Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye...

24

Transcript of Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye...

Page 1: Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye ünlendi oralar. Herhalde
Page 2: Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye ünlendi oralar. Herhalde

Büyüyecek daha ablası…

Mol

a Fa

nzin

Der

gi –

üçü

ncü

sayı

& g

üz /

ikib

inon

iki

İşbu

fanz

in M

ola

Kulü

bü’n

ün b

ir ya

yını o

lup

kulü

p ad

ına

sahi

bi ve

editö

rü B

irnur

Böl

en’d

ir. G

enel

yayın

yön

etm

enliğ

ini Z

eyne

p D

emirş

en ya

par.

Yayı

n ku

rulu

nda;

Hal

ime

Çına

r | N

ebiye

Raş

it | N

imet

Küç

ük |

Şeym

a N

ur T

emel

| Şe

yma

Özd

emir

| Zey

nep

Doğ

an va

rdır.

Dön

emde

iki s

efer

çıka

r. Ço

k yo

ğun

olur

sak

çıkm

ayab

ilir d

e. Ta

sarım

ı Mol

a Kul

übü

üyel

erin

ce y

apılı

r. Se

bild

ir. E

şe d

osta

oku

tmak

, hed

iye e

tmek

serb

estti

r.

“Oku

dum

, beğ

endi

m, b

en d

e yaz

arım

.” ve

ya “O

kudu

m, b

eğen

med

im, d

aha

iyisin

i yaz

arım

.” d

iyor

san

mol

akul

ubu@

gmai

l.com

adr

esin

e ele

ktro

nik

post

a yo

llaya

bilir

sin.

Beğe

nirs

ek ya

yım

larız

. Yay

ımla

maz

sak

beğe

nmem

işiz d

emek

tir.*

“elbet bir gün buluşacağız..”

ᴥ Ve buluştuk. Zaten bu böyle yarım kalmayacaktı,

kalmamalıydı. Her ne kadar künyemizde peşinen

çamura yatma hakkımızı mahfuz bırakmış olsak da ağyar

tarafından “dön, gel, dön, gel, dayanamam yokluğuna”

ve “dön bebeğim” nakaratları sürekli bize söylendikçe

ve Mola’larımız aklımıza düştükçe “Gönlüm hep seni

arıyor, neredesin sen?” demedik değil.

ᴥ Evet, oradan bakınca siz yokken –aman, yani biz

yokken- şarkı türküyle vaktimizi harcamış gibi görünüyor

olabiliriz. Oysaki kazın ayağı öyle değil. Molaya mola

verdik, çünkü molaya ağırlık verdik. yani kelimeyi

musakkale yaptık. oldu mu sana ‘molla’? (bakınız: kapak).

Anlayacağınız biz aslında mollalığa ağırlık verdik. Yani

molla dediysek öyle bikülli ma’nel-kelime değil, çapımıza

göre.

ᴥ Gönül gözü açık bazı hocalarımız Mola’yı neden

harekesiz yazdığımızı sormuştu zamanında. İçerikten de

anlayacağınız üzre artık bu yönümüz de fazlasıyla aşikar.

Madem öyle, mahfuz şeddemizin zuhur etmesinde bir

beis görmüyoruz (bakmıştınız: kapak).

ᴥ Artık ne kadar hasret kaldıysak arka kapağın içine taştık.

>>>>>>

Page 3: Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye ünlendi oralar. Herhalde

ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ…

Ali Köse

Beyşehir’de doğdum ama 3 yaşından itibaren

Antalya’da büyüdüm.

Daha imam hatip’e başlamadan mahalle

camiinde ezan okurdum. babam bir gün sabah

namazına beni uyandırmadan gitti diye

ağlayarak tek başıma camiye gitmiştim zifiri

karanlıkta. çocuk dindarlığını doyasıya yaşadım.

hayatımın en güzel yılları antalya imam hatip’te

geçti. tenefüs aralarında hep kızarırdık top

oynamaktan. derslere pancar suratla girerdik.

bir gün hocalarımızdan birisi çok kızmıştı.

"Oynayın oğlum oynayın, Keagan olursunuz"

diye bizi azarlamıştı. O zamanlar Keagan isimli

bir İskoç futbolcu meşhurdu. cumartesi pazar

evden sabah çıkar akşam gelirdim, tüm gün top

oynamak için. öğle yemeği yemezdim bu

yüzden. çünkü öğle yemeği için eve gitsem

babam bir öğle, bir de akşam seansı yapıp beni

iki kez dövecekti. “Tek yemek, tek dayak”

prensibim olmuştu. Bir gün babam “Yasin’i

ezberlersen top oynamak serbest” demişti… Ben

de havaya uçmuştum babamın sözünde

durmayacağını unutarak. Ertesi gün babama

Kur’an-ı Kerim’i uzattım. “Haydi dinle” dedim.

Yasin’i okudum ama babam yine eski babamdı.

Çünkü babam, oğluna top oynatmamayı dinin

bir emri zannediyordu. Tabii o da hayal

edemezdi, yıllar sonra torununa top alan bir

dede olacağını.

Üç erkek kardeşin en küçüğüydüm. Büyük

ağabeyim de bir imam hatipliydi. Babamdan çok

o ilgilenmişti benimle. Çok iyi ağabeylik yapmıştı

bana. Onu çok severdim. Beni bisikletle,

mobiletle, Murat 124'le hep o tanıştırmıştı.

Ortanca ağabeyim ise Köy Enstitüsü’nde yatılı

okumuştu. Ama bir fabrika hatasıydı. Ailenin en

dindarı o oldu. Ağabeylerimle ve ailemle hep

gurur duydum. İtibarlı bir aile olduk hep. Ama

mağrur olmadık. Riyakarlık ve ikiyüzlülük

bulaşmadı hiç ailemize. Tüm aile hep din ile

özdeş bilindik eş dost çevresinde. Belki bu

yüzden imam hatipte de ilahiyatta da zevkle

okudum. Çok güzel günlerim oldu her iki okulda

da. Çok iyi arkadaşlarım oldu.

Daha ilkokula başlamadan etmiştim ilk küfrümü.

babam duymuştu her nasılsa. Evin önündeki

bahçedeydim. Beni eve çağırıp dilimi çekmişti.

Başkasına zarar vermek, rahatsız etmek günah-ı

kebâirdendi ailede. Gezmeye gittiğimiz evin

tuvaletini bile kullanmanın ayıp olduğunu

düşünürdüm küçükken. Disiplin ailenin en

büyük şiarıydı. Makasın, iğne-ipliğin yeri hep

belliydi evde. Annemle birbirimize çok bağlıydık.

Çünkü annemin kızı yoktu ve benden önce birisi

kız, iki çocuğunu kaybetmişti. Evin kızıydım ben

aynı zamanda. Misafiri eksik olmayan bir

aileydik. Kızımız olmadığı için de hizmetten hep

ben sorumluydum. Belki bu yüzden kız kardeşim

olmadığına hep hayıflandım.

Lise yıllarımda Antalya'dan başka yerde

yaşayamam diye düşünürdüm. Konyaaltı

sahiline uğramadan, Akdeniz’i hissetmeden

yaşayamazdım sanki. İmam-hatip öğrencisiyken

okulu kırdığımızda kendimizi attığımız yerdi

Konyaaltı. Ama kader beni önce İzmir İlahiyata

sonra Marmara İlahiyata, ardından da Londra

Üniversitesi’ne taşıdı doktora eğitimi için. 5-6

yılım geçti o yağmurlu, kasvetli Londra

sokaklarında. Türkiye Diyanet Vakfı’nın

burslusuydum. Hep minnet duydum sebep

olanlara. Onlar sayesinde tanıdım Batı’yı.

Londra’yı da sevdim Antalya kadar. Gözyaşlarımı

tutamadım Londra’dan dönerken. Gizli gizli

ağladım Türkiye’ye döndükten sonra 6 ay kadar.

TDV İslam Araştırmaları Merkezi’nde çalıştım 6

yıl. Milenyumun başında Marmara İlahiyat’a

geçtim doçent olarak. Hep okumak hep

yazmaktı hedefim. Allah’a şükür o hedefimi

DEKANDAN

Page 4: Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye ünlendi oralar. Herhalde

gerçekleştirdim. Bürokrasiyi, protokolü,

idareciliği hiç sevmedim. Hiçbir makama talip

olmadım, hiçbir idarecilik görevi almadım. Ama

dostların zoruyla kendimi dekanlık koltuğunda

buldum bir gün. Ama kim ittirdi beni buraya

demedim. İş ahlakına sahip bir insandım ve bu

yeni görevin gereğini yapmaya daha ilk günden

kodlamıştım kendimi. “Vira Bismillah” dedim ve

başladım

HAYAT

-Dilemma

İnsanın dünyası gördüğü şeylerdir.

Herkes kendi dünyasından düşünür

ve konuşur. İç dünya dedikleri şey

de bu olsa gerek. Bir de dış dünya

vardır. Bu dünyada insanlar koca

bir gökdelene doldurulmuş ve

herkese bir pencere düşecek

şekilde ayarlanmış gibi.

Kimi pencere doğuya bakıyor kimi

batıya. Kimi birinci katta, kimi

onuncu, kimi yüzüncü ve hatta

bininci… Neyi nasıl gördüğünüz,

nereye nereden baktığınızla alâkalı.

Bazı insanlar onuncu kattan bakar. Az şeyi görür ama gördüğü şeyin ne olduğunu, gördüğü

kişinin kim olduğunu bilir. Dünyası küçük ama nettir.

Bazıları yüzüncü kattan bakar. Çok şey görür ama gördüğü şeyler bir siluetten ibarettir. Çok

şey görür görmesine ama ne gördüğü şeyin ne olduğunu ne de gördüğü kişinin kim olduğunu

bilir. Dünyası büyük ama pusludur.

Bininci kattaki ise bulutların üstünde belki de aşağıda ne olduğundan bile haberi olmadan

bakar. Gördüğü şey alabildiğine beyazdır ve belki de dünyayı bu beyazlıktan ibaret sanıyordur.

