Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

64
1

Transcript of Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

Page 1: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

1

Page 2: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

2

Page 3: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

3

İçindekiler…

Editoryal Jack Yakup Araz.........................................4

ODTÜ‟de Astronomi ve Astrofizik Halil Kırbıyık..............................................5

Bilim Camiası için Mıntıka Temizliği Mehmet Ali Olpak...................................10

Treni Kaçırmadık! Gürcan Demirci........................................15

Yuri Gagarin ve 12 Nisan 1961 Gizem Kocakuşak‟ın derlemesi.............18

50. Yılında Lazer Soner Albayrak‟ın derlemesi..................21

Atom ve Molekül Topakları Şakir Erkoç................................................23

Mikro Evrenin Gizemi: Kuantum Teorisi Namık Kemal Pak....................................32

Basitlerdeki Karmaşıklıklar Ahmet Beyaz.............................................43

Ben Benim!!! Cemil Güzey.............................................46

Kent İnsanı Ahmet Antmen.........................................50

Tek Yumurta Tekizi Mert Demir................................................53

Diyalektik Değildir Hiçbir Acı Pınar Nurhan............................................56

Pyotr İlyich Tchaikovsky Beste Baltepe‟nin derlemesi....................57

Adamın Teki Hazal Gülşan............................................60

Rüya ve Gül Jack Yakup Araz.......................................61

diyalektik ODTÜ Fizik Topluluğu‟nun Tüm Doğa Âşıklarına

Sunduğu Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi Sayı: 2 Mayıs 2010

Editör

Jack Yakup Araz

Tasarım, Sayfa ve Kapak Düzeni

Beste Baltepe, Ferhat Demirci, Jack Y. Araz

Yazı Kurulu

Halil Kırbıyık, Mehmet Ali Olpak, Gürcan Demirci, Şakir Erkoç,

Namık Kemal Pak, Ahmet Beyaz, Cemil Güzey, Ahmet Antmen,

Mert Demir, Pınar Nurhan, Hazal Gülşan, Jack Y. Araz

Çizerler

Nihal Tarkan, Cevdet Kabal

Diyalektik Ekibi

Hakan Gündüz, Gürcan Demirci, Tuğba Andaç, Refik Tuzaklı,

Soner Albayrak, Cansu Seyhan, Yağmur Gönül

Reklam Koşulları:

Arka Kapak: 800 TL Arka İç Kapak: 700 TL

Ön İç Kapak: 800 TL İç Sayfalar: (Tam) 500 TL,

(Yarım) 300TL.

İletişim

[email protected]

Page 4: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

4

EDİTORYAL

Balkonda oturup bir bardak çay yudumlarken manzarayı seyretmek… Ne kadar

karmaşık olabilir ki? Uçan kuşlar, batan güneş, bacası tüten evler… Basit bir düzen hâkim dünya yüzeyindeki hayata… Ne kadar hoş değil mi? Peki ya kuşun kanat çırpmasından dolayı çalkalanan hava giderek kaotik bir hale gelerek bacadan çıkan dumanı döndürme-ye başlayıp su buharı yoğunluğunu belli bir bölgede arttırırsa? Yoğunlaşan su buharı ba-tan güneş ışığını gökkuşağına dönüştürürse? Basit mi? Çayınızı karıştırırken yükselen çay yaprağı parçacıklarının bir saniye sonra nerede olacağını sorsam peki? Ya da daha basit bir soru… Neden lanet olası hayat bu şekilde? Sorulacak birçok soru ama verilecek çok az cevap var… Gözlerimizle, burnumuzla, kulaklarımızla algıladığımız basit dünya aslında o kadar karmaşık ki. Sanırım bu karmaşıklığı anlatmak için kullanabileceğim en güzel söz “Tanrı evrende zar atmaz!” olacaktır. Fiziğin bu akıllara zarar gidişatı Einstein‟ın bile ha-yallerinde kurduğu karmaşayı aşmıştı. Artık parçacıkların abuk subuk hareketi gerçekten saçma sapan bir hal alarak zamanın uzayla yaptığı birleşimin dahi ötesine geçmişti… Bir-de bu birleşmiş uzay - zamanı kuantum mekaniğinin eşsizliğiyle beraber düşünsenize! Daha günlük olgulardan gitsek daha iyi sanırım, sosisli sandviç gibi… Üstüne döktüğü-nüz mayonez mesela, nasıl oluyor da böyle şekil alabiliyor? Bu soru Casimir‟in de aklını bayağı kurcalamıştı. Vakumdaki (göreli bir “boş”luk tabi) yüksüz plakaların durduk durmadık yerde birbirine kuvvet uygulaması gibi enteresan bir yere mayonezden yola çı-karak gelmek eminim sosisli sandviçin soğumasına sebep olmuştur… Fiziği bir kenara bı-rakıp felsefeye laf atmaya kalkacak olursak işimiz bayağı zorlaşacaktır. Ağzımızdan çıkan her kelimeye dikkat etmemiz gerekecek yoksa düşündüğümüz için var olduğumuz kanı-sına varabiliriz. Tabi fonksiyon kümelerinin arasında hangisi görüntü hangisi gerçek diye kafa patlattıktan sonra insan eminim var olmak ister. Millete bu kadar laf attıktan sonra kendimi acındırmak için ben kimim ki de diyebilirim. Gerçek ben, ben miyim yoksa ben sadece bir mağara duvarına çarpan gölge miyim? Belki de gerçek ben aslında ideal bir ev-rende benim ağır çekimde ona koşarak kavuşmamı bekliyor… Kim bilir… Gerçi son za-manlarda bunlar çaldığınız gitardan daha karmaşık sayılmaz… Bir Mi‟nin büyük bir pat-lamaya sebep olduğunu düşünebiliyor musunuz? Ya da dörtten fazla boyut yaratabildi-ğini… Tamam, belki bunu tek boyutta parça parça tellerin birbirleriyle birleşerek ve ayrı-larak yarattıkları titreşim olarak hayal etmemiz gerek ama bu benim beklide Fa Diyez Ma-jör olduğum gerçeğini değiştirmiyor… Anlayacağınız o ki, çayım soğuyor. Bu sayıda kar-tuşumuz yettiğince hocalarımızın ve sizlerin basit olgusuna bakışını ve diğer konulardaki düşüncelerini aktarmaya çalıştık. Karmaşıklıkların bilgiye olan ebedi aşkınızı söndürme-mesi dileğiyle…

Jack Yakup Araz ODTÜ Fizik Topluluğu

Page 5: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

5

ODTÜ’de Astronomi ve Astrofizik

Halil Kırbıyık

15 Kasım 1956 yılında Mimarlık Fakültesi ile öğretime başlayan Orta Doğu Teknik Üniversitesi, 1956-1957 ders yılında İdari İlimler, Fen Edebiyat ve Mühendislik Fakülteleri ile öğretim alanlarını genişlet-miştir.

ODTÜ Fizik Bölümü, Fen Edebiyat Fakültesi bünyesinde 1960 yılında faaliye-te geçmiştir. Ankara Üniversitesi Matema-tik-Astronomi alanında yetişmiş olan Doç.Dr. Bedri Süer, Fizik Bölümü‟nün kuruluşunu takip eden yıllarda (1962) ODTÜ Matematik Bölümündedir ve Ma-tematik Bölümü içinde astronomi dersleri vermeye başlar. Küresel astronomi ve İstatatistiksel Astronomi gibi seçmeli ders-ler verir. Amaç disiplinlerarası eğitim ve araştırmayı güçlendirmektir.

ODTÜ yeni bir anlayışla kurulmuş-tu. Geleneksel matematiğe dayalı astro-nomi yerine fizik-matematik bilgisine da-yalı astronomi-astrofizik çalışmanın Tür-kiye‟deki astronominin ilerlemesi ve dün-yadaki yenilikleri takibedebilmek için ge-rekli olduğuna inanılıyordu. 1968 yılında Prof.Dr. Dilhan Ezer‟in bir yıl, 1969 yılında Prof.Dr. Paris Pişmiş‟in altı ay süreyle ODTÜ‟ye gelmeleriyle Fizik Bö-lümü‟nde astronomi-astrofizk eğitimi baş-lar. 1968 yılında Dilhan Ezer son sınıf Fizik öğrencilerine bir astrofizik dersi açar. Ders ilgi görmüştür. Fizik öğrencileri öğrendik-leri fiziğin yeni bir uygulama alanını keş-federler. Yıldız yapıları, evrimleri gibi ko-nuların tamamen fizik uygulaması oldu-ğunu gören öğrenciler heyecanlanırlar. Yeni öğrendikleri kuvantum fiziği, nükleer fizik gibi konuların uygulandığı ve yer bulduğu büyük ve muhteşem bir alan vardır önlerinde. Paris Pişmiş, yıldızlar-dan ziyade galaksiler üzerine ihtisaslaşmış bir hocaydı. Galaktik astronomi adıyla bir lisansüstü ders açar. Hatırlanacağı gibi bu yıllarda radyo astronomi de hızlı bir ge-

lişme göstermiş; İkinci Dünya Savaşı radar teknolojisi bu alana kaydırılmıştır. Paris Pişmiş‟in açtığı lisansüstü derse Fizik Bö-lümü‟nden Halil Kırbıyık, Mehmet Çokesen dışında radyo antenler üzerinde çalışan bazı Elektrik Mühendisliği öğrenci-leri de ilgi gösterir ve dersi alırlar.

Prof. Dr. Dilhan Ezer-Eryurt OD-TÜ‟de astrofizik çekirdeğini oluşturmayı hedeflemektedir. Doç. Dr. Bedri Süer buna sıcak destek vermektedir. 1968 Haziranın-da mezun olan Halil Kırbıyık‟da asistan olarak girmiş ve astrofizik alanında çalış-maya başlamıştır. 1968 yılı yaz aylarında ODTÜ Fizik Bölümü‟nde bir hareket baş-lar. Hareketin amacı tüm Türk Astronom-larını biraraya toplamak ve ilk Türk Ast-ronomi Sempozyumunu gerçekleştirmek-tir. Prof. Dr. Dilhan Eryurt öncülüğünde çalışmalar başlatılır ve başarılı bir toplantı gerçekleştirilir. Toplantı, 25-28 Eylül 1968 tarihlerinde yapılmıştır. Toplantıya otu-zun üzerinde katılım olmuştur. İstanbul, İzmir ve Ankara‟dan katılımcılar vardır. İlk Ulusal Astronomi toplantısına bu dere-ce bir katılım olması bizleri çok memnun etmiş ve mayanın tutacağı izlenimini ver-miştir. Ne de olsa Nasrettin Hoca‟nın to-runlarıyız. Ya tutarsa diye düşünmenin kime ne zararı olabilirdi ki. Ama faydasını gördük. Bu bir başlangıç oldu ve bugün benzeri toplantıların 17. si bu yıl Çukuro-va Üniversitesi‟nde yapılmaktadır. 1970 yılının ortalarında Doç.Dr. Hakkı Ögelman Fizik Bölümü‟ne katılır. Hakkı Ögelman‟ın açtığı yeni bir lisansüstü ders

Prof.Dr. Halil Kırbıyık, 1968 ODTÜ Fizik Bölümü’nden lisans; İngiltere-Sussex Üniversitesi’nden 1971 de yüksek lisans, 1974 de doktora derecelerini aldı. Yıldız atmosfer-leri, yıldızlarda dönme, yıldızlarda salınımlar gibi konu-larda araştırmaları vardır. Ulusal ve uluslararası mesleki derneklerin üyesidir. Fizik Bölümü Başkan yardımcılığı, Fen Edebiyat Fakültesi Dekan yardımcılığı ve Dekanlık görevlerinde bulunmuştur. 2007 den beri TUBİTAK Ulusal Gözlemevi (TUG) Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı yapmaktadır.1968 de başladığı ODTÜ deki görevini sürdürmektedir.

Page 6: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

6

ile öğrencilerin ufku daha da genişliyordu. Kozmik ışınlarla ilgili olan bu ders(Yüksek enerji fiziğine giriş) öğrencilerin fizik ve astronomi bilgilerini birleştirmelerini ve bu çalışmaların deneysel olarak ülkemizde de yapılabileceğini öngörmelerini sağlı-yordu. ODTÜ Fizik Bölümü‟nde ilk astro-fizik yüksek lisans öğrencisi H.Kırbıyık, programın ortasında, 1971 yılı Eylül ayın-da, yüksek lisans ve doktora için İngiltere (Sussex Üniversitesi) ye gönderilir. H.Kırbıyık, yüksek lisans ve doktora yap-mış olarak Temmuz 1974 de bölüme dö-ner.

1973 yılında Prof.Dilhan Ezer de-

vamlı eleman olarak ODTÜ Fizik bölü-mü‟ne katılır. Yine 1970 li yıllarda ODTÜ astrofizik grubu öğretim üyesi kadrosuna Dr. Tümay Tümer, Dr. Edward Utiger, Frank Barmore ve Dr. Jean Swank gibi yerli ve yabancı astrofizikçiler de katılmış ve değişik sürelerle eğitim ve araştırma etkinliklerine katkılarda bulunmuşlardır. Yanı sıra, yine bu yıllarda Ümit Kızıloğlu, M. Emin Özel, İlhami Yeğingil, Aysel İb-rahim ve Serpil Ayaslı gibi lisansüstü öğ-rencileri gruba dinamizm katıyordu. OD-

TÜ‟de ilk astrofizik doktorasını M.Emin Özel ( 1977) ve ikincisini de Ümit Kızıloğlu (1978) alıyordu. 1978 yılı verimli geçmiş ve takiben, İlhami Yeğingil, Serpil Ayaslı ve Aysel İbrahim‟de doktoralarını bu yıl tamamlamışlardır. Bundan sonraki yıllarda sırasıyla Nilgün Kızıloğlu(82), Necati Özkara(84), Faruk Tokdemir(85), Rikkat Civelek(87), Akif Esendemir ve Murat Alev(89), Altan Baykal(91), İbrahim Küçük(93), C. Berrin Erol(96), Mutlu Yıldız (96), Aşkın Ankay ve Ünal Ertan(2002), S. Çağdaş İnam(04) ve Özgür Taşkın(05) doktoralarını alan astrofizik grubu üyele-ridir. Bunların dışında çok sayıda öğrenci-ye yüksek lisans tezi yaptırılmıştır. 1974-75 yıllarında Prof.Dr. D.Eryurt‟un bilgisi dahilinde bir sayfalık bir duyuru hazırlandı. Duyuruda Fizik Bölümü‟nde açılacak iki dönemlik “Genel Asstronomi” dersinden söz ediliyor ve tüm üniversiteye açık olduğu söyleniyordu. Bildiriyi hazır-layan H.Kırbıyık ve M.E. Özel tüm üniver-siteye elden dağıtmış ve yeni açılacak dersten haberdar etmişti. İlgi duyan tüm öğrencilere açık olduğu belirtilen derse, Sosyal Bilim öğrencilerinden çok az talep olmuş, fakat fen ve teknik bölümlerden oldukça yoğun ilgi gösterilmişti. Prof.Dr. Hakkı Ögelman, izinli olarak, 1976-77 yılında Çukurova Üniversitesi‟ne gitmiş; orada astrofizik çalışmalarını baş-latmıştır. Dr. İ. Yeğingil ve Dr. M. Emin Özel‟de Çukurova astrofizik grubuna katılmışlardır.

ABD-Michigan Üniversitesi‟nde, 1979 doktora derecesini alan Selçuk Ba-yın,1980 yılında, İngiltere-Manchester Üniversitesi‟nde doktorasını tamamlayan Osman Demircan seksenli yılların ilk yarı-sında, ABD‟de doktorasını bitiren Ali Alpar doksanlı yılların ilk yarısında ve İngiltere-Sussex Üniversitesi‟ne doktora yapmak üzere gönderilen ve 1998‟de dercesini alıp dönen Sinan Kaan Yerli de ODTÜ Astrofizik grubuna katılırlar. Bun-ların dışında; 1997 yılında ABD‟de dokto-ra derecesini alan Şölen Balman da gruba dahil olmuştur.

Page 7: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

7

ODTÜ astrofizik grubunun bazı üyeleri geçici veya kalıcı olarak başka üni-versitelere gitmiş ve gittiklere yerlere OD-TÜ anlayışında eğitim ve araştırma etkin-liklerini götürmüşlerdir. Söz edildiği gibi bir grup Çukurova Üniversitesi‟ne, İ. Kü-çük Kayseri- Erciyes Üniversitesi‟ne, Mut-lu Yıldız Ege Üniversitesi‟ne, Ünal Ertan ve Ali Alpar Sabancı Üniversitesi‟ne geç-mişlerdir.

Görüldüğü gibi yetmişli yıllarda sayısal olarak küçük bir çekirdek şeklinde, fakat bilimsel bakımdan oldukça etkin olan astrofizik grubu, o yılardan başlaya-rak lisans eğitimi yanında yüksek lisans ve doktora eğitimine de önem verir. Grup kısa zamanda büyümüş ve kritik kütleye erişerek çok sayıda yüksek lisans ve dok-tora tezleri yaptırmıştır. Bilimsel araştırma ve yayınlarda ise uluslararası düzeyde hem sayısal hem de okunurluk bakımdan iyi bir yer edinmiş ve dünyadaki gelişme-leri daima çok yakından izlemişlerdir.

ODTÜ‟deki astronomi çalışmaları hem kuramsal hem de gözlemsel veya deneysel olarak sürdürülmüş ve sürdü-rülmektedir. Öğrencilerin uygulama ve pratik çalışmalar yapmalarına olanak sağ-layacak küçük bir üniversite rasathanesi de düşünülmüş ve Ekim 1990 da hizmete giren, 40 cm çapında aynası olan bir teles-kopla, ODTÜ Fizik Bölümü Gözlemevi kurulmuştur. O günkü koşullarda Ülke-mizin ikinci büyük teleskobu ünvanını taşıyordu.

Esasen daha evvel, H. Ögelman, Ed. Utiger, Ü. Kızıloğlu ve M.E. Özel Yer-leşkede bir yer seçmiş ( Yalıncak civari ) ve Gözlemevi binası subasmanı seviyesine kadar yapılmıştı. Ne var ki, Ankara‟nın batıya doğru fazla ilerlemesi, ışık kirliliği-ni artırmıştı. Muhtemelen buradaki yerden o nedenle vazgeçildi. Teleskop için yeni-den daha uygun bir yer aranmalıydı. Göz-lemevi‟nin kurulacağı yer için önce zama-nın rektörü Prof.Dr. Tarık Somer‟e Ankara Üniversitesi‟nin Ahlatlıbel‟deki yerine kurulması önerildi. Ancak bu öneri şiddet-

le reddedilince, ODTÜ Yerleşkesi içinde yeni bir yer arandı. Bölüme katılan ve göz-lemci olan O. Demircan ve Halil Kırbıyık çizmeleri giyip tüm Yerleşke dolaşıldıktan sonra bugünkü ODTÜ Kent yakınındaki yer seçildi. Gözlemevi için koordinatların belirlenmesi gerekiyordu. Bunun için de O. Demircan ve Akif Esendemir İnşaat Mühendisliği Bölümü‟nde jeodezi hocası Kasım Yaşar hocaya giderler. Kasım hoca-ya durum anlatılınca heyecandan yerinde duramaz: “Hemen yapalım, üç ay gibi bir zaman yeterli olur” der. Neticede Kasım hoca ve onun jeodezi dersini alan Fizik bölümü öğrencileri beraberce seçilen yerin koordinatlarını belirlerler. Ayrıca, Ümit Kızıloğlu‟nun yönettiği ve S.K. Yerli‟nin yaptığı “ODTÜ Gözlemevi Bölgesinin Test ve Ölçümleri” başlıklı yükseklisans tezi (1993) ile Gözlemevinin koordinatları tek-rar çalışılmıştır. Zaten hazır olan plan ve projelerinin değiştirilmesiyle son seçilen yere Gözlemevi inşa edilir. Ekim, 1990 da yapılan ilk gözlemle olay tüm dünyaya, Gözlemevinin koordinatlarıyla beraber duyurulur. Gözlemevinin koordinatları: Coğrafi enlem: 39 d 53‟6.1‟‟ Coğrafi boylam: 2 s 11dk 10.5 s Deniz seviyesinden yükseklik: 949 m. olarak belirlenmiştir.

“ER Vulpeculae” yıldız sisteminin ışık eğrisi 27 Aralık, 1991 tarihli bir makale ile IBVS dergisinde yayınlanmış ve Göz-lemevinde ilk bilimsel çalışma başlatılmış-tır. Bu çalışmada imzası olan astronomlar D. Eryurt, H.Kırbıyık, Ümit Kızıloğlu, S.Evren (E.Ü.), A. Esendemir, M.Alev, V.Keskin (E.Ü.), B. Uyanıker, S.K.Yerli ve A.Baykal‟dır. Gözlemevi‟nde ilk çalışma-dan sonra bilimsel amaçlı gözlemsel ya-yınlar yapıldıysa da daha çok eğitim-öğretim ve amatör amaçlı kullanılmıştır. 1990 lı yılların ikinci yarısında o bölgeye lojmanların yapılmasıyla Gözlemevi ast-ronomi amaçlı kullanıma kapanmıştır.

ODTÜ astrofizik grubu içinde de-vam eden araştırma konuları başlıca şöyle

Page 8: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

8

sıralanabilir: Yıldız yapıları ve evrimleri, yıldız atmosferleri ve çift yıldızlarda yan-sıma etkileri, yıldızlarda salınımlar, yıldız-larda dönme ve evrim, dönmenin evrim ve salınımlara etkileri, değişen yıldızlar, novalar, SNR(Süpernova Remnants), kataklizmik değişken çift yıldız sistemleri, aktif madde aktarımı yapan sıkı (kompakt) çift yıoldız sistemleri, Be çift yıldız sistem-leri, yüksek enerjili parçacıklara ilişkin gözlemsel çalışmalar, veri analizleri, pulsarlar, X-ışını yayan küçük kütleli çift yıldızlar, gama ışını yayan kaynaklar, kozmoloji ve gözlemsel astronomi.

Astrofizik grubunca başlangıçta kuramsal ve uydu verilerinin analizlerinin yapılarak değerlendirilmesi gibi konular çalışıldıysa da; ülkemizde TUBİTAK Ulu-sal Gözlemevi (TUG) nin kurulması ve bünyesinde, henüz tam işletmeye girme-miş olan 100 cm ve 60 cm çaplı ve bir de Ruslarla ortak 150 cm aynalı üçüncü bir teleskobun aktif olarak faaliyette olması astronomların gözlemsel astronomi çalış-malarına hızla girmelerini sağlamıştır. Grup üyeleri gözlemsel çalışmalara etkin olarak katılmakta ve bu alanda da katkıla-rını sürdürmektedirler. Bunlardan başka, TUG‟da 40 cm aynalı, Utrecht Üniversite-si‟nce bize hibe edilen ilk teleskobumuzun kurulu bulunduğu yerden, İsviçre‟nin Alp Dağlarında bir köyden sökülüp, paketle-nip ve Bakırlıtepe‟ye Akif Esendemir tara-fından getiriliş hikayesi uzun bir macera-dır. Bunun dışında 2004 yılında Bakırlıtepe‟ye kurulan ROTSE (Robotic Transient Search Experiment) teleskobu da Ümit Kızıloğlu‟nun gözetiminde uluslara-rası bir işbirliğiyle gözlem faaliyetlerine devam etmektedir. Bu teleskoptan dünya üzerinde sadece dört tane mevcuttur. Öyle ki bir gök cismi yirmidört saat sürekli göz-lenebilmektedir. Belirtilmesi gereken bir başka husus, ülkemizde CCD (Charge Coupled Device) kullanımı da ilk kez

ODTÜ astrofizik grubu tarafından

gerçekleştirilmiş ve bugün TUG‟da yoğun olarak kullanılan bu cihaz için önemli bir altyapı oluşturulmuş ve deneyim kaza-

nılmıştır. Nitekim, TUG‟daki ilk CCD öl-çümlerini de yine ODTÜ‟den astronomlar yapmıştır. ODTÜ astrofizik grubu, bilimin topluma maledilmesinin önemine inanmış ve po-püler bilim olarak astronomiyi hem öğren-ciler hem de halk nezdinde kamuoyuna sevdirmiştir. Bu faaliyet, 1986 yılında Halley Kuyruklu Yıldızının geçişinde, göz-lem şenlikleri ile en üst seviyesine ulaş-mıştır. Kuyruklu yıldızın 1910 geçişini görmüş olan, İstanbul‟da ikamet eden, sekseniki yaşındaki bir hanıma yaşamında aynı yıldızı ikinci kez görme olanağı sağ-lanmıştır. Kuruluşu o yıllara (1986) rastla-yan ve H.Kırbıyık‟ın akademik danışman-lığında ilk faaliyetlerini yapan ODTÜ Amatör Astronomi Topluluğu ülkemizde-ki en eski öğrenci topluluklarından birisi-dir. O yıllarda kuruluşunda ve bu faaliyet-lerde aktif görev ve sorumluluk almış olan Sinan K.Yerli, Bülent Uyanıker, Hülya Peker ve Alper Ateş‟i hatırlamadan geç-memek gerek. O yıllarda etkin görev alan bu genç astronomların hemen tamamı profesyonel astronom olmuştur. Öğrenci-lerimiz ilk yıllardaki heyecan ve tutkuyla ablaları ve ağabeylerinden devir aldıkları bu görevleri büyük bir başarıyla sürdür-mektedirler. Onlar da bayrağı kendilerin-den sonra geleceklere teslim edeceklerdir. 1986 yılında başlayan bilimin popülerleş-mesi etkinlikleri ODTÜ‟de tam 24 yıldır kesintisiz devam etmektedir.

1990 yılında, Türkiye‟de Uzay ko-nusunda bilimsel ve teknik çalışmaların koordinasyonu amacıyla bir birim oluştu-rulur. Birimin adı:” Uzay Bilim ve Tekno-lojileri Komitesi” (UBİTEK) tir. TÜBİTAK, Marmara Araştırma Merkezi Başkanlığı Koordinasyonunda 28.12.1982 tarihinde TÜBİTAK-Ankara‟da yapılan UBİTEK 1. Genel Kurulu‟nda, çalışmaların daimi tek-nik çalışma komisyonları

Uzaktan Algılama,

Uzay Bilimleri,

Uzay Elektroniği, eliyle her komisyonun kendi içinde çalış-ma grupları oluşturması kararlaştırılmış-tır. BU kurumun amacı, uzay konusunda

Page 9: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

9

çalışma yapmış ve yapmakta olan bir çok kurum, kuruluş ve kişileri biraraya getir-miş ve bazı çalışmaların yapılmasını sağ-lamıştır. Ancak somut bir sonuca varıla-madan çalışmalar kendiliğinden sona er-miştir. Bu kurumun yaptığı toplantılarda, Halil Kırbıyık hem astrofizik grubu hem de ODTÜ adına katkılarda bulunmuştur. Bu kurumla hedeflenen şey, esas itibariyle bir “Ulusal Uzay Ajansı” olmuştur.

