Bursa surlar yazısı

16
BURSA’NIN İZİNİ SÜRERKEN… (1) "Söz uçar yazı kalır." (Latin Atasözü) Çoğu zaman yazı yazma sürecine girdiğimde aklıma Aziz Nesin geliyor. Usta "hangi ortamda yazarsınız" sorusuna "Bu ortam, yazacağım yazı türüne göre değişir" diyor ve ekliyor: " Çok ciddi bir yazı yazacaksam odamın kapısını ve pencerelerini sıkı sıkı kapatırım."... Bende de bir yazı konusu ortaya çıktıktan sonra biraz yürüyüş iyi gelir. Çünkü gözlem ve sokaklar insana iyi fikir verir.Feridun Andaç'ın bu latin darbımeseli ile aynı başlıkta bir kitabı vardı. Yazar ve şairlerle söyleşiler içeriyor. Yazarların yazım süreçleri farklı mutlaka. Sessiz bir ortamda üretime odaklanmak gerekir. Aziz Nesin gibi müzikle de odaklanabilir farklı ortamlarda da yaratılabilir ama yalnızlık mutlaka şart: Yazar yalnızlığı denilen...Gezerken yazı yazamazsınız ama bana iyi fikir veriyor. Tek eksiğim var: Aşırı unutkanlık. Ne yaptımsa halt edemediğim. Yaşlanıyorum... Artık fotoğraf makinesi yanımızda. Cep telefonunu alırken "nasıl olsun" diyen satıcıya basit olsun fotoğraf çekeyim müzik dinleyebileyim yeter demiştim. Üniversite yıllarında walkman elimden düşmezdi şimdi bu aletlerle her şey mümkün.. Ötekilerin pabucu dama atıldı. Herkesin elinin altında vizör var...İstediği görüntüyü cebinde taşıdığı bu aletle ölümsüzleştirebiliyor (Oysa biz bir kamerayı tutmak için 4 yılımızı vermiştik)...Şimdi çektiklerime bakıp bakıp yazdığım oluyor... Roland Barthes, "Şehirler bir yazıdır, gezenler ise bir okur. "Bursa sokaklarında zaman zaman geziyorum, dönüp dolaşıp aynı yerlerde... İnsan alıştığı yerlerden kolay kopmuyor, kopamıyor. Ne kadar uzaklaşabilirsiniz neyi bırakabilirsiniz... Can Yücel ne diyordu . Değil bu şehirden gitmek, İki sokak öteye taşınamıyorum. Alıp götürsem gelmez ki… Öyle ama sahip olduğum aman aman hiçbir şey yok halbuki. Aristo bir şehir orada yaşayana güven ve mutluluk sunsun yeter diyor. Ya Hasan Hüseyin. Şöyle diyordu şiirinde: Bu kenti sevdim dedim Benim olsun demedim ki Sevdim dedimse akşam kızıllığını Gönlüm gibi akıp giden şu çayı Şu ormanı şu denizi şu dağı Benim olsun demedim ki Vuruldumsa gözlerinin gül bahçesine Yürek çizen şimşeklerse kaçamak bakışları İşte buna sevmek derler dedimse

Transcript of Bursa surlar yazısı

BURSA’NIN İZİNİ SÜRERKEN… (1)

"Söz uçar yazı kalır."

(Latin Atasözü)

Çoğu zaman yazı yazma sürecine girdiğimde aklıma Aziz Nesin geliyor. Usta "hangi ortamda

yazarsınız" sorusuna "Bu ortam, yazacağım yazı türüne göre değişir" diyor ve ekliyor:

" Çok ciddi bir yazı yazacaksam odamın kapısını ve pencerelerini sıkı sıkı kapatırım."...