Bir de bodrum kattakiler vardır. Dışarıda başka bir manzara olduğundan dahi habersiz, bütün

dünyayı penceresinden gördüğü karanlık sanan insanlar…

İki insanın birbirini anlaması pencerelerinin yakınlığı ile doğru orantılıdır. Zira bininci kattaki

adam ‘Dünya bembeyaz bir yer!’ derken bodrumdaki ‘Beyaz da nerede? Dünya karanlıktan

ibarettir!’ der. Doğuya bakan adam ‘Bak, karşıda bir deniz var!’ diyecek belki de. Batıya bakan

da ‘Hayır, olur mu? O bir dağ…’ diyecek. Hâlbuki pencereleri yakın olsa ‘Evet, görüyorum!’

diyebilecek öteki. Hiç değilse farklı pencerelerden baktıklarını kabul edebilseler… Evet, birinci

kattaki ya da bininci; doğudaki ya da batıdaki… Sonunda kim mutlu olur kim mutsuz? Bu

sorunun cevabı da hangi penceren baktığınıza göre değişir. Kendinize bir pencere seçin ve ara

ara değiştirmeyi unutmayın!

Page 5: Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye ünlendi oralar. Herhalde

DAKÎKÎ Nerede doğduğu hususunda şuara tezkirelerinde

malumat bulunmayan bu nadide divan şairinin

koyun kuzunun bile otlamaya gelmediği, kuş

uçmaz kervan geçmez bir köyde leyleklerin geldiği

vakit doğduğu muhakkaktır. Geçelim.

Köy başlarında öylece İstanbul’un beyaz

Türklerinden uzak kalınca gazeller, tuyuğlar,

rubâîler yazmaya başladı ilhamen. Duyguları

nefsine galib, içli, çevik bir çocukluk döneminin

ardından peder-i âlisinin okusun da büyük adam

olsun yollu tazyiki neticesinde Değirmencilik

Yüksek Sınâat Okulu’nda tedrisine başladı. (Harf devriminden önceki adı Dakik Medrese-i

Ulyâsı idi.) Medresede mümtaz öğrencilerden olması ve derslere öyle yoklama için

girmeyen ve derse zamanında giren dakik bir öğrenci olması saikiyle esâtize taifesi

tarafından parmak ile gösteriliyor olup talebelerin indinde ise batak, tabu, papaz kaçtı,

iskambil oynamaya dahi alınamayacak bir öğrenci imajı çizmekteydi.

Neyse efendim, öyle garip, halvet gibi bir gençlik yaşıyordu işte. Değirmende şiirler yazar

dururdu ahbâb u yârândan habersiz, stajdayım ayaklarında… Yüksekokul gençlerinin arpa

suyu ile âlemlerde seyerân ve deverân ettikleri bir gün çıkardıkları yangın yüzünden gayrı

müretteb divanının hepsi değirmende yangında yandı, tabii bizimkinin devreleri ile

beraber… Değirmen yangınından sonra bir süreliğine kalemi kırdı; ne musammatlar vardı

artık ne müztezâdlar…

Dakikliği had safhadaydı cünûnun izdiyâdı ile baraber. Zira biri sağ kol öteki sol kol, bir

diğeri sağ ayak bileği, ondan sonraki de cebinde olmak üzere ve daha başka bilinmeyen,

vücudunun mahrem ve dahi gizli bölgelerinde saatler taşıyor idi; hani olur da biri durursa

ötekine bakılır diyerekten. Çin ile de ülfet, ünsiyet kuramamıştı malum sebepten ötürü.

Neyse efendim, bıyıkları burulacak vakte gelince bir alyanaklı, gül-nihal kâmetli, mül

dudaklı, tîğ ebrûlu, dâm zülüflü bir nigâra üftade oldu. İlk telâkîlerine on üç dakika gecikti

diye atladı bir at arabasına ve köprüden atladı. İntiharında muvaffak olamayıp

bîmârhâneye götürüldü. “Ünlü şair köprüden atladı, yazık, suyu denk getiremedi.” yollu

manşetler atıldı yandaş ve candaş medya gazetelerinde. Erenköyü Ruh ve Sinir hastalıkları

adlı başka bir hastaneye kaldırdılar.

Duyguları nefsine galib,

içli, çevik bir çocukluk

döneminin ardından

peder-i âlisinin okusun da

büyük adam olsun yollu

tazyiki neticesinde

Değirmencilik Yüksek

Sınâat Okulu’nda tedrisine

başladı.

Page 6: Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye ünlendi oralar. Herhalde

Diline pelesenk etmiş idi şu beyti:

“Gûyâ seyre çıkmış şirret köhne karû

On ve üç dakâik geçdi gelme berû.”

Güzün en hazin bir vaktinde, gazellerin dallardan toplu firar ettikleri bir dönemde, akşam

ezanı iki dakika önce okundu diye bîmârhanenin penceresinden atladı amma birinci katta

olduğunu unutmuş olmalı ki sadece kafasında bir yara ile atlattı hadiseyi. O da yine

muvaffak olamadım diye başını yere defalarca vurduğundandır…

Efendim derd-i aşka tıbbın bir çare olmadığı anlaşılınca açık deniz ve mûsıkî önerdi

doktorlar ve ser-âzâd eylediler. O da canına minnet, “Bileğe kuvvet, malum dünya da

tepsi.” dedi. “Ver Allah ver, ver Allah ver, Batıya gidersem tepsiden düşerim.” diye

düşündü. Böylece ne olacak, intihar edebilecekti. Günler geçti, mevsim hazanken bahara

döndü, yazken şitâ vakti erişti, tepsinin ucu görünmüyor. Kayığında, güzel havanın ruha

ferahlık bahşeden havasıyla gazel karaladığı bir vakitte Amerika’yı keşfetti. Neyse yerlilerle

falan iyi anlaştı. Hatta bundandır “Kızılderililer acaba Türk mü?” yollu söylemler.

Bu intihar denemesini de beceremedi…

Gönlünü çalan o nigârın ibret-i âlem için

heykelini New York’a dikip geri döndü. Bilirsiniz

onu, zira sonradan o özgürlük heykeli diye

ünlenmiştir.

Bakınız talihsizliğe ki nüfus memurunun

hamâkati ve dahi dile dökülemeyecek bîpâyân

vasıfları sebebiyle Amerika’yı keşfeden adam

olarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi

kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye

ünlendi oralar. Herhalde bundandır Amerika ile

ülfetimiz…

Uyuyamadığı bir gece koyun sayarken kurban

bıçağının altından kaçan bir boğa tarafından

ezilerek feci şekilde can verdi. Obama, Merkel,

Esed gibi siyasilerin katıldığı cenaze namazının

ardından Honduras’a defnedildi.

Page 7: Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye ünlendi oralar. Herhalde

İhyâu’l-Lübâb Kol saatim öğleden sonra dördü gösteriyor ve

ben Cuma’dan sonra bir duvar kenarında

Kuduri’nin el-Kitab’ını okurken

uyuyakalışımdan beri uyuyorum. Üzerine

yaslandığım kolum tutulmuş. Kimse de

dememiş ki şu çocukcağız neden burada

uyuyor? Oysa ben bütün gece İsagoci

ezberleyip sabah namazından sonra da İzhar

mütalaamı yapmış olmanın sevincini Cuma

vaktine dek çoktan yitirmiş, son fıkıh

mütalaama başladıktan kısa bir süre sonra

takatim kalmamış ve medresenin kuytu bir

köşesinde elimde Kuduri şerhi Lübab ile öylece

uyuyakalmıştım.

Bu durumda saat ikideki dersi de kaçırmış

oluyordum. Oysa bugün benim için çok

önemliydi. “İhyâu’l-Mevât : Ölü arazileri

canlandırma” bahsine “Ölüleri diriltme” bahsi

tercümesini yapıp bütün medreseye maskara

oluşumdan sonraki ilk dersti bu. Peki şimdi ne

yapacağım? Kendimi yeniden ispatlamak şöyle

dursun, derse bile gidemedim. Üstelik sırf bu

derse çalışmak için günlerdir fakültedeki

derslere bile gitmemiştim. Zaten bu devirde

hem medrese hem fakülte okumak yeterince

zor. Bir de devamsızlıktan kalmasam iyi. İyisi

mi kimselere görünmeden kaçayım. Burada

olduğum halde gitmediğimi görenler

“Utancından derse girmemiş.” demesinler.

Medresenin kapısından çıktım, eve gidiyorum.

Bir elimde uzun süredir olduğu gibi Lübab

duruyor. Daha yakın diye caminin içinden

geçiyorum. Orta yaşlı bir kadın ve kundaktaki

bebeğinden başka kimse görünmüyor etrafta.

Kadın caminin girişine doğru ilerliyor, ben çıkışa

doğru yöneliyorum. Tam göremiyorum ama

ağlıyor sanki. Dizlerinin üstüne çöküyor.

Rahatsızlandı mı acaba? Yardım etmek için

arkamı dönüyorum ama o da ne? Kadın

çocuğunu yere bıraktı ve kaçıyor!

“Heyy! Nereye gidiyorsun?!” Arkasına bile

bakmadan hızlı bir şekilde koşmaya başlıyor.

Lübab’ımı bir kenara bırakıp ben de peşinden

koşuyorum. Hala çocuğunu cami avlusuna

bırakıp kaçanlar var mı yahu? Neyse ki camiden

bile çıkmadan yakalıyorum kadını kolundan.

“Küçücük çocuğu bırakıp gitmeye utanmıyor

musun?!” diye çıkışıyorum. “Her şey onun iyiliği

için..” diyebiliyor ağlayarak. “Bir çocuğu annesiz

bırakmanın neresinde iyilik?” diye bağırıyorum

bu sefer. Kadın daha şiddetli ağlayarak cevap

veriyor. “Annesiz yaşaması köle olarak

yaşamasından daha iyi değil mi?”