Ülkemizdeki astronomları biraraya getirip sinerji yaratmak, bilgi ve görüş alış-verişinde bulunmak ve işbirliği olanakla-rını araştırmak amacıyla Prof. Dr. Dilhan Ezer ve asistan Halil Kırbıyık ODTÜ Fizik Bölümü‟nde ilk Ulusal Astronomi Kongre-si düzenlemişlerdir. Değişik üniversite-lerden ve kurumlardan önemli sayıda bi-lim insanının iştirakiyle 25-27 Eylül 1968 tarihlerinde gerçekleştirilen bu toplantı, Üçlü Amfinin merdivenlerinde çekilen bir fotoğrafla tarih sayfalarında yerini almış-tır. Bu tarihten sonra Astronomlar birkaç aksama dışında her iki yılda bir toplan-mıştır. XVII. Ulusal Astrnomi Kongresi ise 31 Ağustos-4 Eylül 2010 tarihlerinde Çu-kurova Üniversitesi‟nde (Adana) yapıla-caktır.

Prof.Dr. Dilhan Eryurt, Prof.Dr. Selçuk Bayın ve Dr. Murat Alev emekli oldu, Dr. Necati Özkara‟yı talihsiz bir ka-zada kaybettik. Bu kurumda yetişen bazı elemanlar da ülkemizde ve dünyada deği-şik kurumlarda çalışmalarına devam et-mektedirler. 2010 yılı itibariyle Fizik Bö-lümü‟ndeki astrofizikçiler 8 doktoralı öğ-retim üyesi ve dokuz-on civarinda lisan-süstü öğrenci ile eğitim ve araştırma faali-yetlerini artan bir ivme ile sürdürmekte-dir.

Astrofizik Grubu üyeleri zaman zaman yurt dışı işbirlikleri çerçevesinde dünyanın önemli merkezlerinde kısa süre-li veya uzun süreli bilimsel araştırmalar yapmışlardır. Örneğin, NASA (ABD), ESA (Hollanda), Uluslararası Fizik Merke-

zi(İtalya), Max Planck Astrofizik Enstitüsü (Münih) vb gibi. Dr. Ş. Balman 2001 yılın-da Prof.Dr. Nüzhet Gökdoğan (Türkiye Cumhuriyeti ilk astronom doçenti) ödülü, 2003 yılında da TÜBA-GEBİB ödülü almış, Dr. A. Baykal da TÜBİTAK Teşvik Ödülü almıştır.

Başından beri gelişmesine şahit ol-duğum ODTÜ astrofizik grubunun üyele-rinin, bugün uluslararası kurum ve kuru-luşlara projeler sunuyor olmaları, başlan-gıçta düşlediklerimizin gerçekleştiğini göstermektedir. Artık çalışmalarda ODTÜ üs olma özelliğine kavuşmuştur. Doktora dereceleri vermekte, yayınladıkları maka-leler çok sayıda atıf almakta ve bilimsel araştırmalarda yönlendiricilik ve yönetici-lik yapılabilmektedir.

ODTÜ‟den doktorasını alan Dr. İb-rahim Küçük, 1994 yılında Kayseri Erciyes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Fizik Bölümü‟ne geçmiş ve astrofizik çalışmaları başlatmıştır. Dr. İ. Küçük‟ün gayretleriyle, Yüksek Öğretim Kurumu‟nun 17.02.1998 tarihli kararıyla Erciyes Üniversitesi‟nde Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü ku-rulmuştur. Böylece ülkemiz üniversitele-rinde dört tane “Astronomi ve Uzay Bilim-leri” bölümü olmuştur ve Akdeniz Üni-versitesi‟nde kurulma aşamasında ve ona-yı beklenen ile beş bölüme çıkması bek-lenmektedir.

Bugün itibariyle (Mart, 2010) ül-kemizde İstanbul, Ankara, Ege (İzmir) ve Erciyes (Kayseri) Üniversiteleri‟nde Ast-ronomi ve Uzay Bilimleri Bölümleri ku-rulmuş; ODTÜ (Ankara), Boğaziçi (İstan-bul), ÇOMU (Çanakkale), Çukurova (Adana), İnönü (Malatya), Akdeniz (An-talya) ve Atatürk (Erzurum) Üniversitesi ve İstanbul Kültür Üniversiteleri‟nde Ana Bilim Dalı veya Astronomi-Astrofizik gru-bu olarak eğitim ve araştırmalar yapılma-ya başlanmıştır.

Page 10: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

10

Bilim Camiası İçin Mıntıka Temizliği

Mehmet Ali Olpak Harun Yahya Safsatası ve Evrim Gerçeği Bilim ve Gelecek Kitaplığı 2. Baskı, İstanbul, 2009, 431 sayfa

Evrim konusu geçtiğimiz günlerde

yine bir skandalla gündeme geldi. Bünye-sinde yaşanan gerici kadrolaşmadan pek çok insanın endişe duyduğu TRT, bir "ev-rimi çürüten balık" keşfetti1. Ortada ne habercilik etiği kaldı, ne bilim etiği. Takip eden günlerde haberin gerici kadrolar ta-rafından nasıl "evriltildiğine" dair belgeler de ortaya çıktı2 ve bir kez daha, "yüzümü-zü kara çıkarmadıkları" için gerici kadro-lar bizleri üzdü.

Konu evrim olunca ister istemez insanlar "yine mi" tepkisiyle karşılayabili-yorlar bu olan biteni. Ortada gerçekten insana bıkkınlık veren bir tartışma var; fakat bilimsel anlamda da siyasi anlamda da öneminden birşey kaybetmiyor; hem de yüz elli yıldır. Durum bu olunca, so-kaktaki vatandaşa tartışmanın içeriğini derli toplu bir şekilde anlatabilme ve bi-limden yana tavır alabilmesini sağlama ihtiyacı doğuyor. "Yaratılış bilimi" cenahı da durumun farkında ki, kendileri Harun Yahya imzalı kitaplar başta olmak üzere pek çok materyalle dertlerini sokaktaki vatandaşa "anlatmak" yolunda büyük me-safe katettiler. "Evrim cenahı"nın buna verdiği yanıtlardan biri, ve gerçek anlam-da değer taşıyan bir tanesi, Bilim ve Gele-cek Kitaplığı'ndan çıkan "Harun Yahya Safsatası ve Evrim Gerçeği" adlı kitap. Bu

Aylık Marksist Dergi Gelenek’in 108.sayısında yayınlanmıştır.

1 Fazla söze gerek bırakmadığı için, ilgili

programda “haberin” verildiği kısmın videosu incelenebilir. http://www.beyazpencere.com/Video/Darwin-i-Bitiren-Balik-18003.aspx

2 http://haber.sol.org.tr/medya/trtde-haberin-evrimi-belgelendi-haberi-21087

çalışma aynı zamanda, sözünü ettiğimiz "sokaktaki vatandaşa dert anlatma ihtiya-cını" karşılamak adına da yeni bir adım oluyor.

Çalışmanın en önemli yanı, pek çok bilim insanının katkısıyla hazırlanmış ol-ması. Aynı zamanda, akıllı tasarımcıların ortaya attığı pek çok güncel iddiaya veri-len yanıtların bir derlemesini de sunuyor. Sunuş kısmında da belirtildiği üzere, bu çalışma hazırlanırken Bilim ve Gelecek dergisinde yayınlanmış makalelerden bü-yük ölçüde yararlanılmış. Ayrıca, akıllı tasarım taraftarlarının kendi argümanları-na bilimsel bir görünüm verme çabasını, bu tez üzerinden yapılan propagandanın siyasi ayaklarını ve evrim kuramının mo-dern bilim açısından önemini ele alan ma-kale, haber ve söyleşilere yer verilmiş.

Kitabı eline alan ve bir miktar ince-leyen birinin aklına gelebilecek bazı soru-lar üzerinden bir değerlendirme yapmak sanırım anlamlı olacaktır. Tabi ki bu kişi-nin evrimciler cenahından olduğunu var-sayarak...

Akla gelebilecek ilk soru sanırım akıllı tasarımcıların iddialarına verilen yanıtların bir derlemesini yapmanın ge-rekli olup olmadığıdır. Aslında, bu iddia-ları ve verilen yanıtları, (şu sıralar zor gö-rünse de) Bilim ve Teknik dergisi dâhil pek çok popüler bilim yayınında bulmak mümkün. Fakat gözden kaçmaması gere-ken nokta, bu yayınların toplumsal etki-siyle dinci gericiliğin araçlarının toplumsal etkisi arasındaki somut olarak görülebile-

2004-2008 seneleri arasında ODTÜ Fizik Bölümü'nde lisans eğitimini tamamladı. Bu süreçte ODTÜ Fizik Topluluğu'nun daimi üyesi olan M. Ali Olpak 2007-2008 döneminde ODTÜ Fizik Topluluğu Yönetim Kurulu Başkanlığı yapmıştır. 2008 yılından itibaren ODTÜ Fizik Bölümünde Araştırma Görevlisi olan M. Ali Olpak , ''Yüksek Enerji Fiziği'' konusunda çalışmalarını sürdürmek-tedir.

Page 11: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

11

cek fark. Bu açıdan, insalara tartışmayı güncel bir bütün halinde sunabilecek bir iddia – yanıt derlemesi gerçekten anlamlı olabilir. Tabi ki, tartışmanın geçmişine ve siyasi boyutlarına dair söylenecek sözlere böyle bir derlemeden daha fazla yer ve-rilmesi gerektiği de dostane bir eleştiri olarak belirtilmelidir. Zira pek çok insan günlük yaşamındaki muhakeme süreçle-rinde bilimsel yönteme pek de ihtiyaç duymuyor ve zaten böyle bir yöntemi öğ-renmemiş oluyor, ve dinci gericiliğin bu tartışma üzerinden kimi insanları etkile-yebilmesi de böylece mümkün hale geli-yor.

Olası bir diğer soru, katkı yapan bi-lim insanlarının konuya dair yaklaşımları-nın tamamen aynı olup olmadığı. Bu kişi-lerin konunun siyasi yönü ile ilgili makale ve söyleşileri, bilimsel bir tartışma üzerin-den oluşabilecek bir görüş çeşitliliği ortaya koyuyor - hatta bu anlamda, siyaseten de tutarlı bir tartışma yürütmeyi olanaklı kılacak görüş yelpazesinin sınırlarını da zorluyor3! Bilimsel ya da (daha ziyade) siyasi açıdan farklı tartışmalara konu ola-bilecek bu çeşitlilik, evrim kuramının be-raberce savunulması, ya da daha geniş olarak, bilimsel tartışmaların bilimin yön-tem ve etiğine uygun biçimde insanlarla paylaşılması bağlamında önem kazanıyor.

3 Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Aslıhan Tolun, çalışmaya değerli bir katkı sunmuş. Ancak itiraf etmek gerekir ki, ABD eski başkanı G. W. Bush'un yaratılış görüşü ve evrim kuramına eğitim müfredatında eşit zaman ayrılması konusunda olumlu görüş ifade eden sözlerini “hazırlıksız söylenmiş, talihsiz sözler” olarak nitelemek samimi de olsa tartışmaya fazla gelen bir iyi niyeti ifade etmektedir. Sayın Tolun'un görüşü için bkz. Tolun, Aslıhan, “Çok da İyi Tasarlandığımız Söylenemez”, Harun Yahya Safsatası ve Evrim Gerçeği içinde, İstanbul, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2009, s. 326. Bush'un “vukuatı” için de örneğin kitabın 2. bölümü içindeki “SORUŞTURMA: Bilinçli (akıllı) tasarım bilim mi?” başlıklı bölümün giriş yazısına bakılabilir (s. 320).

Tabi burada, “bilimin ne olduğu”na dair en azından bir asgari müşterek olduğunu varsayıyoruz; yazının kapsamında olma-dığı için bu tartışmaya girmiyorum.

Kitabı karıştırmaya devam eder-ken, kitaptan bağımsız olarak da akla ge-lebilecek başka bir soru, evrim tartışmala-rının ne zamandan beri, kimler tarafından ve ne şekilde yürütüldüğü olacaktır. Çok ayrıntılı olmamakla beraber, Türler'in Kö-keni'nin yayınlandığı 1859'dan bu yana tartışmanın seyrini takip edebiliyoruz4.

Verilen bilgiler içinde özellikle dikkat çe-ken bir nokta var: 20. yy.'ın ilk çeyreği, Vietnam Savaşı karşıtı hareketin yükseliş dönemi ve 20. yy. sonu olarak üç dönem-de, tartışmanın ABD tarafından özellikle körüklendiğini görüyoruz5. Bir başka de-yişle, tekelci dönemine giren kapitalizmin

4 Ateş, Kenan, “Evrim Neden ABD ve Türkiye'de Az Benimseniyor?”, Harun Yahya Safsatası ve Evrim Gerçeği içinde, İstanbul, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2009, s. 341-347.

5 agm.

Page 12: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

12

gericileşme süreci (bu kısım adı konulmuş emperyalizmin kendini göstermesiolarak okunabilir), Sputnik şaşkınlığı geçmeden Vietnam batağına girilmesi ve SSCB'nin çözülüşü ile Asya'da oluşan boşluğa mü-dahale ihtiyacı6 ve bir açıdan da bilim – toplum ilişkisini gözden geçirmeye ihtiyaç duyulması. Tesadüf olmasa gerek.

Harun Yahya

Tabi bu noktada, yeni bir soruyla

dikkatimiz bu son noktaya yoğunlaşacak-tır: ABD'nin bu tartışma açısından özel bir durumu var mı? Kendisi yönlendirici olan bu sorunun yanıtını 3. bölümün başlığı bize veriyor: “Yaratılışçılığın Küresel Mer-kezi: ABD”. Günümüzde (bu konu üze-rinden düşünülüğünde garip bir şekilde) bilimsel üretimin merkezi durumuna gel-miş bir ülkenin bilim düşmanı üretimin de merkezi olması tarihin cilvesinden ibaret değildir herhalde. Bunu tartışmayı da şimdilik birkenara bırakarak, ABD'nin rolünü incelerken göze çarpan başka bir önemli noktayı işaret edelim. Türkiyeli gericilerin ABD'li muadilleri ile ilişkileri de gözler önüne seriliyor. Harun Yahya ve ekibinin ABD'li gericilerle ilişkisini zaten biliyorduk, ama Türkiye Cumhuriyeti'nin bir dönemki Milli Eğitim Bakanı Vehbi Dinçerler'in, hem de Adnan Oktar'ın Bilim

6 agm.

Araştırma Vakfı'nın ilişkide bulunduğu Yaratılışı Araştırma Enstitüsü'nden yaratı-lış görüşünün de okullarda öğretilmesi hususunda “teknik destek” aldığını7 sanı-rım çoğumuz bilmiyordu. Güncel anlamda çok önemli olması nedeniyle, ilgili maka-lede yer verilen bir alıntıya burada da yer veriyoruz:

1980'li yılların ortalarında birgün Ya-ratılışı Araştırma Enstitüsü (ICR) Türk Milli

Eğitim Bakanı Sayın Vehbi Dinçerler'den, davetsiz bir telefon aldı. Dini bütün bir Müs-lüman olarak Mr. Dinçerler yaratılışa inanı-

yordu. (Yaratılışın Kuran'daki anlatımı İncil'-deki ile hemen hemen aynıydı.) Türk Hüküme-

ti'nin bir üyesi olarak, tüm eğitim sistemine vakıf olduğu için okullarında baskın olan laik

temelli salt evrim öğretimine son verip, bunun yerine yaratılış ve evrime eşit zaman ayrıldığı iki modelli bir sistemi getirmek istiyordu. Bu-nun sonucu olarak yaratılışın bilimsel (İncil'-

deki değil) kanıtlarını içeren ICR'ın çeşitli kitapları Türkçe'ye çevrildi ve Türkiye'de tüm

okul öğretmenlerine dağıtıldı8.

Sanırım daha fazla yoruma şimdi-lik gerek yok.

Bu noktada, gözden kaçmış olabi-lecek başka bir önemli soru gündeme geli-yor: inanç özgürlüğü bu tartışmanın nere-sinde? Bu soru doğrudan tartışılmasa da, kitaptan ilgili başka sorulara dair önemli bilgiler etmek mümkün. Ancak öncelikle şunu belirtelim, katkı yapan kişiler arasın-daki görüş farklarının ortaya çıktığı nokta-lardan bir tanesi, “dinsel duygulara saygı duyma” noktasında ortaya çıkıyor9. İnanç

7 Kence, Aykut, “ABD'li Yaratılışçılık ve Türkiyeli Yandaşlarına Destekleri”, Harun Yahya Safsatası ve Evrim Gerçeği içinde, İstanbul, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2009, s. 353-355.

8 Alıntının yapıldığı kaynak, ICR'ın yayın organı Acts and Facts adlı derginin Aralık

1992 tarihlli 21. cildinin 12. sayısı. Bu bilgi de Kence'nin adı geçen makalesinde veriliyor.

9 Bu ayrıma dair iki makale örnek olarak verilebilir: Pekünlü, Rennan, “ABD'de Bir Evrim Davası ve Burjuva Demokrasisi”,

Page 13: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

13

özgürlüğü meselesine böyle bir çalışmada yer vermek belki fazla dikkat dağıtıcı ola-caktır, ancak bu konunun kesinlikle aynı özenle ele alınıp işlenmesi gerektiğini be-lirtmek gerekir. Bunun nedeni, toplumda en fazla kafa karışıklığına yol açabilecek başlıklardan biri olmasıyla birlikte evrim tartışmasındaki taraflaşmada bu kavramın dinsel bağnazlığın tarafına düşmemesi, akıllı tasarımcılarca tanımlanmaması ge-rektiğidir. Kavramın kendisinde ciddi muğlaklıklar bulunduğu açık, zira “x öz-gürlüğü” şeklinde tanımlanan kavramla-rın hepsinde belli bir muğlaklık bulundu-ğunu söylemek yanlış olmaz. Ancak muğ-laklık olması kavramın çöpe atılmasının değil mümkünse düzgün tanımlanmasının gerekli olduğuna da işaret eder. Evrimciler cenahı açısından da önemli olan, sanırım bu yönüdür.

Buradan başka bir ilgili noktaya hareket edelim. Bir yanda hala, bilim in-sanlarının kişisel eğilimleri bir merak ko-nusu olarak duruyor. 19. yy.'ın kimi önem-li bilim insanlarının (Darwin de dahil), bilime değerli katkılarını sundukları yola çıkarken bir Tanrı inancına sahip olmaları gerçekten ilginç10. Ancak kişisel konuların ele alınması anlamına geleceği için, bu tartışmanın bahsettiğimiz bilim insanları-nın biyografilerinde yapılmasının daha uygun olacağını düşünüyorum. Zira bi-

Harun Yahya Safsatası ve Evrim Gerçeği içinde, İstanbul, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2009, s. 368. Diğer örnek: Helvacıoğlu, Ender, “Dinde Son Nokta! Bilimde Nokta Bile Değil”, Harun Yahya Safsatası ve Evrim Gerçeği içinde, İstanbul, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2009, s. 25. Pekünlü, dinsel inançları genel olarak bağnazlık bağlamında ele alma eğilimindeyken, Helvacıoğlu, Harun Yahya tayfasının inanç konusunda da samimi olmadıklarına vurgu yaparak sokaktaki vatandaşın inançlarının insancıllık açısından samimi olduğu fikrine yakın duruyor.

10 Pekünlü, Rennan, “ “Akıllı Tasarım”ın Evrimi ve Darwin Devrimi”, Harun Yahya Safsatası ve Evrim Gerçeği içinde, İstanbul, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2009, s. 297 ve s. 300.

limsel bilginin en önemli niteliği, üretildiği süreçten ve onu üreten kişilerin bireysel eğilimlerinden bağımsız olarak kullanıla-bilir olmasıdır (tabi bilgiyi üretenler bu kullanımı fikri mülkiyet hakları ya da baş-ka siyasi – ekonomik araçlarla denetleme yoluna gitmiyorlarsa). Bahsettiğimiz bilim insanlarının da, ürettikleri bilginin böyle bir özelliğinin olması gerektiğini algılamış olduklarını sanıyorum; en azından sanayi üretimi, bu niteliğe sahip teknik bilgiye ihtiyaç duyar ve bu da, bahsettiğimiz farkındalık açısından, 19. yy. Avrupa'sın-da yeterli görünmektedir.

Charles Darwin

Daha ilginç olan durum ise, kimi bilim insanlarının da, kişisel inançları dü-şünüldüğünde, “yaratılışçı” olarak adlan-dırılmalarının mümkün olduğudur. Bu sonuca varmamıza sebep olan, yaratılışçı-lığın da çeşitlerinin olması, “zaman içinde evrilmesi ve uyum sağlaması” olgusu-dur11. Bir güzel örnek verelim: Vatikan

11 Ertan, Haluk, “Yaratılış Dogmasının Evriminde Bir Aşama: Akıllı Tasarım Hipotezi”, Harun Yahya Safsatası ve Evrim Gerçeği içinde, İstanbul, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2009, s. 286-291.

Page 14: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

14

1996 yılında en yüksek ağızdan evrime yeşil ışık yakmıştır, ancak ABD uzunca bir süredir yaratılışçılığın “akıllı tasarım” ver-siyonunu dünyaya ihraç etmektedir. Esa-sen bu tartışmalarda, “akıllı tasarım” kav-ramına odaklanmak gerekir. Özellikle ABD'de karşılaştıları yasal engeller nede-niyle tezlerine bilimsel bir kılıf bulmaya çalışan bir yaratılışçı ekol bu kavramı ge-liştirmiş ve yalnızca dinsel referanslarla değil, von Daniken tarzı uzaylı hikâyele-riyle dahi “temellendirilebilecek” bir tez ortaya atmıştır; uzaylı meselesi de kendi söylemlerine dahildir12.

Tartışmanın bir “tarafı”nın mesele-yi ne kadar bilimsel bir şekilde ele aldığına da böylece şahit olduk. Evrende yalnız olmayabiliriz, ancak bunu sorgulamak için gözlemsel ve deneysel verilerle doğru-lanmış bir kurama saldırmaktan ziyade, evrende yalnız olmadığımız düşüncesini bir hipotez haline getirip benzer şekilde sınamamız gerekir. Bu, ayrı bir konu. An-cak, bilimsel tartışma bağlamında bakıldı-ğında, akıllı tasarımcılarla bilim insanları arasında bilimsel bir tartışmanın yürüme-diğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu nedenle tartışmanın, “iki tarafı da dinlemek lazım” naifliğiyle ele alınamayacağını vurgula-mak gerekir. Böyle bir yaklaşım ideolojik bir tartışma açısından da sıkıntılı olacaktır; zira akıllı tasarım cenahı, bilimsel olmayan tezlere bilimsellik kılıfı giydirerek, kendi tezlerini destekleyecek bilgi üretmek yeri-ne evrim kuramını destekleyen bilgileri çarpıtmak ve kuramda açık aramaktan başka “bilimsel çalışma” yapmayarak, herhangi bir tartışmada muhatap alınma hakkını etik açısından da kaybetmiştir. Sonuç olarak, “ortada iki taraf yoktur”13.

12 Yıldırım, Cemal, “Din ile Bilimin Bağdaşmazlığı”, Harun Yahya Safsatası ve Evrim Gerçeği içinde, İstanbul, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2009, s. 331.

13 Konuyla ilgili olarak bkz. “Evrim ve Bilinçli Tasarım Neden İki Taraf Değil? “Leylek Kuramı”nı da okutalım mı?”, Richard Dawkins ve Jerry Coyne ile söyleşi, çev. Feryal Halatçı, Harun Yahya Safsatası ve Evrim Gerçeği içinde, İstanbul, Bilim ve

Çalışmada yer alan yukarıdaki baş-

lıklar, bugün insanlara derli toplu bir re-sim çizebilmek için gerçekten gerekli baş-lıklar. Bu açıdan, söz konusu çalışma, bundan sonra yapılacak derleme toplama çalışmaları için de bir eşik olarak değer-lendirilebilir. Bu çalışmanın temas ettiği ve edemediği konuları iyice görüp değerlen-dirdikten sonra, konunun uzmanlarına eksikleri tamamlama motivasyonu verebi-leceğini de iddia etmek sanırım yanlış ol-maz. Yine de, böyle bir motivasyon için, belli bir “aktivasyon enerjisi” gerekeceğini gözden kaçırmamak gerekir. Dolayısıyla, sorulması gereken soru, bu enerjinin nasıl sağlanacağı olmalıdır.

Gelecek Kitaplığı, 2009, s. 312-319.

Page 15: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

15

Treni Kaçırmadık!

Gürcan Demirci

İnsanlığın önümüzdeki elli senede karşılaşacağı en önemli beş problem ara-sında su, besin, çevre kirliliği, yoksulluk ve enerji gösterilmektedir(1). Aslında bu beş problemi inceleyecek olursak, enerji konusundaki sıkıntıların giderilmesi du-rumunda önümüzdeki elli sene boyunca rahat bir yaşam sürdürebileceğimiz kanı-sına varabiliriz.

