BİLİM TARİHİ II Final notları - dicle.edu.tr · Ptolemaios'unAlmagest, Coğrafya, Optik,...
Transcript of BİLİM TARİHİ II Final notları - dicle.edu.tr · Ptolemaios'unAlmagest, Coğrafya, Optik,...
Dr. İsmail BAYTAK
Orta Çağ İslam Dünyasında ve Öncesinde TIP
BİLİM TARİHİ II
Final notları
İslamiyet’ten önce;
Orta Asya’da Türklerin yaşam biçimi içerisinde dinsel inançlar doğrultusunda sağlık ve
tıp konuları kendine özgü bir yere sahiptir.
Hemen hemen tüm eski topluluklarda olduğu gibi eski Türklerde de tıbbi etkinlik dinsel-
büyüsel temadan başlayıp ampirik uygulamalara kadar uzanıyordu.
Türklerde tedavi ile uğraşanları iki grupta değerlendirebiliriz.
Bunlardan ilki dinsel-büyüsel tedaviler yapan,“Kam” ya da “Baksı” denen Şamanlardır.
İkincisi ise “Otaçı”, “emçi” ya da “atasagun” adı verilen ilaç ve daha başka maddelerle
tedavi eden hekimlerdir.BAYAT, A.H., Türk Tıp Tarihi, 2003, s.203.
Kam kelimesi Divan-ü Lugatit-Türk’te
“çeşitli hastalıkları tedavi etmek için tabibin yanında kam da yer alır.
Tabip hastalığı ilaç(ot) ile tedavi eder.
Kam ise hastayı kendi usulüne göre daha çok ruhi yollarla, efsun ve sihirle iyileştirmeye
çalışır” denmektedir.
“Hastalanan (ruhları çalınan) kimselere şifa vermesi, ölüm, talihsizlik bahis konusu
olmadığı veya bir kurban töreninde (göğe veya yer altına seyahatin yer almadığı)
durumlarda şamana iş düşmez”Kafesoğlu İbrahim, istanbul,2005,s.301
Kam’ın vazifesi efsun ve büyü yapmaktır. Konumuzla ilgili olarak kam için tedavi amaçlı
bazı ritüelleri ortaya koyduğu söylenebilir.AYDIN,E., Osmanlılarda Tıp,
Büyüsel tıp kapsamında ele aldığımız Şamanizm, eski Türklerin yaşam ve tıp anlayışı
açısından önemli bir yere sahiptir.
Şamanizm, varlığı tüm insanların tarihinde erken
taş devrine ve daha da geriye kadar
kanıtlanabilen, inisiyasyon içeren bir vecd ve trans
tekniği.
Günümüzde yenilenerek tekrar uygulanmaya
başlanan şekline ise Neo-Şamanizm denir.
Şamanizm inancına göre biri öldükten
sonra şaman rahip gelir ve ölünün
evinde ailesiyle birlikte bir takım dualar
okurdu. bunun amacı da henüz
dünyada olan ölünün ruhunu rahatlatıp
ona rehberlik ederek doğru bir şekilde
düğer boyutta 2. hayatına devam
etmesini sağlamaktı.
“Atasagun” kelimesine Kaşgarlı Mahmud’da “tabip/doktor” anlamında rastlanıyor.
(V.V.Barthlod,)
Eski Türklerde hekimlere verilen isim
Selçuklular ve Beylikler Dönemi;
Oğuz boylarının Anadolu’ya ulaşmaları sırasında karşılaştıkları ve kabullendikleri iki
medeniyet grubundan biri Arap-İslam kültürü, (güneydoğu ve zaman zaman da Doğu
Anadolu’da)
diğeri ise Hıristiyan-Ortodoks Doğu Roma/Bizans kültürü (kuzeydoğu ve hemen
Anadolu’nun bütününde) olmuştur.
Bu iki güçlü kültür ve inanç, Ortaçağ boyunca Anadolu’ya yerleşen Türkmenlerin
inançları ve dilleri üzerine tesir etmiş, İslami inanç kalıcı olurken Arapça yazı bilim dili
olarak gelişmiş, Sasanilerle karşılaştıklarında aldıkları Farsçayı ise resmi dil olarak
kullanmışlardır.
Büyük Selçuklu Devleti zamanında çok zengin yazma eserlerin yer aldığı
kütüphanelerin varlığı, Horasan ve Maveraünnehir’de medrese ve hastanelerin varlığı,
hatta bu eğitim-öğretim hastaya hizmet yapıları bünyelerinde özel tıbbi yazmaların
bulunduğu kitaplıkların varlığı, duruma açıklık getirir.
Bu kütüphanelerden çıkan bazı yazma eserler ileriki yüzyıllarda İstanbul ve saray
kütüphanelerinin esasını teşkil etmiştir.
ÇANTAY, G. “Darüşşifalar”, Anadolu Selçuklu ve Beylikler Dönemi Uygarlığı, Ankara,2006, c.2,s.313.
Anadolu Selçuklu Tıbbının kaynağını Asya Türk Devletlerinde görülen; teşhis-tanı
ve tedavi yöntemleri oluşturmaktadır.
İlaçla tedavi (madensel, bitkisel, hayvansal droglarla) ve cerrahi olarak; key-dağlama,
şak-yarma (apse açma) gibi yöntemler uygulanmış, teşhise katkıda bulunmak üzere
laboratuar bulgusu sınırlı da olsa kullanılmıştır. (idrardan hamileliğin anlaşılması,
böbrekle ilgili bilgi edinilmesi gibi).
Sayıları azda olsa Hekim Razi gibi bazı hekimlerin hayvanlar üzerinde deneyler
yapması, hekimlik bilgi ve güvencesi için artırım sağlayan deneyler olurken, küçük
kan dolaşımının tespiti gibi önemli bilimsel buluşlar da Türk tıbbının pozitif bilim dalı
olarak çağı içindeki durumunu açıklayan bilgiler olmaktadır.
Selçuklu ve Osmanlı hekimliği İslam Hekimliğine dayanıyordu.
Bu dönemde tıp dili arapça idi.
Başlangıçta Rahavî, İbn-i Baytar, İbn-i Sina, Ebubekir Razî ve İbn-i Taberi gibi
hekimlerin kitapları hekimlikte kaynak olarak kullanılan müracaat kitaplarıydı.
Arapça ve Farsça olarak yazılmış olan tıp, eczacılık sahasındaki eserler şimdiye kadar
yapılan araştırmalara göre, XIV.yy.’dan başlayarak Türkçeye tercüme edilmiş ve
hekimlikte kullanılmıştır.ÖZÇELİK, Saadettin, XV.Yüzyılda Yazılmış Bir Tıp Eseri “Kitâb’ül-Mühimmât”,Ankara,2001,s.1
Türklerin Anadolu’da yerleşmeleriyle birlikte başlayan imar faaliyetleri içinde hanlar,
hamamlar, köprüler ve camilerin yanı sıra eğitim-öğretim programının bir parçası olan
medreselerde yer almaktadır.
Eğitim-öğretim yapılan bu medreselerin en önemlilerinden biride darüşşifalardır.
Tıp okulu niteliği taşıyan bu Darüşşifalarda hastaya hizmet verilirken hastanın durumu
tartışılmakta ve usta-çırak yöntemiyle eğitim verilmekte, eğitim görenler ancak
“Hoca”sından “icazet” (diploma, mesleki belge) alarak hekimlik yapabilmekteydiler.
Anadolu'da Selçuklu döneminde tıp eğitiminin darüşşifalarda bir tür usta çırak ilişkisi
içerisinde sürdürüldüğü bilinmektedir.
Dönemi için hayli gelişmiş bu sağlık hizmeti anlayışının ardında, bilinçli bir devlet politikasının
varlığını aramak gerekir.
Bu dönemde; Anadolu'da çok sayıda hastane, kaplıca, hamam, sosyal yardım kuruluşu gibi
tesislerin yanı sıra, kervansaraylarda da sağlık hizmeti verilmekteydi.
Sağlık tesislerinin vakıflar biçiminde yapıldığı bu dönemde devletin
yönlendirmesi sonucu; özellikle ticaret yolları üzerinde çok sayıda sağlık tesisi hizmet
vermekteydi.
Anadolu’daki darüşşifalar, bilgi ve beceri sahibi hekim ve sağlık kadrosuna sahiptiler.
Darüşşifalarda din, dil, ırk farkı gözetilmeden her hastanın tıbbi bakım ve tedavisi yapılmıştır.
Hastaların ilaçları da buralarda yapılır ve parasız hastalara dağıtılırdı.
Darüşşifalar’da yönetim vakıflar tarafından yapılmakta herhangi bir darüşşifa kendi vakfiyesinde
belirtilen kurallar doğrultusunda işleyişini sürdürmek zorundaydı.
Sağlık kuruluşları ait olduğu vakıflar tarafından idare edilmiş olsalar da, buralarda görev
yapacak hekimlerin Selçuklu Sultanı tarafından tayin edildiklerine dair belgeler mevcuttur.
Çağdaşı olan Avrupa toplumlarında son derece ilkel tedavi yöntemleri uygulanmakta, akıl hastaları
ateşlerde yakılmaktayken, aynı dönemde Selçuklu Darüşşifalarında hastalar en iyi şekilde tedavi
edilmekte, müzik, mimari ve ruha huzur veren renk, ışık oyunları gibi tekniklerin etkisiyle
iyileştirilmeye çalışılmaktaydı.ERGENE, N.-SOYLU R. “Osmanlılarda Sağlık ve Sağlık Kuruluşları”, Kuruluşunun 700.yıl dönümünde Bütün Yönleriyle
Osmanlı Devleti Kongresi, Konya,2000,s.303.
Selçuklu Darüşşifaları, Türklerin eski vatanları Türkmenistan’daki hastahanelere yapı
olarak benzemektedir.
Dört eyvanlı, haçvari şemada olup Haçlı seferleri vasıtasıyla Batı mimarisini de
etkilemişlerdir. Bu nedenle hastahane tarihinin Dünya çapında incelenmesinde
Selçuklu Hastahaneleri büyük önem taşımaktadır. Bu etki Çin, Hindistan ve Rusya’da
da görülmüştür. Bu etkinin varlığı sadece mimaride değil aynı zamanda hasta yatağı
başında klinik derslerin verilmesi, akıl hastalarının ilaç ve müzikle tedavisinin de
Selçuklu hastahanelerinden alındığı görülebilir.
Anadolu Selçuklu Dönemi Darüşşifaları’nı tanımlayan isim ne olursa olsun eğitim
yapıları olan medreselerin plan şemasına sadık kalınarak inşa edilmiş sağlık yapıları
olarak meydana getirilmiştir.
Aynı zamanda Tıp Fakültesi niteliğindeki bu Darüşşifalar’da mimari usluba son derece
dikkat edilmiştir.
Büyük Selçuklular devletinin mirasçısı olan Anadolu Selçuklu Devleti Osmanlı Devleti
Sağlık kuruluşlarının da temelini oluşturduğundan dolayı Türk Hastanelerinin ilk
örneklerini buradan başlatmak gerekir.
Kayseri Gevher Nesibe Hastahanesi
Gazne Hastahanesi (973-1073) kaybolmuştur.
Semerkand Hastahanesi (1051-1068) Karahanlı Türklerinin Hükümdarı Tangaç Buğra Han
tarafından yaptırılmıştır.
Nişabur Hastahanesi (1029-1072) Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan tarafından yaptırlmıştır.
Nureddin Hastahanesi (1154) Şam’da Selçuklular tarafından yaptırılmıştır.
Nureddin Hastahanesi (1154) Halep’te yine Selçuklular tarafından yaptırılmıştır.