Bir anda şimşekler çakıyor kafamda. Lübab’tan

“Lakit : Kayıp çocuk” bahsinin sonlarına doğru

okuduğumuz kurallar geliyor gözümün önüne.

Lakitin bulunduktan itibaren hür sayılışını

hatırlıyorum. Bu durumda bir kölenin çocuğu

kaybolsa da bir başkası tarafından bulunsa, bu

çocuk hayatına hür bir kişi olarak devam eder.

Yoksa bu kadın… Yok artık!

Kısa bir duraksamadan sonra kendime

geliyorum. İstemsiz bir şekilde gülmeye

başlıyorum. Köleymiş.. Bu devirde kölelik mi

kaldı canım. Bu kadın hangi zamanda yaşadığını

sanıyor? Aklını kaçırmış, belli. Şimdi de yere

“İhyâu’l-Mevât : Ölü arazileri canlandırma”

bahsine “Ölüleri diriltme” bahsi

tercümesini yapıp bütün medreseye

maskara oluşumdan sonraki ilk dersti bu.

Page 8: Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye ünlendi oralar. Herhalde

oturmuş hüngür hüngür ağlıyor. Ne yapmalı

peki? Bırakıp gitsem, şu küçücük çocuğa yazık.

Caminin kapısına dönüp çocuğu kucağıma

alıyorum, getirip kadına uzatıyorum. Omuz

silkiyor. “Alsana çocuğunu be kadın!” diye

yaklaştırıyorum çocuğu kadına. Almam da

almam diyor. Tam o esnada cami kapısından iki

adam giriyor. Kucağımda çocuk, karşımda

zırıldayan bir kadın.. Allah’ım, ne korkunç bir

tablo!

Adamlardan biri bize doğru koşmaya başlıyor.

Yoo.. Bana değil, kadına doğru koşuyor. Bir

yandan da bağırıyor. “Ayın şanslı kölesi

seçildim!” Kadın ağlamayı kesip yerden

kalkarken diğer adam da gülümseyerek

yaklaşıyor. “Tebrik ederim. Eşiniz Cuale

Vakfı’yla anlaşma imzaladı.”

Pes vallahi.. Nasıl bir tiyatronun esas oğlanı

oldum ben? Hem cuale de neymiş! “İbak :

Kaçak köle” bahsinde okumamış mıydık biz

bunu? Hani kaçan bir kölenin sahibiyle o köleyi

götürüp teslim eden kişi arasında yapılan akit

yok mu? Hani kölenin sahibi para verir ya

getiren kişiye? İşte o. Vakfı mı olurmuş bunun?

Ne olduğunu anlamamış olsam da bu olanlar

sayesinde kadın çocuğunu geri almaya karar

veriyor. Gerçi bu çocuk için ne kadar iyi bir

durum, bilemiyorum tabi. Veriyorum çocuğu,

kadın da kocasıyla beraber dönüp gidiyor. İkinci

adam yanımda öylece kalakalmış, hala sırıtıyor.

“Pardon!” diyorum. “Bu Cuale Vakfı nedir?”

Ciddileşiyor bir anda. Kulağıma yaklaşıp “Köle

misin?” diye soruyor. Hay ya Rabbim! Yine mi?

“Değilim!” demekle yetiniyorum. Tekrar

eğiliyor kulağıma. “Kölen var mı?” diye soruyor

bu kez. Burnumdan soluduktan sonra “Yok!”

diyorum. Şöyle bir etrafa baktıktan sonra

başlıyor anlatmaya.

“Cuale Vakfı” diyor, “kölelere hayır yapmak için

kurmuş olduğumuz bir vakıf. Her ay başvuran

köleler arasında bir kura çekilir. Kurada çıkan

kişi ‘ayın şanslı kölesi’ olur ve bir anlaşma

imzalar. Anlaşmaya göre köle sahibinden kaçar.

Bizim vakfımızla anlaşması olan kişilerden

birinin yanına gelir. Sonra beraberce sahibinin

yanına giderler. Tabi şahitler dahil her ayrıntıyı

önceden düşünüyoruz. Vakfımızın adamı,

kaçmış bir köleyi bulmuş gibi davranır. Cuale

akdi ister. Aldığı paranın üçte biri kendisinin

olur, üçte birini vakıf bütçesine katar, kalanını

da köleye verir. Saklayabilirse ne âlâ!”

Sonra, her cümlesinde birbirinden biraz daha

uzaklaşmış olan göz kapaklarımın arasından

pörtlemiş gözlerime bakıyor. “Bunu bilhassa

kölesi olan kişilerin yanında söylemezsen iyi

edersin delikanlı.” diyip arkasını dönüyor. Kısa

bir süre sonra kendime gelip boğazıma birikmiş

tükürüklerimi yutma kudreti buluyorum. Aman

Allah’ım! Ben aynı benim. Kıyafetlerim, kol

saatim, hepsi birkaç saat öncekinin aynısı. Peki

o zaman değişen ne? Güzide ülkeme kölelik

geldi, köle hukukunda yolsuzluklar bile başladı

da benim mi haberim yok?

Biraz ileride, kenarda duran Lübab’ımı alıp eve

doğru ilerliyorum. Yol boyunca her şey normal

görünüyor. Kendimi zor atıyorum evin

kapısından içeri. Ama atamıyorum ki şu

düşünceleri kapıdan dışarı. En iyisi biraz

televizyon izleyip kafa dağıtmak.

Televizyonu açıp Lübab’ımı yanıma koyuyorum.

Page 9: Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye ünlendi oralar. Herhalde

Bir kadın programı çıkıyor karşıma. Konfetiler

yüzünden yüzü tam seçilemeyen bir adam,

eline bir külçe altın almış, havaya kaldırıyor. Ne

yaptı da kazandı acaba bu koskoca külçeyi?

Sunucu kadın konuşmaya başlıyor. “Evet.. Ziya

Bey, bir yıldır her gün hiç bıkmadan usanmadan

buraya geldi. O, bu sevinci hak etti, değil mi

sevgili izleyenlerim??” Stüdyoda bulunanlar

ayağa kalkıp alkışlıyor.. Kadın devam ediyor.

“Arkadaşlarımız onun bir yıllık serüveniyle ilgili

bir vetere hazırlamış. Şimdi hep beraber onu

izleyelim.”

Televizyonun sesini yükseltiyorum. Video Ziya

Bey’in bir yıl önce o stüdyoda çekilmiş bir

fotoğrafıyla başlıyor. Arka ses de konuşmaya

başlıyor beraberinde. “Ziya Bey.. Bir yıl önce

bugün programımıza başvurdu. Peki derdi

neydi Ziya Bey’in? O da herkes gibi normal bir

yaşantıya sahipti. Bir gün sokakta yürürken bir

külçe altın bulacağını nerden bilebilirdi ki?”

Ziya Bey’in külçeyle beraber çekilmiş bir

fotoğrafı geçiyor. “İşte Ziya Bey, o külçeyi

bulduktan sonra üç defa etrafına bağırmış ama

kimse külçeyi sahiplenmemişti. Ne var ki bir

külçe altın, on dirhemden fazlaydı ve buluntu

mal on dirhemden fazlaysa bulan kişi bir yıl

boyunca sahibini aramalıydı. Zavallı Ziya Bey,

son çareyi programımıza katılmakta buldu.”

Ziya Bey ve altın külçenin, eski tarihli bir

programdan dondurulmuş bir görüntüsü

geçiyor. Ekranın altında büyük harflerle şöyle

yazılı: ‘Kayıp, sahibini arıyor!’ Resimler

değişirken arka ses de anlatmaya devam

ediyor. “Külçenin kendisine ait olduğunu

söyleyen yalancıların yalanlarını açığa çıkaran

ekibimiz sayesinde bugün külçe, Ziya Bey’in

oluyor..”

Ben yine hayretler içinde kalıyorum. Evet,

Lübab’ta da aynen böyle yazıyor olabilir.

“Lukata : Buluntu mal” bahsinde on dirhemi

aşan kıymetteki malı bir yıl boyunca ilan etmek

gerektiğini okuduğumuzu hatırlıyorum. Bir yıl

sonunda sahibini bulamazsa bulan kişi ondan

faydalanabilir de. Ama nasıl olur da uzay

çağında yaşayan bir insan, bulduğu bir külçe

altına derhal el koymaz? İnanılacak gibi değil.

Bugünlük bana bu kadar yetsin. Galiba daha

fazlası akli melekelerime zarar verecek.

Televizyonu kapatmak için kumandaya

uzanıyorum. Ama hay aksi! Kumanda Lübab’ın

altında kalmış ve ben ona uzanırken kitabı yere

düşürüyorum. Kitabın kapağı ayrılıyor. Oysa o

benim en sevdiğim kitabım..

Sıçrayarak yerimden kalkıyorum. Kitabı yerden

alıyorum ve başımı kaldırdığımda tekrar

hayrete düşüyorum. Medresedeyim! Cuma’dan

sonra uyuyakaldığım kuytu köşedeyim! Ve

dahası, kol saatim öğleden sonra ikiyi

gösteriyor! Yanımdan gülüşerek geçen iki

arkadaşın sesiyle kendime geliyorum. “Hadi

acele et” diyorlar. “Daha ölüleri dirilteceğiz.”

Page 10: Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye ünlendi oralar. Herhalde

Bu nasıl bir yüzüktür ya hu! İnsanlar niye nişan yüzüğü takar ki? Kangren olur muyum

acaba? Bildiğin sıkıyor bu yüzük. Nasıl ölçü almışlarsa! Geç de kaldım nerde bu otobüs?

Heh, hele şükür.

Yine, yeni, yeniden okul. Ama son yıla geldim nihayet. Başımız da bağlandı artık. Annem

senin bulacağın kızdan hayır gelmez dedi, buldu kendi bir tane. Bakalım, hayırlısı olsun.

