’de Fransızların

Suriye’yi işgal etmesinden sonra halkı örgütledi ve

kıyam başlattı. Yetki-liler bu kıyam karşı-

sında El-Kassam’a kadılık önerdi,

fakat El-Kas-sam bu tek-

lifi “ Ya Direniş

Ya Şehadet” diyerek reddetti. Bunun üzerine Fran-sızlar El-Kassam hakkında ölüm fermanı çıkardı. Şeyh İzzettin El-Kassam ve birkaç arkadaşı 1921 yı-lında Filistin’in Hayfa şehrine yerleştiler.

Filistin’in işgaline karşı da kayıtsız kalmayan Şeyh, Hayfa’ da irşat faaliyetlerini yürütebilmek için bir ca-mii inşa etti. Halkın verdiği yardım paralarıyla silah satın almaya başlayan Şeyh, Kuzey Filistin’deki işçi ve köylüleri askeri eğitime aldı.

Şeyh, Filistin liderlerinin yöntemlerinin etkisiz ol-duğunu, Yahudi göçünün tehlikeli bir noktaya ulaştı-ğını düşünüyordu. Ona göre Siyonistlerin Filistin’de bir devlet kurması an meseleydi. Filistin’in özgürlü-ğü hem Yahudilerle hem de İngilizlere cihad (sava-şarak) açarak mümkündü. Bu nedenle toplumunda cihad bilincinin yerleşmesi için hareketini kurdu.

1933’de Kuzey Filistin merkezinde kıyam başlattı. Şeyh, Hacı Emin El-Hüseyni’ye bir elçi göndererek Güney’de bir ayaklanma başlatmaya çağırdı. Hacı Emin kendisinin askeri değil müzakere yolu ile olu-şabilecek bir çözümden yana olduğunu belirterek teklifi reddetti. 1935’de İngilizler tarafından pusuya düşürülen Şeyh, şehit edildi. Onun şehadeti şimdiye kadar siyasal çözümden yana olan taraflara, toprak-ları işgal edilen halka yeni bir yol alternatif sunmuş-tu. Bu alternatif direnişti.

İzzettin El-Kassam’ın şehadeti,1935-1939 yıları arasında gerçekleşecek Arap isyanlarının fitilini ateş-lemişti. İzzettin El-Kassam o güne kadar topladığı taraftarlardan fazlasını ölümüyle birlikte kazanmış oldu. Ki hâlâ Filistin’deki İslami hareketler nezdinde ilham kaynağıdır. Bilindiği üzere Hamasın askeri ka-nadının ismi İzzeddin El-Kassam’dır.

1948 yılında Siyonistler hedeflerine ulaşarak İsra-il devletini ilan ettiler. Filistin topraklarında İsrail’in giriştiği eylemler, katliam ve yıkımlar sonucunda

topraklarının büyük bir kısmı İsrail’in işgali altına girdi. Filistinliler kısıtlı imkanlar ile yurtlarını

işgal eden Siyonistlere karşı her türlü çabayı gösterdiler. İsrail işgaline karşı Filistin hal-

kının yürüttüğü bağımsızlık mücadelesi kendi aktör ve siyasal yapılarını yarattı.

Eski bir Arap atasözünün de dediği gibi: “Derinizi hiçbir şey kendi tır-

nağınız gibi kaşıyamaz.”

İzzeddin el-Kassam

Page 49: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

49

Kuveyt’te mühendis olarak çalışan Yaser Arafat ve arkadaşları Salah Halef (Ebu Iyad) ile Halil el-Vezir (Ebu Cihad) 1959 yılında çıkardıkları uluslararası Falastinuna (Filistinimiz) adlı dergiyle çalışmalarına başladılar. Filistin halkına direniş fikrini ve ulusal kimliği benimsetmek için dergi merkezinde bir örgütlenmeyi başlattılar. Daha sonra mülteci kamplarının bulunduğu yerlerde Ürdün, Lübnan ve Suriye’de askeri kamplar kurdular. El-Fetih, Cezayir Kur-tuluş Örgütü’nün Fransızlara karşı yürüttüğü bağımsızlık mücadelesini ilham kaynağı olarak aldı. O dönemde hâ-kim olan Nasırcılık, Arap milliyetçiliği gibi fikirlere karşı Fi-listin ulusal kimliğini merkeze alarak hareket etmekteydi.

Çünkü Filistinlilik bilincinin yani ulusalcılığının düşma-na karşı birleştirici bir boyutu olduğunu düşünmektey-diler. Fetih, kendisini devrimci ve bağımsız bir hareket olarak tanımlamakta, Filistin’in kurtuluşunu ve kutsallık-larının savunulmasını dini ve insani bir Arap görevi ola-rak görüyordu. Hareketin benimsediği temel mücadele prensipler genel olaralar şunlardı: Filistin topraklarının “tümünü” özgürleştirmek, özgürlük hedefi için askeri bir güce sahip olmak. Siyonizm, sömürü ve dünya emperya-lizmi ile mücadelede etmek. Filistin mücadelesi yanlısı Arap güçleriyle ve uluslararası güçlerle iş birliği yapmak. Ayrıca Filistin sorunu konusunda Filistin halkının kendi va-tanındaki hakkının çiğnenmesi yönünde Birleşmiş Millet-ler’den, devletler grubundan veya tek bir devletten çıkan veya çıkacak plan, anlaşma ve kararların geçersiz ve kabul edilemez olduğunu belirtmek.

El-Fetih’i üne kavuşturan ve güçlendiren olay 1967 savaşında yenilgiye uğrayan Arap devletlerinin mağlubi-yetidir. 1968 yılında İsrail birliklerinin Ürdün’de bulunan kampına düzenlediği operasyonda yenilgiye uğratılmasıy-dı. Fetih’in benimsediği gerilla taktiği bu pratikle beraber Filistin ve Ortadoğu’daki birçok siyasi, askeri hareket için model olmuştur.

1969’da El-Fetih lideri Yaser Arafat, FKÖ’nün en önemli organı olan Filistin Ulusal Konseyi’nin yeni başkanı olarak seçildi. Bu süreç Fetih açısından bir dönüm noktası oldu. Arafat liderliğinde FKÖ, El-Fetih ile birleşti. Bu nedenle yazıda Fetih’in uluslararası ilişkiler boyutunu daha çok FKÖ başlığı altında değerlendirmek zorunda kaldık. Fetih, FKÖ’nün ana siyasi, askeri omurgasını oluşturması nede-niyle uluslararası meşruiyet ve devletlerle ilişkiler kurmak için bir platform olarak değerlendirdi. Ancak süreç Fetih’in bu uğurda ilkelerinden vazgeçmesine ve bölünmelerin te-melinin oluşumuna sebep oldu.

Eylül 1970’te, El Fetih’in Ürdün’deki etkisinin gün geç-tikçe artması ve İsrail’e saldırılarının ülkesine zarar verdi-ği gerekçesiyle Kral Hüseyin, Filistin kamplarını ülkeden çıkarmaya karar verdi. Filistinlilerin direnmesi ile patlak veren savaşta on binden fazla Filistinli ölmüş ve El-Fetih bu operasyon sonrasında karargâhını Ürdün’den Lübnan’a taşımak zorunda kalmıştır. Kara Eylül olarak tarihe geçen bu olay sonrasında El Fetih içinde bir grup Kara Eylül ha-reketini kurmuş, 1972 Münih Olimpiyatları’nda 11 İsrailli sporcuyu rehin alması ve kurtarma operasyonu sırasında rehinelerin öldürülmesiyle uluslararası toplumun dikkat-lerini üzerine çekmiştir.

1982 yılında İsrail’in Lübnan’ı işgaliyle beraber Fetih’in kampları dağıtıldı. Merkezi Tunus’a taşımak zorunda kalan Fetih’in bu durumu Filistin’deki aktifliğini negatif yönde etkiledi. Aynı dönemde 1987’de I. İntifada’nın örgütlen-mesinde rol oynayan Filistin için yeni sayılabilecek hare-ketler olan Hamas ve İslami Cihad’ın öne çıkması Fetih’in güç kaybına neden oldu.

Fetih, kurulduğundan itibaren BM Güvenlik Konseyi 242 sayılı kararını reddediyordu. Aleyhine işleyen siyasi süreci lehine çevirmek için, 1988’de bu kararı kabul et-tiğini belirtti. Arafat’ın bunun üzerine yaptığı açıklama şöyleydi; “Barış isteğimiz geçici bir taktik değil stratejik bir tercihtir. 242 sayılı BM kararını tanıyoruz ve terörizmi kınıyoruz. Barış istiyoruz, barışa inanıyoruz ve Filistin dev-letimizde yaşamak istiyoruz. Diğerlerinin de yaşamasını istiyoruz.”

Bu karar ile Fetih, İsrail’in varlığını 1967 öncesi sınırla-rıyla ilk kez tanımış oldu. Filistin’in tamamını kurtarma he-defini de Batı Şeria ve Gazze’den oluşan bir Filistin Devleti kurma hedefine dönüştürdü. İntifada sırasında iki devletli çözümü savunması, El Fetih’in uluslararası alanda deste-ğini artırırken aynı zamanda Filistinliler arasında da presti-jinin kaybolmasına neden oldu. Bunu Oslo Barış süreciyle birlikte İsrail karşısındaki tavizkar tutumu ve sürecinin ba-şarıya ulaşamamasının yarattığı atmosfer izledi.1996 yı-lında yapılan Filistin Özerk Yönetimi Konseyi seçimlerinde siyasi bir parti olarak girmesine ve kazanmasına rağmen birçok hareket ve parti seçimi protesto etti.

