Editör’den - Somuncu Baba Dergisi...seren şu ifadeleri çok ibret vericidir: “İslâm...

19
1

Transcript of Editör’den - Somuncu Baba Dergisi...seren şu ifadeleri çok ibret vericidir: “İslâm...

Page 1: Editör’den - Somuncu Baba Dergisi...seren şu ifadeleri çok ibret vericidir: “İslâm öncesinde bizler, kadınlara hiç değer vermezdik. Ne zaman ki İslâm geldi, Allah onlardan

1

Page 2: Editör’den - Somuncu Baba Dergisi...seren şu ifadeleri çok ibret vericidir: “İslâm öncesinde bizler, kadınlara hiç değer vermezdik. Ne zaman ki İslâm geldi, Allah onlardan

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) İslâm toplumu-nu inşa ederken, insanı merkeze alan bir tebliğ metodu izlemiş, cinsiyeti esas almamıştır. Eşrefi- mahlûkat olarak yaratılan insanın, ‘halifelik’ onurunu ve sorumluluğunu ‘insana’, yani hem kadına hem de erkeğe yüklemiştir. Hz. Ömer (r.a.)’in İslâm öncesi cahiliye toplumunda kadının durumunu gözler önüne seren şu ifadeleri çok ibret vericidir: “İslâm öncesinde bizler, kadınlara hiç değer vermezdik. Ne zaman ki İslâm geldi, Allah onlardan söz ettiği zaman artık bir takım haklara sahip olduklarını anladık.”

Sahabe-i kiram efendilerimiz kadınların hukukuna riayet etmiş ve onların onurunu mu-hafaza etmişlerdir. Nitekim Abdullah İbn-i Ömer, bunu açıkça itiraf etmektedir: “Peygamber (s.a.v.) zamanında hakkımızda vahiy inmesinden korktuğumuz için kadınlar (aleyhine) söz etmekten, onların haklarını çiğnemekten ve onlara sert davranmaktan çekinirdik. Rasûlullah (s.a.v.) vefat edince onlara çok söz söyler olduk ve kusurlarımız da arttı.” Havle binti Sa’lebe hakkında Mücadele Suresi’nin nazil olması ve Rasûlullah (s.a.v.)’a gelerek: “Gördüğüm her şey erkekler hakkındadır, kadınlarla ilgili bir şeyi hiç göremedim.” diye serzenişte bulunan Ümmü Ammare el-Ensarî’nin bu sözleri üzerine “Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, taata devam eden erkekler ve taata devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevazı erkekler ve mü-tevazı kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah’ı çokça zikreden erkekler ve zikreden kadınlar, Allah bunlar için mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (33/Ahzab, 33) ayetinin inzal olması buna sadece bir örnektir.

İslâm’ın kadına kazandırdığı haklar hakkında batılı ilim ve fikir adamları da hayranlıkları-nı gizleyememiş ve bu hususta İslâmiyet’i methetmekten kendilerini alamamışlardır. Mesela: Stanley Lane-Pool der ki: “Muhammed’in kadınlara ait hususlarda yaptığı mühim derecede-ki değişiklikleri, hiçbir büyük kanun koyucu yapmamıştır. Kadınlara ait hükümler herhalde Kur’an’ın en ince noktalarına kadar, tedvin edilmiş olan ahkâmdır.”

Yine bu mevzuda Will Durant; “Muhammed, Arapların kız çocukları öldür-melerine son verdi. Hukuk davaları ile mali konularda kadını erkek-le eşit duruma getirdi. Kadın her meşru mesleğe girebilir; ka-zancını kendine alıkoyabilir; mala ve mülke varis olabilir ve servetini istediği gibi tasarruf edebilir.” demektedir. Asr-ı Saadet’te kadınların toplum içindeki itibar ve yerinin ne olduğunu anlamak için Peygamber Efendimiz (s.a.v.) zamanında kadınlarla ilgili uygulamalara bakmak ge-rekir. Hadis literatüründe kadın konulu bölümler tetkik edildiğinde Kütüb-i Sitte’nin kadın haklarını öne çıkaran hayız, nikâh ve talak bölümleri bunun en bariz örneğidir.

Editör’den...

2

Page 3: Editör’den - Somuncu Baba Dergisi...seren şu ifadeleri çok ibret vericidir: “İslâm öncesinde bizler, kadınlara hiç değer vermezdik. Ne zaman ki İslâm geldi, Allah onlardan

Aile EkiYıl: 4 Sayı: 39

Somuncu Baba Dergisi’nin Ücretsiz Ekidir.

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın YönetmeniBekir AYDOĞAN

Sorumlu Yazı İşleri MüdürüM. Hulusi ERDEMİR

Yayın EditörleriM. Nazmi DEĞİRMENCİ

Musa TEKTAŞ

Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK, Prof. Dr. Ali YILMAZ

Prof. Dr. Sebahat DENİZ, Prof. Dr. Bilal KEMİKLİProf. Dr. Abdullah KAHRAMAN,

Prof. Dr. Ali AKPINAR

Grafik Tasarım ve Uygulamaİrem BAYRAKTAR

Yapım

www.grafiturk.com.tr

Baskıİhlas Gazetecilik A.Ş.Tel: 0 (212) 454 30 00

Basım-Yayım-Dağıtım-PazarlamaVİSAN İktisadi İşletmesi

Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad.No: 71 (44700) Darende / MALATYA

Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79

MART 2018 / YIL: 24 - SAYI: 209

04

08

10 2024 28

1622

26 30

İslâmHukukunda Kadın

Çocuk Eğitiminde Kararlı ve Tutarlı

Davranma Niçin ve Kim İçin Yaşıyoruz

İslâm’daKadın Onuru

Ümmü Gülsüm (r. anhâ)

Hadislerde Cinsiyet Ayrımı Olmaması ve Kadınların Eğitimi

Ashâb-ı Suffa Efendilerimiz-II

Bilinçli Tasarruf ile Sadaka-i Cariye

Sohbet YoluGül Çiçek Hatun

Sümeyye Büşra YILDIZ

Hilal OTYAKMAZ Emine Büşra YÜKSEL

N. Nida DURAN

Hatice AKKAYA

M. Emin KARABACAK

Halide YENEN

Meryem KARATAŞ

Raziye SAĞLAM

Zühal ÇOLAK

Page 4: Editör’den - Somuncu Baba Dergisi...seren şu ifadeleri çok ibret vericidir: “İslâm öncesinde bizler, kadınlara hiç değer vermezdik. Ne zaman ki İslâm geldi, Allah onlardan

“KADIN”İSLÂM HUKUKUNDA

Sümeyye Büşra YILDIZ

İnsanlık tarihinde kadın, lâyık olduğu yeri ve itibarı, ancak İslâm’ın manevî iklimin-de bulabilmiştir. İslâm, kadının kişisel ve

toplumsal hayatında büyük bir değişiklik meydana getirmiş, ona üstün bir değer ka-zandırmıştır. Bunu daha net bir şekilde anla-yabilmek için, İslâm’dan önce, yani Cahiliye Dönemi’nde yaşamış olan kadınların toplum içindeki acınacak durumlarını bilmek yeter.

Güçlünün güçsüzü ezdiği, fakir, kimsesiz ve yoksulların horlandığı, vicdanların körel-diği, merhametten nasipsiz zalimlerin ve insafsız zorbaların kol gezdiği Cahiliye Dö-nemi’nde kadınlar, hanımlık haysiyetini ren-cide eden, insanlık dışı bir muameleyle karşı karşıya kalıyorlardı.

Örnek verecek olursak; kadın, çarşıdaki bir mal gibi alınıp bırakılıyordu. Hiçbir değeri yoktu. Kimse de; “Niye böyle yapıyorsun?” diyemezdi. Alışveriş malı gibiydi. Hiçbir hak-kı, üstünlüğü yoktu. Fakat İslâm’la birlikte Cenâb-ı Hak: “Kadın ve erkek farkı ayırma-dan; (İçinizde en keremliniz) Allah yanında en üstününüz, takva sahibidir.”1 buyuruyor. Bir defa kadın-erkeğin birbirine olan üstün-lüğünü ancak “takva”da olduğunu bildiriyor.

Yine Bakara Suresi 228. ayette ise: “…(Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi) kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır (buyuruyor). Yalnız erkeklerin (onların üzerinde) kadınlar üzerinde bir derece farkı vardır.” buyruluyor.

O bir derece de kadının himâye edilmesi, zor işleri erkeğin ifa etmesi, hanımların daha kendi yeteneklerine uygun işlerde bulunma-sı. Yani o bir derece farkı; erkeklerin bünye olarak güçlü-kuvvetli olması, hanımların daha narin yapılı olması. Bu bakımdan bu narinliğin getirdiği noksanlığı erkeğin telâfi

etmesidir. Çünkü erkek, daima bir zorluklar; ailenin gelirini temin edecek, onun birtakım çilelere daha ziyade erkek katlanacak, bir derece üstünlüğü vardır, buyruluyor.

Zira erkekler ve hanımlar üzerinde, Al-lah katında, fazilette bir fark yoktur. Ahzâb Suresi 35. ayette Cenâb-ı Hak: “Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mü’min er-kekler ve mü’min kadınlar, taate devam eden erkekler ve taate devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru hanımlar, sabreden erkek-ler ve sabreden hanımlar, mütevazı erkekler ve mütevazı hanımlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren hanımlar…” Velhâsıl devam ediyor böyle. Bunun devamında, sonunda: “…Allah’ı (zikreden) çok zikreden erkekler ve (çok) zikreden hanımlar var ya; işte Allah bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”

Burada, âyet-i kerîmeye baktığımız za-man, hanımlarla erkekler arasında ancak fark, fazilette bir fark var. Zira Cenâb-ı Hak: “(En ekreminiz) Allah indinde en kıymetliniz, takva sahibi olanınızdır.”2 buyruluyor.

Yine: “…Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri var (buyruluyor). Kadınlara da ka-zandıklarından nasipleri var…”3 buyrulmak suretiyle onların da bir mülkiyet hakkı bildi-riliyor. Daha evvel böyle bir şey yoktu. Mülki-yet hakkı bildiriliyor.

Yine bazı kişiler, Cahiliye Devri’nde mer-hametten nasipsiz kişiler, masum kız yavru-larını, çeşitli nedenlerden dolayı, anaların yüreğinden kopararak diri diri gömmeye gö-türüyorlar. Yani şer bir endişeyi, daha beter bir şeyle telafi etmeye çalışıyorlardı.

Cenâb-ı Hak : “Onlardan birine kız (do-ğumu) müjdelendiği zaman öfkesinden, yüzü kapkara olur. Kendisine verilen müjde-

“İslâm nazarında kadın, bir annedir. Şefkat, merhamet, hürmet duyulması ve nezâket gösterilmesi gereken; asil, nezih bir varlıktır. İslâm, kadını yalnız biyolojik bir varlık olarak görmez. Bu, kadının manevî yapısında büyük bir sabır, tahammül, şefkat ve merhamet

gerektiren terbiye etme özelliği vardır. Bu sebeple anne yüreği, çocuğun eğitim gördüğü bir yerdir.”

