BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği...

143
T.C. GENELKURMAY BAŞKANLIĞI HARP AKADEMİLERİ KOMUTANLIĞI STRATEJİK ARAŞTIRMALAR ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜ YENİLEVENT/İSTANBUL BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ SEMİNERİ (01 EKİM 2009) Harp Akademileri Basımevi Yenilevent İstanbul 2010

Transcript of BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği...

Page 1: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

T.C.

GENELKURMAY BAŞKANLIĞI

HARP AKADEMİLERİ KOMUTANLIĞI

STRATEJİK ARAŞTIRMALAR ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜ

YENİLEVENT/İSTANBUL

BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ

SEMİNERİ

(01 EKİM 2009)

Harp Akademileri Basımevi

Yenilevent – İstanbul

2010

Page 2: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

II

HARP AKADEMİLERİ KOMUTANLIĞI

STRATEJİK ARAŞTIRMALAR ENSTİTÜSÜ

YENİLEVENT/İSTANBUL

BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ SEMİNERİ

(01 EKİM 2009) GENEL YAYIN YÖNETMENİ

Dr. P. Kur. Alb. Ahmet KÜÇÜKŞAHİN

YAYIN KURULU DANIŞMA KURULU

Hv. Svn. Kur. Alb. Cemal CANDAN Dz.Alb.Abdullah KÖKTÜRK

Dr. Öğ. Alb. Semih SERT Hv.İs.Kur.Alb.Turan TOKER

İng. Müt. Dilek ÇETİNKAYA Topçu Alb.Yavuz Akif YARATANER

Svl. Me. Fatma Şerife DUMAN Topçu Alb.Arif TEKBIYIK

Tnk.Alb.Cevat ŞAYİN

P.Yb.Orhan SEZGİN

Doç.Mu.Bnb.Türker BAŞ

Hv.Öğ.Bnb.Süleyman GÜNAYDIN

REDAKSİYON

Uzm.Me.Oben GÜRER

BASKI

Harp Akademileri Basımevi YAZIŞMA ADRESİ

Harp Akademileri Komutanlığı Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Yenilevent/ İstanbul Telefon: +90 212 284 80 65-2150 Faks: +90212 284 80 65-2150

E-posta: [email protected] Web: www.harpak.edu.tr/saren

Stratejik Araştırmalar Enstitüsü yayını olan Güvenlik Stratejileri Dergisi, yılda iki kez Haziran ve Aralık aylarında yayımlanan ulusal hakemli bir dergidir. Makalelerdeki düşünce, görüş, varsayım, sav veya tezler eser sahiplerine aittir ve Harp Akademileri Komutanlığı ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü sorumlu tutulamaz.

Kitapta yer alan bildiri/makalelerdeki düşünce, görüş, varsayım, sav veya

tezler eser sahiplerine aittir. Harp Akademileri Komutanlığı ve Stratejik

Araştırmalar Enstitüsü sorumlu tutulamaz.

Page 3: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

III

İÇİNDEKİLER

İÇİNDEKİLER………………………………………………………………II

SUNUŞ………………………………………………………………………. 3

BİRİNCİ OTURUM

SOSYAL BİLİMLERDE YÖNTEM VE BİLİMİN TARİHSEL

GELİŞİMİ……………………………………………………………………...5

BİLİM VE BİLİMSEL YÖNTEMLER……………………………………..53

TARİH DÜŞÜNCESİ VE YÖNTEMİ ÜZERİNE………………………..65

İKİNCİ OTURUM

GÜVENLİK ÇALIŞMALARINDA YÖNTEM(LER)……………………99

HUKUK ALANINDA BİLİMSEL ÇALIŞMA METODU…………….119

ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE ARAŞTIRMA YÖNTEMLERİ:

TEMEL PRENSİPLER……………………………………………………..125

Page 4: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

4

SUNUŞ

Araştırma ve öğrenme ile gelişmişlik arasındaki sıkı ilişkinin

anlaşılmasıyla, bilimsel araştırma ve düşünce süreçlerine verilen önem

artmakta ve bu konu ayrı bir uzmanlık alanı olarak ortaya çıkmaktadır.

Stratejik Araştırmalar Enstitüsü tarafından, bilimsel çalışmalara katkı

sağlamak için yapılan, “Bilimsel Araştırma ve Düşünce Süreçleri”

semineri, toplam altı bildiriden oluşan iki oturum halinde icra edilmiştir.

Seminerin ilk oturumunda esas olarak, bilim felsefesi, bilimin

temel özellikleri ve bilimin tarih boyunca gelişimi üzerinde

durulmuştur. Ayrıca tarih araştırmalarında yöntem konusu, başlıca tarih

anlayışları, tarihte olgu, kuram, nesnellik ve tarafsızlık kavramları

çerçevesinde incelenmiştir.

İkinci orurumda güvenlik, hukuk ve uluslararası ilişkiler

araştırmalarında yöntem konuları tartışılmıştır. Bunlardan güvenlik

araştırmalarında yöntem konusu, soğuk savaş dönemi ve soğuk savaş

sonrası ayrımında ele alınmıştır. Hukuk araştırmalarında yöntem başlığı

altında normların kullanımı, normların yorumlanması ve kabul edilen

çeşitli yorum şekilleri karşılaştırmalı olarak incelenmiştir. Son olarak

uluslararası ilişkiler konularında, araştırma sürecinin nasıl tasarlanacağı

ve her bir basamakta yapılması gerekenler ayrıntılı olarak açıklanmıştır.

Seminerde ortaya konulan görüş ve değerlendirmelerin, bilimsel

çalışma yapan araştırmacı, akademisyen ve öğrencilere katkı sağlayacağı

düşünülmektedir.

Ahmet KÜÇÜKŞAHİN

P.Kur.Alb.

SAREN Müdürü

Page 5: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

5

Page 6: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

6

BİRİNCİ OTURUM

SOSYAL BİLİMLERDE YÖNTEM VE BİLİMİN TARİHSEL GELİŞİMİ

Prof. Dr. A. M. Celâl ŞENGÖR1

Geçen yüzyılın sonlarında, davranış bilimci Tito Vignoli, bilimin

nasıl ortaya çıkmış olabileceği sorusuna cevap ararken, özellikle memeli

hayvanların ve bebeklerin çevrelerini önce kendilerinin bir parçası,

sonra da kendilerine benzer bir yaratık olarak algıladıklarını farketmişti.

Bir kedi yavrusunun önüne yuvarlanan bir yün yumağı, önce yavruyu

korkutur. Yavru yumağın etrafında dolanarak onun muhtemel

tepkilerini tartmaya çalışır. Hiçbir tepki gelmeyeceği kanısını edinince

yumağa dokunma denemeleri yapmaya başlar. En nihayet yumağın bir

diğer kedi yavrusu değil de «tepkisiz bir nesne» olduğuna kendini

inandırınca onunla gönlünce oynamaya koyulur.2

Mitoloji ve Bir Açıklama Aracı Olarak Yetersizliği

İlkel insanın çevresine gösterdiği tepkiyi incelediğimizde kedi

yavrusunun gösterdiği gelişme şeklinin çok benzerini gözlüyoruz.

İnsan, doğanın muhtelif tezâhürlerini insan özelliklerine sahip varlıklar

olarak kabul etmiş, bunların çeşitli etkileri, temsil ettikleri varlığın keyfî

icraatı olarak yorumlanmıştır. Bu, dünyanın çeşitli ortam ve iklimlerinde

yaşayan tüm ilkel insanlarda aynı şekilde gelişmiş bir olgudur. Bugünün

bütün gelişmiş toplumlarının tarihlerinde aynı safha her zaman görülür.

1 İTÜ Avrasya Yerbilimleri Enstitüsü, Ayazağa 34469 İstanbul [email protected] 2 Vignoli, T., 1882, Myth and Science-An Essay: Kegan Paul, Trench &Co., London, [i]+330

ss. 2 Eliade, M., 1978, A History of Religious Ideas, c. 1 (From The Stone Age to The Eleusinian

Mysteries): The University of Chicago Press, Chicago, xvii+489 ss. (translated from the

French by W. R. Trask); aynı yazar, 1991, Toward a definition of myth: Bonnefoy, Y., edi-

tör, Mythologies’de, c. I, Chicago University Press, Chicago, ss. 3-5; Horton, R., 1982,

Tradition and modernity revisited: Hollis, M. ve Lukes, S., editors, Rationality and

Relativism, MIT Press, Cambridge, ss. 201-260.

Page 7: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

7

Uzun bir süreden beri çok iyi incelenmiş olduğundan diğer tüm

mitolojilerden daha iyi bilinen Yunan mitolojisini bir örnek olarak

düşünelim. Önce Yeryüzü (Gaia) Kargaşa’dan (Kaos) yaratıldı (kimin

yarattığı belirtilmiyor). Gaia sonra Gökyüzü’nü (Uranos) doğurdu.

Gökyüzü Yeryüzü’nün üzerine yağarak bereket getirdi, bitkiler,

hayvanlar ortaya çıktı. Bunların çocukları Devler (=Titanlar), Tepegözler

(=Kikloplar=Yanardağlar) ve Yüz Kollular’dı (=Hekontkheriler). Gökyüzü,

çirkin oldukları gerekçesiyle Devler hariç tüm diğer çocuklarını

Tartaros’a (=Cehenneme) attı. Çok üzülen anne Yeryüzü, Devleri babalarına

karşı ayaklanmaya kışkırttı. En genç Dev olan Kronos (=Zaman) babasını

yendi ve baştanrı oldu. Ama Kronos babasının akıbetine uğramamak

için kendi çocuklarını yutmaya başladı. Eşi, çocuklardan Zeus’u Gi-

rit’teki Dikte (veya Ida) dağındaki bir mağarada saklayarak gizlice

büyüttü. Zeus büyüyünce babasına karşı ayaklandı ve onu yenerek

bugünkü Kanarya Adaları olduğu sanılan Fortunate (=Mutluluk)

Adalarına sürdü, kendi de Olimpos dağının üzerinde bir tanrılar krallığı

kurdu. Kendisi hem baştanrı, hem de gökyüzü, şimşek ve fırtına

tanrısıydı. Kardeşi Poseidon denizler tanrısıydı, ama depremleri de o

meydana getiriyordu. Üçüncü kardeş Hades yeraltında olduğu var

sayılan ölüler diyarı Tartaros’un ve madenlerin tanrısıydı. Evlilik ve

doğum tanrıçası olan ablası Hera, aynı zamanda Zeus’un eşi ve

Olympos’un baştanrıçasıdır. Zeus’un tüm kaçamaklarına ve kendisine

yapılan tüm aşk tekliflerine rağmen hep Zeus’a sadık kalan Hera, aynı

zamanda evliliği kutsayan tanrıçadır da. Zeus’un çocukları ise insan

yaşamının ve doğanın muhtelif cephelerini temsil eden tanrılar

olmuşlardır. Yunan mitolojisi bizlere MÖ sekizinci yüzyılın İzmir’li

ozanı Homeros’un ve ondan muhtemelen bir yüzyıl sonra yaşamış olan

Hesiodos’un eserleriyle ve diğer bazı yazılı metin ve sözlü geleneklerle

ulaşmıştır3.

3 Yunan mitolojisini en güzel ve en zengin kaynaklarla anlatan eserler Károly

Kerényi’nin iki meşhur kitabıdır. İngilizceye de The Gods of the Greeks and The Heroes of

the Greeks başlıkları altında çevrilmiş bulunan bu iki cilt pek çok defalar baştan basıl-

mıştır ve hâlâ da kitapçılarda bulunmaktadır. Burada sadece kütüphanemde bulunan ilk

baskılarının künyelerini veriyorum: Kerenyi, K., 1951, Die Mythologie der Griechen. Die

Götter- und Menschheitsgeschichten: Rhein-Verlag, Zürich, 312 ss; aynı yazar, 1958, Die

Page 8: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

8

Ondokuzuncu yüzyılda büyük ölçüde Osmanlı

İmparatorluğu’nun toprakları üzerinde Avrupa ülkelerinin ve ABD’li

bilim insanlarının başlattıkları arkeolojik çalışmalara kadar, bu mitoloji

Yunanlılara has sanılıyordu. Ancak Mezopotamya’da yapılan kazılarda

ele geçen çivi yazılı kil tabletler ve içeriklerinin okunması bilim

dünyasını hayretler içinde bıraktı. Yunan mitolojisinin pek çok motifi,

hattâ hikâyesi, bunlarda vardı. Bu öyküler, görüldüğü kadarıyla

Yunanlılar ortaya çıkmadan çok önce ağızdan ağıza dolaşıyor, hattâ

kayıtlara geçiriliyordu. Ama en büyük şok, 1873 ve 1874 yıllarında

Ninova’da yapılan kazılarda ele geçirilen malzeme nedeniyle yaşandı:

British Museum’un Doğu Antikaları bölümünden George Smith, burada

bulunan kütüphanedeki kil tabletlerde Tevrat’tan (Tevrat=Torah=öğreti,

talimat, yasa anlamlarında) bilinen Yaradılış, İnsanın Cennetten Kovuluşu,

Tufan, Babil Kulesi, İbrahim’den Önceki Peygamberler Zamanı ve Nemrud

hikâyelerinin putperest geleneği içerisinde sunulmuş şekillerini

bulmuştu.4

Avrupa’da yer yerinden oynadı. O zamana kadar Tanrı’nın

Musa’ya ilham ettiği sanılan bu hikâyeler, Musa’nın lânetlediği

putperest geleneğinde de aynen mevcuttu ve demek ki Musa’nın tanrısı

YHWH ile bir ilgileri yoktu! Geçen yüzyılın sonunda Avrupalı

doğubilimciler (yani eskiden Türkçe’de şarkiyatçı veya müsteşrik

dediğimiz bilim insanları) Tevrat’ın Pentateuch denilen ilk beş kitabının,

temelleri tâ eski Sümerlilere kadar inen çok eski bir mitolojik geleneğin

bir parçası olduğunu anlamışlardı. Ortadoğu’nun tamamı, hattâ kısmen

Mısır’ı da içine alacak şekilde, çok eski bir ilâhiyat geleneğine sahip

Heroen der Griechen: Rhein-Verlag, Zürich, 476 ss; Daha geniş ve daha modern, fakat

okunması daha zor bir kaynak için bkz. Grant, T., 1993, Early Greek Myth—A Guide to

Liter 4 Smith, G., 1876, The Chaldean Account of Genesis: Sampson Low, Marston, Searle, and

Rivington, London, xvi+19 ss; keşiflerin tarihi için ayrıca bkz. aynı yazar, 1875, Assyrian

Discoveries; An Account of Explorations and discoveries on the Site of Nineveh, during 1873 and

1874: Sampson Low, Marston, Low and Searle, London, xviii+461 ss. Bulunan kil

tabletlerin çoğu bugün İstanbul Arkeoloji Müzeleri alanındaki Yakın Doğu Uygarlıkları

Müzesi sergi ve depolarında bulunmaktadır. Yunan mitolojisinin doğu kökleri

hakkındaki modern görüşler için bkz. Penglase, C., 1994, Greek Myths and Mesopotamia—

Parallels and Influence in the Homeric Hymns and Hesiod: Routledge, London, ix+[ii]+278 ss.

Page 9: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

9

görünüyordu.5 Bu gelenek doğal olarak temasa geldiği yabancı

kültürleri etkilemiş, hele düzeyi Ortadoğu kültürlerinin düzeyinin

altındaki kültürler bu etkiyi çok daha güçlü hissetmişlerdi.

Daha sonra Anadolu’da yapılan arkeolojik buluşlar, daha önce

Mezopotamya, Suriye ve Doğu Akdeniz’in sahil bölgelerinde yapılan

keşiflerin ilham ettiği teorileri daha da güçlendirdi. 6Uygarlık,

Ortadoğu’dan ve Mısır’dan Yunanca konuşan âleme akmış gibi

görünüyordu.

Fakat Yunanca konuşan insanların kültürleri ve bunların

oturduğu yerlerdeki kültürel gelişme ile Ortadoğu’nun kültürel

gelişmesi karşılaştırılınca çok önemli, hattâ temel addedilebilecek bazı

farklılıklar görülmeye başlandı. Herşeyden önce, Ortadoğu’da (ve

Mısır’da) gelişme çok, ama çok yavaş olmuştu. Buralarda binlerce sene

alan bir adım, Yunanca konuşulan kültür çevresinde onlarca, hattâ

bazan birkaç yılda atılmıştı! Bunu en iyi sanatta izleyebiliyoruz.

Ortadoğu’da sanat büyük ölçüde iki boyutluydu ve binlerce yıldır da

öyle kalmıştı. Hiç kuşkusuz pek çok «üç boyutlu heykel» de yapılmıştı

ama bunların hepsi aynı «iki boyutlu» prensipler üzerine oluşturul-

muştu. Tiyatro monologlardan ibaretti. Hareketli bir diyalog veya

multilog yoktu. Tapınaklardan türeyen bu sanat türü, Ortadoğu’da

kendini vaaz havasından binlerce yıldır kurtaramamıştı. Tüm sanata bir

hareketsizlik, bir zaman reddi hakimdi. Resim ve heykeller perspektife

göre değil, resmedilenlerin toplumsal konumlarına göre çiziliyordu. Dev

5 Bu konuda bkz. Pritchard, J. B. (Editör), 1969, Ancient Near Eastem Texts Relating to the

Old Testament, Third Edition with Supplement: Princeton University Press, Princeton,

710 ss. Bu eser Eski Ahit metinleriyle ilişkili Mezopotamya’da bulunan kil tablet

metinlerinin bir antolojisidir. 6 Bunların en çarpıcısı hiç kuşkusuz Hitit başkentinin Boğazköy’de bulunması ve orada

ele geçen metinler içindeki Kumarbi efsanesiydi. Bkz. Güterbock, H. G., 1945, Kumarbi

Efsanesi: Türk Tarih Kurumu Yayınlarından, VII. Seri, No. 11, Ankara, IV+[II]+73 ss. Bu

metin daha sonra Güterbock tarafından tekrar elden geçirilmiş ve düzeltilmiş şekilleri

defalarca değişik yerlerde çıkmıştır. Kumarbi efsanesi, Hesiodos’un Theogonia’sındaki

masalların Hitit karşılıklarıdır. Bu konuda modern ve aynı zamanda kısa ve öz bir

kaynak için bkz. Hoffner, H. A., Jr., 1990, Hittite Myths: Scholars Press, Atlanta, xi+92 ss.

Kumarbi ve ilişkili mitoslar için bilhassa ss. 40-43 ve 52-61’e bkz.

Page 10: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

10

tanrı betimlemelerini orta boy krallar ve kraliçeler, onları da mini mini

halk ve savaşçı çizimleri izliyordu.

Ortadoğuda ve Mısır’da din de Sümer’de edindiği kalıpların

dışına çıkmamıştı. Tek tanrılı sanılan Musevî dininin de temelinde

nihayet bir kabile tanrısı olan (ve eski Sâmî dillerinde hava anlamına

gelen haua kelimesinden türetildiği sanılan) YHWH’nin yatması

tamamen Ortadoğu putperest din şablonuna uygundu.7 Ortadoğu dini

bir tarım toplumunun getirdiği astronomik düzenleme, çiftçi/çiftçi

olmayan işbölümünün gerektirdiği katı hiyerarşi ve tarım toplumunun

muhtaç olduğu sıkı düzen üzerine kurulmuş bir din şemasına sahiptir

ve örneğin, avcı toplumların bireyi öne çıkaran şamanist dinlerine

benzemez. Bu tarımcı din şeması Ortadoğu kültürlerini yaklaşık 8000 yıl

önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın

Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri yönetmektedir.8 Din,

burada hem tüm âlemi açıklayan hem de bireyin yaşamını düzenleyen

bir fonksiyona sahipti. Yani, hem bilim hem de hukuktu9.

7 Tevrat’ta Musa’nın tanrısı olarak karşımıza çıkan YHWH, tüm semavi ilâhiyat

geleneğinde öğretildiğinin tersine monoteistik bir tanrı değildir. YHWH büyük bir

olasılıkla Kenânlılarla ilişkili olan Leah kabilelerinin tanrısıydı. Aslında Raşel kabilesine

ait olan Musa şartlar gereği Leah dinine mensup olmuştu. Böylece Musevî dininin

tanrısının tüm insanlığın tek tanrısı olmadığı görülmektedir. Zaten İsrael’in tanrının

«seçilmiş insanları» olarak betimlenmesi, tüm insanlığı kucaklayan tek tanrı imajına

uymamaktadır. YHWH’nin kökeni, özellikleri ve tarihi için bkz. Robinson, T. H., 1932,

A History of Israel, c. I (From the Exodus to the Fail of Jerusalem, 586 B. C.): Clarendon,

Oxford, bilhassa ss. 92 ve sonrası. YHWH ve El kavramlarının içinde geliştiği Ortadoğu

din tarihinin en son araştırmalara göre yapılmış çok güzel bir sentezi için bkz. Haider, P.

W., Hutter, M. ve Kreuzer, S., yayına hazırlayanlar, 1996, Religionsgeschichte Syriens—

Von der Frühezit bis zur Gegenwart: Kohlhammer, Berlin, 496 ss. 8 Childe, G., 1951, Man Makes Himself: A Mentor Book from New American Library,

New York, ss. 59 ve sonrası. 9 Dinin bu hem açıklayıcı hem de düzenleyici fonksiyonlarının bir tartışması için bkz.

Şengör, A. M. C., 2002, Is the ‘Symplegades’ myth the record of a tsunami that entered

the Bosphorus? Simple empirical roots of complex mythological concepts: şurada Aslan,

R., Blum, S., Kastl, G., Schweizer, F. ve Thumm, D., yayına hazırlayanlar, Mauerschau,

Festschrift für Manfred Korfmann, Verlag Bernhard Albert Greiner, Remshalden-

Grunbach, c. 3, ss. 1005-1028.

Page 11: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

11

Tarımcı dini bu şemasıyla Yunanca konuşan toplumlarla

karşılaşınca, kaçınılmaz bir şekilde onları ve özellikle onların yerli

dinlerini etkiledi. Sonunda karşımıza yukarıda çok kaba hatlarıyla bir

paragrafa sığdırmaya çalıştığım Yunan mitolojisi çıktı. Bu mitoloji de

binlerce yıl süresince kendini icat etmiş olan halkları etkileyebilir,

onların inanç dünyalarına hükmedebilirdi. Fakat ne hikmetse bu böyle

olmadı.10 Anadolu’nun batı kıyısında oturan, kısmen Girit, kısmen de

Peloponez’deki Yunan şehirleri tarafından kurulmuş olan «koloniler»de,

yani müstemlekelerde (sömürge değil!) yaşayan ve Yunanca konuşan,

fakat etnik köken olarak Yunanlı/Anadolulu kırması insanlar, mitolojiyi

tatminkâr, hattâ inandırıcı bile bulmamaya başladılar. Nesillerdir Zeus’a

dua edilmesine rağmen bugün de eskiden olduğu kadar gemi

fırtınalarda kayboluyor, insanlar telef oluyor, mal-mülk heba oluyordu.

10 Yunan toplumundaki gelişmenin büyük hızı ve bu hızlı gelişmenin hem sürati hem de

tabiatı açısından Ortadoğu kültürleri ile karşılaştırılması hakkında bugüne kadar kaleme

alınmış en önemli eser, kanımca Ekrem Akurgal’ın 1966 yılında yayımladığı Orient und

Okzident adlı küçük fakat etkili kitabıdır. İngilizce, Fransızca ve İtalyanca’ya da çevrilmiş

bulunan bu kitap eleştirel aklın bir toplum içinde gelenek haline gelmesiyle düşünsel

evrimin nasıl hızlandığını göstermesi bakımından dikkatle okunması gereken bir

belgedir: Akurgal, E., 1966, Orient und Okzident: Holle Verlag, Baden-Baden, 256 ss.

(karton-kapak baskı 1980). Son yıllarda gene doğunun Yunan gelişmesindeki rolünü

vurgulayan eserlerde Akurgal’ın (Popper gibi, fakat O’ndan bağımsız olarak) ısrarla

vurguladığı eleştirel akıl faktörünün anlaşılamaması veya yeterince

değerlendirilememesi, 6. yüzyıl İyonyasında meydana gelen mucizenin zihinlerde gene

bulanıklaşmasına neden olmuştur. Bu tür eserlerden dar uzmanlık çevreleri dışında da

daha çok politik vurgularından ötürü ve özellikle Afrika’nın katkısını çok abartmasıyla

tanınmış Martin Bernal’in şimdilik iki cildi yayımlanmış olan Black Athena—The

Afroasiatic Roots of Classical Civilisation adlı eseri (c. I: The Fabrication of Ancient Greece:

1785-1985, xxxii+575ss; c. II: The Archaeologlcal and Documentary Evidence, xxxiii+736 ss;

Rutgers University Press, New Brunswick) uzman bilim adamlarının çok sert bir

tepkisiyle karşılaşmıştır. Bu tepkilerin en derli toplu bulunduğu iki kitap şunlardır:

Lefkovvitz, M., 1996, Not Out of Africa: A New Republic Book, Basic Books,

HarperCollins, New York, xvii+222 ss; Lefkovvitz, M. ve Rogers, G. M. (yayına

hazırlayanlar), 1996, Black Athena Revisited: The University of North Carolina Press,

Chapel Hill, xxii+522 ss. Martin Bernal’in bu kitaplardaki eleştirilere verdiği cevap ise

tamamen yüzeysel olup, bilimsel tartışmalarda kabulü mümkün olmayan hışımlı bir

postmodern sol politika görüşüyle yazılmıştır: Bernal, M., 2001, Black Athena Writes

Back—Martin Bernal Responds to His Critics: Duke University Press, Durham &London,

xvi+[x] 550 ss.

Page 12: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

12

Poseidon’a adanan tüm adaklara rağmen güçlü depremler Yunan

şehirlerini kasıp kavuruyordu. Hades’e yapılan tüm yakarılar daha tek

bir ölüyü bile geri getirmemişti. Asklepios dualara bazen cevap vererek

bir hastayı iyi ediyor, ama bazen de etmeyeceği tutuyordu. Apollon’un

Delfi’deki kehânetleri isteyenin istediği yere çekebileceği kadar

muğlaktı. Tanrıların dünyası keyfîydi ve bu, Yunan kolonilerinde

yaşayan bazı Batı Anadoluluları rahatsız etmeye başlamıştı. Şu görünen

âlemin acaba başka, daha anlaşılabilir bir izahı olabilir miydi?11

Bilimin Doğuşu

Tanrıların dışında insanların da bilebileceği bazı gerçeklerin

olduğu fikri Miletli Tales’e12muhtemelen Mısır’ı bir ziyaretinde

11 Snell, B., 1946, Die Entdeckung des Geistes—Studien zur Entstehung des Europaischen

Denkens bei den Griechen: Claassen & Goverts Verlag, Hamburg, 264 ss. 12 Tales hakkındaki bilgilerimiz tamamen ikinci eldendir. Bu ikinci elden bilgilerin en iyi

toplandığı temel kaynak, tüm diğer Sokrates öncesi filozofları için de olduğu gibi,

Hermann Diels’in , bir zamanlar İstanbul Üniversitesinde de profesörlük yapmış olan

Walther Kranz tarafından 1951’de beşinci baskısı yayımlanmış olan Die Vorsokratiker adlı

ölümsüz eseridir. Bu kitap tekrar tekrar basıldığından elde edilmesi kolaydır. Thales

hakkında bkz. Costantini, M., 1992, La Génération Thalès: Criterion, Paris, 210 ss;

O’Grady, P. F., 2002, Thales of Miletus—The Beginnings of Western Science and Philosophy:

Western Philosophy series, Ashgate, Hants, xxii+310 ss. Tales’in kuramsal doğa

bilimlerinin kurucusu olduğu konusundaki en güzel eserlerden biri hiç kuşkusuz şu

küçük kitaptır: Blumenberg, H., 1987, Das Lachen der Thrakerin—Eine Urgeschichte der

Theorie: Suhrkamp, Frankfurt am Main, 162 ss. Sokrates öncesi filozofların hepsi için

Diels/Kranz dışında şu eserler benim bildiğim en iyileridir: Theil, P., tarihsiz, Dünyamızı

Kuranlar: Varlık Yayınları, İstanbul, 160 ss; Schrödinger, E., 1954, Nature and the Greeks:

Cambridge University Press, Cambridge, [i]+97 ss. (Evet, bu kuantum fiziğinin babası

olan meşhur Schrödinger’dir!); Saraç, C, 1971, İyonya Pozitif Bilimi (Temel Kaynakları ve

Etkileri): Ege Üniversitesi Arkeoloji Enstitüsü Yayınları, No. 1, X+226 ss; Barnes, J., 1981,

The Presocratic Philosophers, revised edition: Routledge & Kegan Paul, London, xxiii+703

ss; Kirk, G. S., Raven, J. E. ve Schofield, M., 1983, The Presocratic Philosophers. A Critical

History with a Selection of Texts, 2nd edition: Cambridge University Press, Cambridge, 501

ss; Kranz, W., 1984, Antik Felsefe—Metinler ve Açıklamalar: Sosyal Yayınlar, İstanbul,

232+[3] ss. (çeviren Suad Y. Baydur); Thomson, G., 1988, İlk Filozoflar: Payel, İstanbul,

439 ss. (çeviren M. Doğan); Heuser, H., 1992, Als die Götter Lachen Lemten: Piper,

München, 330 ss; bilhassa yeni başlayanlar için ve kolay ulaşılabilecek bir kaynak şu

eserdir: Barnes, J., 1987, Early Greek Philosophy: Penguin, London, 318 ss. İngilizce

bilmeyenler şu eserlerde Sokrates öncesi doğa bilimi (veya doğa felsefesi) hakkında

Page 13: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

13

gelmiştir. Mısır’da hem piramitlerin inşasında hem de Nil’in yıllık

sellerinin ardından taşkın ovası içindeki tarlaların kadastrolarının

baştan yapılması sırasında Mısırlı ustalar bazı basit geometrik ilişkileri

kullanıyorlardı. Bu bilgi, hiçbir zaman düzenli bir bilimsel disiplin halini

almamış, ustadan çırağa geçen türden pratik bir bilgiydi.13 Tales bu

pratik geometrik bilgiyi ilk defa teorem, yani isbatlanabilir kesin bilgi,

haline getirmiş olan kişidir. Mısırlı, pratik bilgisini piramit şeklinde anıt-

mezarlar dikmek veya tarlasının sınırlarını en az hatâ ile baştan

çizebilmek için kullanıyordu. Tales ise oluşturduğu teoreme yalnızca

«doğru» olduğu için hayrandı. İki benzer üçgenin ilişkileri tanrılar olsa

da olmasa da, dünyada veya başka herhangi bir yerde doğru olmak zo-

rundaydı. Tales, tanrıların izni veya yardımı olmadan, yalnızca aklını

kullanarak «doğru» bilgiye ulaşabilmişti.

Bu hiç kuşkusuz Miletliyi çok sevindirmiş, çok da

heyecanlandırmıştı. Tales şimdi başka bilgilere de böyle yalnızca kendi

aklıyla ulaşıp ulaşamayacağını merak ediyordu. Milet’e döndüğünde

kendini aklını kullanarak bilgiye ulaşma işlerine verdi. Bu yolda bir de

arkadaş edinmişti. Hemşehrisi Anaksimandros da kendisi gibi şehrin

ileri gelenlerindendi. Bu tür işlere ayıracak zamanı vardı.14

gerekli bilgilerin önemli bir kısmını bulabilirler: Bayladı, O., 2007, Felsefenin Beşiği

Anadolu: Say Yayınları, Düşünce-10, İstanbul, 152 ss; Arslan, A., 2008, İlkçağ Felsefe

Tarihi—Sokrates Öncesi Yunan Felsefesi, 2. Baskı : İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,

İstanbul, xxiv+351 ss. Sokrates öncesi doğa filozoflarının tarihini bilip, bu konuda biraz

daha derinlemesine okumak isteyenler şu esere bakabilirler: Caston, V. ve Graham, D.

W., (yayına hazırlayanlar), 2002, Presocratic Philosophy—Essays in Honor of Alexander

Mourilatos: Ashgate, Hants, xv+346 ss. 13 Mısırlıların matematik bilgileri ve bakış açılarının faydalı bir özeti için bkz. Sarton, G.,

1952, A History of Science, c. I (Ancient Science Through the Golden Age of Greece): Harvard

University Press, Cambridge, ss. 35-40. 14 Anaksimandros kanımca gelmiş geçmiş en büyük insanoğludur. Bu denli iddialı bir

ifadede bulunmamın nedeni, kendisinin doğa bilimlerine dayanan insan uygarlığının

yaratıcısı olduğu konusundaki sağlam belgelerdir. Etrafımızda bilimin ürünü olan ne

varsa bunun dolaylı veya dolaysız bu Anadolu çocuğunun düşüncelerinin eseri

olduğunu düşünürseniz, bu iddiamın dayandığı temeli takdir edebilirsiniz. Bu

olağanüstü insanın yaşamı ve düşünceleri için bkz. Kahn, C. H., 1960, Anaximander and

the Origins of Greek Cosmology: Columbia University Press, xiii+[i]+249+[l] ss; Schmitz, H.,

1988, Anaximander und die Anfänge der griechischen Philosophie: Bouvier, Bonn, V+79 ss.

Page 14: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

14

Tales depremleri Poseidon’un yaptığı tezine karşı, tâ Sümer’den

beri ortalıkta olan ve karaların denizler üzerinde bir tabla gibi

yüzdüğünü kabul eden, «Tarkullu» adı verilen varsayımı, Sümerliler ve

onları izleyen diğer Ortadoğuluların tersine, din dışı bir bilimsel öneri

olarak ortaya sürdü, çok büyük fırtınaların da bu karaları aynen bir

gemi gibi sallayarak depremleri oluşturduğunu iddia etti. Ama bu

düşüncesine ulaşmış olmanın, geometrik teorem yapmaktan farklı

olduğunu Tales’in farkettiği sanılmaktadır. Geometrik teorem ideal

olarak tek bir ilişkinin doğruluğu üzerine kuruluydu. Böyle bir ilişkinin

her noktasını -ideal olduğundan- gözlemek mümkün olduğu için onu

tamamen bilmek kabildir. Ancak Tales dünyanın her köşesini

gözleyemeyeceğinin farkındaydı. Dolayısıyla yaptığı, mantıken teoreme

benzeyen ama doğrudan gözlemden ziyade bazı varsayımlara dayanan

bir anlatım kurmaktan ibaretti. Amaç doğa ile birebir örtüşen bir

anlatıma ulaşmaktı. Ancak doğanın her köşesini gözleyerek anlatımla

uyuşup uyuşmadığını kontrol etmek mümkün olmadığı için doğa

hakkındaki her anlatım her zaman varsayımsal kalmak zorundaydı. Tek

umut, varsayımsal anlatımları derhal gözlemle sınamak ve gerçekle

bağdaşmayanları geçersiz varsayımları terkederek yerine yenilerini

üretmekti. Tales bu yolun doğa ile bir diyaloga girebilmek için geçerli

tek yol olduğu kanısındaydı.

Öyle de oldu. Tales dünyamızın yapısı ve evrendeki yeri

üzerindeki fikirlerini arkadaşı ve «öğrencisi» Anaksimandros’a anlattı.

«Bunlar» dedi herhalde Tales, «benim dünyamız ve depremler

hakkındaki düşüncelerim. Ama dünyanın hepsini görmeme olanak

olmadığından, bunlar çok büyük ölçüde varsayımlara dayanıyor. Bu

nedenle bunlara inanmak zorunda değilsin. Hele inanmamak için

nedenin varsa daha da iyi. Onları özellikle dile getir. Belki onlara

bakarak benimkinden daha iyi bir anlatıma varabiliriz ve belki gereçğe

biraz daha yaklaşabiliriz.»

Conche, M., 1991, Anaximandre—Fragments et Temoignages: Epimethe, Presses

Universitaires de France, Paris, 252+[l] ss;

Page 15: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

15

Bu sözler üzerine Anaksimandros muhtemelen Tales’e taşların

suda battığı gözleminden hareketle, dünyanın bir tabla gibi su üzerinde

yüzdüğü tezinin geçerli olamayacağını söylemiştir. Fakat kendilerinden

sonra gelen Yunan doğa bilimcilerinin üzerinde en çok durdukları,

Anaksimandros’un Tales’in tezinin bir çözüm değil, problemi sonsuza

dek uzağa atmak olduğu konusundaki fikridir. Çünkü dünya suyun

üzerinde yüzüyorsa, suyu tutan nedir? Ona bir cevap bulundu

varsayalım, o zaman suyu tutanı tutan nedir? Bu şekilde bu soru-cevap

sonsuza kadar sürer ve bir regressum ad infinitum’a neden olur. Bu

durum anlaşıldığı kadarıyla mantıksal olarak Anaksimandros’u tatmin

etmemiştir. Tales’in «Peki, sen ne düşünüyorsun?» sorusuna

Anaksimandros’un verdiği cevap ise kanımca insan aklının tarihinde

yaptığı en büyük sıçramadır: «Bence dünya boşlukta duruyor!»

«Neden?» «Çünkü herhangi bir yöne gitmesi için bir sebep yok!»

Bu iki parçalı muhteşem cevap birçok açıdan devrimseldir (ve

tekrar edeyim: insanoğlunun tarihteki en büyük devriminin ifadesidir).

Anaksimandros hiçbir gözleme dayanmadan, yalnızca mantıksal

çıkarımlarla dünyanın boşlukta durması gerektiğini ortaya atmıştır. Bu

bir varsayımdır; ama gözlemle sınanarak reddedilebilecek bir

varsayımdır. Varsayımın karakteri ise Anaksimandros’un «aşağı» veya

«yukarı» gibi kavramların tamamen bağıl kavramlar olduğunu anlamış

olduğunu göstermektedir. Anaksimandros’un ifadesinin Tevrat’ta

Ketubim’den Eyyûb’un kitabının 26. bölümünün 7. beytinde -ve içeriği

ile önemi arasındaki ilişkinin ifadeyi alıntılayan tarafından

anlaşılamamış olduğu belli olan bir şekilde- karşımıza çıkması,

öneminin ve yarattığı etkinin büyüklüğünün bir kanıtıdır.

Anaksimandros’un bu varsayımını Tevrat’a alan kişi, belli ki böyle bir

fikri ancak Tanrı’nın üretebileceğini sanmışıtır.

Anaksimandros’un bu temel üzerine kurduğu ilk bilimsel

kozmolojiyi, yani evren modelini, burada anlatmaya ne yazık ki yerim

yok. Ancak hem ülkemizle olan güncel ilgisi, hem de benim mesleğimle

olan alâkası nedeniyle, büyük Miletlinin jeoloji hakkındaki görüşlerine

değinmek istiyorum. Dünyanın boşlukta durduğunu söyledikten sonra

Anaksimandros, şeklinin de bir «sütun parçasına» bir başka ifadeyle bir

Page 16: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

16

davula benzediğini belirtiyor. Bizler bu davul benzeri dünyanın bir

yüzünde yaşıyoruz. Anaksimandros bu yüzün bir de coğrafî haritasını

yapıyor. Harita, hemen hemen çağdaşı olan Ortadoğu haritaları gibi

yuvarlak. En dışta çepeçevre bir okyanus, ortada «yaşanılan dünya»yı

(Yunancası «ökümene»; «ökümenik» sıfatı buradan gelir) çevreliyor. Ha-

ritanın detayları hakkında fazla birşey bilmiyoruz. Bildiğimiz,

Anaksimandros’un hemşehrisi Hekateus’un bu haritayı geliştirdiği ve

MÖ 499-498’de Milet tiranı Aristagoras’ın Perslere karşı Spartalılardan

yardım istemeye gittiğinde bu haritayı da beraberinde götürdüğü.

Anaksimandros’un haritasının içeriğiyle ilgisi olmayan bir başka

bilgi kırıntısı daha var elimizde. O da Miletlinin haritasını o zamanlar

Akdeniz’in en işlek limanlarından biri olan Milet limanında bir direğin

üzerine çakarak denizci ve tacirlerden bunu eleştirmelerini istemiş

olması. Bu eleştirilmek arzusu şimdiye kadar baktığımız Ortadoğu

kültürlerinin hepsine tamamen yabancı bir arzudur. O kültürlerde

eleştirilmek; otorite kaybetmek, mahçup olmak demektir. Yalnız

Ortadoğu’da değil: Hint, Çin, Orta Amerika ve And kültürlerinin hepsi

bilginin kesin olduğu inancı üzerine kurulmuşlardır. Kesin bilgi

eleştirilemez. Kesin bilgi ayrıcalıklı kişilere vergidir: Rahipler, krallar,

babalar, büyükler... Kesin bilginin bazı mantık ilişkileri dışında bir hayâl

olduğunu ilk keşfeden kuşkusuz Batı Anadolu’da oturan ve Yunanca

konuşan insanlar değildi. Ama bunun böyle olduğunu açık açık

söyleyen ve eleştirinin bir kişiye otorite kaybı ve utanç değil, bil’akis güç

ve onur verdiğini ilk defa dile getiren onlar olmuştur. Eleştirilmek

arzusu aslında gerçeğe ulaşabilmek arzusunun bir ifadesidir. Eleştiriden

korkmak ise, korkanın esas arzusunun gerçeğe ulaşmak değil,

etrafındakilere hükmetmek olduğunu gösterir. Eleştiriden korkanın tek

ilgisi etkileyebildiği veya etkileyebileceğini düşündüğü insan topluluğu-

dur. Eleştiriyi arzulayanın ulaşmayı düşlediği hedef ise tüm kâinattır.

Bu nedenle eleştiriyi isteyenler bilime dayalı insan uygarlığının da

yaratıcıları olmuşlardır. «Yunan Mucizesi» diye bilinen olay işte bundan

ibarettir.

Eleştiri yapma ve eleştiri ışığında varsayımları düzeltme

alışkanlığının MÖ altıncı yüzyıldan itibaren İyonya ekolü

Page 17: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

17

diyebileceğimiz Batı Anadolu’daki Yunanca konuşan doğa bilimciler

arasında hızla yayıldığına şahit oluyoruz. Anaksimandros’un öğrencileri

Kolofonlu (kalıntıları bugünkü İzmir’in güneyinde, Değirmendere

yakınlarında) Ksenofanes ve Miletli Anaksimenes hocalarının

görüşlerini eleştirerek geliştirmişler, kısmen yeni evren modellerine

kısmen de tekil doğa olayları hakkında gözlemle sınanabilir varsayım-

lara ulaşmışlardır. Bunlardan Anaksimenes’in tarihte belgelenebilmiş ilk

deprem oluşum modelini ortaya attığı ve Sparta’da olacak bir depremi

önceden haber verdiği Roma’lı büyük hatip ve devlet adamı Ciceron

tarafından kaydedilmiştir.

Anaksimenes’in deprem oluşum modeli, hocası

Anaksimandros’un jeolojik evrim modeline dayanıyordu.

Anaksimandros, denizlerin sürekli bir çekilme içinde olduklarını, tüm

dünyanın Güneşin etkisinden ötürü zamanla tamamen kuruyacağı

fikrini geliştirmişti. Bu fikir, kısmen Miletos’daki hızlı deniz çekilmesine

(Büyük Menderes Deltası’nın ilerlemesi nedeniyle), kısmen de şehir

etrafında bulunan Pliyosen çökelleri içindeki fosillere dayanıyordu.

