Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye...
Transcript of Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye...
Büyüyecek daha ablası…
Mol
a Fa
nzin
Der
gi –
üçü
ncü
sayı
& g
üz /
ikib
inon
iki
İşbu
fanz
in M
ola
Kulü
bü’n
ün b
ir ya
yını o
lup
kulü
p ad
ına
sahi
bi ve
editö
rü B
irnur
Böl
en’d
ir. G
enel
yayın
yön
etm
enliğ
ini Z
eyne
p D
emirş
en ya
par.
Yayı
n ku
rulu
nda;
Hal
ime
Çına
r | N
ebiye
Raş
it | N
imet
Küç
ük |
Şeym
a N
ur T
emel
| Şe
yma
Özd
emir
| Zey
nep
Doğ
an va
rdır.
Dön
emde
iki s
efer
çıka
r. Ço
k yo
ğun
olur
sak
çıkm
ayab
ilir d
e. Ta
sarım
ı Mol
a Kul
übü
üyel
erin
ce y
apılı
r. Se
bild
ir. E
şe d
osta
oku
tmak
, hed
iye e
tmek
serb
estti
r.
“Oku
dum
, beğ
endi
m, b
en d
e yaz
arım
.” ve
ya “O
kudu
m, b
eğen
med
im, d
aha
iyisin
i yaz
arım
.” d
iyor
san
mol
akul
ubu@
gmai
l.com
adr
esin
e ele
ktro
nik
post
a yo
llaya
bilir
sin.
Beğe
nirs
ek ya
yım
larız
. Yay
ımla
maz
sak
beğe
nmem
işiz d
emek
tir.*
“elbet bir gün buluşacağız..”
ᴥ Ve buluştuk. Zaten bu böyle yarım kalmayacaktı,
kalmamalıydı. Her ne kadar künyemizde peşinen
çamura yatma hakkımızı mahfuz bırakmış olsak da ağyar
tarafından “dön, gel, dön, gel, dayanamam yokluğuna”
ve “dön bebeğim” nakaratları sürekli bize söylendikçe
ve Mola’larımız aklımıza düştükçe “Gönlüm hep seni
arıyor, neredesin sen?” demedik değil.
ᴥ Evet, oradan bakınca siz yokken –aman, yani biz
yokken- şarkı türküyle vaktimizi harcamış gibi görünüyor
olabiliriz. Oysaki kazın ayağı öyle değil. Molaya mola
verdik, çünkü molaya ağırlık verdik. yani kelimeyi
musakkale yaptık. oldu mu sana ‘molla’? (bakınız: kapak).
Anlayacağınız biz aslında mollalığa ağırlık verdik. Yani
molla dediysek öyle bikülli ma’nel-kelime değil, çapımıza
göre.
ᴥ Gönül gözü açık bazı hocalarımız Mola’yı neden
harekesiz yazdığımızı sormuştu zamanında. İçerikten de
anlayacağınız üzre artık bu yönümüz de fazlasıyla aşikar.
Madem öyle, mahfuz şeddemizin zuhur etmesinde bir
beis görmüyoruz (bakmıştınız: kapak).
ᴥ Artık ne kadar hasret kaldıysak arka kapağın içine taştık.
>>>>>>
ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ…
Ali Köse
Beyşehir’de doğdum ama 3 yaşından itibaren
Antalya’da büyüdüm.
Daha imam hatip’e başlamadan mahalle
camiinde ezan okurdum. babam bir gün sabah
namazına beni uyandırmadan gitti diye
ağlayarak tek başıma camiye gitmiştim zifiri
karanlıkta. çocuk dindarlığını doyasıya yaşadım.
hayatımın en güzel yılları antalya imam hatip’te
geçti. tenefüs aralarında hep kızarırdık top
oynamaktan. derslere pancar suratla girerdik.
bir gün hocalarımızdan birisi çok kızmıştı.
"Oynayın oğlum oynayın, Keagan olursunuz"
diye bizi azarlamıştı. O zamanlar Keagan isimli
bir İskoç futbolcu meşhurdu. cumartesi pazar
evden sabah çıkar akşam gelirdim, tüm gün top
oynamak için. öğle yemeği yemezdim bu
yüzden. çünkü öğle yemeği için eve gitsem
babam bir öğle, bir de akşam seansı yapıp beni
iki kez dövecekti. “Tek yemek, tek dayak”
prensibim olmuştu. Bir gün babam “Yasin’i
ezberlersen top oynamak serbest” demişti… Ben
de havaya uçmuştum babamın sözünde
durmayacağını unutarak. Ertesi gün babama
Kur’an-ı Kerim’i uzattım. “Haydi dinle” dedim.
Yasin’i okudum ama babam yine eski babamdı.
Çünkü babam, oğluna top oynatmamayı dinin
bir emri zannediyordu. Tabii o da hayal
edemezdi, yıllar sonra torununa top alan bir
dede olacağını.
Üç erkek kardeşin en küçüğüydüm. Büyük
ağabeyim de bir imam hatipliydi. Babamdan çok
o ilgilenmişti benimle. Çok iyi ağabeylik yapmıştı
bana. Onu çok severdim. Beni bisikletle,
mobiletle, Murat 124'le hep o tanıştırmıştı.
Ortanca ağabeyim ise Köy Enstitüsü’nde yatılı
okumuştu. Ama bir fabrika hatasıydı. Ailenin en
dindarı o oldu. Ağabeylerimle ve ailemle hep
gurur duydum. İtibarlı bir aile olduk hep. Ama
mağrur olmadık. Riyakarlık ve ikiyüzlülük
bulaşmadı hiç ailemize. Tüm aile hep din ile
özdeş bilindik eş dost çevresinde. Belki bu
yüzden imam hatipte de ilahiyatta da zevkle
okudum. Çok güzel günlerim oldu her iki okulda
da. Çok iyi arkadaşlarım oldu.
Daha ilkokula başlamadan etmiştim ilk küfrümü.
babam duymuştu her nasılsa. Evin önündeki
bahçedeydim. Beni eve çağırıp dilimi çekmişti.
Başkasına zarar vermek, rahatsız etmek günah-ı
kebâirdendi ailede. Gezmeye gittiğimiz evin
tuvaletini bile kullanmanın ayıp olduğunu
düşünürdüm küçükken. Disiplin ailenin en
büyük şiarıydı. Makasın, iğne-ipliğin yeri hep
belliydi evde. Annemle birbirimize çok bağlıydık.
Çünkü annemin kızı yoktu ve benden önce birisi
kız, iki çocuğunu kaybetmişti. Evin kızıydım ben
aynı zamanda. Misafiri eksik olmayan bir
aileydik. Kızımız olmadığı için de hizmetten hep
ben sorumluydum. Belki bu yüzden kız kardeşim
olmadığına hep hayıflandım.
Lise yıllarımda Antalya'dan başka yerde
yaşayamam diye düşünürdüm. Konyaaltı
sahiline uğramadan, Akdeniz’i hissetmeden
yaşayamazdım sanki. İmam-hatip öğrencisiyken
okulu kırdığımızda kendimizi attığımız yerdi
Konyaaltı. Ama kader beni önce İzmir İlahiyata
sonra Marmara İlahiyata, ardından da Londra
Üniversitesi’ne taşıdı doktora eğitimi için. 5-6
yılım geçti o yağmurlu, kasvetli Londra
sokaklarında. Türkiye Diyanet Vakfı’nın
burslusuydum. Hep minnet duydum sebep
olanlara. Onlar sayesinde tanıdım Batı’yı.
Londra’yı da sevdim Antalya kadar. Gözyaşlarımı
tutamadım Londra’dan dönerken. Gizli gizli
ağladım Türkiye’ye döndükten sonra 6 ay kadar.
TDV İslam Araştırmaları Merkezi’nde çalıştım 6
yıl. Milenyumun başında Marmara İlahiyat’a
geçtim doçent olarak. Hep okumak hep
yazmaktı hedefim. Allah’a şükür o hedefimi
DEKANDAN
gerçekleştirdim. Bürokrasiyi, protokolü,
idareciliği hiç sevmedim. Hiçbir makama talip
olmadım, hiçbir idarecilik görevi almadım. Ama
dostların zoruyla kendimi dekanlık koltuğunda
buldum bir gün. Ama kim ittirdi beni buraya
demedim. İş ahlakına sahip bir insandım ve bu
yeni görevin gereğini yapmaya daha ilk günden
kodlamıştım kendimi. “Vira Bismillah” dedim ve
başladım
HAYAT
-Dilemma
İnsanın dünyası gördüğü şeylerdir.
Herkes kendi dünyasından düşünür
ve konuşur. İç dünya dedikleri şey
de bu olsa gerek. Bir de dış dünya
vardır. Bu dünyada insanlar koca
bir gökdelene doldurulmuş ve
herkese bir pencere düşecek
şekilde ayarlanmış gibi.
Kimi pencere doğuya bakıyor kimi
batıya. Kimi birinci katta, kimi
onuncu, kimi yüzüncü ve hatta
bininci… Neyi nasıl gördüğünüz,
nereye nereden baktığınızla alâkalı.
Bazı insanlar onuncu kattan bakar. Az şeyi görür ama gördüğü şeyin ne olduğunu, gördüğü
kişinin kim olduğunu bilir. Dünyası küçük ama nettir.
Bazıları yüzüncü kattan bakar. Çok şey görür ama gördüğü şeyler bir siluetten ibarettir. Çok
şey görür görmesine ama ne gördüğü şeyin ne olduğunu ne de gördüğü kişinin kim olduğunu
bilir. Dünyası büyük ama pusludur.
Bininci kattaki ise bulutların üstünde belki de aşağıda ne olduğundan bile haberi olmadan
bakar. Gördüğü şey alabildiğine beyazdır ve belki de dünyayı bu beyazlıktan ibaret sanıyordur.