2004 yılında Yaser Arafat’ın ölmesi1 tartışmaları ve ayrılıkları beraberinde getirdi. Arafat’ın yerine Mahmud Abbas Filistin Özerk Yönetimi Başkanı olurken, Faruk Kad-dumi ise El Fetih’in yeni lideri olarak seçildi. Abbas lider-liğindeki FKÖ’nün barış şartları çerçevesinde Kahire Dek-

Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi (El-Fetih)

Page 50: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

50

Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), bağımsız, seküler/laik bir Filistin devleti kurmayı amaçlayan şemsiye ni-teliğinde bir organizasyondur. Birbirinden farklı ideo-lojilere sahip pek çok organizasyon, direniş hareketi, siyasi parti ve bağımsız figürü içinde barındırır. FKÖ içerisinde yer alan kuruluşların ortak özelliği seküler ve milliyetçi/ulusalcı değer yargılarına sahip olmala-rıydı. FKÖ kuruluşu itibariyle Arap devletlerinin des-teğiyle kurulsa da örgütün daha sonra ilişkileri, siyasi duruşu, idari organları ve içerdiği gruplar değişim geçirmiştir.

1964 yılında Kahire’de toplanan Arap Birliği’nde özellikle Mısır’ın girişimleri ile Filistin halkını temsil edecek bir örgütün kurulması önerildi. Öneri kabul edilerek FKÖ’nün temelleri atıldı. Haziran 1964’te Fi-listin Kurtuluş Örgütü resmen ilan edildi. FKÖ’nün ilk yürütme başkanlığına Filistinli bir avukat olan Ahmet Şukeyri seçildi. Şukeyri, Nasır yanlısı bir düşünceye sahipti.1964 yayımlanan

Filistin Ulusal Şartı çerçevesinde örgütün amacı self determinasyon (dar anlamıyla sömürge halklarının bağımsız devlet kurma haklarıdır) kazanmak için mücadele etmek ve tüm Arapların aynı devlet çatısı altında yaşamaları gerektiğini belirten örgüt Nasır’ın oluşturduğu “Arap Birliğini” tesis etmek fikirlerini de destekliyordu.

Örgütün bünyesindeki kuruluşlar, George Ha-baş’ın kurduğu Marksist çizgideki Filistin Halk Kurtu-luş Cephesi(FHKC) ve bu gruptan kopan Maoist, Nasır karşıtı Nayif Havatme’nin Filistin Demokratik Kurtu-luş Cephesi(FDKC) ile Suriye Baas Partisi destekli El Saika’dır. Bunun yanı sıra Filistin Kurtuluş Cephesi, Arap Kurtuluş Cephesi, Güç 17 ve Havari Grubu FKÖ içindeki örgütler ve partilerden bazılarıdır. FKÖ içeri-sindeki en büyük grup ise Arafat liderliğindeki El-Fe-tih olmuştur. Gruplar, partiler her ne kadar teoride FKÖ’ye bağlı olsalar da pratikte bağımsız hareket et-meyi sürdürmüşlerdir.

1967 Arap-İsrail Savaşı yenilgisi sonrasında Na-sır’ın Arap Nasyonalizmi(milliyetçiliği) etkisini yitirin-ce FKÖ, Arap devletlerinin dümeninden çıkarak, ba-ğımsızlaşmaya ve güç kazanmaya başladı. Bu konuma El-Fetih’in İsrail’e karşı ortaya koymuş olduğu direniş ve siyasi söylem etkili olmuştu. Nitekim 1968’de ya-yımlanan “Filistin Ulusal Şartı” incelendiğinde bunun etkisini net bir şekilde görebiliriz. 1968 Ulusal Şart çerçevesinde “özgür ve bağımsız” bir Filistin devle-ti amaç haline gelmiş, Filistinlilik ve Filistin kimliği vurgusu yapılarak silahlı mücadele esas olarak kabul edilmiştir.

1969’da El-Fetih lideri Yaser Arafat, FKÖ’nün en önemli organı olan Filistin Ulusal Konseyi’nin yeni başkanı olarak seçildi. Arafat liderliğinde FKÖ, El-Fe-tih ile birleşti. Yaser Arafat 1969’dan ölümüne kadar (2004) FKÖ’nün lideri oldu. Bu nedenle yazıda Fe-tih’in uluslararası ilişkiler boyutunu daha çok FKÖ başlığı altında değerlendirdik.

Arafat, Uluslararası platformda Filistinlilerin tüm renklerini temsil edecek bir yapılanmadan yanaydı. Farklı ideoloji ve metotları tek bir çatı altında top-layabilecek esnek bir yapı kazandırmak amacınday-

Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)

larasyonu’nu yayınladı. Kahire Deklarasyonu İsrail’e karşı silahlı direnişi kontrol altına almayı, mümkünse sonlandır-mayı amaçlıyordu. Bu gerek Fetih açısından gerekse diğer direniş hareketleri açısından bir dönemin başlangıcıydı.

2005’te El Fetih’in Batı Şeria sorumlusu Mervan Bargu-ti El-Fetih’in genç direnişçilerden oluşan bir parti kurdu-ğunu duyurması ile El Fetih resmen bölündü. Barguti’nin kararında silahlı direnişe olan inancı ve Filistin Özerk Yö-netimi ile ilgili yolsuzluk iddiaları etkili olmuştur. Barguti,

2002 yılında tutuklanarak müebbet hapse mahkûm edil-miştir. Ariel Şaron onun hakkında, “Canlı olarak ele geçi-rilmiş olması beni ziyadesiyle üzmüştür.” ifadesini kullan-mıştır. Barguti İsrail hapishanelerinde olmasına rağmen, Filistin toplumunda ve El- Fetih içerisinde hala çok büyük bir taraftar kitlesi bulunmaktadır. Fetih, tüm bu ilkesel dö-nüşümlere rağmen hala Filistin’in Direnişine katkıda bu-lunması ile önemini korumaktadır.

Page 51: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

51

dı. Filistin mücadelesinde ortak paydayı başından beridir savunduğu Filistin ulus kimliği fikriyle hareket ediyordu. Kişiliğinde içselleştirdiği pragmatist düşünce de bunu mümkün kılıyordu. Nitekim 1970’li yıllarda hareketine olan yoğun ilgi ve kitlesel katılımla İslamcıları ve dini şah-siyetleri bünyesine aldı. Ancak bu süreç uzun sürmedi.

Çünkü 9 Nisan 1974’te kabul ettiği On Nokta Programı ile İsrail’in 1948 Savaşı sonrası elde ettiği topraklardan çe-kilmesi talebinden vazgeçip, iki devletli çözümü tanımıştı. İsrail’in 1967 öncesi sınırlarına çekilmesini öncelikli hedef haline getirmiştir. Bu durum, FKÖ’ye uluslararası alanda meşruiyet kazandırdı. Ekim 1974’te Arap Birliği’nin Rabat zirvesinde FKÖ, Filistinlilerin tek meşru temsilcisi olarak tanınmıştır. Aynı tarihler de Arafat FKÖ Başkanı olarak BM Genel Kurulunda bir konuşma yapmış, FKÖ’ye BM Genel Kurulu’nda gözlemci statüsü verilmiştir.

Yani FKÖ’nün hedef daraltıcı, tavizkâr tavrı uluslara-rası platformlarda meşruiyet kaynağı olarak tanınması-na sebep olmuştu. Meşruiyet, tanınma olgusu FKÖ’nün bundan sonraki süreçlerdeki hareketlerinin merkezini oluşturacaktı. Bu durum süreç içerisinde platformda bö-lünmeye neden oldu. Nitekim Red Cephesi olarak bilinen ve başını sol örgütlerin (FHKC, FDKC gibi) oluşturduğu grup programın sunduğu iki devletli çözüme karşı çıkarak FKÖ’den ayrıldı.

1978 yılında imzalanan Camp David Anlaşması İsra-il ile Arap dünyası arasında uzlaşma sürecinin kapısını açan ilk anlaşma niteliği taşımaktadır. Burada temelde üç yön sayabiliriz: Birincisi, İsrail’e karşı Arap dünyasın-da organizatör rolünü üstlenen Mısır’ın İsrail’i tanıması ve tavizler vermesi. Bu, diğer Arap devletlerinde İsrail ile resmi olarak ilişkiler geliştirmesinin yolunu açtı. İkincisi, Arap devletlerinin normalleşmesi FKÖ’nün İsrail ile barış görüşmeleri hususunda uluslararası toplumun baskıları-nı arttıracaktı. Üçüncüsü, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Kissinger’ın belirttiği gibi, “Filistinlileri diğer Arap rejim-lerinden izole etme yönünde önemli bir adımdı. Bu nok-tada ABD’nin amacı, izole etmek, Arap birleşik cephesini kırmak ve İsrail’in her bir komşusuyla ayrı ayrı mücadele etmesini sağlamaktı.”