Anaksimenes ise, giderek kuruyan dünyanın gevrekleşmekte olduğunu,

gevrekleşen yerlerin de zaman zaman çökerek depremleri meydana

getirdiğini düşünmüştü. Bu teori önce Sicilya’daki Agrigentum kentinde

oturan Empedokles tarafından içinde ateş bulunan küresel bir dünya

görüşü çerçevesinde geliştirilmiş, daha sonra atom fikrinin ilk çağdaki

en ateşli savunucusu Abderalı Demokritos gözenekli bir dünyada

gözenekler içinde dolaşan suyun depremleri oluşturduğunu iddia

etmişti. Bu gözenekli dünya modeli, İslâm kültür çevresinde Eflâtun

olarak bilinen Platon’un Fedon başlıklı diyaloğunda Sokrates’ın

ağzından ortaya attığı dünya modelidir ve onsekizinci yüyıla kadar

yerküre hakkında düşünen insanlar arasında yaygınlığını korumuştur15.

Aristo ise, en hızlı hareket yeteneğine sahip ve en ince gözeneklere bile

15 Bu konuda bkz. Şengör, A. M. C., 2003, The Large Wavelength Deformations of the

Lithosphere: Materials for a history of the evolution of thought from the earliest times to plate

tectonics: Geological Society of America Memoir 196, xvii+347 ss.+ 3 katlı levha

Page 18: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

18

nüfuz edebilecek tek ögenin hava olduğunu söyleyerek depremleri

yeraltındaki geçitler içinde hapsolan rüzgârın yarattığını savunmuştur.16

Anaksimandros’un o muazzam zihinsel sıçramasından sonra

hele deprem kuramının bugünkü halini bilen bizlere ne kadar yavan, ne

kadar zavallı gelen görüşler bunlar! Âdeta çocukça. Neredeyse depremi

Tanrı yapıyor yorumu insana daha ciddî geliyor bunlardan. Hele bu

yorumların onsekizinci yüzyılın ortalarına kadar geçerliliklerini

koruduklarını düşünmek iyice hayrete düşürüyor insanı. Fakat buna

rağmen biliyoruz ki, bugünkü modern görüşlerimiz, işte bu küçük

gördüğümüz, çocukça bulduğumuz, zavallı addettiğimiz fikirlerin

neslindendir. Bu nasıl olmuştur? Bu kadar basit fikirler nasıl olup da

günümüzün kaos matematiği gerektiren karmaşık deprem teorilerinin

atalığını yapmışlardır?

Yukarıdaki soruların cevabı çok basittir. Bu zavallı fikirler, tabiî

ki ne gelişen gözlemleri yeterince açıklayabilmiş, ne de insanın giderek

artan önceden kestirme ihtiyacına cevap verebilmişlerdir. Peki, niçin

bunların yetersizliğinin anlaşılması için neredeyse 2000 yıllık bir zamana

ihtiyaç olmuştur?

Sokrates ve Yunan Felsefesinin Bilime İhaneti

İşte bu son soruya verilecek cevap bu dersin sizlere vermek

istediği ana fikri içermesi bakımından çok mühimdir. Ne olmuştur da

MÖ 6. yüzyılda birdenbire hızlanan ve 4. yüzyıla kadar hızla gelen

gelişmenin daha sonra âdeta frenine basılmıştır? Bunun cevabını

verebilmek için 5. yüzyılın Atina’sına gideceğiz. Fen bilimlerinden bir

süre ayrılarak politikanın tarihine kısaca bakacağız: 5. yüzyılın ikinci

yarısında Atina’da yeni bir meslek türemiştir. Gelişen demokrasi, halkı

sözle ikna etmeyi gerektirir olmuş, söze en iyi hâkim olan, en çok oyu

toplayan politikacı olmaya başlamıştır. Seçilmek isteyenler, eğer

doğuştan yetenekli birer hatip değillerse, bunu hitabet sanatını

bilenlerden öğrenme yolunu tercih eder olmuşlardır. Hattâ, yetenekli

16 Aristo tüm bu görüşleri Meteorogica adlı, tahminen Assos’ta (=Behramkale) kaldığı

yıllarda (MÖ 347-345) yazdığı eserinde tartışmıştır. Ben bu eserin Loeb Classical

Library’de yayımlanmış İngilizce çevirisiyle Yunanca metnini kullandım.

Page 19: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

19

konuşmacılar bile, rakiplerini altedebilmek için geniş bir kültür

yelpazesine ihtiyaç olduğunu görerek çeşitli konularda gezici

öğretmenlerden ders almaya başlamışlardı. Bu öğretmenlere sofist, yani

«akılcı» deniyordu. Bunlar genellikle bilgisi derin kişiler değillerdi.

Aralarında Antifon veya Protagoras gibi düşüncesinin orijinalliği veya

derinliği ile şöhret bulmuş olanlar bulunmasına rağmen ekseri sofistler

öğretmenliği kazanç elde etmek için yapan insanlardı. Bu sofistler

arasında halk tarafından onlardan sayılan fakat kendisi ve dostları

tarafından sofistlerden tamamen ayrı bir sınıfta düşünülen bir adam

vardı: Sokrates.

Sokrates gençliğinde Klazomenai’den (bugünkü Urla) Atina’ya

giden ve Perikles’in dostu olan Anaksagoras’ın derslerini duymuş,

kitaplarını okumuştu. Sokrates’in ilgisini çeken şeyler Anaksagoras’ın

ait olduğu İyonya doğa bilimciler ekolünü ilgilendiren sorular değildi.

Sokrates evrenin hangi ana maddeden türediği veya insanın hangi doğal

süreçler sonucu ortaya çıktığı veya depremin nasıl bir mekanizmayla

olduğu gibi soruları kendine sormuyordu. O bu tür soruları ilginç dahi

bulmuyordu. Sokrates’i ilgilendiren «niçin» sorusuydu. Dünya niçin

yaratılmıştı? İnsanlar niçin ortaya çıkmışlardı? Deprem niçin oluyordu?

Sokrates için tüm dünya bir ahlâkî sorunlar yumağı idi. Kendisinin

ahlâki gördüğü bazı davranış şekilleriyle ahlâksızlık addettiklerini

etrafında toplanan Atinalı gençlere naklediyordu. Sokrates’e göre iyi ve

ahlâklı insan tanrıya en çok benzeyen insandı. Zaman zaman kendisine

adalet tanrıçası Dike’den vahiy geldiğini imâ ediyor, dünyadaki

görevini de Dike’nin bir zamanlar insanları ikaz ettiği gibi, çevresini

uyarmak olarak görüyordu. Uyarma yöntemi, kendisininki hariç tüm

diğer inanışları çürütene kadar soru sormaktı karşısındakine. Buna

annesinin mesleğinden ilhamla «ebelik yöntemi» (maiotike tehne)

diyordu. Sürekli sorgulama, insanın içinde var olduğunu savunduğu

doğrunun «doğmasına» yardımcı oluyordu. İnsanın içinde var

olduğunu iddia ettiği doğrunun kaynağı ise ölümsüz olduğuna inandığı

ruhtu. Ölümsüz ruh tüm bilgileri barındırıyor, bunun için, doğum ile

bilgiden sıyrılan vücut, yaşam esnasında ölümsüz ruhun yardımıyla

kaybettiği bilgileri tekrar bulabiliyor, daha doğrusu

«hatırlayabiliyordu».

Page 20: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

20

Sokrates’in bu din temelli görüşleri görüşleri Pers savaşları

sonrası Atina’sında esen doğu rüzgarlarının sonuçlarıdır aslında. Dikkat

edilirse Sokrates’in bilgisi tamamen insanın kendi içinde, fakat hem

gözlemden hem de akıldan tecrit edilmiş, niteliği ve niceliği hiçbir

şekilde gözlemle sınanamayan bir kaynağa bağlanmıştır. Güya bu

bilgiyi açığa çıkaran ebelik tekniği ise tek taraflı yalancı bir sorgula-

mayla istenilen hedefe varılana kadar uygulanan bir yöntemdir. Büyük

filozof ve matematikçi Bertrand Russell, Sokrates’in kötü bir papaz tipini

andırdığını, gerçeği aramak yerine, kendi inançlarını empoze etmek için

tartıştığını göstermiş, bunun felsefeye yapılabilecek en büyük ihanet

olduğunu vurgulamıştır. Kanımca hiçbir felsefeci tarihte Sokrates kadar

yanlış anlaşılmamıştır. Eleştirel sorgulamanın babası zanendilen bu

Atinalı peygamber özentisi, aslında Russell’ın dediği gibi eleştirel akla

Yunan kültürü içinde en büyük ihaneti yapan kişidir.17

Eğer Platon (Eflâtun) çapında bir dâhi Sokrates’den

etkilenmeseydi, Sokrates’in fikirlerinin serbest eleştirel düşünceye

vurdukları darbe çok daha az olabilir, o da diğer sofistler arasındaki

17 Sokrates’in yıktığı ve yarattığı gelenekler ve kendisinin düşünceleri hakkında bugüne

kadar yazılmış en derli toplu özet şu minik kitaptır: Cornford, F. M., 1932, Before and

After Socrates: Cambridge University Press, Cambridge, X+113 pp. Sık sık baskısı

yenilenen bu kitap kolayca temin edilebilir. Sokrates’ın insan düşünce tarihindeki

rolünün genelde sanıldığı gibi olumlu değil, dogmatik dinsel düşünceyi özendiren ve

demokrasi düşmanlığını körükleyen olumsuz bir tutum olduğunu zengin kaynaklara

dayanarak ve duru bir mantık silsilesi içinde anlatan, pek çok ödül almış, enfes bir kitap

için bkz. Stone, I. F., 1989, The Trial of Socrates: Anchor Books doubleday, New York,

xi+282+[1]ss (bu kitap ilk kez 1988 yılında Little, Brown & Company tarafından

yayımlanmıştır). Alman klâsik filologu ve felsefecisi Friedrich Nietzche’nin Sokrates

karşıtlığını ise apayrı bir çerçevede ele almak gerekir. Nietzsche Sokrates’e aklı çok fazla

işin içine soktuğu, insanın ilkel duygularını bastırdığı için karşıdır. Halbuki benim (ve

Izzy Stone gibilerinin) Sokrates karşıtlığı ise, Sokrates’in insan aklına saygı

duymamasındandır. Belki Nietsche de Sokrates’in akıl sandığı şeyin akıl olmadığını

vurgulamak istiyordu, ama kendisinin daha sonra geliştirdiği felsefe böyle bir yorumla

bağdaşmaz görünmektedir. Nietzsche’nin Sokrates aleyhtarı düşüncelerini geliştirdiği

en önemli eseri şudur: Nietzsche, F., 1895[1990], Die Geburt der Tragödie aus dem Geiste der

Musik: Goldmann Klassiker mit Erläuterungen, Goldmann Verlag (yayımlandığı yer

belirtilmemiş), 292 ss.

Page 21: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

21

yerini alırdı. Ancak Platonun dehâsı (ki en büyük tenkitçisi Karl Popper

bile Platon’u gelmiş geçmiş en büyük filozof addeder) Sokrates’in

fikirlerini daha da sivriltmiş, güçlü bir edebî kılıfa bürüyerek onlara

ölümsüzlük sağlamıştır. Platon’un kafasında dünyayı yaratan tanrı canlı

cansız tüm şekilleri (idea) yaratarak ölümsüz ruhları da bunların

bilgileriyle donatmıştır. Ruhlarından en çok bilgi edinebilenler

filozoflardır. Dolayısıyla toplumu bunlar yönetmelidir. Herkes filozof

yöneticilere boyun eğmek zorundadır. Halk Sparta tipi yarı askerî bir

eğitimle eğitilip kendisine verilen görevleri yaparak yaşayacaktır. Müzik

ve tiyatro gibi sanatlar sıkı bir devlet kontrolünde olacaktır. Devletin

gayesi değişime engel olmaktır.

Platon’un bu totaliter fikirlere Sokrates’ten yola çıkarak nasıl

vardığı merak edilebilir. Platon Peloponez savaşlarının sonunu görmüş

ve Atina’nın Sparta karşısındaki yenilgisinin acısını tatmıştır. Atinalı

soylu bir ailenin çocuğu olan Platon’un ailesinin üyelerinden bazıları

Atina’nın yenilgiyle biten savaş esnasındaki yöneticileri arasındaydılar.

Platon yenilgiyi bilgisiz ve görgüsüz halkın Atina’nın idaresini eline

geçirmiş olmasına, yani demokrasiye bağladığından, gönlündeki idare

bilgili ve görgülülerin gücü ellerinde tuttukları bir dikta rejimiydi. Bu

idareyi sürekli kılmanın yolu da her türlü değişime karşı tedbir almaktı.

Platon’un devleti bu nedenle ne sanata ne de bilime tahammül

edebilirdi. Bu ilk ütopya denemesi, statik bir toplum modelinin

geliştirilmesine yol açmış oluyordu.

Özgürlüğe âşık Yunan ruhu Platon’un ütopyasını uygulama

mevkiine koymadı. Ama Platon’dan öğrencisi Aristo’ya, ondan da tâ

bizlere kötü bir miras kaldı: Bilgi edinmenin amacının kesin, tartışılamaz

bilgi edinmek olması. Aristo epagoge dediği tümevarımın aslında

Sokrates tarafından icat edilmiş bir yöntem olduğunu söyler. Epagoge

kelime anlamı itibarıyla getirmek, katmak, ilâve etmek anlamına gelir.

Epago fiili ise ikna etmek demektir. Aristo epagoge kelimesi ile bir fikri

veya bir tasviri destekleyici verilerin birikmesini kastetmiştir. Aristo tek

tek gözlemlerden (daha doğrusu gözlem raporlarından) genellemeye

gitmenin mantıken mümkün olmayacağını görecek kadar akıllı bir

adamdı. Bu nedenle insan zekâsının belki de idrak kelimesiyle

Page 22: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

22

çevirebileceğimiz nous denilen bir marifetiyle gerçeği yakalayabildiğini

varsaymak zorunda kaldı. Nous Aristo’dan çok önceleri de Yunancada

(meselâ Homeros’ta) akıl, fakat bilhassa idrak anlamında kullanılmıştır.

Bu idrak Aristo’ya göre tek tek hallerden genel kuramlara götürüyordu

aklımızı. Ancak Aristo da, kendisinden yüzyıllar sonra yaşamış büyük

Alman filozofu Kant gibi, nous marifetiyle ve tümevarım yöntemiyle

ulaşılan bilginin kesin bilgi olduğunu sanmıştır. Bu, doğal olarak hocası

Platon’un ve dolayısıyla Sokrates’in etkisiydi. Ama o etki İyonyalıların

tüm bilginin geçerliliğinin geçici olduğunu, her türlü bilginin her an bir

yeni gözlem, bir yeni mantıksal kurgu ile tepetaklak olabileceğini

söyleyen fikirlerinden çok daha etkin olarak yayıldı. Kendini emniyette

hissedebilmek için inanmak eğiliminde olan insanoğlu, kesin bilgi vaat

eden bir ekolü, bilginin her zaman geçici kalmak zorunda olduğunu

söyleyen bir ekole tercih etmişti. Bir diğer deyişle insan, kesin ve elinde

olan yalanı, elde edilebilirliği kuşkulu ve doğruluğu hep şüpheli olacak

bilgiye tercih etmişti.

Bu doğaldır. İnsan yaşamının en temel gıdası, insanın hayatta

kalma savaşının en temel cephanesi, her zaman bilgi olmuştur.

Bazılarının sandığı gibi, bu sırf günümüzün «bilgi çağı» denilen yüksek

kapasiteli depolama, hızlı hesaplama ve iletişim döneminin bir özelliği

değildir. Avcı nasıl avlayacağı hayvanların özelliklerini, avlanacağı

bölgenin coğrafyasını, silâhlarının gücünün sınırlarını bilmek

zorundaysa, çiftçi de tohumu nereden edineceğini, nereye ve ne zaman

ekeceğini, nasıl sulayacağını, hasadın ne zaman yapılması gerektiğini

bilmek zorundadır. Bu bilgiler ilkel toplumlarda genellikle ebeveyn

tarafından çocuğa verilir veya köyün yetişkinleri gençleri eğitir.

Annesine güvenemeyen bir çocuğun yaşamı nasıl zehir olursa, bilgi-

sinden emin olamayan insanın da sürekli uykuları kaçar. Bu nedenle

kesin ve emin bilgi vaat eden her öğreti her zaman insanları cezbetmiştir

- bu vaat yalan olsa bile! Hayatta kalabilmek için bilgiye ihtiyacı

olduğunu bilen insan psikolojisi, evrimsel olarak en iyi bilgiyi edinmeye

plânlanmıştır. İçgüdü kesin bilgiye gitmektir. En sağlam bilgi kaynağı

annedir. Çok özel haller dışında anne çocuğunu aldatmaz. Bu nedenle

çocuk anneyi izler. Eğer Nobel ödüllü hayvan davranışı bilimi uzmanı

Konrad Lorenz’in deneylerindeki gibi sun’i olarak anne yerine başka bir

Page 23: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

23

yaratık (ör. insan) konursa bu sefer yavrular onu izlemeye başlarlar.

Çocuğun anneyle olan bu ilişkisi doğmadan önce başlar ve aklın

bağımsızlığını kazanmasından sonraya kadar sürer. Doğumdan aklın

bağımsız olabilmesine kadar geçen sürede çocuk rasyonel hareket

edemeyeceğine göre, onu anneye bağlayan bir mekanizma gerekir. Bir

içgüdü olan anneye inanmanın bu mekanizma olduğu ve bunun da

gerekli olarak hayatta kalmayı sağlayan «akıl-öncesi» bir durumu temsil

ettiği açıktır. Aklın gelişmesiyle inanç, yerini muhakemeye bırakır.

Meselâ çocuk, alkolik veya madde bağımlısı olan bir annenin

dinlenmemesi gerektiğini öğrenir. Annesine içgüdüsel olarak

inanmaktan vazgeçemeyen, yani ilkel inancın yerine muhakemeyi

koymayı öğrenememiş bir insan, tüm yaşamı boyunca da inanacağı bir

otorite arar. Bunu kimisi tanrı fikrinde, kimisi büyüde, kimisi de bilimde

bulur. Kesin bilginin mümkün olmadığını bile bile mutlu yaşayabilen

insan sayısı tarih boyunca çok minik bir azınlıkla temsil edilmiştir.

İyonya doğa felsefesinin (daha doğrusu doğa bilimlerinin) her

türlü kesin bilgi inancını reddeden felsefî temelleri, Atina’da Sokrates’in

ve özellikle Platon ve Aristo’nun kesin bilgi vaat eden öğretileriyle

hiçbir zaman bağdaşamamıştır. İyonyalıların Herakleitos ve Demokritos

ile doruğuna çıkan düşünce sistemleri ve ona bağlı doğa bilimi

kuramları, Atina’nın tahsilli vatandaşları için bile fazlaydı. Hele

Hellenistik dönemde doğudan tekrar esen dinsel rüzgârlar ve onu

izleyen Roma İmparatorluğu devrinde soyut düşüncede görülen

gerileme, İyonya’nın düşünce sisteminin tamamen ortadan kalkmasına

neden oldu (Lükres gibi büyük bir-iki istisna dışında). Eğitim ve

düşünce basit, sokaktaki adamı mutlu edecek düzeylere düştü.

Platon’un fikirlerinin pek basite indirgenmiş ve sulandırılmış şekilleri,

okumuş seçkinlerin tartışma malzemesini oluşturur oldu. Bilimsel ve

felsefî yazıların yerini onların yüzeysel (ve genellikle yanlış anlaşılmış)

tanıtımlarını içeren ansiklopedik derlemeler aldı.

Page 24: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

24

Orta Çağda Bilim

Hristiyan dünyası. İşte tam bu sırada doğudan esen yeni bir

dinsel rüzgâr son derece ilkel bir Ortadoğu mitolojisinin, bugün

Musevilik olarak bildiğimiz Judaizmin yeni bir yorumunu, bu yorumun

yaratıcısı Beytüllâhimli İsa’nın iki önemli havarisi olan Tarsus’lu Paulus

ve Galileli Petrus marifetiyle Roma’nın içine taşıdı. Bu ilkel mitoloji çok

uzun yıllar Roma içinde bile yalnızca en alt halk sınıflarına ve kölelere

hitap edebildi. Kanımca en iyi analizini hâlâ Edward Gibbon’un Roma

İmparatorluğunun Gerilemesi ve Çöküşü adlı anıtsal eserinde

okuyabileceğimiz nedenlerle18 giderek daha üst sınıflara-özellikle de

kadınlar arasında-yayılan bu mitoloji sonunda Büyük Konstantin’in

siyasal bir kararı ile Roma İmparatorluğu’nun resmî dini oldu. Bu

noktadan sonra daha yaygın olarak ele alınan ve entellektüel olarak

irdelenen bu yeni din, MS. 4. yüzyılın sonlarına doğru Kuzey Afrikalı

Aziz Augustinus’un bilgili ve zeki kafasında Platon’un felsefesinin

öğeleriyle birleştirildi ve sonunda bildiğimiz Hristiyanlık dini oluştu.

Hristiyanlığın temel akideleri ile Sokrates’in (ve dolayısıyla Platon’un)

öğretisi arasında pek az bir fark vardır. Belki de bu yüzden Hristiyanlık

her şeye rağmen eski Yunan medeniyetinin nüfuz etmiş olduğu

Roma’da yayılabilmiştir.19 Ancak Platon’un öğretilerini esas alarak

bunlardan dinî akideler türeten Hristiyanlığın, aynen Platon’un salık

verdiği gibi neredeyse her türlü değişimi de durdurması gerekiyordu.

Dünyanın nasıl yaratıldığı Hristiyanlar için Kutsal Kitap’ın Eski Ahit’ini20

18 Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu içindeki yayılmasını Gibbon beş nedene

bağlamıştı: Gibbon, E., tarihsiz, The Decline and Fail of the Roman Empire, c. 2: Methuen &

Co. Ltd., London, ss. 1-70. (Altı cildi onsekizinci yüzyılın son çeyreği içinde yayımlanmış

olan bu ölümsüz eserin burada atıf yapılan basımı büyük tarihçi John Bury’nin

idaresinde yapılmış olanıdır. Bu yüzyıl başlarında çıkmıştır). 19 Bu konuda bilhassa şu esere bkz. Weil, S., 1998[1957], Intimations of Christianity Among

the Ancient Greeks: Routledge, London, vii+208 pp. Yukarıda 17. Notta tam künyesi

verilmiş olan Izzy Stone’un Sokrates hakkındaki kitabında da bu konuda bilgi vardır.

Bilhassa 60. Sahifeye bkz. 20 Ahit= ahd’dan. Ahd Arapça antlaşma, karar demektir. Burada kastedilen antlaşma

güya Tanrı YHWH ile İsrailoğulları arasında peygamberler kanalıyla varılan

antlaşmadır. Bu antlaşmaya göre İsrailoğulları YHWH’yi tanrı olarak tanıyıp ona ibadet

edecek, YHWH de onları koruyacaktır. YHWH’nin Musa’dan istediği antlaşmanın tam

Page 25: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

25

oluşturan Tevrat’ta mevcuttu. Ne olacağını da İsa haber vermişti ki bu

da Yeni Ahit’i oluşturan İncil (Yunanca Evangelos’dan=iyi haber)

içerisindeki kitaplardaydı. Dünyada her şey Tanrı’nın buyruğu ile ve

insanlar için olduğuna göre bunların detaylı açıklamaları da Eski ve Yeni

Ahit’ten oluşan Kitab-ı Mukaddes’te yani Kutsal Kitap’ta vardı veya

buradan (bilhassa din adamları yardımıyla) türetilebilirdi.

Hristiyanların en son ihtiyaç duyacakları şey putperestlerin bilgileriydi.

Kilise babalarından, teslis (üçlü birlik: Tanrı, oğul, kutsal ruh)

kavramının mucidi, Kuzey Afrika’dan Berberi kökenli Tertullianus 2.

yüzyılda «Atina’nın Kudüs’le ne ilgisi vardır?« diyerek aklınca eski Yu-

nan bilgisini küçümsememiş miydi?

Bu şekilde geliştirilen Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu içinde

yaşayan herkes tarafından hayranlıkla karşılandığı sanılmamalıdır. Tâ

ilk başlarda Celsus ve Porphyrius gibi yazarlar Hristiyan öğretisinin

felsefi açıdan düzeysiz ve basit olduğunu, kendi içinde tutarsızlıklar

bulunduğunu gösterdiler.21 Ama İmparatorluğun giderek boşalan

hazinesi, her yıl daha kötüleşen eğitimi ve hele beşinci yüzyıldan sonra

sınırlarından içeri akan barbar kavimlerin bir türlü durdurulamaması,

sonunda eski ve muhteşem Roma’yı bir cahiller topluluğu haline getirdi.

Hristiyanlık bu iç karartıcı ve zavallı ortam içinde yayıldı ve yalnız

gönüllere değil, akıllara da hakim oldu. Sonunda neredeyse beşinci

metni şudur: «Ben YHWH sizin tanrınızım, sizi Mısır’dan çıkaran, kölelikten kurtaran.

Benden başka tanrınız olmayacak. Kendinize başka tanrı yapmayacaksınız veya

yukarıda göklerde, veya aşağıda yerde, veya yerin altındaki suda bulunan hiçbir şeyin

temsilini yapmayacaksınız; onların önünde eğilmeyecek, onlara hizmet etmeyeceksiniz,

çünkü ben YHWH, sizin tanrınız, kıskanç bir tanrıyım, benden nefret edenlerin üçüncü

ve dördüncü neslinden olan çocukların babalarına fenalık yaparım, benim emirlerimi

dinleyen binlere ise sevecen iyilikler yaparım» (Tevrat, Çıkış, 21[1-6]). Tevrat, bu

antlaşmaların bir tarihçesi ve içeriğidir. Kur’an’daki Allah’a (Allah, Arapça ilâhtan, tanrı;

İbranice El, çoğulu Elohim) inanma ve ibadet ısrarının kökeni de Tevrat’ın bu ahd

temelidir. İncil ise, ona Yeni Ahit dense de, yeni bir ahddan ziyade İsa’nın inananlara

müjdelerinden ibarettir ki onun için Yunanca olarak kaleme alınan bu kitaba Evangelos

(=iyi haber) denmiştir. 21 Ör. bkz. Hoffmann, R. J. (çeviren ve açıklayan) 1994, Porphyry’s Against the Christians—

The Literary Remains: Oxford University Press, Oxford, 181 ss.

Page 26: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

26

yüzyıldan onbirinci yüzyıla kadar uzanan altı yüzyıllık korkunç bir

Karanlık Çağ başladı Avrupa’da. Ortadoğu’dan gelen çok eski bir

mitolojinin yarım yamalak hazmedilmiş platonik felsefe ile

evlendirilmesi sonucu ortaya çıkan eleştiriye tahammülsüz bir öğreti her

sorunun cevabını bilmek iddiasındaydı. Bu iddia nedeniyle, Aristo’ya

kadar hızla gelen gelişme, bilhassa MS 3. yüzyılda duraladı, beşinci

yüzyıldan onbirinci yüzyıla kadar da hızla geri gitti.

Bahsi geçen yüzyıllar Avrupa tarihinin en acılı, en yoksul, en

kanlı yüzyıllarıdır. Bir yanda okuma-yazma bilmeyen derebeylerin,

kralların, hattâ imparatorların (Kutsal Roma İmparatorluğu’nun

kurucusu olan Şarlman ümmiydi!) çekişmesi, diğer yanda cahil

papazların halk üzerinde oluşturdukları korku baskısı, sel, deprem,

hastalık gibi olaylar karşısında insanın özgüvenini daha da aşındıran

yakarma dualarından başka hiçbir şey yapılamayacağı inancı,

muhteşem Roma’nın vârisi Avrupa’yı neredeyse taş devri düzeyine

itelemişti. Roma hafızalarda yalnızca diliyle kalabilmiş, eski Yunan ise

tamamen tarihin karanlıklarına gömülerek belleklerden silinmişti.

Gerçi Batı ve Orta Avrupa’nın (yani Tertulilanus’un fikir

babalığını yaptığı Latin Hristiyanlığının) mahkûm olduğu bu inanılması

güç cehalet ve zavallılık bataklığı Doğu Avrupa, daha doğrusu Roma

İmparatorluğu’nun ayakta kalabilen doğu yarısı tarafından tamamen

paylaşılmıyordu. Doğu’da hâlâ bir imparator ve hâlâ bir saray vardı.

Entellektüel yaşam, hele Jüstinyen’in putperest kültürün son

kalıntılarından olan Atina’daki Akademi’yi kapatmasıyla çok alt

düzeylere kaymıştı, ama gene de batıdaki kadar ayağa düşmemişti. En

azından doğuda kütüphaneler, içindeki kitaplarıyla henüz ayaktaydılar.

Müslüman dünyası. Sekizinci yüzyıldan itibaren şahlanan

Müslümanlık dokuzuncu yüzyılda bilhassa Halife Al-Ma’mun’un Beyt-

ül Hikma adı verilen Bağdat Akademisi’ni kurmasıyla birdenbire

uygarlığın yeni taşıyıcısı rolünü üstlendi. Müslüman ülkelerin

uygarlığın gelişmesindeki rolü yakın zamana kadar yalnızca Yunan

eserlerini Arapçaya çevirerek bunların saklanmasını temin etmekten

ibaret gibi gösterilirdi. Bu çok yanlış bir değerlendirmedir. Örneğin,

Halife Al-Ma’mun zamanında yapılan ve ülkemizin yetiştirdiği en

Page 27: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

27

büyük bilim adamlarından biri olan Prof. Dr. Fuat Sezgin tarafından

«Ma’mun Haritası» diye adlandırılan haritanın Al-Hvarizmi’nin Kitab

Surat al-Ard adlı eserindeki koordinatlar ve Ibn Fadlallah al-Umarî’nin,

enfes bir el yazması Topkapı Sarayı kütüphanesinde bulunan, Masalik al

Abşar ve Memalik al Afşar adlı büyük ansiklopedisinde gene, Fuat Bey

tarafından keşfedilmiş olan, bir dünya haritası yardımıyla yapılabilen

restorasyonu, Müslüman coğrafyacıların Batlamyüs’ün (yani MS 2.

yüzyılda İskenderiye’de yaşamış büyük Yunanlı astronom ve coğrafyacı

Klaudios Ptolemaios) ne kadar ilerisine geçmiş olduklarını

göstermektedir. En etkileyici olan ise, Halifenin o zamanlar yeni tercüme

edilmiş olan Batlamyüs haritasının bir revizyonunu emretmesinin

hemen akabinde Müslüman coğrafyacıların hemen bir defa Musul

civarında, bir defa da Şam düzlüğünde bir meridiyen yayının uzunlu-

ğunu ölçmüş olmalarıdır. Halife al-Ma’mun’un Bizans’a karşı bir

seferine iştirak eden matematikçi ve astronom Sind bin Ali bu ölçümlere

katılmıştı. Sefer esnasında, Sind bin Ali ekvator üzerinde bir derecenin

uzunluğu bir defa daha yüksek bir tepeden (Antakya ilimizdeki

Cebeliakra = Mt. Cassius) ufuktaki güneş kursunun depresyonunun

gözlenmesi yöntemiyle ölçtü.22 Bu mükerrer ölçümlerin nedeni,

Batlamyüs’ün Posidonius’tan aldığı dünya çevresi uzunluğunun

Müslüman coğrafyacılar tarafından yanlış olduğunun tahmin

edilmesidir. Gerçekten de Şam, Musul ve Cebeliakra’da yapılan ölç-

meler bu tahminin doğru olduğunu göstermiş, buralarda Eratostenes’in

ilk hesabına yakın rakamlar elde edilmiştir. Müslüman coğrafyacılar,

denizcilerin ve tüccarların tecrübelerine dayanarak Hint Okyanusu’nun

Batlamyüs’ün sandığı gibi kapalı bir deniz olmadığını da biliyorlardı.

Tüm bu düzeltmeleri, ayrıca Güney Asya’da dolaşan kervanların

getirdiği bilgileri haritalarına işleyen Müslümanlar MS 833 yılı civarında

Eski Dünya’nın bugünküne epey benzeyen bir haritasını üretmeye

muvaffak olmuşlardı.

Tabii Müslümanların başarıları sırf coğrafya ile sınırlı

kalmamıştı. Denebilir ki jeoloji hariç tüm doğa bilimi dallarında

22 Sezgin, F., 1978, Geschichte des Arabischen Schrifttums, c. VI (Astronomie): Brill, Leiden,

s. 138.

Page 28: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

28

öğretmenleri olan Yunanlıları fersah fersah geçtiler. Teknolojide

başardıkları ise bugün bile bizleri hayretler içinde bırakmaktadır. Enfes

ve karmaşık su saatleri, sayısız otomatik savaş aletleri, değirmenler,

hatta bugünkü fotoğraf makinasının atası olan camera lucida bile icat

ettikleri aletler arasındaydı.23

Sonra? Sonra Müslümanların başına da Yunanlıların başına gelen

geldi! Akıl, vahiy karşısında ikinci dereceye itildi. Din, bilimin önüne

geçti. Ancak Yunanlıların başına gelen, önce giderek cahilleşen bir

Roma’nın Yunan bilimini artık anlayamaz hale gelmesi, daha sonra da

kuzeyden Roma içlerine akan barbarların sonunda devlet ve cemiyet

yönetimine hakim olmalarıydı. Hristiyanlık bu cahillerin egemenliği

sayesinde taht kurdu, cahillerin çocukları cehaletten kurtulunca da

gücünü giderek kaybetti. İslam tarihinde dinin bilimin önüne sıçrayarak

bilimin gelişmesine engel olmasının ise batıdakinden tamamen farklı bir

nedeni vardır. İslamda bilimi öldüren cahil yobazlar değil, tam tersine

son derece iyi yetişmiş ve fevkalade zeki felsefecilerdir.

İslamda ve bilhassa Sünni geleneğinde bilim karşıtı hareketin

genellikle Abu’l Hasan al-Aşari ile başladığı iddia edilir. Al-Aşari, İslam

doğa bilimlerinin büyük bir sıçrama yaptığı dokuzuncu yüzyılda

yaşadı.24 Al-Aşari’nin felsefesinin en temel fikri, nedenselliğin tanrıdan

23 Tüm bu âletlerin reprodüksiyonları, Frankfurt am Main’deki Johann Wolfgang von

Goethe Üniversitesi’nin Arap-İslâm Bilimleri Tarihi Enstitüsü içerisinde (Beethoven

sokağı 89) Prof. Dr. Fuat Sezgin tarafından kurulmuş olan muhteşem müzede

sergilenmektedir. Enstitü ayrıca çok zengin bir kütüphaneye de sahiptir. Bu müzenin

çok güzel resimlendirilmiş, geniş açıklamalarla zenginleştirilmiş izahlı bir kataloğu

Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) ve Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından

basılmıştır. Bu kataloğun ilk cildi Fuat Sezgin’in kaleme aldığı çok etraflı bir İslâm bilim

tarihidir: İslâm’da Bilim ve Teknik: Türkiye Bilimler Akademisi ve T.C. Kültür ve Turizm

Bakanlığı Ortak Yayını, Ankara: c. I Fuat Sezgin, Arap-İslâm Bilimleri Tarihine Giriş,

xvi+[ii]+213 ss; c. II Fuat Sezgin ve Eckhard Neubauer, Astronomi, 226 ss; c. III Fuat

Sezgin ve Eckhard Neubauer, Coğrafya, Denizcilik, Saatler, Geometri, Optik, 213 ss; c. IV

Fuat Sezgin ve Eckhard Neubauer, Tıp, Kimya, Mineraller, 236 ss; c. V Fuat Sezgin ve

Eckhard Neubauer, Fizik, Mimari, Savaş Tekniği, Antik Objeler, 228 ss. Orta Çağ bilim

tarihi ile ilgili herkesin bu eserleri okuması şarttır. 24 Al-Aşari’nin yaşamı ve öğretisi için bkz. Ritter, H., 1964, Eş’ari: İslâm Ansiklopedisi, c. 4,

Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, ss. 390-392.

Page 29: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

29

bağımsız olarak savunulamayacağı idi. Bu tasavvurda kâinat her parçası

bir diğerine bağlı olarak çalışan muazzam bir makina olarak değil, her

bir atomu tanrı tarafından ayrı ayrı yönetilen birbirinden temelde

bağımsız parçacıklardan oluşan devasa bir yığın olarak görülüyordu.

İslam uygarlık ve bilim tarihçisi Seyyed Hossein Nasr, daha sonra batıda

Leibniz’in monadoloji felsefesinde karşımıza çıkacak olan bu yorumun

Arap düşüncesinin karakteristik olarak dünyayı tek bir süreklilik değil,

pek çok süreksizlik olarak tasavvur etmesinden kaynaklandığını

söylüyor. Bu belki de çölde vahadan vahaya koşarak yaşamanın verdiği

ruhsal bir eğilimdir.

Al-Aşari felsefesinin-belki de tüm İslâm felsefesinin-doruk

noktası onbirinci yüzyılın büyük düşünürü Abu Hamid Muhammed

al-Gazzâli’dir.25 Sonuçlarına katılmadığım halde, Al-Gazzâli’nin

yazılarını zekâsına, bilgisine ve ifâde gücüne hayran olmadan hiçbir

zaman okuyamamışımdır. Al-Gazzâli’nin, bir pamuk parçasının ateş

tarafından yakılmasının nedensellik açısından yaptığı felsefi analizi,

bugüne kadar okuduğum en etkileyici felsefi irdelemedir. Al-Gazzâli,

aynen Platon gibi, herkesin gözü önünde cereyan eden bir olayı alıp,

herkesin o olayda göremediğini ortaya çıkararak müthiş bir ikna

gücüyle gözler önüne sermektedir. Ateş, pamuğu yakmaktadır: Öyle

mi? Fakat ateş kendi kendine herhangi bir iş yapamayan «ölü» bir amil-

dir. İş yapabilmesi için bizim onu yakmamız, pamuğun yanına

getirmemiz gerekmektedir. Ondan sonra gördüğümüz, ateşin yanarken

pamuğun da yanmaya başladığıdır. Burada aynı anda olan iki olayı

gördüğümüz gerçektir. Fakat bu, ateşin yanmaya «neden» olduğunu

gösterebilir mi? Her seferinde ateşe değen pamuğun yanmaya

başladığını gören bizlere bu mantık komik gelebilir. Ama hayatında

ateşin pamuğu-veya herhangi bir şeyi-yaktığını hiç görmemiş bir

gözlemciye de acaba al-Gazzâli’nin mantığı aynı derecede komik gelir

mi? Yan yana park etmiş iki otomobil düşünün: İkisinin de sürücüsü

çeyrek dakika farkla gelerek arabalarına binsinler, kontağı açsınlar ve

25 Al-Gazzali için bkz. Kufralı, K., 1964, Gazzâlî: İslâm Ansiklopedisi, c. 4, Millî Eğitim

Basımevi, İstanbul, ss. 748-760.

Page 30: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

30

gene çeyrek dakika farkla park yerlerini terkederek uzaklaşsınlar. Bunu

gören birisi diyebilir mi ki, önce gelen sürücü, sonra gelen sürücünün

gelişinin, arabasını çalıştırmasının ve gitmesinin nedeniydi? Tabii ki

hayır! Peki o zaman nedenselliği nasıl bilebileceğiz? Al-Aşari’yi izleyen

al-Gazzâli, nedenselliğin felsefi olarak temellendirilemeyeceğini, bu

nedenle de evreni akılla izah etmenin mümkün olamayacağını

söylüyordu. Kendisine nedenselliğin izahının güçlüğü konusunda

katılabiliriz. Ama buradan çıkardığı, «akıl ile olmuyorsa, o zaman

vahiyin temel alınmalıdır» fikrine katılmak, vahiyin de

temellendirilmesinin mümkün olmaması dolayısıyla imkânsızdır.

Al-Gazzâli’ye Avrupa’da Averroes adı altında bilinen Kadiz

Kadısı İbn Rüşt’ün verdiği meşhur cevap da ne yazık ki tatmin edici

değildir. Felsefi açıdan onbirinci yüzyılda İslâm âleminin batısı,

doğusunun ardında kalmıştı. Ancak al-Gazzâli’nin tartışmaya sürdüğü

problemin, felsefenin belki de en zor problemi olduğu ve içinde

bulunduğumuz yüzyıla kadar da tatmin edici bir çözüme

kavuşamadığını vurgulamak gerekir. İbn Rüşt al-Gazzâli’ye cevaben

aklın (daha doğrusu «idrakin») nedeni bulacağını iddia etmekten ileriye

bir şey söyleyememiştir ki, bu tamamen Aristo’nun iddiasıdır («nous»).

Halbuki al-Gazzâli’nin tezine karşı iki değişik tez ileri sürülebilirdi:

Birincisi, al-Gazzâli’nin iddiasının da problemi çözmediğine, sadece

çözümü varlığını asla kesin bilemeyeceğimiz hayâlî bir tanrının sırtına

attığına işaret etmekti. Eğer herşeye kadir bir tanrı yoksa, problem de

çözülmemiş olarak kalmış oluyordu. Yok eğer bir tanrı varsa ve bu tanrı

doğayı onu yöneten yasalarla birlikte yaratmışsa, bu yasaları bulmaya

çalışmak, nedenselliği o yasalar çerçevesinde irdelemek gerekiyordu.

Tanrı insana akıl ve idrak kabiliyeti verdiğine göre, herhalde bunların

bir yerde faydalı olması gerektiğini düşünmüş olmalıydı. Aklın tanrının

büyüklüğünü ve eserinin ihtişamını idrak ve takdir etmekten daha yüce

ne gibi bir görevi olabilirdi? Bu da al-Gazzâli’ye karşı öne sürülebilecek

ikinci tez olarak düşünülebilirdi.

Ancak bu iki tez de ileri sürülmedi -en azından açıkça ortalığa

çıkmadı- İslam kültür çevresinde. Al-Gazzâli’nin çağdaşı ve hiç

kuşkusuz İslam dünyasının çıkarabildiği en büyük dâhilerden olan

Page 31: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

31

matematikçi ve astronom Ömer Hayyam’ın aklından yukarıda dile

getirdiğim her iki tezin de geçmiş olduğunu rubailerinden tahmin

edebiliyoruz. Harold Lamb, Hayyam’ın yaşamını konu edinen

romanında O’nunla al-Gazzâli’yi karşılaştırır ve tartıştırır.26

Fakat İslâm âlemi ve bilhassa Sünni toplum Hayyam’ın değil, al-

Gazzâli’nin peşinden gitti—aynı Yunan toplumunun Sokrates öncesi

doğa filozoflarının değil, Sokratesçilerin peşinden gitmeği tercih ettiği

gibi. Onüçüncü yüzyıla gelindiğinde İslam dünyasının da bu nedenle

doğa bilimlerinde barutu tükenmişti. Halbuki bir yüzyıl önce gerek

İspanya’da, gerek bir dönem Müslüman dünyasının bir parçası olan

Sicilya’da ve gerekse de hem İstanbul’da hem de Trabzon’da hummalı

bir tercüme faaliyeti başlamıştı. Arapların koruduğu ve tercüme ettikleri

eski Yunan eserleri harıl harıl Lâtinceye veya tekrar Yunancaya

çevriliyordu. Onbirinci yüzyılda batıda, kilisenin din dışı öğrenime daha

hoşgörülü bakmasıyla başlayan bir değişim, önce kilisenin kendine çeki

düzen vermesi ve sonra da kuzey İtalya’daki Milano gibi Lombard

şehirlerinin doğuyla yapılan ticaret sonucu zenginleşmeye başlamaları,

Avrupa’da en azından belirli merkezlerde eski Yunan bilgilerine karşı

bir merak ve istek uyandırdı.