Tabi şu söz, nişan işlerinden yığınla ders kaçırmasaydım iyiydi de. Dante gibi ortasındayım

dönemin yaa. Neyse, geç olsun güç olmasın canım. Geldim işte okulumdayım artık.

Amaaa...

Okuluma bomba mı yağdı ne var?

Benim mi Allah’ım bu şantiye gibi okul?

Neden öyle görünürsünüz yıllar yılı sınıf bildiğim duvarlar?

Çok duygusallaştım birden nedense. Yaa neyse, şu yeni kantini görmeye gideyim de havam

değişsin. Kimse yok ortada. Kantin bomboş. Millet hala derste herhalde. Vaayyy baya afilli

olmuş kantin... deee o kadar insan sığıyor mu buraya? Koca koca koltuklar iyi güzel de

plastik sandalye, tabure takviyesi falan lazım buraya. Ya ne adamım ha, bir bakışla

problemi tespit edip çözüm üretiyorum. Şurdan kahve alayım da şu koltuklara bir

kurulayım azcık. Oh maşallah, kahveyi de Makedonya’dan mı getirtmişler, bu nasıl fiyat?

Machiato olsa neyse...

Aaa sıcak suyu ucuza veriyolarmış. Bundan sonra kahvemi B.M’den alıp burdan da sıcak su

alırım. Bu ne canım! Hem bir mümin bir yılan deliğinden iki defa ısırılmaz. Boykot mallar da

satıyormuş bunlar. Bizim çocukları örgütleyeyim de almasınlar onlardan. Arz-talep

meseleleridir bunlar. Yani almazsak getirtmezler heralde.

Hmm.... Rahatmış koltuklar. Camlarda kocaman kocaman, iyi ışık alıyorlar.

Aa ders bitmiş heralde buraya doğru geliyor insanlar.

İnsanlar yokluğumu fark etmişler heralde, her içeri giren bana bakıyor. Allah Allaaaah..

Bugün üstüme başıma da öyle pek dikkat etmedim ama kızlar gözlerini benden

alamıyorlar… daaaa sanki biraz garip bakıyorlar. Böyle kızgın mı desem şaşkın mı desem,

bilemedim. Nişanlandığımı mı öğrenmişler? Yüzüğüme mi bakıyorlar? Gözüm miyop

olmasa olaylara anlam verebilir miydim acaba çok merak ediyorum. Aaa şunlar galiba

bizimkiler. Ne yapıyor bunlar? Beni gördükleri halde yanıma gelmiyorlar mı? Ama bana

bakıyorlar işte. A aa, şunlara bak yaa, pis pis sırıtıp karşı tarafa oturdular. Ne garip bir gün!

Madem öyle bende face’e girer telefonumla ilglenirim.

Bakalım ben yokken neler olmuş etrafta? Pek bir şey yok galiba. Aa! Bu ne? Bir kaç iyi bir

şey mi demişler? Ne demişler de bu kadar tartışılmış ki? Bayağı da uzuncaymış. Madde

mübarek.

Page 11: Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye ünlendi oralar. Herhalde

Neymiş neymiş? Kantinde kızlar bir tarafta erkekler bir tarafta mı otursunmuş? Ne yani

ben şimdi haremlikte mi kaldım? Tüm o bakışlar, gariplikler bunun için miydi? Ah! Bu nasıl

iş ? Tamam. Müslümanız. Dindarız. Ama aynı zamanda 21.yy’dayız. Duralım, düşünelim

biraz. Ayıralım demek kolay ama gidip de kadını bir yere erkeği bir yere şıkıstıramazsınız ki.

Her an her yerde burun burunasınız

zaten. Siz kantini ayırmışsın ne olcak?

Bunun okulu var, dersi var. Hadi onları

geçtim otobüsü var, metrosu var.

Kadıköyü var, Taksimi var. Biraz daha

büyük düşünün Balkanları Avrupası,

Amerikası, var. Nereye kadar

ayıracaksınız ki? Herkes edebiyle

medenice, saygılı, seviyeli davranmasını

bildikten sonra neden bir sorun olsun ki?

Biraz büyüyünüz, zatınızı olgunlaştırınız,

çıkınız efendim şu ergenlikten, hiç olmadı biraz ara veriniz. Böyle nereye kadar?

Aman, kaldım kız kısmında. İyisi mi ben de şu kantinden çıkayım artık.

Daha neler göreceğiz bakalım bu okulda.

DaRaBe ZeYDuN AmRaN Mini mini medrese talebeleri; kafalarında

takkeleri, gözlerinde sürmeleri, gerdanlarında

misleri, ellerinde alet-i ilimleri koştura koştura

gelirlermiş dar-ı saadetlerine. Misk-i amber

kokulu, küçük küçük kubbeli, on dokuz hücreli,

güllük güneşlik, alakalar kardeşlik, sonbaharı

esintili, ilkbaharı yeşillik, kışları ıhlamurlu,

yazları soğuk sulu, bir medreseymiş

onlarınki…Ancak üzen bir şey varmış bu minik

yürekleri. Çocuk akıllarının saf düşüncelerine

kalplerinin şartsız, kasıtsız serzenişleri eşlik

edermiş de, okudukları kitapların maksadının

dışına taşıverirlermiş bazen. Tahayyüllerindeki

dünyada elbiseler giydirirlermiş okudukları

kalıplara, yeni anlamlar yüklerlermiş lafızlara.

Bazen okudukları bir isim, çocuk dünyalarının

kahramanı olur da, o kahramanın peşinden

giderlermiş. Merak ederlermiş sonraki

maceralarını. Aslında biraz da korkarlarmış

anlayacak diye hocaları. Daha önlerinde

uzuuun bir yol varmış, takatleri de cüretleri

kadarmış. Anlayacak onca şey dururken ne

hacetmiş gezmek başka dünyalarda.

Bilirlermiş bunu ama çocuk aklı işte durmuyor

ki yerinde. Ama ne saadet onlara ki küçük

büyük her fırtınalarında sığınabilecekleri bir

limanları varmış. Şimdi de gelelim onları üzen

bu şeye. Okudukları kitapta takılmışlar bir fiile.

Üzülmüşler failine ve mefulüne.

Anlayamamışlar bu güzel kitaplarda, o büyük

alimler niçin çoğu kere bu fiili kullanırmışlar.

Darabe Zeydün Amran.

Mefulu lehte: Darabtü Zeyden te’diyben lehü.

Niçin edeplenmesi için dövülürmüş ki insan?

Manevi izafette: Daribu Amrin emsi

Muktedı’l irabta: Darabe Zeydün ğulame

Page 12: Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye ünlendi oralar. Herhalde

Amrin. Başta Zeyd’i dövmüşler. Dövülen de

dövermiş ya işte. O da kölesini dövmüş

Amr’ın. Sonra da Amr’ı. Suçlu kimmiş peki?

Zeyd mi? O da gördüğünü yapmış.

Şibh fiilin amelinde: Eddaribu ğulamuhu

Amran emsi ındena. En sonunda olan olmuş

işte bir köle de dövmüş Amr’ı. Balık baştan

kokmuş kuyruğa da sıçramış. E ama insan

gördüğünü yaparmış. Efendisinden görmüş,

efendilerden bilmiş. Bildiğini de etmiş. Hiç

bilenle bilmeyen bir olur muymuş? Eğer bilen

bildiğini yapmazsa bal gibi de olurmuş. Yoksa

bilenin söylediğini yapıp yaptığını yapmayacak

mıymışız? Bu nasıl bir söz ki, bunu bebek bile

bilirmiş. Söylediğini yapmayan zaten bilmiyor,

kendi sözüne inanmıyor demekmiş.

İnanmayan bilmezmiş. Düşünmeyen

inanmazmış. Hissetmeyen düşünmezmiş.

Hissetmeyen insan mıymış? Evet, o da

insanmış. Dostu en merhametliye yalvarmış.

“Bilselerdi yapmazlardı!”...

Gel zaman git zaman talebeler her dayak

yiyene üzülür oldular. Her darabe fiili

geçtiğinde birbirlerine anlamlı anlamlı

baktılar. Onlar hislerini dörtnala koştururken

kurallar tozdan dumandan görünmez oldu.

Hocalarının sesi rüzgâra karıştı, sonra

şimşekler çaktı, güzel bir koku yayıldı etrafa.

Sonra da korktular. Hocalarının bir üzgün

bakışı yerine bu kitaptaki bütün darblar kadar

dayağı göze alabileceklerini fark ettiler. Sonra

dinlediler dersi. Şibh fiiller de amel etmeliydi.

Şartlı da olsa şurtlu da olsa amel ettirdiler.

Bazen marifelik verdiler de amel etti bu

fiilimsiler, bazen bir şeylere sırtlarını dayadılar

da kolaylaştı işleri. Hayatta böyle değil miydi

zaten. Herkes eylem adamı olamıyordu ki

kendiliğinden. Ama sevdiler bu şibh fiilleri. Biz

eylem adamı değiliz ki zaten diyip boş

vermediler. İzin verdiler birilerinin onlara

yardım etmesine, hiç gururda yapmadılar boş

yere. Aslında her insan şibh fiildi biraz. İzin

vermeliydi eksik hissettiği konularda yardım

etmek isteyenlere. Şibh fiil gibi hem razı

olmalıydı şibhliğine hem mücadele etmeliydi

biraz.

Sonra müteallak bahsi geldi. Çoğu harfi cerin

bir müteallağı vardı. Bazen görünmezdi

ortalarda bu müteallak, ama gizli de olsa

olurdu hep, bazen bir kanun formunda car ve

mecrurun içinde, bazen de öncesi ve

sonrasındaki fiilin anlamını taşıyan bir

müteallak; zarfı lağiv adıyla. Sonra zaidler

geldi, bunlar bazen müteallak almıyorlardı,

ancak, anlamları yoktu işte. Zaid harfi cerlerin

manaya bir katkısı yokmuş cümlede, başı boş

insanlar gibi. Bir şeylere gönül vermeyenlerin

hiçbir şey ifade etmediğini anladılar zaidlerle.