Mardin Emineddin Darüşşifası (1122-1123),
Kayseri Gevher Nesibe Hastahanesi ve Gıyaseddin Keyhüsrev Tıp Okulu (1206) Anadolu
Selçuklu Sultanı I.Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından kardeşi Gevher Nesibe Hatun adına
yaptırılmış olup “Çifteler” adıyla anılmaktadır. Çifteler denmesinin nedeni hem Tıp Fakültesi
hemde Hastahanenin bir arada olmasındandır. Selçuklular devrinde yapılan bu yapı Anadolu
Türk Beylikleri Dönemi’nde de işlevselliğini yitirmemiş, hatta Osmanlı döneminin son dönemlerine
kadar faaliyetine devam etmiştir.
Sivas Keykavus Darüşşifası (1217) I. Keykavus tarafından Sivas’ta inşa edilen yapı hem bir tıp
okulu hemde buna bağlı uygulama alanları görevini yapan hastahaneleri barındıran Selçuklu
sanatının en güzel örneklerindendir.
Divriği Turan Melik Darüşşifası (1228-1229)
Çankırı Atabey Ferruh Darüşşifası (1235)
Aksaray Darüşşifası (XIII.yy’ın son çeyreğinin başı)
Kastamonu Ali Bey Pervane Darüşşifası ( 1272)
Tokat Muineddin Pervane Darüşşifası ve Gök Medrese (1275)
Amasya Darüşşifası (1308) Selçuklu zamanında Tatar Hanı Sultan Olcayto ve eşi İldiş Hatun
tarafından inşasına başlanan yapı Amber Ağa ve ve Anadolu emiri Ahmet Bey tarafından
tamamlanmıştır. Amasya Darüşşifası Anadolu Beylikleri Döneminden İlhanlılar’a ait bir darüşşifa
yapısıdır.
İsimlerini sıraladığımız bu Selçuklu sağlık yapılarının yanısıra kaynaklarda varlığı
bilinen darüşşifalar da kısaca; Silvan Darüşşifası, Konya Darüşşifası (Maristan-ı Atik),
Konya Alaaddin Darüşşifası, Eski Malatya Darüşşifası, Akşehir Darüşşifası, Erzincan
Darüşşifası, Kastamonu Atabey Darüşşifası, Kütahya Darüşşifası, Sivas Şehzadeler
Darüşşifası (Maristanı) şeklinde sıralanabilir
Anadolu Selçuklu Döneminde kurulmaya başlayan Darüşşifa yapılarından günümüze
kadar ulaşabilen örneklerinden her biri birer sanat ve mimarlık şaheseri olmuş, bu
yapılarda ana hatlarıyla eyvanlı-avlulu veya kubbeli eyvanlı plan şeması uygulanmıştır.
Hem teorik hem de pratik eğitimin gerçekleştirildiği bu yapılarda hastaya hizmet
ekseninde hekim yetiştirmek gayesi ve banisinin isteği doğrultusunda eyvanlı-avlulu
çifte medrese şemasında inşa edilmiştir.
Anadolu Selçuklu Devleti’nin ardından başlayan Beylikler Devri Osmanlı’ya geçiş
sürecinde sadece İlhanlılar’ın Amasya’da yaptırdığı Darüşşifa bulunmakta genel plan
şeması ve mimari özellikleri ile Selçuklu Darüşşifalarının özelliğini göstermektedir.
Bunun dışında Selçuklu Devrinde inşa edilen darüşşifaların Beylikler Döneminde de
faaliyetlerine devam ettiği kabul edilmektedir.
Anadolu Selçuklu Darüşşifaları, yüzyıllar boyunca fonksiyonlarını sürdürmüş Osmanlı
Devleti döneminde işlevlerini sürdürmekle kalmamış tıp eğitiminin de devlet politikası
olarak benimsenmesinin temelini oluşturmuştur.
Çok geniş bir coğrafyaya yayılmış olan Osmanlı devleti; günümüze kadar gelebilen,
sanat şaheseri sayılabilecek eserler bırakmıştır.
Bu eserler sanılanın aksine sadece camilerden ibaret değildir.
Kültür, Sanat, Eğitim, Dini Mimariye ait ve geleneksel el sanatı olarak hala tüm
dünyanın beğenisine mazhar olmuş Osmanlı Devletinin, pozitif bilimlerde de oldukça
ileri seviyeye ulaşmış olduğunu pek çok yayında görebilmekteyiz.
Osmanlı Devleti gibi halkının refahı için her türlü hizmete ve istihdama açık olan bir
devletin halkının sağlığını korumak, gerektiğinde tedavi etmek amacıyla sağlık
alanında da bir takım hizmetlerinin olması kaçınılmazdır.
Tıp alanında da döneminin diğer devletlerinden daha fazla ileri seviyeye ulaşmıştır.
Bu durum çağımıza kadar gelen ve hala korunabilmiş tıbbi eserlerde açıkça
görülebilmektedir.
Halkının sağlığına verdiği önem ve sağlık alanına ilişkin hizmetlerinin en büyük kanıtı
olan sağlık yapılarında bir taraftan halka sağlık hizmeti verilirken bir taraftan da tıp
eğitimi verilerek hekim yetiştirilmesi sağlanmıştır.
Klasik dönemde Osmanlı sağlık kuruluşu olarak bir külliyenin parçası olan ve bazen
yanında tıp medresesininde yer alarak tıp eğitiminin de yapıldığı darüşşifalar
karşımıza çıkmaktadır.
Ayrıca cüzzamlı hastaların misafir edilerek bakımı ve ihtiyaçlarıyla ilgilenilen
Cüzzamhanelere’de rastlanmıştır.
Günümüze kadar ulaşabilen bu sağlık yapılarından hemen hepsi Vakfiyelerinden
değerlendirilebilmekte, zaman içerisinde fonksiyonelliğini ve orjinalliğini yitirse de
mimarisi ve planı hakkında fikir vermektedir.
Tarih içerisinde, “Byzantion, Konstantinopol, Konstantiniye, Asitane, Deraliyye, Dar-ül
Hilafet’il aliyye, Dersaadet, İslambol…”gibi isimler alan İstanbul “Stinpolis-şehre doğru”
deyiminden gelmektedir. ORTAYLI, İlber, Tarihte İstanbul, İstanbul, 2000.
DEĞERLENDİRME
Selçuklu ve Osmanlı hekimliği İslam Hekimliğine dayanıyordu. Bu dönemde tıp dili arapça idi.
Başlangıçta Rahavî, İbn-i Baytar, İbn-i Sina, Ebubekir Razî ve İbn-i Taberi gibi hekimlerin kitapları
hekimlikte kaynak olarak kullanılan müracaat kitaplarıydı. Arapça ve Farsça olarak yazılmış olan
tıp, eczacılık sahasındaki eserlerşimdiye kadar yapılan araştırmalara göre, XIV.yy.’dan
başlayarak Türkçeye tercüme edilmiş ve hekimlikte kullanılmıştır.
ÖZÇELİK, Saadettin, XV.Yüzyılda Yazılmış Bir Tıp Eseri “Kitâb’ül-Mühimmât”,Ankara,2001,s.1
• OSMANLIDA BİLİM ADAMLARI
•Piri Reis: 16. yy’da yaşamış denizci, haritacı, coğrafyacıdır. En önemli eserleri Dünya haritası
ve Kitab-ı Bahriyedir.
•Takıyüddin Mehmet: Astronomi alanında çalışmalarda bulunmuş, İstanbul’da ilk
gözlemevini(Rasathane) kuran astronomdur.
•Matrakçı Nasuh: 16. Yy’da yaşamış ve matematik, coğrafya, tarih alanlarında eseler vermiştir.
•Lagari Hasan Çelebi: 17. Yy’da ilk roket örneğini icat ederek uçmayı başarmıştır.
•Lagari Hasan Çelebi: Füzeciliğin atası sayılmaktadır. 1633 yılında IV. Murat kızı Kaya Sultan’ın
doğduğu gece yapılan şenliklerde füzeyle uçma hünerini göstermiştir. Füze ile uçan ilk Türk.
•El-fenari: Mantık
•Celaleddin Hızır ve Ahmedi: Tıp
•Seydi Ali Reis: Deniz coğrafyası üzerinde çalışmalarda bulunmuş ve Miratü’l-memalik adlı esri
ortaya koymuştur.
•Naima: Hâlepli Naima Efendi, Osmanlı Devleti’nin ilk resmi tarihçisidir.(vakanüvis). 1591-1659
yıllarında Osmanlı siyasi olaylarını “Naima Tarihi” adlı kitabında eleştirel bir yaklaşımla anlatır.
•Nef’i: Divan edebiyatının en büyük ustalarından olan Şair Nef’i hicivleri ile ünlüdür. Eserinin adı
Siham-ı Kaza’dır. Dönemin sadrazamlarına ve devlet adamlarına yönelik eleştirel şiirler
yazmıştır.
•Itri: Türk musikisine büyük katkılar yapmış önemli bir bestekârdır. 42 adet bestesi vardır.
“Nevakar” makamını bulmuştur. “Tutu-i mucize-i guyem” isimli eserin bestecisidir. Mustafa Itrî
Efendi bayram namazlarında ya da Cuma namazlarında okunan “Segah Tekbir ve Salat-ı
Ümmiye” gibi muhteşem bestelerin de sahibidir.
•Karacaoğlan: Aşk, doğa, gurbet, sıla özlemi ve ölüm üzerine şiirler yazmış halk ozanıdır.
Şiirlerini hece ölçüsü ve yaşadığı bölgenin diline göre yazmıştır.
23
ORTAÇAĞ TÜRK DÜNYASINDA BİLİM
1. İslam Öncesi Dönem
• Hun Devleti
– Dokumacılık
– Oymacılık
– Boyama
– Ayna yapımı
– Mumyalamayı gerçekleştirdiler
• Göktürk Devleti
– Orhun yazıtları
– 12 hayvanlı takvimini (her aya bir hayvan ismi) kullandılar
– Bitkileri hastalıkların tedavisinde kullandılar,
• Uygurlar
– Yeni bir alfabe geliştirdiler
– Mimariyi geliştirdiler ve taş binalar yaptılar
– Demiri ve diğer madenleri kullandılar
24
ORTAÇAĞ TÜRK DÜNYASINDA BİLİM
2. İslam Sonrası Dönem
• Müslüman Türklerin bilime en büyük katkı sağladıkları dönemdir
• Bilimsel eserler Yunancadan Arapçaya hızla çevrildi (özellikle 9. ve 10. yy)
Karahanlılar (İlk Müslüman Türk devleti)
– Edip Ahmet Yükneki: Atabetü'l Hakayık (Gerçeklerin Eşiği)
– Yusuf Has Hacib: Kutadgu Bilig (Mutluluk Veren Bilgi )
– Kaşgarlı Mahmud: Divânu Lügati't-Türk (Türk Dili Sözlüğü)
• Selçuklular Dönemi
– Türk bilim ve kültürünün Anadolu’ya yayılmasını sağladılar
– Eğitim öğretime büyük önem verdiler
• İlk medrese Nizamiye Medresesini kurdular
– Gözlemevlerini kurdular
• Ömer Hayyam-İsfahan Gözlemevi
• Nasürüiddin Tusi-Meraga Gözlemevi
• Uluğbey- Semerkand Gözlemevi (bu gözlemevinde yapılan gözlem ve araştırmalarla Uluğ Bey Zici adlı eser yazıldı)
– Tıp bilimine büyük katkılar sağladılar
– Simya ile ilgilendiler.
Geniş bir coğrafyaya dağılan ve yaklaşık 700 yıllık bir ömür süren Osmanlı Devletinin Sağlık
sistemini incelerken tek bir programdan söz edilemez.
Elbette ki geldikleri bölge, İslamiyet öncesi inançları ve İslamiyet’in etkisi, yayıldıkları coğrafyada
buldukları, Osmanlı sağlık politikasının esasını oluşturmaktaydı.
