ATATÜRK «Bu memleket dünyânın beklemediği, asla...
Transcript of ATATÜRK «Bu memleket dünyânın beklemediği, asla...
ATATÜRK 100 YAŞINDA
«Bu memleket dünyânın beklemediği, asla ümîd etmediği müstesna bir medeniyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne en aşağı yedi bin senelik, bir TÜRK /beşiğidir. Beşik, tabiatm rüzgânyla sallandı, beşiğin içindeki çocuk tabiatm yağmurlarıyla yıkandı. O çocuk tabiatm şimşeklerinden, yıldınmlarmdan, kasırgalarından evvelâ korkar gibi oldu; Türk oldu. Türk budur: YILDIRIMDIR KASIRGADIR - DÜNYÂYI AYDINLATAN GÜNEŞTİR?»
ZİRAAT BANKASI
AYLIK FİKİR ve SANAT DERGİSİ
S. K. TURAL Atatürk, Kavramlar, 1980'li Yıllar
YAĞMUR TUNALI Dr. Muhtar Tevfikoglu ile Bir Mülakat ...
H. ULVİ KEFELİ Sıla 18
HÜSEYİN MÜMTAZ Türkiye Hazar Denizi'nde Ne Arıyor? 19
AHMET B. ERCİLASUN «Baba Dostu» ... 25
ŞÜKRÜ KARACA Eğridir Boynu Çiçeklerin 28
S. A. CEZZAR Estetik, İlim ve Din (1) ... 29
HASAN KAYIHAN Gül ve Bülbül Devri Gazelinin Baştan İkinci Beyitinin Açıklanması 34
METİN KAYAHAN ÖZGÜL Tercüme Şiir 36
M. İLYAS SUBAŞI «Dil Kurumu Belgeseli» 39
YUNUS KÜRŞAT Şâir Şem'i, Hayâtı ve Divânı 41
COŞKUN ERTEPINAR Seherde Kuşlarla Kalkan Şehir 45
TÜRK DÜNYÂSI DOSYASI 46
Kurucuları : Halide Nusret ZORLUTUNA Emine Işmsu ÖKSÜZ
* Sahibi ve Sorumlu Yazı İşieri Müdürü : YAŞAR EŞMEKAYA
* Genel Yayın Müdürü : MEHMET ŞEREF ÖNAL
• Töre, T.C. MIHI Eğitim Bakanlığı'nca
Tebliğler Dergisi'nin 8 Kasım 1976 tarih
ve 1906 numaralı sayısının 408. sayfasın
da tavsiye edilmiştir.
• Her türlü haberleşme adresi :
TÖRE DERGİSİ
P.K. 211, Kızılay - ANKARA
* ABONE ŞARTLARI :
Yurt içi altı aylık : 300 TL.
Yurt içi yıllık : 500 TL.
Yurt dışı yıllık : 35 D M .
Askerî personele, öğretmen
ve öğrencilere yıllık : 450 TL.
Taahhütlü yıllık : 600 TL.
* Yurt içi havaleler 71978 numaralı posta
çekine; yurt dışı havaleler Türkiye İş
Bankası, Ankara Gaziosmanpaşa Şubesi
72 numaralı hesaba yapılmalıdır.
Temsilcilere 37.5 TL'dan ve ödemeli
olarak gönderilir.
Basıldığı Yer : FON Matbaası
Tel : 1126 95 — ANKARA
• Her hakkı mahfuzdur. TORE'de yayımla
nan yazılar, TÖRE Dergisi'nden yazılı
izin alınmadıkça hiçbir surette iktibas
edilemez.
SAYI : 126 YIL : 11 KASIM 19&1
Başyazı
ATATÜRK - KAVRAMLAR - 1980'Lİ YILLAR
S. K. TURAL
1981, yüzüncü doğum yılı münasebetiyle Atatürk yılı: Bu yıl, Atatürk'ü bir askerî, politik dehâ olarak anlamamız; manzumecilik veya gazete fıkracılığından arındırılmış bir şekilde kavramamıza imkân verecek çalışmalar yapılmalıdır.
Bunların en başında «Büyük Nutuk» ile «Söylev ve Demeçler» in kavram indeksinin yapılması gelir. Bu iki kaynağa Prof. Afet İNAN'm «Atatürk'ten Yazdıklarım», «Çankaya» (Falih Rıfkı) ve «Ben de Yazdım»! (Celâl Bayar) bunlara katarsanız beş mühim kaynağı elde edersiniz; bundan sonra «Atatürk'ün kullandığı kelimeler» veya «kavramlar» indeksini hazırlamak kolaylaşır.
Kasımlarda ölümüne ağlanan bir Atatürk yerine düşünce dünyası kavranılan ve yaşatılan Atatürk arasında tercih yapmak durumunda değiliz.
Atatürk'ün kavramlara verdiği karşılıkları gösteren bir sözlüğe seksenli yıllarda daha çok ihtiyaç vardır: Yetişen nesli kurtarmak, yanıltılan entellektüeli (!) ikaz etmek için fikrî temelleri gösterilmiş bir «Kavramlar ve Atatürk» sözlüğüne muhtacız.
Meselâ Atatürk, millet, milliyetçilik, Türk, tarih, halk, coğrafya, din, ekonomi, eğitim, dil, sanat, edebiyat, inkılâb v.b. kavramlara ne karşılık vermiştir? Bunları kronolojik olarak bir araya getirirseniz çağın putperestliği olan Marksizm'e karşı fikirleriyle Atatürk'ü koymuş olursunuz.
Stalin Rusya'da yaşayan Türk topluluklarının Beyaz Ruslar karşısında eksik ve geri olduğunu iddia ediyor ve bu iddiayı tarihî kültürlerinin yapısına bağlıyor, (J. Stalin, Ulusal Sorun ve Sömürgeler So-
2
runu, s. 59 - 119) veya halk Sovyeti'nden her birinin teşekkül etmesini önleyen bir karşı güç olarak gördüğü «millî benlik», «millî gurur» ve «millî güven» şuuru karşında aşağıdaki sözlerle Türk entellektüeli-ni zehirliyorsa bu sözlük daha çok gerekli değil midir? Stalin'in «millî benlik», «millî gurur» konusunda söylediklerine bakalım:
«... Sadece Sovyetik kurumlar içine değil, ama parti kurumlarına da sızan, federasyonumuzun her noktasında kötü kötü dolaşan ve eğer bu yeni güce karşı kesin bir biçimde direnmez, eğer onu kökünden kesip atmazsak, bizi, bir zamanlar egemen olan ulus proleteryası ile proleterya diktatörlüğünü yıkacak bir bozuşma tehlikesi ile karşı karşıya getirecek Büyük Rus şovenizminin doğduğu görülür. Ama NEP sadece Rus şovenizmini beslemekle kalmaz, özellikle birçok milliyetlere sahip cumhuriyetlerdeki yerel şovenizmleri besler. Gürcistan, Azerbaycan, Buhara gibi yerlerden söz ediyorum; kısmen öncü öğelerin üstünlük için belki kısa bir süre sonra kendi aralarında yarışmaya başlayacakları bir çok milliyetin varolduğu Türkistan da düşünülebilir.» (Stalin, a.g.e., s. 94)
«Bilinçli proleterya burjuvazinin ulusal bayrağı altında sıraya girmez. (...) Özünde burjuva bir nitelik taşıyan ulusal hareketin alın yazısı, elbette burjuvazinin kaderine bağlıdır. Ulusal hareketin kesin çöküşü ancak burjuvazinin çöküşü ile olanaklıdır.» (Stalin, a.g.e., s. 23)
Tarih bilgisini, sosyolojiyi, tecrübî psikolojiyi inkâr eden pratik akla özel (!) bir muhakeme (!) getiren bu zırvalarla mestolmuş kimseler sadece 18-25 yaşındakiler midir? Kavramlara komünist diyalektiğe uygun karşılıklar aramak ve bunu naslaştırmak Marksizm ve Marksistler in çıkmazıdır.
Leninın kitaplarından veya diğer komünist literatürden Sovyet'e giren milletlerin eşitliğini (!) sağlama yolunda verilmiş özel karşılıklardan sarf-ı nazar ediyoruz. (Bu konuda merak gidermek üzere b. Aslan SAYILGAN, Ansiklopedik Marksist Sözlük, 3. bs. İst., 1976)
Türkleri ilgilendiren bu özel karşılıklardan sonra Atatürk'ün Türk, millet ve milliyete verdiği karşılıklara bakalım:
«Bu memleket dünyanın beklemediği, asla ümid etmediği müstesna bir medeniyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne en aşağı yedi bin senelik, bir Türk beşiğidir. Beşik, tabiatın rüzgârlariyle sallandı, beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurlariyle yıkandı. O çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvelâ
3
korkar gibi oldu; Türk oldu. Türk budur: YILDIRIMDIR KASIRGADIR DÜNYAYI AYDINLATAN GÜNEŞTİR;» (Aslı el yazısıyla Polatlı Topçu Okulu'nda.)
Sosyolojik bir gerçeklik olan «milliyet duygusu»nun, «millî benlik» şuurunun ifadesi olan bu fikirlere Marksizm dışında reddiye düzenlemek mümkün mü?
«Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk Milleti'nin TARİHÎ vasfı da güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, zekâsını, ilme bağlılığını, güzel san'-atlere sevgisini millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür. Türk milletine çok yaraşan bu ülkü, O'nu bütün beşeriyette, hakîkî huzurun temini yolunda kendine düşen medenî vazifeyi yapmakta muvaffak kılacaktır.» (Onuncu Yıl Nutku)
Türküm diyebilmeyi mutluluk sayan bir kimse bu hükümleri aşırı veya abartılmış yahut yamtlıcı bulabilir mi?
«Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel herşeyden evvel Türkiye'nin istiklâline, kendi benliğine ve millî ananesine düşman olan bütün anâsırla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir. Beynelmilel vaziyet-i cihana göre böyle bir cidalin (kavganın) istilzam eylediği (gerektirdiği) anâsır-ı ruhiye ile mücehhez olmayan fertlere ve bu mahiyette fertlerden mürekkep cemiyetlere hayat ve istiklâl yoktur.» (Atatürk'ün Maarife Ait Direktifleri, İst. 1939 s. 7)
Sosyoloji, tecrübî psikoloji ve kültür tarihi araştırmaları bu kavramların arketip'e uzanan inceliklerini de ortaya koyarlar; ancak, ilk vazifeleri yanlış yorumları önlemek, şarlatanları susturmak üzere, Atatürk'ün kavramlara verdiği karşılıkların önce kronolojik indeksini; sonra, tarihî hadiselere yaslanan tefsirlerini yapmaktır. Entelektüelimizi, yarı aydınımızı ve yetişmekte olan gençlerimizi kurtarmanın yollarını arayanlar, 1980'li yılların meseleleriyle karşı karşıya olanlar ve Kasımlarda manzumecilikten arınmış bir Atatürk'ü yaşatmayı düşünenler, Atatürk ve kavramları meselesini halletmeye mecburdurlar. Bu mecburiyet DEVLET'in ve CUMHURİYET'in temel felsefesinin kaosta kalması neticesinde anarşiye prim vermek günahını yüklenmek veya yüklenmemek tercihini de ortaya çıkaracaktır.
4
M ü l a k a t
Dr. MUHTAR TEVFİKOĞLU İLE
«Türklüğün üç kıtaya yayılmış ihtişamlı vatan coğrafyası üzerinde, asırlar boyu zevk, irfan ve san'atla yoğurduğu ince elekten elediği, her kelimesini, her deyimini ses, şekil ve mânâ bakımından geliştirip mükemmelleştirdiği İstanbul lehçesi... Milletimizin eriştiği en yüksek seviyede elmas gibi parıldayan ince, zengin, tortusuz, güzel dilimiz. İstanbul lehçesi, benim gözümde Türklüğün müşah-haslaşmasıdır...»
Yağmur TUNALI
TUN ALI — Efendim, zannediyorum, en çok hekimliğiniz ve Yahya KemaVle olan 12 senelik dostluğunuzla tanınıyorsunuz. Ama, erbabı nezdinde, bu iki vasfın yanında, hikayeci, araştırmacı ve münekkit taraflarınız da, bu vasıflarınızla paraleldir. Aslında, sıralansa bir düzine tutacak olan meşgalelerinizi birbirinden müstakil olarak ele almak yerine, bir bütünün ayrılmaz parçaları olarak düşünmek, bana daha doğru geliyor. Bu husustaki mütalaanızı almak isterim. Ancak, «şahsiyet bütünlüğü» noktasını suâlime mihver kabul etmenizi istirham edeceğim.
5
TEVFİKOĞLU — Evet, mesleğim hekimlik, tıp doktorluğu.. . Tıbba isteyerek girdim, severek bağlandım, bütün mihnet ve meşakkatine rağmen, her-şeyi bir anda unut turan manevî hazla, şevkle ve eksilmeyen heyecanla mesleğime devam ediyorum. Tıb ilmi, son derece geniş, karışık, karmaşık bir sahadır. Diğer bü tün ilimlere ve sanatlara dal budak sarmıştır. İnsan o sahaya girince, kıyısını bucağını dikkatle, sabırla araştırmaya incelemeye mecburdur. Aksi takdirde, hiç adımını atmamalıdır. Hi-pokrat ' ın dediği gibi «Sanat uzun, hayat kısa». Bu geniş sahanın her köşesini tam manâsıyla tanımaya insan ömrü yetmeyeceği için, hekim mesleğe başladığı günden son nefesini vereceği ân'a kadar, şüpheler, tereddüdler, üzüntüler içinde kahrolur gider. Buna karşılık, bu meslek, insana geniş ufuklar kazandırır. En iyi tarafı budur. Bir büyük âlim, tıbbı, «science de l 'homme» (insan i lmi) diye tarif etmiştir. İnsan, kavranılması güç, belki de imkânsız, karmakarışık bir varlıktır. Dünyâ içinde dünyâ.. İnsanın organik ve ruhî yapısını incelemekle iş bitmiyor. Zaman içinde, çeşitli tesirler karşısında, topluluk hayatında aldığı tavırlar, hattâ çoğu zaman kendi kendisiyle çatışmaları, çelişkileri, yâni her yönüyle iç ve dış alâkalarının ördüğü son derece ilgi çekici bir kumaş: Bu tarafı da tedkîke değer.
Her an değişen akıcı bir rûh hâlini tahlîl kolay mı? Ama zor
da olsa, insanı, maddesi ve ruhu ile, iç ve dış dünyâsı içinde, günü
gününe, ânı ânına uymayan muğlâk manzarasıyla müşâhade etmek,
bizim vazifemiz.
Bu çalışmalar arasında, bir takım ince değişmeleri iyice mü
şâhade edip, düğümleri ortaya çıkartmak ve çözmek, bu mesleğe
hem ilim, hem san'at vasfını veriyor. Yâni ilimle sanat birleşiyor tıp-
da. Tabiî, bu işi yapmak için, kemâliyle yapmak için, incelik ruhu
ister, san'atkâr mizacı ister.
Tıbbın konusu, bir kelimeyle «insan» olduğuna göre, işin içine kendiliğinden ve her şekliyle san'at da girmiş olacaktır. San'at ki , insanı, «yaratılmışların en şereflisi» vasfına götüren, en emin, en büyük yoldur. Ve yine san'attır k i , her türlü yorucu çalışmalar, didinmeler arasında insanı dinlendirebiliyor. Tek serin vadi, yegâne güneşli ada...
Benim hayâtım, tıb, edebiyat ve san'at arasında bölünmüş de
ğil. Aksine, bütünleşiyor. Sizin «şahsiyet bütünlüğü» derken kasdet-
«Her an değişen akıcı bir ruh hâlini tahiîl kolay mı? Ama zor da olsa, inşam, maddesi ve ruhu ile, iç ve dış dünyâsı içinde, günü gününe, ânı âmna uymayan muğlak manzarasıyla müşâhade etmek, bizim vazifemiz.»
tiğiniz bu ise, çok haklısınız, iyi müşâhade etmişsiniz. Tıb'la san'atı bir arada yürütmek zor olsa bile, hem mümkün, hem zevkli. Tıb'la san'at'ı bir arada yürütmek, benim fikrî ve ruhî yapıma daha uygun gelmiş galiba. Bizim edebiyatımızda ve Batı edebiyatında, bu iki işi bir arada yürüten şahsiyetler az değildir. Hattâ bâzıları, san'-atta o kadar büyük ve haklı şöhret yapmışlar, başka bir söyleyişle adetâ öylesine yıldızların katma erişmişler ki, artık hekimlikleri unutulmuştur,
İsterseniz, bir-iki misâl vereyim: Edebiyatımızda mühim bir yeri olan Cenâb Şehâbettin, hekimdi. Ama hekim olduğunu pek az kimse bilir, herkes O'nu «şâir» olarak tanır. Rahmetli dostum F. Ce-lâleddin (Fahri Celâl Göktulga), hekimdi. Ama «hikayeci» olarak tanınır. George Duhamel, hekimdir. Ama Fransız Edebiyatının sönmeyen bir yıldızıdır. Anton Çehov, hekimdi. Ama Dünya Edebiyatının doruğuna adını yazdırmış bir «hikayeci» dir. Bunları hekim olarak kimse tanımaz; ama «san'atkâr» olarak herkes (tabiî edebiyat ve san'ata âşinâ olanları kastediyorum) tanır. Çehov dedim de hatırıma geldi; Onun hayâtını okurken bir sözünün altını çizmiştim: «Hekimlik nikâhlı karandır, fakat edebiyat metresimdir, ondan ayrılamam» diyor Çehov.
7
Bir görüşle, mizacımızı ören eğilimler yumağını çözerek, ruhî plânda bir gerçeği pek güzel vurgulayan bu cümleyi, geçen yıl bana yine sizinkilere benzer suâller soran bir gence de aynen nakletmiş-tim. Çehov'un teşbihi güzeldir ve doğrudur.
Benzetmek gibi olmasın ama, benim için de edebiyat, kendisinden hiç bir zaman ayrılamayacağım bir sevgilidir. Eksilmeyen bir sevgi ve heyecanla onunla yaşıyorum. Bir yandan meslekî çalışmalarıma devam ederken, bir yandan da şiir, hikâye, tenkid, makale, araştırma gibi sahalarda elimden geldiği kadar bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Konuşmamızın başında, bir yerde Hipokrat'ın bir sözünü zikretmiştim: «Sanat uzun, hayat kısa». İşte benim de tek yakındığım şey, zaman. Başka hiç bir şeyden şikâyetçi değilim. En çok zamanımı alan okumak, okuduklarım üzerinde düşünmek, tenkid süzgeciyle her cümleyi incelemek, notlar almak, başka yazarların aynı ve değişik çizgideki fikirleriyle karşılaştırmak, te'lif etmek, yâni kendimce bir terkibe varmak. Yıllardan beri bunun peşindeyim kısacası. Sonunda bir şeyler çıkarmaya çalışıyorum. Sâdece günün yirmi dört saat oluşundan şikâyetçiyim.
TUN ALI — Kültür ve medeniyetimizin en soylu eserlerini taşıyan istanbul'u sevmeniz ve bu büyük şehrin tarih ve san'at hazînelerini adetâ yaşarca-sına, dâima ön planda tutmanız, edebî çalışmalarınızda kendini gösteriyor. Bilmem yanılıyor muyum?
TEVFİKOĞLU — İstanbul, Türk Medeniyet i'nin muhassalasıdır. Anadolu ve Balkanlar Türkiye'sinin ve Türklüğünün özüdür. Türk'ün medeniyet târihinde silinmez mührüdür. Yahya Kemâl, Malazgirt'ten evvelki devirlerimizi «Kablettârih» (tarih öncesi), sonraki devirlerimizi «târih» olarak görüyordu. Yahya Kemâl'in fikrinden hareket edersek, İstanbul, en az dokuz asırlık târihimizde eriştiğimiz yüksek zevk ve san'at merhalesidir. Onun için, istanbul'u iyi tanımak, târihini, san'atmı, tabiatını, kültürünü, muaşeretini iyice bilmek lâzım. O bir târihtir. San'atın, şiirin ta kendisidir.
Ben aslen Ankara'lıyım, ama İstanbul'da doğmuşum. Ömrümün büyük bir kısmı İstanbul'da geçti. Onu her gün, biraz daha yakından tanımaya çalıştım ve çalışıyorum. Hemen söyleyeyim ki; İstanbul sevgisini tutkunluk hâlinde içimde körükleyen ve besleyen, Azîz üstadım Yahya Kemâl olmuştur. O'nunla birlikte İstanbul'un hemen hemen her köşesinde gezip dolaştığımız, oturup sohbet ettiğimiz yıllarda, İstanbul sevgisinin Üstâdda millî bir târih şuuru hâlinde ışıl ışıl parladığını bir çok defalar gördüm; gözlerinde ve sözlerinde gördüğüm bu parıltılar, beni de aydınlatıyordu.