Rönesans (=Yeniden Doğuş) ve Batıda Bilimin Yükselişi

Bu istek sonunda nereye varırdı? Avrupa da Araplar gibi önce

bir silkinip sonra gene dinsel dogmanın pençesine düşer miydi? Bu tabii

ki bilinemez, ama bir olay Avrupa’nın serbest eleştirel düşünceye

konulan tüm sınırlamaları kaldırıp atmasına neden oldu: Kristof

Kolomb adlı Cenovalı bir denizci Kutsal Kitap’ı değil Batlamyüs’ü

izleyerek Yunanlıların Okeanos, Arapların da Karanlık Deniz (Bahr-el 26 Lamb, H., 1936, Omar Khayyam—A Life: Doubleday, Doran & Co., Garden City, 316 ss.

Bu güzel ve öğretici roman Suat Kaya tarafından 2001’de Yıldızların Efendisi Hayyam

başlığı ile Türkçe’ye çevrildi (Yurt Yayınları, İstanbul, 336 ss.). Hayyam - al-Gazzali

karşılaşmasının tarihsel belgeleri için bkz. Ali Dashti, 1971, In Search of Omar Khayyam:

George Ailen & Unvrin, London, 276 ss. (translated by L. P. Elwell-Sutton). Ali

Dashti’nin kitabı Hayyam ile al-Gazzali arasındaki temel farkları tartışırken İslâm kültür

çevresinde otoriteye bağlı olmayan ve olan akılların da çok güzel portrelerini

çizmektedir (bilhassa ss. 91 ve sonrası).

Page 32: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

32

Muzlim) dedikleri Atlas Okyanusu’nu aştı, karşı tarafta kimsenin daha

önce haberdar olmadığı bir dünya buldu. Bulunan dünyanın ne

insanları, ne hayvanları, ne de bitkileri kutsal kitapların bildirdikleri

arasında vardı. Bu durum doğal olarak Avrupalı ilahiyatçılar için

çözülmesi güç bir problem oluşturdu. Bazıları, yeni bulunan insanların

gerçekten insan olup olmadığını bile sorgulamaya kalktılar. Bu şüphe,

Orta Amerika’da yapılan akıl almaz katliamların, insanların doğranıp

kızartılmasının, çengellere asılmasının ve Peder Bartolomeos de las

Casas’ın veya Alvar Nuñez Cabeza de Vaca’nın kitaplarında yazı ve re-

simlerle anlatılan tasviri bile güç daha nice vahşetin kısmen nedeni,

kısmen de özrü olarak ileri sürülmüştür. Cabeza de Vaca İspanya

Kralı’na sunduğu kitabında, bugünkü Texas’ın güneyini oluşturan

Galveston plajlarında parçalanan gemisinden kurtulup Kaliforniya’ya

kadar yaya olarak yapmak zorunda kaldığı yolculuğunda, buralarda

oturan çok çeşitli yerli kabileleriyle karşılaştığını, onların da Avrupalılar

kadar insan olduklarını ve onlarla aynı haklara sahip olmaları

gerektiğini ileri sürerek insan hakları konusunda en eski eserlerden

birini ortaya koydu27.

Kristof Kolomb’dan yalnızca altı yıl sonra Portekizli Vasco de

Gama’nın deniz yoluyla Hindistan’da Kalikut’a ulaşması, 1522’de

Magellan’ın ekibinin Juan Sebastian Elcano yönetiminde dünyanın

çevresini dolanarak gezegenin küre şeklini bir başka yöntemle

belgelemesi, Avrupa insanına o zamana kadar hiçbir insan grubuna

nasip olmayan bir kendine güven hissi verdi. Gerçi Kolomb’dan yetmiş-

seksen sene önce Çinli hadım Müslüman amiral Zang He, okyanus aşırı

geziler için planlanmış dev gemilerle, Çin’den Afrika ve Arabistan

kıyılarına yedi kez sefer düzenlemiş, buralarla Çin arasındaki ticareti ve

27 De Las Casas’ın kitabının bir İngilizce tercümesi için bkz. De Las Casas, B., 1532[1992],

A Short Account of the Destruction of the Indies: Penguin Classics, London, xliii+143 ss

(çeviren Nigel Griffin, girişi yazan Anthony Pagden); Cabeza de Vaca için bkz. Pupo-

Walker, E. ve López-Morillas, F. M., 1993, Castaways—The Narrative of Alvar Nuñez

Cabeza de Vaca: University of California Press, Berkeley, xxx+158 ss. Cabeza de Vaca,

maceraları ve idealleri hakkında enfes bir eser Maja Rodman (Wojciechowska)

tarafından yazılmış ve 1965 yılında Atheneum, New York tarafından basılmış olan

Odyssey of Courage adlı eserdir. Bunu bilhassa tüm okuyucularıma tavsiye ederim.

Page 33: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

33

bilgi alış-verişini arttırmayı amaçlamıştı. Zang He’nin Kolomb’un en

büyük gemisi olan Santa Maria’dan en az on kat büyük olan

vasıtalarıyla o zaman Atlas Okyanusu’nu, hattâ Pasifik’i geçmek işten

bile değildi. Ama Çinliler bu işe kalkışmadılar. Zang He’nin yedinci

seyahatinden sonra Konfüçyüs âlimleri, imparatora bu tür gezilerin

Çin’in zararına olduğunu söyleyerek, Çin dışına seyahat yapmanın

günah olacağını iddia ettiler. Dolayısıyla Çin’de de son derece ümit

verici bir başlangıç, tutucu dogmanın pençesinde can veren bir

teşebbüse döndü.28 Çin kabuğuna hapsoldu. Tâ ki batılı «şeytanların»

savaş gemileri altı yüzyıl sonra gelip kabuğunu ve onunla birlikte

bağımsızlığını parçalayana kadar. Amiral Perry’nin savaş gemileri

Japonlara da aynı şeyi yapmamışlar mıydı?

Büyük coğrafî keşifler Avrupa’yı bir daha uyumamak üzere

uyandırmışlardı. Öğrenmeyi bilene dışarıda bilgi, bilginin peşinde de

zenginlik, güç ve mutluluk vardı. Fakat Büyük coğrafi keşifler insanların

gözlerini sırf Avrupa dışındaki kara parçaları ve okyanuslar için

açmadılar. İtalya’da Galileo Galilei bir Hollandalının keşfettiği teleskobu

geliştirerek bakışlarını tüm güneş sistemine çevirdi. Jüpiter’in etrafında

28 Duyvendak, J. J. L., 1939, The true dates of the Chinese maritime expeditions of the

early fiftenth century: T’oung Pao, c. 34, sayı 5, ss. 341-412; Levathes, L., 1994, When China

Ruled the Seas. The Treasure Fleet of the Dragon Throne 1405-1433: Simon & Schuster, New

York, 252 ss; Kristof, N. D., 1999, 1492: The Prequel: The New York Times Magazine, June 6

1999/Section 6, ss. 81-86 (bu makalede Zhang He’nin gemilerinin güzel bir resmi ve

bunun Kristof Kolomb’un Santa Maria’sıyla bir karşılaştırması vardır) Information

Office of the People’s Government of Fujian Province, tarihsiz, Zheng He’s Voyages

Down the Western Seas: China Intercontinental Press, 109 ss.+ 1 katlanır renkli harita.

Zhang He’nin filosunun bütün dünyayı haritaladığını idida eden eski denizaltı subayı

Gavin Menzies’in 1421 The Year China Discovered the World (2002, Bantam Books,

London, 649 ss.) adlı eserinin tezi ise bir fanteziden ibarettir. Güya Zhang He ve

adamlarının yaptığı iddia edilen bir harita ise büyük bir ihtimalle günümüzün bir

sahtekârlık eseridir. Bu konuda bkz. Kolonko, P., 2006, Haben die Chinesen Amerika

entdeckt? Frankfurter Allgemeine, Dienstag 17. Januar 2006, Nr 14, s. 9; Tomasovsky, D.,

2006, 1418,1421? Ein Chinese als Entdecker Amerikas? Die Presse (Viyana), 18 Jänner

2006, s. 28.

Page 34: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

34

dolanan küçük uydular Polonyalı Kopernik’in dediğini doğruluyordu29.

Herşey dünyanın etrafında dönmüyordu. Dünya ile beraber tüm

gezegenler ve aylar binlerce yıl önce ilk Pitagorcuların, daha sonra

Sakızlı Aristarkhos’un ve nihayet Kopernik’in dediği gibi güneşin

çevresinde dönüyorlardı. Ne Peygamber Yeşu’nun emri üzerine güneşin

Gibeon ve ayın Ayyalon Deresi üzerinde durmuş olması (Tevrat, Yeşu,

10. 12) ne de 93 numaralı mezmurun dile getirdiği gibi dünyanın

hareket ettirilemeyeceği mümkün olabilirdi. Kutsal kitaplar,

dünyamızın coğrafyasını doğru olarak yansıtmadıkları gibi kâinat

hakkındaki hakikati de dile getirmiyorlardı. Bu durumda insana kalan

tek yapacak şey, kendi aklının kılavuzluğunu kabullenmek oluyordu.

Kopernik, Galileo ve Kepler’den geçen yol nihayet Newton ile bir

ilk doruğa ulaştı. Newton ve Leibniz’in diferansiyel ve integral hesabı

icat etmeleri, sürekli değişen değişkenlerin matematiğini, o da doğanın

çok daha gerçeğe yakın bir tasvirini mümkün kıldı. O kadar ki

Newton’un kanunları ve bunlar marifetiyle yalnız göklerin değil fakat,

aynı yasalarla dünya üzerinde olanların da izahı tâ Aristo’dan beri gelen

yerle göğün ayrılığını ve -en azından bazılarının gözünde olan- göklerin

tanrısallığını ortadan kaldırdı. Ağaçtan elmanın düşmesini idare eden

yasa, Jüpiter’in güneş etrafındaki dönüşünü de yönetiyordu30.

Newton’un zaferi o denli kapsamlı ve o derece mükemmel görünüyordu

ki Alexander Pope;

«Doğa ve doğanın sırları gecede saklıydı, Tanrı ‘Newton olsun!’

dedi ve herşey aydınlandı.» demekten kendini alamamıştı.

29 Kopernik’in De Revolutionibus Orbium Cœlestum (1543) adlı eserinin Türkçe kısmî bir

tercümesi yakında yapılmıştır: Copernicus, N., 2002, Gökcisimlerinin Dönüşleri Üzerine,

çeviren Saffet Babür: Kâzım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi, Yapı Kredi Yayınları,

İstanbul, 49 ss. Galile’nin meşhur kitabının da Türkçe bir tercümesi vardır: Galilei, G.,

2008, İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog, çeviren Reşit Aşçıoğlu: Hasan Âli Yücel

Klasikler Dizisi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, xxv+635 ss. 30 Newton’un Lâtince olarak kaleme alınmış olan Principia’sının güzel bir İngilizce

tercümesi ve bu önemli esere yararlı bir kılavuz için bkz. Newton, I., 1999, The

Principia—Mathematical Principles of Natural Philosophy, A New Translation by I. Bernard

Cohen and Anne Whitman assisted by Julia Budenz, preceded by A Guide to Newton’s

Principia by I. Bernard Cohen: University of California Press, Berkeley, xvii+966 ss.

Page 35: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

35

16. ve 17. yüzyılda bilimin katettiği bu inanılmaz mesafe tabii

dinsel düşünce veya inancı öldürmedi Avrupa’da. Belki Giardano Bruno

gibiler hariç, tüm bu büyük sıçramaların mümessilleri aynı zamanda

içten inançlı insanlardı. Newton, kutsal kitaplardaki tarihleri eleştirel bir

gözle birbirine ekleyerek oluşturduğu Kronoloji’yi fizik ve matematikteki

eserlerinden daha önemli görüyordu. Batıl inançlar da ortalıkta

geziniyordu. Kepler astrolog (yani yıldız falcısı), Bruno büyücüydü.

Fakat tüm bu zihinsel faaliyetler bilimden soyutlanmışlardı. Kilise

Galileo’dan yediği tokattan sonra-onu mahkûm etmiş olmasına rağmen-

bir türlü toparlanamadı ve bilimin karşısına asla Orta Çağdaki cür’et ve

kendine itimadla çıkamadı.

Descartes’ın dine bakışı belki de bu dönemin havası hakkında bir

fikir verebilir. İşe herşeyden şüphe ederek başlayan Descartes

«düşünüyorum, öyleyse varım» formülü ile kendi varlığını kendince

ispat ettikten sonra, çevresinin, çevreden hareketle de tanrının varlığına

kanaat getirmişti (bu çıkarımın mantıkî bir non sequitur olduğunu

söylemeden edemeyeceğim). Ancak kâinatı yöneten yasalar da

ortadaydı. O zaman tanrının işi neydi? Descartes tanrıyı bir saatçiye

benzetiyordu. Mükemmel bir saati yapıp kurduktan sonra artık saatçi

saatle ilgilenmeye ihtiyaç duymazdı. Tanrı da mükemmel bir kâinat

yarattıktan sonra bu kâinatın işlerine karışmak ihtiyacını duymamalıydı.

İnsanın görevi tanrıya inancı sürdürürken, bu kâinatın yasalarını

öğrenip ona göre yaşamaktı. Bu, kuşkusuz tanrıyı da mutlu edecek bir

hareket olurdu.

Kâinatın yasalarını öğrenmek için ise gözlem ilk ve tek yöntemdi.

Francis Bacon, eski Yunan’ın akla fazla güvendiği için bir sürü zırva fikir

ürettiğini iddia ediyor, gerçeğe yalnız ve yalnız görerek varılabileceğini

söylüyordu31. Bacon’un görüşleri o denli etkili oldu ki, Newton bile

«hypothesis non fingo» (varsayım yapmıyorum) demek ihtiyacını

duydu. Tanrı kuşkusuz insanları aldatmazdı. Onun bize verdiği

duyular, Onun eserini anlamamız için verilmişti. Bakarak, görerek,

31 Bacon’un eserinin kolay ulaşılabilir bir İngilizce tercümesi için bkz. Bacon, F. (Lord

Verulam), 1620[1900], Advancement of Learning and Novum Organum, revised edition:

Wiley Book Co., New York, xii+[i]+476 ss.

Page 36: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

36

duyarak, koklayarak, tadarak, dokunarak, doğayı öğrenebilmek

olasıydı. Newton’un inanılmaz zaferi bunun en muhteşem isbatı değil

miydi?

«Muhteşem yüzyıl» bu zafer nâralarıyla kapandı ve onu izleyen

«akıl çağında» oradan buradan çatlak sesler yükselmeye başladı.

İskoçyalı David Hume 1739’da yayımladığı «İnsan Doğası Üzerine Bir

İnceleme» adlı devrimsel eserinde tek tek olaylardan geleceği de

kapsayan genellemeler yapmanın mantıksal olarak mümkün olmadığını

hatırlattı32. Örneğin üç beyaz kuğu gören bir adamın tüm kuğuların

beyaz olduğunu iddia etmesi için hiçbir neden olamazdı. Aynı şey

binlerce beyaz kuğu gören için de geçerliydi, çünkü günün birinde

beyaz olmayan bir kuğunun görülebilmesini olanaksız kılan hiçbir yasa

bilinmemekteydi. Gerçekten de Avustralya keşfedildikten sonra orada

siyah kuğular bulunmamış mıydı? Hume’un bu gözlemi, bir anda tüm

kuramsal bilgiyi olanaksız hale getiriyordu. Fakat Newton’a ne

demeliydi? Newton kuramsal bir gerçeği yakalamamış mıydı?

Bu açmaz, büyük Alman Filozofu Immanuel Kant’ı son derece

rahatsız etmişti. Kant en meşhur eseri olan Saf Aklın Eleştirisi’ni (1. baskı

1781, daha önemli olan 2. baskı 1787) tamamen bu problemin çözümüne

adadı - ve problemi çözemedi! Kant’ın vardığı sonuç insan aklının bazı

bilgileri «önceden» (à priori) bildiği idi. Örneğin matematik ve geometri

bu «önceden» bildiğimiz gerçekler arasındaydı. Kant bunlar olmadan,

Hume’un bilginin önüne dayadığı engelin aşılamayacağını görmüştü.

Ancak kendisinin sonucu Aristo’nun nous’undan pek de farklı değildi.

Hume’un çağdaşı Bernard de Fontenelle doğrunun ancak

yanlışların ayıklanarak bulunabileceği fikrini ilk ortaya atanlardan

biridir.33 18. yüzyılın son on yılı içinde yayımlanan ve Hume’un dostu

James Hutton tarafından kaleme alınan üç dev ciltlik Bilginin Prensipleri

32 Hume’un eseri için bkz. Hume, D., 1777[1902], Enquiries concerning Human

Understanding and concerning the Principles of Morals, edited by L. A. Selby-Bigge, 2nd

edition: Clarendon Press, Oxford, xl+371 ss. 33 Bury, J., 1932[1960], The Idea of Progress—An lnquiry into its Origin and Growth: Dover

Publications, New York, s. 104.

Page 37: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

37

adlı eser, Fontenelle’inkilere çok benzeyen fikirler içeriyordu.34 Ulusların

Zenginliği adlı eseriyle modern ekonominin babası unvanına hak

kazanan ve hem Hume’un hem de Hutton’un yakın arkadaşı olan Adam

Smith’in bilgi teorisi hakkındaki görüşleri de aynı yöndeydi.35

Aydınlanmanın çöküşü ve romantizmin yükselişi, 19. yüzyılda

eleştiriden ziyade gözleme önem verilmesine yol açtı. Bu yüzyılda jeoloji

ve biyoloji gibi doğa bilimlerinin muazzam gelişmesi, gözleme verilen

bu önemin sonucudur. Ama aynı tutum, bilimin Newton’un çizdiği

çizgiden pek de ayrılamamasına neden oldu. Ancak yüzyılın sonlarına

doğru fizikte bir krizin ilk belirtileri ortaya çıktı. Gerçi şimdiden geçmişe

bakıldığında, böyle bir krizin ilk işaretlerinin biyoloji ve jeolojiden

gelmiş olduğu görülebilir. Darwin’in evrim teorisi gözlemin işe

yaramadığı bir «şans» parametresini içeriyordu. Yani sırf gözlemle

hangi canlının nasıl gelişebileceğini tüm detaylarıyla önceden

kestirebilmek, başlangıç şartlarındaki küçük sapmalar ve gelişme

esnasında sistemin tamamen kontrol altında tutulmasına imkân

vermeyen karmaşıklığı nedeniyle olanaksızdı. Newtonvâri bir

determinizmden böyle sert bir sapma, meselâ Karl Marx’ın Darwin’in

evrim kuramına cephe almasına yol açmıştı.36 7 Ağustos 1866’da ar-

kadaşı Engels’e yazdığı bir mektupta «çok önemli» bir eser keşfettiğini,

bu eserdekilerin Darwin’in eserinden öteye çok önemli bir gelişmeyi

temsil ettiğini söylüyordu.37 Pierre Tremaux, evrimin deterministik

34 Hutton, J., 1794, An Investigation of the Principles of Knowledge and of Progress of Reason

from Sense to Science and Philosophy, c. 1, xlix+649 ss; c. II, xlix+649 ss; c. III, xvi+755 ss.: A.

Strahan and T. Cadell, London. 35 Smith, A., 1898, An Inqııiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations: George

Routledge and Son, London, xvi+780 ss. 36 Yves Christen, genellikle Marx’ın Darwin’e yazdığı ve içinde Das Kapital’in birinci

cildini kendisine ithaf etme arzusunu dile getiren bir cümlenin olduğu sanılan bir

mektubun hayâl ürünü olduğunu göstermiştir. Marx’ın Darwin ailesinden mektup

yazdığı tek kişi, Darwin’in —pek de makbul bir insan olmadığı bilinen— damadıdır.

Bkz. Christen, Y., 1981, Le Grand Affrontement Marx et Darwin: Albin Michel, Paris, 268

pp. 37 Marx, K., 1866[1965], Marx an Engels in Manchester, Karl Marx Friedrich Engels Werke, c.

31’de basılmış: Institut für Marxismus-Leninismus beim ZK der SED, Dietz Verlag,

Berlin, ss. 247-249.

Page 38: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

38

yasalarını keşfetmişti Marx’a göre.38 Evrim şans eseri olamazdı! Aslında

Tremaux’nun fikirleri o denli zırvaydı ki, Engels bile bunu fark ederek

arkadaşına yazdığı cevapta çok heyecanlanmamasını tavsiye etti.

Marx’ın tutumu 19. yüzyıl entellektüellerinin ezici çoğunluğu

için son derece karakteristiktir. Bilimin kesin bilgi vereceği inancı, dinin

kesin bilgi vereceği inancının yerine geçmişti. Newton herkesin

modeliydi. Gerçek, Newton tarafından bulunduğuna göre, diğer

alanlarda da niçin başka Newton’lar çıkmasındı? Meselâ Marx kendisini

sosyal bilimlerin Newton’u olarak görüyordu.

Yeni Bilim: İndeterminizm ve Sürekli Gelişen Varsayımlarla

Artan Bilgimiz

Evrim teorisinin 19. yüzyıl içinde örneğin Melchior Neumayr,

Carl Rokitanskiy, Prens Piyotr Kropotkin gibi değişik alanlarda çalışan

çok yönlü dâhiler tarafından geliştirilmesi (bunlara genetik biliminin

babası Gregor Mendel’i de katmak gerekir, ama Mendel’in yaptıkları,

yayın yaptığı derginin mahallî olması ve ilk yayınında bir sürü yanlışın

bulunması nedeniyle uzun süre bilim dünyasının büyük bir kısmı

tarafından öğrenilememişti) ve fiziğin karşısına çıkmaya başlayan

zorluklar çok yavaş da olsa bilimde kesin gerçeğe varılabilme inancını

sarsmaya başladı. Hele ışığın hızını ölçmek amacıyla yapılan

Michaelson-Morley deneyinin inanılmaz sonuçları bütün kafaları

tamamen karıştırdı. Işık hızı toplanamıyordu! Hangi başvuru sistemi

içinde gidilirse gidilsin, ileri veya geri hareket eden bir kaynaktan

yayılan ışığın hızı başvuru sistemine göre hep aynıydı. Bu, Newton’un

mekaniğini kaldırıp çöpe atmaktan başka birşey değildi. Newton’un bu

kadar yanılmış olabileceği ise daha önce hiç düşünülmemişti. Gerçi

Merkür’ün perihelionu Newton teorisinin ayağında bir diken olarak

duruyordu. Ama bunun pek yakında öyle veya böyle Newton teorisinin

sınırları içinde halledilebileceğine dair yaygın bir inanç vardı. Çözümün

Newton teorisinin yanlış olabileceğinde yattığı kimsenin aklına

38 Tremaux, P., 1865, Origines et Transformations de l’Homme et des Autres Etres: Hachette,

Paris, 490.

Page 39: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

39

gelmemişti - tâ ki Albert Einstein ortaya çıkarak ışık hızının

değişmezliğinin kâinatın bir özelliği olduğunu söyleyip, bu varsayıma

dayanan yeni bir fizik kurana kadar.

Newton’un bu denli yanılmış olması ve bunun bu kadar uzun bir

süre farkedilememiş olması 20. yüzyılın başında tüm uygar dünyada

büyük bir şok etkisi yarattı. Gerçi ışık hızından çok düşük hızlarda

Newton’un teorisi gene kullanılabiliyordu ve 19. yüzyılın sonunun

hassas ölçme aletleri olmadan da Newton teorisinin çalışmadığını

görmek mümkün olamazdı. Ama bu teorinin kâinatın genel

davranışının doğru ve tam bir betimlemesi olmadığı artık ortaya

çıkmıştı. Yani büyük Newton yanılmıştı. Ama bu suretle insanların

gerçeği bulmak için ne özel yaratılmış duyuları ne de Kant’ın sandığı

gibi özel bir «önceden» bilgi hazineleri olduğu görülmüştü. Yani ne

Bacon’un dediği gibi duyularımız, ne de Kant’ın sandığı gibi aklımız

bizi dosdoğru doğrulara götürebiliyordu. Descartes’ın tanrının insanları

aldatmayacağı tezi de bu şekilde iflâs etmiş oluyordu. Daha da önemlisi

Einstein’in kendi kuramının tam olmadığı, büyük bir olasılıkla da

günün birinde daha doğru ve daha kapsamlı bir kuramla yer

değiştirmek zorunda kalacağı konusundaki ısrarlı görüşüydü.

Einstein’in görecelik kuramı adı verilen teorisinin genel şeklinin

1916’da yayımlanmasından bir yıl sonra Rusya’da komünist ihtilâli

oldu, kökleri güya tanrısal olan çarlık devrildi. Komünist ihtilâlinin

dayandığı kuramsal çatı Marx’ın ve Engels’in birlikte geliştirmiş

oldukları determinist bir toplum dinamiği idi. Bu kuramın gerektirdiği

«kaçınılmaz sonuca» toplumu bir an önce ve en az zararla ulaştırmak

adına yapılan vahşet, ihtilâl esnasında o dereceye ulaştı ki, sonunda

komünist ihtilâlinden yurdunu bir cennete çevirmesini beklediği için

yeni bir şevkle sürgünden Rusya’ya dönmüş olan yaşlı Prens Kropotkin

derin bir düş kırıklığına uğradı ve ümitsizliğe kapıldı. 1920

sonbaharında Lenin’e yazdığı bir mektupta Vrangel ordusundan rehine

alınmasına değinerek «Vladimir İliç!» diyordu büyük jeolog, «Sen ki

yeni hakikatlerin havarisi ve yeni bir devletin mimarı olmak

arzusundasın, böyle iğrenç bir davranışa, böyle kabul edilemez

yöntemlere nasıl izin verebilirsin? Böyle önlemler, senin dünün

Page 40: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

40

yöntemlerine yapıştığının açıkça itirafından başka ne anlama gelebilir?...

En önemli savunucuları böyle en dürüst hisleri ayaklar altına alırlarsa,

komünizmin geleceği ne olur?»

1919 yılında on yedi yaşında genç bir Marksist Viyana

sokaklarında bir nümayiş esnasında pek çok arkadaşının polis

kurşunlarıyla can verdiğini gördü. Büyük bir üzüntü içinde parti

merkezine döndüğünde, parti ileri gelenlerinin bu ölümleri tasvip

ettiğini, gençlerin canlarını dava uğruna verdiklerini söylediklerini

duydu. «Ya dava yanılıyorsa?» diye düşündü. «O zaman bu gencecik

insanlara yazık olmuş olmayacak mı?» Viyana’da 1919 yılında dört

popüler ve bilimsel olmak iddiasında olan kuram entellektüeller tarafın-

dan tartışma konusuydu diyor Karl Popper. Biri Freud’un psikanalizi,

diğeri Adler’in aşağılık kompleksleri kuramı, üçüncüsü Marx’ın tarihsel

materyalizmi, dördüncüsü de Einstein’in görecelik kuramı. Popper ilk

üçü ile dördüncü arasında çok önemli bir fark olduğu kanısındaydı. Ne

gözlem yapılırsa yapılsın psikanaliz sonuçlarının, Adler’in teorisinin

veya Marx’ın çıkarımlarının yanılmış olduğunu görmek mümkün

değildi. Bu üç teori, taraftarlarınca herşeyi açıklıyordu. Einstein’inki ise

bambaşkaydı. Eğer Arthur Eddington Hint Okyanusu’ndaki güneş

tutulması gözlemlerinde Einstein’in teorisinin gerektirdiği ışık

sapmasını bulamamış olsaydı, tüm teoriyi çöpe atmak gerekecekti.

Herşeyi açıklayan teoriler, diye düşündü Popper, aslında hiçbirşeyi

açıklamazlar. İnsan düşüncesi yanılır. Koca Newton bile yanılmadı mı?

İnsanın yapabileceği tek şey, gözlemlerini geçici olarak bulabildiği en

uygun kuram çerçevesinde açıklamak, fakat o kuramı en acımasız şe-

kilde sürekli sınava çekilebilecek bir şekilde kurgulamaktır. Tek bir ters

gözlem, tüm bir kuramı sıfırlar. Genel kuramların doğruluğu ispat

edilemez, ama yanlışlıkları çok kolayca gözler önüne serilebilir. O

zaman yapılacak iş hemen tüm eski gözlemleri de açıklayabilecek yeni

bir kuram uydurmaktır. Yeni kuram eski kuramla uyumlu tüm

gözlemleri, artı eski kuramı yanlışlayan gözlemi de açıklamak zorunda

olduğu için tanım gereği eskisinden daha kapsamlıdır. Bu şekilde

bilgimiz sürekli artarak bu iş sonsuza dek gider. Bunu düşündüğü an

Popper, genç arkadaşlarını ölüme gönderen komünist parti liderlerine

karşı içinde derin bir öfke duyduğunu yazar. «Kimse doğruluğundan

Page 41: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

41

emin olmadığı bir fikir uğruna bir diğerini ölüme göndermemelidir»

diye geçirir aklından. Ne din adamları, ne politikacılar ne de bilim

adamları. Galileo dinin de yanıldığını ispat etmemiş miydi? Kilise yıllar

sonra hem mahkûm ettiği Galileo’dan hem de lânetlediği Darwin’den

alenen özür dilemek zorunda kalmadı mı?39

20. yüzyılın ilk otuz yılı içinde, doğru ve kesin kuramsal bilginin

mümkün olmadığı artık yaygın olarak anlaşılmıştı. Bu, genel doğruluk

iddiasında bulunan tüm fikirleri kapsıyordu. İnsanın yapabileceği tek

şey mümkün olduğu kadar çok gözlem yaparak, mümkün olduğu kadar

çok kuram üreterek Bernard de Fontenelle’in daha 18. yüzyılda dediği

gibi yanlış ve eksik fikirleri, görüşleri, kuramları ortaya çıkararak

elemekti. Hiçbir fikir, hiçbir görüş, hiçbir kuram, hattâ hiçbir gözlem

veya izlenim raporu en acımasız eleştiriden muaf olamazdı. Eleştirinin

de yegâne temelleri mantıksal tutarlılık ve gözlemle uyumluluktu.

Popper bu düşünce tarzına eleştirel akılcılık (kritischer

Rationalismus=critical rationalism) adını verdi. Eleştirel akılcılık

bilgibilimde ütopyacılığın da sonu demekti. Genel kuramsal ve doğru

bilgiye giden düz ve zahmetsiz bir yol yoktu. 40

39 Coyne, G. V., Heller, M. ve Zycinski, J. (editors), 1985, The Galileo Affair: A Meeting of

Faith and Science, Proceedings of the Cracow Conference 24 to 27 May 1984: Specola

Vaticana, Citta del Vaticano, 179 ss.; Holden, C, 1996, The Vatican’s position evolves:

Science, c. 274, s. 717. Holden’in kısa makalesi Papa’nın evrim teorisini kabulü

hakkındadır. 40 Avusturyalı olup, Hitler’in Avusturya’yı ilhakından önce evvelâ Yeni Zelanda’ya,

daha sonra da İngiltere’ye hicret etmiş olan ve orada Şövalyelik (=Sir’lük) ve Şeref

Eskortu (Companion of Honour) pâyeleri ile onurlandırılan filozof Karl Raimund

Popper’in fikirleri hakkında belki de en etraflı kaynak Paul Arthur Schilpp’in «Yaşayan

Filozoflar Kütüphanesi» serisinden çıkardığı iki ciltlik Karl Popper’in Felsefesi adlı eserdir:

Schilpp, P. A. (editör), 1974, The Philosophy of Karl Popper: The Library of Living

Philosophers, Book I (xvi+670 ss.) ve Book II (ss. xii+671-1323), Open Court, La Salle.

Popper’in felsefesine daha kısa girişler için bkz. Magee, B., 1973, Karl Popper. The Viking

Press, New York, 115 ss. (bu eserin Türkçe bir tercümesi için bkz. Magee, B., 1990, Karl

Popper’in Bilim Felsefesi ve Siyaset Kuramı: Remzi Kitabevi, İstanbul; çeviren Mete Tuncay

[kitabın sonuna Popper’in Toplum bilimlerinde öndeyi ve kehanet ve Diyalektik nedir? adlı

makalelerinin çevirileri de eklenmiştir]). Yukarıdaki içerikte Popper’i kendi kaleminden

okumak isteyenler şu eserlere başvurmalıdır: Popper, K., 1935, Logik der Forschung—Zur

Erkenntnistheorie der Modernen Naturwissenschaft: Julius Springer, Wien, vi + 248 ss; aynı

Page 42: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

42

İşte bilimin gerçeğin peşinde gittiği tek yol bu eleştirel akılcı

yaklaşımı izlemektedir. Doğa ile insanın diyaloğunun tarihi üzerinde

yaptığımız bu uçuşun bize gösterdiği en önemli şey, her şeyden önce,

her dogmatik, her kesinci yaklaşımın şüpheyle karşılanmasıdır. Dile

getirilen her fikrin, her tahminin hangi gözleme dayandığı, hangi

mantıksal çerçevede sunulduğu sıkıca sorgulanmalıdır.

Doğru ile yanlış arasındaki fark, hamile ile hamile olmayan

arasındaki fark gibidir. Azıcık hamile olunmaz. Azıcık doğru veya

yanlış da olunmaz: Bir şey ya doğrudur ya yanlış. Meselâ Türkiye’de

1999 depremine neler neler sebep diye gösterilmedi: Güneş tutulmasının

etkileri, Nostradamus’un kehanetleri, komutanların gûya Gölcük’te

İsrailli misafirleriyle içki içmeleri, bir bölgede travesti ve fahişelerin

çokluğu ve daha akla hayale gelebilecek ne zırvalıklar… İşte bütün

bunların nedeni toplumun eleştirel akılcı düşünmeyi öğrenmemiş, bunu

bir âdet haline getirmemiş olmasıdır. Benzer zırvalıklar, örneğin ABD’de

de kuşkusuz önemli bir dinleyici kitlesi bulabilirdi, belki eski Sovyetler

Birliği’nin kırsal kesimlerinde de. Avrupa’nın geri kalan kısmında da

belki Katolik Akdeniz ülkelerinde. Bunun dışında kalan Avrupa’da

eleştirel akılcı muhakeme alışkanlığı bu tür zırvalıkların dolanmasına

imkân vermez.

Eleştirel düşüncenin refleks haline gelememiş olması

toplumumuzun her katmanında vardır. Bunun en önemli nedeni

Türkiye’nin hem dinsel hem de dünyevî çerçevede toplumun

benimsediği ciddî bir değişimi yüzyıllardır, hattâ Orta Çağ’dan beri

yaşamamış olmasıdır. Efektif olarak 1920’ye, resmen de 1922’ye kadar

dikta rejimleri ile yönetilmiş olan Türkiye toplumu dünyevî işlerinde

otoriteyi sorgulamayı öğrenmemiştir. Bilimsel bir ilâhiyatçılar sınıfının

İslâm içinde neredeyse Hicretin dördüncü yüzyılından beri olmaması yazar, 1980, The Logic of Scientific Discovery: Unwin Hyman, London, 480 ss; aynı yazar,

1979, Die Beiden Grundprobleme der Erkenntnistheorie: T. E. Hansen (Herausgeber), J. C. B.

Mohr (Paul Siebeck) Tübingen, XXXI-II+[II]+476 ss; aynı yazar, 1983, Realism and the Aim

of Science: Rowman and Littlefield: Totowa, xxxix+420+[2] ss; aynı yazar, 1989,

Conjectures and Refutations—The Growth of Scientific Knowledge, fifth revised edition:

Routledge, London, xiii+431 ss.

Page 43: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

43

(Doç. Dr. Hasan Elik, kişisel görüşme, 1986 öncesi), ne dogma dışı dinsel

öğretinin ciddî bir sorgulanmasına, ne de dogmanın, yani dinin

esaslarının olabilecek muhtelif yorumlarına olanak tanımıştır.

Hristiyanlıktaki yorum tarihi ile İslâmdaki tefsir tarihi arasında yöntem

ve sonuçlar açısından çok büyük farklılıklar vardır. Hristiyanlıktaki

yorum daha ziyade insan ile insan-dışı doğa ilişkilerine, İslâmdaki tefsir

ise doğrudan tanrı-insan ve insan-insan ilişkilerine yönelik yapılmıştır.

Örneğin Hristiyanlıktaki nimet kavramı üzerinde yapılan

mezheplerarası ve mezhep-içi tartışmaların İslâm’daki karşılığını İhwan-

al-Safa dışında bulabilmek güçtür. Halbuki bu tartışmalar, Manfred

Büttner ve arkadaşlarının çok detaylı bir şekilde belgelemiş oldukları

gibi, örneğin yerbilimlerinin gelişmesine çok önemli katkı yapmıştır.

Ben bu düşüncelerimi ilâhiyatçı dostum Sayın Doç. Dr. Hasan Elik’e

açtığımda, Sayın Elik cevaben «Farkı sana şöyle özetleyeyim» dedi:

«İslâm tefsiri Allah’ı anlamaya yöneliktir. Halbuki kul, Allah’ı

anlayamaz. Buna teşebbüs bile küfürdür. Allah’ın eserlerini anlayabilir.

Hristiyan yorumu ise, Allah’ın eserlerini anlamaya, O’nun nimetlerini

ve insanın o nimetlere nazaran yerini anlamaya yöneliktir.» Hasan

Bey’in bu çok önemli tesbiti, İslâm dünyasında egemen bulunan

doğadan uzağa, tanrıya (aslında insanın kendi iç dünyasına) bakma

eğilimini, kaderciliği, tevekkülcülüğü, buna mukabil Hristiyan ve

özellikle tanrıyı bir yaratandan çok bir nimet bahşeden olarak gören

Protestan dünyasında hâkim olan araştırıcılığı ve teşebbüsçülüğü

kanımca pek güzel açıklamaktadır.41 Tarihsel nedenlerle gelişmiş olan

belirli ilâhiyat görüşleri nedeniyle Müslüman, sorumluluğu tanrıya

41 Dinlerde dinî dogmaların ve diğer inançların yorum tarihleri, o dine mensup

toplumların düşünce şekillerinin tesbitinde çok önemli kılavuzlardır. Benim okuduğum

şu iki tarihin karşılaştırılması bile yukarıda söylenilen düşünüş farklılıklarının kökleri

hakkında epey etraflı bilgi verebilir. Kitab-ı Mukaddes’in yorum tarihi için Reventlow, H.

(Kont), 1990, 1994, 1997, 2001, Epochen der Bibelauslegung, c. I (Vom Alten testament bis

Origenes, 224 ss.), c. II (Von der Spätantike bis zum Ausgehenden Mittelalter, 324 ss.), c. III

(Renaissance, Reformation, Humanismus, 271 ss.), IV (Von der Aufklärung bis zum 20.

Jahrhundert, 448 ss.): C. H. Beck, München. Kur’an’ın tefsir tarihi için Bilmen, Ö. N.,

1973, 1974, Büyük Tefsir Tarihi—Tabakatü’l Müfessirîn, c. I (432 ss.) ve II (ss. 435-888):

Bilmen Yayınevi, İstanbul.

Page 44: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

44

atmak, Protestan ve Hristiyan ise tanrının nimetlerini kullanarak

sorumluluğu bizzat yüklenmek eğilimindedir.

SONUÇ

Yukarıda tüm anlattıklarım, insanlığın tarihi boyunca kendisi

dışındaki -hattâ tıbbı düşünürsek kendisi de dahil- doğa ile nasıl

etkileştiği, doğa hakkında nasıl bilgi sahibi olduğu, bu bilgiyi doğada ve

doğa ile yaşamak için nasıl kullandığının tarihinin kısa fakat kanımca

esaslı bir özetidir. Bu özetten şu dersler çıkmaktadır:

1. İnsanlığın gelişme sürecinde, doğa hakkında en kısa yoldan ve

en sağlıklı bilgi edinebilen toplumlar diğerlerine nazaran daha güçlü ve

daha müreffeh olmuşlardır.

2. İnsanlık tarihinde bilgi kavramı yavaş yavaş bilginin herhangi

bir nesne ve/veya vetirenin tüm özelliklerinin kodlanmış hali olduğu

inancından, herhangi bir nesne ve/veya vetirenin gözlemcinin ilgisini çeken

özelliklerinin kodlanabilenlerinin tamamı olduğu kanaatine doğru

gelişmiştir. İlk tanımda bilgi idealdir ve bilenin insanüstü güçleri

olduğunu farzeder. Bu nedenle ideal bilginin kaynağı her zaman insan

değil tanrı veya tanrılar olarak kabul edilmiştir. Ancak ideal bilgiye asla

ulaşılamadığının fark edilmesi, insanı daha gerçekçi bilgi türlerinin

peşinden daha gerçekçi bilgi edinme yöntemlerine itelemiştir.

3. İnsanlık tarihi boyunca bilgi edinme yöntemi, doğrudan hazır

bilginin insandan insana (veya «tanrıdan insana») öğretilmesinden

(=dinsel öğretim yöntemleri), doğada var olduğu varsayılan hazır bilginin

edinilmesine (tümevarım), oradan da doğayı insan tahayyülünde baştan

yaratma denemelerine (=eleştirel akılcılık) doğru gelişmiştir. Her aşamada

bilginin sözde güvenilirliği azalmış, gerçek güvenilirliği ise, hata

paylarının daha belirgin bir şekilde görülebilmesi nedeniyle artmıştır.

4. Bilgi kavramının ve bilgi edinme yöntemlerinin gelişmesi

tarihinde insan doğa ile giderek daha yakın bir diyaloğa girmiştir. İdeal

(yani küllî) bilginin insandan insana (veya «tanrıdan insana»)

öğretilmesi sürecinde doğa yalnızca uzaktan en kaba hatlarıyla görülen

ve doğa dışı güçlerle açıklanılmaya çalışılan bir görüntüydü. Örneğin,

Page 45: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

45

deprem yalnızca sarsıcı ve yıkıcı özellikleriyle bilinen bir olaydı;

açıklaması ise Poseidon’un gazaba geldiğinde üç uçlu mızrağını yere

vurarak onu sarsmasıydı. Bu «açıklamayı» doğayı gözleyerek kontrol

etmek ise olanak dışıydı. Eğer Poseidon’un varlığı gerçek dışı ise, bu

kurama bağlı kaldığımız takdirde deprem hakkında bildiklerimiz,

deprem olurken en kaba bir gözlemle görebildiklerimizden ibaret kala-

cak demektir.

Tümevarımla depreme yaklaşım sonucu depremlerin pek çok

özellikleri keşfedildi. Örneğin: a) Deprem yerin faylar boyunca kırılması

sonucu oluşur; b) Depremin fay çeşitlerine göre çeşitleri vardır. Bunların

etkileri birbirinin aynısı değildir; c) Deprem olurken ses dalgaları

oluşturur; ç) Deprem dalgalarının pek çok çeşitleri vardır. Bu listeyi

daha çok uzatmak kabildir, ama sanırım vurgulamak istediğim nokta

açıktır. Tümevarım, bizleri veri toplamaya zorlamakla birlikte doğa ile

karşılıklı bir diyalog kurulmasını gerektirmez. İdeal halde veri toplamak

bir monoloğa benzer. Doğa söyler, biz kaydederiz.

Ancak doğa bilimlerinde çalışan her bilimci bilir ki deprem gibi

bir soruna yaklaşırken her adımda-hatta işin en başında- biz varsayımlar

üretir, incelemekte olduğumuz olayın görünümü, özellikleri ve etkileri

hakkında eksik bilgi üzerine fikir beyan ederiz. Başka çaremiz de

yoktur. Deprem gibi bir ucu yerin onlarca hatta bazen yüzlerce

kilometre altında olan bir olayın tüm parametrelerini doğrudan

gözlememiz imkânsızdır. Gözleyebildiğimiz kadarı üzerine fikir beyan

ederiz. Sonra bu beyan ettiğimiz fikirlerden bazı çıkarımlar yaparız, bu

çıkarımları kontrol ederek fikrimizin sağlam olup olmadığını test ederiz.

