Bursa surlar yazısı
-
Upload
ihramcizade -
Category
Education
-
view
55 -
download
1
Transcript of Bursa surlar yazısı
BURSA’NIN İZİNİ SÜRERKEN… (1)
"Söz uçar yazı kalır."
(Latin Atasözü)
Çoğu zaman yazı yazma sürecine girdiğimde aklıma Aziz Nesin geliyor. Usta "hangi ortamda
yazarsınız" sorusuna "Bu ortam, yazacağım yazı türüne göre değişir" diyor ve ekliyor:
" Çok ciddi bir yazı yazacaksam odamın kapısını ve pencerelerini sıkı sıkı kapatırım."...
Bende de bir yazı konusu ortaya çıktıktan sonra biraz yürüyüş iyi gelir. Çünkü gözlem ve
sokaklar insana iyi fikir verir.Feridun Andaç'ın bu latin darbımeseli ile aynı başlıkta bir kitabı
vardı. Yazar ve şairlerle söyleşiler içeriyor. Yazarların yazım süreçleri farklı mutlaka. Sessiz
bir ortamda üretime odaklanmak gerekir. Aziz Nesin gibi müzikle de odaklanabilir farklı
ortamlarda da yaratılabilir ama yalnızlık mutlaka şart: Yazar yalnızlığı denilen...Gezerken yazı
yazamazsınız ama bana iyi fikir veriyor. Tek eksiğim var: Aşırı unutkanlık. Ne yaptımsa halt
edemediğim. Yaşlanıyorum...
Artık fotoğraf makinesi yanımızda. Cep telefonunu alırken "nasıl olsun" diyen satıcıya basit
olsun fotoğraf çekeyim müzik dinleyebileyim yeter demiştim. Üniversite yıllarında walkman
elimden düşmezdi şimdi bu aletlerle her şey mümkün.. Ötekilerin pabucu dama atıldı.
Herkesin elinin altında vizör var...İstediği görüntüyü cebinde taşıdığı bu aletle
ölümsüzleştirebiliyor (Oysa biz bir kamerayı tutmak için 4 yılımızı vermiştik)...Şimdi
çektiklerime bakıp bakıp yazdığım oluyor...
Roland Barthes, "Şehirler bir yazıdır, gezenler ise bir okur."Bursa sokaklarında zaman zaman
geziyorum, dönüp dolaşıp aynı yerlerde... İnsan alıştığı yerlerden kolay kopmuyor,
kopamıyor. Ne kadar uzaklaşabilirsiniz neyi bırakabilirsiniz... Can Yücel ne diyordu .
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki…
Öyle ama sahip olduğum aman aman hiçbir şey yok halbuki. Aristo bir şehir orada yaşayana
güven ve mutluluk sunsun yeter diyor. Ya Hasan Hüseyin. Şöyle diyordu şiirinde:
Bu kenti sevdim dedim
Benim olsun demedim ki
Sevdim dedimse akşam kızıllığını
Gönlüm gibi akıp giden şu çayı
Şu ormanı şu denizi şu dağı
Benim olsun demedim ki
Vuruldumsa gözlerinin gül bahçesine
Yürek çizen şimşeklerse kaçamak bakışları
İşte buna sevmek derler dedimse
Aynı şeyler mi? İnsan gerçek varolan güzellikleri aramaz onların yansıtmış olduğu soyut ama
öznel olan güzellikleri arar o yüzden bir kentte olan ne varsa insanda şiirle yazıyla sanatla
yaşar...Ünlü yontucu (Rodin), bir insanın ruhunu okumak için yüzüne bakmak yeterli demiş.
Yeter mi gerçekten...M. Şerif Onaran da.
“Bir kentin ruhu varsa, o kenti şiirinde, yazısında yeniden kuran edebiyatçılar olduğu için
vardır." diyordu. His meselesi; sanatçı öyle kolay hissedebiliyorsa öyledir demek ki...