Bir de bodrum kattakiler vardır. Dışarıda başka bir manzara olduğundan dahi habersiz, bütün
dünyayı penceresinden gördüğü karanlık sanan insanlar…
İki insanın birbirini anlaması pencerelerinin yakınlığı ile doğru orantılıdır. Zira bininci kattaki
adam ‘Dünya bembeyaz bir yer!’ derken bodrumdaki ‘Beyaz da nerede? Dünya karanlıktan
ibarettir!’ der. Doğuya bakan adam ‘Bak, karşıda bir deniz var!’ diyecek belki de. Batıya bakan
da ‘Hayır, olur mu? O bir dağ…’ diyecek. Hâlbuki pencereleri yakın olsa ‘Evet, görüyorum!’
diyebilecek öteki. Hiç değilse farklı pencerelerden baktıklarını kabul edebilseler… Evet, birinci
kattaki ya da bininci; doğudaki ya da batıdaki… Sonunda kim mutlu olur kim mutsuz? Bu
sorunun cevabı da hangi penceren baktığınıza göre değişir. Kendinize bir pencere seçin ve ara
ara değiştirmeyi unutmayın!
DAKÎKÎ Nerede doğduğu hususunda şuara tezkirelerinde
malumat bulunmayan bu nadide divan şairinin
koyun kuzunun bile otlamaya gelmediği, kuş
uçmaz kervan geçmez bir köyde leyleklerin geldiği
vakit doğduğu muhakkaktır. Geçelim.
Köy başlarında öylece İstanbul’un beyaz
Türklerinden uzak kalınca gazeller, tuyuğlar,
rubâîler yazmaya başladı ilhamen. Duyguları
nefsine galib, içli, çevik bir çocukluk döneminin
ardından peder-i âlisinin okusun da büyük adam
olsun yollu tazyiki neticesinde Değirmencilik
Yüksek Sınâat Okulu’nda tedrisine başladı. (Harf devriminden önceki adı Dakik Medrese-i
Ulyâsı idi.) Medresede mümtaz öğrencilerden olması ve derslere öyle yoklama için
girmeyen ve derse zamanında giren dakik bir öğrenci olması saikiyle esâtize taifesi
tarafından parmak ile gösteriliyor olup talebelerin indinde ise batak, tabu, papaz kaçtı,
iskambil oynamaya dahi alınamayacak bir öğrenci imajı çizmekteydi.
Neyse efendim, öyle garip, halvet gibi bir gençlik yaşıyordu işte. Değirmende şiirler yazar
dururdu ahbâb u yârândan habersiz, stajdayım ayaklarında… Yüksekokul gençlerinin arpa
suyu ile âlemlerde seyerân ve deverân ettikleri bir gün çıkardıkları yangın yüzünden gayrı
müretteb divanının hepsi değirmende yangında yandı, tabii bizimkinin devreleri ile
beraber… Değirmen yangınından sonra bir süreliğine kalemi kırdı; ne musammatlar vardı
artık ne müztezâdlar…
Dakikliği had safhadaydı cünûnun izdiyâdı ile baraber. Zira biri sağ kol öteki sol kol, bir
diğeri sağ ayak bileği, ondan sonraki de cebinde olmak üzere ve daha başka bilinmeyen,
vücudunun mahrem ve dahi gizli bölgelerinde saatler taşıyor idi; hani olur da biri durursa
ötekine bakılır diyerekten. Çin ile de ülfet, ünsiyet kuramamıştı malum sebepten ötürü.
Neyse efendim, bıyıkları burulacak vakte gelince bir alyanaklı, gül-nihal kâmetli, mül
dudaklı, tîğ ebrûlu, dâm zülüflü bir nigâra üftade oldu. İlk telâkîlerine on üç dakika gecikti
diye atladı bir at arabasına ve köprüden atladı. İntiharında muvaffak olamayıp
bîmârhâneye götürüldü. “Ünlü şair köprüden atladı, yazık, suyu denk getiremedi.” yollu
manşetler atıldı yandaş ve candaş medya gazetelerinde. Erenköyü Ruh ve Sinir hastalıkları
adlı başka bir hastaneye kaldırdılar.
Duyguları nefsine galib,
içli, çevik bir çocukluk
döneminin ardından
peder-i âlisinin okusun da
büyük adam olsun yollu
tazyiki neticesinde
Değirmencilik Yüksek
Sınâat Okulu’nda tedrisine
başladı.
Diline pelesenk etmiş idi şu beyti:
“Gûyâ seyre çıkmış şirret köhne karû
On ve üç dakâik geçdi gelme berû.”
Güzün en hazin bir vaktinde, gazellerin dallardan toplu firar ettikleri bir dönemde, akşam
ezanı iki dakika önce okundu diye bîmârhanenin penceresinden atladı amma birinci katta
olduğunu unutmuş olmalı ki sadece kafasında bir yara ile atlattı hadiseyi. O da yine
muvaffak olamadım diye başını yere defalarca vurduğundandır…
Efendim derd-i aşka tıbbın bir çare olmadığı anlaşılınca açık deniz ve mûsıkî önerdi
doktorlar ve ser-âzâd eylediler. O da canına minnet, “Bileğe kuvvet, malum dünya da
tepsi.” dedi. “Ver Allah ver, ver Allah ver, Batıya gidersem tepsiden düşerim.” diye
düşündü. Böylece ne olacak, intihar edebilecekti. Günler geçti, mevsim hazanken bahara
döndü, yazken şitâ vakti erişti, tepsinin ucu görünmüyor. Kayığında, güzel havanın ruha
ferahlık bahşeden havasıyla gazel karaladığı bir vakitte Amerika’yı keşfetti. Neyse yerlilerle
falan iyi anlaştı. Hatta bundandır “Kızılderililer acaba Türk mü?” yollu söylemler.
Bu intihar denemesini de beceremedi…
Gönlünü çalan o nigârın ibret-i âlem için
heykelini New York’a dikip geri döndü. Bilirsiniz
onu, zira sonradan o özgürlük heykeli diye
ünlenmiştir.
Bakınız talihsizliğe ki nüfus memurunun
hamâkati ve dahi dile dökülemeyecek bîpâyân
vasıfları sebebiyle Amerika’yı keşfeden adam
olarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi
kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye
ünlendi oralar. Herhalde bundandır Amerika ile
ülfetimiz…
Uyuyamadığı bir gece koyun sayarken kurban
bıçağının altından kaçan bir boğa tarafından
ezilerek feci şekilde can verdi. Obama, Merkel,
Esed gibi siyasilerin katıldığı cenaze namazının
ardından Honduras’a defnedildi.
İhyâu’l-Lübâb Kol saatim öğleden sonra dördü gösteriyor ve
ben Cuma’dan sonra bir duvar kenarında
Kuduri’nin el-Kitab’ını okurken
uyuyakalışımdan beri uyuyorum. Üzerine
yaslandığım kolum tutulmuş. Kimse de
dememiş ki şu çocukcağız neden burada
uyuyor? Oysa ben bütün gece İsagoci
ezberleyip sabah namazından sonra da İzhar
mütalaamı yapmış olmanın sevincini Cuma
vaktine dek çoktan yitirmiş, son fıkıh
mütalaama başladıktan kısa bir süre sonra
takatim kalmamış ve medresenin kuytu bir
köşesinde elimde Kuduri şerhi Lübab ile öylece
uyuyakalmıştım.
Bu durumda saat ikideki dersi de kaçırmış
oluyordum. Oysa bugün benim için çok
önemliydi. “İhyâu’l-Mevât : Ölü arazileri
canlandırma” bahsine “Ölüleri diriltme” bahsi
tercümesini yapıp bütün medreseye maskara
oluşumdan sonraki ilk dersti bu. Peki şimdi ne
yapacağım? Kendimi yeniden ispatlamak şöyle
dursun, derse bile gidemedim. Üstelik sırf bu
derse çalışmak için günlerdir fakültedeki
derslere bile gitmemiştim. Zaten bu devirde
hem medrese hem fakülte okumak yeterince
zor. Bir de devamsızlıktan kalmasam iyi. İyisi
mi kimselere görünmeden kaçayım. Burada
olduğum halde gitmediğimi görenler
“Utancından derse girmemiş.” demesinler.
Medresenin kapısından çıktım, eve gidiyorum.
Bir elimde uzun süredir olduğu gibi Lübab
duruyor. Daha yakın diye caminin içinden
geçiyorum. Orta yaşlı bir kadın ve kundaktaki
bebeğinden başka kimse görünmüyor etrafta.
Kadın caminin girişine doğru ilerliyor, ben çıkışa
doğru yöneliyorum. Tam göremiyorum ama
ağlıyor sanki. Dizlerinin üstüne çöküyor.
Rahatsızlandı mı acaba? Yardım etmek için
arkamı dönüyorum ama o da ne? Kadın
çocuğunu yere bıraktı ve kaçıyor!
“Heyy! Nereye gidiyorsun?!” Arkasına bile
bakmadan hızlı bir şekilde koşmaya başlıyor.
Lübab’ımı bir kenara bırakıp ben de peşinden
koşuyorum. Hala çocuğunu cami avlusuna
bırakıp kaçanlar var mı yahu? Neyse ki camiden
bile çıkmadan yakalıyorum kadını kolundan.
“Küçücük çocuğu bırakıp gitmeye utanmıyor
musun?!” diye çıkışıyorum. “Her şey onun iyiliği
için..” diyebiliyor ağlayarak. “Bir çocuğu annesiz
bırakmanın neresinde iyilik?” diye bağırıyorum
bu sefer. Kadın daha şiddetli ağlayarak cevap
veriyor. “Annesiz yaşaması köle olarak
yaşamasından daha iyi değil mi?”