Fikir sağlam gibi gözüküyorsa onu giderek zorlaşan testlerle hep

sıkıştırırız. Tâ ki bir zayıf noktasını bulana kadar. Yukarıda da

anlattığım gibi bir tek zayıf nokta, tek bir ters gözlem, fikrin çöpe

atılması için yeterlidir. Fikrimizi kendi ellerimizle gömdükten sonra

hemen eskiden bildiğimiz herşeyi ve eski fikri çöpe attıran o tek ters

gözlemi de bir arada açıklayabilecek bir yenisini üretir, bu sefer onu

testler ve kontrollarla sıkıştırmaya başlarız. Bu yöntemle giderek

göremediğimiz nesne ve olaylar hakkında da bilgi sahibi olmaya

başlarız. Bu bir diyalogdur. Biz doğayı sorgularız, o cevap verir. Bazen

Page 46: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

46

bir tesadüfî gözlemle sormadığımız bir şey hakkında bilgi ediniriz. Ama

bu hemen o konuda sorular üretilmesine, bilgimizin doğa ile bir diyalog

çerçevesinde genişletilmesine vesile olur.

Doğa ile diyalog, bilimsel yöntemin hem en eski fakat hem de en

modern, aynı zamanda da en verimli şeklidir. İyonya’da, Milet’te MÖ 6.

yüzyılda icat edildiğini görmüş olduğumuz bu yöntem, yaklaşık 2000 yıl

kesin ve yanılmaz bilgi peşinde koşan insanoğlu tarafından ihmal

edilmiştir. Onu tekrar tam anlamıyla güncel yapan, Einstein’in

Newton’un teorisinin yetersiz olduğunu kanıtlamış olmasıdır.

Bugünün varsayımları yarının gerçekleri, bugünün doğruları

yarının yanlışları olabilir. Bir bilim adamına, bilimin ifadelerinin doğru

olup olmadığını sorduklarında alacakları cevap her zaman, «daha

doğrusu bulunana kadar» olacaktır veya «şimdilik bilmiyoruz»

denilecektir. Buna rağmen, bilim yaşamımızın bir parçası değil, hatta

önemli bir parçası da değil, tamamıdır! Bilgi edinme yarışında bilimin

yerini hiçbir şey bugüne kadar tutamamıştır. Bilim, artan gözlem ve

fikirlerle her konuda, ama her konuda, hep daha doğruya asimtotik bir

şekilde yaklaşır. Bilinecek şeyler sonsuz olduğundan, bilim de

sonsuzdur. Bilimde ne bir son durak, ne de bir son söz vardır. Bilim

insanlığı sürekli yücelten, Beethoven’in bir defa on yaşındaki bir kız

çocuğuna yazdığı mektupta dediği gibi, onu tanrı katına taşıyan bir

faaliyettir.

Son sözüm, bilimle dinin bu konuda rakip olup olmadıkları ile

ilgili41: Dinsiz bir insan doğayı nasıl görerek, sorgulayarak bilmek

çabasında ise, tanrıya inanan da, onun nimetini aynı yöntemlerle

öğrenir. Zira dinsel yaklaşımın amacı, tanrının bildirisi ve izni ötesinde

onu anlamaya çalışarak -bir görüşe göre böyle bir çaba ona koşutluk

etmeye teşebbüs anlamına geleceği için- hatta küfre düşmek değil, onun

nimetini anlamaya çalışmaktır. Gerçek kâinat karşısında bilimin de

dinin de yöntemlerinin aynı olmak zorunda olduğunu tarih teyit

etmektedir. Din, doğa hakkında nerede bilimle çatışmışsa, Kopernik

teorisinin, Galile’nin fikirlerinin ve Darwin’in görüşlerinin tarihinden

bildiğimiz gibi, hep bilim galip gelmiştir.

Page 47: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

47

Mustafa Kemal boşuna mı «Hayatta en gerçek kılavuz bilimdir,

fendir. Başka kılavuz aramak aymazlıktır, sapkınlıktır» demişti?

Beni dinlemek lûtfunda bulunduğunuz için hepinize kalpten

teşekkür eder, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin 227. ders yılının

üniversitemize, ülkemize ve tüm insanlığa hayırlı olmasını temenni

ederim.

Page 48: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

48

KAYNAKÇA VE NOTLAR

D’Abro, A., 1950, The Evolution of Scientific Thought—From

Newton to Einstein, Second, Revised and Enlarged edition: Dover

Publications, (basıldığı yer belirtilmemiş), xx+481 ss.

Adnan-Adıvar, A., 1969, Tarih Boyunca İlim ve Din: Remzi

Kitabevi, İstanbul, 623 ss. (ikinci baskı). Pozitivist bilim felsefesi görüş

açısından kaleme alınmış olmasına rağmen bu kitap, tarih boyunca

bilimsel ve dinsel bakış tarzlarının evrimi ve etkileşimleri hakkında

dünyada yazılmış en kapsamlı ve en güzel eserlerden biridir. Sık sık

basıldığından temini kolaydır.

Armesto, F.-F., 1996, Millenium—A History of the Last Thousand

Years: A Touchstone Book, Simon & Schuster, New York, 816 ss.

Yepyeni bir bakış açısı, muazzam bir bilgi birikimi ve enfes bir İngilizce

ile kaleme alınmış olan bu anıtsal eseri, çağımızın temellerini anlamak

isteyen her entellektüel okumalıdır. Bilhassa modern tarih yazıcılığının

ışığında, eski (ve bilhassa ülkemizde ne yazık ki hâlâ bazı çevrelerde

popüler olan Marksist) determinist tarih anlayışından ziyade

zaman/mekân özelliklerine ve kişi faktörüne ağırlık veren bu eserin

bakış açısından pek çok tarihçiyi şaşkınlığa uğratan Mustafa Kemal

Atatürk olayını ve bunda Atatürk’ün üstün kişiliğinin oynadığı rolü

anlamak kolaylaşmaktadır. Bilhassa askerlik biliminde komutan olmak

arzusunda olanlara hararetle önereceğim bir eser.

de Boer, T. J., 1961, The History of Philosophy in Islam: Luzac &

Co., London, xiv+216 ss. En güvenilir kısa fakat öz İslâm felsefesi

tarihlerinden.

Bruno, L. C, 1987, The Tradition of Science: Library of Congress,

Washington, D. C, xi+351 ss. Aslında bibliyografik bir deneme

niteliğinde olan bu kitap, A.B.D. Meclisinin şöhretli kütüphanesinde

bulunan bilim klâsiklerinin en önemlilerinin bilim geleneğinin tarihi

çerçevesinde tanıtımını yaptığı için aynı zamanda değerli de bir bilim

tarihidir.

Page 49: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

49

Challaye, F., 1956, Les Philosophes de I’Inde: Presses Universitaires

de France, Paris, 330+[II] ss. Çok derli toplu bir Hint felsefe tarihi.

Chattopahyaya, D., 1986, 1991, History of Science and Technology

in India, c. I (The Beginnings, xxiii+556 ss.), c. II (Formation of the Theoretical

Fundamentals of Natural Science, xxi+593 ss.): Firma KLM Private Ltd.,

Calcutta.

De la Cotardière, P., yayına hazırlayan, 2004, Histoire des Sciences

de l’Antiquité à nos Jours: Tallandier, Paris, 659 ss.

Dampier, W. (Sir), 1961, A History of Science, with a postscript by

I. Bernard Cohen: Cambridge University Press, Cambridge, xxvii+544 ss.

Bilim tarihinin bağımsız bir disiplin haline gelmesini sağlamış büyük

temsilcilerinden birinin kaleminden çıkmış enfes bir tarama. Cohen,

eseri güncelleştiren literatür ilaveleri yaptığından bu dördüncü baskı

çok faydalıdır.

Dawson, R. (editör), 1964, The Legacy of China: Clarendon,

Oxford, xix+392 ss. Bu küçük fakat Çin kültürünü tanıtmada son derece

faydalı kitabın fen bilimleri ile ilgili bölümünü bizzat Joseph Needham

yazmıştır.

Fara, P., 2009, Science—A Four Thousand Year History: Oxford

University Press, Oxford, xv+408 ss. Bugüne kadar yazılmış geleneksel

bilim tarihi kitaplarına nazaran çok daha global bir perspektiften

yazılmış olan bu güzel eserin bir diğer avantajı da çok uzun

olmamasıdır.

Fung, Y.-L., 1976, A Short History of Chinese Philosophy: The Free

Press, New York, xx+368 ss. İlk defa 1948 yılında basılmış olan bu küçük

kitap, konusunun en iyisidir. Derk Bodde tarafından İngilizce

redaksiyonu yapılmıştır.

Gillispie, C. C., 1960, The Edge of Objectivity—An Essay in the

History of Scientific Ideas: Princeton University Press, Princeton, 562 ss.

Bilhassa irrasyonel, postmodernist bilim tariihçileri tarafından modası

geçti diye sunulan, fakat kanımca hâlâ en iyi bilim tarihi kitaplarından

biridir.

Page 50: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

50

Gökberk, M., 1990, Felsefe Tarihi, 6. Basım: Remzi Kitabevi,

İstanbul, 490 ss. Doyurucu olmayan, ama Türkçe’deki en kapsamlı eser.

Gökdoğan, M. D., Demir, R., Topdemir, H. G., Unat, Y.,

Kalaycıoğulları, İ. ve Emlü, Y., 2001, Bilim Tarihi Kılavuzu—Buluşlar ve

Yapıtlar: Nobel, Ankara, [III]+340 ss. Kronolojik olarak düzenlenmiş bir

başvuru kitabı.

Güvenç, B., 1995, Japon Kültürü, 5. Baskı: Türkiye İş Bankası

Kültür Yayınları, Genel Yayın No: 213, Sosyal ve Felsefi Eserler Dizisi:

21, Ankara, [VIII]+482 ss. Ayrıca şu çok önemli çalışmada Japon

entellektüellerinin ve onların yetiştiği ortamın zengin verilere dayanan

ilginç bir irdelemesi vardır: Güvenç, B., Otkan, P., Belek., T., Akarsu, F.,

Tözeren, S., ve Özden, M. A., 1998, Japon Eğitimi: Milli Eğitim Bakanlığı

Yayınları: 1185, Bilim ve Kültür Eserleri Dizisi: 311, Araştırma İnceleme

Dizisi 8, İstanbul, 221 ss. Büyük hayranlık duyulan ve Amerika ile

yarışan Japon ekonomisinin 1990’larda hızla başaşağı düşmesi, Japon

toplumunun, batının refahını sağlayan eleştirel akılcı kültürü ne derece

az özümseyebilmiş olduğunu birdenbire ortaya çıkardı: Felaketin en

önemli nedeni özellikle devlet görevlerinde ve banka sistemlerinde

çalışan önemli sorumluluk sahiplerinin yaygın bir yalan söyleme has-

talığından muzdarip olmalarıydı. Bilimsel tutumun en önemli şartı

kayıtsız şartsız dürüstlüktür (aksi takdirde nesnel bir ortam

yaratılamaz). Sürekli yalan söylemenin yaygın bir tutum olduğu bir

toplum da tabiî ki nesnel olamaz. Bu nedenle giderek gerçekten

uzaklaşır ve bir gün gerçekle çarpışınca tuz-buz olur. Japon deneyimi

özellikle eleştirel akılcı geleneği olmayan ülkeler için çok değerli bir

derstir (Yukarıda künyesi verilen Bozkurt ve diğerlerinin Japon eğitimi

hakkındaki kitaplarının özellikle 157-159. sahifelerinde tartışılan bazı

özellikler, Japon toplumundaki bu olumsuz durumun nedenlerinin

kanımca en önemlilerini kapsamaktadır). Ancak, 2008-2009 global mali

krizi de Amerikan banka yöneticilerinin aynen Japonlar gibi sürekli

yalan söyleme alışkanlıklarının olduğunu gösterdi. Bu her iki kriz de

akılcı ve gerçekçi temellere dayanmayan politikaların nasıl iflasa

mahkûm olduklarını göstermesi bakımından çok öğreticidir.

Page 51: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

51

Kirthisinghe, B. P. (editör), 1993, Buddhism and Science: Motilal

Banarsidass Publishers, Delhi, XII+163 ss. Pek çok kısa makaleden

oluşan bu kitap modern bilimle bazı Budist doktrinlerini

karşılaştırmaktadır. Budizmin «fen» alanına giren fikir varlığı hakkında

iyi bir fikir vermektedir.

Seyyed Hossein Nasr, 1987, Science and Civilitation in İslam:

Suhail Academy, Lahore, 384 ss. Temel düşüncelerine katılmadığım bir

yazar olan Hossein Nasr’ın bu eseri kaynak kitap olarak faydalıdır.

Pledge, H. T., 1939, Science since 1500—A Short History of

Mathematics, Physics, Chemistry, Biology. His Majesty’s Stationary Office,

London, 357 ss. Çok güzel yazılmış, muhtasar bir bilim tarihi.

Roshdi Rashed, yayına hazırlayan, 1996, Encyclopedia of the

History of Arabic Science: Routledge, London , c. I (Astronomy—Theoretical

and Applied, xiv+330 ss.), c. 2 (Mathematics and the Physical Sciences, vii.+

ss. 331-750), c. 3 (Technology, Alchemy and Life Sciences, vii+ ss. 751-1105).

Bu kitabın elden geçirilmiş bir Fransızca baskısı Histoire des Sciences

Arabes başlığı ile 1997’de Seuil yayınevi tarafından Paris’te yapılmıştır.

Fransızca bilenlerin, o baskıya başvurmalarını tavsiye ederim.

Russell, B., 1945, A History of Western Philosophy: Simon and

Schuster, New York, xxi-ii+895 ss. Bu muhteşem kitap sık sık baştan

basıldığından temini kolaydır. Türkçe tercümesi bulunmasına rağmen

ben bu tercümeyi görmediğim için burada güvenilirliği hakkında

herhangi birşey söyleyemeyeceğim.

Skehan, J. W., 1986, Modern Science and the Book of Genesis:

Science Compacts from the National Science Teachers Association,

Washington, D. C, 30 ss. Bu minik broşürdeki makale bir rahip

tarafından kaleme alınmış olup, ‘yaradılışçı’ görüşün din açısından bile

savunulamayacağını, amaçları zaten farklı olduğu için Kutsal Kitap ile

bilim arasında da bir çatışmanın Darwin’in evrim teorisine rağmen

mevzubahis olmadığını vurguluyor. Şöhretli petrol jeologu Prof. Albert

W. Bally bu makaleye bir giriş yazmış. Broşürün 30. sahifesinde de

A.B.D. Ulusal Fen Bilimleri Öğretmenleri Topluluğunun (National

Page 52: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

52

Science Teachers Association) Temmuz 1985’te yayımladıkları bir

deklarasyonun metni var. Skehan’ın broşürü, kanımca mutlaka şu

makale ile birlikte okunmalıdır: Denkel, A., 1998, Felsefe, Bilim ve

Dindarlık: Cumhuriyet Bilim Teknik, sayı 593 (1 Ağustos 1998), ss. 18-20.

Tekeli, S., Kâhya, E., Dosay, M., Demir, R., Topdemir, H. G.,

Unat, Y. ve Aydın, A. K., 1999, Bilim Tarihine Giriş: Nobel, Ankara,

XVII+451 ss.

Türkcan, E., 2009, Dünya’da ve Türkiye’de Bilim, Teknoloji ve

Politika: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları 230, Bilgi ve Toplum 5,

İstanbul, xxiii+716. Bilhassa ülkemizde bilimin tarihî bir perspektif

içerisinde nasıl teşkilatlandığını öğrenmek isteyenlere çok tavsiye

edilecek bir eser.

Yıldırım, C., 1979, Bilim Felsefesi: Remzi Kitabevi, İstanbul, 271 ss.

Yıldırım, C., 1992, Bilim Tarihi: Remzi Kitabevi, İstanbul, 270 ss.

Yukarıdakileri okurken meraklı okuyucunun ortaçağ Avrupa ve

kısmen İslâm bilimini çok detaylı olarak tarayan büyük Fransız fizikçisi

Pierre Duhem’in on ciltlik Le Systeme de Monde’unu (1906-1959,

Hermann, Paris), George Sarton’un 1927-1948 yılları arasında ya-

yınlanmış ve 1953’e kadar iki defa (erken ciltleri üç defa) baştan basılmış

olan beş ciltlik (beş ciltte üç kitap) anıtsal bilim tarihi katalogu

Introduction to the History of Science’ı (yayınlayan Carnegie Institution of

Washington) ve Lynn Thorndike’ın sekiz ciltlik History of Magic &

Experimental Science’ı (Columbia University Press) el altında

bulundurması pek faydalı olabilir. Yukarıdaki listeye Joseph

Needham’ın anıtsal History of Science and Civilisation in China’sını

büyüklüğü, okunmasının güçlüğü ve tamamen uzmanlara seslenmesi

yüzünden almadım. Aynı şey Fuat Sezgin’in 13. Cildine ulaşan

Geschichte des Arabischen Schrifttums’u için geçerlidir.

Page 53: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

53

Page 54: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

54

BİLİM VE BİLİMSEL YÖNTEMLER

Prof. Dr. Halis AYHAN1

Bilim (Yunanca episteme, Latince scientia, Arapça ilim, İng. ve

Fransızca science). Bilimin temel özellikleri, bilimsel keşiflerle ve pratik

amaçlarla insanlığın hizmetine sunulsa da, bilimin bizzat kendisi ya da

bilim olmak bakımından bilim, aktif beceri ya da pratik bilgeliğin tüm

biçimlerinin tersine, teorik bilginin bir türüdür. Bilimin bizzat kendisi,

bir teknik ya da zanaat değildir. Bilimsel deneylerin, uygun araç ve

malzemenin geliştirilmesi ve kurulması esnasında, dikkate değer bir

teknik beceriyi gerektirdiği doğrudur. Bilimsel bir doğruyu bulgulayan

kâşif, çoğunlukla bilimsel araçların ya da bilimsel malzemenin

mucididir; bununla birlikte, bilimsel keşfe götüren yolu hazırlayan

teknik icatlarla, bilimsel keşiflerin temellerini attığı, teknik icatlar, her

zaman gerçek bilim ya da saf bilimden ayırt edilebilir.

Saf bilim, özü itibariyle, teorik bilgiden meydana gelir. Fakat her

tür teorik bilgi, bilim değildir. Bilim teorik bilginin belirli bir türüdür.

Bilginin, bilimin kendilerinden ayırt edilmek durumunda olduğu, başka

dalları vardır. Bilim kavramı, çoğu zaman, fizik, kimya, biyoloji, botanik

gibi çok çeşitli bilimlerin ortak adı olarak kullanılır. Bu bilimler,

kendilerini başka bilgi dallarından farklılaştıran, belirli ortak özelliklere

sahiptir.

Bilgi, insanın toplumsal emeğiyle meydana çıkardığı, bütün

insanlığın tarih boyunca birbirine katılarak elde ettikleri nesnel olayların

sebep sonuç ilişkilerinin yeniden üretimi olarak düşünülürse bilginin ve

bilimin özellikleri bulunabilir.

Bilim, teorik bilgiyi olduğu kadar pratik bir beceriyi de, bir

tekniği de uygulamalı bilim olarak açıklar. Ama bu terim genellikle,

bilimlerin tümünü ifade eder. Comte’un sınıflamasına göre: Matematik,

astronomi, fizik, kimya, biyoloji ve insan bilimleri nitekim Sümer’de

1 Emekli YÖK Üyesi

Page 55: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

55

(m.ö 3500-2000) ve eski Mısır’da (m.ö 2700) ilk olarak matematiğin son

olarak insani bilimlerin ortaya çıktığını görüyoruz.

Bilimin Temel Özellikleri

Bilimlerin ortak özellikleri şu şekilde sıralanabilir:

1. Eleştirel bir gözle değerlendirme ve ayırt etme. Her tür sağlam

bilginin zorunlu ilk koşulu, aldatıcı görünüşler, egemen fikirler ya da

kişinin kendi arzuları tarafından etkilenmeyip, çıplak olguları belirleme

ve bu olguların kendilerine erişebilme gücüdür. Böyle bir zihinsel tavır,

ortak olarak bilimsel zihniyet diye betimlenir. Bilimsel zihniyet, tüm

bilimler için, olmazsa olmaz olan bir koşuldur. Eleştirel bir gözle

değerlendirme ve ayırt etme, bilimde kaçınılmaz bir şeydir. Bununla

birlikte o bilim adamının tekelinde olmayıp gerçekte her tür sağlam

bilginin zorunlu önkoşuludur. Bununla birlikte bir araştırmacının

sergilediği bilimsel zihniyet, bir araştırmanın sonuçlarını bilim haline

getirmek için, kendi başına hiçbir zaman yeterli olmaz.

2. Genellik ve sistem. Bilim bireysel nesnelerle ilgilenmez. O,

öncelikle tiplerle, bireysel nesne ya da olayın yalnızca kendilerinin bir

örneği ya da durumu olarak ele alındığı, nesne ve olay türleri ya da

sınıflarıyla ilgilenir. Bilimin amacı, doğadaki düzeni yakalamaktır. Bu

amaca ulaşmak için nesne türlerinin ortak özelliklerini ve olayların genel

yasalarını ya da koşullarını araştırır. Keşfedilen her yasa ilgili nesnelerin

ya da olaylar sınıfının doğasındaki genel geçerli bir özelliktir ve bu

türden birçok yasanın keşfi düzenin ya da sistemin bütününe ilişkin bir

kavrayışa götürür.

3. Ampirik doğrulama. Bilim, aktüel gözleme ilişkin olgularla

başlar ve geçici tüm açıklamalarını ya da hipotezlerini, doğrudan ya da

dolaylı olarak kontrol etmek için gözlemlere döner. Gözlem tarafından

doğrulanacak ya da çürütülecek şekilde, gözlemin sınamasından

doğrudan ya da dolaylı olarak geçirilemeyen bir hipotez ya da açıklama

bilim için bir değer taşımaz. Fransa’da Comte (1798-1857), Almanya’da

Dilthey (1833-1911) tarafından metodolojisine son şekli verilen ve

kuruluşunda İbni Haldun’un (1332-1406) büyük etkisi olan insan

bilimleriyle doğa bilimlerinin temel farkları; doğa bilimlerinin çözümsel

Page 56: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

56

ve fenomenler arasındaki değişmez bağlantıları, tabiat kanunlarını

(doğa yasalarını) matematik ifadelerle açıklamak istemeleridir. İnsan

bilimleri ise genel olarak kavrayıcı karakterdedir

Bilimin Tarih Boyunca Gelişimi

İlk çağdan itibaren, o günkü adıyla filozoflar toplum ve fizik

konular etrafında araştırmalar yapmışlar ve düşündüklerini

sistemleştirerek ortaya koymaya çalışmışlardır. İnsanı diğer canlılardan

ayıran temel özelliğini düşünce ve davranışlarında açıklayan filozoflar

(insan düşünen hayvandır, insan metafizik hayvandır, insan siyasal bir

hayvan, yahut yemek pişirmesini bilen bir hayvandır) v.b tanımlarla

insanı diğer canlılardan ayırt eden temel özelliklerine vurgu yapılmıştır.

İnsanlık, fizik ilimleri geliştirmeden önce metafizik konularla çok erken

yüzyıllarda meşgul olmuştur. Bu meşguliyetin sonunda birçok felsefe

sistemleri ortaya çıkmış çağlar boyunca insanlığın temel konusu

olmuştur. Filozofları genellikle karakterize eden şey onun metafizik

problemlere karşı aldığı durumdur. Felsefe tarihi boyunca felsefe

sistemlerinin birbirlerine karşı takındığı durumu kolaylıkla

anlayabilmek için sistematik felsefeyi üç büyük doktrin tipi altında

açıklamak mümkündür.

1. Dogmatikler.

2. Agnostikler (bilinemezciler).

3. İnanç filozofları2.

Bilimin doğasına ve özellikle de yöntemlerine, kavramlarına, ön

kabullerine ve bu arada, bilimin entelektüel disiplinlerin genel şeması

içindeki yerine ilişkin araştırmalardan meydana gelen felsefi disiplin,

yeniçağdan itibaren oluşmuştur.

Bilim Felsefesi

Bilimi felsefi yöntemlerle analiz eden bilim felsefesinin konusu

üç ayrı alana ayrılabilir. Birincisi, bilimin yöntemine ya da yöntemlerine,

ikikcisi bilimsel sembollerin doğasına ve son olarak bilimsel sembolik

2 Andre Cresson, Filozofik Sistemler, çev. S. J. Becarno. İstanbul 1962, s. 23.

Page 57: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

57

sistemlerin mantıksal yapısına ilişkin araştırmalardan oluşur. Bilimin

yöntemine ilişkin böyle bir araştırma, deneysel bilimleri olduğu kadar,

sosyal bilimleri de kapsar. Böyle bir araştırmanın tarihle ilgili

disiplinleri, normatif bilimleri ve tarihsel boyutları olan antropoloji ve

jeoloji gibi bilimleri de kapsayıp kapsamadığı araştırmacının bilim

tanımına ve anlayışına bağlıdır. Bilimin yöntemine ilişkin bir araştırma

olarak bilim felsefesi, geleneksel mantık ve bilgi teorisinin önemli bir

bölümünü içerir. Burada tümevarım, tümdengelim, hipotez, veri, keşif

ve doğrulama gibi terimler tanımlanır ve açıklığa kavuşturulur. Bilim

felsefesinde, buna ek olarak, deney, ölçüm sınıflama gibi, bilimin daha

ayrıntılı, özel ve teknik yöntemleri incelenir. Yine bilim sembolik bir

sistem olduğu için bilim felsefesinin bu alanında, genel bir göstergeler

teorisi de önemli bir rol oynar.

Öte yandan, bilim felsefesinde bilimlerin temel kavramları, ön

kabulleri ve postülaları incelenir ve bilimlerin deneysel, rasyonel ve

faydacı temelleri açığa çıkarılır. Bilim felsefesinin bu boyutu, bilim

adamının kullandığı, fakat eleştirel bir incelemeye tabi tutmadığı neden,

nicelik nitelik, zaman, mekân ve yasa gibi kavram ve kategorilere ilişkin

bir araştırmayı içerdiğinden metafizikle belli bir ilişki içinde bulunmak

durumundadır. Bilim felsefesinin bu boyutu, ayrıca bir dış dünyanın

varlığına ve doğanın düzenliliğine duyulan inançları da eleştirel bir

incelemeye tabi tutar.

Bilim felsefesi, nihayet özel bilimlerin sınırlarını belirlemeye,

bilimlerin birbirleriyle olan karşılıklı ilişkilerini açığa çıkarmaya çalışır.

Burada, bilimlere ilişkin sınıflama yer alır. Yine, bilimin belli bir kültür

çevresi içindeki yeri, yani bilimin yönetimlerle, iş dünyasıyla, sanatla,

dinle ve ahlakla olan ilişkileri araştırılır.

Bilim, dış dünyaya, nesnel gerçekliğe ve bu gerçeklikte yer alan

olgulara ilişkin, tarafsız gözlem ve sistematik deneye dayalı zihinsel

etkinliklerin ortak adıdır. Amacı, konu aldığı alanda, genel doğruların

ya da temel yasaların bilgisine ulaşmaktır. Var olan şeylerin mahiyeti ve

kaynağıyla aralarındaki ilişkileri konu alan akla dayalı olan bir bilgidir.

Belli bir konusu olan, kabul edilmiş yöntemlere dayanılarak elde edilmiş

organize ve doğrudan ya da dolaylı rasyonel bilgiler bütünüdür.

Page 58: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

58

Bizim dışımızda bir olgular dünyasının var olduğu ve bu

dünyanın insan için anlaşılabilir olduğu ve bizim dışımızdaki bu

dünyayı bilme ve anlama çabasının değerli bir uğraş olduğu inanç ya da

kabullerine dayanan bilim, olgusal bir faaliyet olarak ortaya çıkar. Yani

bilimsel önermelerin tümü, doğrudan ya da dolaylı olarak

gözlemlenebilir olan olguları dile getirir.

Mantıksal, nesnel, eleştirel, genelleyici ve seçici bir faaliyet olarak

ortaya çıkan bilim ve bilimsel bilgi, nedenlerin bilgisi olmak

durumundadır; yani bilim dış dünyadaki olguları betimlemekle

yetinmeyip olguların nedenlerini vererek onların niçin oldukları gibi

olduklarını belirtir. Öte yandan bilimsel bilgi özneler arası geçerliliği

olan bir bilgidir. Yani bilimsel bilgi doğruluğu sınanabilir, test edilebilir

olan bir bilgidir. Yani bilimsel önermelerin doğruluk ya da

yanlışlıklarına, ilke olarak kendisine uygun koşullar içinde bulan tüm

insanlar tarafından karar verilebilir. Olayları, kendinin ve tabiatın

üstünde ve ötesindeki varlıklarla olan, olmuş ve olabilecek olaylarla

ilgilenmiştir bu ilgileri sonucunda, günümüzdeki ifadesiyle, ben, ben

dışı, ben üstü ve ben ötesi alanlarında araştırmalar, deneyler,

düşünceler, sezgiler sonucunda inançlara, felsefi dünya görüşlerine,

bilimsel açıklamalara ulaşmıştır.

Bilim, insanlığın geliştirdiği değerler arasında en yenisidir ve en

sıkı disiplin isteyenidir. Tarih boyunca, din, dil, sanat, ahlak, hukuk,

insanlık kadar eskidir. İnsanlığın tarihinde tam ilmi gerçek arayışını

2500 yıllık düşünce tarihi içinde açıklamaya çalışırlar. Bunun da büyük

kısmı yine mitolojiler ve bilimdışı açıklamalara dayanır. Ancak son üç

yüzyılda büyük bir hızla bilimsel arayışlar ve açıklamalar gelişmiştir.

Tecrübe usulü (deney metodu) sürekli bir çaba ve disiplin istediği için,

insanlığın daha önceki tecrübelerinden yararlanarak bilimsel

yöntemlerle; gözlem, deney, hipotez, deneyleme ve tekrarlarla aynı

sonuçlara varabilme ve olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkilerini kesin

olarak belirleme ve bunun kanunlarını açıklayabilmek uzun arayışlar

sonucu ulaşılan bilgiler olmuştur.

Bilimsel düşüncenin, kendi kurallarına göre yapılmış gözlem ve

deneye dayanarak ulaştığı sonuçları, matematik ve mantık esaslarına

Page 59: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

59

göre doğrulaması ve kesin sonuçlarla açıklayabilmesi ve aynı koşullar

altında aynı sonuçların tekrarlanabilmesi ve uygulanabilir olması, bir

çok teknik ürünleri doğurmuştur. Bir değer olarak bilim, rönesanstan

sonra sistemli bir hale gelmiştir. Düşünce tarihi boyunca ilim ve sanat

vardır, ancak deneysel metoda dayanan bilim son yüzyıllarda

gelişmiştir.

Deneysel anlamda bilimsel gelişme başlamadan önce, insan

zihnini meşgul eden bütün problemler “felsefe” adı altında açıklanmaya

çalışılmıştır. Felsefi araştırmanın kaynağında, her şeyi sormak ve

sorgulamak vardır. Bilgileri şüphe ve tenkit süzgecinden geçirmek

vardır. Bütün canlılarda içgüdüsel ihtiyaçlar ve davranışlar

bulunmaktadır. Beslenme ve üreme gibi, bunların pek çoğu doğuştan

gelmekte, sonradan kazanılmamaktadır. İnsan da diğer canlılar gibi,

doğar büyür, yaşlanır ve ölür. Ancak yalnız insan kendi kendine ve

çevresindeki herkese veya her şeye sorular sorar ve bunların cevabını

bulmaya uğraşır. Hayatını en iyi şekilde nasıl sürdürebilir araştırır,

pratik ve teorik konularda düşüncelerini ve eylemlerinin geliştirir.

Hiçbir hayvan türü, ne kadar gelişmiş olursa olsun, hiçbir zaman teorik

problemleri düşünmemiştir yalnız insan var olduğu tarihten itibaren

başlıca şu konuları düşünmüş ve cevaplarını her devrin biliş seviyesine

göre vermeye çalışmıştır:

1. Varlık ve oluş varlığın kaynağı ve gayesi nedir, ölümden

sonraki hayat nedir ve nasıldır?

2. Bilgimizin kaynağı ve doğruluk değeri nedir?

3. Estetik ve ahlak konularının araştırılması.

Düşünce tarihi, önceliği farklı olmakla beraber bütün

dönemlerinde bu konulara cevap aramaya çalışmıştır. Eski Yunan ilmini

erken olarak sistemleştiren Aristo (M. Ö. 385–322), bu ilmin aleti olan

mantık (organon) temel kurallarını, temel kavramlarını kurdu. Aristo

kategorileri mantık, fizik ve metafiziki birbirine bağladığı için, bu erken

kurulmuş ilim teorisinde ilimle metafizik birbirine karışmış

durumdadır. Aristo, kendinden önceki filozofların görüşlerinden

Page 60: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

60

yararlanmakla beraber ilmin gelişmesine büyük ölçüde öncülük

yapmıştır.3

İlk çağ Yunan filozoflarından, Sokrat, Eflatun ve Aristo’nun

sistemleştirdiği konuların Rönesanstan sonra yeni baştan ele alınıp

günümüze kadar kaydettiği gelişimi daha iyi anlayabilmek için ilk, orta

ve yeniçağların insan ve tabiat kavramlarına bakışlarını birlikte

düşünmek, günümüzdeki olayların daha doğru anlaşılmasına ortam

hazırlar.

Batı düşünce tarihinde, orta çağ boyunca ilk çağın ortaya

koyduğu zihniyet ve gelişmeler terk edilmiş, tabiatın ve olayların

anlaşılması için ilk çağ filozoflarının geliştirdiği metot reddedilmiş ve

her konuyu din bilgileriyle açıklamaya çalışan skolâstik bir anlayış

ortaya çıkmıştır. Orta çağ boyunca İslam ülkelerinde ise, ilk çağlarda

Yunan filozofları tarafından ortaya konulan görüşler tercüme edilmiş,

üzerinde açıklamalar ve yeni yorumlar yapılmıştır. Bu çağı

karşılaştırmalı bir şekilde açıklayan Alfred Weber özetle şunları

yazmaktadır:

“Bu sırada, orta çağ boyunca Yunanistan ilim geleneklerini

devam ettirmeyi başka bir din ve başka bir toplum üzerine alıyor.

Yahudi monoteizmi ve Hıristiyan universalizmini ihtiva eden

Müslümanlık, geniş bir imparatorluğun sahibi olunca mağlup

milletlerin temasıyla medeniyeti en ileri şekilde temsil etti. Yunanlıların

İranlıların ve Hintlilerin bu zeki talebeleri, onların ilimlerini aldılar;

matematik, astronomi, tıp, felsefe, iki halifelik zamanında (Emevi,

Abbasi) ileri gitmekte gecikmedi: Bağdat, Mısır, Buhara, Kûfe, Kurtuba,

Gırnata, Tuleytıla, Sevilla, Mersiye, Valensiya ve Almeria’da ilim

kaynağı olan mektepler kuruldu ve ortaçağ tarihindeki Yahudi ve

Hıristiyanlar gerek hoca gerek talebe olarak birbirine karıştı. Orada

okutulan ilim ve özellikle İslam felsefesi monoteizmi ve bilgisinin

bütüncül oluşuyla kendini tercih ettiren özelikle Aristo felsefesi

çalışmalarıdır; fakat diğer taraftan içlerinde birinci sınıf düşünür ve

allameler de vardır: Farabi, İbni-i Sina, İbni-i Rüşd Hepsi de şöhretli

3 H. Z. Ülken, Bilim Felsefesi, 1969, s.55.

Page 61: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

61

hekim, matematikçi, astronom ve mantıkçı olan bu filozofların dersleri

ve yazıları batının felsefi uyanışına büyük ölçüde yardım etmiştir.”4

Aynı dönemi karşılaştırmalı şekilde açıklayan Adnan ADIVAR,

İslam diyarında akılcı ve tabii bilimler yolunda kendini gösteren fikir

hareketlerinin ve bu fikrin öncülerinin Batı’da olduğu gibi müthiş

cezalara, işkencelere sistemli takiplere uğradıkları pek çok defalar

görülmüş değildir. Mesela Razi (854/864?-925/935?) İslam dinine aykırı

sözlerine rağmen bütün yaşadığı sürece çağının en büyük hekimi olarak

saygı ve itibar görmüştür. Doğu’da İslam ülkelerinde ilmin geçirdiği

aşamalara kısaca bakıldığında İslam dini ile ilim, önemli bir çekişmeye

girmiş değildir. Hıristiyan Batı Ortaçağlarda ilmin ilerlemesini ateş ve

kılıçla engellerken, İslam dünyası tam tersine ilmi teşvik etmiştir.5

Ortaçağdan Rönesansa geçişi incelemek 15 ve 16 y.y içine alan

dil sanat ve felsefe konularını incelemeyi gerektirir ki, bu geçişlerin

başlangıç ve sonuçlarını kesin ve kalın çizgilerle belirlemek güçtür.

Ancak ana hatlarıyla Avrupa’da önce dil ve edebiyatın hakim olduğunu,

daha sonra Bacon ve Descartes’ın yaratıcı çalışmalarının en yüksek

seviyeye ulaştığını, ardından da büyük buluşların ortaya çıktığını

görürüz. Yeniçağ felsefesinde, İngiltere’de Francis Bacon (1561–1626),

Fransa’da Descartes’ın (1596- 1650) yazdığı kitaplar yöntem üzerine ileri

sürdüğü görüşler, daha sonra gelen filozof ve ilim adamlarını derinden

etkilemiştir.

Descartes’ın dilimize “Metot üzerine konuşmalar” adıyla

tercüme edilen (discours de la methode pour bien conduire sa raison et

chercher la verite dans les sciences) isimli eseri ile Kâtip Çelebi’nin

(1609-1659) “Mizanü’l Hak fi ihtiyari’ı ahlak” isimli kitaplarının 17. y.y

düşünce seviyesini göstermesi bakımından karşılaştırılması oldukça

ilginçtir. Aynı dönemde yaşayan ama birbirlerini bilmeyen bu iki

düşünür, birbirine çok benzeyen görüşler ileri sürmüşlerdir. Descartes

şüpheciliği geliştirmiş, gelenekçi ilme karşı kökten şüphe (doute radical)

ortaya koymuş, fakat asla şüphe etmek için şüphe etmemiştir. Kökten

4 Alfred Weber, Felsefe tarihi, çev. V. Eralp, İstanbul 1964, s.146. 5 Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din, İstanbul 1969, s. 132.

Page 62: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

62

şüpheci olmakla beraber şüpheciliği geçicidir ve amacı kesin bilgiye

ulaşmaktır. Bu yaklaşımı ile diğer filozoflardan ve tam anlamıyla

şüphecilerden ayrılmıştır. Anlamak için inanıyorum dememiş, aksine

anlamak için şüphe ediyorum demiştir. Kendinden önce bu sistemi

ortaya atanlar şüpheyi giderememişler, bireysel veya sistematik

şüphede karar kılmışlardı. Descartes için şüphe kesin bilgiye ulaşmak

için bir araçtır; “şüphe etmek bir düşüncedir, o halde düşündüğümde

şüphe yoktur, düşünmek var olmaktır, o halde benim var olduğum

şüphesizdir” şeklindeki akıl yürütmeyi geliştirmiştir. “Düşünüyorum o

halde varım (cogito ergo sum)” sözü bu akıl yürütmeyi yansıtır. Bu

analitik bir hükümdür kendiliğinden apaçık bir önermedir, yoksa bunu

temel bir önerme olarak ileri sürmez. Düşündüğüm ve var olduğum

apaçıktır, fakat düşüncemin benim dışımda var olduğu apaçık değildir.

Bundan sonra, şüphe etmem ve dolayısıyla varlığımın tam olgun

olmayışı üzerinde düşünmem gerekir.

Descartes, düşüncesinin temel noktası olarak kabul ettiği, sonsuz

olgunluğu nasıl düşündüğünü de şöyle açıklar: “Olduğumdan daha

olgun bir şeyi düşünmeyi nereden öğrendiğimi aramaya karar verdim;

bunu da gerçekten daha olgun bir özden öğrenmiş olmam gerektiğini

apaçıkça tanıdım. Kendimden dışarıda başka birçok şeylerin gök, yer,

ışık, sıcaklık ve başka binlercesinin fikirlerine gelince, onların nereden

geldiğini bilmekte o kadar zorluk çekmiyordum; çünkü, onlarda

kendilerini benden üstün kılacak hiçbir şey görmediğimden, doğru

oldukları takdirde, herhangi bir olgunluğu olan kendi varlığımdan

geldiklerine inanabilirdim; doğru olmadıkları takdirde de, onları

yokluktan edindiğimde, yani bende bir eksiklik bulunması dolayısıyla

bende bulunduklarına kanaat getirebilirdim. Fakat bu, kendi

varlığımdan daha olgun bir varlık fikri için aynı olmazdı: Zira onu

yokluktan edinmek apaçık imkansız bir şeydi; sonra çok olgunun az

olgundan çıkması ve gelmesi, hiçten bir şeyin gelmesindekinden daha

az olgundan çıkması ve gelmesi, hiçten bir şeyin gelmesindekinden

daha az aykırılık bulunmadığı için, onu kendimden de edinemezdim.

Böylece olduğundan daha olgun bir tabiat hatta herhangi bir fikrine

sahip olduğum bütün olgunluklara sahip olan bir tabiat tarafından, yani

fikrimi bir kelime ile açmak istersem, Tanrı tarafından bana konulmuş

Page 63: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

63

olması gerekiyordu. Buna şunu da ilave ettim ki, madem ki sahip

olmadığım bir olgunluk tanıyordum, öyleyse ben var olan biricik varlık

değildim, (müsaadenizle burada skolâstiğin kelimelerini serbestçe

kullanıyorum) fakat kendisine bağlı bulunduğum ve sahip olduğum her

şeyi kendisinden edindiğim daha olgun başka birinin bulunması

zorunlu olarak gerekiyordu. Zira yalnız ve başka her şeyden müstakil

olsaydım, öyle ki olgun varlıktan pay aldığım bu pek az olgunluğu

kendimden edinseydim, aynı sebepten dolayı, kendimde eksik

olduğunu bildiğim arta kalanı kendime verebilirdim, böylece de kendim

sonsuz, ebedi, değişmez, her şeyi bilir her şeye gücü yeter olurdum.”

Descartes düşünüyorum öyleyse varım önermesinden sonra

sonsuz ve sınırsız gücü olan tanrı düşüncesine ulaşıyor ve felsefesini bu

önermeler üzerinde geliştiriyor, her konuyu özelliğine göre yöntemine

uygun araştırmak gerektiğini açıklıyor.

Kâtip Çelebi 17 y.y Osmanlı ülkesindeki ilmi duraksamayı ve

zamanla gerilemeyi açıklarken aritmetik, geometri, astronomi, musiki

gibi ilim dallarına öğretim kurumlarında yeterince yer verilmediğini,

onun için de İslam ülkelerinde teorik ve uygulamalı ilimlerin

gerilediğini söyler.