Ya bir kentin onun yüzü yok mu peki! İlk bakışla okunacak bir yüzü...Nazım Usta demiyor
muydu "iki şey vardır ancak ölümle unutulur anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü." Nereden
buraya geldim...Bursa'da doğdum Bursa'da büyüdüm ve belki de bu kentte öleceğim. Bir
kentin merkezi daima o kentin kalbidir diyordu bir yerde...Öyleyse ben bu şehrin en önemli,
telafisi olmayan bir organında yaşadım.
Bazen Attila İlhan'ın, Can Yücel'in belki birçok insanın onlar gibi kendine yönelttiği soruya
karşılık arıyorum: Bu kentten kaçıp gitmek istiyor muyum, burayı seviyor muydum? " Bazen
anam araya girer "Daha iyi yer mi bulacaksın" diye. Ona göre yer, O "yer" diyor. Çünkü onun
benim gibi bakmadığını biliyorum ama zaman zaman onun da sitem ettiğini biliyorum. O
zaman buna karşılık aklıma hep şu replik geliveriyor:
"İnsan memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur da ondan. Ama biz bilirizki bir yerde
mutlu mesut olmanın ilk şartı orayı sevmektir. Burayı seversen, burası Dünya'nın en güzel
yeridir. Ama Dünya'nın en güzel yerini sevmezsen, orası Dünya'nın en güzel yeri değildir."
Diderot, "Bedeni üldürenden değil ruhu öldürenden korkunuz." demiş Aristo, "Ruhun
güzelliği bedenin güzelliği kadar çabuk görünmez."
Biz görmüşüz bir kere. Bir uygarlık başka bir uygarlıkça yokedilmek tehdidiyle karşı karşıya..
Nietzsche'nin büyük sözlerinden... Demiryolu grevcilerine hitaben "Bir uygarlığın imha
edilmesine karşı mücadele ediyorsunuz" diyordu Pierre Bourdieu. Çünkü toplum hakkında
kanaatlar eylemlerle dile gelebilir. Herkes bu kültürel yozlaşmaya karşı eleştirel bir tavır
gösterebilmelidir....
Basit değil. Binlerce yıllık tarihten bir geçmişten, kültürel birikimden söz etmek istiyorum, ilk
yerleşimlerin kurulmasından ve yazının bulunuşundan bu yana yazılan binlerce yıllık bir
tarihten...Bursa'dan söz etmek istiyorum..
(2)
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Kaatil kuleler, kal'alı zindanlı saraylar;
Ey dahme-i mersûs-i havâtır, ulu ma'bed;
Ey gırre sütunlar ki birer dîv-i mukayyed,
Mâzîleri âtîlere nakletmeye me'mûr;
Ey dişleri düşmüş, sırıtan kaafile-i sûr;
(Tevfik Fikret)
Aldoux Huxley Cesur Yeni Dünya adlı romanda bir distopya (olumsuz ütopya) tasarlar.
Romanda gelecekte her şeyin alınıp satıldığı insanların tüketim kölesine dönüştürüldüğü
toplum yapısını anlatır. Makineler gibi insanlarında programlandığı bir toplum tasavvuru.
Yöneticilerin kölelere köleliklerini sevdirdikleri ve itaatkarlığa zor kullanmadan boyun
eğdirdikleri geleceğe dair bir toplum yapısı. Roman 1932 de kaleme alınmıştı. Günümüzden
500 yıl sonrasını tasavvur eden bir kehanetti. Çok değil.2000'li yıllarda yaşıyoruz.
Peki farklı mı?
"Kitleleri kırlardan nefret etmeye şartlandırıyoruz, aynı zamanda onları sevmeye
şartlandırıyoruz. Tüm doğa sporlarının gelişmiş aletlerle yapılmasını sağlıyoruz. Böylece hem
endüstriyel ürünler, hem de ulaşım tüketiyorlar." diyor romanda...Her şey gibi doğa da
metalaştırılmıştır.