8
Sohbetlerimizde bazen yabancıların İstanbul 'u ve bizi nasıl görüp gösterdikleri bahsi üzerinde dururduk. Tabi ' metinlerin şâhitlikleriy-le . . . Bu arada Pierre Loti, Claude Farrere, Henri de Regnier, Gerard de Nerval, Lamartine gibi dost kalemleri sevgi ile yâdederdik. Öte yandan, İstanbul 'un harikulade estetiğini farkedemeyen, Tü rk 'ün ruhunu anlayamıyan yazarları da esefle hatırlardık. Gaston Deschamps ve onun gibileri. . . Gözleri ve gönlü ilâhî güzelliklere kapalı Deschamps, zarif minarelerimizi sönmüş şamdanlara benzetirken, Henri de Regnier, bizi o kadar sevmiş, bize o kadar ısınmış ki mezarının bile serviler ve minareler arasında olmasını istiyor. Güzellikleri, incelikleri hissedebilen ruh ile hissedemiyen ruh arasındaki fark işte buradadır.
Yahya Kemâl çok eski bir makalesinde de (yanılmıyorsam 1921 de) bu konuyu emsalsiz üslubuyla işlemiştir. Aynı yazının son bölümünde Victor Hugo'dan sözeder. Hatırımda kaldığına göre, Hu-go'nun, şark manzumelerini yazarken, Paris ufuklarından doğan güneşi örnek aldığı için manzumelerinin boş bir çerçeve hâlinde kaldığını belirttiken sonra, eğer Hugo İstanbul'a kadar gelseydi, hiç şüphesiz o manzumeler bir rûh ihtiva ederlerdi. O ruh biz olurduk. Yazık ki gelmedi, der.
Konuyu dağıttık galiba. O tatlı hâtıraların akışına kendimi bırakırsam, söz çok uzayacak. En iyisi sorunuzdaki İstanbul bahsine kısa bir şey ilâve ederek son vereyim.
Benim yazdıklarımda, Anadolu'da gezdiğim, gördüğüm, içinde yaşadığım bir çok şehir, kaza, kasaba ve köylerin izleri, izlenimleri de var. Nasıl olmasın k i , Türkiye Coğrafyası, bir bütündür . Onun içindeki Tü ık lük , bütün medeniyet, san'at eserleri ve yaşama tarzıyla bizim en azîz varlığımızdır. Anadolu'da bulunduğum yıllarda kafamda, gönlümde silinmez izler bırakan, güneşli hâtıralar yaratan nice târih ve san'at eseri ve nice asil ruhlu, keskin zekâlı, filozof mizaçlı insanlara rastladım. Bunların hepsi, yazılarımda, bilhassa hikâyelerimde motifler hâlinde yer almıştır. Burada hemen şunu da belirtmek gerekir ki , İstanbul artık, eski İstanbul değildir. Eski İstanbul 'un çehresi, san'at, târih ve millî hâtıralarla örülmüş pitoreski ne yazık ki çok değişmiştir. Kör kazma —bakın bu «kör kazma» tâbiri de Yahya Kemâl' indir, altmış sene önce ilk defa o kullanmış! Bu tâbirin içinde yatan hakikât en büyük derdimizdir— evet, o kör kazma, yüzlerce târih ve san'at eserini, bahâ biçilmez ecdâd yadigârlarını şuursuzca silip süpürmüştür. Bir kısmını da yangınlar. . . Bu lâtif şehri mâzi-siz, hâtrasız, bomboş ve kupkuru hâle getirmek için ne yapılmak lâ-
9
zımsa yapmışız, kör kazmayı sallamışız. Talihin lûtfuyla, san'ata, târihe saygılı bazı idareci ve mimarlarımız sayesinde kurtulanlar kurtulmuş. Onlar da olmasa, bugünkü İstanbul, yeni kurulmuş, mânâsız, görgüsüz, zevksiz bir büyük yerleşme merkezinden farklı manzaraya sahip olmayacaktı. Vaktiyle Emin Bülend, Hisarlara bakarak:
«Minnet sana bânîne, mukaddes şühedâna» «Minnet seni mahveylemeyen dest-i zamana»
Demişti. Hisarları ve daha nice dev gibi san'at ve târih manzumelerini o zarif yalıları, konakları, cami, mescid, medrese, imaret, han, hamam, çeşme vesaire binlerce şaheseri yapanlara, yaptıranlara elbet minnet borcumuz büyük. Fakat , o âbide - eserleri mahveylemeyen dest-i zamanı kıskanmış olacağız ki , minnet borcumuzu elimizdeki kör kazmayla ödemeye kalkmışız. Hazin bir konudur bu.
Yıktığımız, kökünü kazımaya koyulduğumuz bütün o güzelim yapıların yanında bir de ucun ucun tahribe giriştiğimiz manevî değerlerimiz var. Bunların başında «İstanbul lehçesi» gelir. Türklüğün üç kıtaya yayılmış ihtişamlı vatan coğrafyası üzerinde, asırlar boyu zevk, irfan ve san'atla yoğurduğu ince elekten elediği, her kelimesini , her deyimini ses, şekil ve mânâ bakımından geliştirip mükem-melleştirdiği İstanbul lehçesi... Milletimizin eriştiği en yüksek seviyede elmas gibi parıldayan ince, zengin, tortusuz, güzel dilimiz. İstanbul lehçesi, benim gözümde Türklüğün müşahhaslaşmasıdır; onu da bir müddettir kendi elimizle hançerlemekten geri kalmamışız. Garip ve hazin bir konu da budur.
TUN ALI — Okuduğum ve yasayanlardan dinlediğim Icadarıyla, dünkü Türk Hayâtında, şiire, mûsikî'ye, topyekûn güzel san'atlara bigâne kalmak, âdeta imkânsızdır. Sizin de bu kanâati ifâde eden cümlelerinizi hatırlıyorum.
TEVFİKOĞLU — Tabiî efendim. Türk 'ün hayâtında, gerek daha önceki geniş coğrafya içinde gerekse şimdiki millî hudutlar içinde olsun, her devirde, şiir, mûsikî ve tek kelimeyle güzel san'atlara, daha umûmî söyleyişle, yaratılmış güzelliklere bigâne kalmak imkânsızdı. Bugün de imkânsızdır. Türk , san'atı yapan ve yaşayan insandır. Dilimizdeki kelimeler, deyimler, atasözleri bile, ahenk, mânâ, incelik ve kıvraklık bakımından başlıbaşma birer san'at eseridir. Bu zengin, bu güzel dili kullanan millet, san'attan uzak kalabilir mi?
Hele, eski İstanbul, daha geniş çerçevede eski Türk hayâtı, mimarîsi, mûsikîsi, şiiri, edebiyatı ve muâşeretiyle tam manasıyla rafine idi, haddeden geçmişti.
10
TUN ALI — Buraya kadar konuştuklarınız, bizi, «Neleri kaybettik, neleri kazandık? Veya dün-bugün mukayesesi...» noktasına getiriyor. Şüphesiz, dünü kendi şartlarında, bugünü de kendi şartları içinde anlamak ve değerlendirmek lâzım. Ancak, dünkü nesillerle, bugünkü nesil arasında, şiir, edebiyat ve san'at bakımından bir fark olduğu kanâatindeyim. Bu hususta ne düşünüyorsunuz?
TEVFIKOGLU — Doğru. Konuşma, bizi bu noktada «dün-bugün mukayesesi» ne getirdi. Ancak, dünle bugünün, dünkü nesillerle bugünkü neslin de hudutlarını iyi çizmek, tarifini net olarak yapmak lâzım. Ve tabiî, sizin de söylediğiniz gibi «dün'ü kendi şartlarında, bugün'ü de kendi şartları içinde anlamak ve değerlendirmek lâzım». Dünkü nesiller, yaptıklarıyla, yazdıklarıyla, yâni eserleriyle ortadadır. Şanıyla, şerefiyle büyük bir maziyi bariz çizgileriyle devam ettirmişlerdir. Onların hepsini, hakkıyla tetkik edip anlamak, lâyık oldukları yerlere oturtmak için, batı anlamında araştırıcı ve münekkitlerden mâalesef yoksunuz. Keşke öyle araştırıcı ve münekkitlerimiz olsa ve bütün o değerli eserler ve yaratıcıları objektif hükümlerle yerlerine oturtul-sa.. . 0 zaman, göz kamaştırıcı bir manzarayla karşılaşırız. Bu büyük millet, san'at zevki, san'at sevgisi ile yoğrulmuş olan halkımız, gerçekten, büyük eserler meydana getirmiştir. Ancak sapık ideolojilerin hizmetçisi olanlardır ki , veya millî duygudan, sağduyudan nasibini almayanlardır k i , bu büyük mîrası reddetmeye yeltenebilirler. Oysa, o mâzî, bizi geleceğe bağlayan en büyük hazînedir.
TU NALI — Evet, bugünkü nesil?
TEVFIKOGLU — Bugünkü nesil üzerinde pek konuşmak istemiyorum. İçlerinde demin bahsettiğim mîrası kabul etmeyip reddedenler varsa, onlara diyecek sözüm yok. Bilerek veya bilmeyerek girdikleri sakîm yolda yürüsünler. Ancak, Türk kül tür mirasını kabul edip de, Türk kül tür mirasına sarılıp da kendilerinden o hazîneye bir altın halka ilâve etmek isteyenler hakkında biraz konuşabiliriz. Bir de gerek edindikleri bilgilerin yetersizliği, gerekse benimsedikleri metodun geçersizliği yüzünden, bir şey yapamayanlar üzerinde kısaca durabiliriz. Bana öyle geliyor ki , bugünkü nesil, işin kolay olanına, kaba olanına itibâr ediyor. Fransız romantikleri «Le laid est beau» demişlerdi; ama bunu söylerken onların maksadı başkaydı. Yeni nesilden bâzıları, çirkinde güzellik arıyorlarsa, böyle bir iddiada bulunuyorlarsa, kanaatimce aldanıyorlar. Çünkü, çirkinin de güzel taraflarını görebilmek için, bütün güzellikleri görebilecek bir göze, çok hassas bir işitme, çok hassas bir koku alma, bir tad alma duygusuna sahip olmak lâzım. Mânevi mânâdaki bu hususiyetler, ancak kültürle elde
11
edilir. Bunun da şartları vardır. Sistemli, mukayeseli tarzda okumak, incelemek ister. Yıkıcı olmamak, yapıcı bir ruhla hareket etmek gerekir. Yıkmak kolaydır, pek fazla gayret ve zaman istemez. Mehmet Akif :
Sâde sen göster i ver «işte budur kubbe!» diye; İki ırgadla iner şimdi Süleymâniyye. Ama gel kaldıralım dendi mi, heyhat, o zaman Bir Süleyman daha lâzım yeniden bir de Sinan.
diyor. Gençlerin, Kanunî Sultan Süleyman ve Mîmar Sinan olmaya özenmelerini istiyoruz. Dahası, «Süleymâniye Kürsüsünde» şiirini söyleyen bir Akif'e özenmelerini; «Süleymâniye'de Bayram Sabahı» şaheserini veren bir Yahya Kemâl'e özenmelerini istiyoruz. Bunun için de, usta-çırak çalışmasına yönelmeleri gerekir. Yine, o zengin hazîneye, o büyük mîrâsa döndük.