İnsanların enerjiye olan taleplerinin ekonomik ve sosyal gelişme düzeyi ile bağıntılı olduğu düşünülürse; temel enerji kaynaklarında ( fosil yakıtlar ) karşılaştı-ğımız sınırlılık ve çevre dostu olmama nitelikleri, çözüm olarak bizlere alternatif enerji kaynaklarını işaret etmektedir. Ter-modinamiğin birinci yasası olarak bilinen “enerji dengesi” - hiçbir enerjinin yoktan varedilememe ve vardan yok edilememesi – kapsamında davranan alternatif enerji kaynakları; tekrar aynı verimle kullanıla-bilirlik açısından yenilenebilir ve yenile-nebilir olmayan enerji kaynakları olmak üzere iki alt kategoriye ayrılır. Ekonomik açıdan dezavantaja sahip olan yenilenebi-lir olmayan alternatif enerji kaynakları arasında bulunan petrol, doğal gaz, kömür ve nükleer enerji; dünyanın günümüzdeki enerji profilinde % 87,8 gibi yüksek bir payla yer almaktadır. Fosil yakıtların çevre ve insan sağlığına verdiği zararlar, yol açtığı ısı artışı ve ekolojik denge gereklili-

ği, sadece sürdürülebilir değil aynı za-manda yenilenebilir enerji kaynaklarına duyacağımız ihtiyacı gözler önüne ser-mektedir. Enerji sektöründeki stratejilerin temel hedefleri olan çevresel yönden sür-dürülebilirlik, ekonomik verimlilik ve enerji güvenliği düşünüldüğünde yenile-nebilir olmayan alternatif enerji kaynakla-rının zamanla yerini güneş, jeotermal, dal-ga, biyokütle ve rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına bırakmasını tahmin etmemiz zor olmayacaktır. Uluslararası Enerji Ajansı „nın 2009 yılında açıkladığı senaryonunda tahminimizi destekler yön-deki öngörüsü 2030 yılında Dünya gene-lindeki yenilenebilir alternatif enerji kay-nakları kullanımının enerji kullanımında %41 lik bir pay edineceğidir.

Enerji konusunda uluslararası kap-samda yürütülen yeni politikalara ve tek-nolojilere işlerlik kazandırmamız gerek-mektedir. Türkiye „nin Dünya Enerji Sek-törü‟nde üretilen stratejilerin yenilenebilir enerji kaynaklarına doğru vermiş olduğu sinyali iyi analiz ederek, sahip olduğu jeopolitiği enerji üzerine verimli şekilde yansıtması gerekmektedir. Türkiye jeopo-litik açıdan güneş, jeotermal, dalga, biyokütle ve rüzgâr gibi yenilenebilir al-ternatif enerji kaynaklarının hemen hepsi-ni kullanabilecek yapıya sahiptir.

Güneş Enerjisi Potansiyel Atlası ( GEPA )

Kaynak: http://repa.eie.gov.tr/MyCalculator/Default.aspx

Page 16: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

16

Bu kaynaklar arasında rüzgâr ener-jisi; toprak koşulları, iklim, verimlilik ve sürdürülebilirlik açısından bir adım öne çıkmaktadır. Yeryüzündeki farklı yüzeyler kendi içyapıları sebebiyle farklı hızlarla ısınır ve soğurlar. Isınan yerdeki hava yükselir ve daha soğuk kısımdaki hava hareketlenerek rüzgârı oluşturur. Hareket

halindeki havanın kinetik enerjisine ise rüzgâr enerjisi denir. Rüzgâr enerjisi yük-sek yerlere monte edilen kanatlar yardı-mıyla elektrik enerjisini üretmemizi sağlar. Rüzgâr türbinleri olarak da bilinen bu ka-natlar kendi ekseninde hareket edebilme ve fırtına durumunda kendini durdura-bilme özelliğine sahiptir.

Kaynak: http://elektroefor.com/enerji.html

Şebekelerin gidemeyeceği ücra

bölgelerin elektrik gereksinimini karşıla-ması özelliği ile de rüzgâr enerjisi Türki-ye‟nin enerji ihtiyacını karşılaması için vazgeçilmez bir enerji kaynağıdır. Fosil yakıt santralleri ile karşılaştırıldığında daha ekonomik üretim olanağına sahip olan rüzgâr enerjisi; işletme maliyetininde olmamasıyla ekonomik bir enerji kaynağı-dır. Avrupa‟da 1400 Dolar / Kw olan rüz-gâr enerjisi maliyeti, ABD„de 750 Dolar / Kw a kadar düşmektedir. Türkiye„de Boz-caada‟da bulunan rüzgâr türbinleri için bu rakam 1000 Dolar / Kw‟dır. Aynı oranda enerjiyi bir hidroelektrik santralinden ürettiğimizde ise belirtilen rakamların 2 bin dolar – 4 bin dolar seviyelerine yük-seldiğini görmekteyiz. Gelişen teknoloji ile birlikte bu rakamların çok daha aşağıya

çekilmesi beklenmektedir. Türkiye‟ninde üye olduğu Ekonomik Kalkınma ve İşbir-liği Örgütü ( OECD ) üye ülkeleri için 1993 yılında yapılan bir çalışma Türkiyede yıl-da tüketilen elektriğin en az iki mislinin rüzgârdan karşılanabileceğini gösteriyor-du. Türkiye de mevcut toplam elektrik üretme kapasitesi 41 000 MW dur. 1 Kasim 2007 tarihinde EPDK (Enerji Piyasasi De-netleme Kurulu) na 78 000 MW kapasiteli ruzgar guc santrali lisans müracaatının yapıldığını düşünürsek OECD tarafından yapılan araştırmaların kanıtlarını görmüş oluruz.

2009 yılı Türkiye Elektrik Strateji Belgesi verilerine göre 2007 yılında toplam kurulu güç olarak %1 lik bir paya sahip olan rüzgâr enerjisi, Cumhuriyet „ in Yü-

Page 17: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

17

züncü Yılı olan 2023 „de büyük bir artışla %18 ler seviyesine ulaşacaktır.

Kaynak: Bora Şekip Güray, 2009, Elektrik Strateji Belgesi

Üzerine birçok strateji geliştirilen ve canlı türünün devamı için en önemli kaynak olarak gösterilen enerjinin; eğer yaşamın sürdürülebilir olması isteniyorsa ekonomi ve çevre ile birlikte ele alınma zorunluluğu bulunduğu unutulmamalıdır. Gelecek 20 yıl içerisinde nihai enerji tüke-timinin büyük bir kısmının yenilenebilir alternatif enerji kaynaklarından karşılan-ması yönündeki öngörüler bizleri doğru adımlar atarak, enerji konusunda dış top-

raklara bağımsız hale gelmek için çalışma-lar yürütme gerekliliğine sürüklemektedir. Türkiye „ nin coğrafi yapısı ve bilimsel düşünceyi hayata geçirebilecek insan gücü düşünüldüğünde bu konudaki treni hala kaçırmadığı ortadadır. __________ (1)R. E Smalley, MIT Forum, River Oaks, January 22, 2003

Page 18: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

18

YURI GAGARIN VE 12 NİSAN 1961

Gizem Kocakuşak’ın derlemesi ODTÜ Amatör Astronomi Topluluğu

Uzay çalışmaları, fikir ve düşünce olarak aslında çok eski çağlara dayanmak-tadır. Örneğin, İranlıların, Hintlerin ve Çinlilerin hikâyelerinde efsanelerinde uzay ve uçan insan figürleri kullanılmıştır. Bu fikirler üzerine birçok çalışma yapılmış ve Rusların ilk kıtalararası roketi fırlatma-sıyla pratikte de uygulanmaya başlanmış-

tır. İnsanoğlunun uzay serüveni tam an-lamıyla, Sovyetler Birliği‟nin, 4 Ekim 1957′de Dünya‟nın ilk yapay uydusu Sputnik-1′i uzaya göndermesiyle başladı Sputnik-1 bu roketler sayesinde fırlatılmış ve Dünya yörüngesine oturtulmuştur. Bu uydu, yörünge de dolandığı sürece Dün-ya‟ya radyo sinyalleri yollamıştır.

Sputnik-1 (ilk yapay uydu)

Sovyetler, Sputnik-1′in ardından, 3 Kasım 1957‟de Layka adlı köpeği taşıyan Sputnik-2‟yi uzaya gönderdi. ABD, aynı yıl Vanguard uzay aracının fırlatılmasında başarısız oldu. Fakat Sovyetlerden sonra ABD de 1 Şubat 1958 de Explorer-1 adlı uyduyu uzaya göndererek ilk başarılı uçu-şuyla uzay yarışında yerini almıştır. Bu yarış Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birli-ği (SSCB) arasında 1957'den 1975'e kadar sürmüştür. Hiç bir resmiyeti olmayan bu rekabet ortamı, Soğuk Savaş'ın bir parça-sıdır. Uzaya uydu ve sonda yollayarak keşfetmek, insan göndermek, Ay'a insan

indirmek gibi çabalar içerir. Fakat uzay çalışmaları ve uzay teknolojisi gelişimin yanı sıra iki ülkenin birbirini olası bir sıcak savaştan önce moral olarak çökertme ama-cıyla da kullanılmıştır.

Bu zamana kadar insansız yapılan uydular ve uzay araçları 1961den sonra yeni bir boyut kazanmıştır.

1961 yılında Yuri Gagarin, Vostok-

1 adlı kapsülle uzaya ilk insanlı uçuşu gerçekleştirmiştir. Gagarin, Vostok-1 kap-sülü ile Dünya‟nın etrafını 1 kez dolandı. Ve başarıyla görevini tamamladı.

Page 19: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

19

Vostok-1 (ilk insanlı uzay aracı)

Sovyetlerin ardından, Şubat

1962‟de içinde ilk ABD‟li astronotlardan John Glenn‟in bulunduğu Friendship‟in gönderilmesi ile ABD de uzay çalışmaları-na yön vermeyi sürdürdü. Bunu takip eden tarihlerde; Lovell ve Borman, 14 gün süreyle yörün-gede kaldılar(4-18 Aralık 1965). Aleksey Leonov, uzayda araç dışına ilk çıkışı gerçekleştirdi (18 Mart 1965) Mariner-4 (ABD) Kasım 1964‟de Mars ge-zegeninin ilk fotoğraflarını iletti. Lunik-9 (SSCB) ay üzerine ilk yumuşak inişi Şubat 1966‟da gerçekleştirdi. Bu çalışmaları, aynı yılın Haziran ayında ABD‟nin Surveyor‟ı izledi.

Ancak, bütün bu çalışmalara rağ-men hala en çok akılda kalan şey SSCB‟nin fırlatmış olduğu ilk insanlı uzay aracı Vostok-1 ve Yuri GAGARİN‟di.

20 Haziran 1969′da Apollo-11 uçu-şu ile ABD, Ay‟a ilk kez insan indirmeyi başararak tarihe geçti ve uzay araştırmala-rı alanında önemli adımların neredeyse tek odağı haline geldi.

Günümüzde ise uzay araştırmaları bu iki ülkeyle sınırlı değildir. Bu kapsam-da Japonya, Kanada gibi gelişmiş ülkelerin bireysel çalışmalarıda yer almaktadır. Bü-tün bunların yanı sıra, adını son yıllarda

sıkça duymaya başladığımız bir başka büyük organizasyon daha var: ESA (European Space Agency-Avrupa Uzay Ajansı) Uzay araştırmalarına oldukça id-dialı başlayan ve genç bir organizasyon olan ESA, 15 ayrı ülkeyi bünyesinde bu-lunduran çokuluslu bir kuruluştur. ESA, temel olarak, uzay bilimleri (gezegenler, uzay boşluğu, Güneş, ısı, enerji, göktaşları, yıldız sistemleri, uzay fiziği, astronomi vb), yeryüzü gözlemleri (enerji, su, maden ve mineral kaynaklarının araştırılması), tele-komünikasyon (uydu haberleşmesi, GPS), uzay taşıyıcıları (uydu fırlatma sistemleri, araştırma uyduları), mikroçekim ve ulus-lararası uzay istasyonu gibi alanlarda ça-lışmalarını sürdürüyor

Uzay çalışmaları ve çeşitli alanlar-daki denemeler günümüze kadar devam etmiştir ve hala birçok ülkede devam et-mektedir.

Bütün bu çalışmaları incelerken ak-la gelen sorulardan birisi ise; neden Yuri Gagarin?

Page 20: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

20

Yuri GAGARİN

9 Mart 1934 yılın-da, Gzhatsk yakınlarındaki Klushino'da doğan Gagarin‟in uzaya olan merakı ilk kez gittiği teknik lisede katıldığı “Aero Club” adlı topluluğa girmesiyle alevlendi. Lise eğitimini tamamladıktan son-ra,1955 yılında askeri uçuş eğitimi almaya başladı. Moskova'da madencilikle ilgili bir okulu bitiren Gagarin, havacılığa duydu-ğu ilgi ile Hava Kuvvetleri Okulu'nu ta-mamladı. Deneme pilotu olarak çalıştıktan sonra 1960 yılına gelindiğinde, çok kap-samlı araştırma ve elemelerin ardından Gagarin, 19 kozmonotla birlikte Sovyet uzay programına seçildi. Seçilen kozmo-notların fiziksel ve ruhsal dayanıklılıkları-nı ölçmek için yapılan sayısız zorlu testin ardından, bu testlerde çok büyük bir başa-rı gösteren iki kozmonot, Yuri Gagarin ve Gherman Titov, programa girmeye hak kazandılar. Sovyet yönetimi Gagarini seçerken, medyayı elinde tutma kapasitesi ve dış görünüm gibi faktörleri de dikkate aldılar.

12 Nisan 1961 tarihinde Gagarin, Vostok 3KA-2 adlı uzay aracıyla ilk uzay seyahatini gerçekleştirdi. Gagarinin bu uçuştaki kod adı Kedr'dı. Uçuş esnasında Sovyet yetkilileri Gagarin'in rütbesini yüzbaşılıktan binbaşı-lığa yükselttiler ve Lenin nişanıyla ödül-lendirildi. Gagarin bu başarılı uçuşunun ardından yedi yıl boyunca yeniden kulla-nılabilir bir uzay aracı geliştirmek ile ilgili çalışmalar yürüttü.

Gagarin, 27 Mart 1968 tarihinde, rutin bir eğitim uçuşun-da Kirzhach yakınlarına düşen uçakta ha-yatını kaybetti. Kazanın sebebi hiçbir za-man tam olarak öğrenilememesine rağ-men, araştırmalar uçağın, bir Su-11 uçağının yarattığı türbülans yüzünden düşmüş olabileceğini gösterdi.

Ölümünden sonra Ayın görünme-yen yüzünde bir kratere ve doğduğu kente adı verildi. Anısına saygı olarak, Uluslara-rası Havacılık Federasyonu 1968'den baş-lamak üzere her yıl bir uzay adamına adı-nı ve resmini taşıyan özel bir madalya vermektedir.

Yuri GAGARİN

Kaynakça:

www.turkcebilgi.com

www.msxlabs.org

Page 21: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

21

50. Yılında Lazer

Soner Albayrak’ın derlemesi

İlk kez 1917 yılında Albert Einstein tarafından hayal edilen ve 1954 yılında Microwave Amplification by the Stimulated Emission of Radiation adında öncü teknolo-jisi bulunan ve MAZER den temel farkı görünebilir olması olan LAZER‟in, yani Light Amplification by the Stimulated Emission of Radiation‟ın, 50. yılını kutlu-yoruz. 1958‟de MASER‟in mucitleri Charles Townes ve Arthur Schawlow un üzerinde uğraştıkları ama optik lazer hali-nin mucidinin Theodore Maiman olduğu LAZER in, 1960 yılında adı geçen bilim insanları tarafından günümüzdeki haline getirilmesinden bu yana pek çok alanda oldukça işe yaradığını görebiliriz.

Lazerle göz ameliyatı ya da lazer epilasyonu günümüzde fazlasıyla alışkın olduğumuz kullanımları. Bunlara ilaveten, bu yıl satışa çıkacak olan ve cep telefonu, müzik çalar ya da bilgisayara bağlanarak herhangi bir yerde yüksek çözünürlükte geniş ekran görüntü sağlayan “The SHOWWX projector”, yani cebe sığacak boyutlardaki projeksiyon makinası, laze-rin hayatımızı kolaylaştırmak için sunduk-larından sadece bir örnektir.[1]

Lazerin günümüzdeki diğer geliş-mekte olan bir faydası da üretim maliyet-lerini %85 azaltabilecek olan 3 boyutlu lazer görüntüleme teknolojisidir. Deniz kuvvetleri araştırma ofisinden alınan öde-neklerle yapılan çalışmalar sonucunda geliştirilen bu görüntüleme tekniği, VIRGINA sınıfı denizaltının (VCS) üretim döngüsünde 7700 man hours luk bir azal-ma sağlamıştır, bu rakam da bir denizaltı-nın üretiminde 15,5 milyon dolarlık bir azalışa denk gelmektedir. [2]

3 boyutlu lazer görüntüleme tekni-ği, bilimsel alanda da çok kullanışlı bir yöntemdir. Lab Space‟ den yapılan açık-lamalara göre, 1930 larda bulunan ve 110

milyon yıllık olduğu tahmin edilen Teksas dinazorunun nadir ayak izini lazer görün-tüleme teknolojisiyle kaydedip saklamak mümkün olabilmiştir. Dallastaki Southern Methodist Üniversitesinden paleontolog Thomas L. Adams‟a göre taşınabilir 3 bo-yutlu lazer tarayıcıları orijinal fosilin mor-folojisini ve dokusunu yakalayarak, verile-rin köpükte ya da reçinede 3 boyutlu esas modellerinin yapılmasını sağlayabilecek kadar kullanılabilmesini mümkün kılıyor. [3]

Lazere gelecekteki kullanımları için biçilen rolse, bunların hepsinden oldukça farklı ve heyecan verici: Lazer itkili uzay araçları. Live Science a göre bunun gerçek-leşmesi ulaşımı tamamen değiştirebilir.

Demetlenmiş Enerji İtkisi (Beamed Energy Propulsion) hayalden ya da fikir-den öte, geleceğin ulaşımını kökten değiş-tirecek güçlü imkânlar sağlayan bir tekno-loji. BEP (Beamed Energy Propulsion), uzaktan kontrol edilen lazer kaynaklarıyla uçurulan hiper enerjili araçlar üretip kul-lanmamıza imkân sağlamaktadır. Böyle araçlar, klasik yanmalı motorlarla sağla-namayacak düzeyde eşsiz bir performans sağlamaktadır. BEP ile çalışan araçlar, var olan ulaşım yöntemlerinin hepsinden da-ha çevreci, daha ufak, daha hızlı, daha güvenli, daha hafif ve çok daha verimli olacaktır.

The Lightcraft Flight Handbook: LTI-20 adlı kitapta da detaylı bir şekilde bahsedildiği gibi, Demetlenmiş Enerji İtki-si içsel bir şekilde temiz bir teknolojidir. Ekoloji dostu yöntemlerle üretilebilen elektriği kullanır, elektriğin uzay temelli güneş enerjisi ya da dünya temelli rüzgar, füzyon, fisyon, hydroelektrik ya da başka bir enerji çeşidinden üretilmiş olması farketmez; böylece de biz BEP üretmek için en baştan ekolojik olarak sorumlu

Page 22: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

22

yolu seçebiliriz. Yakmak için çok değerli olan ham petrolü kimyasal stok olarak kullanmaya yönlendirecek sürdürülebilir enerji altyapısından daha acil hiçbir şeyin olmadığını gördüğümüz günümüzde bu yöntemin önemini daha da iyi takdir ede-biliriz.

İnsanlığın ulaşım tarihi boyunca ne kadar hızlı, ne kadar uzağa ya da ne kadar yukarıya gideceğini hep motorlarımızın güç yoğunluğu ve yakıtların enerji yoğun-luğu belirledi. Peki ya yakıt kavramını arkada bırakıp demetlenmiş enerji itkisini kullanırsak? Tüm o motoru desteklemek için yapılmış yapıları, motoru ve yakıtı taşımaya adanmış enerjinin tamamını üretmeyi başarabilirsek? İşte bu, hava ta-şımacılığının ve itkilenmenin yeni bir çağı olurdu. Böyle bir sistem bugün kullanılan enerjiyle 100 kat daha fazla yükü taşıyabi-lir, üstelik bunu ucuz elektirik enerjisiyle yapabilir. Yakıtı arkamızda bırakarak uzay yolculuklarını çok daha güvenli hale de getirebiliriz.

İçten yanmalı motorların, elektiriğin, telefonların, bilgisayarların, internetin bulunmasıyla hayatlarımızın dramatik bir şekilde değişmesi gibi, yakı-

nımızdaki uzaya ucuz bir şekilde ulaşa-bilme imkânının bulunmasıyla da hayatı-mız aynı şekilde değişecektir. İnsanlığın uygarlığını bu sınırları olmayan yeni çev-reye genişleterek, güneşin geniş enerji kaynaklarının ve yakın astroidlerin mal-zeme kaynaklarının musluğunun tıpasını çıkarmış olacağız. İnsanlık için yeni bir çağa, Sürdürülebilir Uçuş Çağına girece-ğiz.

Demetlenmiş Enerji İtkisi Geleceğe dair bir hayal mi? Lazer itkili minyatür formdaki hafif bir hava aracı çoktan uç-mayı başardı. Yaklaşık 10 yıl önceki bir dizi araştırmada, fincan tabağı boyutların-daki bir hafif hava aracı (lightcracft), itki için optimize edilmemiş askeri lazer kul-lanarak, White Sands Missile Range‟de başarılı bir şekilde havalandı.71 metre çıkmayı başaran bu aracın rekoru hala korunmaktadır. Önceki bir nesilde prob-lem böyle bir uçuşun yapılabilmesiydi. Artık problem büyük boyutlardaki hava taşıtlarını uçurabilmek için onları nasıl üretebileceğimizi bulabilmek; yani prob-lem bilimsel bir sorundan mühendislik sorununa evrimleşti.

Artık gökyüzü limitimiz değil. [4]

Kaynaklar:

http://www.physorg.com/news182325598.html

http://esciencenews.com/articles/2009/07/30/laser.image.aimed.achieving.85.percent.reduction.costs

http://www.labspaces.net/100476/Portable___D_laser_technology_preserves_Texas_dinosaur_s_rare_footprint

http://www.livescience.com/space/090904-laser-ships.html

Page 23: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

23

Atom ve Molekül Topakları

Şakir Erkoç

Bu yazı yazarın aşağıdaki kitabından uyarlanarak hazırlanmıştır:

Ş. Erkoç, “Nanobilim ve Nanoteknoloji”, ODTÜ Yayıncılık, Ankara, 2007.

Özet

Bu yazıda atom ve molekül topak-larının tanımı, sınıflandırılması, önemi, üretme ve inceleme yöntemleri, uygulama alanları fazla ayrıntıya girmeden özetle anlatılmıştır. Giriş

Atom kuramının kabul görmesin-

den sonra maddenin davranışı üzerine yapılan çalışmalar başlıca iki kolda ilerle-di: Birisi atomların ve moleküllerin tek tek özelliklerinin incelenmesi şeklindeydi. 1930‟larda bu yolda yapılan çalışmalar çekirdek fiziğinin gelişmesini, daha sonra da parçacık fiziğinin gelişmesini sağladı. Diğeri ise çok sayıda atom veya molekül özelliklerinin incelenmesi şeklindeydi. Bu koldaki çalışmalar da yoğun madde çalış-malarının gelişmesini sağladı. Bu iki uç arasında 1970‟lere kadar fazla bir gelişme olmadı. Daha sonra bu alanda çok çalışma yapıldı ve ilgi devamlı arttı; bu alan daha sonra “atom ve molekül topakları” olarak adlandırıldı. Atom ve molekül topakları büyüklük olarak nanometre ölçekte olduk-ları için bu saha doğrudan nanobilim ve nanoteknolojinin ilgi alanına girmektedir. Topaklar günümüzde nanobilim ve nanoteknolojinin vazgeçilmez ve en aktif sahalarından biri haline gelmiştir.

Farklı alanlarda çalışan bilim in-sanları atom ve molekül topaklarına ilgi göstermeye başladı. Topaklar konusu hem deneysel hem de kuramsal çalışmaların beraber yapıldığı, birbirlerini desteklediği önemli alanlardan birisidir. Bu yazıda to-paklar hakkında genel olabilecek bazı bil-

giler özetle verilecektir. Örneğin, tanımı, sınıflaması, özellikleri, önemi, deneysel olarak üretme ve inceleme yöntemlerinin yanında kuramsal olarak inceleme yön-temleri de özetle anlatılacaktır. Tanımı

Topaklar genellikle “farklı şartlar-da birarada tutulan atom grupları” olarak tanımlanır. Bazı araştırmacılar topakları maddenin beşinci hali olarak kabul eder. Yaygın olarak bilinen tanımı ile “topaklar farklı bilim dallarını birleştiren sonlu yapı-lardır”. Belki bu son tanım topakların oy-nadığı rol bakımından daha anlamlıdır.

Topaklar yapıları ve içerdiği atom-lar bakımından moleküllerden farklılık gösterirler. Moleküller belli bir yapıya ve atom grubuna sahiptir, değişmez. Ancak topaklar herhangi bir sayıda atomdan olu-şabilir, değişik geometrilerde yapılar oluş-turabilirler. Sınıflandırılması

Topaklar farklı özelliklere göre sı-

nıflandırılabilirler. Örneğin içerdikleri atom cinslerine göre tek cins atomdan olu-şan topaklar, birden fazla cins atomdan oluşan topaklar gibi. Başka bir sınıflama da çevrelerine göre yapılır, yalıtılmış (gaz fazında), hapsolmuş, destekli (yüzeye konmuş) topaklar gibi. Topaklar elektro-nik durumlarına göre de sınıflandırılır; yüksüz, yüklü (artı veya eksi yüklü) to-paklar gibi. Topaklarda en önemli sınıfla-

ODTÜ deki eğitim hayatına teorik kimya dalında 1974 de yüksek lisansını, 1977 de doktorasını tamam-layarak devam etti.1980 yılından itibaren ODTÜ’de öğretim görevlisi olarak çalışmakta.

Page 24: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

24

ma büyüklüklerine (atom sayılarına) göre yapılır. Büyüklüklerine göre topaklar baş-lıca beş grupta sınıflandırılır: (1) çok kü-çük (2-10 atom, mikrotopaklar), (2) küçük (10-100 atom), (3) orta (100-1000 atom), (4) büyük (1000 – 10000 atom), (5) çok büyük (100000 atomdan fazla).

Topaklar büyüklüklerine göre baş-ka türlü üç grupta sınıflandırılır. Bu sınıf-lama küremsi yapıdaki topaklar için kul-lanılır. Topaktaki toplam atom sayısı N ile, küremsi yapıdaki topağın yarıçapı R ile, yüzey atomlarının sayısı Ns ile, hacim

atomlarının sayısı da Nv ile gösterilmiş olsun: (1) çok küçük (toplam atom sayısı 2-20 arasında veya çapı 1.1 nanometreden küçük, yüzey ve hacim atomları ayırt edi-lemez), (2) küçük (toplam atom sayıı 20-500 arasında veya çapı 1.1-3.3 nanometre arasında veya yüzey atomlarının hacim atomlarına oranı 0.9-0.5 arasında), (3) bü-yük (toplam atom sayısı 500-10 milyon arasında veya çapı 3.3-100 nanometre arasında veya yüzey atomlarının hacim atomlarına oranı 0.5‟den küçük). Yüzey ve hacim atomlarının konumu şematik olarak Şekil 1‟de gösterilmiştir.