Francis Bacon, "Bilgi güçtür" diyeli yine neredeyse 500 yıl geçmiş.Binlerce yıllık tarihten bir
geçmişten, kültürel birikimden sonra günümüzde varolduğumuz ve yaşadığımız süreç Post
Modern Toplum olarak adlandırılıyor. Yani bilgi ve uzay çağı. Artık mağara resimlerinden ve
atların hızıyla yetindiği zamandan çok farklı bir dünyadayız. Ahmet Hamdi Tanpınar "Hiç
kimse değişime karşı değildir, yeter ki ucu kendisine dokunmasın."der. İnsan "hız"
kavramının etkisinde bilginin kontrolünü kaybetmiş halde. Her şey çok çabuk
değişiyor.İnsanlar bilgiye her zaman önem vermişlerdi. Eski toplumlar bilgeliği her zaman el
üstünde tuttular. Günümüzde krallardan çok filozofların adlarını biliriz. Hatta hristiyanlık ona
yücelik atfetti kutsallaştırdı tabi dinsel bilgelik olarak: Hagia Sophia (Aya Sofya) gibi
anıtlaştırdı.
Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir diyordu Heraklitos. Çünkü değişmeyen dogmalara
karşı toplumu hızla dönüştüren bilimsel fikirler yanyana savaşım veriyor. Yani
"Fikirlerin çatışması değişimin başlangıdır." Emre Kongar'ın bir kitabında yazıyordu sanırım
"Üniversite Üzerine..." idi adı...
"Görülmeye ve duyulmaya değmeyen gerçeklere karşı 'gözlerini kapamak ve kulaklarını
tıkamak' kesin inançlının özel bir yeteneğidir ve bu onun eşsiz cesaret ve azminin
kaynağıdır." diyen ve en liberal tezler ileri süren sivil toplumun sözcülüğünü yapan Eric
Hoffler, "Tarihte büyük eser yaratan kişiler, hep büyük şehirlerde ortaya çıkmışlardı. Yaratıcı
kişiler köyde, ormanda, kırda, dağ başlarında ortaya çıkmıyorlardı. Nasıl çıksın ki, yabancı
şeylerin hoş karşılanmadığı ortamda ne yaratılabilir ki? İnsan şehirde insanlığını bulmuştur.
Şehir olmaksızın insan da bir şey değildir. Ancak ne var ki insanı kokuşturan, dejenere eden
de şehirdir. Eğer biz şehirlerimizi yaşayabilir ve yaşanabilir durumda devam ettiremezsek
bazı büyük ulusların ölümünü görebiliriz" diyordu.
Tarihçi Henri Pirenne'e göreyse sivil toplum dediğimiz sadece idari siyasal değil dinsel
otoritenin üzerine inşa ediliyordu. (Ortaçağ Kentleri). Bu kitapta Pirenne: "Gerçekten, 6.Yy'ın
başlangıcından itibaren civitas sözcüğü, piskoposluğun merkezi anlamını kazanmıştır. Kilise,
temelinin dayandığı imparatorluktan sonra varlığını sürdürürken, Roma kentlerinin varlığının
korunmasına büyük ölçüde katkıda bulunmuştur. Her kent çevresindeki kutsal alanın pazarı,
o yöredeki büyük toprak sahiplerinin kışlık barınağı ve uygun bir yerde kurulmuşsa , Akdeniz
kıyılarına yakınlığı oranında gelişmiş bir ticaret merkeziydi." demektedir.
Peki farklı mı?
Yazıdan sonraki zaman dilimi günümüzden 5 bin yıl önceki upuzun evredir. Öncekinin ise
milyonlarca yıl sürdüğü tahmin ediliyor. İnsanın bırakalım alet edevat yapmasını bir taşı
yontabilecek aşamaya geçmesi bile binlerce yıla tekabül ediyor.Yazının icadıyla tarihli
dönemler başlamıştır: Sırasıyla antik dönem, Paleolitik Çağ (Eski -Yontma- Taş), Neolitik Çağ
(Yeni -Cilalı- Taş), Kalkolitik Çağ (Bakır Taş), Tunç Çağı ve Demir Çağı'dır. Neolitik devir yani
taş döneminin son evresi "neolitik devrim" olarak adlandırılıyordu. Bakır madeninin bilhassa
tunç ve demirin keşfi gelişme sürecini hızlandırmış yazının başlattığı kültürel gelişme ilk
uygarlıkların ortaya çıkışını sağlamıştır. Kağıdın bulunması ve matbaanın icadı ise endüstriyel
devrimden Yazılı tarih insanın bedensel evriminden kültürel evrime tam olarak geçtiği
zamanı (çağ) kapsar.Yani kültürel devrelerden her biri bir taşa şekil verip onu kullanmakla
eşdeğer. Avcılık ve besi toplayıcılığı insana ilişkin bildiğimiz tek ekonomik etkinliktir.