Parlayan gözlerle birbirlerine baktılar

talebeler, iyi ki birlikteydiler. Bakışlarını

yakalayan hocaları dediki, aa ama

küçümsemeyin kimseyi, herkesin vardır bir

görevi, bakın mesela zaid harfi cerlerin bir

müteallağı yoktur lakin onlar da içinde

bulundukları cümlenin anlamını güçlendirirler.

Sonra asla müteallak almayanlar geldi.

Bunlardan üçü zaten istisnaydı. Haşa, hala,

ada… Diğer üçünün de mübtedası oluyordu

illaki. Levla, lealle, rubbe… Yalnız değillerdi

yani. İnsanlar da yalnız olamazlardı, fıtratları

gereği birbirlerine muhtaçlardı. Talebeler de

sevdiklerini fark ettiler bu bağlılığı, alakayı,

müteallaklığı. Ve bir şiir okudu hocaları.

“Fezanın genişliği düşmanla iken dardır

İğne genişliği dostlarla iken meydandır.”

Pek hoşlarına gitti ve kaydettiler. Dersler geldi,

geçti, örnekler yazıldı, çizildi. Darabe fiili ise sık

sık uğramaya devam etti örneklere. Küçük bir

meseleymiş ama sinek de küçükmüş hakikatte

ve rahatsız edermiş insanı.

Page 13: Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye ünlendi oralar. Herhalde

İşbu sebepten talebeler molalarının birinde

almışlar başlarını, koyulmuşlar yola. Dayak

yiyen Amr ile dayak atan Zeyd’i aramaya. Her

biri farklı mekanlara uğramış, ancak bu

yolculuk fazla uzun da sürmemiş, bir mola

kadar sadece. Toplanmışlar ve herkes

boşaltmış heybesindeki bilgileri.

Talebelerden biri, bir hocaya rastlamış.

Hassaslığı kelamından belli, tabiatıyla ince

düşünceli bu hoca demiş ki talebeye; bir zeki

öğrenci varmış vakt-i zamanında, hocası

“raeytü Amran” cümlesinde “amr” kelimesinin

nasb alametini sormuş ona. Fetha diyeceği

yerde buğzu Ali’dir demiş talebe. Meğer nasb

kelimesi başka anlamlarda da kullanılırmış.

Mesela Hz.Ali’ye ve evladına düşmanlık eden

kimseleri temsil eden nasıbiler diye bir grup

insan varmış. Talebe de burada Amr b. El-As’ın

bazı konularda Hz.Ali’ye karşı çıkmasından

dolayı nasb kelimesini müteradif anlamını

kastetmiş ve nasıbiliğin alameti buğzu Ali’dir

demek istemiş Yani Zeyd’in Amr’ı dövmesinin

sebebi de bu mu imiş?

Heybeden çıkan bu bilgi minik medreseliler

arasında pek itibar görmemiş. Fakat

anlamışlar ki, küçük meselelerden neler neler

çıkabilirmiş. Ne de olsa biliyorlarmış talebeler,

Hz. Peygamber aleyhisselam’ın “ümmetimin

en hayırlıları benim içinde yaşadığım

zamandaki ashabımdır, sonra onları takip

edenler, sonra onları takip edenlerdir.” hadis-i

şerifini (Buhari, Fedailü’l Ashab 1). Her insan

hata yapabilirmiş. Ancak faziletin taksimi Allah

indindeymiş.

Talebelerden bir diğeri ise; heybesinden gül

kokuları eşliğinde mana denizinden inciler

dökmüş masaya. Miladi asırlardan on üç,

diyarlardan Konya, sevgiler sultanı

Mevlana’dan esmiş rüzgarlar ılık ılık. O; hep

hikâyelerini remzlerle anlatırmış, manaları

zihinlere adeta kodlarmış, remzleri

anlamayanlar pişmiş aşa su katarmış. İşte bir

misal ki bu denizden; fırtınalar durulsun,

“darabe zeydün amran’da” kelimeler

semboldür ki duyulsun:

"Bu Dimne ile Kelile tamamen yalan, hiç karga

ile leylek dost olur mu deme. Ey kardeş hikâye

bir ölçektir, ondaki her mana bir tane gibidir.

Akıllı kişi mana tanesini alır, asla ölçeğe

aldırmaz. Nitekim nahivciler Zeyd Amr'ı dövdü

derler. Birisi; bu kavga dövüş niçin? Amr'ın bir

suçu var mı ki Zeyd yok yere bir köle gibi ona

vuruyor, dedi. Ona dediler ki: Bu söz mana

içindir, maksat buğdaydır, kap sanma. Zeyd ve

Amr irab mevzuudur, ona yalan hamletmek

olmaz. O yine dedi ki: Ben onu bunu bilmem,

Amr'a bu hile bu zulum neden? Zeyd onu niçin

suçsuz yere dövdü? Nahivciler çaresiz alayla

cevap vererek: "Zavallı Amr bir vav-ı zait

çalmıştı Zeyd bunu öğrendi ve onu

cezalandırdı, çünkü haddini aşmıştı, haddini

bildirmek gerekti dediler. O zaman; "İşte şimdi

candan kabul ettim." dedi. Eğri anlayışa eğri

doğru görünür."

Talebeler duydular, önce biraz durdular,

ardından düşünmeye koyuldular ve sonra

duruldular, rahat bir nefes aldılar. Hocaları

çıktı kapıdan gülümseyerek, sanki bütün

çabalarını bilerek. Yumuşacık bir sesle

anlatmaya koyuldu: “İlk nahiv kitabı, El-Kitab’ı,

Sibeveyh 8. asırda kaleme aldı, o nahvin

kurucusu sayılan büyük bir alimdi. Darabeyide

Zeydi de Amrı da ilk o yazdı. Çünkü bu isimler

Arap toplumunda en yaygın olanlardandı.

Darabe ise içinde eylemin olduğu dikkat çekici

fiillerden olmasından sebep ki onu kullandı.

Bakın nasıl da akıllarınız da kaldı.” Talebeler

gülüştüler, hocaları gülümsedi, talebeler

susuştular, hocaları sevildi.

“Dil, anlamlara bir oluktur adeta, fakat

nereden sığacak oluğa deniz?”

(Mevlana Celaleddin-i Rumi)

Page 14: Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye ünlendi oralar. Herhalde

BİR NİŞANIN ANATOMİSİ Efendim son zamanlarda düğün salonunda tertip edilen bir nişan merasiminde bulundunuz

mu bilmiyorum ama ben bulundum. Tövbe, bin istiğfar…

Mutadım olduğu üzere kulağımda kulaklıklarım Türk sanat müziği dinliyordum yolda

yürürken. Ama o mabede yaklaştıkça heyecanım artıyordu desem yalan olur. Zira ayaklarım

geri geri gidiyordu. Her düğün salonunda olduğu gibi elinde sigaraları tüttüren şıngır mıngır

hanım kızlar karşıladı bizi kapıda. O mabede adımımı atmamla beraber ne kulaklığımla

dinlediğim müzik ne de ben kaldım. Çok farklı bir âleme, büyük büyük bilim insanlarının

bulacağız diye uğraştıkları bir zaman makinesiyle ışınlanıvermiştim. Aman Allah’ım… İnsanı

sarıp sarmalayan ama bir dikenli tel gibi rahatsız eden o müzik…

Efendim evvela İstanbul’un kozmopolit yapısının şanına yaraşır, tüm Türkiye’yi bırak tüm

dünya müzik kültürlerini kuşatıcı, geniş müzik repertuarından bahis açmak isterim. Michel

Jackson’dan horonlara, Titanic film müziğinden Ankara havalarına geçiş yapmak nasıl bir

marifettir ve nasıl bir sanattır… Heyhat… Bizler de sanat musikisi dinleyerek ömür geçirelim.

Öte yandan disco backsoundu ile söylenen, kaval efektli cânım Anadolu türküleri Grammy

Müzik Ödülleri’nde yaratıcılık dalında birinci olmaya aday. Böyle bir dal yoksa da ricam en kısa

zamanda böyle bir ödül dalının açılmasıdır. Ancak bu surette bu nadide eserler korunabilir ve

dünya ortak kültür mirasında anılmaya başlanır. Çok ciddiyim…

Öteden beri Türk insanının renk uyumu hususunda bir özrü olduğunu düşünürdüm ki

geçirdiğim bu geceden sonra buna kâni oldum.

Şöyle ki klasik yunan üslubu ile dizayn edilmiş bir

merdiven trabzanının altını turuncuya geri kalan

üst tarafını fıstık yeşiline boyamak hangi milletin

sanat anlayışında mevcut başka, sorarım… Ve

ayrıca mahallenin zıpır çocuklarının bu trabzanı

eğimli olması dolayısıyla uğruna kuyruğa girecek

derecede zevk veren bir kaydırağa çevirmesi,

saçlarını ata ata alımlı, çalımlı yürüyen 5-10 yaş

grubu küçük kızların cakası cabası.

Abus çehrelerle dışarıya çıkan ama annelerinin

çemkirmeleri ile kendilerini mabede geri sokmak

zorunda kalan ve gece boyunca bu iki nokta

arasında mekik dokumak mecburiyetinde kalan

rocker kızların üzüntüsünü, hüznünü ta içimde

hissettim ey aziz okuyucu.

ABD ve Rusya fezaya çıkma projesi çerçevesinde

bilim adamları yetiştireceğiz, yok efendim yatırımlar yapacağız diye uğraşadursun, topuklu

ayakkabıları ile başı fezaya değen onlara rakip olmaya aday genç, yaşlı tüm kadınların yürüme

çabaları geceye damgasını vuran nadide, seyrine doyulmaz anlar yaşattı bizlere.