Eski Üstâdları, ustaları dikkatle incelemeleri, onlara özenmeleri, onlara yetişmeye çalışmaları ve eğer ellerinden geliyorsa, onları geçmeye, onları aşmaya bakmaları gerekir. Eskiler buna «meşk» diyorlardı. Meşk, bir atölye çalışmasıdır. Bugünkü nesil, onu bir kenara itmiştir. Meşk edeceği ustayı da iyi seçmelidir, bu işin başlangıcında bulunan. Şiir sahasında yeni nesilden birçokları on asırlık ata yadigarı olan <caruz»u ve yine eski bir târihi olan «hece» yi bilmedikleri gibi, parmak hesabında bile yanıldıkları oluyor. Daha olgun yaştaki birtakım şâirlerimiz ise, sâdece aruz'un veya hece'nin arabalarıyla karar^ lama bir yere vardıklarını sanıyorlar. Vezin, bir vâsıtadır, ona hâkim olursanız, belki bir yere gidebilirsiniz. Ama, kendinizi onun hâkimiyetine terkederseniz, sizi tesadüfen güzel bir vadiye götürebileceği gibi, bir gün de bir bayırdan aşağı yuvarlayabilir. İşte «meşk» dediğimiz şey, bu noktada çok mühimdir. Ustayı iyi seçmek, o ustanın bulduğu kelimeleri veya nağmeleri, yâni, şiir ve mûsikî cümlelerini dikkatle incelemek, duymak, yaşamak, O'nun geçtiği yollardan döne döne geçmek lâzım. Bugünkü nesilde bu sabır yok. Kaldı ki, kullandığı dil, artık bin bir müdâhaleyle bozulmuş, sakatlanmış, örselenmiş, yozlaşmış durumdadır.
Racine'in bir mısraında söylediği gibi «kafamızda ıslık çalan yalanlar» a benzeyen kelimelerle, hâlis san'at eserleri verilemez.
Bu bahsi kapatalım isterseniz. Bu konu çok hassas olduğum bir konu, fazla uzamasın. Yalnız, şu kadarını söyleyerek sözlerimi noktalayayım, herşeye rağmen, ben ümitliyim. Genç neslin, doğruyu, iyiyi ve güzeli er geç bulacağını umuyorum.
TU NALI — 1946, Yahya Kemâl'le tanıştığınız, dostluğunuzun başladığı... Sizin ifâdenizle «Aziz ve talihli yılların başlangıcı». O yıllarda, sanat ve kültür meselelerinde hangi kanâat noktalarında bulunduğunuzu, bir kaç cümle ile lütfeder misiniz?
TEVFİKOĞLU — Evet, Yahya Kemâlle tanıştığım yıllar, en aziz villanındır. Size bunu nerede söylemişsem, doğru söylemişim. O yılların hâtıraları, en büyük servetimdir. Yahya Kemâl, benim için sâdece bir dost değil, dostluğun ta kendisiydi. Geceli gündüzlü diyebileceğim kadar dolu geçen o zamanın hâtıraları, hafızamda mücevherler gibi parıltılarını devam ettiriyorlar ve ettirecekler.
0 yıllarda, san'at ve kültür meselelerinde hangi kanaat noktasında bulunduğumu mu sordunuz? Bugünkünden pek farklı düşünmediğimi söyleyebilirim. Şüphesiz, Yahya Kemâl, bana geniş ufuklar açmıştır. Size bir şey söyleyeyim mi? Q yıllarda ben çok oburdum, okumaya doymuyordum. Hayır, okumak denmez buna, kitapları adetâ çiğniyor ve yiyordum. Ama, çiğnemeden yutmadım hiçbir zaman. (Hani frenklerin «avaler» dedikleri şeyi, ben yapmadım, hâlâ da yapmıyorum, yapamıyorum.)
Hey gidi günler! Nâilî-i Kadîm'le Yahya Kemâl, Nedim'le Cahit Sıtkı, Yûnus Emre'yle Rıfkı Melûl Meriç, Baudelaire'le Ronsard, Mallarme ile Racine, Verlaine'le Hugo, gönlümde kol kola gezinirlerdi. Bunlar ve diğerleri, öyle günübirliğine de değil, aylarca, yıllarca misâfirlerimdi. Ben, bütün türleriyle edebiyatı, bilhassa şiiri, herşey-den önce bir dil meselesi olarak görüyordum. Bugün de aynı görüşteyim. Değişen bir şey yok. Yahya Kemâl Üstadımla, ilk konuşmada anlaştığımız en mühim nokta bu oldu.
«Herşeyden önce dil meselesi» dedim, ama, «sâdece dil meselesidir» demedim. O bir defa, tertemiz, sağlam, ince ve yumuşak olacak. Ama, onunla da iş bitmiyor. Şiir cümlesine, bir elektrik akımı gibi ccrythme interieur»ü (derûnî ahenk) sindirmek lâzım. Başka şeyler de lâzım tabiî. Kelimelerin, hattâ hecelerin, hattâ tek bir sesli veya sessiz harfin ağırlığını veya hafifliğini, hangi çizgi üzerinde gittiğini nerede kanatlanıp, nerede düştüğünü hissetmek lâzım. Bu noktada da, Yahya Kemâl'le tam bir görüş birliği içindeydik. Seçtiğimiz, üzerinde durduğumuz şiirlerde, bunun en mükemmel örneklerini arayıp buluyor, o san'atm incelikleri üzerinde saatlerce, günlerce, haşhaşa konuşuyorduk. Tadına doyulmaz sohbetlerdi onlar. Burada size nasıl anlatılır?!
13
TU NALI — Bu fikir beraberliğiniz, şüphesiz, Yahya KemâTle uzun müddet devam eden dostluğunuzda, başlıca âmil olmuştur. Nitekim, bu dostluğun nişanesi olmak üzere, Yahya Kemâl «Bergame IIeykeltraşları» şiirini size ithaf etmiş ve bir «rübâî» sinde de «Tevfik refik olmayacak herşey boş» demiştir. Türk ve Fransız şiirinde, teker teker veya birlikte tesbit ettiğiniz ince hususiyetleri yazarsanız, çok iyi olacak değil mi?
TEVFİKOĞLU — Yazdım efendim. Hepsi hâfızamd a ve dosyamda.
TUN ALI — Yahya KemâTle ilgili hâtıralarınızın, başta İstanbul Fetih Cemiyeti ve Yahya Kemâl Enstitüsü yayınları olmak üzere, diğer şahıs ve kuruluşların yayınlarından farklı olacağı muhakkaktır. Yâni, bu yayınlarda yer almayan, size tevdi edilen, duygu-düşünce, kanâat, hâl ve tavırları kastediyorum. O halde (Sabırsızlığımı bağışlayın!) bu kitabın basılması için, daha fazla geç kalmak niye? Diye sormaktan kendimi alamıyorum.
TEVFİKOĞLU — Sabırsızlığınızı anlayışla ve şükranla karşılıyorum. Hâtıralarım; zamanı gelince, inşallah iyi bir baskı halinde, gün ışığına çıkar.
TUN ALI — Daha önceki bâzı sohbetlerimizde sezinlediğime göre, baskıya hazır vaziyette bulunan başka eserleriniz de var. Bunlar arasında, değişik bir anlayışla meydana getirdiğiniz «Şiir Antolojisi»ne giren şiirler ve şâirlerdi seçerken benimsediğiniz tenkid ve değerlendirme metodunu, ana hatlarıyla izah buyurmanızı istirham edeceğim. Bu bahiste, öncekilere ilâve edeceğiniz sözler, sizin şiir îıakkındaki düşüncelerinizi de aksettireceği için, yaşadığımız değerler keşmekeşine bir neşter vurmak olacaktır.
TEVFİKOĞLU — Az evvel de söylediğim gibi, Yahya Kemâl'e yeri geldikçe, bizden ve Fransız şâirlerinden, beğendiğim, sevdiğim mısraları, beyitleri veya bütünüyle şiirleri okurdum. Arkasından da onları niçin beğendiğimi anlatırdım. Aynı fikri, aynı hissi yakalayan diğer şâirlerin şiirleriyle mukayeseler yapardım. Ustad, benim görüşlerime katılırdı. Aradan, bir kaç zaman geçtikten sonra, yine onları bana okutur, her birinin üzerinde, hattâ her kelimesi üzerinde teker teker dururduk. Çeşitli açılardan her seferinde yeniden ele alırdık. Bir gün, bu seçtiklerimi kendi görüş ve fikirlerimle birlikte bir kitapta toplamamı istedi benden. Sonraları da, bu yolda beni hep teşvik etti. Daha o zamanlar hazırlığa başlamıştım. Ayrıca bundan haberdar olan Ahmet Hamdi Tanpmar, Rıfkı Melül, son olarak da Ahmet Muhip Dranas gibi sevgili dostlarım, her fırsatta, bunu bana hatırlattılar, bir an önce tamamlanıp yayınlanmasını istediler.