Ya kentleşmeye ilişkin olan kültürel evrim...
Saydığım bütün evreler taşın sonra madenlerin işlenmesinden ibaret. İklimlerin ısınması
hayvanların evcilleştirilmesi kültürel gelişmenin birer halkasıydı. Mağaralarda barınan yüksek
tepe güvenli kayalıklarda ev kuran insanın düzlük yerlere inmesi için binlerce yıl geçmesi
gerekti. Çünkü insanın yaşaması için aşağılar hiç tekin değildi. Soğuk ve zor söz konusu idi.
Peki farklı mı?
Sanırım Coğrafyanın insan karakterini tayin ettiğine ilişkin değerlendirme İbn Haldun'a aitti.
Napolyon’un da benzer bir sözü vardır:“Coğrafya ülkelerin kaderini belirler!” şeklinde.
“Tek korktuğum düşman doğadır." demesi de bu sözleri iklim ve yer şartlarından başarısız
olduğu bir seferden sonra sarfettiğini düşündürüyor.
Kısaca özetlersek, o upuzun zaman dilimi olan paleolitik çağda insanlar henüz binlerce yıllık
bilgi ve kültürel birikimden yoksun olarak mağaralarda yaşamak ve avcılık toplayıcılıkla
yetinmek zorundaydı Bir sonraki neolitik çağda ise köyler kurup üretime geçebildiler...
Kalkolitik dönemde üretimde uzmanlaşıp toplumsal gelişmelerle tanıştılar. Tunç çağı ise
ilerlemenin başlangıç noktası oldu Karmaşık toplumsal yapılara ulaşması bu sayede oldu.
İnsanlığın ilerlemesinin doruk noktası ise demir çağının başlamasıdır.
Jean-Jacques Rousseau, "Kentiyapılar oluşturur, ancak bu yapıları yapan yurttaşlardır"
demiyor muydu. Yaşadığım kent Bursa bu insanlık gelişim evrelerinde hangi aşamalardan
geçmişti, Bursa'nın tarihi nerede başlıyor ve hangi izlerde yaşıyor ve şimdi bu izler
(buluntular) ne hallerdedir? Buna yanıt arıyordum...
(3)
Taşlar değil, yapılan işler anıtları meydana getirir.
(J.T.Motley)
Maddeye yaratıcı gibi yaklaşmak sanatı özgür kılmakla mümkün...Sanırım yine Emre Kongar'a
ait ifadeydi. Üniversite okuduğum yıllardaki bir kitaptan..O yıllarda yakın bir komşumuz vardı
Adam benim de doğduğum aynı kenar bir mahalleden çıkıyor NASA'da çalışıyor. Yerel
gazetelerden birinde röportajı çıkıyor.
“Bilim adamı olmaya nasıl karar verdiniz?" diye sormuşlar. Not almışım şöyle diyordu: Bilim
adamı olmaya yönlenmem, üniversite okuduğum ortamın getirdiği bir sonuçtur. Yoksa hiç
kimse bilim adamı olacak diye dünyaya gelmez". Oysa çağdaş insan değerlerini insan
onuruna saygı sevgiyi eğitimde eşitlik, özgürlük, üretken ve yapıcı tartışma ortamını savunan
insanları toplum olarak anlayabildik mi, Server Tanilli gibi bir aydının çektiği acıları unutmak
mümkün mü?
İşte Mir İşte Uluslararası Uzay Üssü... Binlerce yıl mağaralarda yaşayan insanlık bilmediği
yerlere ulaşma cesareti gösterebilir miydi adım bile atamazdı herhalde. Günümüzde bu
cesareti gösteren bilim insanları belki de milyonlarca yıl sonra yeryüzü dışında da yaşam
ortamı yaratmayı başardılar.