İsrail bundan sonra her bir komşusuyla ayrı ayrı mü-cadele etme ve İşgal altındaki topraklarda daha rahat hareket etme imkânı yakaladı. Nitekim 1982 yılında İsrail Lübnan’ı işgal etti. FKÖ işgal ile beraber merkezini Tunus’a taşımak zorunda kaldı.

Fetih’in BM Güvenlik Konseyi 242 sayılı kararını kabul etmesi uluslararası toplumun Filistin toprakları için çö-züm planının kabulüydü. İsrail’in varlığının kerhen kabulü ABD garantörlüğünde başlayacak barış görüşmelerinin başlangıcı olacaktı. Nitekim 1991 Madrid Konferansı ile başlayan ve Oslo ile devam eden “barış” sürecinde, I.Oslo

Anlaşması (İlkeler Bildirgesi) ile İsrail FKÖ’yü, FKÖ de ilk kez İsrail’i tanımış oldu. Bu anlaşmayla FKÖ, İsrail’i devlet olarak tanıdığını barış sürecine zarar verecek herhangi bir şiddet kullanımında bulunmayacağını, FKÖ’nün kuruluş bildirisindeki “İsrail’in yok edilmesi” maddesinin geçer-siz olduğunu ve bu maddenin Filistin Ulusal Konseyi’nde kaldırılacağı sözü verilmekteydi. Oslo maddeleri, “barış” görüşmeleri ve sunduğu iki devletli çözüm başlı başına bir yazının konusudur.

İsrail anlaşma ile işgal ettiği topraklardan çekilmeme-yi garanti altına alıyor, barışı ise sadece taktik amaçlı bir manevra olarak kullanıyordu. FKÖ ise anlaşmayla Filistin halkı adına geri dönüşü olmayan bir “barış” sürecine gir-mişti.

Oslo Barış Antlaşması tarafların mutabakatıyla 1993 yılında imzalandı. 1994 yılında İsrail Başbakanı İzak Ra-bin,2mon Peres ve Filistin lideri Yaser Arafat, Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüler. Dünya nezdinde dünkü “terö-rist militanlar” artık birer barış elçileriydi.

Anlaşma uyarınca geçici Filistin Özerk Yönetimi kurul-du, 1996’da yapılan seçimlerde Arafat Filistin Özerk Yö-netimi lideri olarak yeniden en etkin konumu elde etti. Filistin mücadelesinin sembol ismi Arafat’ın 2004’te ölü-münün ardından FKÖ liderliğine Mahmud Abbas seçildi.

Arafat’ın ölümü ve Abbas’ın seçilmesiyle beraber FKÖ ve El-Fetih arasında ayrışmalar gerçekleşti. Abbas, Filis-tin-İsrail sorununda ılımlı ve pragmatist fikirleriyle tanın-maktadır. Silahlı direnişten ziyade müzakereler, uluslara-rası baskı yoluyla İsrail’in ve uluslararası toplumun Filistin devletini kabul edeceğine inanmaktadır.

2006 yılında HAMAS, seçimleri kazanmasına rağmen uluslararası aktörler tarafından terör örgütü olarak ni-telendirildi ve görüşmelerde muhattap alınmayacakları belirtildi. Buna karşılık FKÖ halk desteğinden yoksun olsa da seküler ve ılımlı görünümüyle ABD, AB, BM ve Rusya, resmi görüşmelerin FKÖ üzerinden yürütüleceği beyan ettiler.

Bu hususlar Hamas-FKÖ ayrışmasının çıkmasında so-runların sadece bir kısmıdır. Bu tartışmaya Hamas başlı-ğında detaylı değinilecektir.

FKÖ’nün İsrail’le müzakerelerinin sonuç vermemesi neticesinde Filistinlilerin bu organizasyona desteği gün geçtikçe azalmakta, ancak uluslararası toplumda Filis-tin’in yegâne temsilcisi olarak kabul edilmektedir.

Page 52: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

52

1967 yılında Arap Milliyetçiler Hareketi’nin uzantısı olarak George Habaş tarafından üç Filistinli gurubun birleş-tirilmesi ile kurulmuştur. Marksist, milliyetçi bir düşünce yapısına sahip olan örgüt, siyasi söylemini “Kapitalizm ve Batı karşıtlığı” üzerinden gerçekleştirmektedir. FKÖ liderliğinde İsrail ile yapılan müzakere politikasına karşı çıkan örgüt, Filistin topraklarının özgürlüğünün İsrail’in yok edilmesi ile gerçekleşebileceğini savunmaktadır.

Örgüt, 70’li yıllarda aktif, sansasyonel ve spesifik eylemleriyle adından söz ettirmekteydi. Filistinli örgütler ara-sında uçak kaçırma eylemlerini ilk başlatan, aynı zamanda Filistin’de ilk istişhad eylemlerini başlatan örgüt olarak bilinmektedir.

Başlangıçta FKÖ çatısında bulunan örgüt ilerleyen tarihlerde çok derin bir ayrışma yaşadı. FKÖ’nün 1974’te ka-bul ettiği On Nokta Programı ile başlayan tavizkar tavrına karşı çıkmış FKÖ yürütme kurulundan çıkmıştır. Aynı olgu Oslo Müzakereleri sürecinde de yaşanmış, FHKC’nin muhalefeti 1996 seçimlerini boykot etmekle devam etmiştir. Her ne kadar 1999’da Kahire’de varılan uzlaşıyla beraber hükümeti tanısa da muhalif tavrını korumuştur. 2000 yı-lına kadar örgütün liderliğini yürüten George Habeş yerini Ebu Ali Mustafa’ya bırakmıştı. Ali Mustafa, 2001 yılında Aksa İntifadası sırasında şehit düştü. Yerine şu anda örgütü yöneten Ahmed Saadat seçildi. Saadat aynı yıl İsrail Tu-rizm Bakanı Rehavam Ze’evi’yi öldürtmekle suçlanmıştı, bunun üzerine Saadat, Yaser Arafat’a sığındı. Arafat da İs-rail makamları ile yapılan pazarlıklar sonucu, 2002’de ABD-İngiliz güçlerinin kontrolü altındaki Eriha hapishanesine Saadat’ı teslim etti. 2006 yılında ABD-İngiliz güçleri güvenlik şartlarını gerekçe göstererek cezaevinden çekilmiş ve cezaevi İsrail güçleri tarafından ele geçirilmiştir. Saadat, İsrail makamlarınca çıkarıldığı Askeri mahkeme tarafından 30 yıla mahkûm edilmiştir.

Kaynaklar:

Pappe Ilan , Modern Filistin Tarihi, Çev. Nuri Plümer, Phoenix Yay. İstanbul 2007

Mattar Philip, Kudüs Müftüsü Hacı Emin El-Hüseyni, Akademi Yay., İstanbul 1991

Acar Sezai, Filistin’de İngiliz Manda Dönemi (1922-1939), Kudüs Dergisi- Sayı: 2- Yaz 2003

Kışlakçı Turan, Emin El-Hüseyni’den Arafat’a Filistin Davası, Kudüs Dergisi- Sayı: 6- Kış 2005

Bölme Selin M. ve Ulutaş Ufuk, Filistin’de Siyasi Aktörler ve Partiler, SETA Kim Kimdir -Sayı :4-2012

Stein W. Kenneth, İntifada ve 1936-1939 Ayaklanması: Bir Karşılaştırma,Çev.Mehmet Cebeci, Dünya ve İslam Dergisi- Sayı: 13- Kış 1993

Şen Fatma, Onurlu Bir Kıyamın Önderi; Şeyh İzzeddin El-Kassam, Erdemli Duruş Gazetesi-Sayı:1-Kasım 2014

1- Her ne kadar Arafat’ın zehirlenerek öldürüldüğü ile ilgili ciddi iddialar mevcut olsa da kanıtlanmış değildir, ancak şu bir geçek ki 2004 yılı Filistin direniş hareketleri için kurucu iradeye sahip olan aktörlerin; Şeyh Ahmet Yasin, Abdulaziz Rantisi ve Arafat’ın öldüğüdür. 2-Oslo Anlaşması, İsrail lehine önemli hükümler getirmesine rağmen İsrail’deki aşırılar tarafından anlaşma şartları ülkelerine ihanet olarak değerlendirilmiştir. Oslo Anlaşmasının imzalanmasında rol oynayan dönemin başbakanı İzak Rabin, 1995 yılında Yahudi bir fanatik tarafından suikast sonucu öldürüldü.

Doğanın ve İnsanın Dirilişi:

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC)

Page 53: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

Doğanın ve İnsanın Dirilişi:

7. yüzyıl ile başlayan modernite, evreni/doğayı matema-tiksel olarak anlamaya ve açıklamaya çalışmıştır. Bacon, Ga-lileo ve Descartes’in öncülük ettiği bu yeni dünya tasavvuru çok geçmeden evreni/doğayı, daha sonra insanı mekanik bir yapıda kurgulamıştır. Evrene/doğaya ve insana yönelik mekanik görüş, var olan her şeyin (ki bunlar deneylenebilen ve gözlemlenebilenden ibarettir) açıklanabilir olduğu iddia-sını düşünsel alt yapısında barındırmıştır. Böylelikle modern olan bireyin topluma, tabiata ve dünyaya bakışı birçok me-selenin bilim aracılığı ile açıklanabildiği izlenimini vermiştir.