Bir anda şimşekler çakıyor kafamda. Lübab’tan
“Lakit : Kayıp çocuk” bahsinin sonlarına doğru
okuduğumuz kurallar geliyor gözümün önüne.
Lakitin bulunduktan itibaren hür sayılışını
hatırlıyorum. Bu durumda bir kölenin çocuğu
kaybolsa da bir başkası tarafından bulunsa, bu
çocuk hayatına hür bir kişi olarak devam eder.
Yoksa bu kadın… Yok artık!
Kısa bir duraksamadan sonra kendime
geliyorum. İstemsiz bir şekilde gülmeye
başlıyorum. Köleymiş.. Bu devirde kölelik mi
kaldı canım. Bu kadın hangi zamanda yaşadığını
sanıyor? Aklını kaçırmış, belli. Şimdi de yere
“İhyâu’l-Mevât : Ölü arazileri canlandırma”
bahsine “Ölüleri diriltme” bahsi
tercümesini yapıp bütün medreseye
maskara oluşumdan sonraki ilk dersti bu.
oturmuş hüngür hüngür ağlıyor. Ne yapmalı
peki? Bırakıp gitsem, şu küçücük çocuğa yazık.
Caminin kapısına dönüp çocuğu kucağıma
alıyorum, getirip kadına uzatıyorum. Omuz
silkiyor. “Alsana çocuğunu be kadın!” diye
yaklaştırıyorum çocuğu kadına. Almam da
almam diyor. Tam o esnada cami kapısından iki
adam giriyor. Kucağımda çocuk, karşımda
zırıldayan bir kadın.. Allah’ım, ne korkunç bir
tablo!
Adamlardan biri bize doğru koşmaya başlıyor.
Yoo.. Bana değil, kadına doğru koşuyor. Bir
yandan da bağırıyor. “Ayın şanslı kölesi
seçildim!” Kadın ağlamayı kesip yerden
kalkarken diğer adam da gülümseyerek
yaklaşıyor. “Tebrik ederim. Eşiniz Cuale
Vakfı’yla anlaşma imzaladı.”
Pes vallahi.. Nasıl bir tiyatronun esas oğlanı
oldum ben? Hem cuale de neymiş! “İbak :
Kaçak köle” bahsinde okumamış mıydık biz
bunu? Hani kaçan bir kölenin sahibiyle o köleyi
götürüp teslim eden kişi arasında yapılan akit
yok mu? Hani kölenin sahibi para verir ya
getiren kişiye? İşte o. Vakfı mı olurmuş bunun?
Ne olduğunu anlamamış olsam da bu olanlar
sayesinde kadın çocuğunu geri almaya karar
veriyor. Gerçi bu çocuk için ne kadar iyi bir
durum, bilemiyorum tabi. Veriyorum çocuğu,
kadın da kocasıyla beraber dönüp gidiyor. İkinci
adam yanımda öylece kalakalmış, hala sırıtıyor.
“Pardon!” diyorum. “Bu Cuale Vakfı nedir?”
Ciddileşiyor bir anda. Kulağıma yaklaşıp “Köle
misin?” diye soruyor. Hay ya Rabbim! Yine mi?
“Değilim!” demekle yetiniyorum. Tekrar
eğiliyor kulağıma. “Kölen var mı?” diye soruyor
bu kez. Burnumdan soluduktan sonra “Yok!”
diyorum. Şöyle bir etrafa baktıktan sonra
başlıyor anlatmaya.
“Cuale Vakfı” diyor, “kölelere hayır yapmak için
kurmuş olduğumuz bir vakıf. Her ay başvuran
köleler arasında bir kura çekilir. Kurada çıkan
kişi ‘ayın şanslı kölesi’ olur ve bir anlaşma
imzalar. Anlaşmaya göre köle sahibinden kaçar.
Bizim vakfımızla anlaşması olan kişilerden
birinin yanına gelir. Sonra beraberce sahibinin
yanına giderler. Tabi şahitler dahil her ayrıntıyı
önceden düşünüyoruz. Vakfımızın adamı,
kaçmış bir köleyi bulmuş gibi davranır. Cuale
akdi ister. Aldığı paranın üçte biri kendisinin
olur, üçte birini vakıf bütçesine katar, kalanını
da köleye verir. Saklayabilirse ne âlâ!”
Sonra, her cümlesinde birbirinden biraz daha
uzaklaşmış olan göz kapaklarımın arasından
pörtlemiş gözlerime bakıyor. “Bunu bilhassa
kölesi olan kişilerin yanında söylemezsen iyi
edersin delikanlı.” diyip arkasını dönüyor. Kısa
bir süre sonra kendime gelip boğazıma birikmiş
tükürüklerimi yutma kudreti buluyorum. Aman
Allah’ım! Ben aynı benim. Kıyafetlerim, kol
saatim, hepsi birkaç saat öncekinin aynısı. Peki
o zaman değişen ne? Güzide ülkeme kölelik
geldi, köle hukukunda yolsuzluklar bile başladı
da benim mi haberim yok?
Biraz ileride, kenarda duran Lübab’ımı alıp eve
doğru ilerliyorum. Yol boyunca her şey normal
görünüyor. Kendimi zor atıyorum evin
kapısından içeri. Ama atamıyorum ki şu
düşünceleri kapıdan dışarı. En iyisi biraz
televizyon izleyip kafa dağıtmak.
Televizyonu açıp Lübab’ımı yanıma koyuyorum.
Bir kadın programı çıkıyor karşıma. Konfetiler
yüzünden yüzü tam seçilemeyen bir adam,
eline bir külçe altın almış, havaya kaldırıyor. Ne
yaptı da kazandı acaba bu koskoca külçeyi?
Sunucu kadın konuşmaya başlıyor. “Evet.. Ziya
Bey, bir yıldır her gün hiç bıkmadan usanmadan
buraya geldi. O, bu sevinci hak etti, değil mi
sevgili izleyenlerim??” Stüdyoda bulunanlar
ayağa kalkıp alkışlıyor.. Kadın devam ediyor.
“Arkadaşlarımız onun bir yıllık serüveniyle ilgili
bir vetere hazırlamış. Şimdi hep beraber onu
izleyelim.”
Televizyonun sesini yükseltiyorum. Video Ziya
Bey’in bir yıl önce o stüdyoda çekilmiş bir
fotoğrafıyla başlıyor. Arka ses de konuşmaya
başlıyor beraberinde. “Ziya Bey.. Bir yıl önce
bugün programımıza başvurdu. Peki derdi
neydi Ziya Bey’in? O da herkes gibi normal bir
yaşantıya sahipti. Bir gün sokakta yürürken bir
külçe altın bulacağını nerden bilebilirdi ki?”
Ziya Bey’in külçeyle beraber çekilmiş bir
fotoğrafı geçiyor. “İşte Ziya Bey, o külçeyi
bulduktan sonra üç defa etrafına bağırmış ama
kimse külçeyi sahiplenmemişti. Ne var ki bir
külçe altın, on dirhemden fazlaydı ve buluntu
mal on dirhemden fazlaysa bulan kişi bir yıl
boyunca sahibini aramalıydı. Zavallı Ziya Bey,
son çareyi programımıza katılmakta buldu.”
Ziya Bey ve altın külçenin, eski tarihli bir
programdan dondurulmuş bir görüntüsü
geçiyor. Ekranın altında büyük harflerle şöyle
yazılı: ‘Kayıp, sahibini arıyor!’ Resimler
değişirken arka ses de anlatmaya devam
ediyor. “Külçenin kendisine ait olduğunu
söyleyen yalancıların yalanlarını açığa çıkaran
ekibimiz sayesinde bugün külçe, Ziya Bey’in
oluyor..”
Ben yine hayretler içinde kalıyorum. Evet,
Lübab’ta da aynen böyle yazıyor olabilir.
“Lukata : Buluntu mal” bahsinde on dirhemi
aşan kıymetteki malı bir yıl boyunca ilan etmek
gerektiğini okuduğumuzu hatırlıyorum. Bir yıl
sonunda sahibini bulamazsa bulan kişi ondan
faydalanabilir de. Ama nasıl olur da uzay
çağında yaşayan bir insan, bulduğu bir külçe
altına derhal el koymaz? İnanılacak gibi değil.
Bugünlük bana bu kadar yetsin. Galiba daha
fazlası akli melekelerime zarar verecek.
Televizyonu kapatmak için kumandaya
uzanıyorum. Ama hay aksi! Kumanda Lübab’ın
altında kalmış ve ben ona uzanırken kitabı yere
düşürüyorum. Kitabın kapağı ayrılıyor. Oysa o
benim en sevdiğim kitabım..
Sıçrayarak yerimden kalkıyorum. Kitabı yerden
alıyorum ve başımı kaldırdığımda tekrar
hayrete düşüyorum. Medresedeyim! Cuma’dan
sonra uyuyakaldığım kuytu köşedeyim! Ve
dahası, kol saatim öğleden sonra ikiyi
gösteriyor! Yanımdan gülüşerek geçen iki
arkadaşın sesiyle kendime geliyorum. “Hadi
acele et” diyorlar. “Daha ölüleri dirilteceğiz.”
Bu nasıl bir yüzüktür ya hu! İnsanlar niye nişan yüzüğü takar ki? Kangren olur muyum
acaba? Bildiğin sıkıyor bu yüzük. Nasıl ölçü almışlarsa! Geç de kaldım nerde bu otobüs?
Heh, hele şükür.
Yine, yeni, yeniden okul. Ama son yıla geldim nihayet. Başımız da bağlandı artık. Annem
senin bulacağın kızdan hayır gelmez dedi, buldu kendi bir tane. Bakalım, hayırlısı olsun.