4 5

Page 5: Editör’den - Somuncu Baba Dergisi...seren şu ifadeleri çok ibret vericidir: “İslâm öncesinde bizler, kadınlara hiç değer vermezdik. Ne zaman ki İslâm geldi, Allah onlardan

nin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir (utanır). Onu, aşağılanmaya katlanıp yanın-da mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün?! (Karar veremezdi.) İşte bakın ki verdikleri hüküm ne kadar kötüdür.”4 buyuruyor.

İslâm nazarında kadın, bir annedir. Şef-kat, merhamet, hürmet duyulması ve nezâ-ket gösterilmesi gereken; asil, nezih bir var-lıktır. İslâm, kadını yalnız biyolojik bir varlık olarak görmez. Bu, kadının manevî yapısında büyük bir sabır, tahammül, şefkat ve merha-met gerektiren terbiye etme özelliği vardır. Bu sebeple anne yüreği, çocuğun eğitim gördüğü bir yerdir. Annenin ağzından çıkan her bir kelime, çocuğun şahsiyetine konulan bir tuğla gibidir.

Bu sebeple İslâm toplumunun çekirde-ğini oluşturan ailedeki müstesna rolünden dolayı hanım, cemiyetin billur bir avizesi gibi görülür. Zira o, nikâhın feyz ve nuru ile top-lumu aydınlatır. Nesli ve namusu korur. Evi tanzim düzenler. Malı muhafaza eder. Aile-ye ruhanî neşeler verir. Günah girdapları ve ahlâksızlık erozyonlarına karşı ailenin koru-yucu zırhı gibidir.

İslâm ile kadın, toplumda iffet ve fazi-let timsali görülmüş, yani evin baş tacı ola-rak görülmüştür. Bunun için de Peygamber Efendimiz buyuruyor: “Cennet (sâliha) an-nelerin ayakları altındadır.”5

Anne; merhamette, şefkatte zirvedir. Yani baba bunu yapamaz. Çocuk eğer uyumu-yorsa, anne de uyumaz. Çocuk açsa, anne de yemez. Fakat baba öyle yapamaz. Çocu-ğun altını baba bir sefer, iki sefer temizler, temizleyemez ondan sonra, iğrenir. Anne iğrenmez. Kısaca, kadınlara İslâm’ın verdiği hakları ve insanî değeri verebilen başka hiç-bir sistem yoktur ve mümkün değil.

Sâliha kadın, aslında toplumun gerçek

mimarıdır. Bir darb-ı meselde: “Bir erkeği ter-

biye edin, bir insanı yetiştirmiş olursunuz. Bir

kadını terbiye edin, bir aileyi, hatta toplumun

büyük bir bölümünü yetiştirmiş olursunuz.”

Tarihe baktığımız zaman da yüksek karak-

terli kişilerin arkasında daima sâliha bir anne,

sâliha bir hanım olduğunu görürüz.

Anne, ailenin huzurunu temin eden, gö-

nülleri aydınlatan âdeta billur bir avize gibi-

dir. Ailesine cennet saadeti bahşeden hoş

kokulu bir çiçek, saadet bahçelerinin en kıy-

metli tezyinatıdır o anne. Şefkat, merhamet,

iffet, edep, hayâ, tevazu, cömertlik, tefekkür

ve tahassüs ile zirveleşen bir fazilet abidesi-

dir.

Muhammed İkbal’in bir sözüyle yazımıza

son verelim. “Ey örtüsü namusunun perdesi

olan Müslüman kadın diyor. Senin yüzünde-

ki nur, iman kandilimizin sermayesidir. Top-

lum fidanının âb-ı hayatı sensin. Ümmetin

emanetini koruyan muhafız da sensin, mu-

hafaza eden de sensin. Fıtratındaki ulvî has-

letleri aklınla keşfet, kalbinle keşfet. Hazret-i

Fâtıma, senin için bir numunedir. Ondan gö-

zünü ve gönlünü ayırma. Ta ki senin dalında

da bir Hüseyin meyvesi çıksın. Gülistan, eski

mevsimine gelsin.” İnşaallah...

Allah’ım... Bizleri hanımlarına gerçek

değerini veren, cümlemizin yavrularını, kız

evlâtlarımızı İslâm fıtratı üzerine en güzel

sıfatlarla donanmış, ümmet-i Muhammed’e

rahmet olarak yetiştirmeyi nasip eyle. Âmin...

Dipnot

1. 49/Hucurât, 13.2. 49/Hucurât, 13.3. 4/Nisâ, 32.4. 16/Nahl, 58-59.5. Ahmed, III, 429; Nesâî, Cihâd, 6.

Taşları örtmeye çalışır bazı kır çiçekleri... Kusurları örtmek erdemdir yavrucuğum.

Aramızdaki taşları, kusurları örtmeye namzet kır çiçekleri ararım.

Ninem korkut;

Doğayı tefekkür ederken taşların üzerini örten kır çiçeklerinin o mazbut duruşu beni çok etkilemişti. Taşların sertliğini, dikliğini, toprağı acıtan yanını örtmeye çalışması bire-bir örneklikti bizim için. Elbette hatalarımızın çokluğu ile bozulmalar suçlar işlenmektedir. Bir Müslüman olarak önce kendi hatalarımızı düzeltmeye çaba vermekle başlayıp, tövbe ile devam ettirmek ve toplumda da kişileri yerden yere vurmak yerine ayıpları günahları hastalık bilip tedavi etmeye çalışmaktır amaç olan…

Duydun mu, gördün mü soruları nefsimi-ze sorulması gereken sorular olmalıyken biz bunu başkalarının yaşantılarına yönelttik hep.

Aralanan Her Ayıp, İçinde Dedikodu ve Zan Barındırır!

Sürekli kişilerin açıklarını konuşmak insa-nın ruhunu incitir, icraat yerine sürekli eleşti-rel düşünüp bakan bir kesim olmak bizi düşü-rür toplumun gözünden. Oysa bizim kişileri konuşup, kusurları açmaktan daha önemli işlerimiz var. Rabbimize kulluğumuzu insan-larla olan iletişimimiz ele verir.

“Büyük kafalar fikirleri, orta kafalar olayları, küçük kafalar kişileri konuşur.” (Çin atasözü)

“Müslümanların ayıplarını (ve gizli şey-lerini) araştırmayın...” (49/Hucurât, 12) diyen Rabb’im aile ve toplum huzuru için özen gös-termemizi istemiştir.

Rasûlullah (s.a.v.) bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır:

“Her kim bir Müslüman kardeşinin ayıp ve kusurlarını, kimsenin görmediği ve görmesini istemediği şeylerini örterse, Allahu Teâlâ da kıyamet gününde onun ayıplarını örter. Her kim Müslüman kardeşinin meydana çıkma-sını istemediği bir şeyini ortaya çıkarır ve dile verirse; Allah da onun ayıplarını, kimsenin bilmesini istemediği hallerini meydana çıkarır. Bu suretle kendi evi içinde de olsa onu rezil eder. Müslüman kardeşinin ayıplarını örten, bir ölüyü diriltmiş gibidir. “1

Öz olan hayata aktarmaktır doğru olan, Rabb’in bize bildirdiğini. Gözümüzle görsek dahi, kendimizden bile gizlediğimiz olsun Müslümanların ayıpları. Şekille uğraşan, açık arayan biri olmak bizi takvalı yapmaz. Birbiri-mizi koruyup hatalıkları kusurları tedavi etti-ğimiz sürece kardeş oluruz… Birbirimizi se-verek kat edeceğimiz mesafe hem kolay hem muhabbetli olacaktır…

Sevgi selam ve dua ile…

Nilüfer ZONTUL AKTAŞ

KUSUR ÖRTEN OLMAK

Dipnot

1 Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58; Tirmizî, Birr ve Sıla, 85.

6 7

Page 6: Editör’den - Somuncu Baba Dergisi...seren şu ifadeleri çok ibret vericidir: “İslâm öncesinde bizler, kadınlara hiç değer vermezdik. Ne zaman ki İslâm geldi, Allah onlardan

Tutarlılık; kişinin söyledikleriyle yap-tıklarının birbirleriyle uyumlu olması halidir. Çocuk eğitiminde tutarlılık; ço-

cukların sergilemiş oldukları aynı davranışlara anne babaları tarafından aynı tepkilerin veril-mesidir. Mevlâna Hazretleri’nin; “Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğü gibi ol.” sözünde olduğu gibi kişinin söz ve davranışları arasın-da çelişkilerin olmamasıdır. Başka bir ifadeyle söylem ve davranışların yer ve zamana göre değişmemesi ve süreklilik arz etmesidir.

Kararlılık ise; tutarlı olma adına kararları uygulamada ve devam ettirmede süreklilik arz etmesidir. Çocuk eğitiminde kararlı ol-mak demek; “evet ve hayırların” zorunlu ol-madıkça değişmemesidir. Başka bir ifadeyle çocuğa geribildirimler bugün farklı yarın farklı verilmemesidir.

Çocuk eğitiminde anne babaların takın-dığı tavır ve tutumlar, çocuk eğitiminde çok önemlidir. Çocuklar kararlı ve tutarlı davran-mayı da anne babalarından öğrenmektedir. Eşiyle ya da çevresiyle kararlı ve tutarlılık konusunda problem yaşayan anne babalar, bu konuda çocuklarına da olumsuz örnek oldukları bir gerçektir.

Anne babalar; kendi aralarındaki makul istekleri yapmamaları, kendi aralarındaki ile-tişim sıkıntıları çocuklar için bir model teşkil etmektedir. Bu durum çocukların anne ba-balarını hem model almalarına hem de onları ciddiye almamalarına neden olmaktadır.

Anne Babanın Tutarsızlıkları

Çocukların gelişim çağlarında anne ba-balar, söz ve davranışlarıyla çocukların ki-

M. Emin KARABACAK

KARARLI VE TUTARLI DAVRANMAÇOCUK EĞİTİMİNDE

“Çocuk eğitiminde anne babaların takındığı tavır ve tutumlar, çocuk eğitiminde çok önemlidir. Çocuklar kararlı ve tutarlı davranmayı da anne babalarından öğrenmektedir. Eşiyle ya da çevresiyle kararlı ve tutarlılık konusunda problem yaşayan anne babalar, bu konuda çocuklarına da olumsuz örnek oldukları bir gerçektir.”

“Kişilerin ruh halleri olaylara farklı tepki vermelerine neden olsa da çocuklar, anne babalarının yaşadıkları duygu yoğunluklarını düşünemedikleri için her zaman doğal olmaya çalışırlar. Anne babalarının değişen tepkileri çocukların

da tutarsız hareket etmelerine neden olmaktadır.”