Mekanik anlayışla başlayan süreç, bir makine düzeniyle 21. yüzyılın postmodern dünyasına kadar gelişerek gelmiş-tir. Evrenin matematiksel olarak açıklanmasının getirdiği sonuçla beraber üretim araçlarının ve makineleşmenin art-ması da söz konusu olmuştur. Yaklaşık 400 yıllık bu süreçte birçok makine, elektronik cihaz, sanayi gibi araçlar üretil-miştir. Karl Marx’ın tarihe, insana ve doğaya yönelik “yaban-cılaşma” kavramından hareketle felsefi bakışı, modern ve postmodern dünyada çok kısa bir sürede gerçekleşmiştir. Karl Marx’ın bahsettiği “meta fetişizm” süreci insanı bütün yönleriyle sarmıştır. Araçlar hızlı hale gelirken insanın da araçların hızına paralel olarak hızlanması istenmiş. Bilahare üretmek, daha çok üretmek ve hep üretmek düşüncesiyle var olan bu düzen insanı kendisinden ve merkezden uzak-laştırmıştır.

İnsanın üretim araçlarını meydana getirme hızı arttıkça kendine “yabancılaşma” hızı da artmıştır.

Nevruz

Yusuf Muhsin ÖNALAN

1

erde

mli

duru

ş

53

Page 54: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

54

Peki mekanik dünya görüşü, makineleşme ile ‘’nevruz’’ arasındaki bağlantı nereden kaynaklanmaktadır?

Modern düşüncenin sadece Batı dünyası sınırları içe-risinde kalmadığı aşikârdır. Zamanla modern dünya ta-savvuru İslam/Doğu toplumlarına da sirayet etmiştir. Yani makineleşme süreci Doğu ve İslam toplumlarının yaşam sınırları içerisinde yer almıştır. Böylelikle Doğu’nun insan-ları gündelik hayatta makineleşmenin sirayetiyle birlikte iş yaşamının meşgaleleriyle meşgul olmaya başlamıştır. Doğulu/Müslüman bireylerin ve kitlelerin iş ve ev arasın-da geçen yaşam biçimleri bizi insana, topluma, tarihe ve önemli ölçüde evrene/doğaya yabancılaştırmıştır. Tam da bu noktada nevruzun önemi hasıl olmaktadır. Çünkü “yeni gün” anlamına gelen nevruz insanın insan ile buluşması-nı, insanın toplum ile birleşmesini, insanın evren/doğa ile bütünleşmesini ve insanın tarih/gelenek ile bağını kuvvet-lendirmesini sağlayan bir kültür olarak karşımıza çıkmak-tadır.

Farsça kökenli bir kavram olan nevruz İran bölgesine ait olmakla beraber farklı Doğu toplumlarında da görülür. İranlılar, Afganlar, Kürtler ve Türkler gibi birçok millet ta-rafından icra edilen nevruz yeni gün anlamına geldiği gibi yeni yıl, baharın gelişi yahut bahar bayramı anlamına da gelmektedir.

Farklı kültüre, geleneğe sahip olan insanların geçmiş ve şimdiki yaşamlarından hareketle anlamlandırdıkları baha-rın gelişini kutlama alışkanlığı binlerce yıldır Doğu halkla-rını Mezopotamya’dan Orta Asya’ya, Anadolu’dan Ortado-ğu’ya kadar birleşmemizi sağlayan bir güne tekabül eder.

Asırlardır var olan nevruz geleneği modern-mekanik dünya tasavvurunun tarihsel sahneye adım atmasıyla be-raber insanın insana, doğaya, topluma ve tarihe hızlı bir şekilde yabancılaşmasına meydan okuyan “diriliş günü-ne” tekabül etmektedir. Yani bir anlamda şöyle diyebiliriz. Nevruz, insanı gündelik hayatta kendisine yabancılaştıran tüm unsurlardan kurtulduğu gündür. Ben’in ben olduğu zamandır, kendisi ile buluştuğun yerdir.

Ali Şeraiti Hubut ve Kevir adlı kitabının nevruz bölü-münde yeni güne dair şu ifadeleri kullanır: “Her yıl, kendi yapay, sahte ve karmaşık işleriyle oyalanarak annesini (ta-biatı) unutan bu unutkan çocuk, nevruzun heyecanlı hatır-latmalarıyla onun kucağına yeniden dönüp bu geri dönüşü ve yeniden görüşmeyi onunla birlikte kutlar.’’

İnsanların birçoğu gündelik yaşamın işleriyle meşgul olurken dış dünya(tabiat) ve iç dünya (nefs) üzerine te-fekkür etmeyi unutur yahut ihmal eder. Baharın gelişiyle

insan, doğa ile nefsini bir araya getirir. Bu da insana kâinat ve iç dünyası üzerinde tefekkür etme imkanı sağlar. Çünkü insan nevruz ile uzaklaştığı özüne yaklaşır. İnsan nevruzla özüne döner.

Farklı Doğu toplumlarında asırlarca var olan nevruz kültürü zaman içerisinde farklı muhtevaları bünyesinde barındırsa da öz itibariyle insanların bütünleşmesine ve-sile olmuştur. Zerdüştlük ve İslam’ın etkisiyle, zaman içeri-sinde Müslüman halkların nevruza yüklediği anlam dini ve mitolojik bir boyut kazanmıştır.

Mitolojik bir öğe olarak nevruzNevruza dair mitolojik bilgiler daha çok Şerefhan’ın Şe-

refname adlı eseri ile Firdevsi’nin Şahname adlı eserinden elde edilmektedir. Şerefhan’ın ve Firdevsi’nin metinlerin-de farklı nüanslar olmakla birlikte nevruzla ilgili bir şöyle bir hikaye anlatılır.

M.Ö. 7. yüzyılda İran topraklarında uzun süre hüküm süren Cemşid adında bir hükümdar vardır. Hükümdar olan Cemşid uzun yıllar halkına iyi hizmet vermektedir. Fakat iyi hizmet etmenin verdiği özgüvenle çok büyük bir hata yapar. Kendisini tanrıyla kıyaslamaya başlar. Gösterdiği yanlış tavırdan dolayı tanrı tarafından cezalandırılır. Tanrı, Dahhak adında zalim bir kişiyi Cemşid’in başına bela eder ve Dahhak hükümdarı öldürerek tahta oturur. Bilahare zalim olan Dahhak’ın adaletsiz yönetiminden memnun olmayan halkın içerisinden Demirci Kava adında cesur bir adam çıkar. Bu cesur adam zulmeden hükümdara karşı ayaklanır ve Dahhak’ı indirip yerine Cemşid’in oğlu Feri-dun’u getirir.

Hikaye ana hatlarıyla bu minvalde şekillenir. Fakat hi-kayeyi önemli kılan kısım ise Farisilerin ve Kürtlerin nev-ruz geleneklerini anlatıdaki karakterlere atıfta bulunarak kutlamasıdır. Sözgelimi Farisiler Cemşid’in tahta çıktığı tarihin 21 Mart gün dönümünde olduğuna inanırlar ve Cemşid’in tahta çıktığı günü nevruz olarak kutlamaktadır-lar. Diğer yandan hikayedeki Demirci Kava ise Kürtler açı-sından önem teşkil etmektedir. Şerefhan’ın ve Firdevsi’nin metinlerinde Demirci Kava’nın Kürt olduğuna dair bir bilgi yoktur. Fakat 20. yüzyıldaki önemli yerli ve yabancı Kürt tarihçileri hikayedeki Demirci Kava’nın Kürt olduğunu söy-lemişlerdir. Ulusalcı Kürtler başta olmak üzere bazı Kürtler tarafından Demirci Kava’nın Kürt olduğunu söylemişlerdir. Ulusalcı Kürtler başta olmak üzere bazı Kürtler tarafından Demirci Kava Kürtlerin atası olarak görülmüştür. Nevruz Kürtler açısından Demirci Kava’nın zalim Dahhak’a karşı kıyam ettiği, özgürlük ve adalet mücadelesi vererek Dah-hak’ı tahttan indirdiği gün olan 21 Mart gün dönümüne tekabül etmektedir.

Page 55: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

55

Kürtler nezdinde nevruz, ataları Demirci Kava’nın zulme karşı özgürlük ve adalet mücadelesi verdiği hayatının önemli bir gününe denk gelmektedir. 21 Mart gün dönümü zulmün sona erdiği, adaletin başladığı gün olarak dü-şünülmektedir. Böylelikle Kürtler her bahar bayramında atalarını anarak zulmün sona ermesini kutlamaktadırlar.