Şekil 1. Küremsi yapıdaki topaklarda yüzey atomlarının (Ns) ve hacim atomlarının (Nv) ko-numu. R topağın yarıçapını gösterir. Topaktaki toplam atom sayısı N, Ns ile Nv‟nin toplamı-

na eşittir.

Topakların büyüklüklerine göre sı-nıflanmasının gerekçesi şöyle açıklanabilir: Eğer topakların bazı fiziksel özellikleri atom sayılarına göre muntazam değişmi-yor, çok farklılık gösteriyorsa o zaman topaklar çok küçük demektir, şayet fiziksel özelliklerin topaklardaki atom sayılarına göre değişimi muntazam bir seyir gösteri-yorsa o zaman topaklar büyük demektir. Değişik topak modelleri Şekil 2-5‟de göste-rilmiştir.

Topakların içerdikleri atomların cinslerine göre sınıflaması başlıca beş grupta toplanabilir: (1) Metal topakları (lityum, sodyum, alüminyum, nikel, bakır, gümüş, altın, v.s. gibi). (2) Yarıiletken to-pakları (karbon, silisyum, germanyum, galyum-arsenik, v.s. gibi). (3) İyonik to-paklar (sodyum klorür, magnezyum oksit, v.s. gibi). (4) Asal gaz topakları (helyum,

neon, argon, v.s. gibi). (5) Molekül topak-ları (azot gazı, hidrojen florür, benzen, su, v.s. gibi). Özellikleri

Topakların, özellikle küçük topak-ların, bazı özellikleri şöyle ifade edilebilir. Topaklarda bulunan atomlar kristal yapı-daki atomlardan farklı çevreye sahiptirler, örneğin birinci komşu sayısı her zaman kristal yapıdaki gibi olmayabilir, genellik-le daha az olur. Topaklar kristalografi açı-sından ilginç özellikler gösterebilir, kristal yapılarda beşgen geometri görülmezken topaklarda görülebilir. Elektronik uyarıl-malar ve iyonlaşma özellikleri kristaller-den çok farklılık gösterir. Kristallerde ta-nımı tam olarak yapılabilen bazı fiziksel büyüklükler, örneğin sıcaklık, yüzey geri-limi, yüzey alanı, hacim, vs., topaklarda

Page 25: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

25

tam olarak yapılamamakta; dolayısı ile topakların bazı özellikleri termodinamik bulgulardan hesaplanamamaktadır.

Topakların bazı özellikleri topak büyüklüğüne bağımlılık gösterebilir. To-paklarda atom sayısı arttıkça bu değişimin muntazam olması beklenir, ancak bu deği-şimler muntazam olmaz, farklı fiziksel özellikler için farklı değişim eğrileri görü-lebilir. Şekil 6-8‟de bazı element topakları-

nın fiziksel özelliklerinin değişimi topak büyüklüğüne göre gösterilmiştir.

Enerji bakımından topakların ka-rarlılığı atomların bağlanma enerjileri ile anlaşılabilir. Bu bakımdan topaklar iki gruba ayrılabilir. Zayıf etkileşmeler: Asal gaz topakları, molekül topakları bu gruba girer. Kuvvetli etkileşmeler: Birçok metal topakları bu gruba girer.

Şekil 2. İki ve üç boyutlu mikrotopak modelleri.

Şekil 3. (MX)n bileşenli (iki cins atomlu) mikrotopak modelleri.

Page 26: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

26

Şekil 4. Sihirli sayılı yüzey merkezli topak modelleri ile farklı simetrilere sahip topak model-

leri.

Şekil 5. Değişik büyüklük ve kafes yapılarda su molekülü topakları.

Şekil 6. Gümüş, Sodyum ve Potasyum topaklarının iyonlaşma potansiyelinin (IP,

elektronvolt cinsinden) topak büyüklüğüne göre değişimi.

Page 27: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

27

Nanoyapılarda fiziksel özelliklerin

çok değişken olduğunu gösteren iyi bir örnek için Şekil 7‟ye bir göz atalım. Bu şekilde lityum topaklarının bağlanma enerjisinin ve topak geometrisinin topak-taki atom sayısına ve topağın elektron sayısına göre nasıl değiştiği çarpıcı bir şekilde görülmektedir. Topakta bir ato-mun fazla olması veya bir atomun eksik olması beklendiği gibi bir değer vermeye-bilir. Aynı şekilde, belki daha da ilginci, bir topakta tek bir elektronun fazlalığı veya eksikliği de beklenmeyen bir değer verebilir. Örneğin dört atomlu nötür lit-yum topağı baklava dilimi şeklinde (eşke-nar dörtgen) olurken, bir elektron fazlası olan eksi iyon halinin şekli doğrusal olu-yor, bir elektron eksik olan artı iyon hali-nin şekli ise kürek gibi oluyor. Çok ilginç, değil mi? Nanoyapıları ilginç yapan bu tür özelliklerdir. Maddede bu tür özellikleri incelemek ve anlamaya çalışmak işin bilim tarafı, yani nanobilim; bunları pratik haya-tımıza uygulamak da işin teknolojik tarafı, yani nanoteknoloji.

Topakların bazı fiziksel özellikleri seçilen uygun bir fonksiyon ile topakların büyüklükleri cinsinden ifade edilebilir. Bu ifadeler ya atom sayıları, N, ya da topağın yarıçapı (küremsi yapıdaysa), R, cinsinden tanımlanabilir. Bu tür yaklaşımlar kimya-sal ve fiziksel yaklaşımları arasında bir

köprü işlevini görür. Kimyasal yaklaşım-larda molekül seviyesinde, birkaç atom büyüklüklerde inceleme yapılırken, fizik-sel yaklaşımlarda kristal yapı seviyesinde inceleme yapılır, yani çok sayıda atom dikkate alınır. Seçilen uygun bir fonksiyon ile topakların bağlanma enerjisi, iyonlaşma potansiyeli, erime sıcaklığı, vs. gibi birta-kım fiziksel özellikleri topak büyüklüğüne bağlı olarak kolayca hesaplanabilir. Örne-ğin bu yöntemle hesaplanmış potasyum topaklarının iyonlaşma potansiyeli ile altın topaklarının erime sıcaklığı aşağıdaki şe-killerde gösterilmiştir.

Topaklarda, özellikle artı yüklü metal topaklarda, Coulomb Patlaması (CP) olarak bilinen ilginç bir özellik vardır. Bu özellik topağın kararlılığı (sağlamlığı) hakkında bilgi verir. Topaklardaki artı yük fazlalığı bazı hallerde atomlar arasındaki çekici etkileşmeyi yenebilir ve topak atom-ları bir arada durmakta zorlanır ve topak dağılır. Bakınız Şekil 9. Artı yük fazlalığı aslında elektron kaybı demektir. Topaklar yüksek mertebede iyonlaştırılırsa (elektron kopartılırsa) artı yükçe zenginleşirler. Elektron azlığı bir bakıma Coulomb pat-lamasına sebep oluyor. Bu ilginç bir olay-dır, çünkü topaktan belli sayıda elektron kopartılınca atomlar birbirlerinden ayrılı-yorlar.

Page 28: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

28

Şekil 7. Lityum topaklarında (artı yüklü, eksi yüklü ve nötür) bağlanma enerjisinin (BE,

kcal/mol cinsinden) topak büyüklüğüne göre değişimi.

Şekil 8. Altın topaklarında erime sıcaklığının (Santigrat derece cinsinden) topak büyüklüğü-

ne göre değişimi. Yukarı kısındaki kesikli çizgi kristal değerini göstermektedir.

Page 29: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

29

Şekil 9. Topaklarda Coulomb patlaması (CP) olayının temsili gösterimi.

Topaklarda erime konusu da çok ilginçtir. Topaklarda erime topak büyük-lüğüne bağlı bir özellik gösterir. Topak-larda erimenin tanımı kristal yapılardan farklıdır. Kristallerde erime sıcaklığının belli bir değeri vardır ve bu değer sabittir. Topaklarda ise atomlar arası mesafelerin

( r ) sıcaklığa göre değişiminde görülen atlama noktası (Bakınız Şekil 10) topağın erime sıcaklığı olarak alınır. Bu değer topak büyüklüğüne göre değişir. Dolayı-sıyla topaklarda sabit bir erime değeri yoktur.

Şekil 10. Topaklarda erime topak büyüklüğüne göre değişir, dolayısı ile topaklar için kristal-

lerde olduğu gibi belli bir erime tanımı yoktur.

Page 30: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

30

Önemi

Topakları, özellikle yalıtılmış to-pakları incelemenin önemi aşağıdaki gibi sıralanabilir: Temel fizik açısından ilginç yapılardır, fiziksel özellikler topak büyük-lüğüne bağlı olarak farklılıklar göstermek-tedir. Atomdan kristal yapıya doğru gi-derken sürekli bir değişimin olduğunu göstermektedir. Makroskopik olaylara mikroskopik yaklaşımın yolunu açmakta-dır; kristal büyütme, kataliz, yüzeye ya-pışma ve tutunma gibi. Birçok teknoloji uygulaması topak fiziği ve kimyasına da-yanır; fotoğrafçılık (film), sprey, toz metallürjüsü, nano mıknatıslar ve üstün iletkenler, vs. Astrofizik uygulamalar da mümkün; kozmik tozların oluşumu ve özellikleri topak bilimi ile anlaşılabilir. Topaklar günlük hayatımızın bir parçası-dır ve çevremize önemli katkıları vardır; taşıtların eksoz gazı, endüsride kullanılan killer, renkler (gözlüklerde kullanılan renkli camlar), vs.

Üretilmesi ve inceleme yöntemleri

Topaklar ya serbest parçacıklar ola-rak, yalıtılmış, parçacık demetleri halinde, ya homojen olan veya homojen olmayan örgülerin içinde, ya yüzeye yapışmış ola-rak, buhardan biriktirme, ya da nano par-çacıklar olarak üretilebilirler. Kısaca to-pakların üretilmesinde başlıca iki yol var-dır, ya atomlardan buharlaşma yöntemi ile biriktirilerek, ya da kristal yapıdan ufala-yarak elde edilebilirler, aynen nano ima-lâtta olduğu gibi. Şekil 11 sözü edilen iki farklı yöntemi şematik olarak göstermek-tedir. Topaklar elektron ve foton çarpışma-ları ile incelenebilirler. Demet yansıma yöntemleri de topakların tespit edilmesin-de kullanılır. Özellikle küçük topakların hem deneysel olarak hem de kuramsal olarak çok sayıda araştırmacı tarafından incelenmesinin başlıca sebebi kataliz, kris-tal büyütme, fotoğrafçılık gibi alanlardaki olayların atom seviyesinde anlaşılmasına yardımcı olmasındandır.

Şekil 11. Topakların üretilme yöntemleri: Topaklar ya kristal yapıların ufalanmasından, ya

da atomların biriktirilmesiyle üretilebilir.

Topaklar deneysel olarak üretilir-ken aynı zamanda birkaç çeşit inceleme yöntemleri de beraberinde uygulanır. Ör-neğin çok fotonlu iyonlaşma spektroskopi-si süpersonik akışkanlar içinde bulunan küçük topakların incelenmasinde kullanı-lır. Fotoelektron spektroskopisi yöntemleri eksi yüklü küçük topakların incelenme-sinde kullanılır. Elekton saçılma yöntemle-

ri de topakların yapılarını incelemede kul-lanılır. X-ışınları ile de yüzey üzerine konmuş topakların yapıları incelenebilir. Yüzeye konmuş topakları inceleme yön-temleri başlıca iki gruba ayrılır: Dar alanlı hassas yöntemler (taramalı-tünellemeli elektron mikroskopları gibi), geniş alanlı yöntemler (X-ışınları spektroskopileri gi-bi). Genellikle bu yöntemlerin birkaçı bir-

Page 31: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

31

den kullanılarak incelemeler yapılmakta-dır.

Küçük topaklar genellikle demet deneylerinde incelenir. Kütle spektrosko-pisi doğrudan yapıları ve sağlamlıkları hakkında bilgi verebilir. Elektronik yapıla-rı hakkındaki bilgiler de elektrik polari-zasyon, manyetik moment, potoiyonlaşma potansiyelleri ve ayrışma (dağılma) süreç-lerinin ölçümlerinden elde edilebilmekte-dir.

Topakların kuramsal olarak ince-lenmesinde başlıca iki yaklaşım vardır. Birincisi küçük topakların yapıları ve elektronik özelliklerinin kuantum yöntem-

leri ile incelenmesidir. İkinci yaklaşım ise atom seviyesinde klasik mekanik kuralla-rına dayanan bilgisayar benzetişim yön-temleridir. Bu tür hesaplar üç gruba ayrı-labilir: Moleküler dinamik yöntemi, Monte Carlo yöntemi ve Statik yöntemdir.

Benzetişim yöntemlerinin uygula-nabilmesi için topaktaki atomlar arası etki-leşmeleri tanımlayan bir potansiyel enerji fonksiyonunun olması gerekir. Böyle bir fonksiyon elde etmek genellikle işin en zor ve önemli kısmını oluşturur. Literatürde birçok malzeme için tanımlanmış ve kat-sayıları tayin edilmiş potansiyel enerji fonksiyonu mevcuttur.

Söyle bakalım büyüyünce ne olacan…

Neyi araştıracak-sın?

Bilimadamı!

Ay gerçekten peynirden mi değil mi ona bakıcam

Page 32: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

32

Mikro Evrenin Gizemi: Kuantum Teorisi

Namık Kemal PAK

1.Giriş

Kuantum teorisi adını verdiğimiz mikro evrene ilişkin kanunlara giden yo-lun 20.YY başlarında o günün teknolojik olanakları çerçevesinde ulaşılabilen en küçük mesafelerdeki bazı gözlem sonuçla-rını açıklama girişimleri sırasında ışığın doğasına ilişkin olarak karşılaşılan para-dokslarla ve bu paradoksları anlama ve giderme girişimleri ile başladığını söyle-yebiliriz.

Mikro evrenin gene o dönemde ol-dukça yeni sayılabilecek diğer bir ferdi olan elektronlara dönersek ışığın tersi yönde bir paradoksla karşılaşıldığına tanık olunuyordu.

Yani, ışıktan sonra elektronlar da (ve mikro evrenin tüm diğer parçacıkları için de; burada elektron bir prototip olarak ele alınıyor) koşullara bağlı olarak, klasik paradigma çerçevesinde alışılagelmiş bir-birinden tamamen farklı iki tür davranışı gösterebiliyorlardı.

Işık ve elektron bir parçacık mı, yoksa bir dalga mı? Eldeki farklı veriler her ikisinin de mümkün olduğunu göste-riyordu. Yaklaşık 25 yıl sürdü tüm bu iki-lemlerin ve şaşırtıcı tuhaflıkların kendi içinde tutarlı bir teori çerçevesinde anla-şılmaları ve bir çözüme kavuşturulmaları. 1900 yılında başlayan bu mikroevreni an-lama serüveni 1925 ve 1926 yıllarında ku-antum mekaniği adı verilen yeni kuramın formülasyonuyla ilk fazını tamamladı. 2. Klasik Fizik Paradigması

Kuantum fiziğinin orijinlerini araş-tırırken, bunun öncesini yani klasik fiziğin gelişim evrelerini ve ulaştığı en son düzeyi

Prof.Dr. Namık Kemal Pak, NATO Bursiyeri ve TÜ-BİTAK Şeref Bursiyeri olarak Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü'nden 1968 yılında mezun olduktan sonra 1972 yılında Berkeley-Kaliforniya Üniversitesi Fizik Bölümü'nden Doktora derecesini almıştır. 1977 yılında Hacettepe Üniversitesi Fizik Bölümü'nde Doçentlik, 1988 yılında da ODTÜ Fizik Bölümü'nde Profesörlük ünvanını alan Namık Kemal Pak hala bu bölümde çalışmalarını sürdürmektedir. Namık Kemal Pak, Kaliforniya Üniversitesi Lawrence Berkeley Laboratuarında, Kaliforniya Stanford Linear Accelerator Center'da, San Diego-Kalifornya Üniver-sitesinde, Cenevre Avrupa Nükleer Araştırma Merke-zinde(CERN), Trieste-İtalya International Center for Theoretical Physics'de, araştırma görevlerinde bulun-muştur. 1988-1989 yılları arasında Devlet Bakanı Adnan Kahveci'nin danışmanı olan Namık Kemal Pak, 1989-1991 yılları arasında "Üniversitelerarası Kurul, Profesörlük Değerlendirme Komisyonu’nun başkanlı-ğını yapmıştır. 1990-1997 yılları arasında TÜBİTAK Başkan Yardımcılığı görevini yürütmüş, 1996-1999 yılları arasında TÜBA Konsey Üyesi, Ocak 1998-Mayıs 1999 yılları arasında TÜBİTAK Bilim Kurulu Üyesi olarak görev yapmıştır. Namık Kemal Pak 1991-1997 yılları arasında NATO-İstikrar İçin Bilim (SfS) Programı, Türkiye Ulusal Koordinatörlüğü, 1993-1998 yılları arasında NATO Bilim Komitesi "Science and Technology Policy" Panel üyeliği, 1997-2003 yılları arasında NATO-Barış İçin Bilim (SfP) Progra-mı-Steering Group Üyeliği görevlerini yürütmüştür. Namık Kemal Pak, 1988-1989 yılları arasında NATO Bilim Komitesi Türkiye Temsilciliği, 1991-1997 yılları arasında OECD Bilim ve Teknoloji Politikaları Komi-tesi Türkiye Temsilciliği, 1993-1997 yılları arasında NATO Bilim Komitesi Türkiye Alternatif Temsilciliği, 1995-1997 yılları arasında Avrupa Bilim Vakfı (ESF) "Standing Committee for Physical and Engineering Science" Üyeliği ve 1993-2003 yılları arasında Avrupa Bilim Vakfı (ESF) “Governing Council ve Executive Council" Üyelikleri, 1999 - 2003 yılları arasında, EUREKA Üst Düzey Grup (HLG) üyeliği, 2001-2002 yıllarında Avrupa Birliği e-Avrupa Programı Üst Düzey Karma Komisyonu üyeliği, 2003 yılında, Av-rupa Birliği INTAS Programı Genel Kurulu, Avrupa Birliği Ortak Araştırma Merkezleri (JRC) Programı Yönetim Kurulu üyeliği görevlerini yürütmüştür. 1979 yılı TÜBİTAK Teşvik Ödülü ve 1989 yılı TÜBİ-TAK Bilim Ödülü sahibi olan Namık Kemal Pak aynı zamanda Üçüncü Dünya Bilimler Akademisi (TWAS) Üyesi (1990), Academia Europea Üyesi (1993) ve Türkiye Bilimler Akademisi Asli Üyesidir (1993). Prof. Dr. Namık Kemal Pak, 31 Mayıs 1999 - 31 Ma-yıs 2003 tarihleri arasında TÜBİTAK Başkanı olarak görev yapmıştır.

Page 33: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

33

iyice anlamak gerekir. Burada klasik fizik-ten kast ettiğimiz, 20. YY‟ın başı itibarıyla doğaya ve işleyiş kurallarına ilişkin bilgi ve kuralların matematiksel ifadeleri olan kanunların tümüdür. Tarihsel bakımdan ilk büyük fizik-sel teori, Galileo‟nun çok önemli öncül katkıları üzerine inşa edilmiş olan Newton‟un teorisidir. Bu teori uzaktan anlık etki ile etkileşen kütleli noktasal parçacıkların teorisiydi. Dikkat edilmesi gereken önemli husus bu kanunların te-melinde tüm kütleli nesnelerin matema-tiksel noktasal parçacıklar olarak temsil edilmesiyle yapılan çok keskin bir soyut-lama-idealleştirme vardı. Örneğin, bu kanunlar astronomik olaylara uygulandı-ğında güneş ve gezegenler bile matema-tiksel noktasal parçacıklar gibi düşünülü-yordu ve buna karşın son derece başarılı sonuçlar veriyordu.

Matematiksel olarak her bir serbestlik derecesi için zaman cinsinden ikinci dere-ceden lineer bir diferansiyel denklemle ifade edilen Newton teorisinin konumuz bağlamında belirtilmesi gereken diğer önemli temel özellikleri “neden-sel(=causal)” ve “belirleyi-ci(=deterministic)” oluşudur. Bu kavram-ların tanımlarını verirsek,

Nedensel olmak, sistemin durumu belli bir anda biliniyorsa, izleyen her bir anda da kesinlikle biliniyor olmasıdır.

Belirleyici olmak ise sistemin du-rumu hakkındaki bilginin sistem hakkındaki tüm fiziksel özellik ve olayları kesinlikle belirliyor olması anlamındadır.

Dikkat edilirse felsefi bakımdan son

derece önemli bu iki kavramın tanımla-rında bir başka yeni kavram, durum kav-ramı karşımıza çıkıyor; şimdi bu kavramı tanımlayalım. Newton fiziğinde birbirle-riyle anlık kuvvetlerle ve uzaktan etki ile etkileşen noktasal parçacıklar için durum

verilen bir anda sistemi oluşturan tüm parçacıkların nerede oldukları ve nasıl hareket etiklerinin kesin bilgisidir. Daha teknik bir dille ifade edersek tüm parçacık-ların konum ve momentumlarının bilgisi-dir. Böylece, verilen bir anda bu dinamik parametreler ve bu parçacıkların hangi kuvvetin etkisi altında hareket ettikleri biliniyorsa, o zaman fiziksel süreç tam olarak betimlenmiş demektir. Yani, izleyen her hangi bir anda sistemin durumunun kesin olarak bilinmesinin (öngörülmesi-nin) yanında, sistem hakkında sorulabile-cek tüm fiziksel soruların yanıtlarının da kesinlikle biliniyor olması ya da belirlen-miş olması demektir.

17.YY‟ın son çeyreğinde Newton‟un kanunları ile hayata geçirilen bu teori dünyadaki tüm bilinen mekanik olaylara ve dünya dışındaki astronomik olaylara 200 yıl süreyle başarıyla uygulanmıştır. Ancak 19. YY‟ın ikinci yarısında yeni tür fiziksel olaylarla, elektrik ve magnetizma, karşılaşıldı. Bu olaylar üzerindeki araştır-malar Newton teorisi çerçevesinde tasav-vur edilemeyecek özelliklere sahip yeni bir teorinin gelişmesine yol açtı. Bu yeni teori Maxwell‟in Elektromagnetik alan teori-siydi. Bu teori de tıpkı Newton teorisi gibi nedensel ve belirleyici idi. Fakat onu Newton teorisinden çok farklı kılan bir özelliği durumun betimlenmesinde karşı-mıza çıkıyordu. Hatırlanacağı üzere, Newton teorisi çerçevesinde sonlu sayıda parçacıktan oluşan bir sistemin durumu bu parçacıkların konum ve momentumları ile belirleniyordu. Yani bu sonlu sayıda parametre içeren kesikli bir betimlemeydi. Elektromagnetik alan teorisinde ise durum sonlu sayıda parametre ile belirlenemez ve sonsuz sayıda parametre gerekmektedir. Zira durumun belirlenmesi için herhangi bir anda elektrik (E) ve magnetik (B) alan-ların tüm uzaydaki dağılımlarının ve yön-lerinin bilinmesi gerekmektedir. Bu teori-nin nedensel oluşu {E, B}vektör alanlarının her hangi bir andaki dağılımları biliniyor-sa bu dağılımların takip eden her hangi bir anda da kesinlikle öngörülebilmesi anla-mına gelmektedir. Bu teorinin belirleyici

Page 34: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

34

olması ise elektrik ve magnetik alan dağı-lımları hakkındaki bilginin elektromagnetik alan hakkında sorulabile-cek tüm fiziksel soruların yanıtlarının ke-sinlikle biliniyor olması anlamındadır.

Özetlersek, 19.YY‟ın sonunda klasik bölgede her ikisi de nedensel ve belirleyici olan iki farklı tür teori var elimizde. Arala-rındaki karakter farkı, sistemin durumu-nun betimlenmesindeki radikal farktan kaynaklanıyordu. Bu iki teori mevcut hal-leri ile bir anlamda klasik davranışın iki uç noktasını temsil ediyordu.

20. YY‟ın başında klasik bölgedeki an-layışımızı ciddi şekilde geliştirip incelten ve Einstein‟ın imzasını taşıyan iki yeni çok önemli gelişme daha oldu: Özel ve genel görelilik teorileri. Bunlardan özellikle özel görelilik teorisinin Newton-Maxwell teori-si üzerinde çok ciddi geliştirici etkisi oldu. Böylece artık noktasal parçacıklar uzaktan etkiyen anlık kuvvetlerle etkileşmiyordu. Bu gelişmeyle elektromagnetik alan bir anlamda parçacıklarla aynı statüye yükse-liyordu. Şöyle ki, noktasal parçacıklar ara-sındaki etkileşme kuvveti artık anlık de-ğildi, dinamik bir nitelik taşıyordu ve uzay-zaman içinde aracı alan tarafından sabit bir değere sahip olan ışık hızı ile ya-yılarak taşınıyordu.

Böylece 20.YY‟ın başlarında klasik böl-gede ulaşılan en son nokta itibarıyla içinde parçacıklar ve alanlar bulunan ikili bir dünya görüşü taşıyan bir teori vardı orta-da. Bu iki unsur, noktasal parçacık ve sü-rekli alan, birbirinden tamamen bağımsız ve bir birleri cinsinden açıklanamaz olgu-lardı. Bu en gelişkin son haliyle bu teori klasik bölgedeki tüm olayları başarıyla açıklıyordu. Ancak gelecek bölümde anla-tılacağı gibi atom ölçeğine taşındığında bu mükemmel ve görkemli teori ciddi sorun-larla karşılaştı. Bu bölgedeki sorunları çözme girişimleri sonucunda yeni fizik kanunları, yeni düşünce biçimleri ve yeni felsefi kavramlarla karşılaşıldı.