Bende de bir yazı konusu ortaya çıktıktan sonra biraz yürüyüş iyi gelir. Çünkü gözlem ve

sokaklar insana iyi fikir verir.Feridun Andaç'ın bu latin darbımeseli ile aynı başlıkta bir kitabı

vardı. Yazar ve şairlerle söyleşiler içeriyor. Yazarların yazım süreçleri farklı mutlaka. Sessiz

bir ortamda üretime odaklanmak gerekir. Aziz Nesin gibi müzikle de odaklanabilir farklı

ortamlarda da yaratılabilir ama yalnızlık mutlaka şart: Yazar yalnızlığı denilen...Gezerken yazı

yazamazsınız ama bana iyi fikir veriyor. Tek eksiğim var: Aşırı unutkanlık. Ne yaptımsa halt

edemediğim. Yaşlanıyorum...

Artık fotoğraf makinesi yanımızda. Cep telefonunu alırken "nasıl olsun" diyen satıcıya basit

olsun fotoğraf çekeyim müzik dinleyebileyim yeter demiştim. Üniversite yıllarında walkman

elimden düşmezdi şimdi bu aletlerle her şey mümkün.. Ötekilerin pabucu dama atıldı.

Herkesin elinin altında vizör var...İstediği görüntüyü cebinde taşıdığı bu aletle

ölümsüzleştirebiliyor (Oysa biz bir kamerayı tutmak için 4 yılımızı vermiştik)...Şimdi

çektiklerime bakıp bakıp yazdığım oluyor...

Roland Barthes, "Şehirler bir yazıdır, gezenler ise bir okur."Bursa sokaklarında zaman zaman

geziyorum, dönüp dolaşıp aynı yerlerde... İnsan alıştığı yerlerden kolay kopmuyor,

kopamıyor. Ne kadar uzaklaşabilirsiniz neyi bırakabilirsiniz... Can Yücel ne diyordu .

Değil bu şehirden gitmek,

İki sokak öteye taşınamıyorum.

Alıp götürsem gelmez ki…

Öyle ama sahip olduğum aman aman hiçbir şey yok halbuki. Aristo bir şehir orada yaşayana

güven ve mutluluk sunsun yeter diyor. Ya Hasan Hüseyin. Şöyle diyordu şiirinde:

Bu kenti sevdim dedim

Benim olsun demedim ki

Sevdim dedimse akşam kızıllığını

Gönlüm gibi akıp giden şu çayı

Şu ormanı şu denizi şu dağı

Benim olsun demedim ki

Vuruldumsa gözlerinin gül bahçesine

Yürek çizen şimşeklerse kaçamak bakışları

İşte buna sevmek derler dedimse

Aynı şeyler mi? İnsan gerçek varolan güzellikleri aramaz onların yansıtmış olduğu soyut ama

öznel olan güzellikleri arar o yüzden bir kentte olan ne varsa insanda şiirle yazıyla sanatla

yaşar...Ünlü yontucu (Rodin), bir insanın ruhunu okumak için yüzüne bakmak yeterli demiş.

Yeter mi gerçekten...M. Şerif Onaran da.

“Bir kentin ruhu varsa, o kenti şiirinde, yazısında yeniden kuran edebiyatçılar olduğu için

vardır." diyordu. His meselesi; sanatçı öyle kolay hissedebiliyorsa öyledir demek ki...

Ya bir kentin onun yüzü yok mu peki! İlk bakışla okunacak bir yüzü...Nazım Usta demiyor

muydu "iki şey vardır ancak ölümle unutulur anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü." Nereden

buraya geldim...Bursa'da doğdum Bursa'da büyüdüm ve belki de bu kentte öleceğim. Bir

kentin merkezi daima o kentin kalbidir diyordu bir yerde...Öyleyse ben bu şehrin en önemli,

telafisi olmayan bir organında yaşadım.