Page 15: Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye ünlendi oralar. Herhalde

Veee salonu dolduran herkesin geceye asıl geliş amacının vuku bulacağı an başlamak üzere,

karşınızdaaa misket havası. Müziğin çağrısına karşı koyamayan insanlar bir bir er meydanına

dökülmeye başladı. Çift kişi ile oynanan bu misket havasında maharetlerini ve hala gençlik

ateşiyle dopdolu olduğunu mahalleliye gösterebilmek için karşısına 6 yaşındaki bir kızı almak

suretiyle oynamayı göze alarak misketin ritminde vecdle kendinden geçen amca gecenin

yıldızlaşan ismiydi. Gündüz romatizmalarından şikayet ederken gece gençlik iksiri içmişçesine

meydanda kendine rakip olabilecek evsafta bir er arayan dedeler göz doldurdu Ankara

havalarında. Oturanlar ise müziğin afyon etkisiyle ağızları kulaklarına varmış vaziyette tam bir

istiğrak halinde el çırpmakta, kafa ile tempo tutmaktalar ki bir tekkede gözlenebilecek cinsten

kendinden geçişler hâkimdi seyirci kitlesinde de. Efendim, gecenin nihayetinde canhıraş bir

vaziyette resim çektirmekle uğraşan gelin ve damat ile fotoğrafçı amca arasında apaçi dansı

yapan çocuklarda gördüğüm ışığı zikretmeden geçemeyeceğim. Düğünü sizin tahayyül

âleminize bırakıyorum. Bu arada benim için de şans dileyin. Zira kendime gelmem vakit

alabilir.

Based on true events

Hikayesi gizli kalmış annelere.. Mervenur Yılmaz

Odanın ortasındaki tahta masa cevizden

yapılmış olmalı...Bana mezarlıkları anımsatan

bu cansıkıcı odanın içinde, canlı olan tek şeyin

bu ceviz masa olduğunu düşündüm biran.

1987 yılının Nisan’ı, yağmurun izler bıraktığı

camdan daha gri gözüküyor. Bir zamanlar

bahçesinde aylaklıklar yaptığımız, kitap

okuduğumuz bahçe burayı ne kadar

özlediğimi düşündürdü bana. Yağmur

damlaları açık camdan zevkli bir şekilde ceviz

masanın üstüne düşüyorlar. Ne kadar mutlu

olduğumu düşündüm, zaten aylardır dünya

bütün iyilikleri ve güzellikleriyle, bütün

çirkinlik ve kötülüğüyle içime dolsa

taşıyabilecekmişim gibi. Bu yüzden yağmurun,

griliğin bu hale ancak daha fazla anlam

katmasına izin verebilirim. Bir elim alacaklar

gibi sıkıca tuttuğum diplomamda, diğer elimle

ise başörtümü çekiştirip duruyorum. Nereye

koyacağıma bir türlü karar veremediğim

ucunu öylece bırakmaya karar verdim. Zavallı

annem bu halimi görse kimbilir ne kadar

kızardı. Belki kumaşları Fransa’daki

kızkardeşinden getirten, en güzel en moda

elbiseleri kızına bir çırpıda dikiveren Naime

teyzenin kızı Selma’yı hatırlatıp, yorgunluktan

yaslandığı divanın ucundan iç geçirerek dışarı

bakardı. Onun bu iç geçirmelerinin, memur

maaşıyla evimizi geçindirmeye çalışan

babama ya da Fransa’lardan kumaş

getirtemeyişine olduğunu hiç düşünmedim.

Derdi bizimleydi, bizeydi.

Başım kapalı eve geldiğim ilk gün ki hali geldi

gözümün önüne. Ne yapacağını, ne

hissedeceğini şaşırmış olmalı ki önce esip

gürledikten sonra, gelip alnımdan öpmüştü.

Akşam babamın gelmesine yakın hafif sinirli,

hafif telaşlı ama mutlu yüzüyle avuttum

kendimi.Yavaş yavaş artan heyecanımı, onu

hatırlamaya çalışarak bastırmaya

çalışıyorum…

Page 16: Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye ünlendi oralar. Herhalde

Böyle olmuyor, beklemek anlam veremediğim

gerginliğimi artırmaktan başka birşeye

yaramadı. Saate baktım, zaman sanki daha

yavaş ilerliyor. “Kendisi derste, siz burada

bekleyin” diyen görevli gideli on beş dakika

oldu. Kafamda konuşacağım şeyleri yazıp

yazıp, siliyorum. Herşey doğal olmalı. Önce

ikinci sınıftan beri onu ziyaret edemediğim için

özür dilemeliyim. Diplomamı ona vermek

istediğimi anlatırım. Ödül töreninde aklımda hep

onun olduğunu, ikinci sınıftan beri karşılaştığım

zorlukları, eylemlere gidişimizi, çoğu kez

derslerden atılışımı ve son sınıfta okul edebiyat

komitesinin birinci seçtiği hikayemi anlatırım. O

da anlatır. En son görüştüğümüzden beri neler

yaptığını, bizden sonra gelen öğrencilerini, belki

ayrıldığı eşinden bile bahseder hep yaptığı gibi

evliliğe dair öğütler verir…

Ağaçların salınışı hep aynı bu pencereden

bakınca. Eskiden ne zaman bu camdan dışarı

baksam, sağlı sollu dizilmiş ağaçların süslediği

okul yolunun, bir masal kitabından fırlayıp bizim

lisenin bahçesine düştüğünü düşünürdüm.

Evimizin pencereleri de böyledir. Ankara’yı ,

Kocatepe’yi, olduğundan daha güzel ve anlamlı

gösterir. Bu manzara insanların toplam hali

benim için. Ankara’nın kalabalık sokaklarını,

gecekonduların çatılarının üstünden görürsünüz,

arkada Kocatepe henüz tamamlanmış bir resmin

kurumamış parçası gibi durur…

Topuk tıkırtıları duyuyorum. Bastırdığım

heyecanım yeniden alevlendi. Boyu kısa olduğu

için hep topuklu ayakkabı giyen öğretmenimin

kırmızı yüzü, sarıya dönük kumral saçları geldi

gözümün önüne. Kalbimin ritmi, heyecanım

tıkırtılara karıştı. Elimi kolumu nereye

koyacağımı bilmez haldeyim. Aklımda bin bir

türlü şey dolanıyor, konuşacağım ona

söyleyeceğim herşeyi unutmuş olmalıyım, zira

zihnime dönmek istemiyorum. Beni nasıl

karşılayacak bu halimle? Görür görmez mezun

olduğum gün yaptığım gibi sıkıca sarılsın

istiyorum. Kapı açıldı, kütüphane görevlisine o

hiç bir zaman kaybolmayacakmış hissi veren

özgüveniyle, tatlı sert haliyle “misafirim varmış”

dedi. Arkamı döndüm. Kıpkırmızı oldu.

Zannediyorum içimde bir şeyler parmak

uçlarıma doğru hareket ediyor ve birazdan yere

dökülecek. Neden bu kadar şaşkın ve tuhaf

baktı? Yine de bana doğru gelip yanaklarımdan

öptü. İki yıl sonra karşılaşmış olmanın verdiği bir

şey olduğunu düşünmek istedim, ama yabancı

hissetmek belki daha doğru olur bu an için.

Söyleyeceğim herşeyi, bazen hiç söylenmese de

bilinen, bir şekilde anlaşılan duyguların çok

uzağında bir yere götürerek içime attım. Hangi

kitapları okuduğumu, annemi, kardeşlerimin iyi

olup olmadılarını sordu. Üniversiteyi bitirmeme,

öğretmenliğe başlayacağıma sevindiğini söyledi.

Neden sevinmemiş gibi, neden kırgın bakıyor?

Zil çalıyor, kalkmak için hareketlendi “gitmem

gerekiyor” dedi hızlıca. Hızlı adımlarla yürüyor,

çıkmak üzere. Birşeyler demek isterken birden

arkasını döndü ve belki beni gördüğü andan beri

söylemek istediği, söylese rahatlayacağı ve belki

bizi eskisi gibi yapacak şeyi söyledi “yavrum

kendine yazık etmişsin”…

Bana masalları hatırlatan bu ağaçlı yola bir daha

ne zaman gelirim? İçimde söylenmeden kalan

cümleleri anlatarak yürümek istiyorum bu yolda.

1985, Nisan, biraz da yağmur çiseliyor bu

hikayenin sonunda. Sadece biraz kırgınım galiba,

ama memnun ayrılıyorum bu okuldan. Keşke

ona teşekkür edip, diplomamı verebilseydim. Yol

bitti. Bir otobüse atlayıp eve koşmalıyım.

Annemin babamın gelmesine yakın telaşlanan

yüzünü görüp, ferahladıktan sonra

pencerelerimizden aynı tabloyu, aynı

yeknesaklığı görmek için bir kez daha

bakmalıyım dışarıya. Belki Ankara’yı bu kez daha

farklı düşünürüm, Kocatepe’yi de, biraz da tarih

düşünürüm, bu şehrin bana daha neler

öğreteceğini....

Page 17: Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye ünlendi oralar. Herhalde

Zeynep Doğan

ö ş ğı ı ç ı

ı ş ış ö ş ç ı

ğı ı

Ş

Oturtulduğum tekerlekli sandalye tanımadığım

birisi tarafından iteklenirken irkildim bir anda.

Üzerimde birkaç gündür giydiğim eşofmanlarım,

ayağımda mor renkte, uçları hafif incelmiş, benim

olmayan bir çift çorap, çorapların üzerine de

ayağıma paldır küldür geçirildiği belli olan

annemin, tabanları kırılmış, kenarında tokası

bulunan eski siyah ayakkabıları. Yarı baygın bir

haldeyim ama bilincim yerinde. Halimi aynada

görmemiş olsam da gözlerimin şiş olduğunu

hissediyorum. Asansörden inip koridorları koşar hızla geçtikten sonra durduk oldukça büyük

bir kapının önünde: yoğun bakım odası. Görevli kapı şifresini acele bir şekilde girdi ve kapı

açıldı, yine hızla iteklenmeye başladı sandalye. Ne olduğunu anlamadan, arkama dahi

bakmaya fırsat kalmadan kapanıverdi sonuna kadar açılan kapı. Dışarıda kalmıştı herkes.