Osmanlı Tıbbı; tüm bunları kendinden önce harmanlayan ve belli bir sağlık programı benimsemiş
olan Selçuklu sağlık hizmetlerini devam ettirerek geliştirmiş ve Klasik Dönemde, her alanda
olduğu gibi tıb alanında da doruğa ulaşmıştır.
Türk sağlık sisteminin oluşumunu şekillendiren bu etkenlerin ışığında, Osmanlı sağlık
kuruluşlarını anlatmadan evvel,
Osmanlı öncesi Türk tıp Tarihini kısaca değerlendirmek gerekecektir.
Ortaçağ İSLAM Dünyasında BİLİM
Eskiçağ Batı Roma İmparatorluğunun çöküşü (Eylül 476)
Bilim merkezi İskenderiye’nin Müslümanların eline geçmesi (642)
İslam topraklarının genişlemesi
Sanskritçe ve Yunancadan Arapçaya çeviriler.
(Hristiyan dünyasında da benzer bir çeviri hareketi 12. ve 13. yy Papa II. Sylvestre‟nin
teşviki ile başlamış, Toledo, Seville gibi İspanya şehirlerinde , Portekiz Güney Fransa
ve Sicilya’daki çeviri merkezlerinde devam etmiştir . Bu dönemde çok sayıda eser
Arapça’dan Latinceye ya da Yunanca’dan Latinceye ...
Yunanca'dan tercüme edilen eserler arasında:Hipokrates'in Aforizmalar,
Platon'un Devlet ve Kanun,
Aristoteles'in Organon, Şiir Sanati, Oluş ve Bozuluş, Gök Olayları, Hayvanlar, Ruh,
Eukleides'in Elementler,
Ptolemaios'un Almagest, Coğrafya, Optik, Tetrabiblos,
Galenos'un Canlı Hayvan Teşrihi, Ölü Hayvan Teşrihi, Organların Yararları, ilaçların Terkibi, Ruh Hastalıkları.
• Geometri, cebir ve trigonometri
• Astronomi
• Fizik
• Tıp ve biyoloji
• Coğrafya
• Mekanik
•Fetihler neticesinde Bizanslılarla ve Perslerle karşılaşan ve
kendilerinden önceki medeniyetlerin yarattığı eserlerden
yararlanmak gerektiği inancı hakim olmuştur.
•Özellikle Abbasîler döneminde yoğun bir çeviri faaliyetine
girişerek, bilim ve felsefe alanlarında atağa kalkmışlar ve önce var
olan birikimi anlamaya ve daha sonra da geliştirmeye
çalışmışlardır.
İSLAM DÜNYASINDA TIP
Ortaçağ İslam dünyasında tıp çalışmaları başlangıçta geleneksel olarak edinilmiş
ansiklopedik nitelikli bilgilerin derlenmesinden oluşuyordu.
Tıbbi uygulamalar da doğal olarak geleneksel tıp bilgilerine dayanmaktaydı.
Tıp tarihinde Arap tıbbı terimi de kullanılmakla birlikte dönemin önemli bazı figürleri
Arap olmadığı gibi Rey, Hamedan gibi Fars şehirlerinde yaşamaktaydılar.
İslam tıbbı, İslam peygamberi Hz. Muhammed dönemindeki geleneksel Arap tıbbından
olduğu kadar, antik Helen (Grek-Roma) tıbbı Unani’den, antik Hint tıbbı Ayurveda’dan
ve antik Iran tıbbından etkilenmiştir.
Ortaçağ İslam medeniyetinde, dil Arapça.
Geleneksel tıp terimi; kanıta ve bilimsel metotlarla
yapılan araştırma ve ölçüm yöntemlerinin
kullanıldığı modern tıp döneminden önce, farklı
toplumlarda usta-çırak ilişkisi gibi ampirik bilgiye
dayalı olarak geliştirilmiş tıbbi sistemlere işaret
etmekte kullanılır.
Tıp pratik yönü baskın olan bir bilimdir ve başlangıcından bugüne tıp çalışmalarını yönlendiren de büyük ölçüde
bu pratik yarardır.
İlk dönemde peygamberin hadislerinden pratik olarak yararlanan İslam dünyası, giderek önce Hint tıbbıyla ve
ardından da Grek tıbbıyla tanıştı.
Halife Mansur zamanında Brahmagupta'nın Siddhanta'sı ve Susruta adlı kitaplar çevrildi; birinci kitapla Hint
astronomisi ve matematiği ikincisiyle de Hint tıbbı İslam dünyasına girdi. Hint bilimi de İslâm biliminin
biçimlenmesinde etkili oldu. Ptolemaios'u keşfedinceye ve Arapçaya aktarıncaya kadar, araştırmalarını bu
esere dayandırmışlardır.
İslam Tıbbı Kaynakları
Bitkilerin iyileştirici özelliğiyle ilgili geleneksel bilgilerden yararlanıldığı gibi, Hz.
Peygamberin çeşitli zamanlarda verdiği öğütler, tavsiyeler ve öneriler de vardı.
İslam tıbbı Hz. Muhammed’in sözleriyle başlatılmaktadır.
Sahih-i Buhari, Sünen-i Ebu Davud ve Muvatta gibi hadis kaynaklarında
Muhammed’den sağlık ile ilgili aşağıdaki ve benzer sözler (hadis) aktarılmıştır:
“Allah devası olmayan hiçbir hastalık yaratmamıştır.” (Sahih-i Buhari)
“Tıbbi tedavileri kullanın zira Allah yaşlılık haricinde tedavisi olmayan bir
rahatsızlık yaratmamıştır.” (Sünen-i Ebu Davud)
“Rahatsızlığı gönderen onun devasını da göndermiştir.” (Muvatta)
Hadislerin de yönlendirmesiyle Müslümanlar ölüm dışında her hastalığın bir tedavisi
olduğuna inanmışlardır.
İslam tıbbının ilk dönem yazarları genellikle doktorlardan çok din adamları olmuştur.
Dioskorides, İS. 40-90 civarında yaşamış Grek hekim,
farmakolog ve botanikçi, Anazarbus'ta (Anavarza) doğdu.
İskenderiye ve Atina'da tıp öğrenimi yaptı.
Hipokrat (M.Ö 460-377), yaklaşık 2500 yıl önce tıbbın
özellik arz eden bir san'at olduğu fikrini benimseyerek, bu
san'atı yapacak olanları belli bir yemin etrafında
birleştirmek ve san'atın kutsallığını ifade edebilmek
amacı ile böyle bir metni gelecek kuşak
hekimlere aktar…Tıpta yemini "Hipokrat Andı" dır.
Galen, Bergamalı tıp doktoru, bilim insanı ve filozof.
Antik Roma'nın en önemli hekimlerindendir. Deneysel
fizyolojinin kurucusu ve dünyanın ilk spor hekimi olarak
kabul edilmiş ve Hekimlerin İmparatoru, Şeyhû’s
Seyadile gibi unvanlarla anılmıştı.
Dioskorides, Hipokrates ve Galenos gibi Grek bilginlerin yapıtlarının çevrilmesiyle
birlikte İslam dünyasındaki tıp çalışmaları yeni bir evreye/sistemli araştırma dönemine
başladı. Bu araştırmalar kısa süre sonra büyük bir bilgi birikimine dönüştü, elde edilen
bilgiler bu kaynaklarda yer alan bilgilerin çok ötesine geçti ve etkisi günümüze kadar
gelen bir düzeye ulaştı.
Bu durumu en iyi 9. yy da yazılan tıp kitaplarında yer alan bilgilerin derinliğinden ve
resimlerin içerdiği ayrıntıdan gözlemlemek olanaklıdır.
Örneğin bu yüzyılda Huneyn İbn İshak’ın yazdığı Göz Üzerine On Kitap adlı
çalışmada siyah ve kırmızı mürekkeple çizilmiş üçü aynı olan beş göz resmi
bulunmaktadır. Yunan tıbbının babası Galen’in birçok eserini Arapça’ya çevirmişti.
Bir diğer örnek de 10. yüzyılda yaşamış olan Zehrâvî adlı bilginin bütün tıp konularını
incelediği Tasrif adlı kitabının cerrahiye ilişkin 30. bölümünde 200’den fazla tıp aletini
resimleriyle açıklamasıdır.
İslam tıbbının doğuşu ve gelişimi kabaca üç evreden geçmiştir:
1- Yabancı kaynakların Arapça’ya tercüme edildiği ilk evre.
Bu evre M.S. 7-8. yy.
2- Müslüman tıp adamlarının bilimsel katkılarının ve başarılarının olduğu ikinci evre.
Bu evre M.S. 9-13. yüzyıllar arasındadır.
3- Diğer bilim alanlarında olduğu gibi tıpta da bir durgunlaşma/gerileme evresi.
M.S. 13. yüzyıl sonrasındaki dönem.
İlk evrede Suriyeli ve İranlı bilginler Yunanca ve Süryanice antik literatürden felsefe,
astroloji ve tıp gibi alanları da içeren bilim dallarından tercümeler yapmışlardır. Abbasi Halifesi
el-Memun gibi müslüman idareciler tercümanları paraca destekleyerek bu faaliyetlerin
gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. Tercümanların büyük çoğunluğu Hristiyan olmakla birlikte
müslüman idareciler tarafından saygı görmüş ve faaliyetleri desteklenmiştir.
Gundişapur’daki Ortaçağ Pers döneminin eserleri ve Hint dünyasından Suşruta
Samhita, Çaraka Samhita gibi eserler de Arap diline aktarılmıştı.
Kısa bir zaman sonra müslüman doktorlar anatomi, bakteriyoloji, mikrobiyoloji,
oftalmoloji, patoloji, farmakoloji, fizyoloji, psikoloji, cerrahi ve farmakolojik bilimler gibi
tıbbın çeşitli alanlarında katkıda bulunmaya başladılar.
İslam doktor ve bilginleri bu medeniyetin önemli bir parçası olan tıp alanında teori ve
pratiği biraraya getirdikleri geniş ve kompleks bir tıp literatürü oluşturmuşlardır.
Galen ve Hipokrat’ın eserlerini de içeren Helen tıp bilgisi bu literatür vasıtasıyla daha
sonra Batı’ya yeniden aktarılmıştır.
Sasani krallarından I.Şapur zamanında kurulan, aristo felsefesinin islamdan önce doğu'ya
girişiyle birlikte bu düşünceyi işleme ve yayma görevini yapmış doğu mezopotamya'nın ilk
akademisi.
Dört Unsur
Phythagoras’a göre doğaya dört ana yön (kuzey, güney, doğu, batı), dört temel
eleman (ateş, hava, su, toprak) ve bunların dört fiziksel özelliği (sıcaklık, soğukluk,
kuruluk, yaşlılık) gibi dörtlü ritim hakimdir.
M.Ö. 5. yy Sicilyalı Empedokles (492-432) bu görüşlerden etkilenerek evrenin esas
ve tali derecede birbirine zıt dört temel elemandan meydana geldiğini öne sürmüştü.
Bunlar:
* Ateş (kuru-sıcak)
* Hava (yaş-sıcak)
* Su (soğuk-yaş)
* Toprak (soğuk-kuru)
Empedokles’in bu teorisi Hippokrates tarafından benimsenip insan bedenine
uygulanmıştı. Humoral Patoloji Teorisi denilen bu anlayışa göre beden 4 unsurdan
müteşekkil bir yapıydı. Bu teori Doğu ve Batı tıbbında yaklaşık 2500 sene yürürlükte
kalmıştır. Günümüzde ise bazı yönleriyle halk tıbbında yaşamaya devam etmektedir.
Antik Yunan tıbbındaki Humoral Patoloji Teorisi (dört unsur) veya İslam-Arap tıp
dünyasında Ahlat-ı erbaa denilen teori İbn-i Sina’nın (980-1037) Kanun fi’t-tıbb adlı
eserinde, duygusal, zihinsel durumlar ve tavır ve rüyalar dahil edilerek genişletilmiştir.