Katip Çelebi’ye göre “Müslümanlar için eşya ve olayların

hakikatlerini bilmek önemlidir. Emeviler (661-750) ve Abbasiler (750-

1258) döneminde ulûmu evâil (özel anlamda eski Yunan felsefesi genel

anlamda İslam’dan önceki kültür ve medeniyete ait bütün ilimleri içine

alır), Arapça’ya tercüme ettiler, aklı müstakim ve fıtratı selim olan

sağduyu sahipleri her asırda bu kitapları okuyup öğrenmekten geri

durmadılar. Araştırmak ve kitap yazma alanında her zaman hikmet ve

şeriatın arasını bağdaştıran gerçek alimlerin eserleri meşhur ve muteber

olup revaç buldu. Fakat nice boş kafalılar zamanla felsefe ilimleri diye

tabii ilimleri reddedip katı bir taş gibi donup kaldılar, meselenin aslını

tefekkür edip düşünmeden ret ve inkar ediverdiler. Felsefe ilimleri diye

kötüleme hastalığına müptela olup yeri göğü sağı solu bilmeyen cahil

kimseler oldukları halde alim geçindiler. Kuran-ı Kerim’de “De ki yer ve

göklerin bilgisini elde ediniz” (Araf 7/185) ayeti kulaklarına girmediği

gibi yer ve göğe bakmayı da öküz gibi göz ile bakıp durmak zannettiler.

Page 64: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

64

Bu anlayış dine de, hikmete de aykırı olduğu için zamanla Osmanlı

ülkesinde ne felsefe kaldı ne şeriat. Bunları gören bazı yetenekli şahısları

okuturken Socrates’in Eflatun’u teşvik etmesi gibi aynı metotla talebeleri

teşvik ettim, mutlak ilim namına olanı öğrenmeleri için gerekli

yöntemleri açıkladım. (Mizanül hak fi ihtiyaril ahak, s. 32) (Keşfu’z

zünun, “hikmet” maddesi).

Kâtip Çelebi çevresinde toplananlara felsefe, mantık, aritmetik,

geometri, astronomi, tarih, coğrafya, tıp, fizik, kimya ve biyoloji gibi akli

ve pozitif ilimleri o günkü adıyla tabii ilimleri öğrenmeye teşvik

etmiştir. Bugün de ihtiyaç bunadır. Günümüzde geçerli olan bilimleri

yeterince bilmeyenlerin sadece şer’î ilimlerle din ve toplum gerçeğini

anlamalarına fert ve toplum olaylarına doğru teşhis koymalarına imkân

yoktur. Çelebi, her ilmin hangi yöntemlerle araştırılması gerektiğini

ayrıntılı bir şekilde gösteriyor.

Descartes ve Katip Çelebi aynı yüzyılda yaşayan akli bilimlerin

önemini ve metodunu vurgulayan eserleri Batı’da kartezyen ekolü

doğurmuş, Aristo mantığının yanında (formel mantık) metodolojik

mantık gelişmiştir. Ancak Doğu’da ve İslam ülkelerinde Kâtip

Çelebi’nin görüşleri yüzyıllar boyunca dikkate alınmamıştır. Örgün ve

yaygın eğitim kurumlarında uygulamaya konulmamıştır Osmanlı

devletinin son 300 yılında din adına felsefi düşüncelere pozitif ilimlere

yer verilmemiş toplum giderek gerilemiştir. Kâtip Çelebi, bütün

kitaplarında bu anlayışın akla da dine de aykırı olduğunu hem Kur’an

ayetleriyle hem de 17. y.y önceki Emevi, Abbasi, Selçuklu ve

Osmanlı’nın ilk dört yüzyıllık uygulamasıyla çeliştiğini açıklamıştır.

Metotlu çalışmak, her bilim dalını kendi konularının özelliğine göre

araştırmak yeni çağda batıda gelişirken Doğuda bu gelişme olmamıştır.

Page 65: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

65

KAYNAKÇA

Adıvar, Adnan Tarih Boyunca İlim ve Din, İstanbul 1969.

Cresson, Andre, Filozofik Sistemler, çeviren. S. J. Becarno.

İstanbul 1962.

Ülken, H. Z. Bilim Felsefesi, 1969.

Weber, Alfred, Felsefe tarihi, çev. V. Eralp, İstanbul 1964.

Page 66: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

66

TARİH DÜŞÜNCESİ VE YÖNTEMİ ÜZERİNE

Doç. Dr. H. Emre BAĞCE1

'Eğer tarih öğrenmezsek onu tekrar tekrar yaşamak zorunda

kalırız; doğru! Ama geleceği değiştirmezsek ona katlanmak

zorunda kalacağız ki, bu daha da kötü!’ Alvin Tofler

Friedrich Nietzsche, Tarih Üzerine başlıklı eserinde insanın tarihle

olan ilişkisini şu dramatik ifadelerle ortaya koyar:

“Önünde yayılan sürüyü gözle bir: Ne dünü bilir ne bugünü, bir

o yana sıçrar bir bu yana, yer, uyur, geviş getirir, yeniden sıçrar,

sabahtan akşama, bugünden öbür güne, kısacık yaşamının haz ve

acılarıyla bağımlı, an’ın tepeciklerinde yaşar durur, bu yüzden de ne bir

üzüntü, ne de bir bıkkınlık duyar. Bunu görmek insana ağır gelir, çünkü

insan insanlığıyla göğsünü kabartır hayvan karşısında, ama yine de

hayvanın mutluluğunu kıskanarak izler; -çünkü insan tıpkı hayvan gibi

bıkkınlık ve acı içinde olmadan yaşamak ister yalnızca, ama bunu boş

yere ister, hayvan gibi istemez bunu da ondan. İnsan birara hayvana,

neden bana mutluluğundan sözetmiyorsun da yüzüme bakıyorsun

öylece, diye sorsa hayvan her halde, söylemek istediğim şeyi hemen

unutuyorum da ondan diye yanıt verecekti, -ama işte o bu sözü bile

unutup sustu: İnsan buna yeniden şaşırıp kaldı.

İnsan unutmayı bir türlü öğrenemeyip de hep geçmişe bağlı

kaldığı için şaşar durur kendi kendine de: İstediği kadar ileri ve çabuk

yürüsün, zinciri ile birlikte yürür, hızla akıp geçen olaylarla bağlıdır

gene de. Şaşılacak bir şey: An, birden burada, birden yok, daha önce bir

hiç, daha sonra bir hiç, yine de bir hayal gibi yeniden gelir ve daha

1 Kocaeli Üniversitesi Öğretim Üyesi.

Page 67: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

67

sonraki bir an’ın rahatını kaçırır. Zaman tomarından boyuna bir yaprak

çözülür, düşer, uçup gider birden yeniden insanın kucağına yeniden

döner. İşte o zaman insan “anımsıyorum...” der ve hemen unutan, her

an’ın gerçekten öldüğünü, sis ve gece içinde geride kalıp yittiğini ve

bütün bütüne söndüğünü gördüğü hayvanı kıskanır. Hayvan işte

böylesine tarih dışı yaşar: Çünkü hayvan, geriye hiçbir kesir bırakmayan

bir sayı gibi, şimdinin içinde yitip gider, kendini başka türlü göstermeyi

bilmez, hiçbir şeyi gizlemez ve hiçbir anda hiçbir zaman olduğundan

başka türlü görünmez, imdi açık olmaktan başka türlü olamaz. Buna

karşın insan geçmişin büyük yükü, gittikçe artan yükü karşısında

direnir durur: Bu yük insanı ezer, bir o yana bir bu yana eğer, büker, bu

yük onun yolunu, görünmez ve karanlık bir ağırlık gibi, tıkar, bu yükü

görünürde bir kezcik yadsıyabilirse de, çevresindeki benzerleriyle

(türdeşleriyle) bu ağırlığı hiç de tümüyle yadsıyamaz...”2

Tarih çalışması, bugünü ve yarını etkileyen ve şekillendiren

geçmişin bir değerlendirmesini yapar ve onu yorumlamayı amaçlar.

İnsan bu şekilde kendisini zaman-mekân ilişkisi içinde

konumlandırmaya çalışır. Şahin Uçar, “oryantasyon” problemimiz

olduğu için tarihle uğraştığımızı ifade eder; oryantasyon, “vaziyet

tespiti ve istikamet seçmek” anlamına gelmektedir; içinde yaşadığımız

dünyanın tarihi gelişimini öğrenerek, bu dünyadaki yerimizi ve

hedeflerimizi belirlemekteyiz. Uçar, tarih çalışmasının, geçmiş

dönemlerdeki olayların bir dokümantasyonunu veya, tarafsız dahi olsa,

bir raporunu sunmaktan ziyade bir oryantasyon sağlama ve bir

perspektif çizme amacı güttüğünü; zira perspektif olmadan görüş de

2 Friedrich Nietzsche, Tarih Üzerine (Çağa Aykırı Düşünceler’den), çev., Nejat Bozkurt,

Say Yay., İkinci Basım, İstanbul, 1994, ss. 61-62.

Page 68: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

68

olamayacağını ileri sürer3.

Tarih, yukarıda belirtildiği gibi, zaman ve mekân ilişkisini

kurmayı mümkün kılar: İnsanlara, toplumlara, uluslara ve devletlere bir

yol haritası sunar. Tarihin konusu oldukça geniştir, bu nedenle tarih

disiplini bilim tarihi, sanat tarihi, tarih felsefesi, felsefe tarihi, siyasi

tarih, siyasi düşünceler tarihi, devletler tarihi, tıp tarihi, toplumsal tarih,

kent tarihi gibi birçok alanı kapsar. Tarih çalışmalarında, coğrafya,

arkeoloji (kazıbilim), kronoloji (takvim bilgisi), paleografya (eski yazı

bilimi), epigrafya (kitabeler bilimi), sosyoloji, antropolpji, filoloji,

etnografya (örf, adet, gelenek, görenek), heraldik (mühür bilimi),

diplomatik ve nümizmatik (para bilim) gibi disiplinlerden destek alınır.

Tarih bunların dışında, felsefe, hukuk, istatistik, psikoloji, edebiyat,

astronomi, tıp, kimya gibi neredeyse tüm bilim alanlarıyla ilişkilidir.

Ele alınan konuyla başa çıkabilmek amacıyla bütün bilimsel

faaliyetlerde sınıflandırmalar yapılır. Bu bakımdan tarih de zamana

veya mekâna göre gerçeği parçalara ayırarak incelemeye çalışır.

İnsanlığın zaman içindeki değişimini kavramak ve yaşanan farklılıkları

belirlemek amacıyla farklı dönemlemeler yapılır. Bu kapsamda, tarih

öncesi ve sonrası gibi ayrımlara gidilir. Tarih öncesi, taş devri, kalkolitik

(taş-bakır) devri ve tunç devri olarak, kullanılan araç ve gereçlerin

niteliğine göre ayrıştırılmıştır. İlkinde avcı toplayıcılık, ikincisinde

hayvanların evcilleştirilmesi, üçüncüsünde ise tarıma geçilmesi, ticaret,

kölelik gibi kurumların ortaya çıkışı ele alınır. İlkçağ MÖ. 3500’lerde

yazının bulunmasıyla başlatılıp, MS 375’lerdeki kavimler göçü ile

sonlandırılır. Ortaçağ Kavimler Göçüyle başlatılıp 1453 yılında

İstanbul'un Fethine kadar sürer. O dönem aynı zamanda Avrupa’da

Rönesans ve Reform hareketine karşılık gelmektedir. Yeniçağ 1789'da

3 Şahin Uçar, Tarih Felsefesi Yazıları, Ankara: Vadi Yay., 1994, ss. 26-30. Burada şu noktayı

belirtmek gerekir: Tarih çalışması bir perspektif çizme amacı taşıdığı gibi, perspektif

olmadan da tarih çalışmasının yapılması güçtür.

Page 69: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

69

meydana gelen Fransız ihtilaline kadar sürer. Yakınçağ Fransız

ihtilaliyle başlar, günümüze dek sürer. Kimi zaman da devrim veya

dalga başlıkları altında tarım, sanayi ve enformasyon çağlarından söz

edilir. Diğer başka ayrımlar arasında ise yüzyıllar ve Avrupa ve Asya

tarihi gibi kıtasal veya Türkiye tarihi, Osmanlı tarihi gibi ülkesel

ayrımlar yer alır.

Tarih araştırmasında temel aşamalardan biri kaynakların

toplanmasıdır. Tarihte birincil kaynaklar arasında olayın geçtiği döneme

ilişkin, kitabeler, fermanlar, kanunlar, mahkeme kayıtları, noterlik

yazıları, gazeteler, dergiler vb. gibi yazılı; evler, kaleler, tapınaklar,

heykeller, silah, eşyalar, destanlar, efsaneler, fıkralar, atasözleri, örf ve

adetler vb. gibi sözlü veya yazısız kaynaklar yer alır. Bunun dışında ana

kaynaklardan yararlanılarak hazırlanan ikincil kaynaklar da yetkinlik

derecelerine göre dikkate alınır. Tarihte kaynak toplama aşaması

sonrasında, veriler sınıflandırılır, incelenir ve eleştirel bakışla

değerlendirilir. Bu süreçte kaynakların güvenilirliği sorgulanır,

karşılaştırmalar yapılır, elde edilen bilginin nasıl ve nerede kullanılacağı

değerlendirilir. Son aşamada ise, kaynaklardan elde edilen bilgiler diğer

bilgilerle birlikte sentezlenerek yazılır ve bilimsel ve ilgili diğer

çevrelerle paylaşılır.

Tarihte Olgu, Kuram, Nesnellik ve Tarafsızlık

Gerçekliği anlamak/anlamlandırmak için, insanoğlu sınırsız

sayıdaki olgular arasında sürekli ilişkiler kurar; bir anlamda, gerçekliği

açığa çıkarmaya, kavramaya ya da anlamlandırmaya çalışırken dünyayı

zihinsel olarak yeniden inşa eder. Bütün bu uğraşlar içinde elde edilen

bilgi, sistematik biçimde ve yukarıda değinildiği gibi, belirli kıstaslar

içinde yürütüldüğünde bilimsel bilgi olarak nitelenir. Bilimsel

faaliyetlerde, teori ve pratiğin birbirinden bağımsız olmadığını

söylemek malumu ilandır; yine de kategorik olarak teorinin önce

Page 70: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

70

geldiğini vurgulamak gerekir. Hangi olgulardan başlanacağı konusunda

özellikle içinde bulunulan zaman ve topluluğun koşulları kadar

araştırmacının tercihleri de önemli rol oynar. Araştırmacının bir şeyi

incelemeye karar vermesi ile onu işleyiş biçimi arasında bir dereceye

kadar farklılık bulunsa da, kendi başına konu seçimi, yani birçokları

arasından özellikle belirli olguların ele alınması, bir tercih meselesidir ve

bu yönüyle bilimsel uğraş değer-bağımlıdır. Araştırmacının benimsediği

değerler araştırmanın sürdürülmesi sırasında nasıl bir yöntem

uygulanacağını ya da ne tür sonuçlara ulaşılacağını da çoğunlukla

etkiler.

İster doğa bilimleri olsun ister sosyal bilimler olsun, genel olarak

bilimin birincil amacı gerçekliği anlamaya ya da kurmaya çalışmasıdır.

Bunun için, her bir disiplinin yöneldiği alana uygun araç-gereçlere ve

daha da önemlisi kavramlara sahip olması gerekir. Varolan kavramlar

yetersiz kaldığında yenileri üretilir; bu aynı zamanda, hem dünyayı

algılayışımızın kapsamını genişletir, hem de onu yeniden

yorumlamamıza yardımcı olur. Doğa bilimleri ve sosyal bilimlerin

inceleme alanları farklı olduğundan yöntemlerinin de farklı olduğu

genelde kabul edilir. Doğa bilimleri açıklamaya, dönüştürmeye ya da

kullanmaya, sosyal bilimler ise anlama, eleştirme ve dönüştürmeye yönelir.

Doğa bilimlerinde, doğa kendi iradesine göre hareket eden, kendi

bilincinde bir özne olarak görülmediğinden ‘inceleyen’ ve ‘incelenen’

arasında tek yönlü bir ilişki kurulur. Buna karşın, sosyal bilimlerde

ilişkiler daha karmaşıktır; inceleme etkin bir varlık olan insan tarafından

yine etkin bir varlık olan insana ve insanın meydana getirdiği eylemlere

ve kurumlara yöneldiği için çoğunlukla anlama ve eleştiri bir arada

bulunur. İlkinin aksine ikincide taraflar söz konusudur.

Her iki alanda da birbirinden bağımsız ya da karmaşık bir yığın

olarak görülen olgular arasında ilişkiler kurulur. Bu noktada, özellikle

sosyal bilimler ve ideoloji birbirine yaklaşır. Gerçekliğin, çıkarlar

Page 71: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

71

doğrultusunda özellikle belirli bir biçimde kurulması, varolan ilişkilerin

gizlenmesi ya da birbirinden kopartılması, aralarında ilişki bulunmayan

olgular arasında sözde ilişkiler kurulması ya da negatif bir ilişkinin

pozitif olarak, pozitif bir ilişkinin de negatif olarak kurulması ideolojinin

ayırt edici özelliğidir. Bu nedenle, sosyal bilimler ile ideoloji çoğunlukla

iç içe geçer. Karl Mannheim’ın ideoloji ile ilgili tespitleri de ideolojinin

açıklama veya anlamaya yönelik sistematik bir faaliyet olmaktan çok,

gerçekliği yerleşik çıkarlar doğrultusunda çarpıtmaya yönelik olduğuna

işaret eder.4

Tüm disiplinlerde olduğu gibi, tarih çalışmalarında da

araştırmanın yöntemi önemli yer tutmakta ve çalışmayı

şekillendirmektedir. Bu noktada, tarih çalışmaları üzerine farklı

yaklaşımların savunulduğu görülmektedir.

Pozitivist bilim tarihçinin olguları ve olayları takip ederek,

kendisini bu süreçten soyutlaması gerektiğini savunmaktadır. Bu bilim

anlayışına göre, tabii bilimlerde bulunması gereken şartlar, sosyal

bilimlere de tamamen uygulanmalı ve araştırmacı tarafsız bir konumda

bulunmalıdır.

Edward Hallet Carr, “Tarih Nedir” isimli eserinde Alman Tarihçi

Ranke’ye göre tarihçinin ödevinin “nasılsa öylece göstermek” (wie es

eigentlichgewesen) olduğunu belirtiyor ve Ranke’nin tarih bilimini,

4 Bkz., Karl Mannheim, Ideology and Utopia: An Introduction to the Sociology of Knowledge,

New York: Harcourt Brace Jovanovich, Publishers, 1936. İdeolojinin birbirinden farklı

hatta çelişen birçok anlamı bulunmaktadır. Geniş anlamda ideoloji, kültürel veya siyasal

bakımdan sistematik dünya görüşü, zaman zaman dar anlamda ise gerçeği çarpıtma veya

gizleme anlamında kullanılmaktadır. İdeolojinin ikinci anlamı için bilim felsefesi ve bilgi

sosyolojisi ile ilgili çalışmalara bakılmalıdır. Mannheim, a.g.e. ve Barry Barnes, Bilimsel

Bilginin Sosyolojisi, çev., Hüsamettin Arslan, Ankara: Vadi, 1990. İdeolojinin birinci ve

ikinci anlamları için bkz., Şerif Mardin, İdeoloji, İstanbul: İletişim Yay., 1992; Şerif

Mardin, Din ve İdeoloji, İstanbul: İletişim Yay., yedinci baskı, 1995; Can Şahan (der),

İdeoloji Üzerine, İstanbul: Kuram Yay., (ts); Michele Barrett, Marx’tan Foucault’ya İdeoloji,

çev., Ahmet Fethi, İstanbul: Sarmal Yay., 1996.

Page 72: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

72

tamamen olgulara dayalı bir pozitivizm haline getirdiğini ifade ediyor.

Carr’a göre pozitivist tarih yaklaşımı şu şekilde anlaşılmalıdır:

“Pozitivistler önce olguları ortaya koyun, onlardan sonuç çıkarın

derler. Bu tarih görüşü İngiltere’de Locke’dan Bertrand Russell’a değin

İngiliz felsefesinin başat özelliği olan ampirik gelenek ile çok iyi

uyuşmaktadır. Ampirik bilgi teorisi özne ile nesne arasında tam bir

ayrılma öngörür. Olgular duyu izlenimleri gibi, dışarıdan gözlemciye

kendilerini zorlarlar ve gözlemcinin bilincinden bağımsızdırlar. Alış

süreci edilgendir: Gözlemci verileri aldıktan sonra bunların üzerinde

işler”5.

Pozitivist tarih anlayışı halen gücünü korumakla birlikte önemli

ölçüde eleştirilmekte, kuram olmaksızın tarih çalışmasının

yapılamayacağı ileri sürülmektedir.

Tarih çalışmaları üzerine çıkan tartışmanın kronolojik veya

analitik yöntemin uygulanmasından kaynaklandığı söylenebilir.

Araştırmacı sadece olguları sıralamakla yetinecekse, tarafsız kalabilir ki

bu noktada tarihçinin önemli/önemsiz şeklinde bir ayrıma tâbi

tutmaksızın tarihi süreci veya incelediği dönemin bütün olay ve

olgularının bir filmini kesintisiz şekilde sunması gerekecektir, fakat

böyle bir çalışmanın gerçekleştirilebilirliği imkânsız olmakla birlikte,

anlamlı da değildir, çünkü bu çalışma geçmişi bütün olgu, olay ve

belgeleriyle bugüne taşıyacak ve bu bilgi, yığın olmaktan öteye

geçemeyecek, bugüne ve yarına ışık tutamayacaktır. Araştırmacı bazı

olay ve olguları ön plana alıp, kronolojiyi birebir takip etme yerine

seçtiği olay ve olgular arasındaki belirli ilişkileri inceleyecekse ki bu

noktada analitik yöntemin uygulanması söz konusudur, bir kurama, bir

5 Edward Hallett Carr, Tarih Nedir, çev., Misket Gizem Gürtürk, 4. Baskı, İstanbul:

İletişim Yay., 1993, ss. 13-14. “İnsan neyi aradığını bilmezse, ne bulduğunu da bilemez”

sözü pozitivist tarih anlayışına bir eleştiri olarak sunulabilir.

Page 73: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

73

bakış açısına veya çalışmanın özünü ortaya koyacak tezlere ihtiyaç

duyacaktır.

Carr, yukarıda değinilen pozitivist tarih anlayışının temel

sorununu ortaya koymakta ve pozitivist tarihçiliği sert şekilde

eleştirmektedir:

“Olguların doğrudan doğruya kendilerinin konuştukları

söylenirdi. Bu, elbette, doğru değildir. Olgular yalnızca tarihçi onlara

başvurunca konuşurlar; hangi olgulara, hangi sıra ya da bağlam içinde

söz hakkı verileceğini kararlaştıran tarihçidir (...).

Tarihçi zorunlu olarak seçmecidir. Tarihi olguların oluşturduğu,

tarihçinin yorumundan bağımsız ve nesnel bir sert çekirdeğin var

olduğuna inanmak ahmakça, fakat silinmesi güç bir yanılgıdır6.”

Şevket Pamuk da benzer yaklaşımla, olgular arasında önem

sırasına göre bir ayrım yapılabilmesi ve neden-sonuç ilişkisinin yeniden

kurulabilmesi için tarihçinin bir kurama, soyut kavramlar kullanılarak

inşa edilmiş basit bir açıklamaya ihtiyacı bulunduğunu, ancak bir

kuramın sağladığı bakış açısıyla olguların değerlendirilebileceğini

savunmakta ve Fernand Braudel’in, “eğer kuram yoksa, tarih de yoktur”

ifadesine katıldığını ifade etmektedir7.

Tarih çalışmasında kuram gerekli ise, aynı olguları açıklayacak

farklı kuramların veya tezlerin olabileceği de kabul edilmelidir. Paul

Ricoeur’ün dediği gibi, tarih geniş anlamda insan davranışlarının bir

kaydı kabul edilebilir. Bu anlamda olaylar ve davranışlar, herkesin

okumasına, anlamlandırmasına ve yeni yorumlara açıktır. Ricoeur’e

göre, bu okuma, anlamlandırma veya yorumlama işlemi belirli bir

yelpaze içinde yapılabilir. Ayrıca bu yaklaşım sonucunda bir yoruma

6 Carr, a.g.e., ss. 16-17. 7 Şevket Pamuk, 100 Soruda Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914, Üçüncü Baskı,

İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1993, ss. 12-14.

Page 74: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

74

karşı çıkılması veya yorumlar arasında uzlaşma sağlanması mümkün

olabilecektir. Bu şekilde tarih çalışmaları arasında görece üstünlük

sıralaması da yapılabilir. Farklı yaklaşımlar, belirli bir konuyla ilgili

olarak farklı bakışlara, hipotezlere ve metodolojilere sahip

olduklarından dolayı yetkinlik veya kapsam bakımından da farklılık

gösterirler. Ricoeur’ün işaret ettiği üzere, bir argümanın yetkinliği

metodolojisinden ve analizlerinin sonuçlarından dolayı değişir; artar

veya azalır8. Bu çerçevede, bir yaklaşım, diğer(ler)inin ilgilendiği

önerme ve hipotezleri açıklamakla kalmayıp, diğer(ler)i tarafından

bilinçli veya bilinçsiz olarak dikkate alınmayan veya ihmal edilen

kaynakları ve verileri göz önüne aldığında, yeni hipotezler

geliştirdiğinde veya yeni yorumlar getirdiğinde onun diğer(ler)inden

daha yetkin olduğu söylenebilir. En azından, Popper’in belirttiği üzere9,

yanlışlanabilirlik ölçütünü taşımaları koşuluyla, daha zor yanlışlanabilir

bir hipotez daha kolay yanlışlanabilir bir hipoteze tercih edilir. Bu

kapsamda, Carr’ın, “tarihçinin görevi, geçmişi sevmek ya da kendisini

geçmişten kurtarmak değil, bugünü anlamanın anahtarı olarak onun

üstünde çalışmak ve anlamaktır”10 şeklinde ortaya koyduğu prensip ve

bu prensibin uygulanacağı kuramın sağlamlığı referans noktası kabul

edilebilir.11

8 Paul Ricoeur, “The Model of the Text: Meaningful Action Considered as a Text”, Social

Research, 38, 1971, ss. 529-555. Metot ve metodolojinin birbirinden farklı olduğunu

özellikle belirtmek gerekiyor. Metot ya da yöntem belirli teknikleri kapsar ancak

metodoloji bu tekniklerin seçimi, teori kurulması ve temel varsayımları ele alır; dahası

bu önermelerin toplumla ilişkisini de değerlendirir. Bu konuda ayrıntılı tartışmalar için

bkz., Raymond A. Morrow, Critical Theory and Methodology, Thousand Oaks, Calif: Sage

Publications, 1994, s. 36. 9 Bkz., Karl R. Popper, Conjectures and Refutations, London: Routledge & Kegan Paul,

1963. 10 Carr, a.g.e, s. 32. 11

Page 75: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

75

Başlıca Tarih Anlayışları

Farkında olarak veya olmayarak, insanlar, gündelik

yaşamlarında, felsefi ve bilimsel çalışmalarında farklı ve birbiriyle

çatışan tarih anlayışları benimseyebilmektedir. Bu tarih anlayışları bilim

insanlarının ve tarihçilerin yönelimini ve genel tezlerini

etkileyebilmektedir.

Toplum ve diğer kurumlar

canlıların doğum ve ölümünde olduğu

gibi, organik bir biçimde ele alınır.

Devletlerin, kuruluş, büyüme,

durağanlaşma ve yıkılma gibi aşamalara

ayrılmasında bu tarih anlayışı

benimsenir.

İlerlemeci ve diyalektik tarih

anlayışları bu anlayışı genel itibariyle

bilim dışı ilan etme çabası içindedir.

Şema 1. Döngüsel Tarih Anlayışı

Tarih bu anlayış içinde genel

olarak iki zıt kutup arasındaki gidiş ve

geliş olarak değerlendirilir.

Örneğin Thorstein Veblen’e göre

insanlığın tarihi esas itibariyle birbirini

dışlayan ve çatışan iki döneme

ayrılmaktadır. Her bir dönem yüzlerce

yıl sürebilmektedir.

Şema 2. Sarkaç Tarih Anlayışı

Page 76: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

76

Modern dönemin, özellikle 18-19.

yüzyıllara hakim olan düşünce biçimidir.

Avrupa merkezcidir. Pozitivist ve

elitisttir.

Zamanı, toplumları ileri-geri

kategorilerine ayırır.

Tekbiçimli bir yaşamı tüm toplum

biçimleri için öngörür.

Karşıt kategoriler öngörmesi ve

tekbiçimli olması dolayısıyla toplumsal

çatışmaları artırma eğilimindedir.

Şema 3. Doğrusal/İlerlemeci Tarih Anlayışı

Diyalektiktir; çatışmacı ve

ilerlemecidir.

Tarihin kendisini bir özne olarak

görme eğilimindedir.

Bu nedenle de gerçek öznelere

karşı deterministtir ve ilgisizdir.

Tarihin yapıcılarından ve

taşıyıcılarından söz edilir: Bunlar

kahramanlar ya da sınıf şeklinde

düşünülür.

Pozitivist ilerlemecilikten çok şey

almış olmasına rağmen, onu yadsıma ve

başka bir nihai hedef gösterme

eğilimindedir.

Şema 4. Diyalektik Tarih Anlayışı

Page 77: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

77

Bu tarih modelleri veya anlayışları, Weber’in ifadesiyle her biri

gerçekliği tamamen yansıtmayan ideal tipler12 olarak görülebilirler.

Değindiğimiz tarih anlayışları kendi içlerinde çok sayıda varsayım ve

önkabulü barındırırlar, buna rağmen yazar ve düşünürler kullandıkları

bazı varsayımların bilincinde bile olamayabilirler veya varsayımların

üstü örtülmüş, saklanmış olabilir13. Ayrıca, kimi zaman araştırmacı veya

düşünürün bu tarih modellerinden birkaçını birden benimsediği de

ifade edilebilir. Bu modellerin farkında olmak okuyucuya,

araştırmaların temel çıkış noktalarını görme, geniş bir tartışma

koleksiyonunu değerlendirme ve onunla başa çıkma olanağı sağlar.

Tarihsicilik ve Tarihin Sonu Tezleri: Bazı Eleştiriler

Tarihin kendisinin metafizik bir logos veya akıl ile donatılarak

tarihi akışın teleolojik nihai bir hedefe doğru ilerlediği inancı Kant,

Hegel ve ardıllarının genel bakış açısını oluşturmuştur.14 İlerlemeci ve

diyalektik türleriyle bu tarih anlayışları modern çağı derinden

etkilemiştir. Ancak, 20. yüzyılda bu tarih anlayışlarına yönelik ciddi

eleştiriler yöneltilmeye başlanmıştır.

1930’larda kurulan Frankfurt Okulu, ilerlemecilik fikrinin

insanlığa getirdiği olumsuzluklara ve yıkımlara işaret etmek üzere

eleştirel teoriyi ve bu kapsamda, pozitivizm, ilerlemecilik ve

diyalektiğin pozitif kavranışına karşı “negatif diyalektik” kavramını

12 Max Weber, Economy and Society: An Outline of Interpretive Sociology, der., G. Roth ve C.

Wittich, Berkeley: University of California Press, 1978, s. 19-22. 13 Michael A. Weinstein, “C. B. Macpherson: Demokrasi ve Liberalizmin Kökleri”, A. De

Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş Siyaset Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay,

İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994, ss. 250-251. 14 Bkz., Immanuel Kant, Political Writings, (der., H. Reiss), ikinci genişletilmiş baskı,

Cambridge: Cambridge University Press, 1993; Immanuel Kant, Seçilmiş Yazılar, çev., N.

Bozkurt, İstanbul: Remzi, 1984; G. W. F. Hegel, Essential Writings, (ed. F. G. Weiss), New

York, Harper: Touchbooks, 1974; G. W. F. Hegel, Hukuk Felsefesinin İlkeleri, çev., C.

Karakaya, İstanbul: Sosyal Yay., 1991; G. W. F. Hegel, Tarihte Akıl, çev., Ö. Sözer, Üçüncü

Basım, İstanbul: Kabalcı Yay., 1995.

Page 78: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

78

geliştirmişlerdir. Onlara göre, diyalektik zorunlu olarak ilerleme ve

gelişme anlamına gelmemektedir.15

Şema 5. İlerlemeciliğe ve Diyalektiğe Yönelik Eleştiriler

Karl Popper tarihsicilik öğretisinin kapsamlı bir eleştirisini

yaptığı Tarihselciliğin Sefaleti başlıklı eserini “tarihsel kaderin amansız

yasaları yüzünden [ideolojik] inanç[lar]a kurban olmuş, her din, ırk ve

ulustan sayısız kadın ve erkeklere” adamıştır.16 Bu öğretiye göre,

toplumsal ve tarihsel araştırmanın amacı ve başarısı, toplumun tarihsel

gelişiminin genel bir yasasını kurmaktır. Tarihsicilerin inancına göre, bu

tür yasalarla toplumsal gelişmenin gelecek aşaması önceden bilinebilir.

Ama bunun için de kaçınılmaz tarihsel geleceğe uygun hareket

edilmelidir. Popper bu öğretinin totaliter anlayışlara destek sağladığını

ileri sürer. Toplumun tümünü yeniden kurmak için gerekli olan

toplumsal bilgi türüne sahip olunamayacağı, bu nedenle de bütüncül

15 Frankfurt Okulu’nun görüşleri için bkz., Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer,

Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar I-II, çev., O. Özügül, İstanbul: Kabalcı, 1995-

1996; Max Horkheimer, Akıl Tutulması, çev., O. Koçak, İstanbul: Metis Yay, 1998; H.

Emre Bağce (der.), Frankfurt Okulu, Ankara:Doğu Batı Yay., 2006. 16 Anthony Quinton, “Karl Popper: Özler Olmadan Siyaset”, A. De Crespigny, K. R.

Minogue (der.), Çağdaş Siyaset Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay, İstanbul: Remzi

Kitabevi, 1994, s. 153.

Page 79: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

79

açıklamalardan kaçınmak gerektiğini savunur. Diğer türlü, teleolojik bir

tarihsel model doğrultusunda toplumun geniş kapsamlı ve ayrıntılı

şekilde düzenlenme çabası tehlikeli ve yıkıcı bir girişimden başka bir

anlama gelmemektedir. Ayrıca, Popper’a göre, holistik tasarıların

beklenenlerin dışında istenmeyen sonuçlar doğurabileceği de dikkate

alınmak durumundadır.17

Michael Oakeshott ise akılcılığın ve kesintisiz ilerleme fikrinin

teknolojiden destek aldığını düşünür; ona göre, çağdaş teknolojinin

gerçekten insanın yeryüzünün kaynakları üstündeki egemenliğini geniş

ölçüde artırdığı olgusu öğretinin yüreklendirdiği umutları pekiştirmiş,

bu olgular da akılcılığı yalnızca bir yanılgı değil, bir bahtsızlık haline

getirmiştir. Büyük savaşları bitirecek savaş söylemleri ya da dünyayı

topyekün değiştirecek girişimler daha büyük felaketlere yol açmıştır.18

Eric Voegelin’e göre ise, bu tür girişimler tarihi kesintiye uğratmanın

dışında, onu biçimsizleştirmiştir de. Modern çağın yıkımsal

düzensizlikleri, insan, toplum ve tarih düzenini tersine çevirerek, insani

bireyi, insana üstün gerçeklikler olarak kavranılan bir “tarih” ya da

“toplum” aracına indirgeyen sözde tarih felsefeleri oluştururlar.

Comtecu “toplumbilim”de veya Hegelci “tarihsicilik”te gerçeklik yerine

sahte ikinci gerçeklikler konur. İnsan toplum tarih sırası tersine çevrilir

ve tarih, toplum, insan şeklinde bir sıralama ile gerçeklik

biçimsizleştirilir ve bir anlamda insan ortadan kaldırılır. Bu ise

beraberinde büyük ve onarılmaz yıkımlara yol açar19. Benzer şekilde,

17 Quinton, a.g.m., ss. 153-162. Popper’in görüşleri için bkz., Karl R. Popper,

Tarihselciliğin Sefaleti, çev. S. Orman, İstanbul: İnsan Yay., 1985; Açık Toplum ve

Düşmanları, çev., M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1989. 18 Kenneth R. Minogue, “Michael Oakeshott: Siyasetin Uçsuz Bucaksız Denizi”, A. De

Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş Siyaset Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay,

İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994, ss. 133-134. 19 Dante Germino, “Eric Voegelin: İnsan Yaşamının Arasında”, A. De Crespigny, K. R.

Minogue (der.), Çağdaş Siyaset Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay, İstanbul: Remzi

Kitabevi, 1994, s. 119.

Page 80: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

80

Leo Strauss da pozitivizm ve tarihsiciliğin birleşen etkilerinin

“günümüzün” bunalımına yol açtığını kapsamlı bir şekilde tartışmıştır.20

Pozitivist ve Hegelyen tarih felsefeleri ilerlemeciliğe vurgu

yaparken, sürekli Batı toplumlarını en üste yerleştirmişlerdir. Bu

yaklaşımın en son örneği ise Francis Fukuyama tarafından

yinelenmiştir21. Bir zamanlar Hegel’in uygarlık açısından Almanlar ve

diğer uluslar arasında bir ayrım yaparak Almanların üstün olduğunu

savunmak üzere bir tarih ve siyaset felsefesi geliştirmesi gibi, Fukuyama

da Hegel’in etkisiyle insanlığın ideolojik evrimini batı toplumuyla

tamamladığını ileri sürmektedir. Tarihin nihai bir ereğe doğru ilerlediği

veya tarihin sonunun geldiği şeklindeki tezler bilimsel olmaktan ziyade

tarihi tekel altına alma ve yönlendirme çabası şeklinde görülebilir;

çünkü nihayetinde bu görüşler de tarihseldir.

İbni Haldun’un Tarih Anlayışı

İbni Haldun tarih disiplinini ‘umran’ veya insanların toplumsal

yaşamları konusunda bilgi vermek biçiminde tanımlar. İbni Haldun

durağan toplumsal ve siyasal yapı kavrayışına karşı sistematik biçimde

değişimi vurgular, Mukaddime adlı eserinde değişimin ilke veya

yasalarını açığa çıkarmaya çalışır22. İbni Haldun’a göre, ilkellik, uygarlık,

soya bağlı topluluklar, insanlar arası baskılar, zaferler, yenilgiler, mülk,

devlet, egemenlik, egemenliğin basamakları, memurluklar, çalışma,

kazanç, geçim, bilimler, sanat-zanaatlar ve nice diğer konular umran’ın

kapsamı içinde yer alır. Tarih disiplininin beş farklı dalından söz eder.

20 Eugene F. Miller, “Leo Strauss: Siyaset Felsefesinin Yeniden Canlanışı”, A. De

Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş Siyaset Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay,

İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994, s. 89 vd. 21 Francis Fukuyama, Tarihin Sonu ve Son İnsan, çev. Z. Dicleli, İstanbul: Gün Yay., 1999. 22 İbni Haldun, Mukaddime I, çev. T. Dursun, Ankara: Onur Yayınları, 1977, ss. 109, 222.

İbni Haldun’un ayrıntılı bir incelemesi için bkz., H. Emre Bağce, “İbni Haldun’un

İdeoloji Kuramı: Karşılaştırmalı Bir Çözümleme”, Doğu-Batı Düşünce Dergisi, cilt 8, sayı

31, 2005.

Page 81: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

81

Bunlar doğa tarihi, insanlık tarihi, bilim tarihi, tarih felsefesi ve devletler

tarihidir. İbni Haldun’u tarih üzerine görüşleri bakımından daha sonra

ele alınacak Annales Okulu’nun önemli bir habercisi de sayabiliriz. İbni

Haldun tarihi olup bitenlerin nedenlerini, başlama ve gelişmelerinin

nasıl, niçin olduğunu tutarlı bir bakışla incelemek biçiminde tanımladığı

için, onu temel bilim dalı olarak niteler, yöntem konusuna ve tarihsel

yaklaşımlara yoğun olarak değinir. Bu yaklaşımları geniş ve genel, dar ve

özel ve uydu yani kendinden öncekileri aktaran ve çarpıtan yaklaşımlar

olarak üç sınıfta toplar.

İbni Haldun bilimsel çalışmalarda, umran olarak adlandırdığı

insanlık tarihinin ya da uygarlığın karşılaştırmalı siyaset, karşılaştırmalı

tarih, iktisat tarihi gibi dalların bir araya getirilmesiyle, ilişkiler kurma

yoluyla araştırılmasının gerekliliğini belirtir. Böylece dün, bugün ve

yarın arasındaki ilişkiler tutarlı ve doğru olarak kurulabilecektir. İbni

Haldun yöntem olarak genelden özele gidilmesini, yani tümdengelimi

önererek bir taraftan da aklı ön plana almış olur. Özellikle zaman ve

mekân boyutunda farklılık gösteren çok sayıda olgu arasında bağıntılar

kurulmasıyla ilgili vurgusu, yapısal bir çözümlemeyi gündeme getirir.

İbni Haldun var olan birçok olgu arasında görünmeyen ilişkiler

bulunduğunu ileri sürer ve bunların birbirleriyle ilişkilendirilmesini

amaçlar; ki bu yöntem C. Wright Mills tarafından “sosyolojik imgelem”

olarak açık bir biçimde dile getirildiğinden beri büyük bir ilgi görmüş ve

sosyal bilimlerin aslında ne yapması gerektiği konusuna ışık

tutmuştur23. İbni Haldun’a göre akıl yürütme, ilkelerin formüle

edilmesinde büyük önem taşır. Aksi takdirde, bilim değil, abartıdan söz

edilebilir. Abartının nedenlerini ise şöyle tespit eder: Kolaydır; uydurma

masalların etkisi vardır; sağlıklı düşünme yoktur; akıl ve strateji

eksikliği vardır; doğrulama ve yanlışlama yoktur; ve boş inançlar

hâkimdir. Halbuki, İbni Haldun’a göre, umranda toplumsal tabakalar

23 C. Wright Mills, The Sociological Imagination, New York: Oxford University Press, 1959.

Page 82: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

82

değişiyor, toplumsal hareketlilik ve kuşaklararası geçişler sürüp gidiyor;

güç dağılımında tekeller, dengesizlikler ortaya çıkıyor; siyasal ve

toplumsal çekişme ve çatışmaların niteliği değişiyor; rekabet ve çatışma

artıyor; buna rağmen birileri çağın gerisinde kaldığından, yeni koşulları

kavramakta başarısız oluyor ve gerçeği göremiyorlar24.

Bu noktada bilim insanı, İbni Haldun’a göre, sorumluluk ve

paylaşımla hareket etmeli, ahlâklı ve eleştirel bir bakışa sahip olmalıdır;

yazarken, ne çok hoşgörülü ne de çok katı olmalı, ölçülü hareket

etmelidir. İbni Haldun bilinmeyenlerin bilinenler aracılığıyla yaklaşık

olarak sınırlarının kestirilebileceğini söyler. Akıl bu açıdan merkezî bir

konumda bulunur. Toplumsal yaşamın tarihini bilmek için nakilden

yararlanılabilir; ancak toplumsal değişimi anlamak için özellikle

kurumlar üzerinde durulmalı, gözlem ve karşılaştırmalar yapılmalı,

felsefe dahil bütün disiplinlerin bakışlarından yararlanılarak herhangi

bir bilgi veya haber aklın süzgecinden geçirilmelidir. Ancak bu şekilde

tutarlı bir bakış geliştirilebilir ya da nakillerin ve uydurmaların

tutarsızlığı ortaya konabilir; akıl ve gözlem yoluyla yasalara ve

orantılara ulaşılabilir25. Herhangi bir bilimsel çalışmanın söz konusu

kusurlara düşmemesi için genel öneri ve eleştiriler olarak

değerlendirilebilir bunlar. Ancak içlerinde özellikle bir tür vardır ki, İbni

Haldun onu eksiklik veya kusurlardan ayrıştırarak ele alır. Bu, uydurma

yaklaşım içinde yer alan çarpıtmadır.