Tabi şu söz, nişan işlerinden yığınla ders kaçırmasaydım iyiydi de. Dante gibi ortasındayım
dönemin yaa. Neyse, geç olsun güç olmasın canım. Geldim işte okulumdayım artık.
Amaaa...
Okuluma bomba mı yağdı ne var?
Benim mi Allah’ım bu şantiye gibi okul?
Neden öyle görünürsünüz yıllar yılı sınıf bildiğim duvarlar?
Çok duygusallaştım birden nedense. Yaa neyse, şu yeni kantini görmeye gideyim de havam
değişsin. Kimse yok ortada. Kantin bomboş. Millet hala derste herhalde. Vaayyy baya afilli
olmuş kantin... deee o kadar insan sığıyor mu buraya? Koca koca koltuklar iyi güzel de
plastik sandalye, tabure takviyesi falan lazım buraya. Ya ne adamım ha, bir bakışla
problemi tespit edip çözüm üretiyorum. Şurdan kahve alayım da şu koltuklara bir
kurulayım azcık. Oh maşallah, kahveyi de Makedonya’dan mı getirtmişler, bu nasıl fiyat?
Machiato olsa neyse...
Aaa sıcak suyu ucuza veriyolarmış. Bundan sonra kahvemi B.M’den alıp burdan da sıcak su
alırım. Bu ne canım! Hem bir mümin bir yılan deliğinden iki defa ısırılmaz. Boykot mallar da
satıyormuş bunlar. Bizim çocukları örgütleyeyim de almasınlar onlardan. Arz-talep
meseleleridir bunlar. Yani almazsak getirtmezler heralde.
Hmm.... Rahatmış koltuklar. Camlarda kocaman kocaman, iyi ışık alıyorlar.
Aa ders bitmiş heralde buraya doğru geliyor insanlar.
İnsanlar yokluğumu fark etmişler heralde, her içeri giren bana bakıyor. Allah Allaaaah..
Bugün üstüme başıma da öyle pek dikkat etmedim ama kızlar gözlerini benden
alamıyorlar… daaaa sanki biraz garip bakıyorlar. Böyle kızgın mı desem şaşkın mı desem,
bilemedim. Nişanlandığımı mı öğrenmişler? Yüzüğüme mi bakıyorlar? Gözüm miyop
olmasa olaylara anlam verebilir miydim acaba çok merak ediyorum. Aaa şunlar galiba
bizimkiler. Ne yapıyor bunlar? Beni gördükleri halde yanıma gelmiyorlar mı? Ama bana
bakıyorlar işte. A aa, şunlara bak yaa, pis pis sırıtıp karşı tarafa oturdular. Ne garip bir gün!
Madem öyle bende face’e girer telefonumla ilglenirim.
Bakalım ben yokken neler olmuş etrafta? Pek bir şey yok galiba. Aa! Bu ne? Bir kaç iyi bir
şey mi demişler? Ne demişler de bu kadar tartışılmış ki? Bayağı da uzuncaymış. Madde
mübarek.
Neymiş neymiş? Kantinde kızlar bir tarafta erkekler bir tarafta mı otursunmuş? Ne yani
ben şimdi haremlikte mi kaldım? Tüm o bakışlar, gariplikler bunun için miydi? Ah! Bu nasıl
iş ? Tamam. Müslümanız. Dindarız. Ama aynı zamanda 21.yy’dayız. Duralım, düşünelim
biraz. Ayıralım demek kolay ama gidip de kadını bir yere erkeği bir yere şıkıstıramazsınız ki.
Her an her yerde burun burunasınız
zaten. Siz kantini ayırmışsın ne olcak?
Bunun okulu var, dersi var. Hadi onları
geçtim otobüsü var, metrosu var.
Kadıköyü var, Taksimi var. Biraz daha
büyük düşünün Balkanları Avrupası,
Amerikası, var. Nereye kadar
ayıracaksınız ki? Herkes edebiyle
medenice, saygılı, seviyeli davranmasını
bildikten sonra neden bir sorun olsun ki?
Biraz büyüyünüz, zatınızı olgunlaştırınız,
çıkınız efendim şu ergenlikten, hiç olmadı biraz ara veriniz. Böyle nereye kadar?
Aman, kaldım kız kısmında. İyisi mi ben de şu kantinden çıkayım artık.
Daha neler göreceğiz bakalım bu okulda.
DaRaBe ZeYDuN AmRaN Mini mini medrese talebeleri; kafalarında
takkeleri, gözlerinde sürmeleri, gerdanlarında
misleri, ellerinde alet-i ilimleri koştura koştura
gelirlermiş dar-ı saadetlerine. Misk-i amber
kokulu, küçük küçük kubbeli, on dokuz hücreli,
güllük güneşlik, alakalar kardeşlik, sonbaharı
esintili, ilkbaharı yeşillik, kışları ıhlamurlu,
yazları soğuk sulu, bir medreseymiş
onlarınki…Ancak üzen bir şey varmış bu minik
yürekleri. Çocuk akıllarının saf düşüncelerine
kalplerinin şartsız, kasıtsız serzenişleri eşlik
edermiş de, okudukları kitapların maksadının
dışına taşıverirlermiş bazen. Tahayyüllerindeki
dünyada elbiseler giydirirlermiş okudukları
kalıplara, yeni anlamlar yüklerlermiş lafızlara.
Bazen okudukları bir isim, çocuk dünyalarının
kahramanı olur da, o kahramanın peşinden
giderlermiş. Merak ederlermiş sonraki
maceralarını. Aslında biraz da korkarlarmış
anlayacak diye hocaları. Daha önlerinde
uzuuun bir yol varmış, takatleri de cüretleri
kadarmış. Anlayacak onca şey dururken ne
hacetmiş gezmek başka dünyalarda.
Bilirlermiş bunu ama çocuk aklı işte durmuyor
ki yerinde. Ama ne saadet onlara ki küçük
büyük her fırtınalarında sığınabilecekleri bir
limanları varmış. Şimdi de gelelim onları üzen
bu şeye. Okudukları kitapta takılmışlar bir fiile.
Üzülmüşler failine ve mefulüne.
Anlayamamışlar bu güzel kitaplarda, o büyük
alimler niçin çoğu kere bu fiili kullanırmışlar.
Darabe Zeydün Amran.
Mefulu lehte: Darabtü Zeyden te’diyben lehü.
Niçin edeplenmesi için dövülürmüş ki insan?
Manevi izafette: Daribu Amrin emsi
Muktedı’l irabta: Darabe Zeydün ğulame
Amrin. Başta Zeyd’i dövmüşler. Dövülen de
dövermiş ya işte. O da kölesini dövmüş
Amr’ın. Sonra da Amr’ı. Suçlu kimmiş peki?
Zeyd mi? O da gördüğünü yapmış.
Şibh fiilin amelinde: Eddaribu ğulamuhu
Amran emsi ındena. En sonunda olan olmuş
işte bir köle de dövmüş Amr’ı. Balık baştan
kokmuş kuyruğa da sıçramış. E ama insan
gördüğünü yaparmış. Efendisinden görmüş,
efendilerden bilmiş. Bildiğini de etmiş. Hiç
bilenle bilmeyen bir olur muymuş? Eğer bilen
bildiğini yapmazsa bal gibi de olurmuş. Yoksa
bilenin söylediğini yapıp yaptığını yapmayacak
mıymışız? Bu nasıl bir söz ki, bunu bebek bile
bilirmiş. Söylediğini yapmayan zaten bilmiyor,
kendi sözüne inanmıyor demekmiş.
İnanmayan bilmezmiş. Düşünmeyen
inanmazmış. Hissetmeyen düşünmezmiş.
Hissetmeyen insan mıymış? Evet, o da
insanmış. Dostu en merhametliye yalvarmış.
“Bilselerdi yapmazlardı!”...
Gel zaman git zaman talebeler her dayak
yiyene üzülür oldular. Her darabe fiili
geçtiğinde birbirlerine anlamlı anlamlı
baktılar. Onlar hislerini dörtnala koştururken
kurallar tozdan dumandan görünmez oldu.
Hocalarının sesi rüzgâra karıştı, sonra
şimşekler çaktı, güzel bir koku yayıldı etrafa.
Sonra da korktular. Hocalarının bir üzgün
bakışı yerine bu kitaptaki bütün darblar kadar
dayağı göze alabileceklerini fark ettiler. Sonra
dinlediler dersi. Şibh fiiller de amel etmeliydi.
Şartlı da olsa şurtlu da olsa amel ettirdiler.
Bazen marifelik verdiler de amel etti bu
fiilimsiler, bazen bir şeylere sırtlarını dayadılar
da kolaylaştı işleri. Hayatta böyle değil miydi
zaten. Herkes eylem adamı olamıyordu ki
kendiliğinden. Ama sevdiler bu şibh fiilleri. Biz
eylem adamı değiliz ki zaten diyip boş
vermediler. İzin verdiler birilerinin onlara
yardım etmesine, hiç gururda yapmadılar boş
yere. Aslında her insan şibh fiildi biraz. İzin
vermeliydi eksik hissettiği konularda yardım
etmek isteyenlere. Şibh fiil gibi hem razı
olmalıydı şibhliğine hem mücadele etmeliydi
biraz.
Sonra müteallak bahsi geldi. Çoğu harfi cerin
bir müteallağı vardı. Bazen görünmezdi
ortalarda bu müteallak, ama gizli de olsa
olurdu hep, bazen bir kanun formunda car ve
mecrurun içinde, bazen de öncesi ve
sonrasındaki fiilin anlamını taşıyan bir
müteallak; zarfı lağiv adıyla. Sonra zaidler
geldi, bunlar bazen müteallak almıyorlardı,
ancak, anlamları yoktu işte. Zaid harfi cerlerin
manaya bir katkısı yokmuş cümlede, başı boş
insanlar gibi. Bir şeylere gönül vermeyenlerin
hiçbir şey ifade etmediğini anladılar zaidlerle.