Önüme baktım, sağıma soluma baktım, kimse yoktu yanımda. Başımdan aşağı kaynar su

dökülme misali şimşekler çakmaya başladı beynimde. Ama maalesef la faide…

İçeriye girdiğim anda gördüğüm manzara karşısında şoka girdim: ben dışında üç tane hasta

yatıyor. Ağızları, burunları hortumlarla dolu, birinin başı sarılı, öbürünün beyin ölümü

gerçekleşmiş, diğeri felçli… iki hemşire konuşuyor. Nöbetteki hemşire diğerine aynen şöyle

diyor: “Emine teyze bugün yarın gider herhalde. Artık tepki de vermez oldu. Diğerleri de

yakında gidici. Allah sabır versin dışarıda bekleyenlerine… “

Emine teyze beyin kanaması geçirmiş. Kafatasını çıkarıp karnına yerleştirmişler. Eğer durumu

iyiye giderse kafatasını karnından çıkarıp tekrar yerine yerleştireceklermiş. Neler olmuyor ki

şu hayatta? Neler duymuyoruz ki gün geçtikçe?...

Beni kapıdan girişte sol köşede bir yatağa yatırdılar. Sağ koluma serum, sol koluma tansiyon,

vücuduma da adını bilmediğim üç tane bandı olan bir alet yapıştırdılar. Yanımda ne kitap, ne

kalem-kağıt hatta ne de saat vardı. Bulunduğum yer bodrum kat, penceresi yok. Tüm ışıklar

sonuna dek açık. Kafamı kaldırıp seruma bakıyorum: bir litrelik serumdan dakikada bir damla

zar zor düşüyor. Bir kol saatine ilk kez o anda o kadar çok ihtiyaç duydum.

Page 18: Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye ünlendi oralar. Herhalde

Gözlerimi rahatsız edecek kadar beyazdı duvarlar. Bilinci az çok yerinde olan birisinin bu

odada uzun süre kalması halinde delirmemesi elde değil. Bir doktorun ne zaman geleceğini

bilmeksizin, öncesinde ona neler söyleyebileceğini hesap ederek beklemek, beklerken de

vaktin hızla ilerlediği düşüncesine hakim olmak adeta bir eşeğin yularından tutup ardından

sürüklemek gibi…

Her hastanın iniltisine gözlerim fal taşı gibi açılıyor, hemşirelerin ayak seslerinden

koşturduklarını anlıyorum. Bir süre sonra derin sulara gömülüyor ruhum, boğulmaktan

korkuyorum. Odanın ağır ilaç kokusuyla hastane kokusu birlik olup hücum ediyor burun

deliklerime unutulmamak üzere…

Beklenen ama gelmeyen insanlar, beklenen ama gelmeyen telefonlar, beklenen ama

gelmeyen saat, peşinden atlı gelir gibi koşsan da bir türlü sesini duyuramadığın hayat… ve

sonunda çaresizliğin verdiği utanç, insana kendi kendine söylenmeyi, kendini dinlemeyi

öğretiyor.

Düşün… iyi ki etrafta kimse yok. e-mail’ler, telefon konuşmaları, sms’ler… Kendinle baş başa

kalmaktan korktuğun için gölgelerine sığındığın onlarca gereksiz insan. Düşün şimdi kendini,

yanlızca kendinle düşün ve gözden geçir hayatını film şeridi gibi gözünün önünden.

Düşüncelerini dinlememek için ne kadar hızlı koşmalısın acaba? Ne kadar hızlı koşarsan koş,

yalnızlığında seni yakalayabilecek olan tek şeydir düşüncelerin; görevini yerine getirme

bilinciyle yapışır yakandan, dilini dışarı düşürmek istercesine. Ciğerlerin yansa, gözlerinden

yaşlar gelse, nefesin kesilse bile yakalar.

Büyümek istemeden büyüdüm ben birçoğunuz gibi... İnsan yalnızlığını sanırım en çok

yüreğinde taşıdığı çocukluğu, gözlerindeki yaşlarla birlikte etrafa saçıldığı zaman hissediyor.

Çocukluğun rengi pembe midir? Herkesin de bildiği gibi renksiz oysaki… pembe tatlıyı

anımsatır tatlı da çocukluğu… bu yüzden hep pembe olarak düşleriz çocukluk anılarını…

çocukluktaki masallar ne de güzeldi! Şimdi en çok acıtan şey belki de yüreğimi; büyüdükçe

masal kitaplarından uzaklaşmak, gerçek dünyanın gerçekliğini gördükçe Kaf Dağı bile

olmayan bir dünyadan yavaş yavaş kopmak… Sarı saçlı bebek? Kumandalı araba? Boya

kalemleri? Yok hiçbiri… gerçek dünyanın gerçekliğiydi en çok gençlikte düşülen yanlış

çukurları, kimbilir… Evet korkunç dakikalar yaşadım bugün… yaşadığım korkunç dakikaları

geride bırakmanın bin bir yolunu da yaşamaya devam ediyorum. Ve hayat devam ediyor,

onunla baş etmenin gereği de… Evet, artık biliyorum ki insanı yıkan, bitkin düşüren, çektiği

sıkıntılar değil aslında. İnsan dertlerini, duygularını paylaş-a-madığı zaman kendi kendini

yiyip bitirmeye başlamış demektir. Ve bir süre sonra bedeni de ruhu da artık kaldıramaz bu

yükü. Yıkılıverir. Ve artık bildiğim ve hafızama derin izlerle kazıdığım bir şey daha var ki her

şeye bedel: insanın en kıymetlileridir ailesi. Başka hiçbir şeyin önemi yok. İnsan hayatında

her ne yaşarsa yaşasın sığınacağı tek limandır onlar… Ve her ne hata yaparsa yapsın en çok

kızacak olan olsa da yine en önce affedecek olan da onlardır.

Page 19: Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye ünlendi oralar. Herhalde

Uzaktaki Yakın;

Balkanlar

Geçen ay, Balkanlar’da Makedonya,

Arnavutluk, Karadağ, Hırvatistan, Bosna

Hersek, Sırbistan ve Kosova’yı gezdik,

gördük. 7 günde, 7 ülke :) Buralar, Ekim

ayında olmamıza rağmen yemyeşil

dağları, mavinin her tonundaki gölleri,

denizleri, birçok medeniyetin izinin

bulunduğu kaleleri, köprüleri, eski evleri

ile gitmeye ve görmeye değerdi. Ama

beni doğal ve mimari güzelliklerden çok

etkileyen buradaki insanların sıcaklığı,

samimiyeti ve içtenliğiydi.

Ben bir diğer Balkan bölgesi olan Batı Trakya’lıyım. Bundan dolayı özellikle Makedonya ve Bosna’yı

biraz Türkiye’ye biraz da Batı Trakya’ya benzettim. Sanırım bundan dolayı Balkan gezisi boyunca

içimde biraz hüzün biraz da mutluluk vardı. Mutluydum çünkü yıllardır gitmek, görmek istediğim bu

Osmanlı yadigarı toprakları ve Osmanlı’nın buraya emanet bıraktığı insanları görme, onlarla tanışma

şerefine nail olmuştum. Ama aynı zamanda hüzünlüydüm çünkü bu insanların da içinde benim gibi

hep biraz hüzün olduğunu biliyordum. Onların da bu topraklarda bin bir çeşit dertleri, sıkıntıları vardı.

Onlar da Anavatan sınırlarının dışında kalmışlardı ve burada kimliklerini koruyabilmek için

mücadeleler vermişlerdi. Bu hissiyatımı, bu topraklardan birinin “Kurtuluş savaşı benim için kurtuluş

değil” sözü daha da perçinledi. Evet, bu insanlar Evlad-ı Fatihan’dı. Anavatan’dan ayrı ama her zaman

Anavatan’a bağlı, uzakta ama yakın.

Balkanlar’da Türk olmak güzel ama zordur. Bir kere en zor gelen tarafı Türkiye’deki bazı

kardeşlerimizin buralardaki kardeşlerini, soydaşlarını unutmuş olmasıdır. Mesela nerelisin sorusuna

cevap olarak “Makedonya, Yunanistan, Bulgaristan…” diye cevap verildiğinde buralarda Türk

olduğundan, buradaki insanların kimliklerini korumak için oralarda bin bir türlü mücadele

verdiklerinden habersiz bazen “Ne zaman Müslüman oldunuz?” “Önceki ismin neydi?” gibi sorularla

karşı karşıya gelebiliyorsun. Sonra Anavatan bildiğin bu topraklarda ‘yabancı’ muamelesi görmek…

Aslında bu konuda kimseyi suçlayamam. Çünkü bu insanlar isteyerek veya bilerek bizleri unutmadı

belki de. Belki onlara tarihleri unutturuldu veya tam anlamıyla öğretilmedi. Tabi ki herkes aynı tepkiyi

veriyor da değil. Bizleri “Osmanlı Torunları” diyerek taltif edenler de var.

Aslında Türk Hükümeti özellikle son yıllarda birçok alanda buradaki soydaşlarına sahip çıkıyor ve her

konuda yardımda bulunuyor. Türk halkının da geçmişe göre bu konuda daha bilinçli olduğunu

görüyorum. Ama yine de sözümü naçizane bir tavsiye ile bitirmek istiyorum. Osmanlı’nın hepimize

yadigâr bıraktığı Balkanlar kaybedilmek için fazlasıyla değerli…

Tarihimizin 500 yıllık aydınlık bir dönemini

hangi el silebilir? Kanımıza, iliğimize işleyen

Rumeli türkülerini hangi dil susturabilir?

Anadolu’nun bağrından kopararak Rumeli

topraklarına yerleştirdiğimiz, sonra bütün

gönül kapılarımızı yüzlerine kapadığımız

milyonlarca Balkan Türkü’nün öksüzlüğüne

hangi idrak, hangi insaf kayıtsız kalabilir?