Bu bölümü bitirmeden klasik fizik ile ilgili çok önemli bir hususu belirtmek hakkaniyet bakımından önem taşıyor. Kla-sik bölgeden mikro evren mikro evrene taşındığında uğradığı başarısızlık bu teo-rinin artık hiç bir değeri kalmadığı ve do-layısı ile tarihin çöp tenekesine atılması gerektiği anlamına gelmiyor hiç kuşkusuz. Günlük yaşamımızdan bu teorinin hala geçerli olduğunu kanıtlayan düzinelerle örnek verilebilir. Başarı ile tamamlanan her bir uzay yolculuğu, uzay laboratuarı, Hubble teleskopu vs Newton teorisinin geçerliliğinin birer kanıtı; Radyo. TV, ra-dar, gsm telefonlar vb Maxwell teorisinin ne denli başarıyla işlediğinin kanıtları.

James Clerk Maxwell

3. Mikro Evren ve Paradokslar-Klasik Paradigmanın İflası

20.YY‟ın başı fizik bilimi için ger-

çek bir kriz ve kaos dönemiydi. Teknoloji-nin gelişiminin sağladığı yeni olanaklarla doğanın o güne değin ulaşılamamış bölge-lerine ulaşıldıkça yeni paradokslar çıkı-yordu karşımıza. Mikro evrene ilişkin yeni gözlemsel olgular tüm görkemine ve 200 yıllık hükümranlığına karşın klasik para-digmayı çaresizlik içinde bırakıyordu. Şöyle ki:

1. Bu gözlemlerin en ünlülerinden biri de siyah cisim ışıması olarak bilinen

Page 35: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

35

olaydı. Belli bir sıcaklıktaki bir kutunun duvarlarındaki ”parçacıklarla” termal dengede bulunan elektromagnetik ışıma-nın enerji yoğunluğunun sıcaklığın fonk-siyonu olarak bakıldığında gösterdiği tu-haflıkla ilgiliydi burada karşılaşılan sorun. Rayleigh ve Jeans 1900 yılında o günün geçerli paradigması klasik fizik kanunları çerçevesinde sistemin tüm enerjisinin denge durumunda elektromagnetik alan tarafından “sınırsız” olarak emileceğini hesaplamışlardı. Ancak sonuçlarında o güne kadar raslanmadık ve alışılmadık bir tuhaflık vardı: Enerji giderek artan fre-

kanslarla dur durak bilmeden elektromagnetik alana yönelmekteydi. Gözlemlerde sonsuz bir enerji patlamasına rastlanmadığına göre, demek ki doğa kendisini bir şekilde böyle bir katastroftan sakınabilmekteydi. Şöyle ki, gözlem so-nuçları yüksek frekans bölgesinde enerji dağılımının sonsuz artmak yerine sıfıra yaklaştığını gösteriyordu. Verilen bir sı-caklıkta çok özel bir frekansta (renkte) enerji en yüksek değerine ulaşıyor ve daha yüksek ve daha düşük frekanslarda azalı-yor ve sıfıra gidiyordu. Demek ki, Rayleigh ve Jeans‟in hesap sonuçları tüm-

den yanlış değildi, düşük frekans bölgele-rinde gözlem sonuçlarıyla uyumluydu.

Newton ve Maxwell gibi iki büyük sentezcinin adları ile özdeşleşen klasik paradigma belli ki bu sorunsal duruma çare bulamıyordu. Bu ve benzeri sorunlar nasıl çözülecekti?

Beklenen çözüm, yapay da olsa, çok gecikmeden geldi. Hemen o yıl (1900), Max Planck yüksek frekans sonsuzluğun-dan kurtulmayı sağlayacak bir öne-ri/varsayım ortaya attı: Elektromagnetik alan salınımları, E enerjisi (parçacıksı özellik) ile f frekansı (dalgamsı özellik) arasında belli bir ilişki bulunan kuantum-lardan oluşur: E=hf. Burada h (bu gün) Planck sabiti olarak bilinen doğanın (o gün için yeni) bir temel sabiti idi. Değeri nor-mal standartlarda çok küçüktü: h = 6.6 x 10-34 joule-saniye. Aslında Planck‟ın ma-tematiksel uyum için yaptığı zorlama ve yapay bir varsayımdı. Bu varsayım ışıma genliğini gözlemle uyuşan bir biçimde hesaplamaya, yani yüksek frekanslardaki sonsuz enerji patlamasından kurtulmaya olanak sağlıyordu. Ama Planck bu yapay ancak çok cesur atılımı ile kuantum dün-yasına ilk adımı atmış oluyordu.

Ancak, bu işin sosyolojik boyutun-da bir tuhaflık vardı. Zira bu denli dev-rimsel yeni bir kavram, uzunca bir süre pek dikkat çekmedi ve bir yeni aktivite odağı oluşturmadı. Bu tuhaf ve son derece tutucu göz ardı etme süreci o güne kadar adı sanı duyulmamış ve o günün akade-mik camiası dışından Einstein adında genç bir bilim adamı 1905 yılında yeni bir öneride bulununcaya kadar sürdü. Bu çalışması ile Einstein bir anlamda Planck‟ın matematiksel varsayımının fi-ziksel olarak içini dolduruyordu.

2. Einstein‟ın kendisine verilen “tek” Nobel ödülünü borçlu olduğu bu son derece basit fakat çığır açan çalışması foto-elektrik olay adı verilen “metal yü-zeyler üzerine düşen ışığın bu yüzeyden elektron sökmesi” olayıdır. Bu sürecin,

Max Planck

Page 36: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

36

dalga teorisi çerçevesindeki anlaşılması çabaları başarısız olmuştu. Sonuçları açık-lamanın yolu ışığın, en azından bu süreç çerçevesinde, tek tek sayılabilir ve belli değerde kesikli enerji taşıyan tanecikimsi nesnelerden oluşmuş gibi yorumlanması-nı gerekli kılıyordu. Bu önemli hipoteze yol açan gözlem sonuçlarını özetlersek,

Işığın frekansını değiştirmeden şiddetini (parlaklığı) arttırdıkça yalnızca sökülen elektronların sa-yısı artıyordu, fakat hızları, dolayı-sı ile kinetik enerjileri, sabit kalı-yordu.

Işığın şiddeti sabit tutulup frekansı (renk faktörü) artırıldıkça sökülen elektronların sayısında bir değişik-lik olmuyor, ancak hızları (enerjile-ri) artıyordu.

Işığın şiddeti ne kadar değiştirilirse değiştirilsin, daha düşük değerleri için hiç bir elektron sökülmesine rastlanmayan bir kritik (minimum) frekans değeri vardı.

O tarihte ışığın dalga karakteri hem deneysel (Young), hem de teorik (elektomagnetik alan salınımları; Maxwell, Hertz) olarak son derece iyi biliniyordu. Şiddet-parlaklık dalganın genliği-yüksekliği (nin karesi), dolayısı ile dalga-nın toplam enerjisi, renk ise frekansa (ya da dalga boyu) karşı gelen birbirinden bağımsız matematiksel-fiziksel nitelikler-di. Bunların birbirlerinden bağımsız olarak değiştirilmeleri ve kontrolleri de iyi bili-nen tekniklerdi. Işık dalga gibi davransay-dı, atomların dış tabakalarındaki oldukça zayıf bağlı olan elektronları koparmak bağlanma enerjisini karşılayacak enerjiyi ona aktarmakla mümkün olabilecekti. Dalganın enerjisi de genlikle orantılı oldu-ğu ve şiddete-parlaklığa karşı geldiğine göre, bu parametreyi yani parlaklığı değiş-tirerek bu enerjiyle (şiddetle) orantılı ener-jiye sahip elektron sökmek mümkün olma-lıydı. Deneyde gözlenen ise, elektronların sökülmesini ve hızlarını (enerjilerini) kont-rol eden dalgamsı ışık parametresinin par-

laklık (şiddet) olmayıp, frekans (renk)olduğuydu.

Işık, frekans ile orantılı enerjiye sa-hip foton adlı parçacıklar sağanağı olarak düşünülürdüğünde yukarıdaki gözlem sonuçları açıklanabiliyordu. Ancak, par-laklık ışığın toplam enerjisini temsil ettiği-ne göre, daha yüksek parlaklık aynı fre-kansta daha yüksek sayıda foton, ya da aynı sayıda daha yüksek enerjili (frekanslı) foton anlamına da gelebilirdi. Bu bağlam-da bakıldığında ilk iki deneysel sonuç bu iki seçenekten birisi arasında tercih yapa-bilmemize olanak sağlamıyordu. Bu ba-kımdan en belirleyici olan sonuç, üçüncü sonuç oluyordu. Şöyle ki, frekansı belli bir

değerin altında tutulup parlaklığı arttır-mak, foton sayısını artırma yolu ile parlak-lığı arttırma anlamına geliyordu ki, sayıla-rı ne denli çok olursa olsun bu demeti (dalgayı ) oluşturan foton parçacıklarının herhangi birinin elektronların bağlanma enerjisini karşılayıp onu atomdan kopara-cak yükseklikte olmadığı anlamına geli-yordu; bu da çok tipik bir parçacık davra-nışıydı. Yani deney sonuçları birinci seçe-nekteki yorumu destekliyordu. Bu yeni yorum çerçevesinde şiddet-parlaklık (dal-ga genliği) foton sayısına, renk (frekans-dalga boyu) bireysel foton enerjilerine karşılık gelen bağımsız parametrelerdi. Parlaklığı azaltarak (dalga dilinde frekansı değiştirmeden dalga genliğini azaltarak)

Sir. Isaac Newton

Page 37: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

37

çok az sayıda bireysel foton (ideal limitte tek tek fotonlar) taşıyan ışık demetleri oluşturmak mümkündü. Kuantum etkile-rinin en belirgin şekilde kendini göstere-ceği limit işte budur. Yüksek sayıda foton içeren çok şiddetli demetlerde kuantum etkileri birbirlerini yok ederek istatistik anlamda dalgasal girişim ya da kırınım desenleri ortaya çıkacaktır.

Dikkat edilirse bu fiziksel süreci tartışmaya epeyce yer ayırdık. Bu neden-siz değil! Zira ışığın kesin deneylerle belir-lenmiş dalga karakterine ilaveten bir de parçacık karakterine sahip olduğunun kesin olarak belirlendiği ilk süreç budur

ve bu sürecin anlaşılması ile bilim tarihi-nin en büyük devrimlerinden biri olan Kuantum Teorisine giden yolların kapıları açılmıştır.

3. Atomun yapısı Rutherford‟un yaptığı deneylerle 1911 yılında ilk kez ola-rak doğru şekilde anlaşılmıştı. Çok küçük bir bölgede yoğunlaşmış artı yüklü bir çekirdeğin çerçevesindeki çok küçük yö-rüngelerde dolaşan eksi yüklü küçücük elektronlardan oluşan minyatür bir güneş sistemi vardı ortada. Bu geometrik benzer-liğe karşın ortada çok temel farklar da vardı. Bir kere bu iki sistem arasında ölçek olarak 20-25 mertebe (10-10 m ölçeğinden,

örneğin dünya için 150x106 km ölçeğine) fark vardı. Gerçi dünya üzerinde gelişti-rilmiş klasik fizik büyük mesafelere (dışa doğru) başarı ile genişletilebilmişti. Ancak 10 mertebeyi kapsayan kısa mesafelere-içe doğru genişlemenin de sorunsuz olacağına dair elde herhangi bir ipucu da yoktu. İkinci bir fark ta gezegenlerin nötr nesne-ler olmasına karşın atomlar (net elektrik yükü itibarı ile nötr olmasına karşın) elekt-rik yüklü bileşenlerden (noktasal nesne-lerden) oluşuyordu. Minyatür gezegen sistemi yakıştırması da bu yüklü nesnele-rin geometrik yapısının evrensel kütle çekim yasasının tamamıyla aynı olan Coulomb kuvvetiyle (her ikisi de mesafeye göre ters kare karakterinde) etkileşmeleri nedeniyle klasik fizik kanunları uygulan-dığında gezegen sistemine benzer eliptik yörüngelere ulaşılmasından kaynaklanı-yordu. Ancak bu yakıştırma modelde o gün itibarı ile bilimin geldiği en uç noktayı temsil eden Newton- Maxwell paradigma-sı çerçevesinde çok ciddi bir sorun vardı. Elektron, pozitif yüklü çekirdeğin çevre-sindeki eliptik bir yörünge üzerinde ivme-li bir hareket yaptığına göre Maxwell yasa-ları çerçevesinde sürekli olarak elektromagnetik dalgalar ışıması ve böyle-ce sürekli olarak enerji kaybetmesi ve do-layısı ile sarmal bir hareket yaparak çekir-değe yaklaşması ve ışıdığı enerjinin yo-ğunluğunun giderek artması ve atomun 10-10 m mertebesindeki boyutları göz önü-ne alındığında, saniyenin çok çok küçük bir kesri içinde çekirdeğin üstüne düşmesi gerekirdi. Yani bu tür bir atomun varlığı-nı sürdürmesi mümkün değildi; çok kısa sürede yok oluyordu. Demek ki bu mo-delde bir sorun vardı; zira doğadaki her madde içindeki atomlar kararlı nesneler-di; öyle durup dururken yerde yok ol-dukları yoktu. Doğadaki atomların kararlı-lığı klasik paradigma çerçevesinde anlaşı-labilecek bir özellik değildi. Atomların bu kararlılığı onların ışıma yapamadığı an-lamına gelmiyordu kuşkusuz. Işıma da yapıyorlardı. Ama klasik paradigma çer-çevesinde açıklanamayan belirli kesikli

frekanslarda ışık yayıyorlardı ve bu fre-

Ernest Rutherford

Page 38: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

38

kans değerleri o günler için anlamsız gö-rünen tuhaf kurallara bağlıydılar.

4. Atomun yapısının Rutherford‟un 1911‟de yaptığı deneylerle anlaşılmasın-dan 2 yıl sonra, N. Bohr 1913 yılında yeni kuantum kavramını çok ustaca genişletip, yalnızca ışık parçacığının belli kesikli ener-ji değerlerine sahip öbek-topaklardan oluşmadığı, mikro evrendeki örneğin açı-sal momentum gibi diğer dinamik değiş-kenlerin de, belli bir sabitin (Planck sabiti-mutlu bir tesadüf olarak bu dinamik de-ğişkenin fiziksel boyutu Planck sabiti ile aynı) tam sayı katlarında kesikli değerlere sahip olduğu genellemesini yapmıştı. Bohr bu yeni kuantizasyon kuralını kullanarak atomun kararlılığını sağlayacak ve ışıma yaptığında bu ışımaların neden belli kesik-li değerlerdeki frekanslarda olmaları ge-rektiğini açıklayan bir atom modeli geliş-tirdi.. Daha açık söylersek, Bohr çekirdek etrafındaki elektronun açısal momentu-munun Planck sabitinin tam katı değerde olması gerektiğini öneriyordu; ama bunun için herhangi bir gerekçe ya da ispat su-namıyordu. Bu masum ve son derece basit kural atomun kararlılığı ve ışıma spekt-rumuna ilişkin tüm sorunları bir çırpıda çözüvermişti. Bu çarpıcı başarısına karşın bu basit modeli mikro evrenin nihai mode-li olarak değerlendirmek hiç kuşkusuz mümkün değildi. Beklenen teori 1925-1926 yıllarında Heisenberg, Schrödinger ve Dirac‟ın çok önemli katkıları ile geliştiril-miştir. 4. Parçacık ve Dalga Karakteri bir arada-Işığın ve Elektronların Tuhaf İkili Yapısı

Tam bu noktada önemi nedeni ile ışığın doğasına ilişkin anlayışımızdaki tarihsel evrilmeyi kısaca anımsamakta yarar görüyorum. Bu tarihçede il-ginç iniş ve çıkışlar görüyorüz. Örneğin, klasik paradigmanın en büyük mimarla-rından Newton, (17.YY‟nin son çeyreği) ışığın yağmur gibi veya bir (makinalı) tü-fekten atılan mermiler gibi bir tanecikler sağanağına benzer şekilde davrandığını varsayıyordu. Bunun tersine bir varsayım

Newton‟un çağdaşı Huygens tarafından benimsenmişti; ona göre ışık dalga tabia-tındaydı. Bundan yaklaşık 100 yıl sonra 1801 yılında Young tarafından gerçekleş-tirilen ve kimilerince bilim tarihinin en belirleyici deneylerinden biri olarak nite-lenen deneyler sonucunda ışığın gerçek-ten de (örneğin sudaki) dalgalar gibi dav-randığı yani dalga karakterinde olduğu kesinlikle saptandı. Elektromagnetik alan salınımları olarak ışık dalgalarının teorisi 19. YY‟ın ikinci yarısında Maxwell tarafın-dan geliştirildi ve deneysel olarak Hertz tarafından doğrulandı. Ancak 20. YY‟ın başlarındaki araştırmalar ışığın birçok yönden gerçekten parçacık gibi davrandı-ğını gösterdi. Bu gelişmelerdeki belirleyici isimler Planck (1900) ve Einstein (1905)‟tır. Gelinen nokta ışığın hem parçacıklardan hem de alan salınımlarından (dalga) oluş-tuğu noktasıydı. Klasik bakımdan yad-sınmayacak kadar birbirine ters olan bu iki kavram aynı nesne üzerinde birbirleriyle nasıl bağdaştırılacaktı?

Bu ikili yapının salt ışık için geçerli bir özellik olduğu epeyce uzun bir süre hüküm sürdü fizik dünyasında. Foto-elektrik olayla aynı anda geliştirilen Einstein‟in özel görelilik teorisinin de etki-si ile doğadaki çok özel durumu (parçacık gibi düşünüldüğünde kütlesiz ve kayna-ğın hareketinden bağımsız olarak saniyede hep 300000 kilometre hızla hareket eden bir hilkat garibesi) pekişmiş olan ışığın bu yeni ilave “tuhaf” ve tekil özelliği de kabul edilebilirdi. Ancak ışığın bu bakımdan tek olmadığı ve maddesel (kütleli) parçacıkla-rın da bu ikili yapıya sahip olduğu, yani uygun koşullarda dalgalar gibi davrandık-ları, 1923‟te de Broglie tarafından doktora tezinde ortaya atıldı.

De Broglie‟nin önerisi, kütleli bir parçacığın momentumla ters orantılı bir dalga boyuna sahip bir dalga gibi de dav-ranacağıydı. Bu bağıntı aşikâr olmayan bir biçimde (aşikâr değil; zira ışık kütlesiz ve yeni bağıntı kütleli parçacıklar için gelişti-riliyor) ışık için geliştirilen Einstein-Planck “ikilik” bağıntısı ile de uyumluydu. Hadi

Page 39: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

39

ışık için yaklaşık 250 yıl öncesine Newton zamanına kadar uzanan inişli çıkışlı bir ikililik serüveni vardı; ancak maddesel parçacıklar için bu ilk kez oluyordu ve bu da de Broglie‟nin bu masum görünüşlü önerisine devrimsel bir nitelik kazandırı-yordu. Bir anlamda bu masum öneri klasik Newton-Maxwell paradigmasının çok temel bir unsuru olan birbirinden tama-men ayrık parçacık-alan ikili yapısına çok ciddi bir darbe vuruyordu. Bu teorik önerinin deneysel doğrulanması da kısa bir süre sonra gerçekleştirildi.

Bu amaçla mikro evrenin gene o dönemde oldukça yeni sayılabilecek diğer bir ferdi olan elektronlara dönersek, 1896 yılında J. J. Thomson tarafndan ilk keşfe-dildiklerinde tamamen parçacık özellikleri ile karşımıza çıkmışlardı. Young‟ın ışıkla yapmış olduğu deneyi 1928 yılında bu kez elektronlarla tekrarlayan Davisson ve Germer ve bağımsız olarak elektron kaşifi J. J. Thomson‟un oğlu olan G. Thomson, tanecik yapısının yanı sıra elektronun dal-ga karakterine de sahip olduğunu gös-terdiler.

Planck‟ın 1900‟daki varsayımından kapsamlı bir teoriye ulaşmak 25-30 yıl gibi bir süre almıştır. Bu dönem, özel ve genel görelilik teorileri gibi diğer önemli geliş-melerle birlikte bilim tarihinin belki de en önemli kesimini oluşturmaktadır.

Tüm bu keşifler günümüzden 80-100 yıl gibi oldukça uzun bir süre önce gerçekleştiği için, kronolojik sıraya pek fazla özen göstermeden tümünün yakla-şık aynı zamanlarda olduğu gibi bir anla-tım kullanıyoruz bu tarihçelerde. Ancak ışığın parçacık karakterini ortaya koyan foto-elektrik deneyi ile daha önce de Broglie tarafından ortaya atılan teorik id-diayı doğrulayan, elektronun dalga karak-terini ortaya koyan kırınım deneyi arasın-da yaklaşık 30 yıllık bir aralık var. Ancak bu, kuantum teorisinin gelişiminin ta-mamlanması için harcanan toplam süre göz önüne alındığında hiç de kısa bir süre

değil ve detaylı kronolojik değerlendirme-lerde göz ardı edilmemesi gerekiyor. 5. Mikro Evrende yeni Fiziksel Paradig-ma

Klasik fiziğin atom ölçeğinde ça-

lışmadığı anlaşıldıktan sonra, bunların giderilmesine yönelik erken çalışmalar mikro evrendeki iki temel özelliği ortaya koyuyor:

Mikro evrendeki fiziksel özellikler belli birim değerlere ya da tam kat-larına sahipler. Örneğin elektronun kütlesi ve elektrik yükü belli (ke-sikli)) değerlere sahip; örneğin ya-rım elektron yok. Yarım, ya da başka küsüratlı elektronik yük bi-riminde elektrik yük taşıyan (ser-best) nesne de doğada yok.

Mikroskopik ölçekte fiziksel olay-lar istatistik karaktere sahip. Bir başka deyişle, tek bir olayın sonu-cu, makroskopik ölçekte olduğu gibi, kesin bir şekilde öngörüle-mez; ancak topluca ele alındıkla-rında sonucu ortalama olarak ön-görebiliriz.

Bu son derece önemli (istatistiksel)

özellik kuantum teorisinin kalbini oluştu-rur ve açıklaması ünlü çift yarık deneyi-nin ayrıntılı analizi ile hem düşünsel hem de deneysel düzeyde kolayca gerçekleştiri-lebilir.

Şimdi bu önemli özelliklerin yeni bir teori, Kuantum Teorisinin oluşturul-masında nasıl belirleyici bir rol oynadıkla-rını özetleyelim: Bu amaçla ilk olarak fizi-ğin olgusal ve deneysel bir bilim alanı ol-duğu gerçeğinden yola çıkarak ölçüm problemini ele alacağız. 5.1. Mikro Evrende Ölçüm Teorisi

Mikro evrendeki ölçümün yukarı-da bahsettiğim özellikler bağlamında taşı-dığı ilginç tuhaflıkları kavrayabilmek için önce makroskopik ölçekte klasik fizik çer-

Page 40: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

40

çevesinde ölçüm sürecine kısaca değine-lim. Hemen belirtelim ki ölçme bir nesne hakkında bilgi edinme işlemidir; bunun için de bu nesneyle bir şekilde etkileşme-miz gerekir. Etkileşme varsa rahatsızlık-tedirgeme de var demektir.

Klasik Ölçümlerin temel özelliği rahatsız etmeyen-bozmayan ölçümler ol-masıdır. Bunun için çok temel bir varsa-yım (idealleştirme) yapılmaktadır: “Sıfıra götürülmese de etkileşme istenildiği kadar küçültülebilir”. Ayrıca, bu işlem sonunda hala ihmal edilebilecek kadar küçültüle-meyen tedirginmeler kalıyorsa, klasik fizik nedensel ve belirleyici olduğundan, bun-ların etkilerini istenilen hassasiyette he-saplayıp bu hesap sonuçlarını ölçüm so-nucunda bulduğumuz değerleri düzelt-mekte kullanabiliriz.

Buradan çıkan çok önemli so-nuç “istediğimiz fiziksel özellikleri, örne-ğin durum tanımına giren parametrelerin tümü, ya da herhangi bir alt kümesini aynı anda ve istenilen hassasiyetle ölçebi-leceğimizdir; üstelik bu hassasiyet için bir limit de mevcut değildir. Zaten bunun böyle olması gerektiği klasik durum tanı-mından da açıklıkla görülmektedir. Du-rumun sistemi oluşturan tüm parçacıkla-rın verilen bir andaki konumları ve mo-mentumları bilgisi olduğu hatırlanırsa, durumun biliniyor olması tüm bu para-metrelerin kesinlikle biliniyor olması de-mektir. Madem ki fizikte tek bilgi edinme yolu ölçümdür, o zaman tüm bu dinamik parametrelerin aynı zamanda (eşzamanlı) kesin olarak ölçülebildiği anlaşılmaktadır.

Kuantum bölgesine gidildiğinde hayat artık ne yazık ki bu kadar basit de-ğildir. İlk olarak karşımıza çıkan zorluk artık etkileşmeleri dilediğimiz gibi küçül-temeyeceğimizdir. Zira yukarıda belirtti-ğimiz gibi atom ölçeğinde (tüm fiziksel özellikler gibi) elektrik yükleri sadece elektronik yük gibi bir sabitin tam katları olarak karşımıza çıkmaktadır. Elektronik yükü azaltamayacağımıza ve etkileşme kuvvetleri elektrik yüküne bağlı olduğuna

göre, demek ki, etkileşme şiddetini ve do-layısı ile ölçme işleminin oluşturduğu tedirgemeyi (bozucu rahatsızlığı), klasik ölçümde olduğu gibi, dilediğimiz gibi azaltmamız mümkün değildir. Ayrıca mikro evrende tekil olayların sonucunu kesinlikle öngörmemiz mümkün olmadı-ğından, bu savuşturulamayan ölçüm te-dirginliklerinin ölçülen sistem üzerindeki etkisini kesinlikle öngörüp doğru sonuca yaklaşma bağlamında bir düzeltme yapma olanağına da sahip değiliz. Demek ki, mikro evrende ölçüm işlemi ölçülen nesne üzerinde istenildiği kadar küçük olmayan ve kontrol de edilemeyen değişiklikler oluşturur. Yani, her ölçüm yaptığımızda ölçümden önceki durumdan farklı yeni bir durum yaratıyoruz. 5.2. Kuantum Teorisi

Aşikâr ki bu, eş zamanlı ölçüm iş-

lemini istisnai durumlar dışında, olanaksız kılacak yeni bir tuhaf özelliğidir mikro evrenin. Bu konuyu biraz daha teknik dü-zeyde tartışabilmek için ölçmek istediği-miz iki P, Q özelliğini göz önüne alalım. Bunlar momentum ve konum gibi temel dinamik değişkenler, ya da bunlardan türetilmiş başka herhangi dinamik büyük-lükler olabilr. Bunları önce (P,Q) sırasında, sonra da (Q,P) sırasında ölçtüğümüzü düşünelim. Klasik perspektiften bakıldı-ğında bu iki işlemin sonucu aynı olacaktır. Ancak kuantum perspektifinden bakıldı-ğında durum radikal bir şekilde farklıdır. İlk dikkat edilmesi gereken husus bu iki işlem sırasında farklı tedirgemelerin rol oynadığıdır. Dolayısı ile P ve Q‟nun bu işlemler sonucu bulduğumuz nümerik değerlere sahip olduğunu söyleyemeyiz. Bunu söyleyebilmemiz ancak P ve Q‟nun ölçüm sırasından bağımsız olarak bu de-ğerlere sahip olmasıyla mümkün olabilir-di. Yani kuantum pespektifinden, istisnai durumlar dışında,

Önce P sonra Q deneyinde, yalnız-ca Q belirli bir değere sahip olarak ortaya çıkar,

Page 41: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

41

Önce Q sonra P deneyinde ise, P belirli bir değere sahip olarak orta-ya çıkar.