Parlayan gözlerle birbirlerine baktılar
talebeler, iyi ki birlikteydiler. Bakışlarını
yakalayan hocaları dediki, aa ama
küçümsemeyin kimseyi, herkesin vardır bir
görevi, bakın mesela zaid harfi cerlerin bir
müteallağı yoktur lakin onlar da içinde
bulundukları cümlenin anlamını güçlendirirler.
Sonra asla müteallak almayanlar geldi.
Bunlardan üçü zaten istisnaydı. Haşa, hala,
ada… Diğer üçünün de mübtedası oluyordu
illaki. Levla, lealle, rubbe… Yalnız değillerdi
yani. İnsanlar da yalnız olamazlardı, fıtratları
gereği birbirlerine muhtaçlardı. Talebeler de
sevdiklerini fark ettiler bu bağlılığı, alakayı,
müteallaklığı. Ve bir şiir okudu hocaları.
“Fezanın genişliği düşmanla iken dardır
İğne genişliği dostlarla iken meydandır.”
Pek hoşlarına gitti ve kaydettiler. Dersler geldi,
geçti, örnekler yazıldı, çizildi. Darabe fiili ise sık
sık uğramaya devam etti örneklere. Küçük bir
meseleymiş ama sinek de küçükmüş hakikatte
ve rahatsız edermiş insanı.
İşbu sebepten talebeler molalarının birinde
almışlar başlarını, koyulmuşlar yola. Dayak
yiyen Amr ile dayak atan Zeyd’i aramaya. Her
biri farklı mekanlara uğramış, ancak bu
yolculuk fazla uzun da sürmemiş, bir mola
kadar sadece. Toplanmışlar ve herkes
boşaltmış heybesindeki bilgileri.
Talebelerden biri, bir hocaya rastlamış.
Hassaslığı kelamından belli, tabiatıyla ince
düşünceli bu hoca demiş ki talebeye; bir zeki
öğrenci varmış vakt-i zamanında, hocası
“raeytü Amran” cümlesinde “amr” kelimesinin
nasb alametini sormuş ona. Fetha diyeceği
yerde buğzu Ali’dir demiş talebe. Meğer nasb
kelimesi başka anlamlarda da kullanılırmış.
Mesela Hz.Ali’ye ve evladına düşmanlık eden
kimseleri temsil eden nasıbiler diye bir grup
insan varmış. Talebe de burada Amr b. El-As’ın
bazı konularda Hz.Ali’ye karşı çıkmasından
dolayı nasb kelimesini müteradif anlamını
kastetmiş ve nasıbiliğin alameti buğzu Ali’dir
demek istemiş Yani Zeyd’in Amr’ı dövmesinin
sebebi de bu mu imiş?
Heybeden çıkan bu bilgi minik medreseliler
arasında pek itibar görmemiş. Fakat
anlamışlar ki, küçük meselelerden neler neler
çıkabilirmiş. Ne de olsa biliyorlarmış talebeler,
Hz. Peygamber aleyhisselam’ın “ümmetimin
en hayırlıları benim içinde yaşadığım
zamandaki ashabımdır, sonra onları takip
edenler, sonra onları takip edenlerdir.” hadis-i
şerifini (Buhari, Fedailü’l Ashab 1). Her insan
hata yapabilirmiş. Ancak faziletin taksimi Allah
indindeymiş.
Talebelerden bir diğeri ise; heybesinden gül
kokuları eşliğinde mana denizinden inciler
dökmüş masaya. Miladi asırlardan on üç,
diyarlardan Konya, sevgiler sultanı
Mevlana’dan esmiş rüzgarlar ılık ılık. O; hep
hikâyelerini remzlerle anlatırmış, manaları
zihinlere adeta kodlarmış, remzleri
anlamayanlar pişmiş aşa su katarmış. İşte bir
misal ki bu denizden; fırtınalar durulsun,
“darabe zeydün amran’da” kelimeler
semboldür ki duyulsun:
"Bu Dimne ile Kelile tamamen yalan, hiç karga
ile leylek dost olur mu deme. Ey kardeş hikâye
bir ölçektir, ondaki her mana bir tane gibidir.
Akıllı kişi mana tanesini alır, asla ölçeğe
aldırmaz. Nitekim nahivciler Zeyd Amr'ı dövdü
derler. Birisi; bu kavga dövüş niçin? Amr'ın bir
suçu var mı ki Zeyd yok yere bir köle gibi ona
vuruyor, dedi. Ona dediler ki: Bu söz mana
içindir, maksat buğdaydır, kap sanma. Zeyd ve
Amr irab mevzuudur, ona yalan hamletmek
olmaz. O yine dedi ki: Ben onu bunu bilmem,
Amr'a bu hile bu zulum neden? Zeyd onu niçin
suçsuz yere dövdü? Nahivciler çaresiz alayla
cevap vererek: "Zavallı Amr bir vav-ı zait
çalmıştı Zeyd bunu öğrendi ve onu
cezalandırdı, çünkü haddini aşmıştı, haddini
bildirmek gerekti dediler. O zaman; "İşte şimdi
candan kabul ettim." dedi. Eğri anlayışa eğri
doğru görünür."
Talebeler duydular, önce biraz durdular,
ardından düşünmeye koyuldular ve sonra
duruldular, rahat bir nefes aldılar. Hocaları
çıktı kapıdan gülümseyerek, sanki bütün
çabalarını bilerek. Yumuşacık bir sesle
anlatmaya koyuldu: “İlk nahiv kitabı, El-Kitab’ı,
Sibeveyh 8. asırda kaleme aldı, o nahvin
kurucusu sayılan büyük bir alimdi. Darabeyide
Zeydi de Amrı da ilk o yazdı. Çünkü bu isimler
Arap toplumunda en yaygın olanlardandı.
Darabe ise içinde eylemin olduğu dikkat çekici
fiillerden olmasından sebep ki onu kullandı.
Bakın nasıl da akıllarınız da kaldı.” Talebeler
gülüştüler, hocaları gülümsedi, talebeler
susuştular, hocaları sevildi.
“Dil, anlamlara bir oluktur adeta, fakat
nereden sığacak oluğa deniz?”
(Mevlana Celaleddin-i Rumi)
BİR NİŞANIN ANATOMİSİ Efendim son zamanlarda düğün salonunda tertip edilen bir nişan merasiminde bulundunuz
mu bilmiyorum ama ben bulundum. Tövbe, bin istiğfar…
Mutadım olduğu üzere kulağımda kulaklıklarım Türk sanat müziği dinliyordum yolda
yürürken. Ama o mabede yaklaştıkça heyecanım artıyordu desem yalan olur. Zira ayaklarım
geri geri gidiyordu. Her düğün salonunda olduğu gibi elinde sigaraları tüttüren şıngır mıngır
hanım kızlar karşıladı bizi kapıda. O mabede adımımı atmamla beraber ne kulaklığımla
dinlediğim müzik ne de ben kaldım. Çok farklı bir âleme, büyük büyük bilim insanlarının
bulacağız diye uğraştıkları bir zaman makinesiyle ışınlanıvermiştim. Aman Allah’ım… İnsanı
sarıp sarmalayan ama bir dikenli tel gibi rahatsız eden o müzik…
Efendim evvela İstanbul’un kozmopolit yapısının şanına yaraşır, tüm Türkiye’yi bırak tüm
dünya müzik kültürlerini kuşatıcı, geniş müzik repertuarından bahis açmak isterim. Michel
Jackson’dan horonlara, Titanic film müziğinden Ankara havalarına geçiş yapmak nasıl bir
marifettir ve nasıl bir sanattır… Heyhat… Bizler de sanat musikisi dinleyerek ömür geçirelim.
Öte yandan disco backsoundu ile söylenen, kaval efektli cânım Anadolu türküleri Grammy
Müzik Ödülleri’nde yaratıcılık dalında birinci olmaya aday. Böyle bir dal yoksa da ricam en kısa
zamanda böyle bir ödül dalının açılmasıdır. Ancak bu surette bu nadide eserler korunabilir ve
dünya ortak kültür mirasında anılmaya başlanır. Çok ciddiyim…
Öteden beri Türk insanının renk uyumu hususunda bir özrü olduğunu düşünürdüm ki
geçirdiğim bu geceden sonra buna kâni oldum.
Şöyle ki klasik yunan üslubu ile dizayn edilmiş bir
merdiven trabzanının altını turuncuya geri kalan
üst tarafını fıstık yeşiline boyamak hangi milletin
sanat anlayışında mevcut başka, sorarım… Ve
ayrıca mahallenin zıpır çocuklarının bu trabzanı
eğimli olması dolayısıyla uğruna kuyruğa girecek
derecede zevk veren bir kaydırağa çevirmesi,
saçlarını ata ata alımlı, çalımlı yürüyen 5-10 yaş
grubu küçük kızların cakası cabası.
Abus çehrelerle dışarıya çıkan ama annelerinin
çemkirmeleri ile kendilerini mabede geri sokmak
zorunda kalan ve gece boyunca bu iki nokta
arasında mekik dokumak mecburiyetinde kalan
rocker kızların üzüntüsünü, hüznünü ta içimde
hissettim ey aziz okuyucu.
ABD ve Rusya fezaya çıkma projesi çerçevesinde
bilim adamları yetiştireceğiz, yok efendim yatırımlar yapacağız diye uğraşadursun, topuklu
ayakkabıları ile başı fezaya değen onlara rakip olmaya aday genç, yaşlı tüm kadınların yürüme
çabaları geceye damgasını vuran nadide, seyrine doyulmaz anlar yaşattı bizlere.