Yavuz Bülent Bâkiler

( lütfen bkz . hatta elinize almışken bir

çırpıda okuyunuz; “Üsküpten Kosovaya”)

Page 20: Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye ünlendi oralar. Herhalde

Balkanlardan Gelen Sıcak Hava Kitlesi

“The world is a book and those who do not travel read only one page.”

– st. Augustine

Derler ya “Keçileri satıp dünya görmesine

çıktık.” diye işte biz de öyle yaptık bu

sefer. Ağzının tadını bilen, san’attan

anlayan bir hocamız “Gerekirse kuru simit

yiyin ama gezin.” derdi. Kesinlikle! Çok

hak veriyorum kendisine. Zaten işin çok

okuyan mı bilir çok gezen mi kısmına hiç

girmiyorum. İnsan görmediği şeyleri

görüyor, düşünmediği şeyleri fark ediyor.

Her yerin farklılıklarını görürken bir

yandan da ufak da olsa hepsinde aitlik

hissedebileceğin şeyler buluyorsun.

Gittiğin yere göre değişiyor tabii. Benim

için nasıl mıydı peki?

Hani söylenir ya şarkıda; “Orada bir köy

var uzakta o köy bizim köyümüzdür

gitmesek de kalmasak da o köy bizim

köyümüzdür.” Benim bir köyüm

olmadığından pek anlamazdım bu

işlerden önceleri. Ta kii Balkanları gezip

görene kadar. Çünkü anladım ki benim

için -aslında tırnak içinde tüm Osmanlı

için- o köy Balkanlarmış, daha da

özelleştirirsek Makedonya imiş.

Gittiğim ilk andan itibaren biraz

İstanbul'dan biraz Bursa'dan biraz da

Ankara'dan esintiler hissettim ama inanın

gram yabancılık hissetmedim. Üstüne

üstlük restorantta rahat rahat sipariş

verdikten sonra yabancı olanın ben değil

de kırık Türkçesiyle konuşup bize servis

yapan garsonun olduğu zannına kapıldım.

Ama inanın bana, bu kadar çok Türk’ün

olduğu, Türkçe’nin bu kadar konuşulduğu

ve Osmanlı kültürünün taşlara bile sindiği

bu yerde böyle düşünmek işten bile değil.

Gezdim, gördüm, gözlemledim ve burada

en çok çarşılardaki ve cadde

üzerilerindeki mütevazi dükkanların

camında yazılı olan “burek” yazısına

vuruldum. Ayrıca kırık Türkçesine

yandığımız bu güzel halkın, Osmanlı

sıcaklığını -Batı’dan gelen soğuk hava

kitlelerine rağmen- en iyi koruyanlar

olduğuna inandım ve bu sefer Balkan

gelen sıcak hava kitlesi içimi ısıttı.

Tabi buraya kadar bahsettiklerimin hepsi

Eski Üsküp için geçerliydi. Ben gitmeden

önce bilmiyordum, bilmiyorum, siz biliyor

musunuz; Balkanlarda neredeyse her

şehri bir nehir ayırıyor ve nehrin bir

yakasında tarihe dokunurken öteki

yakasında çağı gözlemliyorsunuz.

Sanki iki tarafı birbirine bağlayan

köprüden geçerken gerçekten köprünün

altından ne sular akıp geçmiş, onu fark

ediyorsunuz. Bir köprüyle eskiden yeniye,

Osmanlı’dan Avrupa’ya geçiyor, çok

kültürlülüğü iliklerinize kadar

hissediyorsunuz.

Page 21: Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye ünlendi oralar. Herhalde

Şehre hayat verdiğini düşündüğünüz,

Balkanı Balkan yapan o nehrin şehri

gerçek manasıyla böldüğüne şahit

oluyorsunuz. “Su olmasaydı biz kardeş

olurduk” diyen bu topraklara ait birinin

dilinden suyun o halk için ne ifade ettiğini

çok az da olsa anlıyorsunuz. Bir zamanlar

bir Osmanlı varmış burada diye

sevinirken, karşı yakanın yabancılığıyla

hevesiniz kusağınızda kalırken bilmek

lazım diyorsunuz onlar orada öyle

kültürleriyle dinleriyle varolmak için

çabalarken orada elden giden Balkanlar

olduğunu fark etmek lazım.

Yani burada öyle herşey güllük

gülistanlık değilmiş. Soğuk hava

kitlelerine rağmen insanlar sıcaklıklarını

koruyadururlarken ülkeler durduğu

yerde durmamış. Eski Yunan modern

olmuş. Caddeler, sokaklar heykel

dolmuş. Minareyeyle yarıştırdıkları dağ

tepesindeki haçın daha iyi

görünebilmesi için yılda bir milyon dolar

harcanır olmuş. Eller çalışıp

desteklenirken müslümanın pasifleşif

ötelendiği yerler olmuş Balkanlar...

Peki ne yapmak lazım? Çapımızı, çözüm

olacak ya da bulacak kadar

genişletemedik daha ama şimdilik en

azından bilinçlensek yeter. Günümüz

büyük adamları bu yazıyı okumayacak

belki ama geleceğin büyük adamlarının

okuması daha doğrusu durumdan

haberdar olması şimdilik yeterli olur

sanırım.

Page 22: Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye ünlendi oralar. Herhalde

Mola K. nefais kayıtlarına uzaklarda devam

etti bir müddet. Ürdün’ün kurak havasını

değiştiren bereketli nefeslerin nefaislerini

dinleyebilmekle müşerref olurken,

dünyanın neresinde olursa olsun ilim sahibi

olup hakkını veren insanların

sohbetlerindeki feyiz damlalarının

kaynağının bir olduğunu müşahede etti bir

kez daha. Kelimelere dökülen gönül

incilerinin parlaklığı ise ilim, amel ve halis

niyetle ne kadar cilalanmış olduğuna bağlıydı.

Gönlünü, ömrünü ilme vermiş, yıllarca değerli hocalarının dizlerinin dibine oturup

sarı sayfaların tozunu yutarak, ilmini genişlettiği kadar maneviyatını da

kuvvetlendiren bir deryanın damlalarından nasiplendi Mola K.

Yaşının gençliğine rağmen sahip olduğu ilmi pek çok yerde pek çok insana dağıtmaya

çalışan, yetiştiği medrese ortamının kendisine kazandırdıklarını bugünün şartlarında

da değerlendirmesini iyi bilen, başında sarığı, üzerinde beyaz entarisi ve cüppesi ile

laptopundan farklı ülkelerdeki onlarca kişiye ders veren bir âlim Emced hoca. Ürdün

ramazanlarının uzun gecelerinden sonra iki saatlik uykuyla gittiğimiz derslerde bile

sorularıyla ve anılarıyla dersi canlı tutan sarı sayfaların talibi, sarı sayfaların alimi…

Nefais kaydına sarı sayfalarını yazdık Emced hocamızın, gönüllerimize damlalar düştü

derya pınarından ve unutulmayan izler kaldı sarardığı halde kurumayan

yapraklardan…

Page 23: Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye ünlendi oralar. Herhalde

>>>> Ön kapaktan taşan kısmı buraya doldurduk.

ᴥ Geçen sayımızın ücretsiz dağıtımını yaptıktan sonra çok hazin olaylar yaşadık.

Fakülte bahçesindeki bir çöp kutusunda fanzinlerimizi gördük, nasıl yıkıldık

bilemezsiniz. Bir annenin çocuğunu gözleri önünde katletme edebiyatına hiç

girmiyoruz. Yapmayın, yazıktır, israftır, beğenmeseniz bile çöpe atmayın. Çayın

altına nihale olarak kullanın, efendim, külah yapın içine çekirdek koyun, ne

bileyim, sıcak basınca yelpaze yapın, hiç olmadı, perdenize stop yapın. Allah

müsrifleri sevmez.

ᴥ Diyorlar ki, “Sizin fanzinin niçin hiç erkek yazarı yok?” Çok haklı bir soru.

Doğrusu bu konuda bir takım çalışmalarımız var. Biz öncelikle erkeklerden bir

okur kitlesi oluşturmak için çabalıyoruz. Öncelikle onları okur olarak kazanalım,

sonrasında neden okur-yazar olmasınlar, değil mi ama?

ᴥ Paranoya değil, etrafta bizi değiştirmeye çalışan insanlar var. “Hani Mola?” diye

bize telkinlerde bulunanlar mesela. Dikkat edin, telkin diyoruz. Neden? Çünkü bu

soru aslında “Hanım ola.” iletisini bize ulaştırmak için özel olarak kurgulanmış bir

soru. Mahiyetini biz de tam olarak anlayamadık ama öyle “hanım hanım oturun,

bırakın bu işleri” kabilinden bir şeyler diyorsanız, lütfen bu tarz subliminal

mesajlar vermekten vazgeçin. Her şeyin farkındayız.

ᴥ Biz, Mola K. tüzel kalsın isimleri yazmayalım diye tutturaduralım, bazı arkadaşlar

yazımızdan yüzümüzü okuyabiliyormuş. Olsun, kendiliğinden anlaşılanlar

müstesna.

ᴥ Nasipte kapak içlerini doldurarak içimizi boşaltmak da varmış. Oh be.

Mola K.,

İlim Yayma Cemiyeti bünyesindeki

İlimler ve Sanatlar Merkezi’ne

teşekkürlerini sunar..

Page 24: Bü - Tİ Entertainmentti-entertainment.com/dosya/mola_fanzin03.pdfolarak adı Ameriko Vespuçi diye geçirildi kayıtlara. Dakîkistân olacakken Amerika diye ünlendi oralar. Herhalde

Hayatı anlamadan geçip gidiyoruz. Olgunlaşmak kalbin daha hassas,

kanın daha sıcak, zekânın daha işlek, ruhun daha huzurlu olması demek.

Cemil Meriç