Binlerce yıl sonra insanın en temel gereksinimi sayılan barınma sorunu tam olarak
çözülmemişken günümüzde bazı araştırmacılar kentlere ilişkin olarak "küresel köy" ifadesini
kullanıyorlar. Onlara göre ulus, devlet gibi kavramlar yerine zihinsel ve mekansal olarak
dönüşüm merkezleri olarak kentler ön plana çıkmaktadır. H.Spenser de gibi bireyci, işlevsel
ve salt ekonomik açıdan ele alınan kentleşme olgusu halbuki M.Faucault'un deyişiyle "biyo-
iktidar" yoluyla yani iletişim ve bilgi ağlarıyla kontrol edilebilir hale geliyordu.
El oğlu uzaylarda yaşam alanları yaratmışken... Bir şeyin tabu olması için anlaşılması değil
anlaşılmaması şarttır diyordu Kemal Tahir. Karl Marx da, "Görünen gerçek olsaydı bilimlere
gerek kalmazdı." Eğer bilgi olmasaydı artık yapay uydular nasıl gerçek olabilirdi. Tarihçi
Fernand Braudel Uygarlıkların Grameri isimli bir kitap yazar ve şöyle der: "Yollar neredeyse
şehirler oradadır." Ne yazık ki bir uygarlık gelişim ölçüsü olan nesneler bizde hala salt bir
politika malzemesi sayılabiliyor. Düne kadar karşı çıktıkları olguları bugün büyük bir iştahla
savunabiliyorlar...
Düşünmeden, acımadan, utanmadan
yüksek kaleler kurmuşlar dört yanıma.
Umutsuzluk içinde böyle hep
bir şey düşünmez oldum alınyazımdan başka.
Dışarıda görülecek bir sürü işim vardı
ben nasıl sezmedim kaleler kuruldu da.
Ses seda işitmedim çalışan işçilerden
habersiz kapadılar beni dünyanın dışına.
Böyle sesleniyor C.Kavafis. Yüksek yüksek tepelerden kaya ve ağaç oyuklarından düzlüklere
inip yerleşik yaşama geçen insanlık neden yeni baştan etrafına duvar ördükleri kaleler,
şehirler kurdu. İklimler değişip yeni bitkiler, yeni hayvanlar, yeni eşyalar, yeni evler ortaya
çıktıkça insanlık doğaya daha kolay uyum sağlayıp kontrol altına alma olanağına kavuştu.
Ama kendi çevresine de duvarlar örmeye başladı.
Yaklaşık 20 büyük uygarlığa beşik olan Anadolu için; Anadolu mozayiği deyimini kullanıyor
Veli Sevin de (Anadolu Arkeolojisi). Coğrafyası farklı , doğal kaynakları farklı uygarlıklar inşa
ede ede bugünlere ulaşmış renkli bir tablodur Anadolu... Ne yazık ki altını bulup işleyen ve
parayı icat eden coğrafyada da bununla birlikte büyük kale kentler (sitadel), zengin ticari
koloniler, bey sarayları kuran insanlar süs eşyalarını ve silahları da keşfetmişti...
Halil inalcık (Devleti Aliye) Bursa'nın 15 ve 16. yy da Ortadoğu'nun en önemli ticaret ve sanayi
merkezlerinden biri olduğunu belirtiyor (S.268) Ancak ipekli dokumacılık gelişmesine
rağmen bunu sürdüremediğini belirtiyor:
Geçmiş zamanlardan kalan aydınlık
İpek gecelerine iner sel gibi.
Yıldızların koynunda erir aydınlık
Yeşil rengi bir darbımesel gibi.
İlhan Geçer'in bu şiirinde kalan mısra şimdi: İpek ve yeşil...Her ikisini de çoktan unuttuk
halbuki. İki vefalı dost gibi terkettiler bizi. Gelelim ipek tenli yeşil dokulu Bursa'ma. Nerede...