Veee salonu dolduran herkesin geceye asıl geliş amacının vuku bulacağı an başlamak üzere,
karşınızdaaa misket havası. Müziğin çağrısına karşı koyamayan insanlar bir bir er meydanına
dökülmeye başladı. Çift kişi ile oynanan bu misket havasında maharetlerini ve hala gençlik
ateşiyle dopdolu olduğunu mahalleliye gösterebilmek için karşısına 6 yaşındaki bir kızı almak
suretiyle oynamayı göze alarak misketin ritminde vecdle kendinden geçen amca gecenin
yıldızlaşan ismiydi. Gündüz romatizmalarından şikayet ederken gece gençlik iksiri içmişçesine
meydanda kendine rakip olabilecek evsafta bir er arayan dedeler göz doldurdu Ankara
havalarında. Oturanlar ise müziğin afyon etkisiyle ağızları kulaklarına varmış vaziyette tam bir
istiğrak halinde el çırpmakta, kafa ile tempo tutmaktalar ki bir tekkede gözlenebilecek cinsten
kendinden geçişler hâkimdi seyirci kitlesinde de. Efendim, gecenin nihayetinde canhıraş bir
vaziyette resim çektirmekle uğraşan gelin ve damat ile fotoğrafçı amca arasında apaçi dansı
yapan çocuklarda gördüğüm ışığı zikretmeden geçemeyeceğim. Düğünü sizin tahayyül
âleminize bırakıyorum. Bu arada benim için de şans dileyin. Zira kendime gelmem vakit
alabilir.
Based on true events
Hikayesi gizli kalmış annelere.. Mervenur Yılmaz
Odanın ortasındaki tahta masa cevizden
yapılmış olmalı...Bana mezarlıkları anımsatan
bu cansıkıcı odanın içinde, canlı olan tek şeyin
bu ceviz masa olduğunu düşündüm biran.
1987 yılının Nisan’ı, yağmurun izler bıraktığı
camdan daha gri gözüküyor. Bir zamanlar
bahçesinde aylaklıklar yaptığımız, kitap
okuduğumuz bahçe burayı ne kadar
özlediğimi düşündürdü bana. Yağmur
damlaları açık camdan zevkli bir şekilde ceviz
masanın üstüne düşüyorlar. Ne kadar mutlu
olduğumu düşündüm, zaten aylardır dünya
bütün iyilikleri ve güzellikleriyle, bütün
çirkinlik ve kötülüğüyle içime dolsa
taşıyabilecekmişim gibi. Bu yüzden yağmurun,
griliğin bu hale ancak daha fazla anlam
katmasına izin verebilirim. Bir elim alacaklar
gibi sıkıca tuttuğum diplomamda, diğer elimle
ise başörtümü çekiştirip duruyorum. Nereye
koyacağıma bir türlü karar veremediğim
ucunu öylece bırakmaya karar verdim. Zavallı
annem bu halimi görse kimbilir ne kadar
kızardı. Belki kumaşları Fransa’daki
kızkardeşinden getirten, en güzel en moda
elbiseleri kızına bir çırpıda dikiveren Naime
teyzenin kızı Selma’yı hatırlatıp, yorgunluktan
yaslandığı divanın ucundan iç geçirerek dışarı
bakardı. Onun bu iç geçirmelerinin, memur
maaşıyla evimizi geçindirmeye çalışan
babama ya da Fransa’lardan kumaş
getirtemeyişine olduğunu hiç düşünmedim.
Derdi bizimleydi, bizeydi.
Başım kapalı eve geldiğim ilk gün ki hali geldi
gözümün önüne. Ne yapacağını, ne
hissedeceğini şaşırmış olmalı ki önce esip
gürledikten sonra, gelip alnımdan öpmüştü.
Akşam babamın gelmesine yakın hafif sinirli,
hafif telaşlı ama mutlu yüzüyle avuttum
kendimi.Yavaş yavaş artan heyecanımı, onu
hatırlamaya çalışarak bastırmaya
çalışıyorum…
Böyle olmuyor, beklemek anlam veremediğim
gerginliğimi artırmaktan başka birşeye
yaramadı. Saate baktım, zaman sanki daha
yavaş ilerliyor. “Kendisi derste, siz burada
bekleyin” diyen görevli gideli on beş dakika
oldu. Kafamda konuşacağım şeyleri yazıp
yazıp, siliyorum. Herşey doğal olmalı. Önce
ikinci sınıftan beri onu ziyaret edemediğim için
özür dilemeliyim. Diplomamı ona vermek
istediğimi anlatırım. Ödül töreninde aklımda hep
onun olduğunu, ikinci sınıftan beri karşılaştığım
zorlukları, eylemlere gidişimizi, çoğu kez
derslerden atılışımı ve son sınıfta okul edebiyat
komitesinin birinci seçtiği hikayemi anlatırım. O
da anlatır. En son görüştüğümüzden beri neler
yaptığını, bizden sonra gelen öğrencilerini, belki
ayrıldığı eşinden bile bahseder hep yaptığı gibi
evliliğe dair öğütler verir…
Ağaçların salınışı hep aynı bu pencereden
bakınca. Eskiden ne zaman bu camdan dışarı
baksam, sağlı sollu dizilmiş ağaçların süslediği
okul yolunun, bir masal kitabından fırlayıp bizim
lisenin bahçesine düştüğünü düşünürdüm.
Evimizin pencereleri de böyledir. Ankara’yı ,
Kocatepe’yi, olduğundan daha güzel ve anlamlı
gösterir. Bu manzara insanların toplam hali
benim için. Ankara’nın kalabalık sokaklarını,
gecekonduların çatılarının üstünden görürsünüz,
arkada Kocatepe henüz tamamlanmış bir resmin
kurumamış parçası gibi durur…
Topuk tıkırtıları duyuyorum. Bastırdığım
heyecanım yeniden alevlendi. Boyu kısa olduğu
için hep topuklu ayakkabı giyen öğretmenimin
kırmızı yüzü, sarıya dönük kumral saçları geldi
gözümün önüne. Kalbimin ritmi, heyecanım
tıkırtılara karıştı. Elimi kolumu nereye
koyacağımı bilmez haldeyim. Aklımda bin bir
türlü şey dolanıyor, konuşacağım ona
söyleyeceğim herşeyi unutmuş olmalıyım, zira
zihnime dönmek istemiyorum. Beni nasıl
karşılayacak bu halimle? Görür görmez mezun
olduğum gün yaptığım gibi sıkıca sarılsın
istiyorum. Kapı açıldı, kütüphane görevlisine o
hiç bir zaman kaybolmayacakmış hissi veren
özgüveniyle, tatlı sert haliyle “misafirim varmış”
dedi. Arkamı döndüm. Kıpkırmızı oldu.
Zannediyorum içimde bir şeyler parmak
uçlarıma doğru hareket ediyor ve birazdan yere
dökülecek. Neden bu kadar şaşkın ve tuhaf
baktı? Yine de bana doğru gelip yanaklarımdan
öptü. İki yıl sonra karşılaşmış olmanın verdiği bir
şey olduğunu düşünmek istedim, ama yabancı
hissetmek belki daha doğru olur bu an için.
Söyleyeceğim herşeyi, bazen hiç söylenmese de
bilinen, bir şekilde anlaşılan duyguların çok
uzağında bir yere götürerek içime attım. Hangi
kitapları okuduğumu, annemi, kardeşlerimin iyi
olup olmadılarını sordu. Üniversiteyi bitirmeme,
öğretmenliğe başlayacağıma sevindiğini söyledi.
Neden sevinmemiş gibi, neden kırgın bakıyor?
Zil çalıyor, kalkmak için hareketlendi “gitmem
gerekiyor” dedi hızlıca. Hızlı adımlarla yürüyor,
çıkmak üzere. Birşeyler demek isterken birden
arkasını döndü ve belki beni gördüğü andan beri
söylemek istediği, söylese rahatlayacağı ve belki
bizi eskisi gibi yapacak şeyi söyledi “yavrum
kendine yazık etmişsin”…
Bana masalları hatırlatan bu ağaçlı yola bir daha
ne zaman gelirim? İçimde söylenmeden kalan
cümleleri anlatarak yürümek istiyorum bu yolda.
1985, Nisan, biraz da yağmur çiseliyor bu
hikayenin sonunda. Sadece biraz kırgınım galiba,
ama memnun ayrılıyorum bu okuldan. Keşke
ona teşekkür edip, diplomamı verebilseydim. Yol
bitti. Bir otobüse atlayıp eve koşmalıyım.
Annemin babamın gelmesine yakın telaşlanan
yüzünü görüp, ferahladıktan sonra
pencerelerimizden aynı tabloyu, aynı
yeknesaklığı görmek için bir kez daha
bakmalıyım dışarıya. Belki Ankara’yı bu kez daha
farklı düşünürüm, Kocatepe’yi de, biraz da tarih
düşünürüm, bu şehrin bana daha neler
öğreteceğini....
Zeynep Doğan
ö ş ğı ı ç ı
ı ş ış ö ş ç ı
ğı ı
Ş
Oturtulduğum tekerlekli sandalye tanımadığım
birisi tarafından iteklenirken irkildim bir anda.
Üzerimde birkaç gündür giydiğim eşofmanlarım,
ayağımda mor renkte, uçları hafif incelmiş, benim
olmayan bir çift çorap, çorapların üzerine de
ayağıma paldır küldür geçirildiği belli olan
annemin, tabanları kırılmış, kenarında tokası
bulunan eski siyah ayakkabıları. Yarı baygın bir
haldeyim ama bilincim yerinde. Halimi aynada
görmemiş olsam da gözlerimin şiş olduğunu
hissediyorum. Asansörden inip koridorları koşar hızla geçtikten sonra durduk oldukça büyük
bir kapının önünde: yoğun bakım odası. Görevli kapı şifresini acele bir şekilde girdi ve kapı
açıldı, yine hızla iteklenmeye başladı sandalye. Ne olduğunu anlamadan, arkama dahi
bakmaya fırsat kalmadan kapanıverdi sonuna kadar açılan kapı. Dışarıda kalmıştı herkes.