Diğer yandan mevcut mitolojik hikayenin dışında nevruz geleneğinin sürdürüldüğü Türk kültüründe meşhur Ergenekon Destanı bulunmaktadır. Anlatıya göre Türkler 21 Mart gün dönümünde Ergenekon’dan çıkmış ve Çinli-leri yenerek intikamlarını almışlardır. Böylelikle Çinlileri yenerek dünyaya hâkim olmuş ve adaleti tesis etmişlerdir. Türkler nevruzu Ergenekon’a ithafen kutlamaktadır. Hatta İkinci Meşrutiyet sonrası İttihat ve Terakki Cemiyetinin yoğun taleplerinden sonra nevruz Ergenekon Bayramı olarak isimlendirilmiştir. İttihat ve Terakki Cemiyeti ile bir-likte baharın gelişi kutlamaları milli bir forma dönüşmüştür. Bu milli dönüşüm sadece Türk kültür ve geleneğine özgü bir özellik olarak ortaya çıkmamış aynı zamanda Safeviler sonrası İran bölgesinde nevruz dini ve milli bir forma dönüşürken 20. yüzyıl sonrası Kürtler nezdinde milli bir bayram halini almıştır.

Toparlamak gerekirse, Doğu halklarının diriliş günü olan “baharın gelişi” aynı günde fakat faklı coğrafyalarda ve milletlerde ortak duygunun yaşandığı zaman dilimine işaret eder. Doğu toplumları olarak, soğuk iklimlerin donuk hayatlarından doğaya ve insana yönelerek yeniden hayat buluruz. Bu toprakların insanları nevruzla birlikte farklı düşünceleri, gelenekleri, kültürleri ve hayatları temaşa ederek bir arada yaşama muhayyilesini kuvvetlendirirler. Farklılıkları bir arada tutabilen nevruz, kültürel emperyalizmin yoğun olarak hissedildiği günümüzde tek tip kültü-re karşı hâlâ sağlam kalabilmiş ve farklı kültür, gelenek ve fikirleri bir arada tutabilmiştir.

Herkesin nevruz günü kutlu olsun…

Page 56: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

“ merika şüphesiz tek bir barışın koruyucusudur. O

da İsrail’i, her türlü rakip ve direnişe; onu hedef olan gizli ve açık tehlikelere karşı koruyan barıştır.”

Modern dünya tarihinin en uzun soluklu mesele-lerinden biri olan Filistin sorunu 20. yüzyılın başlarına dayanır. Büyük imparatorlukların parçalanması sonucu ortaya çıkan ulus bazlı devletler yeni dünya düzeninin alametlerini taşıyordu. Özelikle İslam dünyasının aleyhi-ne gelişen olaylar dengeleri değiştirirken birileri de fırsat gözlüyordu. Yüzyıllardır dağınık bir halde yaşayan Yahu-diler ise bekledikleri boşluğu yakalamışlardı. İsviçre’nin Basel şehrinde Theodor Herzl başkanlığında toplanan Yahudiler bir yurt kurma kararı aldılar. Bu kararın İslam dünyasının zayıf dönemine denk gelmesi dikkat çekicidir. Artık yapılacak şey bellidir: Farklı yerlerdeki Yahudileri Filistin’de toplamak ve oradaki halkı da bir şekilde top-raklarından sürmek...

Dini ve politik argümanlar harmanlanarak Yahudi dini, milliyetçi bir kisve altında siyasi bir amaca bürün-dürülür. İnsanların dünyanın dört bir yanından toplaması için sadece dini bağ yetmeyeceğinden seküler milliyetçi gruplarla da el ele verilip Siyonist proje, ırkçı Yahudilik te-meline oturtulur. Daha önce kendilerine yapılan baskılar, haklılık nedeni görülüp patolojik bir şekilde Filistin top-raklarında ilerleyen Yahudiler, önce köy ve kasabalardan başlayarak tarihin en kanlı katliamları arasına girebilecek Deir Yasin Köyü’nde yaptıklarıyla insanlık dışı katliamlara imza atmışlardır.

Nehirden Denize Tek Bir Devlet:

FilistinElif GÜNER

A

erde

mli

duru

ş

56

Page 57: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

57

2 Ocak 1917 tarihinde İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour’un isminden gelen bir vaat mektubu deklare edilir. İngiliz vesa-yeti altında bulunan topraklarda bir Yahudi devletine sıcak gözle bakılır. Milletler cemiyetine de bu vaat eklenir. Açık bir şekilde desteklenen bu devlet aşama aşama büyütülür. Önce Yahudi ajansı ismiyle temsil kurum nezdinde bir ku-rum açılarak göç faaliyetleri özendirilir. Ardından gelen Ya-hudilere Filistin vatandaşlığı kazandırılarak Yahudi devletinin temelleri atılır. O topraklarda vasi olan İngiliz hükümeti de bu devletin siyasi idari ve iktisadi alt yapısından da sorumlu tutulur. Tüm bu alt yapı sağlandıktan sonra BM taksim planı devreye sokulur. Bu plan çerçevesinde Filistin topraklarının %54’ü Yahudi devletine bırakıldı. Devletin kurulması için bir takvim belirlendi. Kudüs ise uluslararası bir yönetime bıra-kıldı.

Proje fiilen uygulanmaya başlayıp İngiliz ordusu çekilince Yahudiler 15 Mayıs 1948 tarihinde yaşanan ve dengesiz bir çarpışma sonucu taksim kararında öngörülenden daha fazla Filistin toprağını ve Batı Kudüs’ü işgal ettiler. İşgal dışında kalan topraklar Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze şeridiydi. Yani İsrail Filistin devleti için ön görülen toprağın %77’sini işgal etti. İşgaller sonucunda milyonlarca insan mülteci ko-numa düştü. BM ise kararına aykırı olan bu işgali sona er-dirmek yerine daha çok Filistinli mültecilerin sosyal sorun-larıyla meşgul olmaya başladı. İsrail’in yaptıkları karşısında alınan karar ile dönüş hakkı Filistinli mültecilerin kendilerine bırakıldı. Dönmek istemeyenlerin ise kayıplarının maddi tazminatla giderilmesi bildirildi, ama İsrail bu kararları yine uygulamadı.

İngiltere’nin gözetimi ve katkıları altında kurulan bu Siyo-nist proje, yeni süper güç Amerika’nın desteğiyle büyümüş-tür. Amerika’daki Yahudi nüfusu, toplam nüfusun %2’sine tekabül etmesine rağmen kritik noktalarda yapılan lobi fa-aliyetleri ile İsrail destek noktasında sıkıntı yaşamamıştır. Amerika Filistin’e yapılan göçleri teşvik etmiş ve işgaller karşısında engelleyici veya yaptırım uygulayıcı müeyyidele-ri engellemiştir. BM, Filistin topraklarında İngiliz vesayetini kaldırdığını ifade ettikten sadece on bir dakika sonra Ame-rika İsrail Devletini tanımıştır. İsrail aleyhine alınan her türlü kararı veto ederek bu projeye desteğine katkısını sunmuştur.

1967 harbinde İsrail işgal topraklarını genişletti. Kudüs’ün kalan kısımları ile Mısır, Suriye ve Ürdün’ün bazı topraklarını işgal etti. BM’nin savaştan tam beş buçuk ay sonra aldığı karar sonucu iki prensip benimsendi:

a. İsrail silahlı kuvvetlerin son savaşta işgal ettiği top-raklardan(topraktan) çekilmesi

b. Bütün savaş hali ve iddialarına son verilerek bölge-deki tüm devletlerin egemenliğine, toprak bütünlükleri ve hayat haklarına, tanınmış güvenli sınırlarda barış içinde, güç veya güç kullanma tehdidinden uzakta kullanılması ilkesine

saygı gösterilmesi(242 sayılı karar)

Aslında bu karar ile İsrail’in Filistin topraklarına yönelik 1948 yılında gerçekleştirdiği işgal meşruluk kazanmış ve “Ortadoğu’da kalıcı ve adil barışı tesis etmek” adı altında ne olduğu belirsiz bir çözüm sürecinin de önü açılmış olmakta-dır. Girilen yeni süreç her türlü yoruma açık somut kritere dayanmayan bir zemine sahipti. Nitekim ilk prensipte yer alan toprak kelimesi, Araplarla İsrailliler arasında yorum farklılıklarına sebep olmuştur. Araplar “işgal ettiği topraklar-dan” yani 67 Savaşında işgal ettiği Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze şeridinin tamamından diye kabul ederken İsrail ise işgal ettiği bir topraktan diye kabul ederek Mısır, Ürdün ve bazı Filistin topraklarından çekilerek kararın gereğini yapmış sayılmaktadır.

Bu işgale misilleme olarak 1973 savaşı oldu. Mısır ve Su-riye ortak hareket ederek İsrail’e saldırdılar ve topraklarının bir bölümünü kurtardılar. Bu gelişmenin hemen ardından Güvenlik Konseyi alelacele toplanarak acil bir ateşkes kararı aldı. Kararın alınmasında sürat ve aciliyet Arap ordusunun biraz daha ilerleme kaydetmesini engellerken İsrail’in kay-bettiği topraklardan çekilmek zorunda kalmamasını sağla-mıştı.

Tüm bunlar olurken Filistin halkı yerel güçleriyle işgale karşı durmak için Lübnan’da direniş için alt yapı çalışmala-rı oluşturuyordu. İsrail güvenliğini bahane ederek 1978’in Mart ayında Lübnan’a saldırdı. Güvenlik Konseyi Lübnan’ın bütünlüğüne vurgu yapsa da İsrail oluşturduğu güvenlik hat-tını bahane ederek işgalini dolaylı olarak sürdürmüştür.