Uygarlıklar mozayiğinin zümrüt yeşil coğrafyası.
Yaşamsal izler, ilk gerçek buluntular Bursa'dan çok uzakta ve geç neolitik çağa aitlerdi. İznik
Gölü batı kenarında Ilıpınar höyüğünde ve Yenişehir ovası Menteşehöyükte yapılan kazılar 8
bin yıl öncesine işaret ediyordu. Göçebe çiftçi ve yerli balıkçı kültürlerini belgeleyen izlerdi
bunlar. Her biri bir su kenarında deniz kıyısına yakın kurulmuşlardı. Basit, sade...
Hitit beyleri, Frig (Phryg),Urartu ve Lidya krallıkları kurulmuş sırayla. Antik çağların merkezi
devletleri de kimi zaman dost kimi zaman istilacı olmuşlar birbirlerine sonrakiler gibi. Antik
çağın bitimi Yunan kolonilerinin ve göçmen kavimlerin (Bithynia) )dağılması ve dinsel
çatışmaların üzerine kurulan Roma-Bizans devleti ile kapanıyor. Osmanlı beylerinin ılgar
boylarının kuvvetiyle kurduğu Osmanlı Devleti tarih sahnesinde yerini alıyor...
bizanslı bir duvar
osmanlı bir çınar
dağların etekleri tutuşmuş
yanar ha yanar
sebillerde su
ocaklarda kül
say ki bir yürektir
yarası derin
kanar ha kanar
Hüseyin Yurttaş "Bursa düşleri"nde geçmişin izlerini arıyor. Her şiirde olduğu gibi şaire hem
daüssıla hem hüzün veriyor bugünkü Bursa...
Bursa'da iki nitelik iç içe geçmişti. Biri uzun zaman bir beylik merkezi olarak öbürü dinsel,
söylencesel ve mistik olarak yönetsel ve mekansal özellikleri iç içe barındırıyordu. Tıpkı antik
dönem höyüklerinde olduğu gibi o nedenle Bursa'da da bugün geçmişinin izlerinde bu
kültürlerin yaratımları iç içe yaşar. Bir köşede bir Yunan sunağı öte yanda Bitinya mezarı
Bizans'a ait bir kilise ve sur Osmanlı yapısı cami ve türbe hep beraberdir. Tabii günümüzün
kah beton ve camdan yapılarıyla kah sonradan görme taşlarla asıl kimliği iğdiş edilip de
birbirine karışarak...
Eskiden tüccarlar ve soylu sınıflar kentin merkezinde yaşarmış şimdi tersi. Aklıma Balibey
geliyor, bu yüzden şu repliği hiç unutmam. Belphégor'un Hayaleti'nde dünyanın en büyük
müzelerinden biri olan Louvre Sarayı'nın Mısır uygarlığı galerisinin girişine yapılan cam
piramitten geçerken şöyle diyordu Müfettiş Verlac (Michel Serrault) :
"Buraya ne yapmışlar böyle Disneyland gibi olmuş Birgün burası Amerika gibi olacak." O
yüzden (Cafeler- AVM'ler dikerek üstelik) yıkım ve sürgünler (yani gentrifikasyon) sur
diplerindeki kent yoksullarına yazgı olmamalı. Elbette tarihsel mekanlar ile barınma hakkı
ikisi de korunabilirlerdi.
Tarihçiler her taşın bir ruhu vardır der. Ve surlar... Surlar boyunca yürürseniz siz de
göreceksiniz... Eski Bursa'nın hallerini...
Düşünmeden, acımadan, utanmadan
kocaman yüksek duvarlar ördüler dört yanıma.
Ve şimdi oturuyorum böyle yoksun her umuttan.
Beynimi kemiriyor bu yazgı, hep bu var aklımda;
oysa yapacak bunca şey vardı dışarda.
Ah, önceden farketmedim örülürken duvarlar.
Ama ne duvarcının gürültüsü, ne başka ses.
Sezdirmeden, beni dünyanın dışında bıraktılar.
CONSTANTİNO KAVAFİS
TAMER UYSAL