8 9

Page 7: Editör’den - Somuncu Baba Dergisi...seren şu ifadeleri çok ibret vericidir: “İslâm öncesinde bizler, kadınlara hiç değer vermezdik. Ne zaman ki İslâm geldi, Allah onlardan

şiliklerine yön verdikleri herkesin malumu. Anne babaların söz ve davranışlarındaki tu-tarsızlıklar, çocukların kişiliklerini de olum-suz etkilemektedir. Annenin izin verdiğine baba izin vermiyorsa ya da babanın koyduğu kuralı anne kaldırıyorsa çocuk eğitiminde bir tutarsızlık vardır. Yine anne babanın yasak-ladığı bir şeyi büyükanne ya da dede tarafın-dan “O daha çocuktur, bırak yapsın!” denili-yorsa yine bir tutarsızlık vardır. Bu gibi tutar-sızlıklar çocuklarda kafa karışıklığına neden olmakta neyin doğru neyin yanlış olduğunu öğrenememelerine neden olmaktadır.

Yine anne babaların normal zamanlar ile duygu yoğunluğu yaşadığı zamanlarda ver-dikleri farklı tepkilerde çocukları olumsuz etkilemektedir. Anne babalar; normal zaman-larda çocukların yaramazlıklarına gülüp ge-çerlerken; canları sıkkınken bayramlık ağzını açarlarsa bir tutarsızlık vardır. Bunun yanında çocukların olumlu davranışlarına karşı abartılı sevgi ifadesi kullanılıp ardından da çocukların en küçük olumsuz hareketlerinde nefret ifa-deleri kullanılıyorsa anne babanın duyguların-da da bir tutarsızlık vardır demektir. Kişilerin ruh halleri olaylara farklı tepki vermelerine neden olsa da çocuklar, anne babalarının yaşadıkları duygu yoğunluklarını düşüneme-dikleri için her zaman doğal olmaya çalışırlar. Anne babalarının değişen tepkileri çocuk-ların da tutarsız hareket etmelerine neden olmaktadır.

Kararsızlık ve Tutarsızlığı Nasıl Öğretiyoruz?

Çocukların istediklerini aldırma ve de-diklerini yaptırma konusunda ağlamalarına, sızlanmalarına hepimiz şahit olmuşuzdur. Çocukların olmadık isteklerine karşı; “Yok yok”un, “Hayır”ın, “Sus sus”un, nasihatin ve hatta cezanın dahi fayda etmediğine şahit olmuşuzdur. Çocukların olmadık istediğine

karşı bizim tepkimiz ise; sadece “Al şunu da kapat çeneni!” olur.

Çocuklar isteklerini yaptırma ve aldır-ma konusunda anne babalarını zorladıkları özellikle iki yer vardır. Biri alışverişte diğeri de misafirlikte. Çocuklar anne babalarının bu gibi yerlerde isteklerine hayır diyemedikleri-ni çok iyi bilmektedirler. Çocuklar alışverişte iken hoşuna giden bir şey gördükleri zaman anne babalarından önce sessiz ve kibarca is-terler. Anne babalarının hayır cevabına karşı bu sefer normal bir sesle isterler. Kendilerine verilen olumsuz cevaba rağmen isteklerini bu seferde yüksek sesle isterler. İstekleri yine anne babaları tarafından geri çevrilirse bu sefer ağlama kozunu kullanırlar. Eğer bunda da başarılı olmazlarsa kendilerini yerlere atıp ağlayarak isteklerini aldırtmaya çalışırlar.

İşte bu durumda anne babalar rezil olma-mak adına çocukların isteklerini yerine geti-rirlerse çocuğa bundan sonra ben almazsam, isteklerini bu şekilde isteyerek aldırtabilirsin mesajı verilmektedir. Başka bir ifadeyle önce kibarca iste. Almazsan yüksek sesle iste. Yine alamazsam ağlayarak iste. Yine olmadı yerlere yatarak ağlayarak iste. İşte o zaman ben rezil olmamak adına alıp veririm mesajı verilir. Bu mesaj sonrası çocuklar, olmayacak isteklerini anne babalarından nerede ve nasıl isteyeceklerini öğrenmektedirler.

Oysa anne babalar, çocukların yersiz ve zamansız isteklerine karşı verdikleri hayırların arkasında kararlı bir şekilde durmuş olsalardı, çocukların isteme şekillerini de disipline etmiş olurlardı. Evet, anne babalar, bu gibi yerlerde bir iki kez rezil olurlardı ama çocuklara hayır-larını evet’e, evetlerin de hayırlara dönüştüre-meyeceklerini öğretirlerdi. Başka bir ifade ile çocuklar, anne babalarının bir konuda kafayı kaldırıp hayır dediğine ne yaparsan yap evet dedirtemeyeceklerini öğrenirlerdi.

Bu ve buna benzer örnekleri çocukların yemek yeme konusunda da yaşanmaktadır. Çocuklar genelde öğün saatlerinde sofraya oturmak istemezler. Annelerde sofraya otur-mayan çocuklara tepki olarak diğer öğüne kadar hiçbir şey vermeyeceklerini söylerler. Aradan biraz zaman geçtikten sonra karnı acıkan çocuk, annenin etrafında dolanmaya başlar. Ardından da acıktığını ve bir şeyler istediğini sözel olarak ifade edemese de dav-ranış olarak ifade ederler. Anneler burada çocuklara karşı kararlı davranmazlarsa evde sürekli yemek yeme problemi yaşanacaktır. Çocukların burada öğreneceği sizin öğün saatiniz değil ben istediğim zaman yemeği-mi yerim olacaktır. Oysa anneler, verdikleri kararların arkasında durup kararlı bir şekilde dursalardı çocuklar, öğün saatlerinde yemek için sofraya oturmasını öğreneceklerdi. Bu da evin kuralları öğretme adına hem kendile-ri rahat edecekti hem de çocuğun kişiliğine olumlu katkı sağlayacaktı. Bunun sonucun-da çocuklar ilerde verdikleri kararlarda ka-rarlı ve tutarlı davranma konusunda bir kişilik geliştireceklerdir.

Anne Babalar Ne Yapmalı?

Anne babalar çocuklarını eğitip yetişti-rirken, söylem ve davranışlarıyla kararlı ve tutarlı davranmaları gerekir. Söylediği sözü hayatında yaşayıp uygulamayan ve konuda çocuklarına uygun model olamayan anne babalar, söyleyecekleri sözlerinde hiçbir faydası olmayacaktır. Özü sözüne uymayan ve söylemleri sadece sözde kalan anne ba-baların sözleri de çocukların yanında hiçbir değeri olmayacaktır. Cenab-ı Hak; “Ey iman edenler niçin yapmayacağınız şeyleri söyler-siniz.”1 buyurmaktadır.

Bir gün Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Ab-dullah bin Amr’ın çocukluğunda, evlerinde mi-safir iken, annesi ona bir şey vereceğini söyleye-

rek yanına çağırdı. Rasûlullah Efendimiz çocuğa ne vermek istediğini sordu. Annesi hurma vere-ceğini söyledi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.); “Eğer aldatıp bir şey vermeseydin sana bir yalan yazılmış olurdu.” buyurdu.2

Anne babalar çocuklarla ilişkilerinde tu-tarsızlıktan uzak durma adına yalandan da kaçınmaları gerekir. Çünkü bugün birçok tutarsızlığın temelinde yalan yatmaktadır. Birçok anne baba ev içi kuralları koyma ve uygulamada yaşadıkları tutarsızlıkları açık-lamak için yalana sığınmaktadırlar. Yalana sığınmamak ve çocukları ikilem içinde bırak-mamak için kuralların nedenleri ve amaçları açık açık izah edilmelidir. Bu da çocukların aile hayatında kadar okul ve toplumsal ha-yatta da neleri yapmaları ya da neleri yapma-maları gerektiğini öğretecektir.

Anne babalar, koydukları kurallarda tu-tarlı olmaları kadar bu kuralları uygulamada da kararlı olmaları gerekmektedir. Televizyon seyretmek, cepten internete girmek yemek yerken ve ders çalışırken yasaksa bu kural her zaman uygulanması gerekir. Bunun ya-nında annenin koyduğu kuralı baba, babanın koyduğu kuralı anne kaldırmamalıdır.

Sonuç olarak çocukların günlük hayatta olduğu gibi ileriki hayatlarında da dengeli ve tutarlı bir kişilik geliştirmeleri için öncelikle anne babaların dengeli ve tutarlı davranma-ları gerekir. Çocukların gözünde anne baba-lar, özel hayatlarında farklı toplumsal hayatta farklı davranıyorsa çocukların tutarlı davranı-şı öğrenmeleri de çok zor olacaktır. Çocukla-rın gözünde anne babaların saygınlıklarının azalmaması için her zaman her yerde kararlı ve tutarlı olmaları gerekir.

Dipnot

1. 61/Saff, 2.2. Ahmed b. Hanbel, 3/447.

10 11

Page 8: Editör’den - Somuncu Baba Dergisi...seren şu ifadeleri çok ibret vericidir: “İslâm öncesinde bizler, kadınlara hiç değer vermezdik. Ne zaman ki İslâm geldi, Allah onlardan

Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “Ya Rab! Beni fakir olarak yaşat, fakir olarak canımı al ve fakir olarak haşret.” buyur-

muşlardır. Âmin, âmin, âmin...1

Ya Rab! Bu âcizi kıl aşina ehl-i suffa ile hem-dem

Kilk-i bekada varlık zübden yansın her âlem

Ehl-i suff’un var himmetine bil hakikat içre dem

Marifet kapusunda ol can-ı canana yek-pare ten!

Ashâb-ı suffa efendilerimizi anlatmaya ne kelimeler, ne de sayfalar yeter. Onlar İs-lâm’ı mebdeinden özümsemişler ve insanlık için bu özü neşv ü nemalandırmışlardır.

Suffanın seçkinlerinden olan Mus’ab b. Umeyr Uhud’da şehit olduğu zaman yaşanı-lanları suffalı olan Habbab b. Eret şöyle an-latmaktadır: “Biz Allah için Hz. Peygamber ile Medine’ye hicret ettik. Ecir ve mükâfatımızı Allah’tan bekliyoruz. Arkadaşlarımızdan dünya nimetlerinden hiçbir şey tatmadan ahirete gidenler olduğu gibi, hicreti tadan-lar da oldu. Mus’ab hiçbir nimete ulaşma-dan ahirete giden dostlarımızdandır. Uhud günü şehit olduğunda biz onu saracak bir kefen bulamadık. Onun kaftanı vardı. Başını örtünce ayakları, ayaklarını örtünce de başı açılıyordu. Rasûlullah (s.a.v.) şehidin başını örtmemizi ve ayaklarının üzerine ‘izhir’ deni-len otu koymamızı emir buyurdular.”