14
Antoloji, kolay bir iş değildir. Vasat bir zevkle, daha önce verilmiş hükümlere baş eğerek, sâdece onlar tekrarlanacaksa ve tabiî bu iş için malzeme olarak, yalnız bir makas kullanılacaksa, kolaydır. Mekanik bir çalışmayla, her ay bir tane çıkartılabilir. Fakat, şiiri iyi bir süzgeçten geçirip, şairini bütün eserleri ve cepheleriyle ele alıp, hâtıralarından mektuplarına kadar, bütün vesikaları inceleyip, kendi kültürümüze, kendi anlayışımıza göre, bâzı hükümlere vardıktan sonra, örnekler vermek ve hükümlerimize mesnet teşkil eden noktaları belirtmek yâni, uyguladığımız kri teryum'u ortaya koymak, gerçekten zor ve yorucu bir iştir. Biraz da tehlikelidir; yıldırımları üzerinize çekebilirsiniz. Bizde yapılmış antolojilerin, dikkat ettim, hiç biri benim dediğim ve istediğim gibi değil. Batı'da da söylediğim metoda az çok uygun, sâdece bir-iki antoloji bulabildim. 17. Yüzyılda, Sabit, devrin Sad-razam'ma sunduğu bir kasîde'de:
«Şuarâdan müteşâirleri temyiz eyle Ayrıla gayri ısırgan dikeninden reyhan»
demiş. . . Benim de asıl maksadım bu. Şâirlerden, şairlik taslayanları ayırmaya çalışmak. Henüz yayınlanmamış bir eser hakkında konuşmak doğru değil. Onun için, bunun üzerinde fazla durmayalım. Şunu da belirteyim ki, ben dar bir kadro içinde kaldım. Meselâ, bu antolojide san'atı ideolojinin emrine verenlere yer vermedim. 0 türlü nesneler, ideologları ilgilendirir. Bâzı mahlûkları öldürmek için kullanılan zehirli buğday sözkonusu olunca, buğdayı artık beni ilgilendirmez.
TU İS ALÎ — Şiirle bu kadar haşır-neşir olduğunuza göre, ' neşrettiğiniz «Ali Emîrî EfendVye» şiirinden başka denemeleriniz, bitmiş ve bitmemiş şiirleriniz de olmalı.
TEVFIKOGLU — «Ali Emîrî Efendiye» şiiri, Emîrî Efendinin çok ilgi çekici şahsiyeti hakkında yaptığım bir araştırmadan sonra, bilhassa, Ali Emîrî Efendi'ye dâir üstâd Yahya Kemâl'in şiirinin ilhâmıyla, adeta kendiliğinden doğmuş bir şiirdir. Ben de, o'nun gibi ki tap meraklısı yım. Tabiî kendi çapımda.
Daha başka şiirlerim de var efendim. Fakat, onları neşretmedim. Belki onlar günün birinde kendiliğinden gün ışığına çıkmak isterler, yani beni zorlarlar. Zorlamadıkları müddetçe, dosyada kalmaya mahkûmdurlar .
Kolay yazanlara bir ,acele yayımlayanlara ik i . . . Bunlara şaşıyorum ve izah edemiyorum.
15
TU NALI — Hikâyeciliğinize dönmek istiyorum. Hikâyemde karar kılmanız, hikâye'nin şiire yakınlığından dolayı mıdır?
TEVFİKOĞLU — Her san'at, kendi şartları, kendi imkânları ve kendi malzemesi içinde ele alınmalıdır. Şüphesiz, birbirleriyle uzak-yakın ilgileri, ilişkileri vardır. Üslûbunuzda, şiir unsurlarını elinizden geldiği kadar, iyi bir ölçüde kullanabilirseniz, her san'atı —bu arada hikâyeyi tabiî—
% şiire yaklaştırabilirsiniz. Ama maksat, şiirse şiire, hikâye ise hikâyeye, bütün vasıflarıyla tıpa tıp uygun olmasıdır.
TUN ALI — Dikkat ettim, Kültür Bakanlığı tarafından neşredilen «Hikâyeler» kitabınızda yer alan eserler, tamamen hikâyeleştirilmiş hâtıralardan meydana geliyor. Bu hikâyelerin, «vefa duygusuyla)) ve «maziyi ebedîleştirmek)) düşüncesiyle kaleme alındığını düşünebilir miyiz?
TEVFİKOĞLU — Öyle de düşünebilirsiniz tabiî.
TU NALI — Hiçbir sanatkâr, eserlerine kendisini koymaktan kaçamaz. Siz, hikâyelerinizde başkalarını anlatırken, bir «gözlemci)) olarak, reaksiyonlarınızla yer alıyorsunuz. Tabiî bu da, sizin tavır alan, kanaat ser-deden, seven - sevmeyen ilh. olarak hâdiselerin seyrine karışmanızı sağlıyor. Bilmem yanılıyor muyum?
TEVFİKOĞLU — Hayır, yanılmıyorsunuz. Her eserde, onu meydana getireni, ya tamâmiyle, ya da kısmen bulabilirsiniz. «Ben» i eserden ayırmanız mümkün değildir.
TUN ALI — «Hikâyeler» inizi döne-dolaşa okumaktan kendimi alamadım. «Niçin?» diye sordum kendime: «Teknik» dedim, «dil zevki» dedim, «Samimiyet» dedim. Fakat en sonunda, bütün bu ifâdeleri içinde toplayan iki kelimede karar kıldım. «Beşerî ve güzel!»
Burada, hikâyelerinizden bir kaçı üzerinde durabilmek isterdim. Meselâ, «Bir terkibin peşinde», ölüm ve hayâtın kesiştiği sırafta yazılmış bir hikâye; ürpererek okuduğum hikayelerden biri. «Nuh Ku-yusundaki Konak», milletçe yaşadığımız yakın geçmişin acılarını, bir kaç azız ölü7nün şahsında canlandıran bir hikâye; müthiş kayıplarımız, yine bu hikâyede gizli. «Makam Çiçekleri», himmetleri hâzır olsun!— Hak Dostu Mehmet SofVnin, perdesiz, gönül gözüyle kâinatı seyreder hâlini taçlandıran bir hikâye. «Baba Dostu», âh işte mihnete aralanan, «erken ölüm» e aralanan kapı... «Yazılmamış Bir Monografi Denemesi», şimdilerde adını kimsenin bilmediği bir büyük Şâirimizin — en çok bilinen yönüyle, bir rubâî şâirimizin — en yakınları tarafından bile anlaşılmayan hüzünlü hayatı... Ve diğerleri... Belki
16
sormamalıyım, ama sormadan geçemeyeceğim; yazarı, bu hikâyelere, ruhundan, ömründen, sıhlıatinden, tecrübelerinden... Neleri vermiştir ve boşluğa bıraktığı evlâtlarına (eserlerine) şimdi nasıl bakmaktadır?
TEVFİKOĞLU — 1980 yılının son aylarında, Kültür Bakanlığı yayınları arasında çıkmış olan ((Hikâyeler» adlı kitabımda toplanan hikâyeler, hayâtımın büyük bir bölümünü almıştır. Geniş bir zaman dilimi içinde yazılmıştır. Hemen hemen 25 yılda.. . Uzun müddet dosyada muhafaza edilmiş, süzülmeye (veya demlendirilmeye) terkedilmiş, sonra bir dem olmuş, neşredilmiştir. O hikâyeler gibi, dosyada hâlâ uyuyan, daha başka hikâyelerim de var. Vakti saati gelince, belki onlar da uyanırlar veya uyandırılırlar.
Hikâye, edebî neviler arasında, en yoğun olanıdır. Bundan dolayı, en zorudur diyebilirim. Şiire yakınlığı da bu noktadadır. Hikâyenin, daha nice zorlukları var tabiî. Bir kere şiir gibi, vezin kolaylığından, kafiye tesadüflerinden mahrumdur . Roman gibi, dağılmaya, yayılmaya, genişlemeye elverişli değildir. Romancı Yakup Kadri Karaosman-oğlu ile vefatından kısa bir zaman önce yapılmış bir mülakatı hatırladım şimdi. İlgi çekici... Karaosmanoğlu, kendisiyle görüşen Âdile Ayda'ya şöyle demiş; «Kiralık Konak yok mu? Nedense en çok tutulmuş romanlarımdan biridir. Ben, bunu para kazanmak için, bir gazetede tefrika edilmek üzere yazmaya başladım. Ve ilk cümlesini yazdığım zaman, mevzuu hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Fakat yazdıkça mevzu yumak gibi açıldı.»
Burada söylenen sözler, roman için geçerli olsa bile, hikâye için asla geçerli değildir. Hikâye'de lâf üretmek olmaz. Olursa benim anladığım mânâda san'at haysiyetiyle tel if i imkânsız olduğu için, ona hikâye denmez. Burada bir hatıramı nakledeyim:
Pek tanınmış bir şair dostum, bir yaz, memleketine giderken, bana «küçücük köyde boş oturmaktan sıkılıyorum.» dedi. «îki-üç ay içinde ne yapsam bilmem ki? Bir roman mı yazsam acaba? Ne dersiniz? «Tasarladığınız bir konu var mı?» diye sordum. «Şimdilik yok» dedi. «Fakat ona ne lüzum var? Bir yerden tut turur sam, o kendiliğinden yürür gider. En az iki-üç yüz sayfa içinde, istediğim gibi dolaşır dururum. Ama hikâye olsa, iş değişir, onu beceremem ben.»
Az önce de söylediğim gibi, hikâye yoğun olmalıdır. Vasfı budur. Belli bir çerçeve içinde, tasarladığınız belirli bir konuyu, sağlam bir üslûpla, güzel bir dille, orijinal bir teknik ve tahkiye ile işlemek zorundasınız. Güzel bir dilin altını çiziyorum. Edebiyatın her dalında
17
olduğu gibi, hikâye'de de, hatalı, çirkin, yapmacık ve özentili dili affetmiyorum. Ayrıca, hikâyenizde, bir mesaj da getireceksiniz. Hattâ bazen, birden fazla... Böyle olunca, hikâyenin neden zor olduğu, kendiliğinden meydana çıkıyor.
Hareket noktanızı, bitirme noktanızı iyice tâyin edeceksiniz, yayılmaya hakkınız yok. Okuyucuyu sıkmadan, bir takım rûh tahlilleri yapacaksınız. Vak'a ve şahısları öyle güzel ipliklerle öreceksiniz ki , sonunda meydana çıkan nakış kalıcı olsun; diliyle, üslubuyla ve getirdiği mesajla, kısaca terkibinin bütünüyle kalıcı olsun. Okuyucu, kolay yazıldığını, rahat yazıldığını sanacak. Eskilerin, «sehl-i mümtenî» dedikleri budur işte. San'atm uzun çilesini çektikten sonra, kolay yazılmış intibaını verebiliyor musunuz? İncelik buradadır efendim. Bunları yapabiliyorsanız hikâye yazın. Yazdığınızın sağlamlığından eminseniz, yayınlayın. Aksi takdirde, sizi icbar eden yok. Kâğıt ve kalem, israf edilmek için değil, işe yarasın diye icâd edilmiştir.