Bazen Attila İlhan'ın, Can Yücel'in belki birçok insanın onlar gibi kendine yönelttiği soruya

karşılık arıyorum: Bu kentten kaçıp gitmek istiyor muyum, burayı seviyor muydum? " Bazen

anam araya girer "Daha iyi yer mi bulacaksın" diye. Ona göre yer, O "yer" diyor. Çünkü onun

benim gibi bakmadığını biliyorum ama zaman zaman onun da sitem ettiğini biliyorum. O

zaman buna karşılık aklıma hep şu replik geliveriyor:

"İnsan memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur da ondan. Ama biz bilirizki bir yerde

mutlu mesut olmanın ilk şartı orayı sevmektir. Burayı seversen, burası Dünya'nın en güzel

yeridir. Ama Dünya'nın en güzel yerini sevmezsen, orası Dünya'nın en güzel yeri değildir."

Diderot, "Bedeni üldürenden değil ruhu öldürenden korkunuz." demiş Aristo, "Ruhun

güzelliği bedenin güzelliği kadar çabuk görünmez."

Biz görmüşüz bir kere. Bir uygarlık başka bir uygarlıkça yokedilmek tehdidiyle karşı karşıya..

Nietzsche'nin büyük sözlerinden... Demiryolu grevcilerine hitaben "Bir uygarlığın imha

edilmesine karşı mücadele ediyorsunuz" diyordu Pierre Bourdieu. Çünkü toplum hakkında

kanaatlar eylemlerle dile gelebilir. Herkes bu kültürel yozlaşmaya karşı eleştirel bir tavır

gösterebilmelidir....

Basit değil. Binlerce yıllık tarihten bir geçmişten, kültürel birikimden söz etmek istiyorum, ilk

yerleşimlerin kurulmasından ve yazının bulunuşundan bu yana yazılan binlerce yıllık bir

tarihten...Bursa'dan söz etmek istiyorum..

(2)

Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;

Kaatil kuleler, kal'alı zindanlı saraylar;

Ey dahme-i mersûs-i havâtır, ulu ma'bed;

Ey gırre sütunlar ki birer dîv-i mukayyed,

Mâzîleri âtîlere nakletmeye me'mûr;

Ey dişleri düşmüş, sırıtan kaafile-i sûr;

(Tevfik Fikret)

Aldoux Huxley Cesur Yeni Dünya adlı romanda bir distopya (olumsuz ütopya) tasarlar.

Romanda gelecekte her şeyin alınıp satıldığı insanların tüketim kölesine dönüştürüldüğü

toplum yapısını anlatır. Makineler gibi insanlarında programlandığı bir toplum tasavvuru.

Yöneticilerin kölelere köleliklerini sevdirdikleri ve itaatkarlığa zor kullanmadan boyun

eğdirdikleri geleceğe dair bir toplum yapısı. Roman 1932 de kaleme alınmıştı. Günümüzden

500 yıl sonrasını tasavvur eden bir kehanetti. Çok değil.2000'li yıllarda yaşıyoruz.

Peki farklı mı?

"Kitleleri kırlardan nefret etmeye şartlandırıyoruz, aynı zamanda onları sevmeye

şartlandırıyoruz. Tüm doğa sporlarının gelişmiş aletlerle yapılmasını sağlıyoruz. Böylece hem

endüstriyel ürünler, hem de ulaşım tüketiyorlar." diyor romanda...Her şey gibi doğa da

metalaştırılmıştır.

Francis Bacon, "Bilgi güçtür" diyeli yine neredeyse 500 yıl geçmiş.Binlerce yıllık tarihten bir

geçmişten, kültürel birikimden sonra günümüzde varolduğumuz ve yaşadığımız süreç Post

Modern Toplum olarak adlandırılıyor. Yani bilgi ve uzay çağı. Artık mağara resimlerinden ve

atların hızıyla yetindiği zamandan çok farklı bir dünyadayız. Ahmet Hamdi Tanpınar "Hiç

kimse değişime karşı değildir, yeter ki ucu kendisine dokunmasın."der. İnsan "hız"

kavramının etkisinde bilginin kontrolünü kaybetmiş halde. Her şey çok çabuk

değişiyor.İnsanlar bilgiye her zaman önem vermişlerdi. Eski toplumlar bilgeliği her zaman el

üstünde tuttular. Günümüzde krallardan çok filozofların adlarını biliriz. Hatta hristiyanlık ona

yücelik atfetti kutsallaştırdı tabi dinsel bilgelik olarak: Hagia Sophia (Aya Sofya) gibi

anıtlaştırdı.

Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir diyordu Heraklitos. Çünkü değişmeyen dogmalara

karşı toplumu hızla dönüştüren bilimsel fikirler yanyana savaşım veriyor. Yani

"Fikirlerin çatışması değişimin başlangıdır." Emre Kongar'ın bir kitabında yazıyordu sanırım

"Üniversite Üzerine..." idi adı...

"Görülmeye ve duyulmaya değmeyen gerçeklere karşı 'gözlerini kapamak ve kulaklarını

tıkamak' kesin inançlının özel bir yeteneğidir ve bu onun eşsiz cesaret ve azminin

kaynağıdır." diyen ve en liberal tezler ileri süren sivil toplumun sözcülüğünü yapan Eric

Hoffler, "Tarihte büyük eser yaratan kişiler, hep büyük şehirlerde ortaya çıkmışlardı. Yaratıcı

kişiler köyde, ormanda, kırda, dağ başlarında ortaya çıkmıyorlardı. Nasıl çıksın ki, yabancı

şeylerin hoş karşılanmadığı ortamda ne yaratılabilir ki? İnsan şehirde insanlığını bulmuştur.

Şehir olmaksızın insan da bir şey değildir. Ancak ne var ki insanı kokuşturan, dejenere eden

de şehirdir. Eğer biz şehirlerimizi yaşayabilir ve yaşanabilir durumda devam ettiremezsek

bazı büyük ulusların ölümünü görebiliriz" diyordu.

Tarihçi Henri Pirenne'e göreyse sivil toplum dediğimiz sadece idari siyasal değil dinsel

otoritenin üzerine inşa ediliyordu. (Ortaçağ Kentleri). Bu kitapta Pirenne: "Gerçekten, 6.Yy'ın

başlangıcından itibaren civitas sözcüğü, piskoposluğun merkezi anlamını kazanmıştır. Kilise,

temelinin dayandığı imparatorluktan sonra varlığını sürdürürken, Roma kentlerinin varlığının

korunmasına büyük ölçüde katkıda bulunmuştur. Her kent çevresindeki kutsal alanın pazarı,

o yöredeki büyük toprak sahiplerinin kışlık barınağı ve uygun bir yerde kurulmuşsa , Akdeniz

kıyılarına yakınlığı oranında gelişmiş bir ticaret merkeziydi." demektedir.

Peki farklı mı?

Yazıdan sonraki zaman dilimi günümüzden 5 bin yıl önceki upuzun evredir. Öncekinin ise

milyonlarca yıl sürdüğü tahmin ediliyor. İnsanın bırakalım alet edevat yapmasını bir taşı

yontabilecek aşamaya geçmesi bile binlerce yıla tekabül ediyor.Yazının icadıyla tarihli

dönemler başlamıştır: Sırasıyla antik dönem, Paleolitik Çağ (Eski -Yontma- Taş), Neolitik Çağ

(Yeni -Cilalı- Taş), Kalkolitik Çağ (Bakır Taş), Tunç Çağı ve Demir Çağı'dır. Neolitik devir yani

taş döneminin son evresi "neolitik devrim" olarak adlandırılıyordu. Bakır madeninin bilhassa

tunç ve demirin keşfi gelişme sürecini hızlandırmış yazının başlattığı kültürel gelişme ilk

uygarlıkların ortaya çıkışını sağlamıştır. Kağıdın bulunması ve matbaanın icadı ise endüstriyel

devrimden Yazılı tarih insanın bedensel evriminden kültürel evrime tam olarak geçtiği

zamanı (çağ) kapsar.Yani kültürel devrelerden her biri bir taşa şekil verip onu kullanmakla

eşdeğer. Avcılık ve besi toplayıcılığı insana ilişkin bildiğimiz tek ekonomik etkinliktir.