Suffa mensuplarından Vâsıle: “Suffalıların hiçbirinin üzerinde tam bir elbisesi yoktu.” buyurmuştur. Onların tek yaşama gayesi Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ilmi, sohbeti idi. Hayat-ları sadece Hakk’a tevekkül, teslimiyet idi. Sabah karınlarını doyurdular ise şükreder, hamd eder, zikreder; sonrasını düşünmez-lerdi. Onların yaşama standartları hayatta

kalabilecek anlayışına bağlıydı. Bir suffanın Hakk’a vuslatından sonra bıraktığı miras: “İki dirhem ve iki dinar idi.” Yüce Rabb’imiz onlar hakkında: “Ey Muhammed, sabah ve akşam Rab’lerinin rızasını umarak dua edenlerle sen de sabret, nefsini tut! Bunların dünyevî bir maksatları yoktur.”2 buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.) de: “Şayet size ileride na-sip olacak nimetleri bildirsem bugünkü du-rumunuza üzülmezdiniz.” buyurmuştur. Bu müjdeye göre suffa ehlinden sonraları belirli devlet makamlarına getirilenler eski hayat-larını yaşamaya devam etmişlerdir. Ellerine geçenleri dağıtmışlar, varlık içinde yokluk ile fakir suffa hayatlarına devam etmişlerdir. İşte onlar hayatı bu ölçülerde yaşamışlardı.

Ashâb-ı suffanın manevî özelliklerinden bahislere bakalım: Onların manevî eğitimleri zikir, sohbet, ilim, cihad, irşad üzerine kuru-ludur. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bütün hutbe, vaaz ve sohbetlerini dinleme imkânı elde etmişlerdir. “Rasûlullah’ın hiçbir vaaz ve nasi-hat toplantısı yoktur ki içinde ehl-i suffadan birileri olmasın.” Onlar Hz. Peygamber’in her hâline şahit olmuşlardır. Ehl-i suffa bu vaaz-ları ezberler ve diğerlerine naklederlermiş. Kur’ân tahsil eder, geceleyin namaz kılar, gündüzleri oruç tutar ve diğer zühd ve takva şartlarını yerine getirirlermiş. Bazıları dünya ile ilgili ağızlarına bir kelime bile almaz, kimi-lerinin de gözleri yaşla dolu olurmuş. Suffa ehli farklı diyarlara davetçi ve muallim olarak hicrete gönderilirlermiş. Bu muallimlik vazi-fesine gelene kadar sohbet, halvet onların manevî eğitimi olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.)’e her açıdan varis olanlar bu zümre-den çıkmıştır. Ebû Hureyre, İbn Ömer ve Ab-dullah b. Mesud gibi âlim sahabeler ile Sel-man b. Farisî gibi ârif ve zâhid sahabeler de onlardandır. İbn Mes’ud gece gündüz Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hizmetinde her an ha-

ASHÂB-I SUFFA EFENDİLERİMİZ-II

Hilal OTYAKMAZ

“Onların tek yaşama gayesi Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ilmi, sohbeti idi. Hayatları sadece Hakk’a tevekkül, teslimiyet idi. Sabah karınlarını doyurdular ise

şükreder, hamd eder, zikreder; sonrasını düşünmezlerdi. Onların yaşama standartları hayatta kalabilecek anlayışına bağlıydı.”

12 13

Page 9: Editör’den - Somuncu Baba Dergisi...seren şu ifadeleri çok ibret vericidir: “İslâm öncesinde bizler, kadınlara hiç değer vermezdik. Ne zaman ki İslâm geldi, Allah onlardan

zırdır. O’nun (s.a.v..) asasını tutar, önünde ve arkasında yürür, uyuduğunda uyandırır, özel eşyalarını taşırdı. Onlar bu şekilde kalbî, fiilî zikir ile sürekli meşgul olmuşlardır. Ashâb-ı suffa böylelikle Allah için de birbirlerini kol-lar, birbirlerinin ihtiyaçlarını giderir ve birbir-lerini çok severmiş.

Allah, ashab-ı suffaya Peygamber’ine na-sip ettiği hayatı bahşetmiştir. Tevazu, sabır fakr, dünyayı ehline bırakma, terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i terk, gibi manevî kaideler ile şereflenmişler ve kıyamete kadar insanlı-ğı da şereflendireceklerdir. Onlar nefislerini sürekli Hakk’a adadıkları vakitleri ile terbiye etmişlerdir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) onların dünyadan boşalmış gönüllerini sena ederdi. Ebû Hu-reyre her gece on iki bin tesbih çekermiş. Hz. Peygamber (s.a.v.) bir gün suffanın yanına girdiğinde içlerinde Hazreti Selman’ın da ol-duğu bir topluluğun zikir halinde olduğunu görür ve: “Söylediklerinize devam edin, ben üzerinize rahmet indiğini görüyorum. Size katılmayı çok isterdim. Kendileri ile beraber olmam için nefsime sabır tavsiye edilen kim-seleri ümmetimden kılan Rabb’ime hamd ol-sun.” buyurmuşlardır.

Ashab-ı suffadan olan Ebu’d-Derdâ: “Allah’ı görüyor gibi kulluk edin, kendinizi ölüme hazırlayın. Size yetecek az mal, sizi meşgul edecek çok maldan hayırlıdır. İyilik kaybolmaz, kötülük ve günah unutulmaz.” Abdullah b. Abbas’ın rivayetlerine göre Efen-dimiz (s.a.v.) ehl-i suffanın kapısında durdu. Onların onca fakirlik ve zorluklara rağmen kalplerinin hoş olduğunu görünce buyur-du ki: “Ey suffa ashabı, size müjdeler olsun. Sizden kim bugünkü olduğu hâle razı olarak kalırsa o kıyamet gününde benim en yakın arkadaşım olacaktır.”

Onları Allah’ın zikrinden hiçbir dünya

varlığı alıkoyamamıştır. Dünyada kaybettik-

lerine üzülmedikleri gibi ahiret için kazan-

dıklarına da sevinip güvenmemişlerdir. Onla-

rın huzurları daim Hak ile oldukları zaman,

hüzünleri ise değerlendiremedikleri vakitleri

içindir. Onlar Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ma-

nevî ikram, dua ve teveccühlerine de sürekli

mazhar olmuşlardır. Ebû Hureyre kendisinin

ezberleme gücünün Nebevî dua ile gerçek-

leştiğini anlatır. Ebû Hureyre, bu kabiliyet ve

ezberleme gücü ile Efendimiz (s.a.v.)’den

çok ilim ezberlemiştir. “Rasûlullah’tan iki

kap dolusu ilim aldım. Bunlardan birini hal-

ka saçtım, diğerini meydana çıkaracak ol-

sam benim şu boğazım giderdi.” Bu, ashâb-ı

suffanın hakikat sırlarına vakıf olduklarının

işaretidir. Rabb’imiz onların vesileleri ile kı-

yamete kadar bu hikmetleri yeryüzünde var

edecektir.

İfadelerimizi Hz. Peygamber (s.a.v.)’in

suffa ehlinden olan Ebû Zer’e tavsiyeleri ile

bitirelim. “1- Fakirleri sev ve onlara yaklaş.

2- Maddî yönden kendimden aşağı olanlara

bak; yukarı olanlara bakma. 3- Hiç kimseden

bir şey isteme. 4-Onlar gelmezlerse bile ya-

kın akrabayı ziyaret et. 5- Acı da olsa hakkı

söyle. 6- Allah hakkında hiçbir kınayanın kı-

namasından korkma. 7- Arşın altında bir ha-

zine olan ‘Lâ ilâhe illalah’ı çok zikret.”

Yüce Allah bizlere, salih zürriyetlerimize

bu tavsiyelere daim uymayı nasib ü müyesser

eylesin. Aşk ile kalınız.

Dipnot

1. Bu yazının hazırlanmasında H. Kamil Yılmaz Hoca’nın Tasavvufi Açıdan Ashâb-ı Suffa adlı makalesinden yararlanılmıştır.

2. Kehf 18/28.

Ulusal bir TV kanalında yazar olarak ko-nuktum. İbretli hayat hikâyesi ekrana yansıtı-lan bir hanım geldi stüdyoya. Kendisini görür görmez acılarının yüz çizgilerine sindiğini hissettiğiniz bir kadındı. Hikâyesi şöyleydi:

“Uzun yıllar kocasıyla birlikte bebek is-temişler, yıllar sonra bir bebekleri doğmuş. Lakin bir hastalığa yakalanmış bebek. Bo-ğazından sürekli bir hortuma bağımlı olarak yaşama mahkûm olmuş. Tükürüğünü yutar-ken bile boğulabilirmiş ve bu yüzden gece gündüz 24 saat birisinin sürekli başında uyanık olarak beklemesi gerekliymiş. O kadın bir yıldır bebeği başında böyle bekliyormuş. Eşi işten gelince nöbeti devralıyor, yardım ediyormuş ve kendisi depresyon haplarıyla ayakta duruyormuş. ‘Ya Rabb’im! Ne ağır bir imtihan! Canın çıksa evladını bırakıp uzakla-şamazsın. Tuvalete gitsen korku içerisinde aceleyle geri dönmeye çalışırsın, gözlerin yas-landığın yerde uykuya dalar, azıcık bir iniltiyle yerinden fırlarsın. Evden dışarıya çıkamazsın, pencereye bile yaklaşırken çekinirsin. Bilirsin ki gerektiği saniyede orada olmaz da müda-hale edemezsen, bebeğin ihmalin yüzünden boğulacaktır. Ne zor!’ Stüdyoda hanımı teselli etmeye çalışırken lafı geveledim, adeta saç-maladım. Ne diyebilirim ki! Gerçekten feci bir zorluk! Ancak kalbimden geçti, ‘Allah’ım, Sen

hikmetsiz zerre iş yapmazsın. Elbette bu tak-dirinde de bir hikmetin vardır. Rahmet buyur, yardım et!”

Bu olaydan sanırım bir yıl sonra, o progra-mın yapımcısı, aynı kanalda aktif rol aldığım başka bir programın yapıcısı oldu. Bir sohbet sırasında o olayı hatırlattım kendisine ve o hikmeti çözemediğimi söyledim. Bana bak-tı. “Hocam, şimdi size bir şey söyleyeceğim, şaşıracaksınız.” dedi. Heyecanla gözlerimi diktim.