Bu ifadeler kuantum teorisinin en

önemli ve en karakteristik özelliklerinden biri olan “belirsizlik ilkesinin” öncülleri olan ifadelerdir, dolayısı ile biraz daha ayrıntılı tartışmayı hak edecek öneme sa-hiptir. Şöyle ki, P‟yi ölçtükten sonra geli-nen durumda Q‟yu ölçtüğümüzde bu yeni işlem bu yeni durumda da ciddi değişik-likler oluşturacak ve öncekinden (P ve Q arasındaki durum) daha farklı bir duruma ulaşılacaktır. Şimdi, hala ilk ölçümde bul-duğumuz değerde olup olmadığını gör-mek için, P parametresinin değerini tekrar sorgularsak, ilk değerden farklı bir değere ulaşırız. Bu değer bu parametrenin alabi-leceği mümkün değerlerden biridir; bunlar yaptığımız işleme bağlı olarak değişebilen belli farklı olasılıklarla karşımıza çıkacak-tır. Bu gerçekten de olması gereken şeydir. P‟nin ikinci ölçümünde sistemin durumu, ilk ölçümünde elde etiğimiz sonucu veren durumdan farklı bir durumdur; araya gi-ren Q‟nun ölçümü bu durum değişikliğine neden olmuştu).

Bu fiziksel sonuçları matematiksel bir çerçeveye taşımak istersek, P ve Q fi-ziksel özelliklerinin artık klasik fizikte olduğu gibi salt sayılarla temsil edileme-yeceğini görürüz. Zira, salt sayıların öl-çüm sırasına bağlı olmak gibi bir özelliği yoktur. Öyle bir matematiksel çerçeve bulmamız gerekiyor ki fiziksel ölçüm iş-lemlerindeki sıralamaya bağlılık, karşılık gelen matematiksel işlemdeki sıralamaya karşı gelsin.

Kuantum Mekaniğinin kurucu ba-baları tarafından bulunan yeni matematik-sel çerçeve, bu fiziksel özelliklerin, ele-manlarının sırasının önemli olduğu bir cebirin elemanları olarak temsil edilmele-riydi. Yani bu cebirsel sembollerden ikisi-nin çarpımı, iki fiziksel ölçümün ardışık olarak yapılması işlemine karşı geliyordu. Özetlersek, artık ihmal edilemeyecek öl-çüm tedirgemeleri nedeniyle mikro ev-

rende ölçüm sırası son derece önemliydi, dolayısı ile bu fiziksel özelliklere karşı gelen cebirsel sembollerin çarpım sırası da önemli olmalıydı. Bu şekilde kuantum mekaniğindeki çok önemli yeniliklerden birine ulaşılmış oldu: Fiziksel parametreler komütatif olmayan operatörlerle temsil edilmeliydi.

Durum kavramına dönersek şunu

görüyoruz. Deneyler mikro evrendeki fiziksel olayların istatistiksel doğasını or-taya koyduğuna göre bu özelliğin kendi-sini durum tarifinde yansıtması gereki-yordu. Teknik ayrıntıya girmeden kısaca belirtirsek, durum bu yeni matematiksel

çerçevede uygun bir matematiksel uzayda bu komütatif olmayan operatörlerin üze-rine etkiyeceği bir vektörle temsil edilmek-tedir. Bu teorinin nedensel bir teori oluşu durum vektörünün zaman içindeki evri-mini betimleyen denklemden de belliydi. Schrödinger tarafından geliştirilen bu denklem, enerji operatörünün merkezi rol oynadığı zaman cinsinden birinci derece-den lineer bir diferansiyel denklemdi. Du-rum vektörü, verilen bir anda biliniyorsa bu denklem uyarınca takibeden her hangi bir anda (bu başlangıç değeri cinsinden) kesin olarak belirlenebilir. Ancak, bu du-rum vektörüne Kopenhag Okulu tarafın-dan yüklenen anlam (yorum) bağlamında

Albert Einstein

Page 42: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

42

bakıldığında yeni teori beklendiği üzere belirleyici değildi. Zira bu durum vektörü hakkındaki bilgi herhangi bir fiziksel özel-liğin ancak ortalama değerinin bilinebil-mesine olanak sağlıyordu; ancak herhangi tekil bir ölçümün sonucunun kesinlikle öngörülebilmesine olanak sağlamıyordu. Matematiksel istatistik bilimi diliyle ifade edersek, öngörülebilen sonuç pek çok ke-reler tekrarlanmış ölçümlerin sonucunda bulunacak değerlerin ortalama değeridir

Sözlerimi bağlarken 1926‟da ulaşı-lan şekliyle kuantum teorisinin özellikleri-ne bakıldığında, klasikten kuantuma ge-çişte en esaslı şekilde değişikliğe uğrayan kavramın durum kavramı olduğunu gö-rüyoruz. Bu yeni çerçevede klasik durum tanımında yer alan parametrelerin ancak yarısı, ya konum parametreleri ya da mo-mentum parametreleri kullanılmaktadır; ancak asla bu iki grup parametrenin tümü birlikte kullanılmamaktadır. Bu son derece doğaldır; zira bunların tümünün aynı an-da kesinlikle (istenen hassasiyette) ölçül-mesi mümkün değildir. Birinci grubun (konumların) kesinlikle bilindiği durum-da, momentumlar hakkındaki bilgimiz tümüyle belirsizdir; tersi durumda da ko-num bilgimiz tamamen belirsizdir. Yapa-bileceğimiz en iyi şey bunların tamamıyla gelişi güzel nitelikte olan olasılıklarından bahsetmektir. 6. Son Söz

Modern bilimin oluşumu uygarlık tarihi perspektifinden bakıldığında çok yeni bir etkinlik. Copernicus‟un güneş merkezli evren modelini 1543 yılında or-taya atmasıyla başlayan bilimsel devrim 5000 yıllık yazılı tarih bağlamında bakıldı-ğında daha dün gibi yeni bir olay. Hele buna ilk modern atalarımızın yeryüzünde yürümeye başladığı 500 bin yıllık pespektiften bakıldığında bu olayların ne

denli kısa süre önce oluşan genç devrimler olduğunu daha iyice takdir edebiliriz. Kla-sik fiziğin, Newton‟un sentezi (Principia Mathematica, 1686) ile tamamlandığı ta-rihten itibaren günümüze geçen süre ise topu topu 324 yıl. Kuantum teorisinin çok daha genç bir bilim dalı olduğu yukarıda-ki tarihçeden iyice görülüyor. Mikro evre-nin gizlerine ulaşabilmemiz günümüzden ancak 80-90 yıl önce gerçekleşmiş. Bu gün enformasyon-bilgi teknolojileri devrimi olarak haklı bir şekilde adlandırılan ve yaşamı, dünya tarihindeki diğer devrim-lerle (tarım ve sanayi devrimleri) kıyas-landığında bile, inanılmaz ölçekte değişti-ren devrimin temelinde yatan bilimsel devrim ise hiç kuşkusuz KUANTUM dev-rimidir.

Biz bu popüler makalede yalnızca birinci fazın kurulumunun tamamlandı-ğı 1926 yılına kadar olan gelişmelerin ta-rihçesini anlatmakla yetindik.

Öykü orada bitmiyordu hiç kuşku-suz. Hemen ele alınması gereken göreceli olarak daha basit problemler vardı. Einstein‟ın 1905 yılında foto-elektrik olay problemi ile aynı anda yayımladığı ger-çekten devrimsel “özel görelilik teorisi” ile bu yeni kuantum teorisinin uyumlaştırıl-ması gerekiyordu ilk adım olarak. Yani ışık hızına yakın hızlarda hareket eden nesnelerin kuantum teorisinin kurulması gerekiyordu. Tek parçacık için geliştirilen bu teorinin özdeş parçacıkların toplu hal-de bir arada bulundukları durumlar için genişletilmesi gerekiyordu, vs, vs. Karşı-laşılan her yeni problem çözüldükçe yeni problemler çıkıyordu karşımıza. Bu serü-ven hala aynı heyecanla sürüyor. Bu ba-kımından bilim adamlığını yaşam biçimi olarak seçecek fizikçi gençleri çok heye-canlı bir gelecek bekliyor.

Page 43: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

43

Basitliklerdeki Karmaşıklıklar

Ahmet Beyaz

Bir olgunun basit mi karmaşık mı olduğu biraz görece bir şey olmakla bir-likte ikisi arasındaki ilişki hakkında fikir yürütmek için neyin basit neyin karmaşık olduğunu bilmeye gerek olduğunu düşünmüyorum. O yüzden tanımlar ol-madan sezgisel olarak fikir yürütüp so-nuçlara ulaşabiliriz. Bu yazı içerisinde daha ileride örnekler verecek olsak da o zamana gelene kadar belli bir anlayış geliştirebiliriz.

Basitliğe ve karmaşıklığa bilimsel yöntem açısından baktığımızda, doğayı anlamak için bir teorinin oluşturulmasında bu ikisinin sürekli bir rekabet içerisinde olduğunu görürüz. Teori oluşturmada amaç bir olguyu anla-mada belli bir basitliğe ulaşmaktır. Ancak doğa karmaşık olmaya meyleder bir görünüm çizmektedir. O yüzden basitliğe ulaşmada önceden gelen bilgi birikiminin ve gözlemlerin getirdiği karmaşıklıkla başa çıkmak gerekebilir. Teori belli bir olgunluğa eriştiğinde ise aynı zamanda belirgin basitlik de yakalanmış demektir.

Fizik, biyoloji, kimya gibi doğa bi-limlerinden farklı da olsa yukarıda teori oluşturmakla ilgili söylenenler matematik-sel kuramlar için de geçerlidir. Bunu an-lamak için matematiği kitaplardaki sem-bollerden ve onların yazımından oluşan bir alan gibi görmememiz gerekir. Peki, nasıl görmemiz gerekir diye soracak olur-sak, benim önerim matematiği tanımlarla yaratılan (ya da insan aklına tanıtılan diye-lim) sanal nesnelerin davranış biçimlerinin ve birbirleriyle ilişkilerinin teoremler ve ispatları yoluyla incelenmesi olarak görmektir.

Matematikteki bulguların, geliştirilen tekniklerin başka bir yerde ve

başka bir zamanda şüpheye yer bırakmadan yazıldığı biçiminde anlaşılabilmesi için kullanılan yazım standartları (kabaca bir benzetmeyle buna rigor da denebilir) çoğu zaman matematiğin toplum tarafından anlaşılmasına engel olmaktadır. Burada vereceğimiz matematiksel kuram örneği mümkün olduğunca bu dilden uzak ola-cak.

Son zamanlarda gazetelerde çıkan ender matematik-matematikçi haberlerin-den birisi Rus matematikçi Grigori Perel-man ile ilgili olanıdır. Haber olabilmesinin sebebi çalışmalarından çok işin dedikodu kısmı ile ilgilidir. ABD'deki bir enstitünün Poincare sanısını ispatlayan veya yanlışlayan matematikçiye vereceği bir milyon dolarlık ödülü reddetmesiyle gündeme geldi. Aynı şekilde 2006'da da matematikçilerin en prestijli ödülü olan Fields madalyasını geri çevirmesiyle haber olmuştu. İspatladığı teorem doğrudan Poincare sanısı değil ama onu da kap-sayan "Thurston geometrization conjec-ture" idi. Bu aslında her boyutta karşımıza değişik yüzlerle çıkan sınıflandırma prob-leminden başka bir şey değildir. Topoloji-deki sınıflandırma problemleri her boyutta belli özellikleri gösteren uzayların değişmezlerini (invariants) belirleyip veri-len iki uzayı bu değişmezler yoluyla ayrıştırmak olarak özetlenebilir. Amaç bir liste çıkarmaktır. Hesaplanabilen değişmezler üretmek, uzaylar üzerindeki işlemler bulmak ve değişmezlerin bu işlemler altındaki davranışlarını araştırmak, işlemleri kullanarak yeni

Haziran 2000'de ODTÜ Matematik Bölümünden mezun oldu. Aynı sene matematik doktorası için ABD University of California, Irvine kampüsüne gitti. Haziran 2006'da geometrik topoloji alanında doktorasını tamamlayıp ODTÜ Matematik Bölü-mü’nde çalışmaya başladı. Bugün de aynı görevi sürdürmektedir.

Page 44: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

44

uzaylar üretmek bu konuda çalışan topo-lojistlerin işidir. Yukarıda "belli özellikleri gösteren uzaylar" sözcük öbeği "belli yapıları barındıran manifoldlar" ile değiştirilirse daha açıklayıcı olur. Ama önce manifoldun ne olduğunun ve bu yapılarla anlatılmak istenenin ne olduğ-unun bilinmesi gerekir.

Manifold (many-fold) kelime ola-rak çok katlı demektir. Topolojideki manifoldların en basit örnekleri bir ve iki boyutlu olanlarıdır. Çember (S1) 1-manifold örneği iken, 2-küre (S2) bir 2-manifold örneğidir. Çemberin herhangi bir noktasının S1 içindeki küçük bir etrafına bakarsak bükülmüş bir açık aralığa benzediğini görürüz. Bu açık aralık da gerçel sayılar kümesi R'ye benzer. Ge-nel olarak bir n-manifold herhangi bir noktasının n boyutlu Öklid uzayına (Rn) benzer bir komşuluğunun olduğu bir uzaydır. Ve genelde bir n-manifold Rn

içine sığmaz. Peki, manifold üzerindeki yapı ne demektir? Bunun için manifoldun üzerindeki paçaların tanımına ihtiyaç var. Bir n-manifoldun üzerindeki paça Rn'den o manifolda bire bir fonksiyondur. Burada vermemiz gereken bir bilgi şudur: topolo-jide yapıştırma işlemleri fonksiyonlar yo-luyla yapılır. Yani paça demek n boyutlu Öklid uzayının manifold yapıştırılmasıdır. Pek çok paça bir araya gelip manifoldu oluştururlar. Bu paçaların tutarlı bir şekilde yapıştırılması için paçalar arasında geçiş fonksiyonlarına ihtiyaç vardır. Kaba-ca eğer bu geçiş fonksiyonlarının herhangi ikisinin birleşimi sürekli ise manifoldun üzerinde topolojik yapı var deriz. Türevli ise düzgün (smooth) yapıdan, holomorfik ise kompleks yapıdan bahsederiz. Aşağıdaki şekiller bunlarla ilgili bir fikir verebilir. (Resim Ron Stern‟in bir sunu-mundan alıntıdır.) Bunun dışında yapılandırma yolları da vardır. Bunlardan örnekler ileride işlenecektir.

Yukarıda adı geçen ve büyük ihti-

malle bundan sonra Hamilton-Perelman-Thurston teoremi adını alacak olan Thurs-ton sanısı düzgün (ve topolojik) 3-

Page 45: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

45

manifoldların sınıflandırmasıdır. Benzerlik kurmak açısından daha basit olan düzgün (ve topolojik) 2- manifold yani yüzeylerin sınıflandırmasına gidelim. Bu yaklaşık 100 sene önce Dehn tarafından halledilmişti. Bu sonuca göre tıkız (compakt), çift yüzlü (orientable) 2- manifoldların değişmezleri tam sayılardır. Yüzeyleri Euler karakteristiği denen, her yüzeye bir tam sayı veren, oldukça basit bir topolojik değişmezle tamamen sınıflandırmak mümkündü. Diğer bir deyişle, her yüzey için bir tam sayı vardır ki topoloji değişmedikçe bu sayı değişmez. Ayrıca sözü edilen tam bir değişmezdir. Yani her bir tam sayı için sadece bir topolojik yüzey denklik sınıfı vardır. Buraya kadar basit. Sorunun ortaya çıkışı belki bu kadar basit değildi ama sonuç kesinlikle basit.

Yaklaşık 100 yıl önce, Poincare da-ha sonra Poincare Sanısı olarak anılacak, 3-boyutlu manifoldlarla ilgili oldukça özel ve önemli bir soru ortaya attı. Sonrasında bu soru üzerine çalışmalar ve 2-manifoldların sınıflandırılması, doğal ola-rak 3-manifoldların sınıflandırılması soru-sunu gündeme getirdi. Bu çok uzun süre topolojicileri meşgul etmiş bir sorudur çünkü 4 ve üzeri boyutlu manifoldlar için böyle bir sınıflandırmanın (grup teoriden gelen sebeplerden dolayı) mümkün olmadığı biliniyordu. Üç boyutta benzer

sınıflandırma çabaları gösterdi ki işler karmaşıklaşmak zorunda. Düzgün sınıflandırmayı becerebilmek için ekstra yapılar göz önünde bulundurulmak zo-runda. Manifoldun üzerine konulan me-trikler gibi. 1970 l̓erde Thurston 3-boyutlu manifoldların sınıflandırılması için3-boyutlu manifoldların üzerine kona-bilecek homojen yapıları kullanarak bir program başlattı. Sonrasında Hamilton bu metrikleri homojenleştirmek için diferan-siyel denklemler üretti. Çözümlerindeki tıkanıklıkları ve zorlukları Perelman aşab-ildi ve sınıflandırma sonuçlandı. Her 3-manifold öyle parçalara bölünebilinir ki, bu parçaların hepsi ayrı ayrı sekiz çeşit homojen yapıdan birine sahip olmak zorundadır. Bu sonuç aynı zamanda, bütün 3-boyutlu manifoldların tam bir sınıflandırmasını sağlamıştır. İki ve üç boyutlu manifoldların düzgün sınıflandırmaları çok basit soruların nasıl karmaşıklaşabildiğini ve basitlik ile karmaşıklığın nasıl bir çekişme içinde olduklarını gösteren birçok örnekten biri. Sınıflandırma problemi ile ilgili araştırmalar her boyutta vardır. Ayrıca her boyutta çok farklı özellikler göstermekte-dirler. Burada bu zengin alanın sadece bir kısmı verildi. Geriye kalan ve hiç de kısa olmayan kısmı daha sonra anlatabilmek umuduyla.

(1) Ron Stern, http://www.math.uci.edu/~rstern/UCIrvineFeb2005.ppt (2) Barış Coşkunüzer

Page 46: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

46

Ben Benim!!!

Cemil Güzey

Kutsal olan iki şey vardır: dünya ve benim bağımsız Ben’im.

Wittgenstein: Notebooks

Düşünce tarihinde “Ben” genellikle “dünya” ile olan bağıntısı bakımından tanımlanmıştır: ben, dünya olmayandır, dünya ise ben olmayan. Yani ben bir an-lamda dünyadan ayrılmakta, bir yandan da dünyanın karşısına konmaktadır.

“Ben=Kişi” düşüncesi de oldukça yaygındır. Kişi, bedeni, ruhu, zihni olan şeydir. Bu üçü benin parçalarıdırlar ama kişinin sahip oldukları, benin değil dün-yanın birer parçasıdır. Felsefecilerse ben hakkında alter-natif düşünceler geliştirmişlerdir: genel eğilim, benin bittiği yerde dünyanın başladığıdır. Ancak, sorun bu sınırın nasıl çizileceği-dir. Örnekse, beden benin bir parçası olarak düşünülür ama kimine göre de o aslında dünya-nın bir parçasıdır. Bu düşünceyi savunanlara göre, beden gerçek bene yabancıdır: benle, kişinin oturduğu ev kadar yabancı. Yan, beden dışta olan bir şeydir ve yönetilebilir. Öte yandan, ben (iç ben) gerçek kişidir ve yalnızca geçici olarak fizik görünüm almıştır.

Beden ve ruh arasındaki bu kesin ayrımı ortaya koyan ilk batı felsefecisi Pla-

ton idi. Alman idealistleri (Schopenhauer aracılığıyla Wittgenstein‟ı da etkilediler) bu uçurumu iyice derinleştirmişlerdir. Artık gerçek ben, dışsal kılık kıyafetinden öyle soyunmuştu ki, yalnızca beden değil “psühe” (duyulmama, tasavvur etme, duygulanma, sezme v.b) bile dış dünya sayılıyordu. İlaçlarla, mekanik uyarılarla (işkence) bilimsel araştırma konusu yapı-lan “psühe”,bu düşünürlere göre benin

dışsal bir koşuluydu; tıpkı beden gibi. Ya-ni gerçek benin(en iç ben) kendisinin hâlis bir parçası olarak değil:”psühe”,dünyanın parçasıydı. İdealistlerin tanımlamaya çalış-tığı ben,”dünyayı algılayan şey” olarak düşünülüyordu. Dünya, tanım gereği, algılanan şeydir; algılayansa, süje veya ben veyahut da özne denen şeydir. Bu durumda, gerçek ben bir var olan değil, bir etkinliktir; algılanan şeylerin hiçbirine benzemez ve empirik olarak araştırılamaz: zihnin bir atkıdır. Gerçi Wittgenstein Tractatus Logico Philosophicus‟u yazdı-ğında idealist değildi ama bu “ben tanım-lama” geleneğiyle boğuşmak gerektiğini

Yüksek Lisans ve Doktora derecesini İstanbul Üni-versitesi Felsefe Bölümü’nden aldı. İlgi ve çalışma alanları: Ontoloji, Wittgenstein felsefesi, Herakleitos felsefesi, Dinler Tarihi, Sanat Tarihi, Mitoloji, İngiliz ve Amerikan Edebiyatı. Alanında birçok makalesi ve çevirisi yayınlandı.

Page 47: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

47

biliyordu:”Felsefî ben insanoğlu değildir; insan bedeni veya “psühe”si de değildir. O metafizik ben‟dir ve dünyanın sınırıdır, parçası değil”.141914-1916 tarihli Notebooks‟taysa şöyle der:”İnsan bedeni, hele ki özellikle kendi bedenim dünyanın bir parçasıdır; tıpkı hayvanlar, bitkiler, taşlar v.b gibi. Bunun farkına varan hiç kimse kendi bedeni için seçkin bir yer elde etmek15 istemeyecektir. İnsanları ve hay-vanları oldukça naif bir şekilde birbirine benzeyen ve birbirine ait şeyler gibi göre-cektir. Bir taş, bir hayvanın bedeni, bir insanın bedeni, kendi bedenim; hepsi aynı düzeydedir”.Görüldüğü gibi, gerçek ben (metafizik ben) ve fizik ben arasında kesin bir ayrım vardır. Fizik ben bitkiler, hay-vanlar ve taşlar dünyasına aittir: gerçek ben bunların sınırıdır.

“İrade ve Tasarım Olarak Dünya”

adlı kitabında Schopenhauer süje - obje bağıyla ilgili olarak şöyle demişti:”Her şeyi bilen ama kimse tarafından bilineme-yen şey süjedir… Onlar(süje ve obje) bir-birlerini hemen sınırlarlar; objenin başla-dığı yerde süje duraklar”.Bu durumda ben, dünyanın sınırıdır, parçası değil: tıpkı bir adanın ve okyanusun birbirlerini sınır-lamaları gibi16.Wittgenstein‟ın örneğiyse şöyledir:”Metafizik Ben dünyanın nere-sinde bulunabilir? Diyeceksiniz ki bu göz - görüş alanı ilişkisindeki gibidir. Ama as-lında gözü göremezsiniz. Ve görüş alanı-mızdaki hiçbir şey, onun bir göz tarafın-dan görülmüş olduğu çıkarımını yapma-nıza izin vermez”.

Metafizik Ben‟in pratik yaşamda

bir işe yaramayacağı ve dikkate alınmaya değer olmadığı da yaygın bir düşüncedir. 14 Tractatus:5.641 15 Burada kullanmış olduğu “procure” sözcüğü

“kadın satıcılığı” anlamına da gelmektedir.

*Exodus 3.13:Musa Tanrıya adını sorduğunda

aldığı yanıt:‟ehyeh‟ aşer „ehyeh‟.Ve Musa‟ya

İsrailoğullarına şu sözlerle seslenmesini

buyurdu:”Beni size “Benim‟ gönderdi”…(3:14) 16 Ada-okyanus bağıntısı yanıltıcı olabilir. Her ikisi

de ayrı ve tanınabilir/saptanabilir varolanlardır.

Oysa ben dünyadan bağımsız olarak var olan bir

şey değildir.

Çünkü bu dünyaya ait olan beden ve psühe vardır zaten ve öyleyse pratikte bunların toplamına BEN diyebiliriz. Zaten eylemde bulunan, insanlarla ilişki kuran, dünyayı dönüştüren v.b bu empirik (psi-kolojik) Ben‟dir. Bu durumda, felsefî Ben, 21. yy.‟ın tarihsel- toplumsal koşullarına ışık tutamayan kuramsal bir tasarımdan ibaret olacaktır. Oysa Wittgenstein‟a göre, metafizik Ben yalnızca kuramsal bir tasa-rım değildir. Metafizik Ben‟in bu denli sıradan bir kavranışı, en dünyasal olaylar düzeyinde pratik sonuçları olan Ben‟i an-lamamızı sağlamaktadır. Çünkü Wittgenstein‟a göre, felsefi Ben gerçek Ben‟dir ve onu dünyadan ayıran uçurum belli bir “yabancılaşma” durumunu ifade eder ki, bu insanın temel bir özelliğidir.