TUN ALI — Sohbetimizi şöyle bir sualle bağlamak istiyorum: Faraza, ikinci bir Ömrünüz olsa, hayâta yeniden başlasanız, veya şu anda onsekiz yaşında bulunsanız, ömrünüzün gelecek yıllarını, nelere hasretmek isterdiniz?
TEVFÎKOĞLU — Yine şimdiki meşgalelerime.
SILA
Sılanın acısı çöktü bağrıma, Kimseler ses vermez oldu çağrıma. Sevenlerim saklanmış kaf dağına, Yalnız kalmak çok büyük bir dert imiş.
Zihnimde yaşar hiç olmayan dostlar, Mutena sofralar, bitmeyen aşlar. Sözümü biri keser, biri başlar. Hayalden çıkınca, zaman dert imiş.
Gizli sevdam oldu ruhumun gıdası. Sanki hayalim; aklımın sılası. Bir dost sözüdür, kalbimin çırası. Hayalden gerçeği sökmek, dert imiş.
AZADE dünya gerçek mi sanırsın. Vaktinde gerçeğe sen de varırsın. Hele bir yol esas dostun çağırsın, Görürsün; ondan yoksunluk dert imiş..
Hasan Ulvi KEFELİ
18
TÜRKİYE, HAZAR DENİZİ'NDE NE ARIYOR?
Herşeyden evvel, İran'ın sosyal mozayıgma bir göz atmakta fayda var,
TABLO — 1
İran — ETNİK
1 Türkler 2. Farslar 3. Kürtler 4. Azınlıklar 5. Araplar 6. Belûciler
Açıkça görülmektedir ki, İran çoğunluğu Türklerin teşkil ettiği bir devlettir. Yahut başka bir deyişle azınlık Farsların, çoğunluğu teşkil eden Türkleri ve diğer bir takım küsurat azınlıklarını zorla baskı altında tuttukları bir devlettir. Bununla beraber Türkler geçmişte sülâleler halinde (Safevî, Afşar, Kaçar) 1925 senesine kadar dokuz asır İran'da hâkim otorite olmuşlar ve İran'ı idare etmişlerdir.
1925'de başlayan ve azınlığın çoğunluğa tahakkümü şeklinde tezahür eden anormal durum 1979'-dan itibaren çökmeye başlamış,
Hüseyin MÜMTAZ Şahın kaçıp yerini Humeyni'ye dev-
15.000.000 yüzde 42.8 13.400.000 yüzde 38.2 3.000.000 yüzde 8.5 1.515.000 yüzde 4.2 1.000.000 yüzde 2.8 1.000.000 yüzde 2.8
19
TABLO — 2 İran DİN
Müslüman yüzde 96.7 (Şii yüzde 90 Sünnî yüzde 10 Bahai yüzde 3) Hıristiyan yüzde 3.3
1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 0.
10. 11. 12. 13.
TABLO — 3
İran — TÜRKLER
Azeriler Kaşkaylar Afşar 1ar Şahsevenler Kaçarlar Karapapaklar Hamseler Kengerlü Karadağlı Neferler Horasani - Boçağgı Kareyiler Türkmenler
10.000.000 1.000.000 1.000.000
400.000 50.000 50.000
200.000 150.000 220.000 150.000 150.000 300.000
1.000.000
TABLO — 4 İran — DİN, ETNİK
1. Türkler (yüzde 80 Şii-Azeri diğerleri
yüzde 20 Sünni-Kaşkay, Afşar, Türkmen)
2. Farslar (yüzde yüz Şii) 3. Kürtler (yüzde 80 Sünni,
yüzde 20 Şii) 4. Azınlıklar (yüzde 100 Hıris
tiyan) 5. Araplar (yüzde 80 sünni, yüz
de 20 Şii) 6. Belûciler (yüzde 100 sünni)
retmesiyle bir parça durulur gibi olmuşsa da bölgede ve İran'da gözü olan dış devletlerin politikaları icabı 81 Ağustos - Eylül'ünde karışıklık, anarşi, otorite yokluğu ve kaos zirveye ulaşmıştır.
Hakikatte etnik bakımdan büyük farklılıklar gösteren İran'ın din ve mezhep bakımından tam ters, büyük nisbette aynilik ihtiva etmesi, yani ırk yerine din sentezi düşüncesinden hareket eden Humey-ni rejimi (rejim denilebilirse) ilkine göre daha rasyoneldir. Ancak köprüyü geçene kadar Humeyni'ye
yeşil ışık yakan müfrit gruplar, komünistler dahil, artık asıl amaçlarına yönelerek Humeyni'den desteklerini çekmişlerdir. Kim ne derse desin ve Rusların petrolü 85'den sonra bile kendilerine yetecek olsa, Ruslar gene de batının petrol can damarını kesmek için körfez yönünde ileri hareketlerinden vaz geçmemişlerdir.
Bu grupları perde arkasından idare eden dış güçler, ülkeyi kendilerine göre değişik sebeplerden parçalamak istemektedirler. Ve İran'da hâli hazır durum bu yöne doğru hızla kaymaktadır.
20
İran şu anda ve bir seneyi geçen bir zamandan beri bir başka ülkeyle, I rakla harp halindedir. Topraklarının bir kısmını kaybetmiştir. Ekonomisi çöküntü halindedir. Olaylardan evvel dünyanın en büyük iki-üç petrol üreticisinden biri olan ülkede petrol ürünleri artık karneyle satılmaktadır, (o da bulunursa) Döiz rezervleri hızla erimektedir. Geçen ay, aylık ithalatı, zarurî ihtiyaç maddelerini ihtiva etmek şartıyla belli bir limitte dondurmak mecburiyetinde kalmıştır. Ülkede otorite yoktur. Cumhurbaşkanları, başbakanlar suikast sonucu öldürülebilmektedir. Adalet sokaktaki çetelerin elindedir. Artık idam cezaları hemen ve caddelerde infaz edilmektedir.
Bütün bunlardan ötürü bölgede, Afganistan'ın komünist işgale uğramasından sonra artık en kolay hedef İran'dır. (Türkiye Nato ülkesidir, Pakistan ise siyasi tercihini yapmış, Amerika ve Batı'ya müzahirdir.)
Nihaî paylaşmada İran ne hâl alabilir? Zira artık İran'ın tamami-yetini muhafaza etmesi, çok istememize rağmen, bizce mümkün görünmemektedir. Bu kaçınılmaz sonu, sun'î bir takım tedbirler belki ancak ileri bir tarihe atabilir.
Nihaî paylaşmadaki İran'ın mukadderatını sezebilmek için 1 numaralı tabloyu tekrar inceleyelim,
1. Araplar (1 milyon - yüzde 2.8) Son savaş ile, Araplar ile meskûn bölgeler Irak'ın kontroluna geçmiştir.
2. Belûciler (1 milyon - yüzde 2.8) — Kürtler (3 milyon - yüzde 3.8) İran'daki satranç oyununda bir parçası Rus işgali altındaki Afganistan'da bulunan Belûciler Rusların; bir takım bölümleri Türkiye ve Irak'da bulunduğu iddia edilen Kürtler ise Amerikalıların oyunun icabına göre ileri sürecekleri, feda edebilecekleri piyonlarıdır.
Demek ki nasıl Irak Araplarm bulunduğu bölgeyi ilhak etmişse Afganistan (Rusya) Belûcilerin bulunduğu bölgeyi ilhak edebilir, Amerika'da bir sözde Kürt devletinin kendi kontrolunda kurulmasma müsamaha gösterebilir.
3. Azınlıklar (1.515.000 - yüzde 4.2) Meseleye tesir edebilecek bir faktör olarak mütalâa edilmemektedir.
4. Parslar (13.400.000 - yüzde 38.2) İran'da yaşayan en büyük ikinci azınlıktır. Türk sülâlelerinin elinde zaman zaman dünyanm en güçlü ilk beş devleti sayılan İran'ı 1925 de ele geçirerek 56 yıl gibi çok kısa bir sürede şu an içinde bulunduğu kabile hayatına geri döndürerek tarihi misyonlarını tamamlamışlardır. İdarecilik vasıfları yoktur. İyi organize edilebildikleri takdirde ancak iyi bir teb'a olabilirler. Nihaî paylaşmada belki bugünkü İran'ın ufak bir parçasında himayeye muhtaç bir devlet olarak varlıklarını sürdürebilirler. İran'ı kao-tik vasata getirmekte her devirde değişik güçler tarafından piyon olarak kullanılmışlardır. Bu andan itibaren gözden çıkarılmışlardır, me-
21
seleye tesir edebilecekleri düşünülmemektedir.
5. Türkler (15 milyon - yüzde 42.8) Belûcilerin İran ve Afganistan'da, Arapların İran ve Irak'ta iddiaya göre Kürtlerin İran, Irak ve Türkiye'de bulunmalarına karşılık İran'ın en büyük azınlığı teşkil eden Türkler de İran'ın Türkiye sınırında (fakat Şah'ın son zamanlarında Türkiye ile münasebetlerinin kesilmesi için aralarına Kürtler sokulmuştur) ve İran'ın Rusya sınırında bulunurlar. Hazar denizinin batısında Azeriler, (Rusya'nın işgali altında Kuzey Azerbey-can, Farsların işgali altında Güney Azerbeycan) Hazar Denizi'nin güneyinde Kaşkaylar, doğusunda Türkmenler, Afşarlar ve diğer Türk boyları bulunur. Hazar ötesindeki Türkmen ve Afşarların bir kısmı kuzeyde Rus sınırının ötesinde Rus tahakkümü altındadır.
Görüldüğü gibi Türkler, İran'da diğer azınlıkların piyon olma vasıflarına mukabil, meseleye tesir edebilecek aslî faktör, vezir yahut şah olabilecek evsaftadır.
Türkler bu güçlü durumlarını iki hususiyetlerine borçludurlar,
a. Nüfusça çok olmaları b. Hemen Rus sınırım çepe
çevre kuşatmış olan coğrafî vaziyetleri (Ve akraba toplulukların yukarıda anlatıldığı veçhile sınırın ötesinde olmaları.)
Bu durum üstünlüğüne sahip Türkler, nihaî paylaşmada ne vaziyet alabilir, yahut kimler, kendilerine, nasıl tesir etmeye çalışır?