Ya kentleşmeye ilişkin olan kültürel evrim...

Saydığım bütün evreler taşın sonra madenlerin işlenmesinden ibaret. İklimlerin ısınması

hayvanların evcilleştirilmesi kültürel gelişmenin birer halkasıydı. Mağaralarda barınan yüksek

tepe güvenli kayalıklarda ev kuran insanın düzlük yerlere inmesi için binlerce yıl geçmesi

gerekti. Çünkü insanın yaşaması için aşağılar hiç tekin değildi. Soğuk ve zor söz konusu idi.

Peki farklı mı?

Sanırım Coğrafyanın insan karakterini tayin ettiğine ilişkin değerlendirme İbn Haldun'a aitti.

Napolyon’un da benzer bir sözü vardır:“Coğrafya ülkelerin kaderini belirler!” şeklinde.

“Tek korktuğum düşman doğadır." demesi de bu sözleri iklim ve yer şartlarından başarısız

olduğu bir seferden sonra sarfettiğini düşündürüyor.

Kısaca özetlersek, o upuzun zaman dilimi olan paleolitik çağda insanlar henüz binlerce yıllık

bilgi ve kültürel birikimden yoksun olarak mağaralarda yaşamak ve avcılık toplayıcılıkla

yetinmek zorundaydı Bir sonraki neolitik çağda ise köyler kurup üretime geçebildiler...

Kalkolitik dönemde üretimde uzmanlaşıp toplumsal gelişmelerle tanıştılar. Tunç çağı ise

ilerlemenin başlangıç noktası oldu Karmaşık toplumsal yapılara ulaşması bu sayede oldu.

İnsanlığın ilerlemesinin doruk noktası ise demir çağının başlamasıdır.

Jean-Jacques Rousseau, "Kentiyapılar oluşturur, ancak bu yapıları yapan yurttaşlardır"

demiyor muydu. Yaşadığım kent Bursa bu insanlık gelişim evrelerinde hangi aşamalardan

geçmişti, Bursa'nın tarihi nerede başlıyor ve hangi izlerde yaşıyor ve şimdi bu izler

(buluntular) ne hallerdedir? Buna yanıt arıyordum...

(3)

Taşlar değil, yapılan işler anıtları meydana getirir.

(J.T.Motley)

Maddeye yaratıcı gibi yaklaşmak sanatı özgür kılmakla mümkün...Sanırım yine Emre Kongar'a

ait ifadeydi. Üniversite okuduğum yıllardaki bir kitaptan..O yıllarda yakın bir komşumuz vardı

Adam benim de doğduğum aynı kenar bir mahalleden çıkıyor NASA'da çalışıyor. Yerel

gazetelerden birinde röportajı çıkıyor.

“Bilim adamı olmaya nasıl karar verdiniz?" diye sormuşlar. Not almışım şöyle diyordu: Bilim

adamı olmaya yönlenmem, üniversite okuduğum ortamın getirdiği bir sonuçtur. Yoksa hiç

kimse bilim adamı olacak diye dünyaya gelmez". Oysa çağdaş insan değerlerini insan

onuruna saygı sevgiyi eğitimde eşitlik, özgürlük, üretken ve yapıcı tartışma ortamını savunan

insanları toplum olarak anlayabildik mi, Server Tanilli gibi bir aydının çektiği acıları unutmak

mümkün mü?

İşte Mir İşte Uluslararası Uzay Üssü... Binlerce yıl mağaralarda yaşayan insanlık bilmediği

yerlere ulaşma cesareti gösterebilir miydi adım bile atamazdı herhalde. Günümüzde bu

cesareti gösteren bilim insanları belki de milyonlarca yıl sonra yeryüzü dışında da yaşam

ortamı yaratmayı başardılar.