Felsefi Ben ile dünya arasındaki ay-

rım, tıpkı irade ve irade objesi ayrımında olduğu gibi, derin bir uçuruma işaret et-mektedir. Gerek “Ben”in dünya dışılığı gerekse iradenin etkisizliği (yetersizliği) bireyin kaderin önündeki güçsüz bir oyuncak olduğu, yabancı bir dünyanın merhametine sığınmış basit bir nesne ol-duğu görüşünü getirecektir: “Dünya bana verilmiştir, yani iradem tamamıyla karşı-sında yer alır dünyanın; tıpkı zaten tamam olan her şey gibi. İşte bu yüzdendir ki ya-bancı bir iradeye bağımlı olma duygusuna sahibiz. Bu nasıl olursa olsun, her halü-kârda belli bir anlamda bağımlıyızdır ve buna Tanrı diyebiliriz. Bu anlamda, Tanrı yalnızca kader olacaktır veya “irademiz-den bağımsız olan dünya”,ki ikisi aynı şeydirler.” Bu tavrın ne gibi pratik sonuç-ları olabilir Wittgenstein‟a göre? “Mutlu denebilecek tek yaşam, dünya nimetlerin-den el - etek çekmiş yaşamdır. Buna göre, nimetler kaderin pek çok lûtfundan başka bir şey değildirler. Ama yine de belli bir anlamda istememenin “iyi olan tek şey” olduğu görülmektedir.” Öyle görünüyor ki, bu Stoa etiğine karşılık gelen yaşam biçimi daha çok ibadeti andırmaktadır, eylemi(yani dünyayı değiştirmeyi) değil. Kendini ifade etme ve kendini gerçekleş-tirme kişinin bir şeyi yapması veya becer-mesi ile çıkmaz ortaya; bir bilgi yaşamıyla

Page 48: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

48

mümkün olur bu.”İnsan dünyanın bu se-faletine karşın nasıl mutlu olabilir?” diye sorar Wittgenstein ve yanıtı da verir: “Bil-gi yaşamı aracılığıyla. Ferah vicdan, bilgi yaşamının hediyesi olan bir mutluluktur. Bilgi yaşamı, dünyanın sefaletine karşın mutlu olan yaşamdır.” O halde dünyayı yaşamak için daha güzel bir yer hâline getirme gibi eylemler özellikle umutsuz bir görünüm sunacaklardır. Ne mutluluk ne de ferah vicdanımız dünyanın gerçek durumuyla bağıntılı değildirler.” Dünya-nın nasıl olduğu, yüksek olan açısından hiç mi hiç önem taşımaz. Tanrı kendini bu dünyada açığa çıkarmaz.”17 Tarihsel Arka Plan

Platon gerçek ben veya iç ben‟i be-denin ve dış dünyanın karşısında konum-landırmıştı. İç ben dünyadan daha üstün-dü ve maddi dünyayı zihin yönetmektey-di ona göre. Bu iç ben yalnızca üstün bir sezgiyle donanmakla kalmaz, bir “güç istencidir”. İdeal ben, içinde bulunduğu ortama edilgin olarak karışmamalı, duyu-lar dünyasına kendi tasarımlarını empoze etmelidir. Görüldüğü gibi eylem ve güç iyice vurgulanmaktadır ve o günden beri Batı düşüncesini uğraştıran şey bunlardır: Batının dünyaya egemen olmasını sağla-yan düşüncelerden biridir bu. Descartes da “Yöntem Üzerine Konuşmalar” da eski şehirlerle plana göre yapılmış yeni şehirle-ri karşılaştırırken “Bunlar (eski şehirler ki tek tek alındıklarında binalar halâ güzel-dir) akla göre çalışan insan iradesinin de-ğil de, şansın ürünüdürler denebilir” de-mişti. Görüldüğü gibi, Ben(yani “insan iradesi”) tarihin ve doğanın sağladığı kao-tik ham malzemeye kendini empoze et-mektedir. Sözgelimi Barok dönemdeki Fransız bahçeleri ve kaleleri, dış dünya üzerindeki etkili gücün dorukta olduğu bir Ben anlayışının mimarlıktaki yansıma-ları olarak düşünülebilir.

Gerçi Descartes döneminde rasyo-nel iradenin üstünlüğü(doğaya karşı) yal-

17 Tractatus 6.432

nızca estetikte görülmekteydi ama 18.yy aydınlanması pragmatikti ve endüstri devriminden etkilenmişti: doğal ortam insanlaştırılabilirdi artık. Kader veya rast-lantı ortadan kalkıyordu ve akıl sahibi Ben‟ler yaşamın tüm önemli yönlerini de-netim altına alacaklardı. Fichte “Rasyonel olmayan her şeyi egemenlik altına al-mak(baş eğdirmek),onu özgürce ve kendi yasalarına göre yönetmek” diyordu “insa-nın en son amacı budur.” Fizhte‟nin ken-disini dünyaya kabul ettirmek amacı ve Wittgenstein‟ın ondan el - etek çekmesi arasında derin bir uçurum vardır: “Ken-dimi dünyadan bağımsız kılmak ve böyle-ce de bir anlamda ona egemen olmak için, olgular üzerindeki her tür etki iddiasından vazgeçmem gerekir”.Dikkat edilecek olur-sa halâ “egemenlik” sözcüğü var ama bu Ben‟i boyutsuz bir nokta durumuna geti-rerek, dünyanın Ben‟e egemen olmasını engelleme çabasından kaynaklanmaktadır. Yani beden ve psühe, dünyadaki öngörü-lemeyen kadere terk edilmekte ve madde-leşmemiş bir felsefî Ben‟e sığınılmaktadır. Böylelikle kutsal olan ikinci şeyin bağım-sızlığı(kutsallığı) kurtarılmaktadır.

Wittgenstein‟ın bu Ben anlayışı bizi

şaşırtmamalıdır çünkü alıntı I.Dünya Sa-vaşı sırasında yazdıklarındandır. Bu savaş, tarih ve doğanın insan iradesine boyun eğmesinin çok yakında olduğuna inanılan bir dönemde patlamıştı. Aslında Schopenhauer ve Nietzsche bunu çok önceden haber vermişlerdi: güç (teknolo-jik) ve bilgelik arasında sıkışıp kalmıştı artık Batı uygarlığı. Milyarlarca insanı yöneten azınlığın uzlaşmaz tavırları, savaş sonrası düşünürleri etilemişti. Modern dünya dayanılamayacak kadar saçmaydı artık(Varoluşçular böyle çıkmıştı ortaya). Şöyle de diyebiliriz: Wittgenstein‟ın Ben hakkındaki saptamaları, çağının bir res-midir.

İlk bakışta insanı şaşırtabilecek bir düşünceyse Wittgenstein‟ın Ben‟i tama-men yok olmuş bir varlık olarak sunması-dır bize; dünyada hiçbir rolü yoktur Ben‟in. Ancak tam aksi düşünceyı, yani

Page 49: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

49

“solipsizm”i de desteklemektedir. Bilindi-ği gibi, Wittgenstein‟a göre Ben hiçbirşeydir; solipsizme göreyse her şey-dir: Ben‟den başka hiçbir şey yok-tur.”Çünkü solipsist‟in kastettiği şey doğ-rudur; ama o söylenemez; kendini göste-rir. Dünya benim dünyamdır: bu, dilimin sınırlarının (bildiğim tek dilin) dünyamın da sınırları olduğu olgusunda gösterir kendini”18. (Burada “yalnızca benim bildi-ğim” dil değildir kastedilen). “Tarihten bana ne! Benimki ilk ve tek dünyadır. Dünyayı benim nasıl gördüğü-mü anlatmak istiyorum. Bana dünya hak-kında başkaları tarafından anlatılan şeyler, dünyanın ufak ve önemsiz bir parçasıdır. Dünyayı ben yargılamalıyım, ben ölçüp

biçmeliyim şeyleri.”19 Bu iddialı düşünce-nin bizi götüreceği nokta kısaca şöyledir: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” demek “gerçekliğin bazı yönlerini bile-mem, çünkü belli bir sözcük dağarcığın-dan(sözgelimi kuantum mekaniği) yoksu-num” demek değildir. Çünkü bilgimizi ve sözcük dağarcığımızı arttırma şansımız daima mevcuttur. Buradaysa, söz konusu olan, dilin “mantıksal” sınırlarıdır; bu sı-nırlar aşılamaz. Bir karedaire veya bir evlibekâr kuramsal olarak bile var olamaz.

18 Tractatus 5.62 19 Notebooks 1914-16

Mantığın sınırlarının mutlaklığını yani alt edilemezliğini göstermek için, onları diğer sınırlarla(örn. Fizik) karşılaştı-rabiliriz. Pratikte fiziğin sınırları da aşıla-maz ama yine de pembe fillerin uçtuğu, nehirlerin yukarı doğru aktığı, yaşlıların gittikçe gençleştiği(Benjamin Buton gibi) bir bilim-kurgu dünyası tasvir edilebilir. Mevcut gerçeklikten farklı gerçeklikler kurmak mümkündür; bilim bu şekilde ilerler zaten. Ancak, hiçbir bilim- kurgu yazarı mantık yasalarını alt ede-mez(Tlön‟lülerin yaratıcısı Borges bile). Evlibekârların ve yüzü olmayan gülmele-rin(Cheshire kedisi) gerçek olduğunu ileri süren biri anlaşılamaz. Çünkü sunduğu şey bir resimdir ve resim kurallarına uy-mamaktadır (Morgenstern‟in “Saksağan Adlı Nehir”i): karşılık gelen hiçbir gerçek-lik parçası yoktur ve buna zihnimiz de dâhildir. Görüldüğü gibi, düşünürken, konuşurken, tasavvur ederken veya bir şeyi anlarken daima mantığın sınırları içinde hareket etmekteyizdir. Mantık yasa-ları benim düşünmemle veya konuşmamla harekete geçerler. Diğer insanlar konuşsa ve düşünse bile, bunun böyle olduğunu söylemem için benim anlamam gerekir önce onları. Yani düşünüyor olmam ge-rekmektedir. O benim dilimdir ve aşama-yacağım şey ise mantıktır. Terkedemeyeceğim bir dünyadır bu; için-de hapis olduğum bir dünya. Diğer dün-yaları tasavvur edemem çünkü tasavvur edeceğim her şey mantık yasalarına tâbi olacaktır ve öyleyse zaten benim dünya-mın bir parçası olacaktır. Bu Wittgenstein‟ın solipsizm anlayışıdır. Bo-yutsuz bir noktaya indirgenmiş olan bu Ben anlayışı, yalnızca din, gelenek, top-lumsal uzlaşımlar veya yetkeci hukuk sis-temlerinden değil, duygular, içgüdüler ve fiziksel ihtiyaçların oluşturduğu karmaşık yumaktan derin bir uçurumla ayrılır ve 20.yy düşüncesinin karakteristik özellikle-rinden biridir.

Page 50: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

50

Kent Aranıyor

Ahmet Antmen

Kent insanı sürprizlere, şaşırtmaca-lara, ani kırılmalara alışıktır. Bu yüzden bir keşif arayışıdır onun yaşamı. Ve keşfe-dememenin burukluğu, geçeklerle düşle-nen arasındaki büyük açı. Kalabalıklar arasındaki yalnız olarak kentli insan „ye-ni‟nin arayışı içindedir; özde ve biçimde. Bugüne razı olmayan gözlerini bir olasılık olarak geleceğe diker. Ama...

Yapısal, duyusal ve duygusal alan-larda süreklilik ortadan kalkmıştır artık. Bu hem maceracı bir ruh halini barındırır içinde hem de güvencesizliği. Çünkü her şeyin sürekliliğinin yittiği bir ortamda, süreyle sınırlanmıştır o. Azılı düşmanları akrep ve yelkovanla. İnsanlar, dakikalara güdümlü bir yaşama sürüklenmişledir. Öyle ki: “ Tipik bir metropol insanının ilişkileri ve işleri, genellikle çok çeşitli ve karmaşıktır. Verilen sözlerde ve hizmetlerde çok sıkı bir kesinlik olmasa bütün yapı içinden çıkılamaz bir kaosa dönüşebilir. Her şeyden önce, met-ropolde farklı çıkarlara sahip pek çok insan bir araya gelmiştir ve bu insanlar, ilişkilerini ve işlerini son derece karmaşık bir organizma içinde bütünleştirmek zorundadır.”20 Öyle ya bir elektrik kesintisi bile nelere yol açabiliyorken, insan kesintisi nelere sebep olmaz ki?

Modern kültürün merkezidir kent-ler. İnsanların dokunuştan, sıcaklıktan ve dost sohbetlerinden ilk kez bu kadar uzak kaldığı bir kültürün merkezidirler. Ve in-sanların ilk defa bu kadar kalabalık oldu-ğu. Birey, kendini alabildiğince korumaya çalışır bu kalabalıklardan. Sürekli değişen göstergelerden kendini çekip çıkartmaya çalışır. Sürekli özlediği dinginliğe kendisi-ni bırakamayacak kadar telaş yüklüdür o. Belki de kültürel evrimi elinden bu dingin-liği yaşayabilme yetisini almıştır. Kendisi-ni gerçeklikte tanımlayamadığı için ve gerek dışsal çevresindeki gerekse içsel

20 Modern Kültürde Çatışma s.89 , Georg Simmel,

İletişim Yayınları

dünyasındaki büyük çelişkiler nedeniyle. Saltlaştırılmış imgelere sarılır. Yaşamla bağı zayıfladıkça kendine daha yakın bul-duğu imgelere. Moda ürünlerine, reklam-lara, kurgusal yarışmalara...

Her üretim bir tüketimle anlamlı-dır; ama kapitalist üretim biçiminde tüke-tim üretimden özerkleşir. Estetik bir bo-yutla çerçevelenen, eğlenceli hale getiril-meye çalışılan tüketim, günlük yaşamın sıradanlığından kaynaklanan tekdüzeliğe bir alternatif olarak öne sürülür. Bir kimlik edinme biçimine dönüştürülür. Ne var ki her biri birer imaj olan bu kimliklerin te-davülde kalma süreleri, kendileriyle bütünleşilemeyecek kadar kısadır. Bir yaz yağmuru gibi gelip geçer. Sürekli aynı iş edimini yerine getiren kentli insan, bu tekdüzelikten hayatın içindeki; ama hayat-tan kopuk imge değişiklikleriyle giderme-ye uğraşır. Gerçekle düş arasındaki sınır-ların silikleşmesi ve makûl oranda bir düşperestliğin yaşama garantisi sayıldığı kentlerde; insan bu estetize edilmiş tüke-tim kültüründe yeni bir biçimciliğin kur-banı haline gelir. Oysa...

Kentsel alanda, biçimlerin egemen-liğinden kurtulmuş ve hayatın içeriğini, akışını duyumsayabildiğimiz bir planla-maya gitmeliyiz. Evlerin, yapıların, uğraş-

ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Öğrencilik yıllarında, ODTÜ Edebiyat Toplu-luğu başkanlığını yürüttü. Arkadaşlarıyla birlikte Nikbinlik dergisini çıkartmaya başladı. Derginin şiir dinleti grubunun düzenlediği gösterimlerde yer aldı, bu dinletilerin senaryolarını yazdı. Dergide yayın kurulu sekretaryasındaki görevini sürdürüyor. 2002-2003 döneminde Edebiyatçılar Derneği’nde Genel Sekreter Yardımcılığı; kısa bir dönem içinse Damar dergisinde sanat yönetmenliği yaptı. Şiir ve makalele-ri ülke çapında yayın yapan pek çok dergide yayım-landı. 2002 Yılı SES Şiir Birincilik Ödülü’nü alan "Ayrıksı Otları" isimli şiir kitabı 2003 yılında ya-yımlandı. Yayıncılık, çevirmenlik ve editörlük yapı-yor. "Gayri Resmim" isimli ikinci şiir kitabı basıma hazırlanıyor. Ahmet Antmen şu sıralarda hayalleri arasında bulunan Türkiye'nin ilk ücretsiz edebiyat ve mizah dergisi olan Nikbinlik dergisini çıkartarak okuyucularına ulaştırmanın keyfini sürmekte ve ilk romanının hazırlıklarını sürdürmektedir.

Page 51: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

51

ların biçimlerinden çok insanda yarattıkla-rı özgürlük duygusu önemlidir. Kentsel planlamada bırakılan boşluklar; yani meydanlar, parklar, yürüyüş yolları insa-na duyumsama ve sorgulama yolunu aç-malıdır. İşte modernizmin edebiyatı bu boşluklardadır. Mesela, bu özgürleştirici boşlukların yaratılması için insana ait me-kânları daraltan araç yoğunluğundan kur-tulmak gerekir. Bunun yolunun da toplu taşımadan geçtiğini söylemek gerekir mi bilmiyorum. Toplu taşımanın bugünkü verimsizliğinin çözümü değil; kaynağıdır özel araç yoğunluğu. Otomotiv sektörü, kapitalizmin ekonomik bekasının yapı taşlarındandır ne de olsa. Evler ve işyerle-ri; üniversiteler ve şehir merkezleri ara-sındaki mesafenin arttırılmasının bir ne-deni de budur kuşkusuz.

Ama bir başkaldırıdır kent. Çelişki-lerin, devrimlerin, altüst oluşların merke-zidir aynı zamanda. Kentli insanın kendi cemaatinde, kendi çevresinde, kendi ma-hallesinde yaşama zorunluluğu ortadan kalkmıştır. Yerelliğin merkezi belirleyicili-ği toz buhar olmuştur. Kalabalıklar için-deki yalnızlık aynı zamanda bir özgürlü-ğün işaretidir. Bu özgürlüğün yoluysa, yine kalabalıklar içerisindeki yalnızlığın doğurduğu aidiyetsizliğin; paylaşımsızlı-ğın ortadan kaldırılmasıdır. Çünkü bireyin feodal diye nitelenen bağlardan arınması değil; o bağlardan arındıktan sonra içine düştüğü ortamdır, kentli insanda yabancı-laşmanın nedeni. Bu bağlamda, doğrudan doğruya iktidarın sınıfsal temeliyle ilgili bir sorundur, kent insanındaki psikolojik sorunlar ve duygusal uzaklaşma istemi. İşte edebiyat kentli insandaki bu özgürlük ve aidiyetsizlik geriliminin tepe noktasın-dadır.

Tarih boyunca egemen sınıflar, kendi oluşturdukları genel mantığa aykırı bir biçimde sonlandılar. Şiirselliğin mantık dışılığı da işte bu tikel ve keskin kırılışta yatar. Belki tamamıyla kentli bir akımın mensubu olarak fütüristler bunu anlatmak istediler bize. Kentin karmaşık yapısı içeri-sinde artık edebiyat belirli bir düşmanla

değil bireysel alana kadar indirgenmiş pek çok düşmanla mücadele ediyordu. Edebi-yat, hem devlet erkinin yarattığı yasalarla hem de toplum içerisinde yeniden ve ye-niden üretilen „yurttaşlık bilincinin‟ getiri-si olan gelenekselleşmiş kalıplarla müca-dele etmelidir. Örneğin, umutsuzlukla mücadele umutsuzluğun halk arasında daha da dallanıp budaklanmış biçimleriyle ve tabii ki bunun yaşam pratiğiyle de mü-cadeleyi gerektirir. Bananecikle, düzenlili-ği kutsayan anlayışla, metropol yaşantısı-nın getirdiği bıkkınlıkla... Martin Eden, beni duyuyor mu acaba? Atilla Joseph‟in yanlış bir pratikte olsa intihar ederken sergilediği tutarlı etik duruş yankı buluyor mu bugünün edebiyatçısında? Ona, insan-ca yaşama hakkı tanımayanlara bir damlasını bile bağışlamamıştı yaşamının.

Burjuva düzeni, bir estetik yapıyı andırıyor adeta. Kendi değerlerini tek tek bireylerde yeniden üreten bir bütünselliği. Burjuvazinin empoze ettiği doğrulardan ziyade bireylerin yabancılaşmış benlikle-rinin tutkalı olan hissiyattaki doğrular daha baskındır burjuva toplumunda. Ve hegemonik bir örgü oluştururlar. İşte ede-biyat bu içselleştirilmiş hissiyatın, zorun-luluk-istek uyuşmasından kaynaklanma-dığını; yanılsamalı bir bilinçlenmeye ait olduğunu ortaya koyarak yabancılaşma-nın karşısına dikilir. Bu istekler benim değil diye haykırır. Işık ister biraz daha ışık.

Metropoller, bireyin bu hegemonik ilişkiye tabiiyetinin en yoğu yaşandığı gerilim merkezleridir. İşte tam da bu ne-denle oralardaki kopuşlarda çok daha sert ve çok boyutludur. Edebiyatsa genel ola-rak buradaki ideolojik hegemonyayı yık-maya yönelik bir karşıt müdahale arayı-şındadır. Kente muhalif ama kentsiz de yapamayan bir yapısı vardır edebiyatın. Çünkü edebiyat Rimbaud‟nun yaşamı dö-nüştür buyruğunun birbirleriyle öyle ya da böyle ilişkili farklı ceplerinde yaşar. Sal-dırganlaşmaya ve kopuşa yönelimi birey-sel ölçekte sarsıntılara da neden olsa; bu sarsıntılardan çıkışı gene kendi estetik yapısının örgütlülüğüyle ortaya koyar. Umut, sanat eserinin ürün bazındaki ör-

Page 52: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

52

gütlülüğünde kesinlik bildiren bir öğe değil; bir yön göstericidir:

Kente muhalif ama kentsiz de ya-

pamayan edebiyat, kenti ondan kaçış ola-naklarının cazibesiyle sever. Ama denizle-re vurur kendini hürriyete doğru gider; ama kırsala döner gözlerini şiirsel komünizmin ilkel paylaşımcılığına. Dişlerinde, dilinde su vardır hep. Parklar, bulvarlar ve kentin içinde kenti unutturan her ne varsa çalar romanın, şiirin kapısını. Kentin unuttuğu insanlar çalar. Parkta yıllarca gidip otur-duğu bir bankı taşır öyküsüne. İnsanların kentin boşluklarında, hayâl aralıklarında anlam kazanır. Evin içine çekilip sıkı sıkı sokağa çıkmamayı tavsiye edenleri bile bir kaçış arayışındadır. Hız olmadan yapa-mayacak kadar fütürist; hıza meydan okuyup, zamanı boşa alacak kadar Camus‟dürler. Evdeyseler de, yalnızlarsa da- ki eni sonu yalnızlardır- dışa açılan yapılara, dizelerin ve satırların dışa açılışı-na sarılırlar. O „ilkel ortaklığın‟ heyecanıy-la. Kentin hızlı akışı, renklerin-ışıkların akıl almaz değişimi, biri yerleşikleşmeden diğeri gelip yerleşen modalar... Kendine sürgün bir garip kişi olarak Metin Altıok, kimsenin türküsü yok, der, dilinde karşılayacak yağan karı. Ürününe, uğraşına,

kendine ve en genel anlamıyla yaşama yabancılaşan bireyledir savaşım.

Denize sarılırken denizlerin yırtıcı-lığına; kıra sarılırken kırların lirine ve ma-sumiyetine hasrettir; ama kentlidir edebi-yatçı. Köy özlemi içeren şiire pekâlâdır da köylü kafalı dediğinde bir aşağılama saldı-rısıyla karşı karşıyadır edebiyatçı. Çünkü, Fikret‟in yıllar önce düzene kızıp da bir grup arkadaşıyla komün kurma isteğinde-ki gibi sonları hazırlar. Bu hayâllerin ve hasretlerin yarattığı enerjiyi kent merkez-lerindeki mücadeleci ruha akıtır. Kentlidir edebiyatçı; ama Simmel‟in modern sanat-çıya biçtiği duygusal mesafeyi koyar kentle arasına.

Sahneler hızla akar Avangarde‟da;

mekânlar, insanlar, olaylar, zamanlar... Sırt çevrilmesi imkânsız hayâllerin biri

diğerini izler. Diğeri ötekini ve „sahne‟ olan her şey buharlaşır. Karanlıkta imkân-sızı arar; belki eskimeyen bir sevgiliyi, belki güzel bir ormanı, şölenleri, sevinçle-ri... Sokak çocuklarıyla rastlaşır hâlbuki ayyaşlarla, evsizlerle... Ve kentin içinde anti-kent olan yapısı, sınflı toplumun ir-rasyonelliğiyle yüz yüze gelir. Kavramak, eylemlileşmek ve aşmak için.

Sokaklardan taşıtları kovmaya baş-

lar, kaldırımların ıssızlığını taşır dizeleri-ne. Araçlarsa hızın öpüşmeyle buluştuğu bir insanilik içinde amaç olma hüviyetini yitirirler. Evlerin birer mülkiyet göstergesi olması lanetlenir. Sevgili, evi kendisine ait olan zengin bir cüceye gitmiştir çünkü. Bu sevgili sadece „âşık olunan kişi‟ değildir bütün bir iktidar biçimidir. Bireysel bir ilişki ölçeğinde yozlaşan toplumun bütü-nüdür( Popstar yarışmalarında insanların çaresizliğiyle alay edenlerdir; „Biz Evleni-yoruz‟ evlerinde bedenden ve cinsellikten sonra duyguları da metalaştırma çabasına girişenlerdir.) Edebiyat gerek yaşamsal duruşuyla, gerek fiziksel yapısıyla gerekse kimyasal simyasıyla bir direniş odağına dönüşür. Parklar gibi telaşsız olsun kent-ler; kentlerin güzelliklerini yaşayabilmesi için insanın. Denizler gibi özgür ve ufuk çizgisinde ortaklaşan insanlar. Bozkırdan da geçse denize çıkar bir gün sokaklar. Ve kara ve karadakiler denizin düşmanları değil sevgilileri olduğunu hatırlarlar. Üze-ri toprakla doldurulup betonla örtülen, kanalizasyon borularının içine akıtıldığı denizler bir kez daha mücadelenin bileşeni olurlar.

Edebiyatçılar evde mi evlerin dı-şında mı; yerleşik mi göçebe mi olacakları konusunda tartışmalar yürütseler de za-man tercihinde hemen hemen ortaklaşır-lar; gecedir onların yurtları. Gündüz gö-rünür kıldığı için belki; belki karadan çok denize şiir yazma nedenleri de bu. Karalar da görünür kılıyor çünkü. Kent tanımları-nın insan merkezli yapıldığı bir dünya da belki gündüzden kaçmayacaktır edebiyat-çı. Kente insan aranıyor; evet ama insana da kent aranıyor. Kozmosun kardeşliği adına...