İbni Haldun’a göre uydurma yaklaşımın temel özelliklerinden

biri, kanıtlardan yoksun ve habersiz olmasıdır26. Başlıca diğer nedenler

ise, değişimin farkında olmaması; toplumun kendi içindeki değişen ko-

şullarını fark etmemesi; koruyucu bir yaklaşıma sahip olması; açıklama-

24 Mukaddime I, ss. 77-88. 25 Mukaddime I, ss. 71-90. 26 Mukaddime I, s. 95.

Page 83: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

83

larında neden ve sonuçların bulunmamasıdır27. İbni Haldun’a göre,

yalan ve çarpıtmanın nedenleri taraf olma, yan tutma, diğer bir ifadeyle

ideolojik perde, kaynağa güven, amaçları görememe, karşılaştırmalı

yöntemin eksikliği, iktidarlarla içli-dışlı ilişkilerden dolayı kasıtlı

çarpıtmalar ve doğal yasanın bilinmemesidir28.

İbni Haldun, bilimi gerçeğin üzerindeki örtüyü kaldırma faaliyeti

olarak tanımlarken, uydurma veya çarpıtmanın ise gerçeklikle çatışma

içinde olduğunu, gerçeği maskelediğini ileri sürer29. Ona göre, gerçeği

ortaya çıkarmak için gözdeki dalgınlık ve uyku uyuşukluğunu

kaldırmak; ayıklama ve yanlışlama yoluyla olayların olabilirliklerini akıl

süzgecinden geçirmek gerekir30. Bu demektir ki, aktarma veya

çarpıtmalara karşı, gerçeği ortaya koymada eleştirel olunmalı ve tutarlı

bir bakış geliştirilmelidir31. Ona göre, doğruyu arayan kişi yöntem

olarak yanlışlamayı seçmek zorundadır. Herhangi bir bilginin gerçeğe

uygun olup olmadığının araştırılması gerekir; eğer bir bilgi olanak dışı

ise güvenilirliğine (aktarana) bakılmaz bile32. Herhangi bir araştırma,

sosyoloji, tarih, siyaset, ahlâk, retorik, din bilim, dilbilim, hukuk ve

felsefe gibi bütün bilim dalları arasında ilişkiler kurularak

sürdürülmelidir33. O hâlde, bilgiyi donduran, çarpıtan yaklaşımların

tehlikelerine karşı ‘gerçek’ bilim insanının İbni Haldun’a göre

“toplumsal ve siyasal kuralları, varlıkların doğal durumlarını, doğal

yasaları, toplumların, ülkelerin ve çağların kendi süreçleri içindeki

değişimlerini, ahlâkları, gelenek ve görenekleri, inanç, görüş ve

anlayışları bilmesi gerekir. Çağındaki durum ve gelişmeleri de iyice

27 Mukaddime I, s. 67. 28 Mukaddime I, s. 124. 29 Mukaddime I, s. 133. 30 Mukaddime I, ss.68-69; İbni Haldun, Mukaddime II, çev. T. Dursun, Ankara: Onur

Yayınları, s. 25. 31 Mukaddime I, ss. 65-66. 32 Mukaddime I, s. 127. 33 Mukaddime I, ss. 129-131.

Page 84: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

84

kavrayıp geçmiştekilerle karşılaştırması, aradaki uygunluk, benzerlik ve

başkalıkları gözden geçirmesi, bunların nedenlerine inmesi, devletlerin

ve toplumların üzerinde durması, bunların hangi nedenlerle ve nasıl

ortaya çıktıklarını, oluşumları, gelişimleri, gelişim nedenleri, egemenleri,

devlet adamları ve ilgili haberleriyle birlikte incelemesi zorunludur. Her

olayın nedenlerini, kökenlerini bütünüyle saptayacak, her haberin

kaynak, dayanak ve ilkelerini öğrenip bilecek ölçüde yapmalıdır

incelemesini”34. Bu doğrultuda, doğruya inanç duyan kişide ahlâki

ilkesellik olmalıdır; öyle ki, yeni bir sav ortaya atan kişi ikircikli olmaz;

karışık, bulanık olmaz, kendi kendini yalanlamaz. Diğer bir deyişle

doğruyu bilen, onu açıkça ortaya koyar35. İbni Haldun’un gerçekleri

çarpıtan yaklaşımın karşısındaki bu tutumuna bir destek de yaklaşık 250

yıl sonra Descartes tarafından gelecektir36.

İbni Haldun’un özellikle bir vurgusu gerçekliğin, ortaya

çıkarılmaktan ya da keşfedilmekten ziyade kurulduğunu göstermesi

bakımından dikkat çekicidir. İbni Haldun’a göre, “kuzeyliler

derilerinden dolayı renk almazlar, çünkü onlara anlamını veren dilciler

de beyazdır”37. Sosyal bilimlerde başlıca tehlikelerden biri olarak söz

edilen etnik-merkezcilik (ethnocentrism), bir toplumun üyelerinin diğer

bir toplumu kendi kültürüne göre tanımlama ve değerlendirmesi

sorununun İbni Haldun tarafından vurgulanmış olması gerçekten onun

yöntem tartışmasının değerini daha da artırır. İbni Haldun’un bu ifadesi

iki açıdan önemlidir: Birincisi, İbni Haldun bilimi çoğunlukla

gerçekliğin ortaya çıkarılması olarak görse de, bilim yoluyla gerçekliğin

kurulduğunun da farkındadır. İkincisi ise, üretilen ve sürekli yeniden

üretilen, değiştirilen, belli bir zaman işe yarayan daha sonra ise

34 Mukaddime I, s. 108. 35 Mukaddime I, s. 97. 36 Rene Descartes, Söylem, Kurallar, Meditasyonlar, çev. A. Yardımlı, İstanbul: İdea

Yayınları, 1996, ss. 67-68. 37 Mukaddime I, s. 221.

Page 85: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

85

vazgeçilen temel paradigmaların veya teorilerin işlevleri konusunda da

eleştirel bir bakış benimsenmesini hatırlatmasıdır. Bilim yalnızca

gerçekliği ortaya çıkarma faaliyeti değil, aynı zamanda onu kurmaya,

şekillendirmeye yönelik bir faaliyet olarak anlaşıldığında, kime ve neye

göre gerçeklik sorusu sorulabilecektir ki, bu da bizleri doğrudan çıkarlar

ve ideoloji arasındaki ilişkiye götürmektedir.

İbni Haldun’a göre bilim ve bilgi birçok bakımdan iktidarlarla

doğrudan ilişkilidir; gerçekliği açığa çıkarmanın veya kurmanın yanı

sıra, bilim iktidarın ele geçirilmesinde ve/veya sürdürülmesinde de rol

oynar. Bilim-iktidar ilişkisinde esas olarak üç taraf söz konusudur:

Yöneticiler, yönetilenler ve bilim insanları. Çoğunlukla siyasal ve

toplumsal çatışmalarda veya belli bir düzenin benimsetilmesinde

bilimin ve dolayısıyla bilim insanlarının iktidara hizmet ettiğini

vurgular38.

Hem bilimsel çevrelerdeki, hem de toplumdaki çatışmalardan

dolayı iktidarlarla içli dışlı olanlar İbni Haldun’a göre, kendi çıkarlarını

geliştirecek biçimde davranırlar ve gerçekliği aramaktan çok kendi

işlerine, çıkarlarına uygun olan bilgileri, çoğu zaman da gerçekliğe

aykırı olarak, yaymaya çalışırlar. Yerleşik çıkarlarını korumak için bilim

insanları ve iktidarlar birbirini karşılıklı olarak tanırlar ve desteklerler.

İbni Haldun bu noktada bilimin çatışan çıkarların veya iktidar

mücadelelerinin bir alanı olduğuna işaret eder; öyle bir alan ki, orada

daha ziyade gerçeklik çarpıtılır. Kendisinin yukarıdaki ifadesinin de

gösterdiği üzere, İbni Haldun sorunu, meşruiyet bağlamında ele alır:

Eğer ki, devlet adamı iyi ise, halk onun yanında yer alır39. Aksi takdirde,

her iki taraf arasında bir uyumsuzluk ve çatışma söz konusu olur ve

meydan yalan ve yanlışlarla dolmaya başlar. İbni Haldun bu çerçevede

meşru hükümeti yöneticinin yönetilenlerce onaylandığı, onlar

38 Mukaddime I, s. 98. 39 Mukaddime I, ss. 105-106.

Page 86: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

86

tarafından desteklendiği bir yönetim olarak tanımlar ve zorba yönetimle

meşru yönetim arasındaki farkları sürekli hatırlatır40.

İbni Haldun bilginin çarpıtılmasının veya gerçekliğin yanlış

algılanmasının iktidarların geleceklerini öğrenme çabalarında da

kendini açığa vurduğunu ileri sürer. Özellikle bilginin olağan olmayan

yollardan elde edilmeye çalışılması ona göre gerçekliğin ve değişim

yasasının bilinmemesinden veya neden-sonuç ilişkilerinin

kurulamamasından kaynaklanır. Dolayısıyla, bilimsel bir bakıştan

yoksun olan iktidarlar ve sözde biliciler her türlü zorbalığa ve irrasyonel

yollara başvururlar. Meşru olmayan bir iktidar ve onu korumaya

adanmış bir bilim, en acımasız şeyleri yapmaktan geri durmaz. İbni

Haldun’un kehanet, sultanlar, zulümler ve işkenceler arasında kurduğu

ilişkiler bu noktada oldukça dikkat çekicidir:

“Kimi zalim zorbaların, ilerde kendi başlarına neler geleceğini

öğrenmek için zindanlardaki kişileri keserek öldürdükleri ve

öldürdüklerinin ağızlarından çıkacak sözleri dinleme amacı güttükleri,

öldürülen kimselerin de o zalimlerin akıbetlerini haber veren sözler

söyledikleri yolunda söylentiler ulaşmıştır bize…

Mesleme de (Mecrıtî), Gaye (Gayetü’l-Hakîm Fi’s Sihr) adlı

kitabında buna benzer bir zalimlik yoluyla ağızdan bilgi alındığını

anlatır: Bu kitapta anlatıldığına göre, herhangi bir kimse, susam yağıyla

dolu bir küpün içine sokulur, küpün içinde kırk gün sadece incir ve

ceviz yedirilerek bekletilir, sonunda eti gidip yalnızca damarları ve

başının kemikleri kaldığında yağ dolu küpten çıkarılır ve havada

kurutulursa, o kimse sorulacak her soruya karşılık verir. Özel durumlar

konusunda da karşılık verir, genel konularda da”41.

40 Mukaddime II, ss. 36-37. 41 Mukaddime I, s. 270.

Page 87: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

87

İbni Haldun büyücülerin ve bilicilerin yaptıkları kötü işler olarak

nitelendirir bu örnekleri ve çile gibi, bilinmeyenin bilgisine ulaşmak için

denenen birçok yoldan söz eder. Bütün bunların doğa yasasının

bilinmeyişinden ve zorba yönetimden kaynaklandığını tespit etmesi ise

çok anlamlıdır. Halbuki, İbni Haldun değişimi merkeze alarak, hiç de bu

yollara başvurmaksızın geleceğin kestirilebileceğini ileri sürer. Özellikle

baskıcı yönetimin zararları üzerinde durduğunda değişimin ilkelerini ve

o yönetimin izlediği süreci açığa çıkarır. Gayrimeşru veya baskıcı bir

yönetim halkın direnme gücünü kırar; güven sorunu oluşturur ve

meşruiyetini yitirir; bu bir döngü biçiminde o yönetimin yıkılışına dek

sürer42. Örnekler arasında haksız cezaların, halkın aşağılanmasının,

korkuların ve boyun eğmenin yaygınlaşması ele alınır.

İbni Haldun’a göre değişimin taraftarları olduğu kadar, değişime

direnenler de söz konusudur. Toplumsal tabakalaşma sistemi içinde,

piramidal yapıda üstte olanlar kendi konumlarını ve o konumlarının

kendilerine sağlamış olduğu olanakları, statüleri, prestiji, maddî, manevî

ödülleri kaybetmek istemezler. İbni Haldun, Mukaddime’de toplumsal

tabaka sisteminin ve iktidarların nasıl asabiye ile sağlandığını,

korunduğunu veya yıkıldığını çözümler43. İbni Haldun’a göre, devletin

kuruluş aşamasında asabiye veya topluluk bağları güçlüdür; ancak

kuruluş aşaması sonrasında zayıflar, nitelik değiştirir44. Yönetici grup,

soyluluk inşası ile iktidarını kurar ve geliştirir. Refah arttıkça, bağlar

zayıflar; yönetici ve yönetilenler arasında uçurum artar; dolayısıyla

insanlar aşağılanır, malî yükümlülükler, yolsuzluklar ve vergiler

giderek artar. İbni Haldun, bunu devletin güçsüzlüğü ile ilişkilendirir ve

42 Mukaddime I, s. 303. 43 Örnekler için bkz., Mukaddime I, ss. 309-314. 44 Mukaddime II, ss. 20-29.

Page 88: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

88

devletin kocamışlık aşaması olarak belirler. Öyle ki, bu aşama, iktidarın

zayıfladığı, çözülmenin başladığı bir aşama olarak resmedilir45.

Annales Okulu: Tarihin Bütünlüğü ve Sürekliliği

20. yüzyıl başlarında Annales Okulu'nu kuran Marc Bloch,

Lucien Febvre ve Fernand Braudel gibi tarihçiler “tarih nedir?”,

“tarihçi, tarihi nasıl incelemelidir?” sorularına kapsamlı yanıtlar

geliştirmişlerdir.46 "Tarih yalnızca insanoğlunu düşünmez. Hayatiyet

kazandığı doğal ortam dönemselliktir. İnsan bilimi, evet, ama zaman

içinde insan. Akan zaman, ama kesintisiz değişim."47 Febvre bu

ifadelerde, akan zaman içinde meydana gelen değişimleri dile

getirmekle "tarih geçmişin bilimidir" önermesinin tutarsızlığını ortaya

koyar. Tarihin bütün zaman içinde konusunu "...insanların içinde

yaşadıkları toplumlar, örgütlenmiş gruplar..."48 oluşturur; zaman

sadece geçmişi değil, bugünü ve geleceği de kapsadığından, tarih de

sadece geçmişi incelemez. Annales üyeleri geçmişin durağan olmadığı,

aksine, an be an zenginleştiği düşüncesindedir. Zamanın anlar olarak

aktığı düşünülecek olursa ve bu anları da, Fernand Braudel'in ifade

ettiği gibi, “tek tek her olay doldurduğuna göre, geçmiş diye

bahsettiğimiz şey statik değil, dinamik bir yapı sergileyecektir. Aynı

zamanda, geçmişe eklenen her an, onun bir öncekinden daha farklı

bir geçmiş olmasını zorunlu kılacaktır”.

Braudel'in "Akdeniz" adlı eseri bütün tarih yazma çabasını

simgeler ki, bunda yazarın amacı geçmiş zamanın değişik ölçülerini

tüm çeşitlilikleriyle bir araya getirmek, okuyucuya bunların birlikte

45 Mukaddime I, ss. 316-340. 46 Annales Okuluyla ilgili kısım ufak değişikliklerle yazarın şu incelemesinden

alınmıştır: H. Emre Bağce, “Tarih ve Tarihçi”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, sayı: 84, 2004. 47 Lucien Febvre, "Başka Bir Tarihe Doğru”, Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi: Annales

Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985. 48 Lucien Febvre, a.g.m.

Page 89: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

89

varoluşlarını, çelişki ve zıtlıklarını ve kapsadıkları deneyim

zenginliğini tanıtmaktır. Bu nedenle coğrafi bir araştırma

çerçevesinde, Akdeniz tarihinin sabitleri olan yerel, kalıcı, değişmez

ve sık tekrarlanan özellikleri ele alır ve "geçmişin bugünkü Akdeniz

kıyılarında yaşamakta olduğu"49 sonucuna varır.

Braudel, "Tarih ve Toplumsal Bilimler" adlı makalesinde ise

zaman diyalektiği'nin yararını ve önemini vurgular ve "toplumsal

gerçekliğin en temel unsuru 'an' ile 'uzun dönem' arasındaki bu canlı,

derin ve süren karşılıktır. İster geçmişle, ister bugünle ilgilenelim,

toplumsal zamanın çokluğunun açıkça bilincinde olmak”

gerekmektedir diyerek, dikkatini kısa dönem olay ve bireye yönelten

tarih anlayışının eksikliğini ve yöntemindeki yanlışlığı dile getirir.

"Tarihçi için uzun dönemi kabul etmek, tüm toplumsal yaşamın yeni

bir şekilde kavranılması demek: yavaş ilerleyen, hatta bazen

neredeyse durgun zamanla tanışma demek... Tarihin bütünlüğü...

benim için tüm olası tarihlerin toplamı, -dün, bugün ve yarınki-

mesleki yetenek ve bakış açılarının bir araya gelmesidir"50. Braudel,

bugünün zamanının dünden, önceki günden, ta eskiden

kaynaklandığını, geçmiş ve şimdiki zamanın birbirlerini karşılıklı

olarak aydınlattığını ifade eder. "Eğer insan, gözlerini şimdiki

zamanla sınırlarsa hızlı, parlak, yeni, gürültülü ya da anlaşılması kolay

herhangi bir şey dikkatini çekecektir"51 diyerek diğer bilimlere

göndermede bulunur. "Tek tek her olay nüve halinde insanlığın tüm

tarihini içermektedir. Başka bir deyimle, bu tek tek notaların yer aldığı

klavye, tarihtir"52.

49 Fernand Braudel, "Akdeniz", Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde,

İstanbul: Alan Yay, 1985. 50 Fernand Braudel, “Tarih ve Toplumsal Bilimler”, Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi:

Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985. 51 Braudel, a.g.m. 52 Braudel, "Akdeniz".

Page 90: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

90

Bunun yanında, Braudel, tarihi kısa dönemli olay ve olgular tarihi,

uzun dönemli tarih, geleneksel tarih ve konjonktürel tarih gibi adlar altında

sınıflandırır ve hangisinin tarihi bütünsel olarak ortaya koyduğunu şöyle

ifade eder:

"... Kısa dönemli krizlerin araştırılmasında bile cevabı bulmak

için sık sık yapısal tarihe bakmak zorunda kalıyoruz. Ama aynı

zamanda sanki gerçeğin tam aksine tarihin derin akıntılarını onların

yüzeysel dalgaları yaratıyormuşçasına tez elden açıklayıvermek

eğiliminde olduğumuz kısa dönemli tarihsel olguların da buna göre

ölçülmesi gereken deniz düzeyidir. Durgun sular derin olur ve

yüzeydeki dalgacıklara kanmamak gerekir. Tarihin böyle ağır ve hızlı-

hareketli düzeylere, yapı ve konjonktürlere bölünmesi hâlâ

çözümlenmemiş bir tartışmanın odağını oluşturmakta. O halde temel

kaygımız, bu hareketleri birbiriyle ilişkileri içinde tanıma, sınıflandırma

ve karşılaştırma olmalı.."53

Braudel geçmişin önemli veya önemsiz tekrarlanan ayrıntılar yığını

olan kısa dönemli rutin işlerden oluştuğunu; tarihi anlamanın ve bütünsel

bir şekilde ortaya koymanın konjonktürel anlatım türünü gerektirdiğini

belirtir. Buna göre zaman dönemleri, farklı ve kendine has (sui generis)

geçmişleri öngörür. Braudel'in tarihi geçmişi denize benzetip, buna eklenen

her bir olay veya anın bu deniz yüzeyindeki dalgaları oluşturduğunu ifade

etmesi anlamlıdır. Aynen sosyoloji disiplininde, toplumun bireylerden

oluştuğu ama bu toplamdan daha farklı, kendine münhasır bir varlık

olduğunun kabul edilmesi gibi, tarihi geçmiş de tek tek olaylardan oluşan,

ama bu olayların toplamından daha farklı veya daha fazla bir şey olarak

kavranmaktadır. Bu nedenle, Braudel olaylar tarihini inceleme yerine,

uzun dönemlerle ilgilenir.

53 Braudel, a.g.m.

Page 91: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

91

Annales’in bir diğer temsilcisi Lucien Febvre, "tarih, geçmişin

bilimidir" önermesine karşı çıkar. Çünkü ona göre, geçmiş yaşandığı

günlerde pekâlâ bilimin konusudur ve bundan dolayı tarih zamanımızın

veya geleceğin bilimi olabilir ve olmalıdır da. Son yıllarda Batı uygarlığını

sırtlarında taşıyanlar tarihi küçümsemeye başlamışlardır, bunun nedeni ise,

korkunç bir şekilde yükselmiş aşkınlık, psikolojik değişimler ve teknik

devrimlerdir. "Demiryolları, arabalar, uçaklar ya da buharın şiddetle

düşen basıncına karşı elektriğin yükselişi ve ardında da 'evcilleştirilmiş’

atom enerjisi, kuşakları birbirinden ayıran ve gelenekleri yıkan uçurumu

daha fazla derinleştiriyor; sonuç olarak ise tarihe yönelik büyük bir

küçümseme başgösteriyor. Bu, başarılarını sürekli düzenlemeye,

sağlamlaştırmaya vakit bulamayan ve bunlarla başı dönen

insanoğlunun horgörüsüdür; aksi takdirde, diğer başarılarının tümü

yarın tehlikeye düşebilir. İnsanoğlunun horgörüsü, övgüyle kendi zaferinden

bahsedip, modası geçen atalarını bir kenara bırakır (ve sonuçta)... tarihin

inşası uğruna ne diye zaman kaybedelim ki...” derler. Bu bakışın nedeni,

olaylar tarihinin her zaman ön plana çıkarılması ve bugünün

problemlerinin geçmiş tarihle çözülebileceğinin düşünülmemesidir.

Önemli kişilerin ölüm tarihleri nedir? Bu ve buna benzer kuru sorular

tarihin ve geçmişin anlaşılmadığının en açık belirtileridir. Böyle bir tarih

anlayışı sonucunda, çağdaş insan tarih tarafından hırpalanmıştır ve buna

tepkisi ise tarihi köhne, modası geçmiş olarak niteleyerek ona sırtını

dönmesidir. Halbuki "geçmişin, insanların omuzlarına tüm ağırlığıyla

çökmesini engelleyen ve onu düzenleyen tarihtir…” Febvre’e göre,

çağdaş insan gündelik veya bugünkü problemlerine çözüm bulabilmek

için farklı farklı toplumsal veya beşeri bilim dalları meydana getirmiştir.

Psikoloji, sosyoloji, siyaset bilimi, ekonomi, coğrafya, linguistik vb. gibi.

Şimdiye kadar, bu bilimler arasında birliktelik pek oluşturulamamıştır ve

tümü de kendi amaç, yöntem ve üstünlüklerini tanımlamakta, sınırlar

üzerinde mücadele etmektedir. Bu noktada, tarihi ve tarihçiyi de

Page 92: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

92

tanımlamaktadırlar. "Eğer kendinize tarihçi diyorsanız, buralara ayak

basmamalısınız, bu alanlar sosyologlara verilmiştir. Ne de buraya:

buradan psikologlara gidilir. Sağ tarafa ne demeli: yok yok, orayı hiç

düşünmeyin, zira coğrafyacının bölgesi ve solda da bölümler ve etiketler!

Bir ayağı bir sınırda, diğeri öbür sınırda, haydi tarihçi! Özgürce

çalışmalısın. Hem de yararlı olacaksın..." Dastre, "insan neyi aradığını

bilmezse, ne bulduğunu da bilemez..." der. Birbirine düşman bu bilim

dalları bütünsel bir yaklaşıma sahip olsalardı ve neyi, neden aradıklarını

bilselerdi, bu kör dövüşünü bırakıp, yaşamın her gün toplumlara ve

uygarlıklara dayattığı sorunların çözüm unsurlarını tarih içinde

arayabilirlerdi54.

Bu nedenle Annales Okulu üyeleri tarihin özgürlüğünü ve

özgünlüğünü ön plana çıkarmaya ve tarihin, toplumların hem dinamiğini

hem de bütünselliğini yansıtan başlıca bilim olarak ve böylelikle tüm diğer

beşeri bilimlerin tek mümkün sentezi olarak kabul görmesi için çaba

gösterirler. beşeri bilimlerin, yavaş yavaş tarihsel olmaya yönelmek

zorunda olduğunu düşünürler. Bu bağlamda Marc Bloch, tarihin,

reformasyonu ve metoduyla ilgili bildirisini 1928'de Annales'in

başlamasından bir yıl önce "Avrupa Toplumlarının Karşılaştırmalı Tarihi

İçin" isimli konferansta sunar. Bu çalışma zaman ve yer bakımından

ister yakın, ister uzak olsunlar, toplumlar arasındaki benzerlik ve

farkları inceleyen karşılaştırmalı metodun daha gelişmiş ve yaygın bir

şekilde kullanılmasını savunur, bunu savunmasının nedeni, bu

metodun tarihçileri gerçek nedenlerin bulunmasına giden yola

yöneltmesidir.

Karşılaştırmanın amacı Bloch'a göre, “farklı toplumsal

ortamlarda da olsa, göze çarpan iki ya da daha fazla olgunun seçimini

yapabilmek, belirli bazı analojiler içinde sunabilmek; yapılabilecek

54 Febvre, a.g.m.

Page 93: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

93

tüm ölçümler ile ortaya koydukları farklılıklar ve benzerliklerle beraber

evrimlerini gösteren eğriyi takip edebilmek; mümkün olduğu ölçüde

olguları açıklamak"55tır. Bundan sağlanan fayda ise tarihi geçmişte ve

bugünde belge yetersizliğinden doğan bazı boşlukları analojiler üzerine

kurulmuş varsayımlarla tamamlamak; karşılaştırmanın telkin ettiği bakir

araştırma alanlarını gözler önüne sermek, özellikle de o ana değin

anlaşılmamış pek çok kalıtı açıklamaktır 56. Birbirine yakın ama farklı

toplumları karşılaştırmak birbirlerine yaptıkları etkileri ayırt etmeye

yardımcı olacaktır. Bu noktada, "karşılaştırmalı tarih, yerel çalışmaları

tanımaya ve onlara hizmet etmeye hazırdır, zira yerel çalışmalar

olmadan karşılaştırmalı tarih hiçbir şey ifade etmez, tıpkı yerel

çalışmaların da karşılaştırmalı tarihsiz hiçbir işleve sahip olamayacakları

gibi"57. Bu durumda, belirli bir senteze ulaşabilmek için toplumsal

varoluşlar, ilişkiler, davranışlar tüm yönleriyle derinliğine ele alınmalıdır.

Bu çalışmalara konu olan malzemenin hacmi ve çeşitliliği öyle geniştir ki,

bu ortaklaşa takım çalışmasını ve çağdaş teknik donanım kullanılmasını

gerekli kılar.

Hobsbawm bu bağlamda malzeme ve analiz arasındaki ilişkiyi şu

şekilde ortaya koymaktadır:

"Tarihçi, baştan itibaren, modeller oluşturmak, yani elinde

bulunan ve aksi halde kısa özetlerden pek fazla değeri olmayacak olan

dağınık ve kısmi bilgileri tutarlı sistemler haline getirmek zorundadır.

Böylesi modellerin başarı ölçütü bileşenlerinin birbirine uyup uymadığı

ve belirlenebilir toplumsal durumların hem niteliği hem de sınırları için

55 Marc Bloch, "Avrupa Toplumlarının Karşılaştırmalı Tarihi İçin", Ali Boratav (der.),

Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985. 56 Bloch, a.g.m. 57 Bloch, a.g.m.

Page 94: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

94

bir kılavuz sağlayıp sağlayamayacağıdır ve öyle olması gerekir."58

Bu kapsamda, Le Roy Ladurie 15. ve 18. yüzyıllar arasındaki

dönemi, arazi, iklim, nüfus, fiyatlar, aile yapısı, okur-yazarlık,

reformasyon, köylü ayaklanmaları ve büyücülük gibi konuları, kısacası

ekonomik ve sosyal değişimleri birlikte tüm tarih, anlayışı içerisinde ele

alır. "Tarihçi ve Bilgisayar" adlı makalesinde bu bütünlüğün nasıl

incelenmesi gerektiğini belirtir: İşlerden biri “verileri birinci

dereceden önem taşıyan, fakat ulaştığı boyutlar nedeniyle şimdiye kadar

araştırmacıları yıldırmış olan geniş belgeler külliyatını (corpus) incelemek

olacaktır. Temelinde bilgi işlem yatan tarih yalnızca, belirli bir

araştırmalar kategorisi ile sonuçlanmaz. Bu tarih aynı zamanda bir

'arşiv'in oluşmasına katkıda bulunur. Bir kez kaydedilirse, ilk defa bir

tarihçi tarafından kullanıldıktan sonra, bu veriler yayınlanmış yeni

bağlantılar elde etmek isteyecek olan sonraki araştırmacılar için

depolanabilir. Burada tarih mühendisi diyebileceğimiz, yeni bir tür

arşiv uzmanı yetişecektir.."59 Lucien Febvre de dilsiz şeyleri

konuşturmaya odaklanmıştır. Toplumların kendileri hakkındaki

söylemediklerini söyletmeyi amaçlayan çaba içerisinde, mikrofilmlerin

tetkiki, fişlerin düzenlenmesi, kartların, istatistiklerin, grafiklerin

hazırlanması, linguistik, psikolojik, etnik, arkeolojik, hatta botanik

kaynakların bile tarihsel dokümanların karşılaştırılması ve bunun gibi

tanımayı, anlamayı kolaylaştıracak şeyleri sağladığını belirtmiştir.

Pierre Vilar, "sadece iktisadi değil, psiko-sosyal geçmişten de

yararlanan, bugünün reaksiyonlarını içeren ve yeni insanların yeni

gerçeklikler karşısında ürettikleri şeyleri göz önüne alan etkin bir

58 E. J. Hobsbawn, "Toplumsal Tarihten Toplumun Tarihine", Ali Boratav (der.), Tarih ve

Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985. 59 E.L. Ladurie, "Tarihçi ve Bilgisayar", Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu

İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985.

Page 95: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

95

tarihsel modelin”60 gerekliliğine işaret ederken, Mclennan, Braudel'in

"tarih daha bilimselleşerek, bütünlüğü içinde toplumsal gerçekliğin,

geleceğin ve geçmişin açıklaması olabilir" tezini destekler.

Tarihsel sentez düşüncesi ile Annales Okulu varolan "olaylar

tarihi" olarak nitelenen yazımın ötesine geçmeyi, sosyo-kültürel

bağlamların anlaşılabilmesi için tarihsel sentez ile bütünlüğü oluşturmayı

amaçlamışlardır. Bu anlayış, aslında tüm fiziksel, düşünsel ve normatif

özelliklerini de içermek üzere, geçmiş çağların bir kez daha or taya

konması anlamına gelmektedir. Bu bütünlüğü sağlayabilmek için,

coğrafya, linguistik, ekonomi, demografi, siyaset bilimi, klimatoloji,

psikoloji, sosyoloji gibi beşeri bilimler bütünlük içerisinde ele

alınmalıdır. O halde bir tarihçi bütün bu bilimleri kendisinde

toplayacağı gibi bütün bu bilimlerle ilgilenenler de birer tarihçi

olabilmelidir.61

60 P. Vilar, "İktisadi Tarihin Kuramsal Sorunları", Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi:

Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985. 61 Tarih ve yöntem üzerine çık kapsamlı eserler bulunmaktadır. Öreğin bkz., R. G.

Collingwood, Tarih Tasarımı, çev., K. Dinçer, Ankara: Doğu Batı Yay., 2007; John Tosh,

Tarihin Peşinde: Modern Tarih Çalışmasında Hedefler, Yöntemler ve Yeni Doğrultular, 2.

Basım, çev., Ö. Arıkan, İstanbul: Tarih Vakfı Yay., 2005; Peter Burke, Tarih ve Toplumsal

Kuram, 3. Basım, çev. M. Tunçay, İstanbul: Tarih Vakfı Yay., 2005; Tarihin Kötüye

Kullanımı (Tarihi Kötüye Kullanma Biçimleriyle Yüzleşmek Sempozyumu, Oslo,Norveç, 28-30

Haziran, 1999), çev., N. Elhüseyni, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı

Yay., İkinci Basım, 2004.

Page 96: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

96

KAYNAKÇA VE NOTLAR

Friedrich Nietzsche, Tarih Üzerine (Çağa Aykırı

Düşünceler’den), çev., Nejat Bozkurt, Say Yay., İkinci Basım, İstanbul,

1994.

Edward Hallett Carr, Tarih Nedir, çev., Misket Gizem Gürtürk,

4. Baskı, İstanbul: İletişim Yay., 1993.

Şevket Pamuk, 100 Soruda Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-

1914, Üçüncü Baskı, İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1993.

Paul Ricoeur, “The Model of the Text: Meaningful Action

Considered as a Text”, Social Research, 38, 1971.

Karl R. Popper, Conjectures and Refutations, London: Routledge

& Kegan Paul, 1963.

Max Weber, Economy and Society: An Outline of Interpretive

Sociology, der., G. Roth ve C. Wittich, Berkeley: University of California

Press, 1978.

Michael A. Weinstein, “C. B. Macpherson: Demokrasi ve

Liberalizmin Kökleri”, A. De Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş

Siyaset Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi,

1994.

Immanuel Kant, Political Writings, (der., H. Reiss), ikinci

genişletilmiş baskı, Cambridge: Cambridge University Press, 1993.

Immanuel Kant, Seçilmiş Yazılar, çev., N. Bozkurt, İstanbul:

Remzi, 1984; G. W. F. Hegel, Essential Writings, (ed. F. G. Weiss), New

York, Harper: Touchbooks, 1974.

Page 97: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

97

G. W. F. Hegel, Hukuk Felsefesinin İlkeleri, çev., C. Karakaya,

İstanbul: Sosyal Yay., 1991.

G. W. F. Hegel, Tarihte Akıl, çev., Ö. Sözer, Üçüncü Basım,

İstanbul: Kabalcı Yay., 1995.

Anthony Quinton, “Karl Popper: Özler Olmadan Siyaset”, A. De

Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş Siyaset Felsefecileri, 2. Baskı,

çev. M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994.

Quinton, a.g.m., ss. 153-162. Popper’in görüşleri için bkz., Karl R.

Popper, Tarihselciliğin Sefaleti, çev. S. Orman, İstanbul: İnsan Yay., 1985;

Açık Toplum ve Düşmanları, çev., M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi,

1989.

Kenneth R. Minogue, “Michael Oakeshott: Siyasetin Uçsuz

Bucaksız Denizi”, A. De Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş Siyaset

Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994.

Dante Germino, “Eric Voegelin: İnsan Yaşamının Arasında”, A.

De Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş Siyaset Felsefecileri, 2.

Baskı, çev. M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994.

Eugene F. Miller, “Leo Strauss: Siyaset Felsefesinin Yeniden

Canlanışı”, A. De Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş Siyaset

Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994.

Francis Fukuyama, Tarihin Sonu ve Son İnsan, çev. Z. Dicleli,

İstanbul: Gün Yay., 1999.

İbni Haldun, Mukaddime I, çev. T. Dursun, Ankara: Onur

Yayınları, 1977.

Page 98: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

98

C. Wright Mills, The Sociological Imagination, New York: Oxford

University Press, 1959.

Rene Descartes, Söylem, Kurallar, Meditasyonlar, çev. A.

Yardımlı, İstanbul: İdea Yayınları, 1996.

H. Emre Bağce, “Tarih ve Tarihçi”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi,

sayı: 84, 2004.

Lucien Febvre, "Başka Bir Tarihe Doğru”, Ali Boratav (der.),

Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985.

Fernand Braudel, "Akdeniz", Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi:

Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985.

Fernand Braudel, “Tarih ve Toplumsal Bilimler”, Ali Boratav

(der.), Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985.

Marc Bloch, "Avrupa Toplumlarının Karşılaştırmalı Tarihi İçin",

Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul:

Alan Yay, 1985.

E. J. Hobsbawn, "Toplumsal Tarihten Toplumun Tarihine", Ali

Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan

Yay, 1985.

E.L. Ladurie, "Tarihçi ve Bilgisayar", Ali Boratav (der.), Tarih ve

Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985.

P. Vilar, "İktisadi Tarihin Kuramsal Sorunları", Ali Boratav (der.),

Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985.

Page 99: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

99

Page 100: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

100

İKİNCİ OTURUM

GÜVENLİK ÇALIŞMALARINDA YÖNTEM(LER)

Doç.Dr. Pınar Bilgin1

Güvenlik Çalışmaları Uluslararası İlişkiler’in bir koludur.

Uluslararası İlişkiler yüz yıldan daha kısa sürelik tarihi olan bir

disiplindir. Uluslararası İlişkiler’in alt dalı olan Güvenlik Çalışmaları,

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gelişmeye başlamıştır. Soğuk Savaş

döneminde Uluslararası İlişkiler’in “gözbebeği” diye nitelendirilmiştir.

Soğuk Savaş sonrası dönemde ise en yeni kuramsal gelişmeler güvenlik

kavram ve uygulamaları üzerinden tanıltılmış ve tartışılmıştır. Güvenlik

Çalışmalarının anlam ve kapsamı çok değişmiştir, ancak Uluslararası

İlişkiler’in gözbebeği olmaya devam etmektedir.

Tarihsel Gelişim

Soğuk Savaş Döneminde Güvenlik Çalışmaları

Soğuk Savaş döneminde güvenlik üzerine çalışmak denince

anlaşılan çoğunlukla stratejik araştırmalar olmuştur. Bu dönemde

“askeri strateji” ve “savaşma planı” olarak zaten “dar” olarak uygulanan

stratejik araştırmalar, başka silahların ve özellikle nükleer silahların

keşfedilmesiyle daha da dar bir odağa yönelmiştir. Nükleer silahların

stratejiye entegre edilmesi çabaları, “daha iyi savaşmak” yerine savaşı

önlemek çabalarını arttırmış, en temel strateji caydırıcılık olarak ortaya

çıkmıştır. Çünkü nükleer silah kolay kolay kullanılabilecek ve ondan

sonraki hayatın planlanabileceği bir silah değildir. Bu dönemde

güvenlik, savunma ve caydırıcılık eşanlamlıymış gibi kabul edilir

olmuştur. Savunma nasıl yapılır sorusunun cevabı: “strateji çalışarak”;

en iyi strateji nedir sorusunun cevabı “caydırıcılık” şeklinde verilmiştir

(bkz. Paret Craig & Gilbert, 1986, Baylis, 1987).

1 Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi.

Page 101: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

101

Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Güvenlik Çalışmaları

Soğuk Savaş sonrasında güvenlik anlayış ve uygulamaları

değişmeye başlamıştır. Bununla beraber Güvenlik Çalışmaları kuramsal

araştırma ve yeniliklerin yeniden odağı olmuştur. Uluslararası İlişkiler

kuramlarındaki tüm gelişmeler, güvenlik üzerinden tartışılmıştır. Artık

Güvenlik Çalışmaları, strateji üzerine yapılan araştırmaları içeren ancak

onunla sınırlı olmayan bir alt disiplin olarak görülmektedir. Bu

dönemde “güvenliğin ne olduğu” sorgulanmaya başlanmıştır. Soğuk

Savaş döneminde güvenliğin ne olduğu “yurdun savunması” olarak

kabul edilmiş, bu savunmanın nasıl yapılacağı üzerine kafa yorulmuştu.

Halbuki artık güvenlik, bireye (yurttaşa) ve devlete yönelik maddi ve

diğer tehditlerin yokluğu anlamına gelmektedir. Maddi tehditlerin farklı

boyutları olabilir; ama özellikle askeri ve ekonomik tehditler üzerinde

durulmaktadır. “Maddi olmayan” tehditler konusuna aşağıda

değineceğim. Artık çalışmalar iki temel soru etrafında şekillenmektedir:

“Güvenlik nedir?” ve “Nasıl sağlanır?” (bkz. Booth, 1991b, Buzan, 1991)

Güvenlik Araştırmaları = Stratejik Araştırmalar

Güvenlik Araştırmaları > Stratejik Araştırmalar

Kavramsal dönüşüm

Güvenlik Çalışmalarındaki (dardan genişe) kavramsal

dönüşümü mümkün kılan gelişme, yöntemsel bir dönüşüm olmuştur.

Eğer Soğuk Savaş sonrasında, önceki dönemlere göre çok daha başka

sorulara cevap arıyor, sorunlarla ilgileniyorsak bu, “Bilimsel yöntem

nedir? Bilimsel olarak ne çalışılabilir?” sorularına daha farklı cevaplar

verebilmemizdendir. Artık bilim felsefesindeki yenilikleri daha

Page 102: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

102

yakından takip edebiliyor, bu soruları sorabiliyor ve farklı cevaplar

verebiliyoruz.

Kantitatif yöntemden (pozitivist)

Kalitatif ve kantitatif yöntemlere (pozitivist ve post-pozitivist)

Yöntemsel dönüşüm

Bilim felsefesindeki yenilikler neden daha önce

uygulanamamıştır alanımızda? Denmektedir ki, 1960’larda 1970’lerde ve

Bilim felsefesinde bir takım yenilikler olurken, Uluslararası İlişkiler

uyuyordu, 1980’lerde, Soğuk Savaş bittikten sonra uyandı. Bu uyanışta

bir nebze de olsa Soğuk Savaşın bitmesinin payı vardır. Soğuk Savaş’ın

baskısı üzerimizden kalktığında farklı yaklaşımlara ilgi artmıştır. Ancak

diğer taraftan Soğuk Savaş yöntemlerinin o dönemin (ve tabii

günümüzün) sorunlarına çözüm aramakta yetersiz kaldığının fark

edilmesi de bu dönüşümde rol oynamıştır. Diğer bir deyişle Soğuk

Savaş yöntemlerindeki eksiklilikleri geç de olsa 1989 sonrasında fark

edilmiş ve çare bulunmaya çalışılmıştır. Tarihsel bağlam önemlidir;

ancak çalışmaların ihtiyaçlara ne derece cevap verdiği de önemlidir.

Ama bu demek değil ki, Soğuk Savaş döneminden sonra

tamamen farklı bir yaklaşım geliştirilmiştir. Soğuk Savaş yıllarında o

dönemin hakim kabul ve görüşlerine muhalif çok önemli istisnalar

ortaya çıkmıştır. Bugünlerde “Yeni Güvenlik” denilen yaklaşımın

tohumları o dönemde atılmaya başlanmıştır (Booth & Herring, 1994,

Buzan & Hansen, 2009). Örneğin Birleşik Krallık’ta pozitivizm hiçbir

zaman hakim yaklaşım olmamış, yorumcu yöntemler hep kabul

görmüştür (Booth, 1979). Amerika Birleşik Devletleri’nde, Batı’da ve

Page 103: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

103

özellikle de Kuzey Avrupa’da, İskandinavya’da Barış Çalışmaları

gelişmiştir (Galtung, 1971). Feminist kuramcılar önemli katkılar

yapmışlardır (Tickner, 1995).

Güvenlik Çalışmalarında Yaklaşımlar

Stratejik Araştırmalarda Yaklaşımlar

En eski yöntem olan “daha etkili savaşmak için yapılan tarihsel

çalışmalar” hala devam ediyor olması vurgulanmalıdır. Örnek olarak

Napolyon’un savaş stratejisi ve Clausewitz’in öğretisi hala askeri

akademilerde ve üniversitelerde çalışılıyor (Paret, Craig & Gilbert, 1986,

Clausewit,z Howard, Paret & Heuser, 2006). Yukarıda da belirttiğim gibi

Stratejik Araştırmalardaki en önemli dönüm noktası “mutlak silah”

atom bombasının keşfi. “Biz artık sadece savaşmak için

düşünmemeliyiz, aynı zamanda savaşı engellemek için düşünmeliyiz.