Binlerce yıl sonra insanın en temel gereksinimi sayılan barınma sorunu tam olarak

çözülmemişken günümüzde bazı araştırmacılar kentlere ilişkin olarak "küresel köy" ifadesini

kullanıyorlar. Onlara göre ulus, devlet gibi kavramlar yerine zihinsel ve mekansal olarak

dönüşüm merkezleri olarak kentler ön plana çıkmaktadır. H.Spenser de gibi bireyci, işlevsel

ve salt ekonomik açıdan ele alınan kentleşme olgusu halbuki M.Faucault'un deyişiyle "biyo-

iktidar" yoluyla yani iletişim ve bilgi ağlarıyla kontrol edilebilir hale geliyordu.

El oğlu uzaylarda yaşam alanları yaratmışken... Bir şeyin tabu olması için anlaşılması değil

anlaşılmaması şarttır diyordu Kemal Tahir. Karl Marx da, "Görünen gerçek olsaydı bilimlere

gerek kalmazdı." Eğer bilgi olmasaydı artık yapay uydular nasıl gerçek olabilirdi. Tarihçi

Fernand Braudel Uygarlıkların Grameri isimli bir kitap yazar ve şöyle der: "Yollar neredeyse

şehirler oradadır." Ne yazık ki bir uygarlık gelişim ölçüsü olan nesneler bizde hala salt bir

politika malzemesi sayılabiliyor. Düne kadar karşı çıktıkları olguları bugün büyük bir iştahla

savunabiliyorlar...

Düşünmeden, acımadan, utanmadan

yüksek kaleler kurmuşlar dört yanıma.

Umutsuzluk içinde böyle hep

bir şey düşünmez oldum alınyazımdan başka.

Dışarıda görülecek bir sürü işim vardı

ben nasıl sezmedim kaleler kuruldu da.

Ses seda işitmedim çalışan işçilerden

habersiz kapadılar beni dünyanın dışına.

Böyle sesleniyor C.Kavafis. Yüksek yüksek tepelerden kaya ve ağaç oyuklarından düzlüklere

inip yerleşik yaşama geçen insanlık neden yeni baştan etrafına duvar ördükleri kaleler,

şehirler kurdu. İklimler değişip yeni bitkiler, yeni hayvanlar, yeni eşyalar, yeni evler ortaya

çıktıkça insanlık doğaya daha kolay uyum sağlayıp kontrol altına alma olanağına kavuştu.

Ama kendi çevresine de duvarlar örmeye başladı.

Yaklaşık 20 büyük uygarlığa beşik olan Anadolu için; Anadolu mozayiği deyimini kullanıyor

Veli Sevin de (Anadolu Arkeolojisi). Coğrafyası farklı , doğal kaynakları farklı uygarlıklar inşa

ede ede bugünlere ulaşmış renkli bir tablodur Anadolu... Ne yazık ki altını bulup işleyen ve

parayı icat eden coğrafyada da bununla birlikte büyük kale kentler (sitadel), zengin ticari

koloniler, bey sarayları kuran insanlar süs eşyalarını ve silahları da keşfetmişti...

Halil inalcık (Devleti Aliye) Bursa'nın 15 ve 16. yy da Ortadoğu'nun en önemli ticaret ve sanayi

merkezlerinden biri olduğunu belirtiyor (S.268) Ancak ipekli dokumacılık gelişmesine

rağmen bunu sürdüremediğini belirtiyor:

Geçmiş zamanlardan kalan aydınlık

İpek gecelerine iner sel gibi.

Yıldızların koynunda erir aydınlık

Yeşil rengi bir darbımesel gibi.

İlhan Geçer'in bu şiirinde kalan mısra şimdi: İpek ve yeşil...Her ikisini de çoktan unuttuk

halbuki. İki vefalı dost gibi terkettiler bizi. Gelelim ipek tenli yeşil dokulu Bursa'ma. Nerede...

Uygarlıklar mozayiğinin zümrüt yeşil coğrafyası.