Önüme baktım, sağıma soluma baktım, kimse yoktu yanımda. Başımdan aşağı kaynar su
dökülme misali şimşekler çakmaya başladı beynimde. Ama maalesef la faide…
İçeriye girdiğim anda gördüğüm manzara karşısında şoka girdim: ben dışında üç tane hasta
yatıyor. Ağızları, burunları hortumlarla dolu, birinin başı sarılı, öbürünün beyin ölümü
gerçekleşmiş, diğeri felçli… iki hemşire konuşuyor. Nöbetteki hemşire diğerine aynen şöyle
diyor: “Emine teyze bugün yarın gider herhalde. Artık tepki de vermez oldu. Diğerleri de
yakında gidici. Allah sabır versin dışarıda bekleyenlerine… “
Emine teyze beyin kanaması geçirmiş. Kafatasını çıkarıp karnına yerleştirmişler. Eğer durumu
iyiye giderse kafatasını karnından çıkarıp tekrar yerine yerleştireceklermiş. Neler olmuyor ki
şu hayatta? Neler duymuyoruz ki gün geçtikçe?...
Beni kapıdan girişte sol köşede bir yatağa yatırdılar. Sağ koluma serum, sol koluma tansiyon,
vücuduma da adını bilmediğim üç tane bandı olan bir alet yapıştırdılar. Yanımda ne kitap, ne
kalem-kağıt hatta ne de saat vardı. Bulunduğum yer bodrum kat, penceresi yok. Tüm ışıklar
sonuna dek açık. Kafamı kaldırıp seruma bakıyorum: bir litrelik serumdan dakikada bir damla
zar zor düşüyor. Bir kol saatine ilk kez o anda o kadar çok ihtiyaç duydum.
Gözlerimi rahatsız edecek kadar beyazdı duvarlar. Bilinci az çok yerinde olan birisinin bu
odada uzun süre kalması halinde delirmemesi elde değil. Bir doktorun ne zaman geleceğini
bilmeksizin, öncesinde ona neler söyleyebileceğini hesap ederek beklemek, beklerken de
vaktin hızla ilerlediği düşüncesine hakim olmak adeta bir eşeğin yularından tutup ardından
sürüklemek gibi…
Her hastanın iniltisine gözlerim fal taşı gibi açılıyor, hemşirelerin ayak seslerinden
koşturduklarını anlıyorum. Bir süre sonra derin sulara gömülüyor ruhum, boğulmaktan
korkuyorum. Odanın ağır ilaç kokusuyla hastane kokusu birlik olup hücum ediyor burun
deliklerime unutulmamak üzere…
Beklenen ama gelmeyen insanlar, beklenen ama gelmeyen telefonlar, beklenen ama
gelmeyen saat, peşinden atlı gelir gibi koşsan da bir türlü sesini duyuramadığın hayat… ve
sonunda çaresizliğin verdiği utanç, insana kendi kendine söylenmeyi, kendini dinlemeyi
öğretiyor.
Düşün… iyi ki etrafta kimse yok. e-mail’ler, telefon konuşmaları, sms’ler… Kendinle baş başa
kalmaktan korktuğun için gölgelerine sığındığın onlarca gereksiz insan. Düşün şimdi kendini,
yanlızca kendinle düşün ve gözden geçir hayatını film şeridi gibi gözünün önünden.
Düşüncelerini dinlememek için ne kadar hızlı koşmalısın acaba? Ne kadar hızlı koşarsan koş,
yalnızlığında seni yakalayabilecek olan tek şeydir düşüncelerin; görevini yerine getirme
bilinciyle yapışır yakandan, dilini dışarı düşürmek istercesine. Ciğerlerin yansa, gözlerinden
yaşlar gelse, nefesin kesilse bile yakalar.
Büyümek istemeden büyüdüm ben birçoğunuz gibi... İnsan yalnızlığını sanırım en çok
yüreğinde taşıdığı çocukluğu, gözlerindeki yaşlarla birlikte etrafa saçıldığı zaman hissediyor.
Çocukluğun rengi pembe midir? Herkesin de bildiği gibi renksiz oysaki… pembe tatlıyı
anımsatır tatlı da çocukluğu… bu yüzden hep pembe olarak düşleriz çocukluk anılarını…
çocukluktaki masallar ne de güzeldi! Şimdi en çok acıtan şey belki de yüreğimi; büyüdükçe
masal kitaplarından uzaklaşmak, gerçek dünyanın gerçekliğini gördükçe Kaf Dağı bile
olmayan bir dünyadan yavaş yavaş kopmak… Sarı saçlı bebek? Kumandalı araba? Boya
kalemleri? Yok hiçbiri… gerçek dünyanın gerçekliğiydi en çok gençlikte düşülen yanlış
çukurları, kimbilir… Evet korkunç dakikalar yaşadım bugün… yaşadığım korkunç dakikaları
geride bırakmanın bin bir yolunu da yaşamaya devam ediyorum. Ve hayat devam ediyor,
onunla baş etmenin gereği de… Evet, artık biliyorum ki insanı yıkan, bitkin düşüren, çektiği
sıkıntılar değil aslında. İnsan dertlerini, duygularını paylaş-a-madığı zaman kendi kendini
yiyip bitirmeye başlamış demektir. Ve bir süre sonra bedeni de ruhu da artık kaldıramaz bu
yükü. Yıkılıverir. Ve artık bildiğim ve hafızama derin izlerle kazıdığım bir şey daha var ki her
şeye bedel: insanın en kıymetlileridir ailesi. Başka hiçbir şeyin önemi yok. İnsan hayatında
her ne yaşarsa yaşasın sığınacağı tek limandır onlar… Ve her ne hata yaparsa yapsın en çok
kızacak olan olsa da yine en önce affedecek olan da onlardır.
Uzaktaki Yakın;
Balkanlar
Geçen ay, Balkanlar’da Makedonya,
Arnavutluk, Karadağ, Hırvatistan, Bosna
Hersek, Sırbistan ve Kosova’yı gezdik,
gördük. 7 günde, 7 ülke :) Buralar, Ekim
ayında olmamıza rağmen yemyeşil
dağları, mavinin her tonundaki gölleri,
denizleri, birçok medeniyetin izinin
bulunduğu kaleleri, köprüleri, eski evleri
ile gitmeye ve görmeye değerdi. Ama
beni doğal ve mimari güzelliklerden çok
etkileyen buradaki insanların sıcaklığı,
samimiyeti ve içtenliğiydi.
Ben bir diğer Balkan bölgesi olan Batı Trakya’lıyım. Bundan dolayı özellikle Makedonya ve Bosna’yı
biraz Türkiye’ye biraz da Batı Trakya’ya benzettim. Sanırım bundan dolayı Balkan gezisi boyunca
içimde biraz hüzün biraz da mutluluk vardı. Mutluydum çünkü yıllardır gitmek, görmek istediğim bu
Osmanlı yadigarı toprakları ve Osmanlı’nın buraya emanet bıraktığı insanları görme, onlarla tanışma
şerefine nail olmuştum. Ama aynı zamanda hüzünlüydüm çünkü bu insanların da içinde benim gibi
hep biraz hüzün olduğunu biliyordum. Onların da bu topraklarda bin bir çeşit dertleri, sıkıntıları vardı.
Onlar da Anavatan sınırlarının dışında kalmışlardı ve burada kimliklerini koruyabilmek için
mücadeleler vermişlerdi. Bu hissiyatımı, bu topraklardan birinin “Kurtuluş savaşı benim için kurtuluş
değil” sözü daha da perçinledi. Evet, bu insanlar Evlad-ı Fatihan’dı. Anavatan’dan ayrı ama her zaman
Anavatan’a bağlı, uzakta ama yakın.
Balkanlar’da Türk olmak güzel ama zordur. Bir kere en zor gelen tarafı Türkiye’deki bazı
kardeşlerimizin buralardaki kardeşlerini, soydaşlarını unutmuş olmasıdır. Mesela nerelisin sorusuna
cevap olarak “Makedonya, Yunanistan, Bulgaristan…” diye cevap verildiğinde buralarda Türk
olduğundan, buradaki insanların kimliklerini korumak için oralarda bin bir türlü mücadele
verdiklerinden habersiz bazen “Ne zaman Müslüman oldunuz?” “Önceki ismin neydi?” gibi sorularla
karşı karşıya gelebiliyorsun. Sonra Anavatan bildiğin bu topraklarda ‘yabancı’ muamelesi görmek…
Aslında bu konuda kimseyi suçlayamam. Çünkü bu insanlar isteyerek veya bilerek bizleri unutmadı
belki de. Belki onlara tarihleri unutturuldu veya tam anlamıyla öğretilmedi. Tabi ki herkes aynı tepkiyi
veriyor da değil. Bizleri “Osmanlı Torunları” diyerek taltif edenler de var.
Aslında Türk Hükümeti özellikle son yıllarda birçok alanda buradaki soydaşlarına sahip çıkıyor ve her
konuda yardımda bulunuyor. Türk halkının da geçmişe göre bu konuda daha bilinçli olduğunu
görüyorum. Ama yine de sözümü naçizane bir tavsiye ile bitirmek istiyorum. Osmanlı’nın hepimize
yadigâr bıraktığı Balkanlar kaybedilmek için fazlasıyla değerli…
Tarihimizin 500 yıllık aydınlık bir dönemini
hangi el silebilir? Kanımıza, iliğimize işleyen
Rumeli türkülerini hangi dil susturabilir?