Arap Bloğunu Bölme Çalışmalarıİsrail, Arap bloğunu bölmek için belli girişimlerde bu-

lundu ve ilk sonucunu da Mısır-İsrail görüşmelerinden aldı. Camp David anlaşmasıyla İsrail Sina yarım adasından çekil-miş, Mısır da İsrail’in güvenliğini garanti edecek bütün ted-birleri alma taahhüdünde bulunmuştur. Mısır İsrail’le olan savaş sürecinden çıkmıştır. Ürdün de yıllarca yürütülen gizli görüşmeler sonucu benzer akıbeti yaşamıştır. Filistin ken-di içinden işgale karşı fiili bir karşılık vermek adına kurulan FKÖ’de Lübnan savaşında alt yapısı çökertilmiştir.

1987 yılının Aralık ayında yoğun işgal altında kalan Gazze Şeridi ve Batı Şeria’da halk direniş gösterdi ve intifada patlak verdi. Halkın tüm kesiminin katıldığı büyük mitingler, ekono-mik boykotlar, vergi direnişleri ve topraklarının askeri işgal altında olmasını protesto eden ulusal bağımsızlık talepli ey-lemler yapıldı. Uygulanan şiddet, zehirli gazlar tutuklamalar birbirini izledi. Sonucunda binlerce Filistinli şehit olurken sı-nır dışı edilen, İsrail hapishanelerine konulan binlerce insan işgale karşı geldiği için İsrail’in zulmüne uğradı.

İsrail’in Kuruluşu ve Sorunun Kökleşmesi

Genişleyen İşgal ve BM’nin Tutumu İntifadalar

Elif GÜNER

Page 58: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

58

Sapanından başka savunma gücü olmayan çocukların sembol olduğu bu gösterilere İsrail gerçek mermilerle ya-nıt verdi. 1987-1993 yılları arası Filistin’de sivil yaşam askı-da kaldı. BM genel kurulunca da belgelenen sokağa çıkma yasakları, yıkılan evler, isyanı bastırmak için ağır ekonomik baskılar yaşamı zorlaştırdı. BM endişe ile izledi(!) işgal mad-delerini hatırlattı. Bir dizi karar alındı, ama İsrail kendi huku-kunu uygulamaya devam etti.

Filistin Ulusal Konseyi 1988 yılında toplanarak iki siyasi karar aldılar. Birincisi Filistin sorunu için uluslararası kapsam-lı bir çözüm çağrısı diğeri de Kudüs’ün başkent olacağı Filistin Devleti’nin bağımsızlığının ilanı idi. Bu kararların dayanağını Genel Kurul’un 1947 tarih ve 181 sayılı kararına bağlandı. İntifadalar sürerken diplomatik çabalar da hız kazandı. Mısır, İsrail ve Amerika ayrı ayrı planlarını masaya koydular. Arap-lar ile İsrail arasında olan anlaşmazlık, üyeleri uluslararası zeminde buluşturmakta zorlanıyordu. 1990’lı yıllarda sona eren soğuk savaş dönemi ve Körfez Savaşı gibi yaşanan kü-resel değişiklikler Orta Doğu’daki durumu da etkiledi. 1991 yılında Madrid’de Amerika ve Sovyetlerin eş başkanlığında taraflar ilk defa yüz yüze geldi. 1993 yılında bu görüşmelere BM de dâhil edildi. Yaşanan sorunlara çözüm konusunda bir ilerleme kaydedilemedi. Ancak pek az kişi tarafından bilinen FKÖ ve İsrail görüşmesi Norveç’te sürüyordu.

Oslo anlaşması ile İsrail’le masaya oturan FKÖ heyetiyle İsrail arasında gerçekleşen on dört turluk gizli görüşmeler neticesinde Filistin Otonomi Yönetimi’nin temelleri atıldı. Anlaşmada barış için beş yıllık bir plan öngörülüyordu. Sa-vaşlara ve çatışmalara son verilerek karşılıklı siyasi ve meşru haklar tanınacaktı ve bütün bunlar da siyasal süreçler ile yü-rütülecekti. Oslo Anlaşması İsraillilere doğrudan güvenlik ve barış garantisi verirken Filistinlilere ise sonu belirsiz uzun bir yola atılacak ilk adımı oluşturdu.(Hizbullah/ Naem Qassam syf 174)

Tüm bu anlatılanlar aslında biraz timsah ve aslan hikâye-sine benziyor. Timsah ve aslan bir gün karşı karşıya gelmişler ve kimin kazanacağına dair aslan sormuş. Bunun üzerine dü-şünen timsah ise şu manidar cevabı vermiş:

“Eğer karada karşılaşırsak sen beni alt edebilirsin, ama ben seni suya çekersem kazanırım.”

Yazının asılını oluşturan “İki devletli çözüm mü, direniş mi?” sorusu burada anlam kazanıyor. Tarihsel süreç, yapı-lan tüm barış görüşmeleri ve müzakerelerin sonucu İsrail’in varlığını meşrulaştırmıştır. Filistin’de Siyonist bir yapının ku-rulması Filistin halkına karşı açık ve çirkin bir saldırıdır. Bu ülkenin halkını başka bir halkla yer değiştirmek, toprağın asıl sahiplerini dünyanın dört bir yanında mülteci durumuna düşürmek, hiçbir şartta iki komşu devlet arasındaki çatışma gibi görülemez. Bu bir devletin yok edilip yerine başka biri-nin kurulmasıdır.

Siyonist proje İngiltere desteği ile büyüyüp Amerika ile

gelişmiştir. Bilinmesi gerekir ki uluslararası koalisyon, Güven-lik Konseyi aracılığıyla münferit ya da kolektif bir şekilde bu projeye verdikleri desteği kestikleri anda İsrail tüm dayanak-larını yitirecektir. İsrail projesi şartlarını dayatmak için askeri gücünü kullanarak yayılma göstermiştir. Filistin’e komşu ül-kelerin topraklarını işgal etmesi bunun göstergesidir. İsra-il’in bu girişimlerinin sonucunda alınan uluslararası kararlar İsrail için bir tür molalar oluşturmakta, diğer işgale hazırlık yapmaktadır. Alınan her karar da bir önceki işgali tanımayı içermektedir. Eğer otoriteyi sağlayabileceklerini bilseler ve güçleri imkân dâhilinde olsa tüm Arap ülkelerini bir defada işgal ederlerdi. Fakat yaşanan tecrübe aşamalı olarak işgal edip bunu aşamalı bir şekilde meşrulaştırmanın daha doğru olduğunu göstermiştir. Buraya kadar gördüklerimizden hare-ketle şunu rahatça ifade edebiliriz ki İsrail sınırında durma-makta bilakis ümmetimizin geleceğini etkileyecek adımlarını arttırmaktadır. Güç ile karşılık verilmedikçe kapladığı yerde kalmaktadır. Erbakan’ın dediği gibi “İsrail ancak güçten an-lar.” İsrail uluslararası korumanın verdiği kolaylıkla bizi kendi sahasına sokarak yavaş yavaş bitirmek istemektedir. Oturu-lan masalardan hep eksik kalkılmıştır. İsrail ile mücadele et-menin en isabetli yolu onu direniş sahasına çekmektir. Karşı koymak hakkını en güçlü şekilde savunmak ancak bu şekilde mümkündür.

Uzun yıllardır fiili savaş hali, Arap rejimlerinin baskısı, birlik olmamanın verdiği direnç düşüklüğü kimi yerlerde yılgınlığa düşürebiliyor ve İsrail’in getirmek istediği nokta-ya çekebiliyor. Gelinen nihai noktada “iki devletli çözüm” diye sunulan seçenek, mevcut Filistin topraklarının dokuzda sekizini İsrail’e veren ve İsrail’in sadece 67 savaşında işgal ettikleri topraklardan çekilmesini yeterli gören bir öneridir. Planın önericileri İsrail’in varlığını borçlu olduğu küresel güç-lerdir. Nihai noktada amaç, İsrail’i kabul ettirip Ortadoğu’da İsrail’in varlığına yasallık kazandırmak ve normalleştirmektir. İçerdiği maddeler gereği aslında bir çözüm de vadetmemek-tedir. İki devletli denilse de öngörülen Filistin devleti İsrail’in güvenliğinden sorumlu, İsrail projesini baltalamaya yönelik her türlü direniş hareketini engellemek üzere konumlanmış ve o sebeple silah ve askeri ekipman içeren bir yapıdır. Coğ-rafi konum olarak da Arap ülkelerine hiçbir komşusu olmadı-ğı gibi tüm sınırları İsrail’le çevrelenmiştir.

Filistin’de mevcut işgal nereye varır, diye bakıldığında kar-şımıza iki seçenek çıkıyor. Birincisi masada var olan seçeneği kabul edip kanatları koparılmış kuş misali İsrail kontrolünde bir devlete razı olmak. Bu barış seçeneği adı altında konu-şulsa da barış içermediği ve İsrail’in asla bu çözüme razı ola-mayacağını bilmemek safdillik olur ve adil ve kalıcı bir çözüm olmaz. Çünkü İsrail’in ideali, denizden nehre tek bir devlettir

Barış Seçeneği ve İki Devletli Çözüm

Filistin’in Geleceği

Page 59: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

59

ve bu amaç uğruna bugüne kadar yaptıkları bizim nez-dimizde yapacaklarına teminattır. Uzun yıllardır orada bulunması o topraklarda meşru olduğuna da delil teşkil etmez. Ortada her şeyden önce adalet problemi vardır. Ve adil çözüm adına sunulan da bir halkın zayıf duru-mundan yararlanarak bir haksızlığın dikte edilmesidir. İsrail işgalci konumundadır ve ihtiyaç duyduğu şey iki devletli çözümle birlikte atılacak imza sayesinde sınırla-rını belirlemektir.