İslan-Tıp Biliminin Öncüleri
İbn Sina: (980-1037)
İslam tıp bilginlerinden özellikle Özbekistanlı İbn Sina’nın Batı tıp tarihinde önemli etkisi olmuştur.
Avrupa’da “Avicenna” olarak tanınır.
En önemli eserleri; ansiklopedik bir tıp kitabı olan "Kitabü'ş-şifa",
ikincisi ise Latince’ye çevrilmiş, Avrupa'daki üniversitelerde asırlarca ders kitabı olarak
okutulan,15.16. yy’da 35 baskı yapan "El-Kanun fi't-tıp" isimli kitabıdır.
Felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp ve müzik gibi bilgi çeşitli alanlarda eserler vermiştir.
Matematik alanında matematiksel terimlerin tanımları konularıyla ilgilenmiştir.
Astronomi alanında ise duyarlı gözlemlerin yapılması konularıyla ilgilenmiştir.
Depremlerin, yer tabakalarından(mağma) çıkan gazlardan kaynaklandığını söyleyen, ilk kişidir.
Tıp biliminde kuşkusuz İbn-i Sina'nın yeri en başta gelir.
Tıp alanındaki çalışmaları dünyaya yayılmıştır.
Ameliyatlarda anestezi olarak kullanılan uyuşturucuyu ilk uygulayan kişi.
Mikrop kavramından bahseden ve hastalıkların mikroplarla yayıldığını açıklayan ilk kişi.
(Pasteaur’den 700 yıl önce!)
Akıl hastalıklarının tedavisi ile ilgilenmiş; müzikle psikoterapi çalışmaları yürütmüştür.
Kanın, gıda taşıyan bir sıvı olduğunu ilk söyleyen kişi.
Şeker hastalığında, idrardaki şekeri keşfeden ilk doktor.
el- Kânûn fî el-Tıb: Hâlâ ilgi odağı olmaya devam eden bu ölümsüz yapıt anatomi,
fizyoloji, patoloji, cerrahi, sağaltım ve ilaçbilim konularında, sistematik ve ayrıntılı
açıklamalar içerir ve 5 kitaptan oluşur.
Birinci kitap anatomi ile ilgilidir. Bu kitapta ayrıntılı anatomi açıklamalarının yanı sıra
hastalıklar ve tedavileri, ilaçlar ve halk sağlığı (hıfzıssıhha) konusunda bilgiler yer
almaktadır. Anatomi ile ilgili açıklamaların yer aldığı birinci kitapta, İbn Sînâ önce basit
organlar dediği ve bugün doku olarak adlandırılan kemik, kas, damar ve sinir sistemini
ele alır. Diğer 4 kitapta ise, birinci kitaptaki konular daha ayrıntılı olarak tartışılmıştır.
Burada verilen açıklamalardan disseksiyon (teşrih, kesip ayırmak, ölü beden üzerinde
yapılan çalışma) yaptığı ortaya çıkmaktadır, özellikle organların yerleri ve birbirlerine
göre konumlarıyla ilgili açıklamaları bu ihtimali güçlendirmektedir. Ayrıca kan damar
sistemi ile ilgili olarak verdiği açıklamalardan, İbn Sînâ’nın kalbin yapısını ve kan
damarlarının kol ve bacaklardaki dağılımını Galen’den çok farklı verdiği dikkat
çekmektedir. Benzer şekilde beyinden çıkan sinirlerle ilgili yaptığı çalışmalar
sonucunda koku sinirini ilk defa açıklamayı başarmıştır.
İbn Sînâ, ikinci kitapta ise büyük kısmı bitkisel olan yaklaşık 840 drog hakkında bilgi
verir. Bitkilerin hangi bölgelerde ve hangi şartlarda yetiştiğini, çeşitlerini, değişik
dillerdeki karşılıklarını ve sistemlere göre, hangi hastalıklarda etkin olduğunu açıklar.
Verdiği bilgiler sadece farmakoloji açısından değil botanik açısından da önemlidir.
Patoloji ile ilgili üçüncü kitapta ise İbn Sînâ, sistemlere göre, baştan başlayarak vücut
hastalıklarını, teşhis ve tedavilerini ayrıntılı olarak incelemiş, ilk defa ektropium (göz
kapağının dışa dönmesi) ve kar körlüğü gibi göz hastalıklarını açıklamıştır.
Yapıtın dördüncü kitabında teşhis için ne gibi unsurların kullanılacağı, yani ârazların
nasıl belirleneceği ele alınmıştır. Bulaşıcı hastalıkların da söz konusu edildiği bu
bölümde, ele alınan deri hastalıkları arasında cüzzam ve ilk defa 16. yüzyılda
Fracastoro tarafından ele alınan sifilis konusunda bilgi verilmektedir. Ayrıca cerrahi
müdahale gerektiren hastalıklar ve tedavilerine ilişkin açıklamalarda bulunan İbn Sînâ,
böbrek taşlarının alınmasında “kasatir” dediği yeni bir aletin kullanılmasını
önermektedir. Beşinci kitap reçetelere ayrılmıştır ve çeşitli hastalıklara iyi gelen
reçeteler, bunların hazırlanışları ve dozları hakkında bilgi verilmektedir.
İbn Sînâ’ya göre
sindirim sistemiTıp tarihinde ilk kez salgın hastalıklara küçük
mikroorganizmaların sebep olduğunu söylemiştir
İslam-Tıp Biliminin Öncüleri
Râzî:(854-932).
İslam dünyasında İbn sina kadar ünlü bir diğer isim Horasan’ın Rey kentinde doğan ve
Galen üzerine çalışmalarıyla kendisine İslam’ın “Calinos”u ismi takılan, Muhammed İbn
Zekariya Razi’dir.
Elliden fazla tıbbi eserin sahibi olan ve Al-Mansuri adlı eseri 15.yyda Latince’ye
çevrilen Razi, Hipokrat’ın pratiği ile Galen’in teorilerini birleştirmiştir.
Eserlerinden altısı tıbbi deontolojiye aittir.
Sülfürik asiti keşfetmiş ve farmakolojiye birçok yeni ilaçlar katmıştır.
Yerleşik inançları sorgulayan felsefi düşünceleriyle tanınmış, katıksız bir rasyonalist
olan Razi kimya ve tıp gibi alanlarda önemli çalışmalar yapmış otoritelerin
düşüncelerine değil, kendi gözlem ve deneylerine dayanmayı bilimsel bir tutum haline
getirmiş seçkin bir bilim insanıdır.
Rey’de hekimlik yaptığı sırada hastalarını dikkatle gözlemlemiş, teşhis ve tedavide bu
gözlemlerden edindiği bilgilere dayanmış, özellikle nabız, idrar, yüz rengi ve terleme
gibi göstergeleri göz önünde bulundurmuştur.
Bu nedenle bir kuramcı olmaktan çok muazzam bir klinik deneyimi olan bir klinisyen
olarak tanınmıştır. Klinik deneyimleri sonucunda Râzî ilk defa Ortadoğu ülkelerinin
çoğunda yaygın olarak görülen çocuk hastalıklarından çiçek ve kızamığın tanılarını
vermiş ve bunlar arasındaki farkları belirlemiştir.
Kızamık ve çiçek hastalıklarını birbirleriyle karşılaştırır.
Râzî, çiçek hastalığını şöyle açıklar:
“Genellikle sonbahar sonunda ya da ilkbahar başlarında, sürekli
ateş, sırt ağrısı, burunda kaşıntı ve gelip giden yüz doluluğu ile belirir.
Yüksek ateş dolayısıyla yüzde kırmızılık olur. Gözler kızıllaşır, bütün
vücutta hissedilen bir ağrı oluşur. Hasta sık sık esner ve gerinir. Boğaz ve
göğüste yoğun ağrı hissedilir. Nefes hafiftir, ağız kuru ve tükürük
yoğundur. Hastanın sesi at gibidir, uykuda sık sık kâbus görür.”
Râzî’nin hastalıklara ilişkin incelemelerini içeren birçok yapıtı vardır.
Ancak tıp tarihinde klasik olmuş yapıtı Hâvî’dir (Bütün Bilgiler).
Yapıt yukarıda da değinildiği üzere, Râzî’nin kendi klinik gözlemlerinden
edindiği bulgulara dayanır.
Dolayısıyla gözlem ve deney açısından büyük zenginlik gösteren yapıtta Râzî,
baştan ayağa doğru bütün bedensel hastalıkları sıralayarak, bunlara ilişkin
edinebildiği bütün bilgileri sunmuştur.
Yapıtın önemli yönlerinden biri de daha önce yaşamış olan hekimlerin
görüşlerini de içermesidir; bu nedenle, tıp bilgisinin gelişim sürecini araştıran
tarihçiler için bulunmaz bir kaynak niteliğindedir.
İslam-Tıp Biliminin Öncüleri
Zehrâvî: (936-1013)
Endülüs/İspanya’da, Kordoba’da doğan Ebu’l Kasım Halef ibn Abbas ez-Zehravi İslam
dünyasının en büyük cerrah ve anatomistidir.
Cerrahi konusunda bütün zamanların en önemli yapıtı «Al-Tasrif fit Tıp»ı kaleme almış
Bu yapıtında dönemin cerrahi bilgilerini derleyen Zehrâvî, aynı zamanda yeni cerrahi
tedavi yöntemlerini de ayrıntılı olarak tanıtmıştır.
Bunlar arasında yaraların dağlanması,
tecrübe edinmek için canlı hayvanlar üzerinde ameliyatlar yapılması,
kadavra teşrihi de yer almaktadır.
Bu yapıt cerrahi müdahalenin anlatıldığı, cerrahi aletlerin tanıtıldığı son bölümüyle
meşhur olmuştur.
Kitabın son bölümü üzerine çok sayıda inceleme yapılmış, kitaptan bağımsız olarak bu
bölüm çeşitli dillere tercüme edilmiştir.
Dönemi için modern sayılacak cerrahi esasları tıbba kazandırmış,
ilk kez cerrahi aletlerin çizimlerini yapmış, dağlama ve amputasyon yöntemlerini
uygulamıştır. En ünlü cerrahi eseri “” adını taşımaktadır.
Çalışmalarıyla batı dünyasına da öncülük etmiştir.
Zehrâvî’nin kullandığı ameliyat aletleri
Zehrâvi’nin tıp tarihinde gerçekleştirdiği birçok ilkten bazıları şunlardır:
• Alışılmadık bir hastalık olan hemofiliyi yani kanın pıhtılaşmamasını ayrıntıları ile
açıklamıştır.
• Kanamaları kontrol etmek için alkol ve balmumu ile damarları dağlama yöntemini
açıklamıştır.
•Tıp literatüründe trakeostomi olarak anılan, nefes borusuna gırtlak seviyesinin
altında delik açılarak yeni nefes açma yolu açılması işlemini uygulamıştır
• Diş tedavisinde çürüyen dişi çekilmesi ve çekilen bölgenin dağlanması gibi yeni
uygulamalar geliştirmiştir.
• Kırık diz kapağı kemiği için ilk defa cerrahi bir müdahale yöntemi uygulamıştır.
• Doğum esnasında fetüsün ters gelmesi durumunda neler yapılması gerektiğine dair
yararlı bilgiler vermiştir.
Kitabü’l Tasrif Zehravi’nin asırlara meydan okuyan iki ciltlik eşsiz yapıtıdır. 30
bölümden oluşan eserde iki yüze yakın cerrahi aletin çizimleri bulunur. Ayrıntılı
açıklamaları ve resimli anlatımıyla cerrahi tarihinde bir ilk niteliğindedir. Birçok
ameliyat prosedürünün ve aletinin resimlerle açıklandığı eserin bir benzerine daha
önce hiç rastlanmamıştır. Yaklaşık 1000 yılında tamamlanan eser Zehravi’nin elli yıllık
tıp tecrübesinin bir ürünüdür.