Çünkü olası bir savaş son derece yıpratıcı, yıkıcı bir savaş

olacaktır,”düşüncesi yerleşiyor. Bu dönemin anahtar ismi Bernard

Brodie’dir (Brodie, Dunn, Wolfers, Corbett & Fox, 1946, Brodie, 1959).

Atom çağında savaşı önlemek için geliştirilen stratejilerden en

önemlileri “güç dengesi” ve “caydırıcılık” stratejileridir. Güç dengesi

üzerine yapılan çalışmalarda en ağırlıklı isim Kenneth Waltz’dır.

Gerçekçi kuramcıların çok uzunca bir zamandır kullandığı güç dengesi

kavramını geliştiren Kenneth Waltz’ un temel olarak söylediğini

(basitleştirme pahasına) özetlersek: görece küçük güçler büyüklerinin

daha da büyümelerini engellemek için onları dengelemenin yollarını

ararlar; bunu da en iyi iki kutuplu dünyada yapabilirler; iki kutuplu

dünyada denge daha kolay kurulabilir; çok kutupluluk biraz daha az

dengelidir; tek kutuplu dünyada ise işlerin daha da zor olabildiği ancak

bunun uzun süreli olmayacağıdır. Bu anlamda klasik gerçekçi kuramın

katkısı yüzyıllardır uygulanmakta olan pratiklerin gözden geçirilmesi ve

formüllendirilmesi olmuştur (Guzzini, 1998). Waltz’ın diğer Gerçekçi

kuramcılardan farkı bu formüllendirmeyi sade ve sistemli bir kuramsal

zeminde önermesidir (Waltz, 1959, 1967, 1979).

Waltz ile beraber çalışmış olan Stephan Walt, güç dengesi

kavramı yerine tehdit dengesi kavramını önermiştir. Der ki: Önemli olan

Page 104: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

104

güç dengesi değildir, tehdit dengesidir. Sizin gücünüzden bağımsız

olarak değil; ama onunla ilişkili olarak, önemli olan devletin

karşısındaki güce nasıl baktığıdır. Onun elindeki güç önemlidir; ama

sizin onu tehdit olarak algılayıp algılamadığınız da önemlidir. Bu

yüzden, Walt’, yalnızca maddi olarak ölçebildiğimiz güç dengesini değil

algısal boyutları da olan tehdit dengesini çalışmamız lazım’, der. 1987

yılında yayınladığı bir kitapta bu kuramını Arap devletleri arasındaki

ilişkilerin incelenmesi üzerinden ortaya koyan Walt (1987), algısal

güvensizlikleri çalışmakta yöntemsel olarak yetersiz kaldıysa da

(yapısalcı gerçekçi kuramın bu yönde geliştirdiği bir yöntem yoktur), bu

eksiklik yeni güvenlik çalışmalarının benimsediği post-pozitivist

yöntemlerin gelişmesi öncesinde (giderilmek bir yana) tam olarak fark

edilememiştir (bkz. Barnett, 1998).

Waltz’ın kuramını Soğuk Savaş’ın sona ermesinden kısa bir süre

sonra, John J. Mearsheimer (1990) geliştirmeye başlamıştır. Mearshemier

gerçekçi kuramı ve kuramcıları değerlendirirken “saldırgan/savunucu”

ayrımını yapar ve Kenneth Waltz’ı savunucu olarak sınıflandırır. Der ki,

Waltz devletlerin dengeleme yaparkenki amacının savunma olduğunu

kabul eder. Ancak devletler güvenlik sağlama çabası içinde sadece

dengelemekle yetinmeyebilirler; saldırmayı seçebilirler (Mearsheimer,

2007, 2009).

Güç dengesi analizinde yöntem, varsayımla başlar. Temel

varsayım, aktörlerin devletler olduğudur. Aktörlerin güçleri hesaplanır.

Güç, askeri ve ekonomik kapasite olarak, yani maddi güç olarak

tanımlanır. Önemli olan, ölçülebilir olmasıdır, çünkü kullanılan yöntem

ölçülebilir olanın bilinebilir olduğunu söyler. Elle tutulur, gözle görülür

güçler temel alınır. Üçüncü olarak da dünya Güç Dengesine bakılır.

Sadece devletlerin güçlerini bilmek yetmez. Dünya güç dağılımını—tek

kutuplu mu, iki kutuplu mu, çok kutuplu mu—bilmek ve ona göre bu

hesapları yapmak gerekir. Tarafların yapacağı hamleler tahmin

edilmeye çalışılır. Güç dengesi kuram ve uygulamalarını çalışanlarda

kullanılan yöntem bu şekildedir. Devletleri temel aktör olarak almışlar,

maddi güç üzerinde durmuşlar, dünyanın güç dengesine bakmışlar ve

onun çerçevesinde devlet davranışlarının nasıl olacağını açıklamaya

çalışmışlardır.

Page 105: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

105

Geliştirilen ikinci önemli strateji olan caydırıcılık, güç dengesi

kavramından (ve uygulamalarından) hareket etmekle beraber daha çok

nükleer silahların kullanılmasına yoğunlaşmıştır. Farklı yöntemler

kullanılmış olmakla beraber en ilginç sonuçlar “oyun kuramı” kullanan

araştırmacılar tarafından elde edilmiştir. Oyun kuramı, yöntemini

matematikten ve ekonomiden almaktadır. Soğuk Savaş’ta sayısal

yöntemleri kullanmak, o dönemin anlayışıyla bilimsel ayağa oturtmak

çok önemliydi. Hem Sovyetler Birliği tehdidi karşısında “sağlam

durmak” (yani bilimden olabildiğince destek almak) ihtiyacı sürekli

olarak hissediliyordu, hem de Hükümetler danıştıklarında (veya fon

dağıttıklarında) araştırmacılar bilimin desteğini arkalarına alarak daha

yüksek sesle cevap verebiliyorlardı. Oyun kuramının önemli katkısı,

aktörlerin en yüksek kazanç için yapabileceği ve yapması gereken

hamlelerini incelemesidir. Bunu kullanarak geliştirilen literatürün

yaptığı en büyük katkı, zamanın ABD Savunma Bakanı McNamara’nın

‘dehşet dengesi’ olarak nitelendirdiği “Mutual Assured Destruction”

(İngilizce kısaltması “çılgın” anlamına gelen: MAD) durumudur. Mad

stratejisinin ideal olan durumu herkesin ikinci vuruş kapasitesine sahip

olduğu bir dünyadır. Eğer bir devletin birinci vuruş kapasitesi varsa ve

saldırdığında kimsenin ikinci vuruş kapasitesi yoksa veya kalmıyorsa, o

çok dengesiz bir dünya olur. En dengeli durum, herkesin ikinci vuruş

kapasitesine sahip olduğu durumdur. Burada dengeden kasıt bir

“dehşet dengesi”dir; herkesin kendi hayatını riske atarak adına “barış”

denilen bir durumu sağladığı bir dengedir. Dehşet dengesinin olası bir

nükleer savaşı mı engellediği yoksa silahlanma yarışının tetikleyerek

dünyayı daha da mı dengesizleştirdiği konusunda bir fikir birliğine

varılamamıştır (Freedman, 1998, Booth, 1999a, 1999b, Freedman, 2004).

Oyun kuramında yine aktörler devletlerdir. Ancak devletlerin

temsilcileri olarak liderlerin davranışları analiz edilir. Bu analizde

aktörlerin akılcı (rational actor assumption) davrandığı varsayılır Ama bu

akılcılık, günlük anlamda kullanılan akılcılık ile aynı değildir. Aktörler,

amaca yönelik en uygun hamleyi seçebiliyorlarsa, bu akılcı bir hamledir,

yani dar anlamıyla bir akılcılık varsayılır. Aktörlerin yaptıkları

açıklamalara ve geçmiş davranışlarına bakarak amaçları belirlenir, sonra

da bu amaca uygun olarak yapacakları hamleler tahmin edilmeye

Page 106: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

106

çalışılır. Burada da temel alınan, geçmiş davranışları ve hali hazırdaki

kapasiteleridir (Zagare & Kugler, 1987, Zagare, 1990, Zagare & Kilgour,

2000). Bu konuda öncü çalışmaları Thomas Schelling (Schelling, 1960,

Schelling & Halperin, 1961, Schelling, 1966) yapmıştır.

Soğuk Savaş yıllarında temel olarak geliştirilen iki strateji ve bu

stratejileri açıklamakta ve geliştirmekte kullanılan yöntemler bu

şekildedir. Daha etkili savaşmak için yapılan planlardan savaşı önlemek

için geliştirilen stratejilere doğru bir gelişme gözlenebilir.

Dönüşüm

Güvenlik Bireye ve/ya devlete

yönelik maddi ve algısal tehditlerin yokluğu

Güvenlik Çalışmaları Güvenlik nedir?

Nasıl sağlanır?

Stratejik Araştırmalar Güvenlik Araştırmaları

Strateji Amaca yönelik

plan/lar

Askeri strateji Savaş planı

Stratejik Araştırmalar Daha etkili savaşmak

için yapılan plan/lar

Savaşı önlemek için geliştirilen stratejiler

Yeni Güvenliğin Öncüsü Soğuk Savaş Güvenlik Çalışmalarında

Yaklaşımlar

Yukarıdaki tablodaki gibi karşılaştırmalı olarak bakıldığında

Soğuk Savaşın bitmesi ile beraber güvenlik üzerine yapılan çalışmalarda

önemli bir sıçrama olduğu izlenimine kapılınabilinir. Bu izlenim yanlış

değildir. Soğuk Savaş’ın öngörülemeyen bir şekilde sona ermesi ve bu

bitişin nasıl olacağının da öngörülememiş olması Güvenlik Çalışmaları

için bir silkinme ve kendisini sorgulama gereği yaratmıştır. Ancak bu

demek değildir ki Soğuk Savaş döneminde hiç farklı yaklaşım

olmamıştır. Tam tersine bu Stratejik araştırmaların bazı eksiklikleri

1960lı yılardan başlayarak dile getirilmiştir. Ancak bu çalışmalar o

dönemde gerektiği kadar dikkate alınmamıştır. Diğer bir deyişle Soğuk

Savaş sonrasında, yeni yaklaşımlar da geliştirilebilindiyse, bu zaten

Soğuk Savaş döneminde bir takım yenilikler yapılmaya başlandığı

Page 107: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

107

içindir. O dönemde önerilen ve şimdi iyice geliştirilen üç tane

yaklaşımdan ve bunların kullandıkları yöntemlerden bahsedeceğim.

Bunlar, “algı ve algı yanılması” üzerine yapılan araştırmalar, “stratejik

kültür” üzerine yapılan araştırmalar ve “etik kaygılar”dan yola çıkan

araştırmalardır.

Algı ve algı yanılması üzerine yapılan araştırmalarda klasik eser

Robert Jervis’in kitabı Perception and Misperception in International

Politics’tir (Jervis, 1976). Burada psikoloji ve bilişsel bilim çalışmalardaki

gelişmelerden ve geliştirilen yöntemlerde yola çıkılır ve duyusal bilginin

alınması, yorumlanması, seçilmesi ve düzenlenmesi incelenir.

Formüllendirmek gerekirse: “algı eşit değildir duyum”. Bakmakla

görmek aynı değildir, aynı olduğu varsayıldığında uluslararası

ilişkilerde önemli kazalar olabilmektedir. Yazarlar mesela Birinci Dünya

Savaşı’nın ortaya çıkışını, Küba Füzeler Krizi’nin yönetilmesini ve Mısır-

İsrail 1967 savaşını bu yaklaşımı kullanarak açıklamışlardır

(JervisLebow & Stein, 1985). Diğer bir deyişle algıyı “işlenmiş duyum”

olarak düşünmek daha doğrudur. Jervis bunu çok güzel bir şekilde

özetler ve eserinde, “Yeni enformasyon daima eskisinin ışığında

değerlendirilir” der. 1970’lerde yayınlandığında çok etki yapmış, daha

sonra biraz da unutulmuş, bugünlerde ise üzerinde çokça durulan

çalışmalardan bir tanesidir bu eser. Neo-klasik gerçekçi kuramcılar algı

üzerinde çokça durmaktadırlar. Ancak günümüzde bir faktör olarak

algıyı çalışanların ne ölçüde Jervis’in ve Lebow’un (Jervis, Lebow &

Stein, 1985, Lebow & Stein, 1998, Lebow, 2007) bilişsel psikolojiden

aldığı yardımı içselleştirdikleri, ve/ya ne ölçüde bilişsel psikolojide o

günden bugüne olan gelişmeleri çalışmalarına kattıkları şüphe götürür.

Algı ve algı yanılmasını çalışanların başlangıç noktası olan

varsayım, yukarıda bahsi geçen, Robert Jervis’in giriş noktasıdır: “yeni

enformasyon daima eskisinin ışığında değerlendirilir”. Yeni

enformasyonu hiçbir zaman boş, tamamen bembeyaz bir sayfayla

karşılayamayız. Hep kendimizle beraber, kendi bilgilerimizle beraber

değerlendiririz. Bundan kaçmak mümkün değil,”denmektedir. Ama

eğer her şeyi zaten eskisinin ışığında değerlendiriyorsak; bunu çalışmak

çok kolay bir şey değildir. Tarihsel bir olay inceleniyorsa arşivler

yardımımıza yetişir. Mesela Küba füzeler krizini konuşuluyorsa; Küba

Page 108: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

108

kaynaklarından, Sovyet kaynaklarından ve Amerika Birleşik

Devletleri’nin kaynaklarından görmeye çalışılır (Allison & Zelikow,

1999, Weldes, 1999). Taraflar birbirlerini nasıl algıladıklarına, o

dönemdeki yazılı ve sözlü iletişimlere bakılır. Güncel bir olay

inceleniyorsa, örneğin komşularla ilişkilerde karşılıklı algılar

incelenirken akılcı aktör varsayımı modifiye edilir. Yani karşı taraftaki

aktörün akılcı olduğunu varsayıp, onun akılcılığını anlarken; algısının

farklı olabileceği varsayılarak değerlendirilir. Yani hamle tahmini

yapmaya çalışırken, algının akılcılığa etkisi olduğu dikkate alınır.

Yeni güvenliğin öncüsü olmuş Soğuk Savaş Güvenlik

Çalışmalarında ikinci grup önemli katkı “stratejik kültür” çalışanlardan

gelmiştir. Kültür ve strateji arasındaki ilişkiye bakılmaktadır. Ken Booth,

Strategy and Ethnocentrism (Booth, 1979) başlıklı kitabı ile stratejinin

kültürden bağımsız olarak anlaşılabileceği varsayımını sorgulayıp,

“Başkalarının stratejilerini çalışırken, bunu onların kültürlerinden

bağımsız olarak inceleyebilir miyiz?” sorusunu sorar ve olumsuz cevap

verir. Örnek olarak Booth kitabında Sovyetler Birliği’ni anlayışımızın

nasıl budun merkezli olduğunun ve bunun askeri strateji geliştirmede

ne kadar sakıncalı olduğunun, aslında ne kadar farklı çalışmamız

gerektiğinin üzerinde durur.

Burada anahtar kelime, “ethnocentrism”, “budun merkezli”

kavramıdır. Budun-merkezli olmak, başkalarını kendi kültüründeki

kabul ve davranışlarıyla değerlendirmek demektir. Budun-merkezli

olmaktan kaçınmak çok da kolay değildir; çünkü olay ve olguları

kavrayışımız kültürümüzün şekillendirdiği bir süzgeçten geçer. Bu

süzgecin başka kültürlerin mensuplarında farklı şekiller yaratabildiğinin

ayırdında bile olmayız. Aynı olgu ile karşılaşıldığında aynı şekilde

anlaşılacağını düşünmeden var sayarız. Stratejik kültür üzerine çalışmak

farklı ülkelerin güvenlik ve strateji konularında nasıl farklı anlayış ve

uygulamalarının olabileceği, tüm aktörlerin akılcılığının aynı şekilde

işlemediği hususlarında bizi uyarır, bir nevi uyandırır. Bu uyanıklık bazı

şeyleri düşünmeksizin varsaymaktan kaçınmamızı (yani varsayımda

bulunduğumuzun farkında bile olmadan hareket etmememizi) ve farklı

kültürler ve onların davranış kodları konusunda meraklı olmamızı

sağlar.

Page 109: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

109

Soğuk Savaş döneminde gelişmeye başlayan ve yeni güvenliğin

ortaya çıkışına zemin hazırlayan üçüncü grup çalışma etik kaygılardan

yola çıkar ve “açıkça” normatiftir. “Açıkça” normatif demekten kastım,

aslında bütün kuramların normatif olmasındandır. Gerçekçi kuram da

normatiftir; devletin güvenliğinin başkalarının güvenliğinden daha

önemli olduğu kabulünden hareket eder. Bu hiyerarşiyi yapabilmesini,

sağlayan devletçi bir normdur; yani gerçekçi kuram da normatiftir.

Ancak pozitivist epistemoloijisi gereği normatif olduğunu

görmediğinden açıkça kabul etmez. Etik kaygıları çalışmalarının odak

noktasına alanlar “açıkça” normatiftirler. Güvenlik Çalışmalarının

amacının şimdiye kadar hep daha iyi savaşmak ya da hasmı dehşet

dengesi ile korkutarak caydırmak olduğunu, bunun ise en iyi durumda

“negatif” (Galtung, 1971), yani korkuya dayalı bir barış ve güvenlik

ortamı sağlayabildiğini, bunun da korkuya dayalı olması itibariyle

“kalıcı” (Boulding, 1978) olamadığını savunurlar. Başka yöntemler

kullanarak bütün tarafların ortak bir zeminde farklılıklarını

görüşebileceği kalıcı bir barış ve güvenlik ortamı için çaba harcamalıyız

derler (Galtung, 1971, Galtung, Ikeda & Gage, 1995, Webel & Galtung,

2007).

“Açıkça” normatif duruşu olan ve etik kaygılar taşıyan

çalışmalar arasında Barış Araştırmalarının, Güvenlik Çalışmalarının

gelişmesi açısından büyük önemi vardır. Soğuk Savaş yıllarında barış

Çalışmalarının ortaya koyduğu ancak pozitivist epistemeolojinin izin

vermemesi nedeni ile “normatif” denen ve marjinalleştirilen çalışmalar

şimdi post-pozitivist epistemolojinin kabul görmesinin sağladığı

ortamda “bilimsel” olarak kabul görmektedir. Bu sayede güvenlik artık

daha bütüncül bir şekilde çalışılmaktadır. Aslında Soğuk Savaş

döneminde (ve tabii bugün de) pozitivizm içinde kendine rahatça yer

bulmuş yaklaşımlar da vardır. Mesela, “anlaşmazlık analizi ve çözümü”

ağırlıklı olarak pozitivist yöntemler kullanır (Bercovitch, 1984, Zartman

& Touval, 1985, karşılaştırınız: Burton, 1987). Zamanında bu yaklaşımlar

da ilgi alanları çok “dar” olduğu için eleştirilmiş ve

marjinalleştirilmişlerdir.

Page 110: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

110

Soğuk Savaş Sonrası Güvenlik Çalışmaları ve “Yeni Güvenlik”

Yaklaşımları

Yukarıda da bahsedildiği gibi Soğuk Savaş sonrasında

Uluslararası İlişkiler çok önemli bir dönüşüm içinden geçti. Artık hem

pozitivist hem de post-pozitivist yöntemler “bilim” olarak kabul

görüyor; hem nitel hem de nicel yöntemlerin katkıları değerlendiriliyor.

Bugün nicel olanın yöntemlerin de ayrı yerinin olduğu konusunda bir

fikir birliği oluşmuş durumdadır.

Yeni Güvenlik Çalışmalarında iki temel soru araştırmalarımızı

şekillendirmektedir. “Güvenlik nedir ve nasıl sağlanır?” soruları. Bunlar

çok basit sorular olarak görülebilir ama cevaplaması çok zor olan

sorulardır. Soğuk Savaş döneminde sorulmayan çok önemli sorulardır

bu ikisi. Bir disiplinin etrafında döndüğü güvenlik ve beraberindeki

kaygıların derinlemesine analizinin nasıl yapılmadan bırakılabilmiş

olduğu sorusunun cevabı düşünmeksizin varsaydıklarımızda gizlidir.

Güvenliğin ne olduğunu ve üstelik herkes için aynı anlama geldiğini

bildiğimizi varsaymışızdır. Mutlaka bazı ortak noktalar vardır, ancak

Soğuk Savaşın ortaya çıkışı, süreci ve bitişi hakkında bugün

bildiklerimiz güvenliğin ne olduğunu bildiğimizi varsaymanın ne kadar

tehlikeli olduğuna işaret etmektedir (bkz. Gaddis, 1997).

Yeni Güvenlik Çalışmalarında kullanılan yaklaşımlar nitel, nicel,

eleştirel, ya da karma olabilmektedir. Mesela “güvenlik nedir?”

sorusuna cevap ararken kullanılan yaklaşımlardan biri “güvenlik”

kelimesinin ve kavramının şeceresini çıkarmaktır Bundan üç yüz yıl

önce güvenli olmak ne demekti? İki yüz yıl önce klasiklerde ne anlama

gelirdi? Uygulamada ne anlama gelmiş ve 1950’lerde güvenlik

çalışmalarının oluşturulması ile beraber ne anlama geliyor?

(Mcsweeney, 1999, Neocleous, 2006). Karşımıza çıkan ilginç bir bulgu,

“güvenli” kelimesinin eskiden olumsuz anlam yüklü olduğudur.

Güvenli olmak demek “kaygısız” olmak” demekmiş. Şimdi ise; dikkatli

olmak, temkinli olmak, önlemlerini almış olmak anlamında

kullanıyoruz. Diğer taraftan yine görüyoruz ki güvenlik kelimesi

eskiden bireyden bahsedilirken kullanılırmış, yani güvenliğin öznesi

bireymiş. Sonradan, Westphalia sonrası dönemde güvenliğin öznesi

Page 111: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

111

devlet olmuş. Bu araştırmacılar güvenliğin anlamının belli ve kesin

olduğunu ve değişemeyeceğini savunanlara aslında tarih boyunca ne

kadar da radikal bir şekilde değişmiş olduğunu ortaya koyarak cevap

veriyorlar.

Bu iki soruya cevap ararken kullandığımız yöntemlerden bir

başkası, güvenlik kültürü analizi yapmak. Stratejik kültürden faklı

olarak güvenlik kültürü, toplumların güvensizliklerinin analizi ile

ilgileniyor. Buna sadece tehditler bakımından bakmıyoruz, aynı

zamanda ihtiyaçlar bakımından da bakıyoruz. Farklı kültürlerde

tehditler farklı tanımlanabildiği gibi, “güvenlik nedir?” sorusuna farklı

cevaplar da verilebiliyor.

Güvenlik kültürü çalışırken Uluslararası İlişkiler disiplininin bize

verdiği yetilerin dışına çıkarak ayrı uzmanlıklar edinmek gerekebilir.

Uluslararası İlişkilerin içinden, Güvenlik Çalışmalarının içinden, kültürü

çalışmak zordur. Strateji ve güvenlik kültürü konularına ilgi duyanların

antropoloji bilim dalında da kendilerini yetiştirmek için gayret

ettiklerini görüyoruz. Örnek olarak antropolog Hugh Gusterson ile

ortak çalışma yapan Jutta Weldes, Mark Laffer ve Raymond Duvall’ı

(Weldes, Laffey, Gusterson & Duvall, 1999), sosyal antropolojiyi ikinci

doktora alanı olarak seçen Norveç ve İskandinav stratejik kültürünü

inceleyen Iver Neumann’ı verebiliriz (Neumann & Heikka, 2005,

Neumann, 2007).

Üçüncü önemli bir yaklaşım, “güvenlik nedir?” sorusuna cevap

ararken kullandığı yöntemde “kimin güvenliği önce gelir?” sorusunu

tartışıyor. Devlet mi önce gelir, vatandaş mı önce gelir, yoksa birey mi

önce gelir?. Biz, insanları insan oldukları için mi koruyacağız, yoksa şu

veya bu devletin vatandaşı oldukları için mi koruyacağız? Yoksa en

önce devletin mi korunması gerekiyor? Devletin güvenliği olmadan

vatandaşın veya insanların güvenliği olamayacağı mı ele alınmalı? Bu

önemli ve hayati sorular ‘toplumsal sözleşme’ ışığında tartışılabildiği

gibi (Krause & Williams, 1996, Williams, 1998) uygulamaya yansımaları

bakımından da tartışılabiliyor (Buzan, Wæver & De Wilde, 1998, Elbe,

2006, Huysmans, 2006a, 2006b, Huysmans, 2006c, Schlosser, 2006,

Burgess, 2008a, Burgess, 2008b).

Page 112: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

112

Bir dördüncü yaklaşım da bu soruların cevaplarını hem

uygulamalar, hem de temel prensipler ışığında tartışıyor ki bu daha da

çetrefil bir tartışma oluyor. Aberystwyth ekolü bu soruyu tartışmaya

açan ekoldür. Ken Booth bu ekolün kurucusudur ve Theory of World

Security 2008’de bu konularla ilgili yayınladığı eseridir (Booth, 2008).

Aberystwyth ekolü, güvenliğin öznesinin birey, tanımının da bireyin

özgürleşmesi olması gerektiğini önermişdir. Ayrıca özgürleşmenin kesin

tanımının ise tarihsel ve sosyal bağlamda yapılması gerektiğini

söylenmiştir. (Booth, 1991a, BilginBooth & Jones, 1998, Bilgin, 1999, Wyn

Jones, 1999, 2001, Booth, 2004, 2005, 2008).

Cevap olarak Kopenhag Ekolü başka bir yaklaşım geliştirdi;

adına “güvenlikleştirme kuramı” deniyor (Waever, 1995, Buzan, Wæver

& De Wilde, 1998). Kopenhag ekolü, güvenliğin prensipler değil de

söylem üzerinden çalışılmasını önerdi. Onların üzerinde durdukları,

güvenliğin toplum tarafından tanımlandığıdır. Yani, güvenliğin söylem

analizi ile o toplumdaki anlamı bakımından çalışılması gerektiği. Bu,

söylem dışında tehdit yok demek değildir. Bu sadece, tehditlerin

oluşması için bunu birisinin tehdit olarak ortaya koyması lazım geldiği

anlamına gelmektedir. Analiz sadece maddi düzeyde yapılamaz, aynı

zamanda iletişim düzeyinde, söylem üzerinden yapılması lazımdır.

Söylem yoluyla problemler tehditlere, tehditler de gerisin geri

problemlere dönüştürülebilir. Bu, toplumsal bir ilişkidir (Waever,

Buzan, Kelstrup & Lemaitre, 1993, Waever, 1995, Buzan, Wæver & De

Wilde, 1998, Waever, 2002, Buzan & Waever, 2004).

Sonuç değil ama son olarak girişte bahsettiğim bir hususa geri

döneceğim. Güvenlik Çalışmaları, Uluslararası İlişkiler’in gözbebeği bir

alt disiplin olmaya devam etmektedir. Ancak bu şimdilik böyledir.

Güvenlik Çalışmaları kendini yenilemeye devam ettikçe böyle

kalacaktır. Bir duraklama olduğu, Güvenlik Çalışmaları yerinde

saymaya başladığı anda sorularına cevap arayanlar başka alt disiplinlere

(ve hatta başka disiplinlere) dönebilirler. Soğuk Savaş sonrasında

radikal bir yenilenme sürecini başlatan ve Yeni Güvenliğin ortaya

çıkmasını ivmelendiren etken, geleneksel yaklaşımların Soğuk Savaşın

neden, nasıl ve niye o zaman sona erdiği sorularına cevap vermekte

yetersiz kalmasıydı. Bugün de 9/11 olaylarının yarattığı ortamda

Page 113: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

113

Güvenlik Çalışmalarının kendisini yenileyerek zamanın sorularına yeni

yöntemler ve cesur sorular sorarak ve kullanarak cevap araması şarttır.

Page 114: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

114

KAYNAKÇA

Allison, G. T. & P. Zelikow (1999) Essence of Decision: Explaining

the Cuban Missile Crisis, New York, Longman.

Barnett, M. N. (1998) Dialogues in Arab Politics: Negotiations in

Regional Order, New York, Columbia University Press.

Baylis, J. (Ed.) (1987) Contemporary Strategy, New York, Holmes &

Meier.

Bercovitch, J. (1984) Social Conflicts and Third Parties: Strategies of

Conflict Resolution, Westview Pr.

Bilgin, P., K. Booth & R. W. Jones (1998) The Next Stage? Nacao e

Defesa, 84, 137-157.

Bilgin, P. (1999) Security Studies: Theory/Practice. Cambridge

Review of International Affairs, 12, 31-42.

Booth, K. (1979) Strategy and Ethnocentrism, New York, Holmes &

Meier.

Booth, K. (1991a) Security and Emancipation. Review of

International Studies, 17, 313-326.

Booth, K. (Ed.) (1991b) New Thinking About Strategy and

International Security, London, HarperCollins Academic.

Booth, K. & E. Herring (Eds.) (1994) Keyguide to Information

Sources in Strategic Studies, London ; New York, Mansell.

Booth, K. (1999a) Nuclearism, Human Rights and Constructions

of Security (Part 1). The International Journal of Human Rights, 3, 1-24.

Booth, K. (1999b) Nuclearism, Human Rights and Contructions

of Security (Part 2) International Journal of Human Rights, 3, 44-61.

Booth, K. (2004) Special Issue on Critical Security Studies.

International Relations, 18.

Booth, K. (Ed.) (2005) Critical Security Studies and World Politics,

Boulder, Colo., Lynne Rienner Publishers.

Page 115: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

115

Booth, K. (2008) Theory of World Security, Cambridge, Cambridge

University Press.

Boulding, K. E. (1978) Stable Peace, University of Texas Press.

Brodie, B. (1959) Strategy in the Missile Age, Princeton, N.J.,,

Princeton University Press.

Brodie, B., F. S. Dunn, A. Wolfers, P. E. Corbett & W. T. R. Fox

(1946) The Absolute Weapon, New York,, Harcourt.

Burgess, J. P. (2008a) Security as Ethics. Policy Brief, 6, 2008.

Burgess, J. P. (2008b) Human Values and Security Technologies.

In PRIO (Ed.) Policy Brief.

Burton, J. W. (1987) Resolving Deep-Rooted Conflict: A Handbook,

Univ Pr of Amer.

Buzan, B. (1991) People, States, and Fear : An Agenda for

International Security Studies in the Post-Cold War Era, New York,

Harvester Wheatsheaf.

Buzan, B. & L. Hansen (2009) The Evolution of International

Security Studies, Cambridge, Cambridge University Press.

Buzan, B. & O. Waever (2004) Regions and Powers: The Structure

of International Security. Journal of International Relations and

Development, 7, 460-464.

Buzan, B., O. Wæver & J. De Wilde (1998) Security : A New

Framework for Analysis, Boulder, Colo., Lynne Rienner Pub.

Clausewitz, C. V., M. E. Howard, P. Paret & B. Heuser (2006) On

War, New York, Oxford University Press.

Elbe, S. (2006) Should Hiv/Aids Be Securitized? The Ethical

Dilemmas of Linking Hiv/Aids and Security. International Studies

Quarterly, 50, 119-144.

Freedman, L. (1998) Strategic Coercion : Concepts and Cases, Oxford

; New York, Oxford University Press.

Page 116: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

116

Freedman, L. (2004) Deterrence, Cambridge, UK ; Malden, MA,

Polity Press.

Gaddis, J. L. (1997) We Now Know : Rethinking Cold War History,

Oxford, New York, Clarendon Press; Oxford University Press.

Galtung, J. (1971) A Structural Theory of Imperialism. Journal of

Peace Research, 8, 81-117.

Galtung, J., D. Ikeda & R. L. Gage (1995) Choose Peace, London ;

Chicago, IL, Pluto Press.

Guzzini, S. (1998) Realism in International Relations and

International Political Economy : The Continuing Story of a Death Foretold,

London ; New York, Routledge.

Huysmans, J. (2006a) International Politics of Exception:

Competing Visions of International Political Order between Law and

Politics. Alternatives, 31, 135-165.

Huysmans, J. (2006b) International Politics of Insecurity:

Normativity, Inwardness and the Exception. Security Dialogue, 37, 11-29.

Huysmans, J. (2006c) The Politics of Insecurity : Fear, Migration, and

Asylum in the Eu, Milton Park, Abingdon, Oxon ; New York, Routledge.

Jervis, R. (1976) Perception and Misperception in International

Politics, Princeton, N.J., Princeton University Press.

Jervis, R., R. N. Lebow & J. G. Stein (1985) Psychology and

Deterrence, Baltimore, Md., Johns Hopkins University Press.

Krause, K. & M. C. Williams (1996) Broadening the Agenda of

Security Studies: Politics and Methods. International Studies Quarterly, 40,

229-254.

Lebow, R. N. (2007) Classical Realism. IN Dunne, T., Kurki, M. &

Smith, S. (Eds.) International Relations Theories: Discipline and Diversity.

New York, Oxford University Press: 52-70.

Page 117: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

117

Lebow, R. N. & J. G. Stein (1998) Nuclear Lessons of the Cold

War. IN Booth, K. (Ed.) Statecraft and Security: The Cold War and Beyond.

Cambridge, Cambridge University Press: 71-86.

Mcsweeney, B. (1999) Security, Identity and Interests: A Sociology of

International Relations, Cambridge University Press.

Mearsheimer, J. J. (1990) Back to the Future: Instability in Europe

after the Cold War. International Security, 15, 5-56.

Mearsheimer, J. J. (2007) Structural Realism. IN Dunne, T., Kurki,

M. & Smith, S. (Eds.) International Relations Theories: Discipline and

Diversity. New York, Oxford University Press: 71-88.

Mearsheimer, J. J. (2009) Reckless States and Realism.

International Relations, 23, 241-256.

Neocleous, M. (2006) From Social to National Security: On the

Fabrication of Economic Order. Security Dialogue, 37, 363-384.

Neumann, I. B. (2007) "A Speech That the Entire Ministry May

Stand for," Or: Why Diplomats Never Produce Anything New.

International Political Sociology, 1, 183-200.

Neumann, I. B. & H. Heikka (2005) Grand Strategy, Strategic

Culture, Practice: The Social Roots of Nordic Defence. Cooperation and

Conflict, 40, 5-23.

Paret, P., G. A. Craig & F. Gilbert (1986) Makers of Modern Strategy

: From Machiavelli to the Nuclear Age, Princeton, N.J., Princeton University

Press.

Schelling, T. C. (1960) The Strategy of Conflict, Cambridge,,

Harvard University Press.

Schelling, T. C. (1966) Arms and Influence, New Haven,, Yale

University Press.

Schelling, T. C. & M. H. Halperin (1961) Strategy and Arms

Control, New York,, Twentieth Century Fund.

Page 118: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

118

Schlosser, K. L. (2006) Us National Security Discourse and the

Political Construction of the Arctic National Wildlife Refuge. Society &

Natural Resources, 19, 3-18.

Tickner, J. A. (1995) Re-Visioning Security. IN Booth, K. & Smith,

S. (Eds.) International Relations Theory Today. Oxford, Polity: 175-197.

Waever, O. (1995) Securitization and Desecuritization. IN

Lipschutz, R. D. (Ed.) On Security. New York, Columbia University

Press: 46-86.

Waever, O. (2002) Identity, Communities and Foreign Policy:

Discourse Analysis as Foreign Policy Theory. European Integration and

National Identity: The Challenge of the Nordic States, 20-49.

Waever, O., B. Buzan, M. Kelstrup & P. Lemaitre (1993) Identity,

Migration and the New Security Agenda in Europe, London, Pinter.

Walt, S. M. (1987) The Origins of Alliances, Cornell University

Press.

Waltz, K. N. (1959) Man, the State, and War; a Theoretical Analysis,

New York,, Columbia University Press.

Waltz, K. N. (1967) Foreign Policy and Democratic Politics; the

American and British Experience, Boston, Little.

Waltz, K. N. (1979) Theory of International Politics, Reading, Mass.,

Addison-Wesley Pub. Co.

Webel, C. & J. Galtung (2007) Handbook of Peace and Conflict

Studies, London ; New York, Routledge.

Weldes, J. (1999) Constructing National Interests: The United States

and the Cuban Missile Crisis, Minneapolis, University of Minnesota Press.

Weldes, J., M. Laffey, H. Gusterson & R. Duvall (Eds.) (1999)

Cultures of Insecurity : States, Communities, and the Production of Danger,

Minneapolis, University of Minnesota Press.

Williams, M. C. (1998) Identity and the Politics of Security.

European Journal of International Relations 4, 204-225.

Page 119: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

119

Wyn Jones, R. (1999) Security, Strategy, and Critical Theory,

Boulder, Colo., Lynne Rienner Publishers.

Wyn Jones, R. (Ed.) (2001) Critical Theory and World Politics,

Boulder, Colo., Lynne Rienner Publishers.

Zagare, F. C. (1990) Modeling International Conflict, New York,

Gordon and Breach Science Publishers.

Zagare, F. C. & D. M. Kilgour (2000) Perfect Deterrence,

Cambridge, UK New York, NY, Cambridge University Press.

Zagare, F. C. & J. Kugler (1987) Exploring the Stability of

Deterrence, Boulder, Colo., L. Rienner Publishers.

Zartman, I. W. & S. Touval (1985) International Mediation:

Conflict Resolution and Power Politics. Journal of Social Issues, 41, 27-45.

Page 120: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri
Page 121: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

HUKUK ALANINDA BİLİMSEL ÇALIŞMA METODU

Prof.Dr. Ayşe NUHOĞLU 1

Metot, Fransızca kökenli bir kavram olup, Klasik Yunancada

methodos, izlenmesi gereken yol anlamındadır2.

Metot önemlidir. Çünkü metot en kısa sürede doğru sonuca

varmayı sağlar. Bu bakımdan metot doğru seçilmemişse amaca ulaşmak

imkanı da ortadan kalkmış olur.

Doğruluk iki şekilde karşımıza çıkar: Formel doğruluk ve

içeriksel (maddi) doğruluk.

Formel doğruluk, içeriğe ilişkin değerlendirmeler bir yana

bırakılarak salt şekil açısından akıl yürütme normlarının bulunup

uygulanması ile ulaşılan doğruluktur. (Aristocu) Formel mantık, hangi

önermeler hangi biçimlerde söylendiğinde hangi doğru ya da yanlış

sonuçlara götürecektir, ana sorun budur.

İçeriksel doğruluk, içerikten yoksun, salt formel, biçimsel mantık

yanında içerik olarak doğru olmak da bir diğer ölçüttür.

Hukukta akıl yürütme yoluyla bir sorun çözülür. Akıl yürütme

de bir kanıtlama yöntemidir.

Hukukta araştırmada genellikle bir toplumsal olgu incelenir. Her

bir çalışmanın amacı topluluk halinde yaşayan insanlar hakkında kabul

edilebilir bir doğruya ulaşmaktır. Toplumsal olgunun incelenmesinde üç

düzey kullanılabilir. 1; Toplumsal düzey 2; Grup düzeyi 3; Birey düzeyi

Örneğin toplumsal düzeyde devlet incelenebilir veya grup

düzeyinde siyasi parti, cemaat gibi gruplar, bireysel düzeyde ise suç

işleme davranışı gibi davranışlar incelenebilir.

Toplumsal düzeye ilişkin araştırmalarda, ölçme ile ilgili

değerlendirmeler gittikçe zorlaşmaktadır. Zira bu halde inceleme

perspektifi gittikçe genişlemektedir. Birey ve grup düzeyindeki

1 Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi. 2 Yasemin Işiktaç/Sevtap Metin; Hukuk Metodolojisi, s. 11.

Page 122: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

120

araştırmalar sayısal olarak ifade edilebilir, yani istatistiksel değerlere

dönüştürülebilir. Oysa toplumsal olgu olarak sistemlerin incelenmesi

daha çok kavram alanına yönelik bir incelemedir ve teorik kalır.

Birey ya da grup düzeyinde araştırma ise çevreyi değerlendirme

dışı tuttuğu eleştirisi ile karşılaşmaktadır.

Sonuç olarak her üç tür araştırma da önemlidir ve her düzeyde

yapılacak araştırma toplum bilimleri alanının aydınlatılmasını sağlar3.

Sosyal Bilimlerde Araştırmadaki Sorunlar

Kavramsallaştırma sorunu: Bilimsel çalışmanın başlangıç noktasını

meydana getiren bir varsayım oluşturabilmek için önce yönelinen şeyin

açık, net kavramlarla ortaya konması gerekir.

Her bilimsel çalışma kendi kavramlarını da, dilini de kurar.

Kavramlardaki kesinlik ve açıklık bilimsel çalışmanın kalitesi için ilk

koşuldur. Sosyal bilimlerde en temel kavramlarda bile bir uzlaşma

henüz sağlanamamıştır.

Bu hususa örnek olarak yargılama ve muhakeme kavramları

gösterilebilir: Türk Ceza Kanunu’nun 6. maddesinde, avukat yargılama

görevi yapan olarak tanımlanmıştır. Oysa muhakeme hukukunda

avukat savunma görevi yapan olarak kabul edilmektedir. Ceza

muhakemesinde muhakeme faaliyetinin iddia, savunma ve yargılama

faaliyetinden oluştuğu, yargılama faaliyetinin hakim ve mahkemeler

tarafından yerine getirildiği kabul edilmektedir.

Bir bilimsel çalışma kendi içinde tutarlı olmalı, aynı kurumu

anlatmak için aynı kavram kullanılmalıdır. Özellikle kavramlarda

açıklık ve kesinlik olmadığında, bilimsel çalışmada hangi kavramın

neden kullanıldığı açıklanmalıdır.

Değişkenlerin çokluğu bir başka sorundur. Sosyal bilimlerde

özellikle sistem analizi gibi büyük ve kapsayıcı sorularda doğal olarak

değişken sayısı da gittikçe artacak, verilen cevaplar belirsizleşecektir.

3 Işıktaç/Metin, s. 23.

Page 123: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

121

Ölçme ile ilgili sorunlar mevcuttur: Sosyal bilimlerde değişkenlerin

çokluğu ve belirsizliği ölçme, istatistiklerin sonuçlarına güveni de

etkileyecektir. Örneğin yeni ihdas edilen bir kanunda cezalar

ağırlaştırılmıştır. Yeni kanundan sonra işlenen suç sayısında azalma

varsa, bu husus ağır cezaların suçları önlemede etkili olduğu, daha

caydırıcı olduğu anlamına her zaman gelmez. Bir kere bu halde suçları

ölçmenin güvenilirliği sözkonusu olur. Örneğin birinde verilen

mahkumiyet kararları esas alınarak suç ölçülür, ikincisinde kolluğa

yapılan başvurular esas alınır, doğru bir sonuca ulaşılamaz. Veya yeni

kanun ile kolluğa başvuru esasları değiştirilmiş olabilir, bu değişiklik

başvuruları azaltmış olabilir.

Hukukta bilimsel çalışmalarda esas olarak normlar veya hukuk

normları kullanılacaktır. Bu normlar çeşitli şekillerde yorumlanacak

değerlendirilecektir. Ancak bu değerlendirme yapılmadan önce bir

normlar hiyerarşisinin bulunduğunu belirtmek gerekir. Yorum

yapılırken normlar hiyerarşisi göz önünde bulundurulacak, alt

basamaktaki bir norm üst basamaktaki bir norma aykırı olacak şekilde

yorumlanamayacaktır. Veya yorumlansa bile bu normun hatalı olduğu

eleştirisi yapılmalıdır.