Page 53: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

53

Tek Yumurta Tekizi

Mert Demir Sana. Eğer istemiyorsan üstüne sigara kokusu sinmesini, okuma. I: Bitkisel Yaşam

Musluk damlatıyor ve ritim tutu-yorum. Bazen başını sallamak, sarsmak içindekini, iyi geliyor insana. Çekinme, bir sigara yak, daha ala bir kül tablası bula-mazsın, ellerimden. Camlarımıza kamika-ze dalışı yapan tüm kuşları, nasıl da boya-yıp sattığımızı hatırlatırım. Canlı demek, renkli demek artık. Başka bir anlamı da vardı kadim zamanlarda, ama hatırlayabi-len yok. Ters dikilmiş bir piramitsen, yer senden fazlasıyla şikâyetçidir her daim, ama kolay mı sanıyorsun denge sağlama-yı? Çevreyi gözden çıkartmışsın, çok ol-muş; bir hayale uyum sağlamışsın, bu kâ-busun olmuş. Darwin‟in kemikleri eriyor, haberin yok. Kalsiyum manyağı olmuş, dişleniyor toprak. On dakika daha uyur-san, seni dürtecek kimse kalmayacak. Ya-tak keyfi yapan subayların kaybettikleri savaşları unutmuşsun ve niyetlisin, çoktan kaybedilmiş bir savaşın devam ettiğini sanan şizofrenik bir gazi olmaya sanki. San ki bir an, ölüyorsun; anlayacaksın ne kadar kök saldığını. Çok uzatma bu anı, dehşete kapılırsın. Çok uzatma saçlarını, yürürken takılırsın. Sanki insanın en çok kendi çevirdiği ipe takıldığını hatırlamaz-sın. Bir sigara daha? II: Fetus in Fetu

Bence sen beni tanıyorsun kendini kandırdığın kadar. Kediyimdir, kedi. Yu-muyormuş gibi yapma gözlerini, aradan bakıyorsun. Korkmanın nedeni, emin ol-man, varlığımdan. Var olduğuma göre, daha cesurum Tanrı‟dan. Kaçıncı basımı-sın klasik bir eserin? Daha kaç önsözle dolu sayfayı karşılar yayınevin? Kaç uyar-

lama cümlesine dayanır inancın? Nedir amacın? Sorular tükettiğine göre seni, yok cevapların. Belki de çalışmadığın yerden soruyorum. Aslına bakarsan, Sokrates‟in oluyorum. Getirin sıcak suyu! Doğuyo-rum. III: Protoplazma

Sevmiyor musun yoksa diyalekti-ğimizi, yenilen sensin diye? Gübrem de sensin, suyum da; yapma böyle. Bana, titreşip bozunmayan, evrimleşmeyen bir gerçek gösteremezsin. “Her şey”den o kadar çok uzaklaştın, öylesine yükseldin ki, şiddetli oldu düşüşün, ağzın, burnun dağıldı. Kan görmeyeli çok zaman olmuş-tu. Kafana daha kaç darbe alman gereke-cek? Değişimi deyişim, sana tanıdık gel-meli. İçinden bir parça koparttın benim için. İçten bir parça. Fark ettin, bir gün nasıl da toprağa karışacağını. Yarım bı-rakma işini, aç mezarını, at içeri manipü-lasyon abidesi belleğini, üstünü ben örte-rim. İyi geceler. IV: Ara Geçiş Formu

Kaç tane seni katlettiğini hatırlıyo-

rum. Sorma sakın, bu akan suyu saymak gibi. Aktığını bilirsin, o kadar. Ancak, kü-veti doldurmuş, içine girip kesmişsen bi-leklerini, yıkanabilirsin sonsuz defa, aynı suyla. Ama biz ölüleri sevmeyiz, hatırla-mayız ki. Evrimimizi reddetmek için, sak-larız cesetleri. Beni yavaşlatırsın, taşıma-yacağım seni elbette, yardım da çağıraca-ğımı sanma. Ama hatırlayacağım seni an-ne! Hafızasını yitirdiğinde ölür insan; ben-cilliğimi affet, bencilliğimden faydalan. V: Hetero Sapiens

Homojen bir psikozun tüm semp-tomlarını aştım. Gittiğim yerden birçok hakikat aşırdım, geldikleri yerde daha çok

Page 54: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

54

var. Kendi paradigmama sığınacağım bir süre, barınak niyetine. Gidip geliyorum, aslına bakarsan. Ve inan, benzer şeyleri görür herkes, aslına bakan, aslına bakabi-len. Gelişmiş bir organizmanın, farklılaş-mış bir hücre grubuyum, gururluyum. Artık kendimi yalnızca aynada görüyo-

rum. Beni hatırlamaya başladıysan eğer, evrim ağacının üst dallarından bir fosili özlüyorsun demektir. Senin bedenini aş-madım; sana, senin bedenini aşıladım. Aklı karışmamış bir insanım. En azından, artık.

VI: Taşlar ve Sopalar Bir savaş çocuğusun. Ayağından vurul-muşsun. Öyle sert vurmuşsun ki başını, uyuşmuşsun. İçinde bir sıkıntı, içinde bir boşluk. İç içe giyinmişsin, şişman görünü-yorsun. İçine girmişsin, çıkamıyorsun.

Hermafrodit bir kişi-lik geliştirdin, anlı-yoruz. Ama hem vajinismuslusun, hem de ereksiyon sorunu yaşıyorsun. Bulandırılmış bir Oedipus kompleksi-nin çocuğusun. Çok kez, televizyonuna sahip olmak için, babanı öldürmüş-sün. Ben devam ede-rim. Buraya kadar geldiğin için, teşek-kür ederim. Yerde yatarken gördüğün bir düş olmak, artık şanıma hakarettir. Ağız tadıyla şeytan taşlamak için ayağa kalkıyorum. Taşla-mak için kalkıyo-rum. Avsız kalmış bir avcı, kendine tuzak kurar, kendini avlarmış. Ben işimi yapmaya gidiyo-rum. Sırtıma havlu yerleştirmeyi kes, artık koruma beni. Terliyken su içme-yeceksem ve hatta terlemeyeceksem, suyun varlığı bir israftır. Tükenesiye koşmaya uyanıyo-

rum. Topallamak bu işin kitabında var. VII: Gelecekte Var Olmuş Olaylar a) Saray Entrikaları

Page 55: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

55

Şunu fark edeceğim: İnsan cevap bulduğu soruları unutuyor, çünkü cevap-ları ezberliyor. İman etmeye başladıkça yanıtlarına, soru sormak günah oluyor. Alçıdan yapılmış bir tanrı heykelciğine dönüşüyor. Zaten bir zamanlar cevap ver-diği sorularla sarsılıyor, düştüğünde kı-rılma riski taşıyor. Bu kehanetle titriyor ve sana diyorum ki: Zorlama kendini, vantrolojin ne kadar yücelebilir daha? Beni konuştururken, sen konuşamazsın. Var olacağını bilmeme rağmen var olacak şid-dette olay örgülerine çakılı duran bu du-rum, yalnızca bir savaş çağrısı ve bir yü-celme fırsatıdır benim için. Görevini yapı-yorsun, seni anlıyorum. b) Hafızanın Buharlaşması

Ahir zamandır. Yarattığım dünya

üzerime çökmeye başlayacak. Silikleşen bir fotoğraf karesinden farksızlaşacağım. Canını aldığım tüm canlarım, hiç yaşa-

mamış gibi olacaklar. Ellerimdeki kanı göremeyecek ölçüde bozulacak gözlerim ve yitip gidecek haysiyetim, kendi gö-zümde. Toprağa çakılarak sonlanan bir eğik atıştı hayatım. Ben adama, borcunu ödemedi dedirtmem. Yaydan çıkan her ok, bir yere düşer dünyada. Daha fazla sü-zülmeye dayanamazdım. c) Heykel Düzeyinde Yaşam

Var olmak için, başka belleklere ge-reksinim duyacağım. Öylesine büyütmüş-ler ki ölümü gözlerinde, bir nesne olaca-ğım, yapmacık hayatlarının nesnellikten uzak gerçekliğinde, bir hatırlatıcı. VIII: Hayatların Homojen Karışımı Her çöp, aynı çöplüğe gider. Bir gün birisi buyuracak: Bir sigara daha? Sana.

Page 56: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

56

Diyalektik Değildir Hiçbir Acı

Pınar Nurhan

Modern Cinayetlerin Kokusu syf; 48 (siyah beyaz yay. 2009)

I. Günahlarımdan tutup diyalektik bir vidayla asın beni boğazladığınız bütün anlamların omuzlarına ve ibret olsun diye gösterin çocuklarınıza. Islak ve yapışkan bir nefes üfleyip enselerinize, her daim tehdit etsin sizi hayaletim. Damar-larınızda çağlayan kızıl Medusaya selam olsun. O ki kendinden bir öteki yaratıp, sonra yine ona inandı. İnancıyla zehirledi azgın cemaati. Pek iffetli, pek azgın cemaate selam olsun. O ki kalbinin kara çarşaflı köşelerini kiraladı Medusaya ve inandı onun çılgın, gözü dönmüş

rüyalarına. Selam olsun taşa dönüşen varlığınızla kucakladığınız yalanlara! Selam olsun pek edepli, pek mağrur rüyalarınıza. II. Şölenler düzenleyip yakarın tanrıya. Kesin damarlarınızı, aksın kan. Eğin başınızı ve kapatın gözlerinizi. Ona bakan ölecek. Medusa kutsuyor bizleri. Kan akmıyor cesetlerimizden. Taş ağlamaz. Taş kanamaz. Gün olur Medusa da af diler tanrılardan. Ve kendi elleriyle kesip yılan saçlı başını, seslenir bizlere: ─Sizi kutsuyorum evlatlarım! Patlamaya hazır bir egonun ateşli nefsini sizlere armağan eden tanrının vazgeçmişliğinden sıyrılıyorum. Ve kutsuyorum sizi. Esas mesele şu ki: tanrı mı sizden vazgeçti, yoksa siz mi vazgeçtiniz ondan? III. Ardından, çekilir nefesi Medusanın, ılık kanı damlar saçlarından. Omuzlarınız taşıyamaz olur vebalini ettiğiniz yeminlerin. Janusun yüzü selamlar günahlarınızı. Fakat diyalektik değildir hiçbir acı. Saplanır kalır tarihinize. Kanar o zaman taşlar bile!

Pınar Nurhan, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. Esmer Mavi, Bilinçaltından Notlar, Demokrat Urla, Imece, Borges Defteri, Felsefe Notları, Anafilya, Kül Öykü, Kozmik Yumurta, Agora, Radikal, Hayal, Arkadas, Yırtık Sayfa, Göç Edebiyat, Herşeye Karsın, Düşün, Kadıköy Underground Poetix gibi dergi ve gazetelerde siir, öykü ve felsefi denemeleri yayımlandı. TFK Felsefe Olimpiyatları 06’da seçici kurul üyeligi yapmıstır. Ege Felsefe Platformu’nun VE Felsefeciler Derneği Ege Bölgesi kurucu üyelerindendir. Felsefe ögretmenligi yapmakta ve Felsefe atöl-yesi çalısmalarına devam etmektedir. Eserleri: Modern Cinayetlerin Kokusu - Düzyazı Şiir 2009 Siyah Beyaz Yayınlar

Page 57: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

57

Pyotr İlyich Tchaikovsky

Beste Baltepe’nin derlemesi

Bu ay dünyaca ünlü Kuğu Gölü Ba-lesi‟nin yaratıcısı Tchaikovsky‟nin 170. doğum günü kutlandı. Moskova Tiyatrosu 1840–1893 yılları arasında yaşayan Klasik Rus bestecisi Tchaikovsky‟nin 'Helikon Opera' adlı eserini 170. doğum yıl dönümünde sahneledi. Tchaikovsky‟nin ölümsüz şaheserlerinin daha önce de Rusya‟nın en ünlü Tiyatro ve Konser salonlarında sahnelendiği gibi bu sene de,

ölümsüz sanatçının 170. doğum yıl dönümü dünyanın birçok yerinde zengin programlar ile kutlandı.Moskova Tiyatro-su‟nun bu vesile ile organize ettiği “Bilin-meyen Tchaikovsky” adlı kutlamaya, genç dehaların sahnelediği “Anastasiya Vals” piyesi, yeğeni Valod Devit‟in gönderdiği müzikli mesaj, “Su perisi” ve “Adamotu” operalarının fragmanlarının yanında birçok ünlü sanatçıların sahne aladığı zen-gin bir program yapıldı. Ayrıca bir gele-nek halini alan bu kutlama, her sene olduğu gibi bu sene de Moskova‟ya 85 km uzaklıkta olan Klin kasabasındaki, beste-

cinin müzeye dönüştürülmüş evinde de ona ithaf edilen bir şölen yapıldı.

7 Mayıs 1840′ta Ural dağlarında bir

maden kenti olan Votkinsk‟te doğan Tchaikovsky hepimizin bildiği muhteşem eserleri sayesinde klasik balenin en önemli temsilcilerinden biri olmuştur. Babası dev-let madenlerinde müfettiş, annesi ise yarı Fransızdı. Tchaikovsky‟nin müzik yeteneği aileden gelme değildi. Fransız mürebbiyesi Fanny Dürbach müzik yeteneğini küçük yaşta fark ettiyse de, ailesi bu yeteneğini doğrudan destekle-medi. 1850‟de Petersburg‟daki Hukuk Okulu‟nun hazırlık bölümüne yazılan Tchaikovsky 1859‟da mezun oldu ve Ada-let Bakanlığı‟nda birinci sınıf memur ola-rak görev aldı. Okul yıllarında ünlü koro şefi Lomakin‟in öğrencisi oldu ve onun yanında koro dersleri aldı.Piyano çalışmalarını ise Kündinger ile sürdürdü ancak olağanüstü yeteneği keşfedilemedi. 20 yaşındayken doğaçtan vals‟ler ve pol-ka‟lar besteliyor fakat bu deneyleri kağıda geçirecek cesareti bir türlü kendinde bulamıyordu.Kısa bir süre sonra içindeki boşluğu hissetti ve yaptığı işin ona göre olmadığını anladı. 1862‟de yeni kurulmuş olan Petersburg Müzik Konservatuarı‟na girdi.Daha sonra da memurluktan ayrıldı.

Tchaikovsky, konservatuarı

1865‟de bitirdi ve diploma çalışmasına gümüş madalya verildi.1866‟da Nicholas Rubinstein tarafından Moskova‟da kuru-lan konservatuarda armoni öğretmenliği yaptı ve Koshkin, Albrecht ve Klindworth gibi müzikçilerin dostluğunu kazandı.İlk operası “Voyvoda” da dahil olmak üzere tüm çalışmalarını şefliğini de Nicholas Rubinstein üstlendiği Rus Müzik Kuru-mundaki konserlerde icra etti. “Kış Rüyaları” adlı eserinin üzerindeki aşırı çalışması sonucunda ruhsal bunalıma gir-di. 1870‟lerin başlarındaki besteleri Peters-

Page 58: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

58

burg‟daki ulusalcı bestecilerin müziğine belirgin bir yakınlık gösterdi.Romeo ve Juilet fantezi uvertürünü yazdı. 1872‟de Russky Viedomosti adlı yayın organının müzik eleştirmenliği görevine getirildi ve 1876 yılına kadar bu organa yazı yazdı. Bestecilik, eleştirmenlik ve öğretmenlik görevlerinin yoğun stresi sonucunda 1875 yılında bir depresyon geçirdi. 1876‟da Vchy‟de tedavi gördükten sonra Russky Viedomosti tarafından Bayreuth Festiva-li‟ne gönderildi. 1877‟de dokuz hafta süren ve çevresi tarafından büyük bir hata ola-rak nitelendirilen evliliği yaptı.

Sağlığı ve ruhsal durumu bozuk

olarak Moskova‟dan Petersburg‟a döndü.Beyin hummasının eşiğine gelen besteci doktorlar tarafından yurt dışına gönderildi. Varlıklı bir dul olan Nadejda-von Meck‟le dostluğu ilerdedi.Ancak onunla hiç karşılaşmadı, dostlukları mektuplaşmayla oluştu. Meck, Tchai-kovsky‟ye öğretim görevini bırakarak yalnızca besteyle uğraşma olanağını sağlayan yıllık bir maaş bağladı.Bu cömet-lik karşısında Tchaikovsky birkaç yıl aşırı üretken oldu. 1885‟de Moskova yakınlarında Maidanovo‟da bir ev satın aldı.Bu dönemde Rusya‟yı daha çok gezdi; 1889‟da önemli bir yurt dışı turnesine da-ha çıktı.Hamburg, Berlin, Prag, Parisve

Londra‟da kendi yapıtlarını yönet-ti.Müziği her yerde takdirle karşılandı. Kendisinin baş yapıtı olarak saydığı “Pa-thetque” senfonisini Ağustos 1893‟de tamamladı.İlk Petersburg‟da çalınışını da kendi yönetti ama yapıtın fazla alkış almaması onu büyük bir düş kırıklığına uğrattı. Yaşamının son günlerinde oldukça düzgün ve ılımlı bir ruh hali içinde olan Tchaikovsky, çok sevdiği yeğeni Vladimir Dovidov ve kardeşi Modeste ile birliktey-di. Kaynamamış su içmesi yüzünden kole-raya yakalandığı sırada yeni bir depresyo-na girdi ve tedavi olmayı reddetti. 6 Kasım 1893‟te de hayatını kaybetti.

Dünya üzerinde konser izleyicileri

arasında çok popüler olmasına rağmen Tchaikovsky zaman zaman eleştirmenler, müzisyenler ve besteciler tarafından maa-lesef sert eleştirilere maruz kalmıştır. 20.yüzyılın başında ve ortalarında batılı eleştirmenler Tchaikovsky'nin müziğini bayağı bulmuşlar ve gerisinde bir düşüncenin yatmadığını öne sürmüşlerdir Neyse ki bu küçümseme zamanla ortadan kaybolmuştur.Tchaikovsky, sekiz senfoni, on bir opera, üç bale, üçü piyano, biri ke-man olmak üzere dört konçerto, üç yaylı dördül, en ünlüsü Andante Cantabile (1. yaylı dördülün ağır bölümü) olan çeşitli oda müziği eserleri bestelemiştir.

Başlıca Eserleri: Kış Rüyaları, Küçük Rus, Polish, Pathétique, Manfred

Senfonisi, Francesca Da Rimini,

Fındıkkıran, Uyuyan Güzel, Kuğu Gölü, Maça Kızı, Eugene Onegin, Çaykovski

Keman Konçertosu, Çaykovski Piyano

Page 59: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

59

Konçertosu No 1, Romeo ve Juliet, Roko-

ko Çesitlemeleri, Valse Scherzo, Mozar-tiana

Kuğu Gölü: Pyotr İlyich Tchai-

kovsky'nin bestelediği, ilk temsili 1877 yılında Moskova'da yapılan dört perdelik baledir. Eserde büyücü Rodhart tarafından kuğuya dönüştürülen Prenses Odette sa-dece geceleri kısa bir süre insana dönüşür. Sonra tekrar güzel bir kuğu olur. Bir gün Prens Siegfried bu kuğuyu takip eder ve gizemi öğrenir. Prensese aşık olur, büyüyü bozar.

Fındıkkıran: 1891 yılında bestele-

diği son balesidir. Küçük Alman kız Clara Stahlbaum‟un yeni yıl hediyesi olarak al-dığı fındıkkıran oyuncağı ile ilgili rüyala-rını konu alan büyü-masal tarzı bir eser-

dir. İlk defa 1892‟de St. Petersburg‟da sah-nelenen Fındıkkıran Balesi, yeni yıl kutla-maları ile özdeşleşmiş ve pek çok bale top-luluğu tarafından yılbaşında sahnelenmesi gelenekselleşmiştir. Dünyanın en çok sah-nelenen bale eserlerinden birisidir. Yevgeni Onegin: Pyotr İlyich Tchaikovsky'nin bestelediği Konstantin Schilowski'nin libretto'sunu yazdığı 3 per-delik opera eseri. Aleksandr Sergeyeviç Puşkin'in 1833 yılında yayımladığı aynı adlı romanını temel almıştır. İlk defa 29 Mart 1879 tarihinde Moskova Maly tiyatrosu'nda oynanmıştır. Lirik opera'nın en bilinen örnekleri arasındadır. Türkiye'-de ilk kez 1963 yılında Ankara'da temsil edilmiştir.

1812 Uvertürü: Pyotr İlyich Tchai-kovsky tarafından yapılmış orkestral bir çalışmadır. Başarısız olarak sonuçlanan Rusya'ya yapılan Fransız saldırısından ve takibindeki Napolyon'un Grande Armée'nin yıkıcı geri çekilişinden ve 1812 olarak geçen Napolyon Savaşları'nın bü-yük dönüm noktasından bahseder. Bu çalışma daha çok bazen gerçekleştirilen top atışları ile tanınır, özellikle açık hava festivallerinde yapılır ve gerçek toplar kullanılır. Bestenin Birleşik Devletler ve Birleşik Krallık arasında olan 1812 Savaşı ile herhangi bir bağlantısı olmasa da, ABD'de diğer vatanseverlik müzikleri ile beraber çalınmaktadır. Uvertür‟ün ilk sah-ne gösterisi Moskova'da 20 Ağustos 1882 tarihinde Kurtarıcı İsa Katedral'inde ol-muştur.

Kaynakça:

http://tr.wikipedia.org/wiki/Pyotr_İlyiç_Çaykovski

http://www.biyografi.info/kisi/peter-ilyic-caykovski

http://www.firatnews.com/index.php?rupel=nuce&nuceID=25899

http://bloqoo.blogspot.com/2010/05/tchaikovsky-170-birthday-of-pyotr.html

http://klinesincarolina.files.wordpress.com/2009/11/tchaikovsky.jpg

http://en.wikipedia.org/wiki/Pyotr_Ilyich_Tchaikovsky

http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/5/58/Jocelyn_Vollmar.jpg/300px-Jocelyn_Vollmar.jpg

Page 60: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

60

Adamın Teki..

Hazal Gülşan Adamın teki her gece aynı rüyayı görüyormuş. Adamın teki, her gece dişlerini fırçalamıyor, nereden geldiği belli olmayan ama yıllardır giy-diği terliklerini çıkartıyor, yatağına yatıyor, gözlerini kapatıyor ve hep aynı rüyayı görüyormuş. Adamın teki, her sabah kalkıyor, yüzünü yıkıyor, dişlerini fırçalar gibi yapıyor, kahvaltı yapmıyor, kahve içiyor, işe gitmek için evinin kapısını kapıyor, dolmuşun kapısını açıyor, taksinin kapısını açıyor, kendi arabasının kapısını açıyor, şirketin özel arabasının kapısını açıyormuş, adamın teki terfi ediyor ve hep aynı rüyayı görüyormuş. Adamın teki her sabah uyandığında hayatının aynı gününü yaşıyor, aynı gecesine uyuyor-muş. Bir gününün diğerinden farkı daha kaliteli olmasıymış... O yüzden adamın teki hep ama hep aynı rüyayı görüyormuş... Adamın teki bir gün uyanmamış.

Page 61: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

61

Rüya ve Gül

Jack Yakup Araz Bazen rüyalar çiçekler kadar güzeldir Bazen çiçekler, rüyalar kadar… Senin saf güzelliğini yansıtan tek bir beyaz gül Basit bir çiçek midir sadece Yoksa sonsuz bir rüyamı Ya da rüyalar ne kadar sonsuzdur Ya da çiçekler… Bazen bulutlar taş olup düşer gökyüzünden Bazen yağmur olur sarar tüm bedenini Şikâyet bile etmezsin, sessizce dinlersin damlaların çiçekleri ıslatmasını Ama rüyanı tuvale çizdiysen yağlı boyayla Her detayını elinle düzelttiysen teker teker Ve o akmaya başlarsa yağmurla beraber Damla damla, çiçeklerin üstünde durduğu toprağa Rüyalarının rengine boyanırsa toprak Ya da ağaç, kökten yaprağa Tek bir beyaz gül, bembeyaz durur toprağın üstünde Tüm dünya senin rüyan olur Bu rüya içinde tek gerçekse, beyaz gül…

Page 62: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

62

ODTÜ Fizik Topluluğu Bayrampaşa Çocuk Şenliğinde

Tuğba Andaç

Topluluğumuz, İstanbul – Bay-

rampaşa‟da düzenlenen 23 Nisan Çocuk Şenliğinde fizik deneyleri yapmak için görev aldı. Ziyaretçilere çoğu kendi tasa-rımımız olan deneyleri anlatırken komik sahneler yaşadık. İşte bu sahnelerden bazı-ları:

Plazma Topu: Soru 1: Plazma nedir, bilen var mı aranız-da? Şen Çocuk 2: Eveeet televizyon, bizim ev-de var!

Topun etrafında oluşan potansiyel alan floresan kullanımıyla görsel olarak kanıt-lanmak istenmektedir ve soru: Floresan nasıl çalışır?

Şen Çocuk 2: Elektrikle!!! Soru 3: Bu floresan neden sadece tuttuğu-muz kısma kadar yanıyor? Şen Çocuk 3: Çünkü sıkıyorsun sen onu, geçemiyor işte!

Van Deer Graaff Jeneratörü: Soru: Burada oluşan elektrik neden bize zarar vermiyor? Çadırımızın bir önceki günkü yağmurdan nasibini aldığını öğrenen Şen Çocuk 4: Burayı su basmıştı, belki ondan!

Newton Beşiği: Bu deneyimizin adı da Newton Beşiği ar-kadaşlar! Çokbilmiş Şen Çocuk 5: Einstein bulmuş-tu, değil mi?

Sıvı Azot: Arkadaşlar bu sıvı çok soğuk ve biz şimdi bu çiçeği içine koyduğumuzda çiçek buz tutacak. Şen Çocuk 6: Yazık çiçeğe yaa!!!

Flame Tube: Dalgalar konusuyla anlatıma başlanmıştır ve soru: Nasıl duyduğumuzu bilen var mı? Şen Çocuk 7: Beynimizle!!!

Page 63: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

63

Üçüncü Sayımızın Dosya Konusu:

Fizik ve Felsefe 4815162342. Karşılaşma

Bilgiyi Paylaşalım...

[email protected]

Page 64: Diyalektik: Bilim, Felsefe ve Sanat Dergisi 2. Sayısı

64

ODTÜ FİZİK BÖLÜMÜ 50. YIL ETKİNLİKLERİ TÜM HIZIYLA DEVAM EDİYOR...