Bundan dolayı Zehrâvî, Doğu’da ve Batı’da cerrah olarak isim yapmıştır. Tıp
tarihi çalışmaları, cerrahi müdahalenin ve cerrahi tedavinin çeşitli güçlükleri
nedeniyle yüzyıllar boyunca hekimlerce pek itibar edilmeyen bir tedavi
yöntemi olduğunu, ancak cerrahi alet yapma tekniğinin gelişmesiyle birlikte
tedavinin bir parçası haline gelebildiğini göstermektedir. Dolayısıyla uzun bir
dö- nem sadece cerrahi konusunu irdeleyen müstakil yapıtlar yazılmamıştır.
Geleneksel tıp kitaplarında cerrahiye genellikle küçük bir bö- lüm ayırmakla
yetinilmiştir. Konuyu o döneme kadar rastlanmayan ölçüde ayrıntılı olarak
anlatması ve cerrahi aletlerine yer vermesi bakı- mından Zehrâvî’nin Tasrîf’i
büyük bir önem ta- şımaktadır. Yukarıda değinildiği üzere, Tasrîf’in cerrahi
bölümü, Cremonalı Gerard tarafından Latinceye çevrilmiş ve 1497’de
Venedik’te, 1541’de Basel’de ve 1778’de Oxford’da basılmıştır.
Avrupa’da geç dönemde ortaya çıkan cerrahi tedavi sanatının
benimsenmesinde ve gelişmesinde büyük etkisi olan bu yapıtta, ameliyatlarda
kullanılan aletlerin resimlerinin çizilmiş olması ve işlevlerinin anlatılması
cerrahinin ilgi odağı olmasına yol açmıştır. Tıp tarihi açısından ise bu resimler
aracılığıyla dönemin cerrahi tekniği hakkında ayrıntılı fikir edinilebilmektedir.
İslam-Tıp Biliminin Öncüleri
İbn Nefis:(1213-1288)
Türkistan doğumlu 13.yy ünlü tıp bilginlerinden olan İbn Nefîs tıp eğitimini
Nureddîn Zengî’nin tedavi ve eğitim kurumu olarak Şam’da yaptırdığı
Bîmâristân el-Nur’da tamamlamış, ayrıca dönemin önemli tıp bilginlerinden
Mühezzebüddîn el-Dahvâr’dan özel dersler almıştır.
Tıp eğitimini tamamladıktan sonra Nureddîn Zengî’nin hastanesinde bir süre
çalışmış, ardından Mısır’a gitmiştir.
Kahire’de Kalavun Hastanesi’nde hekim olarak çalışmış, Memlûk Sultanı I.
Baybars’ın özel hekimliğine ve devletin Suriye-Mısır hekimleri başkanlığına
getirilmiştir.
Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin 1181’de yaptırdığı Bîmâristân el-Nâsırî’de hocalık
yapmış, çok sayıda öğrenci yetiştirmiştir.
İbn Nefîs küçük kan dolaşımını keşfetmekle kuşkusuz tıp tarihinin seçkin bir
üyesi olmuştur.
Ancak ilgisi yalnızca tıpla sınırlı bir bilim insanı değildir.
İlgi alanı, felsefe, mantık vb. alanları da kapsayan bir entelektüeldir.
Bu durum klasik dönem İslam dünyasında adeta bir gelenek halini almıştı ve
o dönemde sergilenen bilimsel başarıyı sağlayan önemli bir nitelikti.
Tıp alanında, ünlü Grek bilginlerinden Galenos’tan ziyade Hipokrat’ın yapıtlarını
benimsemiş, ancak asıl ilgisini hayranı olduğu ve aynı zamanda tıptaki otoritesini
aşmayı kendisine bir hedef olarak koyduğu İbn Sînâ üzerinde yoğunlaştırmış, birçok
yapıtına da şerh yazmıştır.
En dikkat çeken şerhleri El-Kânûn fî elTıb ve El-İşârât ve el-Tenbîhât (İşaretler ve
Tembihler) üzerine yazdıklarıdır.
İbn Sinâ’nın Tıp Kanunu’nun anatomi kısmını şerh ederken Galenos’un kan
dolaşımına ilişkin görüşlerine itiraz etmiş ve düzeltmiştir.
Bu düzeltme küçük kan dolaşımının keşfiyle sonuçlanmıştır.
Bu sonuç İbn Nefîs’in tıp tarihindeki en önemli başarısıdır.
Galenos ve onun bu konudaki düşüncelerini izleyen İbn Sînâ’nın ileri sürdüğü, “kan
kalbin sağ tarafından sol tarafına kalpte bulunan bir delikten geçerek ulaşır” iddiasının
doğruluğunu sorgulayan İbn Nefîs, yaptığı incelemeler sonucundan iki karıncığı ayıran
septumda kanın geçebileceği bir aralık gözlenmediğini belirlemiştir.
Bu durumda kanın nasıl dolaştığı bir problem haline gelmiş ve araştırmalarını
derinleştiren İbn Nefîs, kanın sağ karıncıktan pulmonar arterle (kirli kanı kalbin sağ
karıncığından akciğerlere taşıyan damar) akciğere gittiğini ve akciğerden pulmonar
ven (akciğerlerde temizlenen kanı kalbin sol karıncığına taşıyan damar) ile kalbin sol
tarafına geldiğini belirlemiştir.
Böylece küçük kan dolaşımını açık bir ifadeyle ortaya koymuştur.
Küçük kan dolaşımını tam olarak tanımlamıştır.
“İbn Sina Kanunu’nun Anatomi Kısmına şerh” adlı eserinde Galen’in dolaşım
sistemine itiraz etmiştir. Galen’in ileri sürdüğü kalbin sağ ve sol karıncığı arasındaki
duvarda deliklerin bulunduğu görüşünü reddetmiştir. Nefis’e göre söz konusu yerde
herhangi bir delik bulunmamaktadır. Bu da kalbin sağ tarafına gelen kanın akciğerlere
gidip oradan sol karıncığa geçmesi demektir. Yani, günümüzde bildiğimiz küçük kan
dolaşımı dediğimiz olaydır. Bu açıklama zamanında İslam ve Osmanlı dünyasında
biliniyor olmasına rağmen Avrupa tarafından fark edilmemiştir. Çalışmaları 2yy. sonra
batıda Servetus ve Colombus tarafından keşfedilmiştir.
Harvey’den 300 yıl önce, küçük kan dolaşımını açıklamış ve çizimini göstermiştir.
Hayvan ve insan vücutları üzerinde mukayeseli anatomi çalışmaları yapmıştır.
İbn Nefîs’ten 300 yıl sonra, Christianismi restitutio (Viyana 1553) adlı eserinde Michael
Servetus (1511-1553) ve De re anatomica libri XV (Venedik 1559) adlı kitabında da
Realdus Columbus (1516-1559) bu tezi Batı dünyasında yeniden gündeme getirmiştir.
Ardından William Harvey 1628’de yayımladığı Exercitatio anatomica de motu cordis et
sarıguinis in animalibus adlı kitabında büyük kan dolaşımıyla birlikte küçük kan
dolaşımını da ayrıntılı biçimde açıklamıştır.
İbn Nefîs’in bu keşfi, Muhyiddin el-Tatâvî adlı Mısırlı bir araştırmacının Der
Lungenkreislauf nach el-Koraschi başlıklı doktora teziyle bilim dünyasına duyurulmuş
(Freiburg 1924), fakat bu keşif İbn Nefîs ile Servetus arasında bilimsel etkileşimin
gerçekleşmesi için yeterli tarihi bağ bulunmadığı ileri sürülerek Batılı araştırmacılar
tarafından reddedilmiştir. Oysa İbn Nefis’in yapıtı o dönemde Latinceye çevrilmiş,
1547’de İtalya’da basılmıştı. Ayrıca Servetus Arapça biliyordu ve büyük olasılıkla İbn
Nefis’in yapıtını edinmişti. Colombus ise Padua’da tıp dersleri veriyordu. Kısacası her
ikisi de İbn Nefîs’in kitabına ulaşabilecek durumdaydı. Diğer taraftan, bugün artık İbn
Nefîs’in yapıtının 14. yüzyılda Sedîdüddin Muhammed İbn Mes’üd el-Kâzerûnî ve Ali
İbn Abdullah Zeynülarab el-Mısrî tarafından yeniden ele alındığı ve Bellunolu Andreas
Alpago’nun (öl. 1520) otuz yıl Suriye bölgesinde dola- şarak Müslüman hekimlerin
çalışmalarını inceleyip Batı dünyasına tanıttığı bilinmektedir.
İbn Nefîs’in Şerh el-Kânûn adlı kitabındaki birleşik ilâçlarla ilgili bölümü Latinceye
çeviren Alpago’nun İbn el-Nefîs’in keşfinden haberdar olduğu da tespit edilmiştir. İbn
Nefîs’in Galenos ve İbn Sînâ gibi iki tıp otoritesini aşan bu keşfi onun anatomide
gözleme verdiği önemle açıklanmaktadır. Her ne kadar şeriatı ihlâlden sakındığı ve
hayvanlara acıdığı için canlı hayvan ve ölü insan üzerinde teşrih uygulamadığını, bu
konularda daha ziyade kitaplara müracaat ettiğini yazmışsa da eserinde yer alan çok
sayıdaki gözlem tanımlaması bunun aksini göstermektedir. Zira insan kalbinin
karıncıklarını ayıran septumda bir aralık olmadığını ve yine geleneksel kuramın aksine
insan kalbinin altında onu destekleyen bir kemik bulunmadığını ileri sürmesi başka
türlü açıklanamaz. Benzer şekilde ameliyat tekniği üzerine verdiği ayrıntılı bilgiler ise
İbn Nefîs’in aynı zamanda başarılı bir cerrah olduğunu kanıtlamaktadır. Ona göre her
ameliyat üç aşamadan meydana gelir: Muayene ve teşhis, ameliyat, ameliyat sonrası
bakım. Bunların her üçünde de hasta, cerrah ve hasta bakıcının dikkat etmesi gereken
hususlar ayrıntılarla tasvir edilmiştir.
İslam-Tıp Biliminin Öncüleri
Ali İbn Abbâs:
10. yüzyılda yaşayan Ali İbn Abbâs İslam dünyasında yapılan tıp çalışmalarının
öncülerinden biridir.
Tıbbın bütün konularına ilişkin bilgileri derlediği Kitâb el-Sınaat elTıb (Tıp Sanatı) adlı
bir kitap kaleme almıştır.
Bu çalışması İbn Sinâ’nın el-Kânûn fî el-Tıb (Tıp Kanunu) adlı yapıtı yazılıncaya kadar
İslam dünyasında el kitabı olarak kullanılmıştır.
Ali İbn Abbâs bu yapıtında baştan ayağa doğru, bütün vücudu ve hastalıklarını sırayla
konu edinmiş, bunların belirtileri ile teşhis ve tedavileri hakkında ayrıntılı bilgiler
vermiştir.
Yaralar, tümörler ve taşlar gibi cerrahi müdahale gerektiren durumlarla
karşılaşıldığında, cerrahların şu koşulları göz önünde bulundurması gerektiğini
savunmuştur:
1. Cerrahın anatomi bilgisi yeterli olmalıdır.
2. Ameliyat öncesinde aletler temizlenmelidir.
3. Ameliyat sonrasında hastanın bakımına önem verilmelidir.
Yapıtın başlarında bulunan anatomi bölümünde, damarlara ilişkin yapılan açıklamalar
tıp tarihi açısından önem taşımaktadır.
Damarları iki ana grupta inceleyen Ali İbn Abbâs, atardamarların çeperinin
toplardamarlarınkinden çok daha kalın olduğunu belirtmiştir.