22
Aslında Türk'lerin şu ana ka-darki sessizlikleri anlaşılır şey değildir. İş bu raddeye gelmeden ve bir takım kendilerine yabancı dış güçlerce kullanılmayı beklemeden de belli hedefe doğru yürümeleri gerekirlerdi düşüncesindeyiz. Zira hiç bir ülkede, hiç bir azınlığın sahip olmadığı avantajları bulundu-nu biraz yukarıda belirtmiştik. Ruslar;
Azerileri, kendi işgallerindeki Kuzey Azerbaycan'ın, Hazar ötesindeki Türkmen ve Özbekleri gene kendi işgalleri altındaki Türkmenistan ve Özbekistan'ın yaşamakta olduğu müreffeh hayal yalanlarıyla «Aras'ın Sesi» radyo istasyonu ile adı geçen topluluklara kesif bir propagandik savaş tevcih etmiştir. İran Türkleri, Şah'ın despot idaresinden ve Humeyni'nin anarşisinden başka bir alternatif (meselâ, hür, demokratik batılı düzen) tanımadığı için, bu yalanlarla kendisine vadedilen muhayyel komünist cennete inanabilir. Bu vaki olduğu takdirde Türkiye'nin Rusya ile olan hududu, Doğu Beyazıt'tan Hakkari'ye kadar uzanmış olacaktır. Do-layısı ile Rusya, Afganistan'dan sonra İran'da da Basra Körfezi'ne ulaşacaktır. Hem bu defa aracısız.
Bu ihtimal, Türkiye Cumhuriyeti ve batı dünyasınca en istenmeyen durumdur. Amerika;
Yukarıda söz konusu ettiğimiz istenmeyen duruma mâni olmak için ne yapmalıdır?
Bir takım basit CIA oyunlarıyla Türkiye Cumhuriyetini baştan
kara bu işin içine sokmakla mesele halledilmeyecektir. Amerika, 150 milyonluk Türk Dünyasının üçte birlik tek hür ve müstakil temsilcisi olan Türkiye Cumhuriyeti'nin hemen yakınındaki 15 milyonluk İran Türklüğüne en kolay ve ehliyetle tesir edebilecek durumda olduğunu görmelidir. Türkiye'ye temin edeceği teknik, ekonomik ve ilmî yardımlarla İran Türklerine, Türkiye'nin; Şah despotizmi, Sovyet sistemi yahut Humeyni anarşisinden başka ve tek alternatif olduğunun anlatılmasına imkân sağlamalıdır. Bunun en kolay ve masrafsız yolu, Türkiye'nin doğu sınırlarının kesif bir karşı propoganda faaliyetine imkân verecek şekilde radyo-TV istasyonları ile örülmesi-ni temin etmektir. Hür Avrupa, Özgürlük ve Küba halkına gerçekleri öğreteceği ifadesi ile kurulduğu ve işletildiği belirtilen Radyo Parti denemeleri ile kâfi miktarda tecrübe kazanmış olan Amerika bu rasyonel tutumu ile, Türkiye'nin şahsında kendine bölge hususiyetlerini en iyi bilen, hattâ muhatap toplum ile dil, din ve ırk bağı olan tabiî bir müttefik bulacaktır. Tekrar üzerine basarak durmakta fayda mütalâa ediyoruz, bu propogandanm temel sembolü, «İran Türkleri için tek alternatifin Türkiye Cumhuriyeti veya o tip bir idare şekli olduğu» olmalıdır.
Ancak bu takdirde körfeze doğru Rus ilerlemesinin önüne bir set çekilebilmiş olacaktır.
Bu takdirde İran Türkleri ne yapabilirler?
Olayların başından beri Aye-tullah Şeriat Medari başkanlığında fazlaca tarafsız kalmaya aşırı ihtimam gösteren İran Türkleri, zaman zaman olayların içine çekilmeye çalışılmıştır. Şeriat Medari'nin Tebriz'de enterne edildiği söylentileri Şahtan beri Parslara muhalif olan Türk liderlerinden Tahir Şok-rai'nin kurşuna dizilmesi ve Millî Müsavat Partisi lideri General Ka-rabağ hadiseleri, sisler arasında bile olsa her türlü değerlendirme zorluklarına karşılık dikkatle üzerinde durulması lâzım gelen konulardır.
İran'da bugün bir otorite boşluğu vardır. Bu otorite boşluğunun yarattığı vakumun er geç bir yahut bir kaç otorite tarafından doldurulması bir tabiat kanunudur.
İşte bu esnada yâni nihaî paylaşmada İran Türkleri ya kendi hür iradeleri ile yahut yukarıda incelediğimiz faktörlerin tesiri ile bir vaziyet almaya mecburdurlar.
Bu vaziyet alış nasıl tezahür edebilir?
BİRİNCİ İHTİMAL İran Türkleri'nin, Rusların ya
lana dayalı propagandalarına inanarak Rus yanlısı müstakil bir devlet kurmaları, bilâhare Sovyet Azer-beycanı Sovyet Türkmenistanı ve Sovyet Özbekistanı ile birleşmeleri..
Bu takdirde İran Türkleri bir iç hesaplaşmaya gideceklerdir. Bü-diğimiz kadarıyla Hazar ötesi Türk boylarının bütünü ile Azerilerin ne-
23
redeyse üçte ikilik kısmı, bu tip bir Rus yanlısı harekete kesin karşıdırlar. Buna karşılık Rusların durum üstünlüğü ve yıllar süren alternatifsiz propogandalarının yarattığı kamuoyu potansiyeli ile bu ihtimalin gerçekleşme nisbeti yüzde ellidir.
İKİNCİ İHTİMAL İran Türklerinin istiklâllerini
kazanarak müstakil bir devlet halinde mevcudiyetlerini devam ettirmeleri.
En istenen durum bu olmakla beraber şu ana kadar bu yönde iradî bir faaliyet ve arzu tesbit edilememiştir. Bu yolda kamuoyu oluşturulması gene dışardan enj ekte edilecek propagandik motiflere bağlıdır. Bu şekilde propagandaya hemen başlansa, gerçekleşme ihtimali şu andaki yüzde kırk'dan, çok kısa bir süre zarfında (altı ay - bir sene) yüzde altmış - yetmiş'e çıkabilir. Çünkü teklif edilen hal tarzı, muhatabın menfaatine ve millî, dinî, ahlakî inanışlarına da uygundur.
ÜÇÜNCÜ İHTİMAL Müstakil bir devlet olduktan
sonra Hatay misalinde olduğu gibi kendi istekleriyle Türkiye'ye ilhak.
İkinci ihtimal gerçekleşmeden şimdiden bu konuda fikir ileri sürmek yersiz olur.
Neticeden, artık Türkiye Cumhuriyetinin İran'daki gelişmeler karşısında pasif kalmaktan vazgeçmesi, hadiseleri çok yakından takibetmesi lâzımdır. İlk hedef tabi ki İran'ın Rus işgaline girmeden tamamiyetini muhafazaya yardım etmek olmalıdır. Fakat artık iş, bu safhadan geçmiştir. Hızla kaçınılmaz sona doğru gitmektedir. Devlet politikası olarak değişik her ihtimale karşı değişik alternatiflerle karşı planlarımızı hazırlamak esas olduğundan, nihaî paylaşmada da ortaya koyacağımız kesin tavn şimdiden tesbit etmemiz ona göre tavır almamız ve o yönde çalışmalar yapmamız ergeç lâzım gelecektir. Dileğimiz, geç kalmadan, olayların arkasından değil, fakat önceden görerek önünden gidilmesidir.
— «»Millî
İGITI TU
P.K. İ28 Cebeci - ANKARA
P.Ç. Nu : 112178
Okuyunuz, Okutunuz
ÎKÎ AYLIK ARAŞTIRMA ve SANAT DERGÎSÎ
24
«BABA D O S T U »
{
Ahmet B. ERCİLASUN
Muhtar Tevfikoğlu'nun hikâyeleri, hayatın muhtelif anlarına temaslar şeklindedir. Sanki bir motorlu trenin restoranında oturuyorsunuz. Çayınızı yudumlarken manzara önünüzden hızla akıyor. Önce sıra sıra ağaçlar, sonra bir su birikintisi. Daha sonra çıplak tepeler. Derken kerpiç evli bir köy. Su gibi önünüzden akıp gidiyor. Uzaktaki manzaranın akışı biraz daha yavaş. Ufuktaki mor dağlar ise durur gibi. Az sonra onun da değiştiğini farkediyorsunuz. Tevfikoğlu'nun hikâyeleri de böyle. Enstantaneleri yakalıyor. Bir trene binmiş gibidir. Bâzan İstanbul'da, bâzan Diyarbakır'da, Kayseri'de. Beş duyusuyla, bâzan altmcısıyla temas halinde olan her-hangibir şahıs, bir olay onun kamerasına giriveriyor. Şu sahne Kayseri'nin bir kasabasında bir muayenehanedir: «Bekleme odası ağzına kadar doluydu. San
dalyelere ilişenler, koltuklara kurulanlar, bir hurda kanepeyi dirsek teması ile bölüşenler, köşelerde öbek öbek ayakta duranlar, duvar dibinde çömelenler, orta yerde gezinenler, çocuğunu emzirenler, kulak kulağa hoşbeş edenler, hâsılı kadın erkek, çoluk çocuk kum gibi hasta büyücek bir odada birikmiş, sıra bekliyordu.»