O programdan sonra o hanımla stüdyo ar-kasında sohbet etmiştik. Bana ne dedi biliyor musunuz? Yıllarca çocuğu olmayınca evlat hasretiyle fevkalade yorgun düşmüş ve şöyle söylemiş: “Allah’ım bana öyle bir evlat ver ki, bir dakika bile yanından ayrılmayayım.” Bu söz üzerine donduk kaldık. Evet, o ağır imti-hanın sırrı bu duada saklıydı. Hamdolsun, ce-vabımı aldım. Zor da gelse Allah’ın takdirine güvenmenin, olur olmaz konuşmamanın ve ne söylediğini bilmenin önemini bir kez daha idrak ettim. Çetin çilelerden geçmemiş bir tek insan yaşamayacaktır bu evrende. Kimse cennete sınanmadan gidemeyecektir. Bunu biliyoruz. Yüce Allah o çocuğa şifa, o anneye sabır lütfetsin ve bizleri korusun.” Lütfen dua-larınızı ederken, Allah’tan bir şey dilerken hep hayırlısını isteyin.

Ayşe Gül PINAR

YANLIŞ DUA

14 15

Page 10: Editör’den - Somuncu Baba Dergisi...seren şu ifadeleri çok ibret vericidir: “İslâm öncesinde bizler, kadınlara hiç değer vermezdik. Ne zaman ki İslâm geldi, Allah onlardan

NİÇİN VE KİM İÇİN

YAŞIYORUZ?Halide YENEN

Yaşama becerilerinden yoksun bir sisteminin içine sürükleniyoruz gün-den güne. Varlığımızı onaylamak

ve onaylatmak için arzular üzerinden meş-

rulaştırılıp mutluluk vadeden seçeneklere

sarılıyoruz. Ne istediğimizin gerçekten far-

kında mıyız, bilmiyorum; ama isteklerimize

yol açan etkenleri bilmedikçe belirlenmiş

yaşam tarzını özgürce seçtiğimiz yanılgısı

içine biraz daha gömüleceğimizi biliyorum.

İhtiyaç üretip “İhtiyaçlarını erteleme, mutlu

et kendini.” sloganlarıyla yaşam tarzı satarak

büyük bir çoğunluğu sürekli tüketime teş-

vik eden ve bunun bedelini karşılayabilmek

için de kendi belirlediği koşullarda onları iş

hayatına dâhil eden bir kısır döngüye yaşam

denilebilir mi?

Birbirimize çok yakın mekânlarda, ancak o nispette de uzak kaldığımız bir zamanda yaşıyoruz. İnsanî ihtiyaçlara duyarlılığımızı kaybettikçe, vermekten değil almaktan yana koydukça tavrımızı yalnızlaşıyoruz, yabancı-laşıyoruz. Çevremizde kimseyi göremediği-mizde, günlük programımız yahut çalışma rutinimiz aksadığında, yapacak bir şey bula-mayıp da kendimizle baş başa kaldığımızda içsel kaynaklardan da yoksunsak eğer boş-luğa düşüveriyoruz. Bilhassa onsuz yaşa-yamam derecesinde bağlandığımız eşimizi, yapıp etmelerimizin bütün amacını kendi-sine yüklediğimiz bir dostu, bir evladı yitir-diğimizde, bütün ömrümüzü ve mesaimizi sarfederek kazandığımız işimizi, evimizi, makam ve mevkiimizi kaybettiğimizde koca-man bir boşluk duygusu oluşuyor içimizde. Mekân ayaklarımızın altından kayıp gidiyor, eşya parça parça uçuşuyor etrafımızda ve var olduğumuz gerçeğiyle yüz yüze gelmek bütün ağırlığıyla çöküyor benliğimize.

Benim dediğimiz şeylerin avuçlarımızın arasından kayıp gittiği, eşyanın bir oluş ve bozuluş süreci içinde miadını doldurarak çürüdüğü, hiçbir şeyin sahibi olmadığımız hakikatiyle yüzleşmek dehşet vericidir. İşte o zaman Albert Camus’un dile getirdiği; “Ger-çekten ciddi olan bir tek sorun vardır. Hayat, yaşamaya değer mi değmez mi?” sorununun ıstırabını duyarız. Yokluğa evrileceksek, kay-bolacaksa yapıp ettiklerimiz, bir yerlerde yankı bulmuyorsa varlığımız bir anlamı var mıdır yaşamanın?

İşte, tam da bu soruyla insanî olana, de-ğere açılan kapı aralanır. İçinde bulunduğu-muz koşulları belirleyemeyebiliriz; geçmişi, yaşanmışlıkları değiştiremeyebiliriz; kay-bettiklerimizi geri getiremeyebiliriz; ama

“Uğruna yaşamaya değer bir varlığa, bir gayeye yönelmek, işimiz kadar uykumuzu da eğlencemizi de anlamlı kılar. Katlanamam dediğimiz birçok

zorluğa göğüs gerecek güç verir, diri tutar bizi.”

16 17

Page 11: Editör’den - Somuncu Baba Dergisi...seren şu ifadeleri çok ibret vericidir: “İslâm öncesinde bizler, kadınlara hiç değer vermezdik. Ne zaman ki İslâm geldi, Allah onlardan

bu koşullar altında takınacağımız tutumu

belirleyebilir ve içsel kaynaklarımızı, insanî

niteliklerimizi keşfedip kendimize bir yol,

bir ufuk açabiliriz. İnsanın özgürlüğü de, in-

sanın insan olma tarzı da esasen buradadır;

olaylara, olgulara, ilişkilere, eşyaya yönelik

tutumunda. Özgürlüğümüzden vazgeçerek

kendimizi koşullara kurban edip daha kon-

formist, tepkisel mekanik bir yaşamı da ter-

cih edebiliriz tabii. Ahlâkî endişelerden arı-

nıp arzularımızı kutsayarak, kendimizi hazla-

rımızın ve acılarımızın kıskacına hapsederek

de yaşayabiliriz. Ama bu ne kadar onurlu bir

yaşam olur ki! Tutum ve davranışlarımızın so-

rumluluğunu almak, hayatımıza bir anlam bir

değer yükleyebilmekle mümkündür.

Niçin ve kim için yaşıyoruz? Kendimize

dönükse hayatımızın amacı, böyle bir yaşam

kendi ufkumuza, arzularımıza hapsedip yal-

nızlaştırır ve tüketir bizi. Oysa kendi dışımız-

daki bir varlığa yönelmek, ona bir şeyler sun-

mak ve kabul görmek isteriz. Uğruna yaşa-

maya değer bir varlığa, bir gayeye yönelmek,

işimiz kadar uykumuzu da eğlencemizi de

anlamlı kılar. Katlanamam dediğimiz birçok

zorluğa göğüs gerecek güç verir, diri tutar

bizi. Yaptığımız, ürettiğimiz işlerin yaşamı-

mızın gayesi olan varlık tarafından onaylan-

ması, takdir edilmesi, onları kaybolmaktan

bizi ise varoluşun ağırlığından ve boşluktan

kurtarır.

Ancak böyle bir doyuma ulaşabilmek için

fiziksel varoluşun sınırlarını aşan bir gelecek,

bir akıbet fikrine, etrafında aşkla şevkle dö-

neceğimiz yaşam kaynağına ihtiyacımız var.

Sadece bu dünyayla sınırlı bir gaye bizi yok-

luğun anlamsızlığına düşmekten kurtarabilir

mi! Gelecek düşüncesi maddî varoluşla sınır-

lı bir yaşam felsefesi hayatın anlamına ilişkin

ne derece evrensel değer üretebilir ki!

Yaşam pınarına, varoluşun kaynağına

yönelerek “Benim namazım da diğer iba-

detlerim de, hayatım ve ölümüm de âlem-

lerin rabbi Allah içindir. Onun hiçbir ortağı

yoktur. İşte ben bununla emrolundum. Ben

Müslümanların ilkiyim.” (6/En’âm, 162-163) di-

yebilmenin verdiği emniyeti, umudu, özgü-

veni ve bunun beraberinde getirdiği ahlâkî

ideali hangi amaç, hangi adanmışlık verebi-

lir! Âlemlerin Rabbi’nin şahitliğinde ve onun

için yaşamak, bizi varoluşsal yalnızlığın o

dayanılmaz ağırlığından, hayatımızı ve amel-

lerimizi de yokluktan kurtarır. Varlığımızın,

göklerin ve yerin Mutlak Sahibi tarafından

onaylandığını hissetmek, maddenin ve mad-

dî olanın dar kalıplarından, gürültüsünden

patırtısından azat eder bizi. Özgürce süzü-

lürüz hayatın içine.

Bir KadınBir kadın ki annedir,Tacıdır başımızın.Bir kadın ki sevgidir,İlacı aşımızın.

Bir kadın ki farklıdır,Nasırlı elleriyle.Mutludur yuvasında, Goncası gülleriyle.

Bir kadın ki göklerde,Arıyor istikbali.Engin ufuklarında,Seyrediyor hilali.

Bir kadın ki zirvede,Fabrikalar kuruyor.Azmiyle, kararıyla,Hedefine varıyor.

Bir kadın ki yücedir,Saygındır edebiyle.Vakarlıdır, incedir,Varlığı sebebiyle.

Bir kadın ki âlâdır,Öpülesi eliyle.Fetheder gönülleri,Şirin, tatlı diliyle.

Bir kadın ki alemiNakşediyor özüne.En güzel duyguları,Harmanlıyor sözüne.

Bir kadın ki annedir,Tacıdır başımızın.Bir kadın ki sevgidir,İlacı aşımızın.

Rabia BARIŞ

18 19

Page 12: Editör’den - Somuncu Baba Dergisi...seren şu ifadeleri çok ibret vericidir: “İslâm öncesinde bizler, kadınlara hiç değer vermezdik. Ne zaman ki İslâm geldi, Allah onlardan

SADAKA-İ CARİYEBİLİNÇLİ TASARRUF İLE

Emine Büşra YÜKSEL

Sanki Yedim Camii Örneği

İstanbul’un Fatih İlçesinde Zeyrek Ma-

hallesi Kırbacı Sokakta “Sanki Yedim” adıyla

anılan bir cami halen ibadete açık durumda-

dır. Rivayete göre 18. yy. yaşamış Keçecizade

Hayreddin Efendi adında biri, çok da gerekli

olmayan bazı harcamaları sanki yedim diye-

rek kumbaraya atar ve 20 yıl süreyle para bi-

riktirir. Sonunda biriktirdiği para ile bu camiyi

inşa ettirir, geriye amel defterinin sürekli açık

kalmasını ve sevap yazılmasını temin edecek

bir sadaka-i cariye bırakır.

Muhtemelen Hayreddin Efendi, üç kilo

meyve alacakken iki kilo meyve alır, canı ku-

ruyemiş çekmişken almaz, parasını kumba-

raya atar. O yıllarda sigara tüketimi de yaygın

idi. Günlük tüketilebilen sigara tabağı ma-

liyetini harcamış kabul eder ve kumbaraya

atar, sonuçta ortaya kalıcı eser bırakabilece-

ği bir meblağın biriktiğini görür.