İslam-Tıp Biliminin Öncüleri
Huneyn bin İshak:
Abbasi döneminde yaşamış ünlü bir mütercim ve hekimdir. "Ebu Zeyd Huneyn bin
İshak el-İbadi'"dir. İlk Müslüman hekimin Hz. Muhammed’in ashabından ve aynı
zamanda teyzesinin kocası olan Hâris b. Kelede (Kaladân) olduğu aktarılmaktadır.
Rivayete göre Kelede, Hz. Muhammed’in teşvikiyle tıp sanatını öğrenmek için
Cündişapur’a (İran) gitmiştir. Peygamberin bu teşvikine karşılık ilk dönemlerde
müslümanlar arasında tıbba ilgi yeterince fazla olmamış ve bunun neticesi olsa gerek
İslâm coğrafyasındaki ilk hekimlerin çoğunluğu Hıristiyan, Yahudi veya İranlı bir
kökenli olduğu görülmektedir. Ancak Arapça’nın bilim dili oluşu ve özellikle de bir tıp
dili haline gelmesiyle, tıbbî irfanın Arap Müslüman kültür havzasında işlerlik
kazanması gerçekleşti.
Huneyn bin İshak Abbasi döneminde yaşamış ünlü bir mütercim ve hekimdir.
"Ebu Zeyd Huneyn bin İshak el-İbadi'"dir.
Huneyn İbn İshak’a göre göz anatomisi, Mısır 13.yüzyıl
İslam-Tıp Biliminin Öncüleri
İbn Zuhr:
Seçkin bir hekim ailesine mensup olan İbn Zuhr (öl. 1162) İslam dünyasında
Ebû Bekr el-Râzî’den sonraki en önemli deneyci hekim olarak kabul edilir. Tıp
konusunda kaleme aldığı üç çalışması önemlidir: 1. Beden ve ruh arasındaki
ilişkileri inceleyen Kitâb el-İktisad fî Islâh el-Enfes ve el-Ecsâd (Ruhun ve
Bedenin Eğitilmesi Üzerine) 2. Yiyecekler, diyet ve tedavi arasındaki ilişkileri
inceleyen Kitâb el-Teysîr fî el-Mudâvât ve elTedbîr (İlaçlar ve Hastalık
Önlemleri Hakkında Pratik Bilgiler) 3. Besinleri inceleyen Kitâb el-Ağdiye
(Gıdalar Üzerine)
İbn Zuhr, kuramcı olmaktan çok bir pratisyendir. Perikard(kalbi dışardan saran
iki yapraklı zar) iltihabı ve mediyastinde (akciğerlerin arkasında kalan bölüm)
oluşan apseleri tanımlamış ve trakeotomi(nefes alınabilmesi için trakea ön
duvarında cerrahi bir açıklık meydana getirme), katarakt ve böbrek taşı
ameliyatları için yöntemler belirlemiştir. Göz bebeğinin küçülüp büyümesini de
inceleyen İbn Zuhr, uyuşturucu etkisi olan adamotunun göz hastalıklarının
tedavisinde kullanılmasını önermiştir. Bunların dışında, ilk defa bazı
hastalıkların örneğin uyuzun bilimsel tanımını vermiştir. Birçok tıp tarihçisi,
paralı tedavi uygulamasını başlattığı için, tıbbın sadece bir bilim değil aynı
zamanda bir meslek olarak kabul edilmesinde İbn Zuhr’un önemli bir yeri
olduğunu savunmaktadır.
• Çalışmalar çoğunlukla Antik Yunan bilim adamlarının etkisi altında kalınarak yürütülmüştür.
• Bilimsel veriler dini bilgilerle desteklenmeye/dini bilgiler bilimsel verilerle doğrulanmaya çalışlr
CAHİZ
• Kitab-el Hayvan (hayvanlar kitabı) en önemli eseridir.
• Kitab, Allah’ın varlığını yaratılmışlardan örnekler vererek ispatlamaya çalışmıştır.
• Canlı varlıklar hayvanlar ve bitkiler olarak ikiye, hayvanlar ise hareketlerine göre 4’e ayrmıştır:
Yürüyenler, uçanlar, yüzenler ve sürünenler.
İBN BAYTAR
• İki önemli eseri vardır
• 1. Hastalıklar ve tedavisi yöntemleri hakkında
• 2. Mineraller ve hayvanlardan ilaç yapma hakkındadır.
HASTANELER
Hastaneler İslamiyet’in doğuşundan sonra ortaya çıkan gelişmelere koşut
olarak rasathane, hastane ve bilgelik evi gibi, çeşitli bilim ve eğitim kurumları
oluşturulmuştur. Toplumsal yaşamın gereği olan birlik ve beraberliğin devamı
için, bedensel ve ruhsal sağlığını kaybetmiş kimseleri ilk anda topluma zarar
vermeyecekleri şekilde bir arada tutmak, bakımlarını yapmak ve iyileştirmek
büyük önem taşır. Bu gerçekten hareketle 707 yılında cüzzamlı, kötürüm, kör,
yatalak ve kimsesizleri barındırmak amacıyla İslam dünyasında ilk hastane
kurulmuştur. Böylece tehlikeli boyutlara varabilecek hastalıkların
sınırlandırılması ve çevreye zarar verebilecek psikolojik veya fizyolojik
yönden hasta kişilerin belirli yerlerde toplanması amaçlanmıştır. Hastane
fikrini gündeme getiren bir diğer neden de kimsesizlere ve sakatlara yardım
etmenin sağlayacağı sevaptır.
Bunlar kadar temel olmamakla birlikte, daha önceden Anadolu’da kurulmuş
olan Asklepionlar’a benzer kurumlar oluşturma düşüncesinin de etkisinden
söz etmek gerekir. Ancak Asklepionlar birer hastane değildi; esasen banyo
yapmak, uyumak ve müzik dinlemek suretiyle istirahat edilen bir tür dinlenme
evi niteliğindeydi. Sorumlu kişiler de rahiplerdi.
HASTANELER
İslam dünyasında kurulan bu ilk hastanenin ardından bir yüzyıl sonra çok
daha yetkin konuma sahip, eğitim ve tedavi kurumu olarak hizmet verecek
hastaneler kurulmuştur. Bunun en güzel örneği de Halife Mütevekkil
zamanında Kahire’de yaşayan Fetih İbn Hakan adlı büyük Türk komutanın
damadı Ahmed İbn Tulun’un kurdurduğu hastanedir. İlk defa vakıf geliriyle
desteklenen hastanede geniş bir kütüphane ve hasta kabul sistemi vardı.
Tedavinin ücretsiz olduğu hastaneye kabul edilen hastalara özel giysiler
giydirilmekte, kişisel eşyaları emanete alınmakta ve böylece hastanede
sağlıklı bir ortam sağlanması amaçlanmaktaydı.
Tedaviye destek amacıyla gıda rejimi de uygulanan hastanenin koğuşları farklı hastalıklara
ayrılmış, dolayısıyla hastalar hastalıklarına göre sınıflandırılmıştır. Örneğin akıl hastaları için ayrı
bir kısım oluşturulmuştur. Böylece bütün birimleriyle ve personeliyle tasarlanmış, tedavi amaçlı ilk
hastane İslam dünyasında kurulmuş, daha sonra kurulan hastanelerde de bu yapılanma
benimsenmiş ve daha da geliştirilmiştir. Örneğin Bağdat’ta kurulan ve Yedinci Hastane diye
bilinen hastanede bunlara ilave olarak, ihtisas dalları daha iyi belirlenmiş ve bugünkü ifade ile
poliklinik uygulamasına gidilmiştir.
Ayrıca bu hastaneler sadece tedavi kurumu olarak değil, aynı zamanda birer tıp okulu olarak da
görev yapmıştır. Bu yapılarıyla 13., 14. ve 15. yüzyıllarda İtalya ve Fransa’da kurulan
hastanelerden daha iyi teşkilatlanmış ve düzenlenmiş olduklarını söylemek mümkündür. Bu
hastanelerin daha sonra Batı’da kurulan hastanelerden farklı yönleri şu şekilde sıralanabilir:
• Bu hastanelerde hastalar hastalıklara göre, farklı koğuşlara konulmaktaydı.
• Akıl hastalığı “hastalık” olarak kabul ediliyor, dini bir cezalandırma olarak nitelendirilmiyordu.
• Bütün hastalıklar için belli ölçüde sterilizasyon önlemleri uygulanmaktaydı.
• “Sosyalizasyon” yani ücretsiz tedavi uygulanmaktaydı.
• Kurumun masrafları vakıf geliriyle karşılanmakta, böylece devamlılığı sağlanmaktaydı.
• Tedavilerin hepsi bilimseldi, dini bir yanı yoktu.
Batı’da bu özelliklere sahip hastanelerin kurulması çok sonraları gerçekleşmiştir.
Örneğin fonların veya vakıfların kurulması daha çok 20. yüzyılda ortaya çıkmıştır.
Akıl hastalığının tanrının verdiği bir ceza olmadığı düşüncesi Batı’da 18. yüzyıldan itibaren
şekillenmeye başlamış, sterilizasyon önlemlerinin uygulanması ise ancak 20. yüzyıldan itibaren
yaygınlaşmıştır.
Batı’da belli ölçüde ücretsiz tedavi uygulamasıyla ise 20. yüzyıldan itibaren karşılaşılmaktadır,
devlet eliyle hasta ve sağlıksız kişilere bedava sağlık hizmeti verilebilmiştir.
Dr. İsmail BAYTAK
İslam Dünyası’nda Bilim
Astronomi-Rasathaneler
BİLİM TARİHİ
Gözlemevi ya da Rasathane: rasat gözlem, hane ise ev anlamına gelir.
Uzaydaki her çeşit değişikliği gözlemlemek, veriler toplamak, incelemek için kurulabilirler.
Rasathaneler yıldızların hareketlerini gözlemek için kurulmuşlardır.
Rasathaneler uzayı gözlemlemek için yapılırlar.
Dolayısıyla en iyi gözlem yapılabilecek yüksek ve havasının yıl boyunca açık olan
yerler tercih edilir.
İskenderiyeli Batlamyus (2. yy) El Macesti kitabında Kanarya Adalarını esas
alıyor. Çünkü son kara parçası ora. Uçsuz bucaksız bir okyanus uzanıyor
ardında.
Uluğ Bey de benzer bir mantıkla, Kamçatka’yı yani Asya’nın en doğusunu
mebde-i tûl (başlangıç meridyeni) olarak kabul ediyor. Günün ilk ışıkları o
sahile vuruyor zira.
Hindlilere sorarsanız Ganj, Mısırlılara sorarsanız piramitler ayar vermeli
dünyaya.
Romalılar ise ne münasebet diyor “İstanbul varken merkez mi aranır başka?”
Hatta Kral Konstantin Yerebatan Sarnıcının yanına dört ayaklı bir abide
(Milyon Taşı) diktiriyor (4.yy) “Başlangıç noktası” ilan ediyor.
Hangi şehir ne yönde ve kaç fersah uzakta? Tek tek yazdırıyor tabelalara.
İstanbul hem Roma’nın hem Osmanlı’nın payitahtı, Bir yanı Asya, bir yanı
Avrupa. Denizleri de denizcileri de buluşturuyor. Napolyon dahi “eğer bir gün
Dünya tek devlet olursa İstanbul’dan yönetilmeli” diyor.
Ticaret’in başkenti o, siyasetin başkenti o, ilme, sanata, mimariye yön
veriyor.Osmanlı coğrafyacıları sıfır noktası olarak Ayasofya Camisinin
kubbesinin aleminden geçen meridyeni (Tûl-u Dersaadet) gösteriyorlar. Dünya
Müslümanları da aynı kanaatte, halife öyle buyuruyor zira. İngilizler korsan bir
toplantı ve baskın bir oylama ile Greenwich’i dayatıyorlar dünyaya. “1884 -
Uluslararası Meridyen Konferansı”na 25 ülkeden 41 delege katılıyor. Fransa,
Paris’te ısrar etse de Kraliyet ikna gücünü kullanıyor, 22 oyla Greenwich
seçiliyor. Osmanlıyı temsil eden Ahmet Rüstem Efendi yine de bir şerh
koyduruyor karara. İngilizler Milyon Taşını çalıp Britanya’ya. (1886).