İkinci seçenek direnerek var olmak. Bu bizim İsrail sorununa nasıl baktığımızı da şekillendiren bir seçenek. İsrail ile Filistin arasındaki sorun iki komşu ülkenin sı-nır sorunu mu yoksa ontolojik bir sorun mu? Eğer İs-rail’i gayri meşru görüp tanımıyorsak var olan işgale de karşı çıkmak bir hak ve bunun da ötesinde bir farzdır. Çünkü ayette de belirtildiği üzere İsrail oğulları iki defa bozguna uğrayacak ve bu bozgun mukadder zamanını beklemektedir. Mescid-i Aksa için sabır ve metanetle çarpışanlar için de hadislerde vurgu yapılmaktadır. Bu mübarek topraklar kutsalın hakkını vermek ister. Orada ancak hak eden topluluklar bulunabilir. İsrailoğullları ne zaman azgınlaşıp böbürlendilerse o zaman bu toprak-lardan sürülmüşlerdir. Allah’ın bu topraklardaki takdiri için çaba gerekmektedir. Direniş karşısında yılgınlığa ise

Allah’ın vaadi karşı gelir.

Direniş kapsamına göre kısa vadede etkili sonuçlar doğuramasa da düşmanı yıpratmak esastır ve var olma biçimidir. Bugünlere gelene kadar biraz olsun İsrail’e set çekildiyse bu masa başlarında konuşulan çözüm yolları ile değil tabandan gelen direniş desteği sayesinde ol-muştur. Direniş İsrail’in en zayıf karnı alabilecek nokta-yı da hedef almaktadır. İsrail’in güvenliği onlar için çok önemlidir ve geri adım atacakları tek noktadır. Yapılan eylemler onların huzurunu kaçırmakta ve geri adım at-malarını sağlamaktadır. Çözüm için müzakere yolunu gösterenler için bile çözüm masada güçlü olmak adına direnişten geçmektedir.

İkinci seçeneği çözüm olarak görüyorsak direniş ve intifada kaçınılmazdır. İsrail’in kuruluşu bir asrı aşkın za-mana dayanmaktadır. Sürekli bir yayılma arz eder. Belli bir zamanla işgal -67 sınırları gibi- sınırlı tutulamaz. İs-rail’i tanımayı ön gören her çözüm de İsrail gibi kabul görülemez. İşgal tek bir yolla sonlandırabilir, o da işgal karşısında durularak. Bu gidişata dur denilmesi müm-kün olunamazsa Filistin diye bir kutsaldan bahsetmek ve özgür olmak mümkün görünmemektir.

Page 60: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

60

FİLİSTİN’E VEDArijinal ismi Farsça da “Hayatta Kalanlar” anlamına ge-

len film, Türkçeye “Filistin’e Veda” olarak tercüme edil-miştir. Film İran-Suriye ortak yapımı olup orijinal seslen-dirmeler Arapça’dır.

1995 yılında vizyona giren filmin yönetmenliğini ya-pımcı, senarist ve yönetmen olan Seyfullah Dad yapmış-tır. Filmin senaryosu da yine ona aittir. Filmin yapımcılığı Seyfullah Dad’in kurmuş olduğu Sina Film’e aittir. Seyful-lah Dad, “Güzellik arayışında olan Tahran” “Kani Manga” “Yağmur Altında” gibi filmlerin de yönetmenliğini yap-mış; Kani Manga filmi için Fajr Film Festivali Jürisi Altın Madalyası ödülünü, “Hayatta Kalanlar” filmi için ise Fajr Film Festivali Jürisi Crystal Simorh ödülünü almıştır. Fil-min müzik yapımcısı, İran’ın önde gelen bestecilerinden olan müzisyen Mecid Entezami’dir. Kendisi birçok filmin müzik yapımcılığını üstlenmekle beraber birçok da ödül almıştır.

İran filmlerinin yasaklarının filmde yer almamasının sebebi Suriye’de çekilmiş olmasıdır. Filmde Suriyeli ve

İranlı oyuncular yer almaktadır. Filmin başrolleri Selma el–Mısri (Safiye), Ciyana Iyd (latıfe), Cemal Süleyman (Doktor Said), Bassam Kossa (Yahudi film yapımcısı), Gassan Mesud (Şimon), Sabah Barakad (Hanna), Aladdin Coelho (Reşid)’e aittir.

1948 yılında Hayfa’da geçen ve Yahudilerin Filistin’e göçünü konu alan filmde, Filistinli ünlü bir yazar ve ga-zeteci olan Ghassan Kanfani’nin “Hayfa’ya Geri Dönün” adlı eserinden esinlenilmiştir. Film, Dr. Said ve ailesi çer-çevesinde Hayfa’yı; Hayfa merkezinde ise Filistin’i anlat-maktadır.

Senaryo Filistin’in İngiliz mandasında olan süreci ile başlatılmış ve işgal öncesinde yapılan bu hazırlıklarla bağlantı kurulmuştur. Filmde Siyonist işgalin, Manda yö-netiminin geri çekilmesinin hemen ardından gerçekleş-mesine de dikkat çekilmiştir.

“Filistin yanan bir orman gibi olmuş. Bir tarafı sön-dürdükçe öbür tarafı tutuşuyor. Bu yangından kim kur-

Hümeyra BEKTAŞ

O

Page 61: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

tulabilir? Tabi ki ormanın dışında olanlar.” İngiliz müfetti-şine ait bu sözler. İngiliz- Yahudi işbirliğinin, halkı, evlerini ve topraklarını bırakıp kaçmaya ikna etme ve “topraksız bir halk için, halksız bir toprak” düşüncesi ile Filistin’in şe-hirlerini boşaltma ve Yahudi olmayan herkesten arındırma amacını göstermektedir. Bu amaç için huzursuzluk yaratan eylemler, patlamalar, tehditler yapılmaktadır. Tehdit edi-len ailelerden birisi de İstasyonda yapılan patlamayı ger-çekleştiren Şimon hakkında şikâyette bulunan Dr. Said’dir. Yahudileri Filistin’e yerleştirmekle görevli ve adanmış bir Siyonist olan Şimon, Dr. Said’i yanına getirttirerek bir hafta içerisinde Hayfa’yı terk etmesi için tehdit eder. Dr. Said’le olan diyalogları Siyonist İşgalcilerin amaçları ve bu amaç için yapılan eylemlerin mantığını ortaya koymaktadır: “Biz Filistin’de milli bir Yahudi vatanı kuruyoruz. Sistemli ve planlı bir devrim yapıyoruz.” Ayrıca Şimon, yaptıkları katli-amlar için delil olan uydurulmuş şu ayeti de okur: “Onların her şeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme. Erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür.”(Tevrat, 1. Samuel böl. Ayet 3)

Şimon, Dr. Said’i daha fazla korkutmak ve canını yakmak için özellikle kardeşi ve ailesinin ölenler arasında olduğu Deir Yasin katliamını hatırlatır. Kudüs yakınlarında bulunan Deir Yasin köyünde Siyonist Irgun örgütüne bağlı militanlar tarafından yaklaşık 300 kadın, çocuk ve yaşlıların katledildi-ği olayı Şimon şu şekilde anlatır: “Halktan düşmanlarımızla işbirliği yapmamalarını istedik, ama bizi dinlemediler sonra onları öldürdük. Gerçek şu ki köyün bütün halkını topla-

dık ve üstlerine ateş saçtık.” Bu kadar basittir. Bizim ola-nı almak için öldürürsün. Yapılan zulüm tehdidin ötesine geçmiştir ve bu etnik temizlikten başka hiçbir şey değildir. Hitlerin yaptığı soykırımın mağdurlarından olan Yahudi-lerin, aynı zulmü Filistinlilere karşı yapmaları da ilginç bir durumdur. Şimon’un, “Eğer Hayfa’yı terk etmezseniz sizi ailecek denize dökerim.” tehdidine karşılık Said, “Zaten bu Hitler’den öğrendiğiniz tek şey.” olarak verdiği cevapla bu çelişkiyi dillendirmiştir.