Günümüzde aylık 4.000 TL geliri olan bir

kişinin gider tablosu incelenecek olsa en az

500 TL’lik gereksiz harcamanın yapıldığı gö-

rülecektir. Eğer bu kişi sigara içen biri ise ge-

reksiz harcamanın miktarı 1000 TL’ye ulaşır.

Bu meblağ yılda 12.000’e, 20 yılda 240.000’e

ulaşır. 240.000 TL ile de iyi bir ev de alınır, is-

tenmesi halinde güzel bir sadaka-i cariye de

bırakılır. Bizim bu hesaplamamıza “Allah’ın

verdiği nimeti tabi ki harcayacağız, paramız

varken fakr-u zaruret içinde mi yaşayalım?”

şeklinde tepki verilebilir. Elbette para gerek-

liyse harcanmalıdır. Peygamberimiz (s.a.v.)

de “Allah nimetini kulu üzerinde görmekten

hoşlanır.” buyurmuştur. Biz gereksiz harca-

malardan sakınarak yapılabilecek tasarruf-

tan bahsediyoruz.

Günümüzde karı koca çalışan ve ev büt-

çeleri toplam 8000 TL olanlar da gelirleri-

nin ancak yettiğini söylüyorlar, 3.000 küsur

maaş alan devlet memuru, hatta asgari ücret

alan işçi de ailesini geçindirmeye çalışıyor.

Yapılan harcamalar dikkatle incelendiğinde

gelir arttıkça gereksiz harcamaların ve israfın

da arttığı görülecektir.

Cami, Kur’an Kursu, fakirlere ya da mül-

tecilere destek olmak için bir hayır kurulu-

şunun açtığı yardım kampanyasını duyarız.

İçimizden cömert olanlar gereğini yaparlar,

“Sağ elinin verdiğini sol elin duymasın.” ha-

dis-i şerifini de dikkate alarak yardım yapan

kişinin ne kadar yardım yaptığını biz duyma-

yız bile. Fakat çoğunlukla orta gelirli kimse-

lerin yaklaşımı şöyle olur: Bu kampanyaya bu

ayki maaşımdan 50 lira versem iyi olur. Sonra

bu ay yapılacak bazı ödemeler akla gelir, yok

yok 50 TL çok ben 20 vereyim, biraz daha

düşünse bu miktar 10 TL’ye düşer.

Böylece yaptığı 10 TL’lik yardım ile insani

ve İslâmi vazifesinin yaptığını düşünür. Oysa

10 TL ile bir mağazaya gitse bir şey alamaz,

kayda değer bir işini göremez. Bütün bu ince

hesaplamalara rağmen yapılan 10 hatta 5

TL yardımların birikmesi ile hayır kuruluşları

büyük hizmetlere imza atarlar. Diğer ulusla-

ra kıyasla hayırsever bir millet olduğumuz da

söylenebilir.

Müslüman zenginler malının en az %

2.5’unun zekatını vererek yine durumuna

göre verdiği sadakalarla infak görevini zaten

yapıyorlar. Ben bu yazıda gereksiz harcama-

ların parasını hayırlı işlere yönlendirerek de

güzel işler yapılabileceğini anlatmak istedim.

“18. yy. yaşamış Keçecizade Hayreddin Efendi adında biri, çok da gerekli olmayan bazı harcamaları sanki yedim diyerek kumbaraya atar ve 20 yıl

süreyle para biriktirir. Sonunda biriktirdiği para ile bu camiyi inşa ettirir, geriye amel defterinin sürekli açık kalmasını ve sevap yazılmasını temin edecek bir

sadaka-i cariye bırakır.”

20 21

Page 13: Editör’den - Somuncu Baba Dergisi...seren şu ifadeleri çok ibret vericidir: “İslâm öncesinde bizler, kadınlara hiç değer vermezdik. Ne zaman ki İslâm geldi, Allah onlardan

Meryem KARATAŞ

Tarih boyunca kadının farklı statüle-re sahip olduğu bilinen bir gerçektir. Anaerkil düşüncenin hâkim olduğu

toplumlarda kadının ilahlaştırıldığına şahit

olunurken, bazı toplumlarda kadın ve erke-

ğin eşit olduğu fikri uzun yıllar boyunca be-

nimsenmiştir. Ataerkil toplumlarda ise kadın

erkeklerden sonra ikinci derecede görülen, horlanan, erkeklerden sonra belirli hak ve değere sahip varlıklar kabul edilmiştir.

Kadının bereket ve verimlilik sembolü ol-ması Eski Anadolu’da yaygın olan bir inançtı. Farklı isimlerle anılan ana tanrıça figürü değişik Anadolu medeniyetlerince benimsenmiştir.

İSLÂM’DAKADIN ONURU

İslâm toplumunda kadının konumunu hu-kuki, sosyal, siyasî çevreler ve İslâm’dan önce-ki kültürel yapı belirlemiştir. Bu sebeple her dönemde kadının konumunun aynı olduğunu söylemek yanlış olur. Farklı kültürler ve inanış-lardan gelen toplumların kadına bakışı birbi-rinden değişik olmuştur; ancak bu Müslüman kadınların ortak özellikleri olmadığı anlamına gelmez. Araştırmamız açısından önemli olan da Kur’ân’ın bakış açısında kadındır. Yerel kül-türlerin etkilediği toplumların kadın algısı bi-zim araştırmamızın sınırları dışındadır.

Cinsiyet ayrımcılığı konusunda Hz. Pey-gamber (s.a.v.)’in veda hutbesindeki tavrı ol-dukça önemlidir. İnsan olarak değer görme-yen kadınlarla ilgili ilkeler ortaya koymuştur. “Kadınlara en iyi bir tarzda davranıp muame-lede bulununuz; çünkü onlar size sığınmış, himaye ve muhafazanız altına girmiş kimse-lerdir. Sizler onları Allah’ın bir emaneti ola-rak (yanınıza) almış bulunuyorsunuz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onlarında sizin üzerinizde hakları vardır…”1 Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’de “…Kadınların, yükümlülükleri ka-dar meşru hakları vardır. Yalnız erkeklerin kadınlar üzerinde bir derece farkı vardır. Al-lah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”2 buyrularak kadınların haklarının korunması istenir. Hatta bu noktada iyi niye-tin esas olduğu bilinmelidir. Nisa Suresinde “Ey iman edenler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl değildir. Açık bir hayâsız-lık yapmış olmaları dışında, kendilerine ver-diklerinizin bir kısmını onlardan geri almak için onları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmadıysanız, olabilir ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız da Allah onda pek çok hayır yaratmış olur.”3 ayetiyle hakla-rın dışında eşlerin kusurları konusunda bile dikkatli olunması istenmektedir. Günümüz-de halen kadın haklarını gerek aile içinde gerekse dışında korumaya çalışan pek çok

dernek, kurum ve kuruluşun olduğu düşü-nülürse konunun öneminin devam ettiğini düşünebiliriz. Kadınların fizikî, maddî ya da sosyal yönden bazen güçsüz kalmaları on-ların haklarının gaspına yol açabilir. Hz. Pey-gamber (s.a.v.) bunu engellemek için kadının emanetullah olduğunu tüm hayatı boyunca vurgulamıştır.

Hz. Muhammed (s.a.v.) dualarında ezilen kadınları da unutmamıştır. “Allah’ım! İki zayıf kimsenin, yetimle kadının hakkını zayi et-mekten herkesi şiddetle sakındırıyorum.”4 ve “Mü’minlerin iman bakımından en mükem-meli, ahlâkı en iyi olanıdır. Sizin en hayırlınız, kadınlarına karşı hayırlı olanlardır.”5 hadisleri buna delildir. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu ha-disleriyle kadınlara karşı güzel muamele edil-mesi gerektiğini vurgulamıştır.

İslâm dini kadına karşı yapılan uğursuz-luk suçlamasını reddetmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) hiçbir şeyde uğursuzluk olmadığını ifade etmiştir. İslâm dini kadını cahiliyede yer alan aşağı konumundan alarak onurunun korunduğu bir noktaya yükseltmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) ile bir sahabe arasında ge-çen şu konuşma bu anlamda manidardır. “Ya Rasûlallah! İnsanlar arasında kendisine iyi davranmama en layık olan kimdir?” şeklinde-ki soruya Allah’ın Rasûlü üç kez üst üste “An-nendir.” cevabını vermiştir. Dördüncü kez ise “Babandır.” demiştir.6 Bu diyalog, hem kadın onurunu hem de anne onurunu ve hakkını korumayı dile getiren önemli ipuçları içerir.

Dipnot

1. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, s. 275.2. 2/Bakara, 228.3. İbn Mâce, Edeb, 6.4. Tirmizi, Rada, 11.5. Buhârî, Edep, 2.6. Buhârî, Edep, 2.

22 23

Page 14: Editör’den - Somuncu Baba Dergisi...seren şu ifadeleri çok ibret vericidir: “İslâm öncesinde bizler, kadınlara hiç değer vermezdik. Ne zaman ki İslâm geldi, Allah onlardan

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Haz-retleri’nin sevgili eşi Hacı Naciye Ha-nım ya da cümlenin dediği gibi Hacı

Valide, bir sohbet sırasında anlatmıştı:

- Sivas’ta İhramcızade Hazretleri’nin evin-de sohbetteydik. Çok muhabbetli bir sohbet oluyordu. Biz Efendi Hazretleri’nin eşi Ha-fız Anne ile birlikte hanımlar tarafındaydık.

Benim çocuklar henüz çok küçük oldukları

için, gürültü yapmamaları için çok dikkat

ediyordum. Benim bu denli sıkılmam Efendi

Hazretleri’ne malum olmalı ki, sohbet sonra-

sında mübarek bizim bulunduğumuz odanın

kapısına geldi ve “Hanım kızım, sizin çocuk-

larınız bizim gözbebeğimiz. Bırak sıkma on-

ları.” dedi. Darende de bizim ev küçüktü ama

Raziye SAĞLAM

SOHBET YOLUelhamdülillah çok misafirimiz olurdu ve ye-meklerden sonra sohbetler olurdu. Akşam-ları ya da sabah namazından sonra olan bu sohbetlerin feyizli olması için, ilk baştan ya-pılan hazırlıklara çok önemlidir. Evde yemek yapanların abdestli olarak gönül hoşluğu ile yemekleri hazırlaması, gelen misafirlerin güler yüzle ve muhabbetle karşılanmasına dikkat edilirdi. Efendim (Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi), yemekler hazırlanırken mut-fağa gelir, aileden kız gelin kim varsa hizmet eden güler yüzle hatırını sorar, “Hacı Hanım bir ihtiyacınız var mı?” der ve yapılan hazırlık-lar için dua ederdi.