Greenwich rasathanesi boylamların başlangıcıdır.
Türkiye'de Antalya'da Toroslarda kurulu olan rasathane en çok bilinen ve gelişmiş olanıdır.
TÜBİTAK Ulusal Gözlemevi Yerleşkesi Antalya'dan yaklaşık 40 km uzaklıktaki Saklıkent'te bulunan
Bakırlıtepe'de kuruludur. Deniz seviyesinden 2500 m. yükseklikte bulunan Bakırlıtepe, Antalya'nın batısında
yeralan Beydağları'nın en yüksek zirvelerinden biridir.
İstanbul Sancaktepe
14inch çap. Teleskop
gözlem evi
Erzurum
Doğu Anadolu Gözlemevi
2020'de
İslam Dünyasında Astronomi
•İslâm Dünyası'nda bilimsel faaliyetlerin gelişmesinde devrin devlet adamlarının ve bizzat halifelerin önemli rolü olmuştur. Bunlardan, örneğin Hârûn el-Reşid (775-809) ve Memûn (Beyt el-Hikme) (813- 833), bazı vezirler ve zengin aileler bilimsel faaliyetleri maddi ve manevi olarak desteklemişlerdir.
•Bunlardan Memûn 830 Bağdat’ta Bilgelik Evi (Beyt el-Hikme) adıyla çevirilerin yoğun olarak gerçekleştirildiği bilimsel bir akademi kurmuştur.
•Hem pratik (doğrudan gözleme dayanan) hem de kuramsal astronomi üzerine çalışmışlardır.
•Yeni gözlem araç-gereç, teknik ve teknolojileri üretmişlerdir (trigonometri kullanılmıştır).
•Aristo’yu takip ederek Dünya merkezli evren modeli üzerinde çalışmışlardır.
•Ptolemaios’un dış merkezli ve çember merkezli sistemlerini kullanmışlardır.
•İç içe geçmiş küreler sistemi de tartışılmıştır.
BATTANİ
•Rakka’da gözlemevi kurdu
•Trigonometrik fonksiyonları ilk kullanan kişidir.
•Presesyonun (devinme) yıllık değerini ve ekliptiğin eğimini hesapladı.
•Sinüs fonksiyonunun cetvelini hazırladı
•Gözleme dayalı astronomiyle uğraştı,
•Kuramsal bilgilerin gözlemlerle doğrulanması çabasındaydı,
•Gelişmiş aletlerle ölçüm yaptığı için çalışmaları hassas ve tutarlı olmuştur
Dünya ekseninin 27.000 yılda bir tamamladığı 360 derecelik dönüş
İBNÜL HEYSEM
•Ptolemaios (Batlamyus) un evren sistemini hem dinamik hem de matematik açıdan eleştirmiştir.
BEYRUNİ
•Daha hassas ölçümler almak amacıyla yeni teknikler geliştirdi (verniye ilkesinin)
•Yerin çevresini 42000 km olarak buldu (~40000km)
FERGANİ
•Gezegenlerin ve sabit yıldızların uzaklıklarını hacimlerini ve çaplarını hesaplamıştır.
•Astronominin esasları adlı eseri batı dünyasında büyük ilgi görmüştür.
TUSİ
•Yeni bir yer merkezli sistem önerisinde bulunmuştur
• Tusi çifti olarak adlandırılan iki dairesel hareketten doğrusal hareketin oluştuğu sistemi geliştirmiştir
Astronomi biliminde Müslüman/Türk Uluğ Bey ve Ali Kuşçu’nun önemli çalışmaları var.
Uluğ Bey (1395-1449) Asıl adı Mehmet Torgay'dır.
Hem bir sultan/hükümdar, hem bir bilgin.
Uzmanlık Alanları: Astronomi, Matematik.
Dünyaca ünlü Türk matematikçisi ve astronomi bilginidir.
Timurlenk'in torunlarından hükümdar Muînüddin Şah Ruh'un oğludur.
Semerkant’ta doğmuş orada kurduğu rasathanede gözlemler yapmış, bilim tarihinin
en büyük ziclerinden (yıldızlar kataloğu) birini hazırlamıştır.
1018 yıldızın koordinatlarını bugünküne yakın bir biçimde tespit etmiştir.
Hazırlamış olduğu bu zic ancak 100 yıl sonra Avrupa’ya geçmiştir.
batı dünyasında da büyük ün kazanan bu eserleri "Zîc-i Uluğ Bey" olarak tanınmıştır
Bu zic, 17. yy.a kadar düzenlenmiş en büyük zicdir.
ALİ KUŞÇU
15.Yy
Fatih Sultan Mehmet dönemi bilim adamlarındandır.
Semerkant’tan İstanbul’a gelmiş ünlü Türk matematik ve astronomi bilginidir.
Ayasofya medresesinde dersler vermiştir.
KUŞÇU 1447 yılında vefat etmiştir.
Ekliptiğin (dünyanın eksen eğikliği) eğilimini hesaplamış ve şu sonucu bulmuştur:
23 derece 30 dakika; Bugünkü veri ise: 23 derece 27 dakika.
Ayın, farklı dönemlerde almış olduğu muhtelif şekilleri çizmiş ve bu değişimlerin
izahını yapmıştır.
Seydî Ali Reis (1498? Galata, Beyoğlu, İstanbul-1563) adıyla tanınan Alî ibn Hüseyin el-Kâtibî’nin doğum tarihi
kesin olarak bilinmemektedir. Rodos’un fethinden sonra Barbaros Hayreddin Paşa’nın komuta ettiği donanma ile
bir çok savaşlara katılmıştır. Pîrî Reis ve Murad Reis’in Portekiz donanmalarına karşı başarısız olmaları
nedeniyle, Kanûnî Sultan Süleyman tarafından donanma komutanlığına getirilmiş ve Basra’daki Osmanlı
donanmasını Kızıldeniz’e getirmekle görevlendirilmiştir. Ancak Umman Denizi’nde Portekizlilerle savaşa tutuşan
Seydî Ali Reis, bu savaşta yenik düşmüş ve yaklaşık üç buçuk yıl süren ve çoğu karada geçen bir yolculuk
sonunda İstanbul’a ulaşmayı başarmıştır. Bu seyahati sırasında Mir’ât el-Memâlik (Memleketlerin Aynası) ve
Muhît (Okyanus) adında iki önemli eser kaleme almış ve 1557’de İstanbul’a döndüğünde bu eserlerini Kanûnî
Sultan Sülayman’a takdim ederek kendisini bağışlatmıştır. Eserleri çok beğenilmiş ve kendisine 80 akça maaş
bağlanarak Dergâh-ı Âli müteferrikalığı görevine getirilmiştir. Bir müddet sonra da, DiyarbekirTimar
Defterdarlığı’na tayin edilmiş ve bu görevini sürdürürken vefat etmiştir.
Seydi Ali Reis, Kaptan-ı Deryalık da yapmış olan Osmanlı denizcisi. Osmanlı Devleti'nin Büyük Okyanus rüyasını
gerçekleştirmek için görevlendirilen denizci. Türk amirali, coğrafya ve matematik bilgini.
SEYDİ ALİ
REİS
1554’de Ahmedabat’ta yazdığı “Muhit Hint Denizleri”; yelken açan denizcilere klavuz almadan sefer etme
olanağını sağlayacak bilgiler taşıyan bir eserdir. On bölümden oluşan eser, şu konuları içerir: Yön tayini, zaman
hesabı, takvimler, pusula taksimatı, denizcilik için önemli bazı yıldızların yeri ve adları, ünlü limanlarla adaların
kutup yıldızına göre yerleri, astronomik bilgiler, rüzgarlar ve muson yağmurlarının başlangıç tarihleri, sefer yolları,
büyük tufanlar ve alınacak önlemler. Muhit’in dördüncü bölümünün ekinde, Amerika kıtası hakkında bilgiler
bulunmaktadır. Buna göre Muhit, Kitab-ı Bahriye’den sonra Yeni Dünya ile ilgili ikinci yazılı bilgi kaynağı
olmaktadır.
Muhit’e ek olarak bölge haritalarının bulunması bu tür portolonların ortak özelliklerindendir. Bu haritaların, ileri
tarihlerde Osmanlı Sarayı’nda meydana getirilen bazı atlaslara kaynak olduğu söylenebilir.
Seydi Ali Reis’in Muhit ve Mirat’ülMemalik’ten başka iki kitabı daha bulunmaktadır. Astronomiye ait bilgiler içeren
bu kitaplardan ilki, Ali Kuşçu’nun Fethiye adlı eserinin çevirisine ilavelerle oluşturduğu Hulasatü’lHey’e’dir. Diğer
eseri Mir’at-ı Kâinat’ta, usturlabın kullanışı ve yapımı, yıldızların ve güneşin yüksekliğinin ölçülmesi, zaman
ölçümü ve kıblenin belirlenmesi üzerine bilgiler vermektedir. Seydi Ali Reis, yerin yuvarlak olduğunu, dağların
yüksekliğinin yerin yuvarlaklığını bozmayacağını söylemiştir. Yer yarıçapının 1545 fersah olduğunu yazmış ve ağır
cisimlerin yerin merkezine doğru düştüklerini eklemiştir.
SEYDİ ALİ REİS’İN ESERLERİ
MİRAT’I KAİNAT :
Güneşin hareketinden, yıldızların uzaklığından; kıblenin ve öğle vaktinin tayininden, nehirlerin genişliğinin
tespitinden ve rub’umeceyyibden bahseden bir eserdir.
HULASET’EL- HAY’A :
Halep’ te bulunurken hey’et ve matematik dersleri alan Seydi Ali Reis, Ali Kuşçu’nun Fethiye isimli eserini
tercüme etmiş ancak bununla yetinmeyerek Mahmud b. Omar al Çağmini’den ve Kadızade-i Rûmî Musa
Paşa’nın eserlerinden de faydalanarak tercümesine bir çok ilaveler yapmıştır.
KİTAB AL-MUHİT Fİ İLM’AL-EFLAK VA’L ABHUR :
Seydi Ali Reis kısaca Muhit adı ile tanınmış olan meşhur eserini 1554’te Haydarabad’da bulunurken kaleme
almıştır. Geçirdiği tecrübelerden sonra kaptanlara ve gemicilere kılavuz olmadan Hint denizlerinde kolaylıkla
dolaşım imkanını verecek bir kitap hazırlamak isteyen Seydi Ali Reis bu eserinde; yer tayini, zaman hesabı,
takvimler, pusula taksimatı, denizcilikte önemli bazı yıldızlar ve yıldız grupları; meşhur limanlar, Hindistan’ın
rüzgar- altı ve rüzgar-üstü sahilleri ile Hint denizindeki adalar, rüzgarlar, tayfunlar, sefer yolları hakkında mühim
bilgi ihtiva etmekte; kitabın dördüncü bölümünde Yeni Dünya ( Amerika) ya ait bir bölüm de bulunmaktadır.
KatipÇelebi, Cihannüma’ sında Seylan, Cava, Sumatra ve diğer adalar hakkında verdiği bilgiyi aynen Muhit’ ten
nakletmiştir.