Anadolu’nun bağrından kopararak Rumeli
topraklarına yerleştirdiğimiz, sonra bütün
gönül kapılarımızı yüzlerine kapadığımız
milyonlarca Balkan Türkü’nün öksüzlüğüne
hangi idrak, hangi insaf kayıtsız kalabilir?
Yavuz Bülent Bâkiler
( lütfen bkz . hatta elinize almışken bir
çırpıda okuyunuz; “Üsküpten Kosovaya”)
Balkanlardan Gelen Sıcak Hava Kitlesi
“The world is a book and those who do not travel read only one page.”
– st. Augustine
Derler ya “Keçileri satıp dünya görmesine
çıktık.” diye işte biz de öyle yaptık bu
sefer. Ağzının tadını bilen, san’attan
anlayan bir hocamız “Gerekirse kuru simit
yiyin ama gezin.” derdi. Kesinlikle! Çok
hak veriyorum kendisine. Zaten işin çok
okuyan mı bilir çok gezen mi kısmına hiç
girmiyorum. İnsan görmediği şeyleri
görüyor, düşünmediği şeyleri fark ediyor.
Her yerin farklılıklarını görürken bir
yandan da ufak da olsa hepsinde aitlik
hissedebileceğin şeyler buluyorsun.
Gittiğin yere göre değişiyor tabii. Benim
için nasıl mıydı peki?
Hani söylenir ya şarkıda; “Orada bir köy
var uzakta o köy bizim köyümüzdür
gitmesek de kalmasak da o köy bizim
köyümüzdür.” Benim bir köyüm
olmadığından pek anlamazdım bu
işlerden önceleri. Ta kii Balkanları gezip
görene kadar. Çünkü anladım ki benim
için -aslında tırnak içinde tüm Osmanlı
için- o köy Balkanlarmış, daha da
özelleştirirsek Makedonya imiş.
Gittiğim ilk andan itibaren biraz
İstanbul'dan biraz Bursa'dan biraz da
Ankara'dan esintiler hissettim ama inanın
gram yabancılık hissetmedim. Üstüne
üstlük restorantta rahat rahat sipariş
verdikten sonra yabancı olanın ben değil
de kırık Türkçesiyle konuşup bize servis
yapan garsonun olduğu zannına kapıldım.
Ama inanın bana, bu kadar çok Türk’ün
olduğu, Türkçe’nin bu kadar konuşulduğu
ve Osmanlı kültürünün taşlara bile sindiği
bu yerde böyle düşünmek işten bile değil.
Gezdim, gördüm, gözlemledim ve burada
en çok çarşılardaki ve cadde
üzerilerindeki mütevazi dükkanların
camında yazılı olan “burek” yazısına
vuruldum. Ayrıca kırık Türkçesine
yandığımız bu güzel halkın, Osmanlı
sıcaklığını -Batı’dan gelen soğuk hava
kitlelerine rağmen- en iyi koruyanlar
olduğuna inandım ve bu sefer Balkan
gelen sıcak hava kitlesi içimi ısıttı.
Tabi buraya kadar bahsettiklerimin hepsi
Eski Üsküp için geçerliydi. Ben gitmeden
önce bilmiyordum, bilmiyorum, siz biliyor
musunuz; Balkanlarda neredeyse her
şehri bir nehir ayırıyor ve nehrin bir
yakasında tarihe dokunurken öteki
yakasında çağı gözlemliyorsunuz.
Sanki iki tarafı birbirine bağlayan
köprüden geçerken gerçekten köprünün
altından ne sular akıp geçmiş, onu fark
ediyorsunuz. Bir köprüyle eskiden yeniye,
Osmanlı’dan Avrupa’ya geçiyor, çok
kültürlülüğü iliklerinize kadar
hissediyorsunuz.
Şehre hayat verdiğini düşündüğünüz,
Balkanı Balkan yapan o nehrin şehri
gerçek manasıyla böldüğüne şahit
oluyorsunuz. “Su olmasaydı biz kardeş
olurduk” diyen bu topraklara ait birinin
dilinden suyun o halk için ne ifade ettiğini
çok az da olsa anlıyorsunuz. Bir zamanlar
bir Osmanlı varmış burada diye
sevinirken, karşı yakanın yabancılığıyla
hevesiniz kusağınızda kalırken bilmek
lazım diyorsunuz onlar orada öyle
kültürleriyle dinleriyle varolmak için
çabalarken orada elden giden Balkanlar
olduğunu fark etmek lazım.
Yani burada öyle herşey güllük
gülistanlık değilmiş. Soğuk hava
kitlelerine rağmen insanlar sıcaklıklarını
koruyadururlarken ülkeler durduğu
yerde durmamış. Eski Yunan modern
olmuş. Caddeler, sokaklar heykel
dolmuş. Minareyeyle yarıştırdıkları dağ
tepesindeki haçın daha iyi
görünebilmesi için yılda bir milyon dolar
harcanır olmuş. Eller çalışıp
desteklenirken müslümanın pasifleşif
ötelendiği yerler olmuş Balkanlar...
Peki ne yapmak lazım? Çapımızı, çözüm
olacak ya da bulacak kadar
genişletemedik daha ama şimdilik en
azından bilinçlensek yeter. Günümüz
büyük adamları bu yazıyı okumayacak
belki ama geleceğin büyük adamlarının
okuması daha doğrusu durumdan
haberdar olması şimdilik yeterli olur
sanırım.
Mola K. nefais kayıtlarına uzaklarda devam
etti bir müddet. Ürdün’ün kurak havasını
değiştiren bereketli nefeslerin nefaislerini
dinleyebilmekle müşerref olurken,
dünyanın neresinde olursa olsun ilim sahibi
olup hakkını veren insanların
sohbetlerindeki feyiz damlalarının
kaynağının bir olduğunu müşahede etti bir
kez daha. Kelimelere dökülen gönül
incilerinin parlaklığı ise ilim, amel ve halis
niyetle ne kadar cilalanmış olduğuna bağlıydı.
Gönlünü, ömrünü ilme vermiş, yıllarca değerli hocalarının dizlerinin dibine oturup
sarı sayfaların tozunu yutarak, ilmini genişlettiği kadar maneviyatını da
kuvvetlendiren bir deryanın damlalarından nasiplendi Mola K.
Yaşının gençliğine rağmen sahip olduğu ilmi pek çok yerde pek çok insana dağıtmaya
çalışan, yetiştiği medrese ortamının kendisine kazandırdıklarını bugünün şartlarında
da değerlendirmesini iyi bilen, başında sarığı, üzerinde beyaz entarisi ve cüppesi ile
laptopundan farklı ülkelerdeki onlarca kişiye ders veren bir âlim Emced hoca. Ürdün
ramazanlarının uzun gecelerinden sonra iki saatlik uykuyla gittiğimiz derslerde bile
sorularıyla ve anılarıyla dersi canlı tutan sarı sayfaların talibi, sarı sayfaların alimi…
Nefais kaydına sarı sayfalarını yazdık Emced hocamızın, gönüllerimize damlalar düştü
derya pınarından ve unutulmayan izler kaldı sarardığı halde kurumayan
yapraklardan…
>>>> Ön kapaktan taşan kısmı buraya doldurduk.
ᴥ Geçen sayımızın ücretsiz dağıtımını yaptıktan sonra çok hazin olaylar yaşadık.
Fakülte bahçesindeki bir çöp kutusunda fanzinlerimizi gördük, nasıl yıkıldık
bilemezsiniz. Bir annenin çocuğunu gözleri önünde katletme edebiyatına hiç
girmiyoruz. Yapmayın, yazıktır, israftır, beğenmeseniz bile çöpe atmayın. Çayın
altına nihale olarak kullanın, efendim, külah yapın içine çekirdek koyun, ne
bileyim, sıcak basınca yelpaze yapın, hiç olmadı, perdenize stop yapın. Allah
müsrifleri sevmez.
ᴥ Diyorlar ki, “Sizin fanzinin niçin hiç erkek yazarı yok?” Çok haklı bir soru.
Doğrusu bu konuda bir takım çalışmalarımız var. Biz öncelikle erkeklerden bir
okur kitlesi oluşturmak için çabalıyoruz. Öncelikle onları okur olarak kazanalım,
sonrasında neden okur-yazar olmasınlar, değil mi ama?
ᴥ Paranoya değil, etrafta bizi değiştirmeye çalışan insanlar var. “Hani Mola?” diye
bize telkinlerde bulunanlar mesela. Dikkat edin, telkin diyoruz. Neden? Çünkü bu
soru aslında “Hanım ola.” iletisini bize ulaştırmak için özel olarak kurgulanmış bir
soru. Mahiyetini biz de tam olarak anlayamadık ama öyle “hanım hanım oturun,
bırakın bu işleri” kabilinden bir şeyler diyorsanız, lütfen bu tarz subliminal
mesajlar vermekten vazgeçin. Her şeyin farkındayız.
ᴥ Biz, Mola K. tüzel kalsın isimleri yazmayalım diye tutturaduralım, bazı arkadaşlar
yazımızdan yüzümüzü okuyabiliyormuş. Olsun, kendiliğinden anlaşılanlar
müstesna.
ᴥ Nasipte kapak içlerini doldurarak içimizi boşaltmak da varmış. Oh be.
Mola K.,
İlim Yayma Cemiyeti bünyesindeki
İlimler ve Sanatlar Merkezi’ne
teşekkürlerini sunar..
Hayatı anlamadan geçip gidiyoruz. Olgunlaşmak kalbin daha hassas,
kanın daha sıcak, zekânın daha işlek, ruhun daha huzurlu olması demek.
Cemil Meriç