Sohbetlere uzak köylerden ve Daren-de’nin içinden çok kişi gelirdi. Özellikle İhramcızade Hazretleri’nin teşrif ettiği soh-betler, daha kalabalık ve muhabbetli olur-du. O zaman Efendim sevincinden yerinde

duramaz, sohbet boyunca hizmet ederdi. Efendi Hazretleri bizde kaldığında bir ihti-yacı olursa diye gece uyumazdık. Mübarek teheccüde kalkmadan abdest suyunu ısıtıp hazır ederdik. Efendi Hazretleri, gece bizi öyle görünce gülümser ve hayır duada bulu-nurdu. Sabah da, Efendi Hazretleri’nin bizde olduğunu duyan gelir ve geceden uyumayıp yaptığımız hazırlıklarla sohbet tadında kah-valtı edilirdi. Hacı Valide bu güzel zamanları anlatırken, aslında tasavvufun iki önemli düs-turuna da dikkatimizi çekmiş oluyor. Hizmet ve sohbet... İnsanlığa manen ve maddeten faydası olacak her alanda hizmetten kaçın-mamak ve gönlümüzü iman ve muhabbetle dolduracak sohbetlerde bulunmaya dikkat etmek. Osman Hulûsi Efendi Hazretleri’nin dediği gibi:

- Oğul bizim yolumuz sohbet yoludur. Bir kimse kuşe-i vahdette yirmi yıl ibadet etse, sohbette öyle bir an gelir ki kuşe-i vahdette yirmi yılda alamadığını sohbette bir anda alır. Yani yirmi yıllık yolu bir anda kat eder. Onun için sohbetlere devam etmek şarttır. Sohbet-te iki gönül Allah için bir araya gelse, Cenab-ı Hakk’ın füyuzatı tecelli eder. O iki kişinin alışverişinden sohbette bulunan diğerleri de istifade ederler. Sohbetlerin devamında in-san-ı kâmil olarak husule gelir.”

“Oğul bizim yolumuz sohbet yoludur. Bir kimse kuşe-i vahdette yirmi yıl ibadet etse, sohbette öyle bir an gelir ki kuşe-i vahdette yirmi yılda alamadığını sohbette bir anda alır. Yani yirmi yıllık yolu bir anda kat eder. Onun için sohbetlere devam etmek şarttır.”

24 25

Page 15: Editör’den - Somuncu Baba Dergisi...seren şu ifadeleri çok ibret vericidir: “İslâm öncesinde bizler, kadınlara hiç değer vermezdik. Ne zaman ki İslâm geldi, Allah onlardan

ÜMMÜ GÜLSÜM(R. ANHÂ)

“Hz. Ümmü Gülsüm, dinden dönmesi için yıllarca işkencelere maruz kaldı. Fakat imanından hiç taviz vermedi.”

Ümmü Gülsüm (r.anhâ), Peygam-berimiz (s.a..v)’in azılı düşmanı Ukbe bin Ebî Muayt’ın kızıydı. Hz.

Osman’ın anne bir kız kardeşiydi. Mek-ke’deyken Müslüman olmuştu. Annesi, Ervâ bint-i Kureyz’di. O da ilk Müslümanlardan-dı. Ervâ’nın annesi Beyzâ, Peygamberimiz (s.a.v.)’in halası oluyordu.

Hz. Ümmü Gülsüm, dinden dönmesi için yıllarca işkencelere maruz kaldı. Fakat ima-nından hiç taviz vermedi. Peygamberimiz, sahabesiyle Medine’ye hicret etti. Ümmü Gülsüm de hicret etmek istese de, babası müsaade etmedi. Ümmü Gülsüm Peygam-berimiz (s.a.v.)’e kavuşmak Rabb’ine dua edi-yordu. Yedi sene sabırla bekledi.

Hz. Allah bu fırsatı ona nasip etti. Mek-ke’den ayrıldı. Meşakkatli yolculuktan sonra Medine’ye vardı. Ümmü Gülsüm (r.anhâ), mü’minlerin annesi Ümmü Seleme valide-mizin yanına misafir oldu. O an için Pey-gamberimiz evde değildi. Ümmü Gülsüm (r.anhâ)’yı derin bir endişe sardı. Çünkü Peygamberimiz’in müşriklerle bir Hudeybiye anlaşması vardı. Anlaşmanın bir maddesine göre, Müslüman olup Medine’ye gelenlerin tekrar müşriklere geri verilmesi esas alıyor-du. Müslüman olarak Rasûlullah’a sığınan Ebû Cendel ile Ebû Basir’i Peygamberimiz anlaşma gereği müşriklere iade etmişti. Ümmü Gülsüm (r.anhâ) bu endişeli düşün-ce halinde iken Peygamberimiz teşrif etti. Ümmü Seleme (r.anhâ) durumu Rasûlullah’a haber verdi.

Peygambermiz sahabisine “Hoş geldin!” dedi. Bu arada Ümmü Gülsüm’de heyecanlı

idi. Rasûlullah’a durumunu arz etti. Peygam-

berimiz onu dinledikten sonra, “Yüce Allah

muhakkak kadınlar hakkında ahdi bozar,

hükümsüz bırakır.” buyurarak onu rahatlattı.

Nitekim biraz sonra, “imtihan edilen kadın”

manasına gelen Mümtehine Sûresi’nin 10.

ayeti indi. Bu ayete Allah şöyle buyuruyordu:

“Ey iman edenler! Mü’min kadınlar mu-

hacir olarak size geldiklerinde kendilerini

deneyin. Allah onların imanlarını çok iyi bi-

lir. İmtihan sonucunda mü’min olduklarını

anlarsanız, onları kâfirlere geri çevirmeyin.

Artık mü’min kadınlar kâfirlere helal değildir.

Onlar da bunlara helal değildir.”

Peygamberimiz ona bu müjdeyi verince

Hz. Ümmü Gülsüm sevinçten ağladı…

Bu arada babası onun Medine’de oldu-

ğunu öğrendi. Oğullarını Peygamberimiz’e

yolladı. Bunlar Peygamberimiz’e gelerek

“Aramızdaki anlaşmaya göre Müslüman

olanları bize iade edecektin. Bunu yerine ge-

tir.” dediler.

Peygamberimiz, “Cenab-ı Hak o şartın

hükmünü kadınlar hakkında bozdu.” buyur-

du. Ümmü Gülsüm’ü onlara vermedi. On-

larda Mekke’ye dönüp durumu müşriklere

bildirdiler. Onlarda bir şey diyemediler.

Ümmü Gülsüm (r.anhâ), Peygamberi-

miz’den birkaç tane hadis rivayet etti. Bun-

lardan birisi şöyledir:

“İnsanların arasını düzeltmek için, aslı ol-

masa bile hayır konuşan, güzel söz söyleyen

ve bunları birinden diğerine taşıyan kimse

yalan söylemiş olmaz.”

N. Nida DURAN

26 27

Page 16: Editör’den - Somuncu Baba Dergisi...seren şu ifadeleri çok ibret vericidir: “İslâm öncesinde bizler, kadınlara hiç değer vermezdik. Ne zaman ki İslâm geldi, Allah onlardan

Bulgar Kralı İvan Şişman’ın kızı (veya kız

kardeşi) Prenses Marya/Maria ile evlendi.

Marya, Şehzade Murad ile dünya evine gir-

diğinde genç yaştaydı. Marya, beyaz tenli,

kumral, uzun saçlı, yeşile yakın açık ela göz-

lü, narin yapılı bir genç kızdı. Son derece iyi

yetişmiş, soylu, nazik bir kadındı. Kral Şiş-

man, bu evlilikten Osmanlı ile yakınlaşma-

yı, Bizans ve diğer Balkan devletlerine karşı

güçlenmeyi de ummuştu. Marya, evlenme-

den önce tüm gerekleri yerine getirerek İslâ-

miyet’i kabul etti. Marya adını bir kenara ko-

yarak, Gül Çiçek adını aldı.* Gül Çiçek ismi,

gül gibi taze, çiçek tazeliği taşıyan anlamına

geliyordu.

Gül Çiçek Hatun, eşi Murad Hüdâven-

digâr’ı çok sevdi. Ona sevgi ve sadakatle

bağlandı. En büyük arzusu, ona, tahtın varisi

olacak bir erkek evlat verebilmekti. İlk olarak,

sonradan “Yıldırım” lakabıyla Osmanlı tahtı-

na geçecek olan Şehzade Beyazıt’ı dünyaya

getirdi. Buna padişah da, kendisine bir erkek

evlat armağan eden Gül Çiçek Sultan da çok

sevindi. Allah’a çokça şükrettiler.

Daha sonra Yakup Çelebi, Savcı, İbrahim,

Yahşi, Nefise, Sultan isimli çocukları oldu.

Evleri ve dünyaları şenlendikçe şenlendi,

Cennet’ten bir köşeye döndü.

Gül Çiçek Hatun, gündelik hayatının ço-

ğunu ağırlıklı olarak ibadete, padişah efendi-

siyle ilgilenmeye, şehzadelerinin terbiyesine,

saray işlerine ve hayır faaliyetlerine ayırırdı.

Bursa’da mescit, medrese, imaret ve türbeden

oluşan güzel bir külliye inşa ettirdi. İmaretin

yanında evler kurdurdu ve yaz-kış misafirlere

yemekler verilmesini vasiyet etti. Ayrıca başta

kendisi olmak üzere türbesinde yatanlara Ku-

ran-ı Kerim okunmasını şart koştu.

Oğlu Beyazıt’ın padişahlığını göremeden

vefat etti. Vefat tarihi tam belli değildir. Eşi

Murad Hüdâvendigâr yaşarken vefat ettiği

muhtemeldir. Bursa’da kendi adına türbesi

olan ilk padişah annesidir. Türbesi, Yahşi-

bey (Altıparmak) Mahallesi’ndedir. Türbe,

802 tarihli vakfiyesinden anlaşıldığına göre

1399-1400 gibi inşa edilmiştir.

Kare planlı yapının giriş kapısı, tuğla iş-

çiliğiyle yapılmış, iç içe iki yuvarlak kemere

ve mermer söveye sahiptir. Kubbesi, kesme

taşla örülmüş sekizgen bir kasnağa oturtul-

muştur. Üç sıra tuğla, bir sıra kefeki taş di-

zisiyle örülmüş beden duvarlarının kalınlığı

0.85 metredir. Cephelerin dış köşeleri kesme

kefeki taşla örülmüştür. Türbenin her cephe-

sinde ikişer tane olmak üzere toplam sekiz

penceresi bulunmaktadır. Türbede, Gül Çi-

çek Hatun’dan başka kimliği bilinmeyen üç

kişiye ait sanduka vardır. Türbe ve 1958’de

tamir edilmiştir. İlk olarak 1772’de Sultan

III. Mustafa zamanında; son olarak da 1958

yılında onarılmıştır. Türbe, imaret, zaviye

ve bazı evlerden meydana gelen zengin bir

külliyenin parçasıdır. Külliyenin merkezine

ayrıca, Yahşi Bey tarafından annesi adına

bir mescit yaptırıldı. Kendi ismiyle de anılan

birçok vakfiyesi vardır. Vakıflarının idaresini

oğlu Yahşi Bey’e bırakmıştır.