MİR’AT AL’ MEMALİK :
Seydi Ali Reis’in Hindistan’dan Bağdad’a dönüşünde yol arkadaşlarının, görülen şehirleri, karşılaşılan değişik ve
ilginç olayları, ziyaret edilen türbeleri ve çekilen zorlukları anlatan bir kitap yazmasını istemeleri üzerine kaleme
almaya başladığı bu eseri 1557′ de İstanbul’da tamamlamıştır. Süveyş kaptanlığına tayininden sonra
yaşadıklarının bir hikayesi olan bu eserde Seydi Ali Reis, geçtiği memleketler, tanıştığı hükümdarlar ve şahit
olduğu olaylar hakkında bilgi vermektedir. Aynı zamanda şair olan Seydi Ali Reis’ in Mir’at al-Memalik’ te
şiirlerinden örnekler mevcuttur
Astronomi alanında ilk çalışmalar Takıyüddin Mehmet tarafından İstanbul’da başlatılmıştır.
Osmanlı’da 1577 İlk gözlemevini(Rasathane) kuran astronomdur.
Ancak bu rasathane birkaç yıl sonra yıkılmıştır.
Takiyüddin'in rasathanesi
III. Murat'a sunulan "Şehinşahname"'den
minyatür
Doğum 1521
Şam
Ölüm 1585 (63-64 yaşlarında)
Meslek Osmanlı Türkü hezârfen.
Gökbilimci, Mühendis ve Matemati
kçi
Vatandaşlı
k
Osmanlı İmparatorluğu
Dönem 16. yüzyıl
Konu Bilim
Istanbul Rasathanesi'nde çalışan alimler
Nihayet 1577'de Tophane sırtlarındaki Dârü'r-Rasadi'l-
Cedid açıldı. O zamana kadar Takiyüddin, rasatlarını
Galata Kulesi'nden yaptı. Rasathanede bu ilmin
kitaplarından müteşekkil bir de kütüphane kurdu. O
zamana kadar rasathanelerdeki âletleri geliştirdi ve bazı
yeni âletler yaptı. Personeli, 8 râsıd, 4 kâtip ve 4 de
müstahdem olmak üzere 16 kişiydi. Tam o senelerde geçen
kuyruklu yıldızı da gözleme imkânı buldular.
Hayatı:
1521 yılında Şam'da doğdu.
Esas ismi Muhammed bin Ma'ruf olup, aslen Şamlıdır.
Eğitiminden sonra Tennis kadılığına atandı.
Takiyyüddin'in kendisi kadı babası gibi din adamıdır.
Medrese tahsili görüp Mısır'da kadı oldu.
1570'de ailesiyle İstanbul'a geldi
Kadılığı sırasında yaptığı gözlemler ile ün kazandı.
Takiyyüddin-i Râsıd (Rasatçı Takiyyüddin) diye tanınır.
1571'de Mustafa Çelebi'nin ölümünden sonra II. Selim tarafından saray müneccimbaşılığına atandı.
1574 yılında Galata Kulesi'nde gözlem çalışmalarına başlamıştır.
Özellikle trigonometri alanındaki çalışmaları ile meşhurdur.
Takiyüddin sinus, kosinus, tanjant ve kotanjantın tanımlarını vermiş, ispatlarını sergilemiş ve cetvellerini
hazırlamıştır.
Ekliptik ile ekvator arasındaki 23° 27' lik açıyı, 1 dakika 40 saniye farkla 23° 28' 40" şeklinde bularak o tarihte
ilk kez gerçeğe en yakın ve doğru dereceyi hesaplamıştır.
Beşiktaş'ta Dolmabahçe Sarayı'nın yerinin asıl sahibidir. Çocuğu olmadığından devlete kalmıştır.
Eserleri:
Eserleri hakkında; Takiyüddin’e ait el yazmalarının bir kısmı Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve
Deprem Araştırma Enstitüsü’nde bulunmaktadır.
Enstitü’nün UNESCO ile (Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Organizasyonu) birlikte yürüttüğü "Memory
of the World" projesi çerçevesinde, Takiyyüddin’e ait el yazmalarının da içinde bulunduğu 821 Türkçe, 414
Arapça ve 102 Farsça, toplam 1337 eser mikrofilmleri çekilerek CD-Rom üzerinde kataloglanmaktadır.
Takiyüddin’in diğer eserleri başka kütüphanelerin raflarındadır.
Topkapı sarayında bulunan sekstant bir el yazması
Takiyüddin'in Rasathanesi (Dar-ü'r Rasad-ül Cedid),
Osmanlı Devleti'nde 16. yüzyılda namaz vakitlerinin belirlenmesi, kıble yönünün tayin edilmesi ve takvimin
hazırlanması için gökbilim kullanılmaktaydı ancak kurulan küçük çaplı rasathanaler gündelik hayata yönelik
oldukları için uzun ömürlü olmamıştı.
1574 yılında Galata Kulesi'nde gözlem çalışmalarına başlamıştır.
1575 yılında Osmanlı bilgini Takiyüddin tarafından İstanbul'da Tophane sırtlarında kurulan gözlemevidir.
1571 yılında Osmanlı Sarayı'na Müneccimbaşı Mustafa Çelebi ölünce yerine Müneccimbaşılığa
atanan Takiyüddin'in padişah III. Murad'a, astronom Uluğ Bey'in Semerkant'da hazırlattığì "Zic-i İlhani" adlı
astronomi gözlem ve hesaplarının eskidiğini belirten raporunu sunmasından sonra kurulmuştur.
Uluğ Bey Zîci'nin gününü doldurduğunu, günün ihtiyaçlarına uygun olmadığını ve yeni gözlemler ışığı altında
yeni tablolar oluşturulmasının gerekliliğini açıklayan bir layiha hazırlayıp padişah III. Murat'tın huzuruna çıkan
Takiyüddin, Padişahın adıyla anılacak bir zîc hazırlamakla görevlendirilerek rasathanenin kurulması için izin, yer
ve ödenek aldı; rasathanenin müdürlüğüne atanarak inşasına nezaret etme görevi de kendisine verildi.
Kaynaklara göre gözlemevinin kurulması için hükümetin tahsis ettiği masraf on bin altındır; Bu tutar o dönemde
büyük bir miktardır ancak Merâga ve Semerkand gözlemevlerinin masrafları göz önüne alındığında oldukça
düşüktür.
Hoca Saadettin ve Sokullu Mehmet Paşa'nın desteği ve padişah III. Murat'ın
fermanıyla 1577 yılında Tophane sırtlarında Takîyüddîn’in yönetimi altında bir gözlemevi olan Takiyüddin'in
Rasathanesi kurulmuştur.
İstanbul Rasathanesinin yapımına kesin olarak ne zaman başlandığına dair kanıt niteliğinde herhangi bir belge
bulunmamasına karşın, rasathanenin aletleri ve yapımı tamamlanmamış bile olsa 1575-1580 yılları arasında
gözleme açık olduğu belirlenmiştir.
Rasathane 1580 yılında, Şeyhülislam Kadızade'nin onaylayan fetvası ve padişah III. Murad'ın emriyle denizden
topa tutularak yıkılmıştır.
Istanbul Rasathanesi'nin kurulu olduğu bölgede bir bina üstüne
rasathane anısına yerleştirilmiş rubu tahtası
Gözlemevinin yerleşim yeri için İstanbul'da Avrupa yakasında
bulunan yüksek bir yer olan Tophane sırtlarındaki bir bölge
seçilmişyir. Bu yer kimilerine göre "Galatasaray Mektebi'nin
bulunduğu mevki civarında"; kimi kaynaklara göre Galata
Kulesi'nde ve Galata Sarayı'da; kimilerine göre ise Galata
Dağı'nın tepesindedir.
Rasathane Ocak 1580 yılında, Şeyhülislam Kadızade'nin onaylayan fetvası ve padişah III. Murad'ın emriyle
denizden topa tutularak yıkılmıştır.
İlber Ortaylı'ya göre İstanbul'daki bir depremden sonra halk ayaklanmış ve depremin rasathane yüzünden
olduğunu söylemişlerdir. Sarayın önünde büyük gösteriler olmuş, bunun üzerine III. Murat, denizden top atışı ile
rasathaneyi yıktırmak zorunda kalmıştır.
Rasahathanenin yıktırılma sebebi kesin olarak bilinmese de 1577 yılında gözlenen kuyrukluyıldızın ve 1578
yılında meydana gelen veba salgınının rol oynadığı, Takiyüddin ve personelinin meleklerin bacaklarını gözlediği
yolundaki söylentilerin şüpheleri arttırdığı söylenir.
İddiaya göre rasathanenin tamamlanmasının üzerinden birkaç ay geçtikten sonra beliren bir kuyruklu yıldız
nedeniyle Sultan III. Murad Takiyüddin'den kehanette bulunmasını talep etmiş, o da bu yıldızın bir mutluluk ve
saadet devrinin habercisi olduğu tahmininde bulunmuştu. Ancak bunun tam aksine o devirde ortaya çıkan bir
salgın hastalığın getirdiği felaket nedeniyle rasathanenin muhaliflerinin sayısında bir hayli artış olmuştu.
Takiyüddin gözlemlerine bir iki yıl daha devam edebilmişti.
Bazı kaynaklar ise bilime muhalif bir tarikatın yıkım kararının alınmasında etkili olduğunu belirtmektedir.
Kimi araştırmacılar rasathanenin yıkılmasının gerçek sebebinin bir siyasal çekişme olduğu iddia edilmiştir.
Rasathanenin kurulmasına önayak olan Hoca Sadettin Efendi’nin Şeyhülislam Kadızade Ahmet Şemsettin Efendi
ile farklı siyasi gruplarda yer alması ve bu gruplar arasındaki çekişmenin yıkıma sebep olduğu sanılmaktadır.
Takiyüddin'inkine dayanan Denimarkalı astronom Tycho Brahe'nin sekstantı
Peki ne oldu da rasathane devreden çıkarıldı?
Güya zamanın şeyhülislâmı Kâdızâde Ahmed Şemseddin Efendi, padişaha bir mektup yazıp, rasathanenin
uğursuz olduğu, veba salgınının rasathane yüzünden başladığı ve rasat yapılan her beldede âfet olduğu
hakkındaki dedikoduları padişaha iletmiş.
Padişah da rasathaneyi kapatmış; hatta binası da Kılıç Ali Paşa'ya yıktırılmış (1580).
Bunu Osmanlı ilim hayatı üzerine meşhur kitabıyla tanınan Atâî söylüyor.
Bir kere Atâî'nin doğum tarihi hadiseden sonradır.
Üstelik kitabında rasathanenin kuruluş ve kapanış tarihlerini bile yanlış vermiştir.
Kâdızâde, hem fıkıh, hem de fen âlimidir. Geometri ve astronomi üzerine eserleri vardır.
Böyle bir âlimin, öyle bir mektup yazdığını düşünmek dahi gülünçtür.
Şu halde bu meselede Atâî'ye itimat etmek doğru değildir.
Bu arada hatırlatayım finalde çoğu resim olan yalnızca bu 83 sayfalık slayttan sorumlusunuz
Meselenin ipuçları, Şehinşahnâme'de bulunuyor.
Takiyyüddin, padişaha: "Düşman kederinden kıvranıyor; artık rasatın sona erdiğini emir buyurun da kötü niyetli
ve kıskanç kimselere ibret olsun" diye arzediyor. Yani zaten maksat hâsıl olmuştur. Tansiyonu yükseltmeye
gerek yoktur. Anlaşılıyor ki kendine mahsus bir şahsiyettir.
Devletin ileri gelenleriyle anlaşmış; ama alt kademedekilerle düzgün bir münasebet kuramamıştır.
Muhtemelen hased ve düşmanlığa uğramıştır.
Gelibolulu Âli de, Künhü'l-Ahbar'da, geçimsizliğinden bahsediyor.
Buna, bir de veba gibi menfilikler eklenince, vaziyeti kavrayan Takiyyüddin, kendi rasadhanesini kapattırıp,
köşesine çekiliyor.
Çalışmalarına devam ediyor.
1585'de 60 yaşında vefat ediyor. Yahya Efendi'ye defnolunuyor.