Aileleri anneler vatanları ise babalar kurtarır. Dr. Said’in annesi (Safiye) ve babası (Reşid) bu cümlenin tam bir örne-ğidir. Safiye bir kızını doğum yaparken, bir evladını da Deir Yasin katliamında ailesiyle birlikte kaybetmiştir. Dolayısıy-la oğlu Said’in de yaşaması ve kendisine geri dönmesi için yüreği yanmaktadır. Ancak Filistin direnişçilerinden olan kocasını oğullarını Gazze’ye getirmek için ikna edememek-tedir. Reşid, Filistinlilerin kendi evlerini terk etmemeleri gerektiğini söylemekte ve “Ben insanları başka bir şey yap-maya ikna ederken sen benden bunun tersini istiyorsun. Yani oğlumu ve torunumu kurtarmak. Şimon, Siyonistler ve sen hepiniz tek bir şey istiyorsunuz; evlerimizi terk edip göç etmemizi. Herkes kendi menfaatini düşünürse ve onu ülke menfaatinin üstüne koyarsa o zaman ne olacak? Ko-yun sürüsüne dönüşeceğiz. Sessizce ve sakince yemlenir-ken, çevremizde olanları hissetmezken birden uyanıp bıçak boğazımıza dayanmış olacak.” diyerek Safiye’nin isteğine itiraz etmektedir. Safiye’nin oğlu ve torunu Ferhan için duy-duğu endişe bir baba olarak Reşid’i mutlu eder ve Said’in,

FİLİSTİN’E VEDAHümeyra BEKTAŞ

erde

mli

duru

ş

61

Page 62: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

62

yaşadıkları konusunda endişe değil de mutluluk duymasını ise ölümüne sebep olsa bile “Ben mutluyum çünkü oğlum Said Filis tin’den kaçmanın öldürücü hastalıklardan ve kan-serden çok tehlikeli olduğunu öğrenmiş oldu.” sözleriyle açıklar.

Ancak babanın bu açıklamaları anne yüreğinin acısını dindirmez. Safiye, Reşid’e: “Sanırım hayat sisteminde bü-yük değişiklik var. Adaletsiz bir sistem bu. Anne çocuklarını büyütürken siz erkekler durup bakıyorsunuz. Anneyi kendi halinde bırakıyorsunuz. Ticaret ve siyasete kaçıyorsunuz. Eğer bu fark olmasaydı dünya yeşil bir cennet olurdu.” söz-lerinin yazılı olduğu mektubu bırakarak Hayfa’ya oğlunun yanına gider. Bu süreçte İngilizler, Filistin’den çekilir ve toprakları Siyonist işgale teslim eder.

İngilizlerin bölgeye gelmesi ve çekilmesi ile ilgili kısa bir bilgilendirmede bulunalım:

Filistin yönetimi 24 Temmuz 1922’de Milletler Cemiye-ti’nin aldığı kararla İngiliz mandasına verilmiş, öncesinde 1917 yılında Arthur Balfour’un, siyonist Rothschild’e mek-tup göndererek İngiltere hükümetinin Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulmasını destekleyeceğini belirtmesi bu işgalin Siyonist bir yapıya büründüğünü göstermişti. Nitekim manda yönetimi kurulunca Filistin’e yapılan Yahu-di göçü ve toprak alımları hızlandı. Devamlı göç Filistin’in işgali demekti. 1929-1939 yılları arasında Avrupa’daki fa-şizmin şiddetlenmesi ile birlikte yaklaşık 250.000 Yahudi Filistin’e göç etmişti. Birleşmiş Milletler (BM) 1947 yılın-da Filistin’in bölünmesini öngören bir teklifi kabul etti. Bu bölünme planıyla, nüfusun yüzde 40’ından azını oluşturan, toprakların yüzde 10’undan daha azına sahip Yahudilere, Filistin’in yüzde 55’i bırakılıyor, Kudüs ve Beytüllahim’de-ki kutsal mekânların bulunduğu alanların yönetimini de Birleşmiş Milletler’e devredilmişti. 14 Mayıs 1948’de İsrail bağımsızlığını ilan etmiş ve hemen ertesi gün Filistinliler tarafından “Nakba(büyük felaket)” olarak adlandırılmıştı. Bir yılda 900 bin Filistinli yaşadıkları bölgelerden çıkmaya zorlanmıştı.

Manda yönetiminin çekilmesinin hemen ardından mil-li bir vatan arzusunun en aşağılık ve acımasız yüzü gözler önüne serilir. Sistem işlemeye başlar ve adım adım işgal gerçekleşir. Yahudi milisler Hayfa’yı ev ev pazaryerine bo-şaltır. Kadın, yaşlı, genç ve çocuklar sonlarına, merhamet dilenen gözlerle değil onurlu ve başları dik bir şekilde şahit olurlar. Hepsinin üzerine tereddütsüz bir işaretle ateş saçı-lır. Filimde bu kanlı sahneyi görmüyoruz. Ancak silahların gürültüsünü işitirken ve mermilerin yere çakılışını izlerken öfkeye kapılıyor ve katliamı seyrediyoruz. Hayfa çığlıklar altında kanlı bir şekilde acımasızca işgal ediliyor. Silahlı as-kerlerin ardından şehre tanklar giriyor. Evlerinden çıkarılan sokaklarda katliam yapılan Filistinlilerin evlerine Yahudi ai-

leler yerleştiriliyor. Sadece üç gün sonra Said ve Latıfe’nin evine Polonya’dan göç etmiş olan Hanna ve Koşen adlı ka-rı-koca yerleştiriliyor. Evde aç ve susuz bulunan Dr. Said’in oğlu Ferhan, çocukları olmayan bu aileye veriliyor ve ismi Moşe olarak değiştiriliyor. Dr. Said ve Latıfe’nin hayatları, evi ve eşyaları çalındığı gibi nesli de çalınıyor. Ev yeniden dizayn ediliyor. Eski fotoğraflar, resimler kaldırılıyor ve Ya-hudiliğin sembolleri yerleştiriliyor. Ve tüm bunlar sözleri, ateşli bir Siyonist İdelshon’a ait olan İbrani halk şarkısı “hava nagila” eşliğinde oluyor. Filistin müziklerine çok kısa süreler verilirken bu şarkı filmde sonuna kadar çalıyor. An-cak Filistin müziklerine de ağırlık verilmeli, mutluluk, gam, keder şarkılarla desteklenmeliydi.

Hayfa’da direniş başlamıştır. Gazze’de direnişçi olarak sadece Reşid gösterilmiş, Hayfa’da bu sayı sadece üçe çı-karılmıştır; Reşid, Safiye’nin yeğeni Gassan ve Gassan’ın sözlüsü. Bu durum zulmün boyutunun büyük olması ancak direnişin pasif görünmesine sebebiyet vermiştir. Bu üçlü bir eylem planlamıştır. Yapılacak olan eylem Tel Aviv’e gi-den bir treni patlatmaktır. Patlayıcı dolu valizi trene koya-cak kişi Reşid’dir.

Ancak Reşid bir eylem sırasında ölümcül bir şekilde yara almıştır. Trene konacak valizin sorumluluğu Safiye’ye kalır. Önce durumu kabullenmez çünkü biricik torunu Ferhan’ı daima Yahudi aileden kaçırmayı arzulamıştır. Ancak şimdi Tel Aviv’e varamayacak olan trende ikisi de olacaktır. Safi-ye’yi bu görevi üstlenmeye ikna eden ise trende Tel Aviv’e, Hayfa’da yaşananları tekrarlamak üzere giden Siyonist as-keri bir gücün olmasıydı ve trenin oraya varması yeni bir katliamın gerçekleşmesi demekti. Safiye, denileni yapar, Reşid’in Safiye’ye emanet ettiği eylem başarıyla sonuçlanır.

Filmde iki patlama gerçekleşir fakat iki olaya da kame-ra tutulmaz. Bu durum biraz basite kaçılmış olduğunu dü-şündürtmektedir. Fakat en sade ve yalın anlatımı ile bile film verilen mücadeleyi ve yapılan zulmü iyi bir şekilde göstermiş. Filmde yoğun duygular yaşamaları sebebiyle mi bilemiyorum Safiye ve Latıfe’nin hisleri her hallerine yan-sımış. Özellikle Safiye’nin Hayfa’ya ümitle geldiği ilk hali ile işgalden sonraki hali farklılaşmış, acı ve ıstırap yüzüne yerleşmiş.

Filistin’e Veda, şiddet sahnelerinin gösterilmemesi se-bebiyle ailecek, çocuklarla beraber izleyebileceğiniz bir film. Filmi izlerken kendinizi, Filistin’de bir direnişçi, Hay-fa’da bir anne, Gazze’de bir baba, Deir Yasin’de bir aile ola-rak düşünmeniz temennisiyle.

İyi seyirler…

Page 63: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

“Büyük bir ordu ve tek bayrak altında, eziyet edilen halkımıza tekrar kavuşacağız. Gerçek ve devrim biziz, Onlar ise fil sürüsünün sahibi Gerçek ve devrim nesil nesil takip ediyor her bir şahini Daha fazla taş atmalıyız ama bu kez çamur içinde olsun Asla diz çökme, itaat etme Ve onların hilelerine kanma Çıplak bacaklar zırh sahiplerinden daha güçlüdür! Hepimiz yok olsak bile tarih mutlaka yazacak: Bu halk topraklarına asla ihanet etmedi! Devrim bağlılıktır, devrim hayatın merkezidir...”

erde

mli

duru

ş

63

Page 64: erdemli duruş · 2019-01-02 · li Duruş dergisi anlam ve hakikat arayışının bizi sürüklediği bir evre olarak düşünülebilir. Yakla-şık 3,5 yıl süren gazete tecrübesinin

erde

mli

duru

ş

64

“Bir” sadece Filistin’de tüm sayılardan üstündür...