Yaşamsal izler, ilk gerçek buluntular Bursa'dan çok uzakta ve geç neolitik çağa aitlerdi. İznik

Gölü batı kenarında Ilıpınar höyüğünde ve Yenişehir ovası Menteşehöyükte yapılan kazılar 8

bin yıl öncesine işaret ediyordu. Göçebe çiftçi ve yerli balıkçı kültürlerini belgeleyen izlerdi

bunlar. Her biri bir su kenarında deniz kıyısına yakın kurulmuşlardı. Basit, sade...

Hitit beyleri, Frig (Phryg),Urartu ve Lidya krallıkları kurulmuş sırayla. Antik çağların merkezi

devletleri de kimi zaman dost kimi zaman istilacı olmuşlar birbirlerine sonrakiler gibi. Antik

çağın bitimi Yunan kolonilerinin ve göçmen kavimlerin (Bithynia) )dağılması ve dinsel

çatışmaların üzerine kurulan Roma-Bizans devleti ile kapanıyor. Osmanlı beylerinin ılgar

boylarının kuvvetiyle kurduğu Osmanlı Devleti tarih sahnesinde yerini alıyor...

bizanslı bir duvar

osmanlı bir çınar

dağların etekleri tutuşmuş

yanar ha yanar

sebillerde su

ocaklarda kül

say ki bir yürektir

yarası derin

kanar ha kanar

Hüseyin Yurttaş "Bursa düşleri"nde geçmişin izlerini arıyor. Her şiirde olduğu gibi şaire hem

daüssıla hem hüzün veriyor bugünkü Bursa...

Bursa'da iki nitelik iç içe geçmişti. Biri uzun zaman bir beylik merkezi olarak öbürü dinsel,

söylencesel ve mistik olarak yönetsel ve mekansal özellikleri iç içe barındırıyordu. Tıpkı antik

dönem höyüklerinde olduğu gibi o nedenle Bursa'da da bugün geçmişinin izlerinde bu

kültürlerin yaratımları iç içe yaşar. Bir köşede bir Yunan sunağı öte yanda Bitinya mezarı

Bizans'a ait bir kilise ve sur Osmanlı yapısı cami ve türbe hep beraberdir. Tabii günümüzün

kah beton ve camdan yapılarıyla kah sonradan görme taşlarla asıl kimliği iğdiş edilip de

birbirine karışarak...

Eskiden tüccarlar ve soylu sınıflar kentin merkezinde yaşarmış şimdi tersi. Aklıma Balibey

geliyor, bu yüzden şu repliği hiç unutmam. Belphégor'un Hayaleti'nde dünyanın en büyük

müzelerinden biri olan Louvre Sarayı'nın Mısır uygarlığı galerisinin girişine yapılan cam

piramitten geçerken şöyle diyordu Müfettiş Verlac (Michel Serrault) :

"Buraya ne yapmışlar böyle Disneyland gibi olmuş Birgün burası Amerika gibi olacak." O

yüzden (Cafeler- AVM'ler dikerek üstelik) yıkım ve sürgünler (yani gentrifikasyon) sur

diplerindeki kent yoksullarına yazgı olmamalı. Elbette tarihsel mekanlar ile barınma hakkı

ikisi de korunabilirlerdi.

Tarihçiler her taşın bir ruhu vardır der. Ve surlar... Surlar boyunca yürürseniz siz de

göreceksiniz... Eski Bursa'nın hallerini...

Düşünmeden, acımadan, utanmadan

kocaman yüksek duvarlar ördüler dört yanıma.

Ve şimdi oturuyorum böyle yoksun her umuttan.

Beynimi kemiriyor bu yazgı, hep bu var aklımda;

oysa yapacak bunca şey vardı dışarda.

Ah, önceden farketmedim örülürken duvarlar.

Ama ne duvarcının gürültüsü, ne başka ses.

Sezdirmeden, beni dünyanın dışında bıraktılar.

CONSTANTİNO KAVAFİS

TAMER UYSAL