Normlar hiyerarşisinde normların birbiri ile olan ilişkisi ele

alınır. Bir piramit şeklinde belirtildiğinden piramidin tepe noktasında

anayasa4 bulunmaktadır. Anayasadan sonra uluslararası sözleşmeler,

kanunlar ve daha sonra idarenin düzenleyici işlemleri gelmektedir.

Bilimsel çalışmada yorumlanan normun yürürlüğe girmiş, zımni

veya açık bir şekilde yürürlükten kalkmamış olması gerekir.

Normların yorumlanırken kabul edilen çeşitli yorum şekilleri

bulunmaktadır. Bunlar, lafzi yorum, amaçsal yorum, mantıksal yorum

gibi çeşitlerdir. Mantıksal yorumda, maddenin amacı, kanunda

yeraldığı bölüm, diğer maddelerle ilişkisi, kanunun sistem ve planı

içindeki yeri göz önüne alınır.

4 Piramidin tepesinde uluslararası sözleşmelerin bulunduğu, Anayasa’nın ikinci sırada

kanunların önünde bulunduğunu kabul eden görüşler de bulunmaktadır. Bkz.

Işıktaç/Metin, s. 52.

Page 124: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

122

Amaçsal yorum yapılırken kanunun hazırlık çalışmaları

gözönüne alınır, kanun koyucunun amacı araştırılır. Ancak bu halde

kanun koyucunun subjektif amacının mı, yoksa objektif amacının mı

araştırılması gerektiği tartışmalıdır.

Mukayeseli hukuka yorumda kullanılabilir. Özellikle kanunlarda

iltibas sözkonusu ise mukayeseli hukuka, oradaki uygulamaya sıklıkla

başvurulur. Örneğin 765 sayılı mülga Türk Ceza Kanunu büyük oranda

1889 İtalyan Ceza Kanunu’nun tercümesinden oluşmaktaydı. Bu halde

Kanunda bir madde yorumlanırken, İtalyan hukukundaki yorumlar göz

önüne alınmaktaydı.

Her bilimsel araştırmada olduğu gibi, hukukta da bilimsel

araştırmalarda bir problem ortaya konmalıdır. Bilimsel çalışmanın

sonunda bu probleme bir çözüm getirilmelidir. Örneğin iletişimin

denetlenmesinin koşulları bir bilimsel çalışmada incelenerek, mevcut

koşulların veya kanunda belirtilen koşulların uluslararası kurallara

uygunluğu problem olarak ortaya konabilir ve bu koşulların temel hak

ve hürriyetlere uygunluğu problem olarak ortaya konabilir. Problem ve

çözümü tespit edildikten sonra, olması gereken koşulların ne olduğu,

hangi koşullarla iletişim denetlenirse hukuka uygun olacağı tespit edilir.

Bu halde bilimsel çalışmanın amacına ulaşılmış olur.

Bilimsel çalışmada ayrıca seçilen konunun önemi vurgulanmalı,

neden o konunun seçildiği açıklanmalıdır. Örneğin bugün Türkiye

açısından en sıkıntılı konulardan, Türkiye’yi uluslararası alanda zor

duruma düşüren konulardan biri ifade özgürlüğü ve bunun

sınırlandırılmasıdır. Türk hukukunda ve uygulamasında ifade

özgürlüğünün kısıtlanması sonucunu doğuran, anayasal kurumları

aşağılama veya terör örgütünün propagandası gibi suç tipleri

incelenerek, hangi koşullarla bu suçların oluştuğunu açıklamak, diğer

hukuk sistemlerinden örnekler vermek uluslararası alanda bir nebze

olsun Türkiye’yi rahatlatacaktır.

Hukuk alanında bilimsel çalışmada mutlaka o konuda yapılmış

olan eski yeni diğer çalışmaların gözönünde bulundurulması, o

çalışmalarda ileri sürülen fikirlerin eleştirilmesi veya yerinde

olduğunun belirtilmesi gerekir. Şayet daha önce ileri sürülen bir fikre,

Page 125: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

123

düşünceye katılma sözkonusu ise, mutlaka bu düşüncenin belirtilmesi

gerekmektedir. Bu halde atıf yapılırken “aynı görüş için bakınız”

şeklinde atıf yapılacaktır. Daha önce ileri sürülmüş bir düşüncenin hiç

atıf yapılmaksızın alınması halinde intihal gündeme gelebilecektir.

İntihal başkalarına ait fikri bir ürünün yazar tarafından kendi fikri

ürünü imiş gibi gösterilmesidir. İntihal konusu Fikir ve Sanat Eserleri

Kanununda suç olarak düzenlendiği gibi, disiplin yönetmeliklerinde de

disiplin suçu olarak düzenlenmektedir.

Başkalarından alıntı yapılırken, şayet aynen alıntı şeklinde ise

bunun tırnak içinde belirtilmesi, şayet alıntı aynen değil ve fakat sadece

o fikrin alınması şeklinde ise bu husus dipnotta belirtilmek suretiyle

gerçekleştirilebilir.

Her bilimsel çalışmada olduğu gibi, hukuk alanındaki bilimsel

çalışmada da çeşitli verilerin toplanması gerekmektedir. Bu halde veri,

araştırma konusuna ilişkin olarak daha önce yazılmış olanlar, yapılmış

araştırmalardır. Bu çalışmalar titizlikle araştırılmalı, mümkün

olduğunca geniş bir literatür toplanmalı ve analizi yapılmalıdır.

Bilimsel çalışmada bir sonuç bulunmalıdır. Sonuç çalışmanın

konusunu oluşturan problemin çözümü olup, varolan normların

yerinde olduğu veya değiştirilmesi gerektiği yönünde olabilir.

Page 126: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri
Page 127: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

125

ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE ARAŞTIRMA YÖNTEMLERİ:

TEMEL PRENSİPLER

Yard. Doç. Dr. Umut Aydın1

Uluslararası İlişkiler sosyal bilimlerin bir dalı olarak devletler,

devletlerarası ve devletlerüstü aktörler ve kurumların davranışlarını,

birbirleriyle ilişkilerini, etkileşimlerini ve dönüşümlerini açıklar ve

geleceğe dönük tahminlerde bulunur.2 Bir sosyal bilim dalı olarak

bilimsel düşüncenin temel prensipleri uluslararası ilişkiler alanında da

geçerlidir ve bu nedenle araştırmacıdan araştırmanın taslağından son

ürününe (tez, makale, kitap, sunum) kadar bu prensipler doğrultusunda

hareket etmeleri beklenir.

Bilimsel düşüncenin temel prensipleri dört maddede

özetlenebilir (King, Keohane and Verba 1994, 7-9):

1. Bilimsel araştırmanın amacı, ampirik bilgiler ışığında, dünya

hakkında betimleyici veya açıklayıcı çıkarımlar yapmaktır. Sadece

sistematik olarak veri toplamak bir bilimsel araştırma için yeterli

değildir; verilerden direk gözlemlenebilenden daha öteye giden

çıkarımlar yapmak araştırmacının hedefi olmalıdır.

2. Bilimsel araştırmalarda kullanılan prosedürlerin tamamı

kamuya açık olmalıdır. Prosedürler anlaşılabilir, diğer araştırmacılar

tarafından tekrarlanabilir, karşılaştırılabilir nitelikte olmalıdır.

3. Bilimsel araştırmanın sonuçları kesin değildir. Çıkarım her

zaman belirsizlikler içerir. Araştırmacının görevi, araştırma

sonuçlarındaki belirsizlik düzeyini elinden geldiğince tahmin edip

sonuçlarla birlikte ortaya koymaktır.

4. Bilimin içeriği yöntemidir. Bilimsel yöntemlerle herhangi bir

konuyu çalışabilirsiniz. Bilimin alanları, konuları, içeriği, incelediği

1 Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi. 2 Bildiriyi okuyup yorumlarɪyla katkɪda bulunan Kemal Kirişçi’ye ve Selcan Kaynak’a

teşekkür ederim.

Page 128: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

126

materyaller sınırsızdır, bilim dallarının tek ortak özelliği araştırmada

kullanılan yöntemlerdir.

Bu prensiplerden yola çıkarak, sosyal bilimcilerin uğraşı

etrafımızda gözlemlediğimiz karmaşık dünyayı anlamlandırmaktır.

Bunu gerçekleştirmek için araştırmada izleyeceğimiz prosedür bir

araştırma taslağı (research design) hazırlayarak bu taslağa göre

araştırmayı gerçekleştirmek, verilerden çıkarımlar yapmak ve

sonuçlarını yazılı ve sözlü olarak sunmaktır. Araştırma süreci beş ana

aşamadan oluşur: 1) Araştırma konusunun belirlenmesi, 2) Araştırma

dizaynının hazırlanması (teori ve metodolojinin belirlenmesi), 3)

Literatür taraması ve teorik çerçevenin belirlenmesi, 4) Veri toplanması

ve değerlendirilmesi 5) Araştırmanın yazıya dökülmesi. Bu süreci görsel

olarak Şekil 1’deki gibi özetleyebiliriz.

Bu bildiri ilk dört süreç üzerine yoğunlaşarak uluslararası

ilişkiler öğrencilerine araştırma sürecinin ana prensiplerini anlatmayı

hedeflemektedir. Başvurulan kaynakların yer aldığı bir kaynakçaya

ilaveten uluslararası ilişkiler metodolojisi konusunda temel kaynakları

içeren bir ek kaynakça da hazırlanmıştır.

Araştırma konusunun

belirlenmesi

Literatür taraması ve

teorik çerçevenin

belirlenmesi

Araştırma taslağının

hazırlanması

Yazma ve revizyon Veri toplama ve

toplanan verilerin

değerlendirilmesi

Şekil 1: Araştırma Sürecinin Akışı

Page 129: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

127

Araştırma Konusunun Belirlenmesi

Her araştırma, araştırmacının merakını cezbeden bir soruyla

başlar. Max Weber’in (1918) dediği gibi araştırma soruları biz onları

ararken, masa başında çalışırken değil, beklenmedik bir şekilde

karşımıza çıkar genelde (Newton’ın başına düşen elma hikayesini

düşünün). Ancak tesadüfi olarak aklımıza gelmiş gibi görünse de

araştırma konularının çoğu yoğun bir okuma ve araştırma sürecinden

sonra kafamızda oluşur ve netleşir. İyi bir araştırma sorusunun

özellikleri şunlardır:

1. Araştırma konusu bir soru şeklinde, ve ideal olarak “neden”

sorusu şeklinde olmalıdır. Diğer bir deyişle, merak uyandıran ve

çözümü bariz olmayan bir bilmece içermelidir. Böyle bir soru

araştırmacıyı neden-sonuç ilişkileri aramaya ve açıklayıcı çıkarımlar

yapmaya teşvik eder. Ayrıca okurun merakını cezbetmek için de

araştırmanın bir bilmece önermesi önemlidir. Örneğin “ABD askeri

üstünlüğüne rağmen neden Vietnam Savaşı’nda başarısız olmuştur?”

sorusu bir araştırma konusu olarak “Kore ve Vietnam Savaşlarının

karşılaştırılması” şeklinde belirlenen bir araştırma konusundan

üstündür, çünkü cevabı bariz olmayan bir bilmece içerir.

2. Araştırma sorusunun kapsamı iyi belirlenmelidir. Örneğin

uluslararası ekonomi politik konusunda çalışan bir araştırmacı “Avrupa

neden finansal kriz karşısında ortak bir çözüm geliştiremedi?” sorusunu

geliştirmek için soruda yer alan başlıca kavramları, araştırmanın

kapsayacağı ülkeleri ve zaman dilimini belirlemelidir. Avrupa’dan kasıt

nedir? Avrupa Birliği üyesi ülkeler mi yoksa Avrupa kıtasında yer alan

bütün ülkeler mi? Araştırmacı hangi zaman dilimine yoğunlaşacaktır?

Ayrıca araştırmacı finansal kriz, ortak çözüm gibi kavramlarla ne ifade

etmek istediğini de netleştirmelidir.

3. Araştırma soruları en genelinden (Devletlerarası savaşın

nedenleri nelerdir?) özele kadar gidebilir (Birinci Dünya Savaşı’nın

Page 130: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

128

nedenleri nelerdir?).3 2. maddede belirttiğim gibi, genel olarak ifade

edilen soruların kapsamının (sınırlarının) iyi belirlenmesi gerekir ve bu

sınırların araştırmacının zamanı ve kaynakları açısından dikkatlice

değerlendirilmesinde fayda vardır, zira hiçbir araştırmacı sınırsız

kaynak ve zamana sahip değildir. Bunun yanı sıra, soruların çok özele

inmesinde de sakıncalar olabilir. Burada dikkat edilecek nokta araştırma

tek bir olaydan veya olgudan yola çıksa bile daha genel sonuçlara

varmamızı sağlayacak potansiyelinin olmasıdır. Örneğin Birinci Dünya

Savaşı’nın nedenlerini çalışan bir araştırmacı bu araştırmanın

bulgularından savaşların tümü, veya çok kutuplu (multipolar) güç

dengesi konusunda daha genel, teorik veya ampirik katkılar yapmayı

hedeflemelidir. Aksi takdirde, genelleme çabası olmayan bir araştırma

Uluslararası İlişkiler’den ziyade tarihsel bir çalışma olacaktır.

4. Araştırma sorusu önemli bir olgunun veya olayın

incelenmesine fırsat vermelidir.”Önem” elbette ki görece bir kavramdır,

ancak araştırmacı dışında kimseyi ilgilendirmeyen, dünya hakkında

daha genel bilgilere veya yorumlara ulaşmamızı sağlayamayacak kadar

dar bir alanda araştırma yapmaktan kaçınmak gerekir. Araştırma

sonunda ulaşılabilecek sonuçların toplumsal veya bilimsel bir değeri

olmalıdır.

Araştırma Taslağının Hazırlanması

Uluslararası ilişkilerde verimli bir araştırma iyi bir araştırma

konusunun konuya uygun olarak tasarlanmış bir araştırma taslağı

(research design) çerçevesinde çalışılmasıyla ortaya çıkar. Araştırma

konusu belirlendikten sonra, araştırmacı araştırma sürecinde kendisine

yardımcı olmak üzere bir plan hazırlar. Araştırma taslağı araştırmacıyı

3 Araştırmada ayrıca analiz düzeyine de dikkat edilmesi gereklidir. Analiz düzeyinin

önemini Uluslararası İlişkiler alanında ilk olarak Kenneth Waltz Man, The State and War

(1959) başlıklı çalışmasında ortaya atmıştır. Waltz savaşın sebeplerini araştırdığı bu

eserinde mikro düzeyden makro düzeye doğru giden, birey, devlet ve toplum, ve

uluslararası sistem adını verdiği üç araştırma düzeyi belirlemiştir. Araştırma düzeyinin

saptanması önemlidir, çünkü araştırma düzeyi araştırmacının hangi aktörleri ve

süreçleri vurgulayacağını, ve araştırma sürecinde neyi görüp görmeyeceğini ve analizin

genel karakterini ve sonuçlarını belirler. Analiz düzeyi tartışmasında önemli diğer bir

katkı da David Singer (1961) tarafından yazılmıştır.

Page 131: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

129

yönlendirecek bir yol haritasıdır ve araştırmanın belirlenen süre içinde

tamamlanabilmesi için büyük önem taşır. İyi bir araştırma taslağında

bulunması gereken öğeler şunlardır:

- Araştırma sorusu ve sorunun önemi

- Ön literatür taraması ve teorik açıklama, hipotezlerin

belirlenmesi

- Metodoloji: veri toplama yönteminin (anket, mülakat, arşiv

çalışması vb.) belirlenmesi, verilerin nasıl kullanılacağının belirlenmesi

(istatistiksel çalışma, vaka incelemesi)

Literatür Taraması

Literatür taramasının işlevi araştırma yaptığımız konu üzerinde

bizden önceki araştırmacıların yaptıklarını incelemek, eksik noktalarını

tespit etmek ve bizim araştırmamızın bu literatüre nasıl bir katkı

yapabileceğini belirlemektir. Bilim kolektif bir çabadır, bu nedenle

bizden önce gelenlerin yaptıklarından öğrenmek ve araştırmamızı

onların doğru veya yanlışlarından öğrenerek inşa etmek bilimsel

çalışmanın temel gereklerindendir.4 İyi bir literatür taraması yapmak

için şu noktalara dikkat edilmelidir:

1. İyi bir literatür taraması için hem derinlemesine hem

genişlemesine okuma yapmak gereklidir. Kütüphane kataloğunu,

Tübitak-ULAKBİM ve JSTOR benzeri veritabanlarını iyi kullanmayı

öğrenin ve araştırmanıza buralardan başlayın.

2. Okurken notlar alın, özetler çıkartın, bir sentez yapmaya

çalışın. Araştırma yaptığınız alandaki belli başlı eserlerle, akımlarla,

onların eleştirileriyle, yazarlar arasındaki tartışmalarla aşina olun.

3. Literatür taraması art arda sıralanan kitap ve makale özetleri

değildir. Literatür taramasının bir argümanı olmalıdır. Bu argüman

araştırmanızın literatüre nasıl bir katkı yapacağı ile ilgilidir.

Literatürdeki bir hatayı veya eksiği mi gidermeye çalışıyorsunuz? Daha

4 Newton’ın da kullandığı ünlü bir alıntı bu görüşü özetler: “Eğer başkalarından daha

ileriyi görebilmişsem, devlerin omzunda yükseldiğim içindir” (Bernard of Chartres, 12.

yy).

Page 132: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

130

önce incelenmemiş bir vakayı mı inceliyorsunuz? Daha önce incelenmiş

bir vakaya yeni ve daha üstün bir bakış açısı mı getirmeyi

amaçlıyorsunuz? Literatür taraması literatürdeki eksiklikleri tanımlayıp

kendi araştırmanızın katkısını ön plana çıkarmanızı sağlar. Bu nedenle

okuduklarınızdan bir sentez yapmanız, literatürdeki eksiklikleri, az

araştırılmış alanları tespit etmeniz, ve araştırmanızın bu literatüre ne

şekilde katkıda bulunacağını belirlemeniz ve okuyucuya aktarmanız

önemlidir.

4. Literatür araştırmasının amacı konu üzerine ne kadar çok kitap

ve makale okuduğunuzu göstermek değildir. Bu nedenle sadece

okumuş olduğunuzu göstermek için literatür taramanıza kitap ve

makaleler eklemeyin. Sadece argümanınızı yapmanıza yardımcı olacak

eserleri tartışın.

5. Literatür taraması “kopyala-yapıştır” tekniğiyle yazılamaz.

Kitap ve makaleleri özetlemeyin, çok sayıda direk alıntı yapmayın.

Bunlar yerine sentezler yapın. Bu dikkatli ve eleştirel okumayı ve

düşünmeyi gerektirir, sadece özet çıkarmaktan daha çok zaman alır.

Ancak iyi bir literatür taraması yapmanın tek yolu budur.

6. İntihal son yıllarda akademide çok önemli bir sorun haline

gelmiştir. Literatür taramanızı yaparken kaynaklarınızı belirtmeye

dikkat edin. Direk alıntının yanı sıra, başka bir yazarın fikirleri,

cümleleri, cümle yapısı, veya topladığı verileri kullanıyorsanız atıf

yapmak zorundasınız.

Teori ve Hipotezler

Araştırmanın teorik kısmı, varolan sosyal bilimler teori ve

modellerinden yola çıkarak veya gözlemlenen verilerden genelleyerek

araştırma sorusunun cevaplanmasını sağlar. Araştırmanın teorik

kısmına geçmeden önce literatür taramasının tamamlanması, varolan

teori ve modellerden hangisi veya hangilerini kullanabileceğimiz, bu

teorilerin hangi noktalarda eksik kaldıkları veya hatalı oldukları ve bu

yüzden nasıl geliştirilmeleri gerektiğini saptamamızı sağlar. Eğer

araştırmacı literatürde yer alan teorilerden hiçbirini tatminkar

bulmuyorsa, araştırma sorusunu cevaplamak için kendi modelini

geliştirebilir, yalnız bu seçeneğin varolan teorileri geliştirerek

Page 133: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

131

kullanmaktan daha zor bir çaba olduğunu unutmamak gerekir.

İyi bir teorik açıklamanın özellikleri şunlardır (Van Evera, 1997:

17-21):

1. İyi bir teorik açıklama mantıklı ve kendi içinde tutarlı

olmalıdır.

2. İyi bir teorik açıklamanın geçerliliği ampirik araştırmayla

sınanabilmelidir (testability, falsifiability). Yani teoriyi yanlış

çıkartabilecek veriler, pratikte olmasa bile teorik olarak varolmalıdır.

Örneğin doğruluğu ampirik olarak sınanamayacak normatif argümanlar

iyi bir teorik açıklama olamaz.

3. İyi bir teori genel olmalıdır. Sadece tek bir vakayı değil, pek

çok vakayı aydınlatabilmelidir. Mesela Kenneth Waltz’ın neorealist

teorisi genel bir modeldir, çünkü pek çok değişik zaman ve koşulda

geçerli olma iddiası taşır. Fakat Birinci Dünya Savaşı’nın Avusturya

arşidükü Franz Ferdinand’ın öldürülmesi yüzünden çıktığı argümanı

tek bir vakaya özeldir. Teorik açıklamanız ne kadar çok değişik olayı

tatmin edici şekilde aydınlatabiliyorsa o kadar iyidir.

4. İyi bir teorik açıklama basittir (parsimonious). Modeller ve

teoriler tanımları gereği gerçek hayatın karmaşıklığını azaltırlar, gerçek

hayatı basite indirgerler. Ancak teori basitleştikçe detayları açıklama

yetisinden kaybeder, yani basitlik ve gerçeği yansıtmak genelde

birbiriyle çelişki içindedir. Araştırmanın amacı çerçevesinde bu iki

prensibi dengelemek gerekir.

Genel olarak teorik çerçeve belirlendikten sonra bu çerçeveden

hipotezler çıkarılmalıdır. Hipotez teoriden daha dar, bir neden-sonuç

ilişkisi ortaya atan bir önermedir. Genel bir dille “Eğer A ise, B

olmalıdır” şeklinde ifade edilebilir. Burada A bağımsız değişken

(“neden” olduğuna inandığımız faktör), B ise bağımlı değişkendir

(açıklamaya çalıştığımız sonuç). Örneğin, Waltz’ın neorealist teorisinde

yola çıkarak “Çok kutuplu (multipolar) bir sistem olan 1. Dünya Savaşı

öncesinde devletlerin zıt ittifaklar kurarak kutuplaşması beklenir.”

Burada uluslararası sistemin kutuplaşma derecesi bağımsız değişkendir,

devletlerin kutuplaşan ittifaklar kurması açıklanmaya çalışılan sonuç,

Page 134: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

132

yani bağımlı değişkendir. Bu şekilde ortaya konan bir hipotezin

doğruluğu araştırmada toplanan verilerle sınanabilir. Araştırma

hipotezlerini olabildiğince açık seçik bir şekilde belirledikten sonra,

araştırma taslağında kararlaştırdığımız veri toplama sürecine geçebiliriz.

Veri Toplama

Veri toplamanın amacı, araştırmacının araştırma sorusuna

verdiği teorik cevabın gerçek dünyada gözlemlenen verilerle

desteklenip desteklenmediğini belirlemektir. Ampirik araştırmanın

amacı araştırmacının açıklamasını doğrulamak değil, doğruluğunu

sınamaktır. Araştırmacı açıklamasını desteklemeyen verilerle

karşılaşırsa bunları görmezden gelmek yapabileceği en büyük hatadır.

Bu davranış bilimsel tarafsızlığa gölge düşürür. Kendi açıklamasına

karşıt veriler ortaya çıkaran araştırmacı bu veriler hakkında

derinlemesine düşünüp, açıklamasına neden ters düştüklerini ortaya

çıkarmaya çalışmalıdır. Gerekirse açıklamasının sınırlarını daraltmalıdır.

Karşıt verilerin varlığını kabul eden ve açıklayan araştırmacı,

araştırmasını tam yapmış demektir.

Araştırmacı ampirik araştırmayla değişik türde veriler

toplayabilir. Veriler, gerçek hayattan sistematik olarak toplanmış

bilgilerdir. Veriler en geniş ayrımla iki tür kaynaktan derlenebilir:

birincil ve ikincil kaynaklar. Birincil kaynaktan toplanan veriler

araştırmacının kendisinin gözlem, deney, anket, mülakat gibi

yöntemlerle direk topladığı verilerdir (Gürak, 2004: 15-16). İkincil

kaynaklardan veri toplamak ise daha önce başkaları tarafından

derlenmiş ve yayınlanmış verilerden faydalanmaktır. İkincil

kaynaklardan veri toplamak genel olarak masraf ve zaman olarak daha

ekonomiktir. Birincil kaynaklardan veri toplamak ise çalışmanın

orijinalliği açısından önemlidir. Araştırmada hangi tür verinin

kullanılacağı araştırma konusuna bağlı olduğu kadar araştırmacının

kaynaklarıyla da belirlenir.

Ampirik araştırmalar niteliksel (kalitatif) ve niceliksel (kantitatif--

sayısal) olarak ikiye ayrılır. Niteliksel araştırma az sayıda hatta bazen

tek ülkenin, olayın veya olgunun derinlemesine araştırılmasıdır.

Derinlemesine araştırma, araştırmacının vakaların tarihsel gelişimlerini

Page 135: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

133

ve özelliklerini detaylı olarak incelemesine, ve bu sayede araştırmada

belirlediği nedenlerin (bağımsız değişkenlerin) açıklamaya çalıştığı

sonucu (bağımlı değişken) nasıl etkilediğini ortaya çıkartmasına

yardımcı olur. Araştırmacı bu şekilde neden ve sonuç arasında gerçekçi

bir nedensel zincir kurmayı hedefler. Özellikle nedensel zincirin

karmaşık olduğu durumlarda niteliksel araştırma tercih edilir.

Niceliksel araştırmalar sayısal verilerin araştırmacının ortaya

attığı neden-sonuç ilişkilerinin varolup olmadığını belirlemek için

kullanıldığı araştırmalardır. Örneğin, David Singer’ın 1963 yılında

devletlerarası savaşın çıkış sebeplerini araştırmak üzere başlattığı

“Correlates of War” isimli proje 1816 yılından beri uluslararası sistemde

yapılmış savaşlar üzerine veri toplayarak savaşların çıkma sebeplerini

istatistiksel olarak ortaya koymaya çalışır. Bir başka örnek de

Demokratik Barış literatüründeki pek çok çalışmadır. Bu konuda çalışan

araştırmacılar demokratik devletlerin birbirleriyle savaşmadıklarını, ve

demokratik ülkelerin hangi özelliklerinin bu sonuca katkıda

bulunduğunu (milli gelir, ticari ilişkiler vs) istatiksel olarak araştırırlar.

Niceliksel çalışmaların avantajı, bulguları çok sayıda ülke veya olgu

üzerinde veriye dayandığı için daha sağlıklı genellemeler yapılmasına

olanak tanımalarıdır.

Her iki türde—niteliksel veya niceliksel—araştırmanın bazı

avantajları ve dezavantajları vardır. Bu avantaj ve dezavantajlar şu

şekilde özetlenebilir.

Niceliksel araştırmalar genel sonuçlara ulaşmaya daha

elverişlidir. Niteliksel çalışmaların genelleme yapmakta kullanılması ise

risklidir. Örneğin, iki savaşın incelenmesinden yola çıkan bir

araştırmanın sonuçlarını tüm savaşlara genellemek yanlış sonuçlar

doğurabilir. Ancak 100 savaşın istatiksel olarak incelenmesi sonucu

savaşlar hakkında daha genel bilgilere ulaşabilirsiniz. Ayrıca, etkilerini

izole etmek istediğiniz faktörleri istatistiksel olarak kontrol edebilirsiniz

(statistical control) ve böylece yapay olarak bir deney ortamı yaratmış

olursunuz. Niceliksel araştırmalarda tanım, ölçüm ve örneklem konuları

önem kazanır. Örneğin savaşın nedenleri konusunda yapacağınız

araştırmada savaş kavramını nasıl tanımladığınız ve ölçtüğünüz

sonuçlarınızı etkileyecektir. Bu nedenle teorik olarak geçerliliği

Page 136: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

134

olmayan ölçümlerden kaçınmak gerekir. Araştırmamızın evreni, yani

çalışmayı genellemeyi hedeflediğimiz büyük grubun tamamını

çalışmanın mümkün olmadığı durumlarda—ki genelde zaman ve para

kısıtlamaları bunu imkansız kılar—evrenden onun özelliklerini

yansıtacak bir örneklem seçeriz. Örneklem, özellikleri hakkında bilgi

toplamak için çalışılan evrenden seçilen onun sınırlı bir parçasıdır

(Büyüköztürk vd. 2008, 69). Dikkat edilmesi gereken husus örneklemin

evrenin özelliklerini yansıtıyor olmasıdır, aksi takdirde örneklem

hakkında yaptığımız çıkarımları evrene genellemek yanlış olur.

Niteliksel çalışmalar daha detaylı, gerçeğe daha yakın

açıklamalar yapmaya, nedensel zincirleri ortaya çıkarmaya yardımcı

olurlar. İncelenen vakalar konusunda daha çok bilgi içerirler. Çok sık

olmayan vakaları (mesela sosyal devrimler veya sistemik savaşlar)

incelemekte niteliksel araştırma yöntemi kullanmak durumundayızdır,

çünkü niceliksel araştırma yapacak kadar veri noktası olmaz elimizde.

Buna ek olarak, yeni teoriler oluşturmak ve teorik açıklamaları sınamak

için de dikkatle tasarlanmış örnek olay incelemelerinden

faydalanabiliriz (Eckstein, 1975). Niteliksel çalışmada incelenecek

vakaların seçimi önem kazanır: hangi vakaları neden inceleyeceksiniz,

buna karar vermek önemlidir. Karşılaştırmalı vaka incelemesinde vaka

seçimi için pek çok farklı prensip takip edilebilir.5 Örnek olarak şu iki

prensibi önerebiliriz:

1) Birbirlerine çok yönden benzeyen, ancak etkisi belirlenmek

istenen faktörün farklı değerler aldığı vakalar seçilebilir. Bu yöntemle

etkisi araştırmak istenenin dışındaki faktörler bir deney ortamında veya

istatistiksel bir çalışma yapıyormuşuz gibi izole edilir. Ancak sıklıkla

karşılaştığımız sorun, sosyal hayatta hemen hiçbir zaman birbirine

yeteri kadar benzeyen vakalar bulunmamasıdır. Bu nedenle bazı

araştırmacılar aynı vakanın zaman içinde değişimini incelemeyi seçerler.

Bu şekilde hem bazı faktörleri sabit tutarlar, hem de bir karşılaştırma

yapmış olurlar.

5 Vaka seçimi konusunda geniş bir literatür oluşmuştur. Bu konudaki bazı kaynaklar için

ek kaynakçaya bakınız.

Page 137: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

135

2) Pek çok vakada doğruluğu ispatlanmış bir teoriye uymayan

vakalar (outliers) incelenebilir. Mesela Demokratik Barış literatüründe,

demokratik devletlerin birbirleriyle savaşmadıkları genellemesi

yapılmıştır. Daha sonra araştırmacılar bu genel kurala uymayan,

demokrasiler arasında çıkan az sayıda savaşı daha yakından incelemiş

ve teoriyi geliştiren bulgular ortaya çıkarmışlardır.

Ayrıca incelenecek vakaların seçiminde araştırmacının dil bilgisi,

zaman ve kaynak sınırlamaları da önemlidir. Vaka seçiminde akılda

tutulması gereken en önemli prensip, karşılaştırmanın bir amacı olması

gerektiğidir: karşılaştırmadan bir şeyler öğrenebilmek, genel çıkarımlar

yapabilmek gerekir. Sadece karşılaştırmış olmak için karşılaştırma

yapılmaz.

Niteliksel ve niceliksel yöntemler birbirine zıt iki yöntem gibi

düşünülmemelidir. Araştırmacı niteliksel ve niceliksel yöntemleri aynı

araştırma içerisinde yan yana kullanarak zenginleştirilmiş yöntem de

(triangulation) kullanabilir (Büyüköztürk vd. 2008, 212-3).Yani hem

sayısal veriler toplayarak, hem tarihsel ve derinlemesine vaka

incelemeleri yaparak bunları beraberce kullanıp araştırma sorusuna

önerilen cevabın doğruluğunu sınayabilir. Bu tarz çalışmalar, her iki

yöntemin de güçlü taraflarını birleştirdiği için daha güvenilir sonuçlar

elde edilmesini sağlayacaktır.

Veri Toplama Yöntemleri

Uluslararası İlişkiler alanında kullanılan başlıca veri toplama

yöntemleri deney, anket, mülakat, ve arşiv çalışmasıdır.6

Deneyler bu alanda çok fazla kullanılmasa da bilimsel yöntem

açısından son derece önemli bir veri toplama yöntemidir. Deneyler,

deneklerin dış dünyadan izole edilerek neden-sonuç ilişkisinin tam

olarak gözlenebilmesine olanak verirler. Uluslararası İlişkiler alanında

deneyler özellikle psikolojik faktörlerin karar vermeye etkileri ve daha

6 Veri toplama yöntemleri bunlarla sınırlı değildir. Örneğin bir metnin içeriğinin

kategorilere göre sınıflandırarak özetlendiği içerik analizi ve araştırmacının bir kurum,

grup veya ortamı direk kendisi gözleyerek izlenimlerini veri olarak kullandığı katılımcı

gözlem yöntemleri de sosyal bilimlerde sıkça kullanılan yöntemlerdir.

Page 138: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

136

genel olarak oyun teorisine (game theory, decision theory) dayanan

açıklamaların araştırılmasında kullanılırlar.

Anket çalışmaları özellikle halkın çeşitli uluslararası gelişmeler

üzerine tepkileri ve bu tepkilerin nedenlerini veya dış politika üzerine

etkilerini araştırmak üzere kullanılırlar. Örneğin, uluslararası ekonomi

politik alanında halkın küreselleşmeye tepkileri ve bu tepkilerin kişilerin

hangi özellikleriyle bağlantılı oldukları araştırılmaktadır. Genel olarak

kadınların erkeklere, az eğitimlilerin çok eğitimlilere göre

küreselleşmeye daha negatif baktıkları ortaya çıkmıştır.

Mülakatlar Uluslararası İlişkiler alanındaki araştırmalarda

deney ve anketlere göre daha sıkça kullanılır. Mülakatlar araştırdığınız

olay veya süreç içerisinde rol almış veya bunları yakından gözlemlemiş

kişilerden olayların akışı, gelişmelerin zamanlaması gibi konularda

derinlemesine bilgi alma amaçlı görüşmelerdir. Mülakatlar yazılı

kaynaklardan edinilmesi zor bilgilere ulaşmayı sağlar. Ancak

mülakatlarda dikkat edilmesi gereken nokta, mülakat yaptığınız kişinin

olayları kendi hafıza ve değer yargıları süzgecinden geçirdiğini

unutmamaktır. Diğer bir deyişle, görüşmelerde topladığınız veriler

tamamen objektif değildir; kişi olayı kendi yaşadığı, yorumladığı veya

hatırladığı şekliyle anlatır, elde ettiğiniz veriler de bunların etkilerini

taşır.

Son olarak arşiv çalışmaları uluslararası ilişkilerde en sık

kullanılan veri toplama yöntemlerinden biridir. Eğer çalışılan konu

üzerinde kaynakları arşivleyen devlet kurumları veya özel arşivler

varsa, burada yer alan belgeler, yazışmalar, raporlar veri açısından son

derece zengin olabilir. Arşivlerde araştırma yaparken, araştırmacı

olabildiğince tarafsız olarak kendi teorisini destekleyebilecek ve karşı

olabilecek bütün belgelere ulaşmak için elinden gelen çabayı

göstermelidir.

Verileri belirlenen yönteme göre topladıktan sonra veriyi

değerlendirme süreci başlar. Bu evrede toplanan veriler sentezlenir ve

sunuma hazırlanır. Derlenen verilerin teorik açıklamayı ne derece

desteklediği belirlenir. Bu süreçte dikkat edilmesi gereken nokta

verilerin kendi adına konuşmadıklarıdır: sunulan verilerin araştırma

Page 139: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

137

açısından ne ifade ettiğini anlatmak gereklidir. Veri teoriyi destekliyor

mu, destekliyorsa ne şekilde destekliyor? Yukarıda da belirttiğim gibi,

açıklamanıza ters düşen veriler hasır altı edilmez, tam tersine

açıklanmaya çalışılır. Eğer teorik çerçevenizle bu verilerin niçin sizin

beklediğiniz yönde olmadığını açıklayamıyorsanız, teorinizin yetersiz

olduğu noktaları, sınırlarını belirtmelisiniz. Ayrıca verilerin sunuşunda

hazırlanan tablo, grafik, şema ve benzeri görsel gereçlerin anlaşılabilir,

düzenli, ve aynı stili takip eden şekilde hazırlanmasına özen

gösterilmelidir. Kullanılan kaynaklara atıf yapılmasına azami özen

gösterilmelidir.

Yazma ve Revizyon

Araştırmanın yukarıda özetlenen ve Şekil 2’de detaylı olarak

görünen bu beş adım izlenerek tamamlanmasından sonra, bulguların

yazıya dökülmesi gereklidir. Sosyal bilimler alanındaki akademik

yazılarda genelde kullanılan yapı şudur (Özdamar, 1999):

1. Giriş

Araştırma sorusu (bilmece) ve önemi

Literatür taraması

Hipotezler

2. Yöntem

Araştırmada kullanılan yöntemleri betimlenmesi, yöntemin

seçilme gerekçeleri

3. Bulgular

Bulguların sunumu

4. Tartışma

Bulguların yorumu

Teorinin geçerliliğinin sınırları

5. Sonuç

Araştırma sonuçlarının özeti

Page 140: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

138

Bulguların literatür açısından önemi ve katkıları

Teorik ve pratik öneriler

Bu şema bir öneri ve başlangıç olarak kabul edilmelidir,

araştırmanın koşullarına göre yazının yapısı da farklılıklar gösterebilir.

Ancak unutulmamalıdır ki iyi bir tez veya makale için iyi ve orijinal bir

araştırma kadar düzgün bir yapıya dayanan bir yazım da önemlidir. Ne

kadar ilginç ve önemli bulgularınız olursa olsun, onları okurlara iyi

aktaramadığınız sürece bulgularınız hak ettiği takdir ve önemi

kazanamaz.

Uluslararası İlişkilerde araştırma sürecini böylece özetledikten

sonra son bir konuya dikkat çekmek gerekir. Sosyal bilimler konuları

gereği doğal bilimler derecesinde bir kesinliğe sahip değildir. İnsan

doğasının ve buna bağlı olarak sosyal hayatın karmaşıklığı, bizim sosyal

bilimleri “bilim” olarak değerlendirmemizi ve uygulamamızı

etkileyecektir. Araştırma süreçlerinde objektif bakış (araştırmayı

yapanla araştırma konusu arasına mesafe koyma), hipotezlerin

sınanabilirliği, ölçümlerin kesinliği gibi şartlar, ve ileriye dönük

tahminler yapabilme yetisi sosyal bilimlerde doğal bilimlerindekine

göre daha kısıtlıdır. Bu nedenle sonuçlarımızın belirsizlik içerdiğini,

ölçüm ve tahminlerimizin yanlış çıkabileceğini ve genelde araştırmacı

olarak kendimizi 100% araştırma nesnesinden ayıramayacağımızın

bilincinde olarak araştırma yapmalı ve sonuçlarımız öyle ortaya

koymalıyız.

Page 141: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

139

Şekil 2: Araştırma Süreci, detaylı.

Araştırma konusunun belirlenmesi: - “Neden” sorusu - Kavramların tanımlanması - Araştırmanın sınırlarının belirlenmesi

Araştırma taslağı hazırlanması: - teorik çerçevenin belirlenmesi ve ön literatür taraması - Metodolojnin belirlenmesi (veri toplama yöntemlerinin kararlaştırılması)

Literatür taraması, teorik çerçeve ve hipotezlerin çıkartılması

Veri toplama ve verilerin

değerlendirilmesi:

- Niteliksel veya niceliksel

çalışmalar

- Veri toplama yöntemleri

(deney, anket, mülakat vb.)

Yazma,

revizyon ve

sunum süreçleri

Page 142: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

140

KAYNAKLAR:

Büyüköztürk, Şener, Ebru Kılıç Çakmak, Özcan Erkan Akgün,

Şirin Karadeniz, ve Funda Demirel. 2008. Bilimsel Araştırma

Yöntemleri. Ankara: Pegem Akademi.

Eckstein, Harry. (1975). Case study and theory in political

science. Handbook of Political Science, vol. 7. G. F. J. and N. W. Polsby.

Reading, MA, Addison-Wesley: 79-137.

Gürak, Hasan. (2004). Araştırmacılara Öneriler: Tez Hazırlama,

"Etkin Sunuş" ve Eleştiri Teknikleri Üzerine, Sakarya

Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi.

King, Gary, Robert O. Keohane, Sidney Verba. (1994). Designing

Social Inquiry. Princeton, Princeton University Press.

Özdamar, K. (1999). Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri, T.C.

Anadolu Üniversitesi Yayınları. No: 1081.

Singer, David J. 1961. "The Level-of-Analysis Problem in

International Relations." World Politics 14 (1):77-92.

Van Evera, Stephen. (1997). Guide to Methods for Students of

Political Science. Ithaca and London: Cornell University Press.

Waltz, Kenneth N. (1954). Man, The State and War. New York:

Columbia University Press.

Waltz, Kenneth N. (1979). Theory of International Politics. Reading,

MA: Addison-Wesley.

Weber, Max. (1918) “Science as a Vocation,” from Hans Gerth

and C. Wright Mills, eds. (1946), From Max Weber: Essays in

Sociology. New York: Oxford University Press.

EK KAYNAKCA

Brady, Henry E. ve David Collier, ed. 2004. Rethinking Social

Inquiry: Diverse Tools, Shared Standards. Lanham: Rowman and Littlefield.

Geddes, Barbara. 1990. "How the Cases you Choose Affect the

Answers You Get." Political Analysis 2 (1):131-50.

Page 143: BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ ......önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri

141

Gerring, John. 2007. Case Study Research: Principles and Practices.

New York: Cambridge University Press.

Goldstein, Kenneth 2002. “Getting in the Door: Sampling and

Completing Elite Interviews,” PS: Political Science and Politics 35(4):

669-672.

Klotz, Audie ve Deepa Prakash, eds. 2008. Qualitative Methods in

International Relations: A Pluralist Guide Edited by ECPR. New York:

Palgrave Macmillan.

Lieberson, Stanley. 1991. "Small N's and Big Conclusions: An

Examination of the Reasoning in Comparative Studies Based on a Small

Number of Cases." Social Forces 70 (2):307-20.

Lijphart, Arendt. 1971. “Comparative Politics and the

Comparative Method,” American Political Science Review 65: 682-93.

Nachmias, C. ve Nachmias, D. 1996. Research Methods in the Social

Sciences. New York: St. Martin’s.

Shively, W. Phillips. 1998. The Craft of Political Research. Prentice

Hall.

Sprinz, Detlef F. ve Yael Wolinsky-Nahmias, eds. 2004. Models,

Numbers, and Cases: Methods for Studying International Relations. Ann

Arbor: University of Michigan Press.