*Ahmet Şimşirgil gibi kimi tarihçilere

göre de Gül Çiçek Hatun, aslen Rum’dur.

1340 yıllarında doğduğu tahmin edilmekte-

dir. I. Murad, Gelibolu’da sancakbeyi iken

haremine katıldı. Oysa I. Murad, Bulgar Kralı

Şişman’ın kızı Mara ile 1370 yılında evlendi.

Yıldırım Bayezid’in doğum tarihi ise 1360’tır.

Dolayısıyla, annesinin Mara olma; Mara’nın

da Gül Çiçek olma ihtimali zayıftır.

Sultan Murad Hüdâvendigâr, Orhan Gazi’nin Nilüfer Hatun’dan olma ikinci oğluydu. Şehzade Murad’ın ye-tişmesi ve padişahlığa hazırlanmasıyla bizzat annesi

ilgilendi. Annesi, eğitimine çok dikkat etti, üzerine çok düştü. Güzel bir insan, iyi ve bilgili bir hükümdar olması için elinden gelenin fazlasını yaptı. Ağabeyi Süleyman ile birlikte Bursa’da-ki büyük bilginlerden ve din hocalarından dersler aldırdı. Bir süre sonra yönetim konusunda bilgi ve tecrübe sahibi olması ve padişahlığa hazırlanması için babası tarafından, bir şehre sancakbeyi olarak gönderildi. Aradan uzun yıllar geçti ve Şeh-zade Murad yetişkin bir insan oldu. Her yetişkin insan gibi onun da evlilik çağı geldi.

Zühal ÇOLAK

GÜL ÇİÇEK HATUN

“Gül Çiçek Hatun, gündelik hayatının çoğunu ağırlıklı olarak ibadete, padişah efendisiyle ilgilenmeye, şehzadelerinin

terbiyesine, saray işlerine ve hayır faaliyetlerine ayırırdı. Bursa’da mescit,

medrese, imaret ve türbeden oluşan güzel bir külliye inşa ettirdi.”

28 29

Page 17: Editör’den - Somuncu Baba Dergisi...seren şu ifadeleri çok ibret vericidir: “İslâm öncesinde bizler, kadınlara hiç değer vermezdik. Ne zaman ki İslâm geldi, Allah onlardan

KADINLARIN EĞİTİMİHADİSLERDE CİNSİYET AYRIMI OLMAMASI VE

Hz. Peygamber (s.a.v.), dini tebliğ etmekle görevlendirildiği ilk andan itibaren eğitim ve öğretim faaliye-

tine girişmiş; bu çalışmalara öncelikle yakın

çevresinden başlayıp her geçen gün ilim

dairesini merkezinden çevresine doğru ge-

nişletmiştir. Kendi evinde olduğu gibi başka

bir takım evlerde, panayırlarda, açıkçası fır-

sat bulduğu her mekân ve koşulda insanlarla

birebir görüşerek yahut topluluklara hitap

ederek dinin esaslarını onlara öğretmeye ça-

lıştığı gelen haberler arasındadır.

Mekke Dönemi’nde maruz kalınan akıl

almaz işkencelere ve karsı duruşlara rağmen

O, eğitim-öğretim görevini en verimli biçim-

de sürdürmeyi başarmış; bu hususta hiçbir

zaman gevşeklik göstermediği gibi gayet

hassas davranmıştır.

Kur’an’ı Kerim, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in,

ümmiliğine ve çöl bölgesinde yaşamış olma-

sına rağmen, bütün beserin rehberi ve eğiti-

cisi olduğunu belirtirken aynı zamanda O’na

bir nevi görevini hatırlatmakta ve mü’minlere

de Peygamberlerinin konumunu işaret et-

mektedir. Nitekim bazı ayetlerde Hz. Pey-

gamber (s.a.v.), Allah’ın ayetlerini insanlara

okuyan, kitabı ve hikmeti, bilmediklerini öğ-

reten; onları sapıklıktan kurtarıp temizleyen

(iyi insanlar haline getiren), olarak tanımlan-

mıştır.

İslâm’ın ilk devrinde, günümüzdeki an-

lamda, kapsamlı kurumsal eğitim müesse-

selerinin bulunmadığı rivayet edilir. Eğitim;

Daru’l-Kurrâ’larda, camilerde, küttap denilen

mahalle mekteplerinde ve hocaların evlerin-

de yapılırmış. Bunun yanında Mekke Dev-

ri’nde Hz. Peygamber, Safa Tepesi’nde yer

alan Daru’l Erkam’da tebliğ faaliyetini sür-

dürürken kadın-erkek, tüm Müslümanların

orada hazır bulunmak suretiyle O’nu dinle-

dikleri işaret edilmektedir.

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hicreti her ba-

kımdan olduğu gibi eğitim ve öğretim açısın-

dan da bir dönüm noktası olmuş; bu dönem-

de faaliyetler hızlanmış, yoğunlaşmış ve yay-

gınlık kazanmıştır. Medine’de Hz. Peygam-

ber (s.a.v.) öncelikle bir mescid yaptırmıştır.

Herkese açık bu mescidi yaptırmasının en

önemli sebeplerinden birinin ise, eğitim-öğ-

retim faaliyetini daha verimli biçimde yürüt-

mek olması muhtemeldir. Bu mescitte ibadet

yapılan alan dışında, sırf eğitim-öğretim için

ayrılmış, suffa adında bir bölüm de yer al-

mıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, Medine’de

başka mescitler, ilk mektep veya hazırlık

okulu biçiminde farklı okullar da yaptırması

suretiyle eğitim-öğretim yerleri ve imkânları

alabildiğine artırılmıştır.

Hz. Peygamber (s.a.v.), bizzat kendisi er-

kek ve kadınlara okuma yazma dersi verdiği

gibi, Ubade b. Sabit’i ve Said b. As’ı öğret-

menlik görevi ile görevlendirmiştir. Aynı za-

manda Bedir Savaşı’nda esir alınan Mekkeli

müşriklerden okuma yazma bilenlerin, on

Müslümana okuma yazma öğretme karşı-

lığıyla serbest bırakılması Hz. Peygamber

(s.a.v.)’in bu konuya verdiği ehemmiyeti gös-

termektedir.

Yüce Yaratıcı’nın, iman sahiplerinin, “ha-

yırlı olana çağıran, çirkinden alıkoyan bir top-

lum”1 haline gelmelerini emrettiği, bu hedefe

ise ancak ilmin ışığında ulaşılabileceği içindir

ki, İslâmî devrin ilk yılları, Kur’an’ı öğrenmeye

ve öğretmeye yönelik faaliyetler içinde geç-

miş, bu ilahî kültür hizmetinde kadınlar ve

erkekler birbirleriyle yarış içerisinde olmuş-

Hatice AKKAYA

“Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hicreti her bakımdan olduğu gibi eğitim ve öğretim açısından da bir dönüm noktası olmuş; bu dönemde faaliyetler

hızlanmış, yoğunlaşmış ve yaygınlık kazanmıştır.”

30 31

Page 18: Editör’den - Somuncu Baba Dergisi...seren şu ifadeleri çok ibret vericidir: “İslâm öncesinde bizler, kadınlara hiç değer vermezdik. Ne zaman ki İslâm geldi, Allah onlardan

lardır. Müslüman hanımlar Hz. Peygamber (s.a.v.)’e sorunlarını bizzat kendileri yahut bir aracı ile sormaya çalışmışlar; savaşların olmadığı barış dönemlerinde günümüzün mektebi, konferans salonu vazifesini gören Mescid-i Nebevi’ye devam etme hususunda hassasiyet göstermişlerdir.

Sabah namazlarında erkek saflarının arkasında bir sıra da kadın safının oluştu-rulduğu hatta hanımların bayram ve Cuma namazlarına katıldıkları gelen rivayetler arasındadır. Bir gün Ümmü Seleme, evinde saçlarını tarattığı bir sırada Hz. Peygamber (s.a.v.)’in minberden: “Ey insanlar…” diye hi-tap etmeye başladığını duyduğu vakit saçını

taramakta olan kadına: “Bırak, sonra tarar-sın.” demiş, Kadın: “O erkekleri çağırıyor, ka-dınları çağırmıyor.” dediği zaman ise Ümmü Seleme: “Ben de insanlardanım.” demek su-retiyle konuşmayı dinlemeye gitmiştir. Bu misalde görüldüğü gibi, sahabeden kadın veya erkek olsun herkes, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in söylemiş olduğu, “İlim talep etmek, her Müslüman’a farzdır.”2 hadisi şerifini an-lamaya mazhar olup, öğrenmeye büyük bir iştirak göstermişlerdir. Çünkü Hz. Peygam-ber (s.a.v.), ilmin farz kılınmasını, kişinin er-kek olsun kadın olsun Müslüman olmasına bağlamıştır. O halde Müslüman olan her şahıs ilimle taçlanmak zorundadır. Cinsiyet ayrımına gitmeden her Müslüman’ın hayatı-na geçirmek durumunda olduğu iman, amel ve ahlaka dair hüküm ve meseleleri (ilmihal bilgisi) öğrenmesi farz-ı ayındır.

İlimle donatılmış, kendisini en iyi şekilde eğitmiş bir hanım, hem ibadetlerini daha doğru şekilde yapabilir hem de yüce Yaratı-cı’nın kendisine hediye ettiği, ulvi bir görev olan anneliği, hakkıyla yerine getirmeye daha layık olur. Annelik, kadına Allah (c.c.) tara-fından verilmiş kutsal bir sorumluluk; yasamı boyunca tatilsiz icra edilen bir meslek, hatta bir sanattır. Nitekim çocuğun kişiliğinin be-lirlenmesinde en önemli etken aile; özellikle de günün büyük kısmını daha çok yanında geçirdiği, birebir temas hali içerisinde bulun-duğu “anne”dir. Bu yüzden o en güzel bir ter-biyeci konumundadır. Çocuğa mükemmel bir terbiye vermek için kadının tahsil görme-si, pratik terbiye ve ahlak ilmine vakıf olması şarttır.

Dipnot

1. 3/Al-i İmran, 104.2. İbn Mâce, Mukaddime, 17.

“Sahabeden kadın veya erkek olsun herkes, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in söylemiş olduğu, ‘İlim talep etmek, her Müslüman’a farzdır.’ hadisi şerifini anlamaya mazhar olup, öğrenmeye büyük bir iştirak göstermişlerdir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.), ilmin farz kılınmasını, kişinin erkek olsun kadın olsun Müslüman olmasına bağlamıştır.”

32 33

Page 19: Editör’den - Somuncu Baba Dergisi...seren şu ifadeleri çok ibret vericidir: “İslâm öncesinde bizler, kadınlara hiç değer vermezdik. Ne zaman ki İslâm geldi, Allah onlardan