«Daba Dostu»na bu sahneyle gireriz. Tevfikoğlu eski mektep arkadaşına şöyle bir uğrayıvermiştir. Muayenehaneler nice hikâyelerle doludur. Her insanın hikâyesi orada ayağımıza gelir. «Baba Dostlumda üç hikâye vardır. Yazarın eski dostuna uğrayışı, muayenehanenin ve hastaların tasviri, eski günleri hatırlayış ve altı ay sonra, günlerden bir gün bir gazete ilânında eski dostun ölüm haberi. Bu, diğer iki hikâyeyi içine alan en uzaktaki, ufuktaki manzaradır. Daha
25
yakından ardarda akıp geçen iki manzara, diğer iki hikâyeyi teşkil eder. Bun-lardanbiri, yazarın eski dostu olan doktorun delikanlılık çağına ait buruk bir hatıradır. Babasının yardım ettiği, elinden tuttuğu bir adam. Baba dostu. Doktor, henüz on beş yaşında bir delikanlı iken, babasının yanında ona kahve ikram edişini hatırlar. Adam, minnet duyguları içinde babasının ellerine sarılmaktadır. Bir müddet sonra babası ölmüş, adam ise kasabanın ileri gelen tüccarı olmuştur . Garaj ve otel onundur . Delikanlı binbir güçlükle Kayseri Lisesinde okumaktadır. Kasabada geçirdiği yaz tatili sonunda, annesinin valizine ve sepetine yerleştirdiği kışlık erzakla, Kayseri'ye gitmek üzere adamın otobüsüne binmişt i r / Babasının vaktiyle yardım ettiği adamın, baba dostunun. Delikanlı ihtiyaç içindedir. Adamdan kendisini biraz daha ucuza götürmesini ister. Hikâyeyi takip edelim: «Bir hışımla bana ^öndü, elinin tersiyle avucuma vurdu, bozuk paralar etrafa saçıldı. 'Ne diyorsun sen be? dedi, bu arabayı babanın hayrına almadık. Ne âlâ, bedava götürelim istersen. Mektepten, kitaptan söz edip bana masal okuma. ' Ben yerden paraları toplarken o yürüyüp otobüse girdi, eşyalarımı kaptığı gibi yere fırlattı. 'Hadi git işine' dedi.» Hikâyenin bu kısmı mazide geçmektedir. Sonu ise şimdiki zamanda geçmiştir ve daha önce anlatılmıştır. Yazarın eski dostunu ziyareti sırasında, işte bu baba dostu, bir muayene için doktora gelmiş ve ondan «baba dostu» olmak sıfatıyla tenzilât istemiştir. Doktorun
26
adamı tersleyişi ve «baba dostu olduğunu söyleyerekbir ölünün aziz hâtırasını paraya tahvil etmek isteyişine gelince, bu da yersiz ve ayıp. Çünkü babamın bir hatırı ve hâtırası varsa onu vaktiyle garajda elli kuruşa satan sen değil miydin?» diyerek «bir şuuraltı dikenini söküp atışı» bu hikâyenin sonudur.
Sonuncu hikâye, yazarla doktorun ortak dostları Hasan' ın, gündüzleri Kızılay aş ocağında karnını doyurarak, geceleri kadavra masalarında uyuya/ak altı yıllık tıp tahsilini tamamlayışı ve «tam rahat bir nefes alacağı sırada» fenalık geçirerek ölüşüdür.
«Baba Dostu»nun örgüsü, görüldüğü gibi iç içedir. Şematik olarak ifade edersek, hikâyeyi, bir daire içinde, biri büyük, diğeri küçük ve birbirine değen iki daire şeklinde düşünebiliriz. Hikâyede böyle bir şema ile ben ilk defa karşılaşıyorum. Bu, yaşanan an ile hatıraların karışmasından ileri gelmektedir. Hayat da böyle üç boyutlu değil midir? Biz deniz kenarında yürürken yalnız üzerinde bulunduğ ymuz mekânın enini ve boyunu m u algılarız? Ya geçen zaman ve hatıralar? İşte o da hayatın üçüncü boyutudur. Bir taraftan sahili seyreder, bir taraftan hatıraları yâde-deriz. Hem ânı, hem geçmişi yaşarız. Tevfikoğlu da hikâyesinde hayatı aynen böyle vermiştir. Eniyle boyuyla (mekân) ve derinliği (zaman) ile. Ve birbiri içinde. Demek ki hikâyenin şeması hayatın şeması ile tıpatıp aynıdır. Yazar, insanın çok defa yaptığı tasnif ameliyesini yapmamış; olayları zihninde-
ki sırayla vermiş ve bu sıra hikâyenin şemasını meydana getirmiştir. O, bu yolla ve tabiî buna uygun üslubuyla kendi duygularını okuyucuda da uyandırmağa muvaffak olabiliyor.
Üslûp aslında son derece yalındır. Bütün unsurlar yerli yerinde. Hiçbir kelime yabancılık hissettirmiyor. Şu kelimeyi değil de bunu kullansaydı, demiyorsunuz. Cümleyi şöyle değil de böyle kursaydı diye düşünmüyorsunuz. Titiz bir Türkçe. Ama bu titizlik için sanki hiç gayret sarf edilmemiş gibi. Bunun adı «lisana hakimiyet »tir. Tevfik-oğlu Türkçeye hakimdir ve bu, özlediğimiz Türkçedir.
En ufak teferruatı dahi yakalayan tasvirler, realist ve canlıdır: «Mosmor yüzünde iki donuk noktayı andıran gözleri iyice çukurlaşmış, titreyen dudakları ise ıstampa mürekkebi ile çizilmiş gibi dışarıya doğru kıvrılmıştı.... Yüzünde hafif bir gülümseme belirdi, iki donuk çukur azıcık ışıdı.»
Tevfikoğlu'nun üslûbu girift ve mücerret değildir. Mecazlı ifadelere ara-sıra başvurur. Bilhassa hikâyelerin geçiş noktalarında veya psikolojik bir hali ya-kalayış anında: «Halbuki hasta biraz yardımcı olsa, doktor yalnız su yüzüne çıkan belirtileri değerlendirmekle kalmayacak, belki daha derinlerde, şuur altında olup bitenleri de inceleme fırsatını bulacaktı. Organizmayı tırmalayan da çoğu zaman o mağaralardaki hayaletler değil mi?», «Öbürü, dazlak kafasını kaşıdı, ablak yüzünü kaplayan yapış yapış bir gülüşle 'hiç vermemek olur m u ? ' diye mırıldandı.»
Tevfikoğlu'nun hikâyelerinde iki özellik ayrıca dikkati çekiyor. Bunlar onun iki meşgalesiyle ilgilidir. Doktorluğu ve şiire düşkünlüğü. Hikâyelerinin çoğunda ya bir hastahane dekoru, ya bir hasta ruhunun tahlili vardır. Fakat bunların birer hastahane hikâyesi olduğu zannedilmesin. Yazar sadece, bulunduğu noktanın penceresinden hayata bakmış ve tahlillerinde doktor olmanın avantajını kullanmıştır.
Türk edebiyatının en güzel mısra ve beyitlerini hafızasına nakşetmiş bulunan Muhtar Tevfikoğlu, hikâyelerine de bunlardan birini veya ikisini mutlaka yerleştirir. Şiir, ya kahramanlardan birine söylettirilmiştir; yahut da yazar tarafından duruma uygun olarak hikâyeye yerleştirilmiştir. «Baba Dostu»nda, bin-bir sıkıntıya katlandıktan sonra özlediği hayata kavuşan doktor,
«Sunar bir câm-ı memlû bin tehî peymâneden sonra»
«Felek ehl-i dili dilşâd eder amma neden sonra»
beytini okur. Yazık ki doktor da «az çok dilşad olacağı sırada», «feleğin kadehine kattığı bir damla zehirle» ölmüştür.
Tevfikoğlu'nun hikâyelerini «Türk
Kültürü» veya «Türk Edebiyatı» dergi
lerinde zaman zaman okuyorduk. Kültür
Bakanlığının hizmeti, bu hikâyeleri top
luca okuma fırsatını bize verdi. Ben,
hatıralarla karışık bu hikâyelerde deği
şik bir tad buldum. Kitabı bitirdim ve
«Baba Dostu»nu bir daha okudum.
27
— E Ğ R İ D İ R B O Y N U Ç İ Ç E K L E R İ N —
Üstümüzden bir gün asar Dağ ardına zar-zor düşer. Gelme buralara durnam Umut besteyi besleyi.
Kâhyasıyım her bir şeyin Akan damın, çöken evin. Yolcu nereden gelirsin Adım sesleyi sesleyi?
Bu benim en deli çağım Bırak kolumu yatağım; Yoruldum al bayraklarla Tabut süsleyi süsleyi.
Bohça kadar bir gökyüzü Ancak üç-beş yıldız sığar Eskitemediğim duvar Sırtım yaslayı yaslayı!
Korku dağları bekliyor indi atından süvari Çocuk yerde emekliyor, Hevesleyi hevesleyi.
Beni bana koman dostlar Çok kötü şeyler yaparım. Söyleyin beklemesin yâr Gözün ıslayı ıslayı.
Ş ü k r ü KARACA
ESTETİK, İLİM ve DİN ( î )
S. A. CEZZAR
B İ R İLİM OLARAK E S T E T İ K
Bilindiği gibi, ((ilimleri», üç kategoride incelemek m ü m k ü n olmuştur. Bunlar, «pozitif ilimler» (yahut kanun koyucu i l imler) , «deskriptif ilimler» (yahut tavsifi i l imler) , «normatin ilimler» (yahut , kaide koyucu ilimler) olarak sayılagelmiştir.
Günümüzde «estetik» (bediîyyat), müstakil bir ilim sayılmaktadır. İ l im adamları, «Estetik ilmini», haklı olarak «normatif ilimlerden» sayarlar. Gerçekten de «estetik», bir ilim olarak, insanoğlunun bu konuda verdiği eserleri inceleyerek «kaide» koymaya çalışır; güzellik mefhumu hususunda insanların ulaştığı âlemşümul normları keşfetmek ister.
Estetik, bir «ilim» olarak ne kadar başarılı olmuştur? İtiraf etmek gerekir ki, estetik, henüz ilim olma yolunda çok önemli mesafeler katetmiş değildir. 0 şimdilik bir «ilimden» çok, bir «san'at felsefesine», yahut bir «san'at tenkidine» veyahut bir «san'at tarihine» benzemektedir.
Bizim bir kusur olarak ortaya koyduğumuz bu durumu, Fransız estetikçisi Charles Lalo, normatif ilimlerin tabiî bir hususiyeti gibi kabul ederek şöyle
der: «Nasıl ki, mantık, her türlü hakikâtin kanunları ile onları meydana getiren ilimlerin üzerinde felsefî bir düşünüş ise ve yine nasıl ki ahlâk, ferdî veya içtimaî faaliyetin, işin psikolojisi, örf ve âdetler ilmi üzerinde felsefî bir düşünüş ise, öylece iyi kavranmış bir bediîyyat (ertet ik) da -her şey den önce- kendisinin yollaıını hazırlamış olan san'at tenkid ve san'at tarihi üzerinde felsefî bird üşünce olmalıdır.» (Bkz. Charles Lalo -Estetik- B. Toprak tercümesi, 2. baskı, sf: 1 3 ) .
«Estetik», bir ilim olarak henüz felsefeye çok muhtaçtır . Gerek sahasının genişliği, gerek insanın sübjektif dünyacını pek fazla ilgilendirmesi ve gerekse bu sahada beşerî tecrübenin yetersizliği buihtiyacı şiddetlendirmektedir. Gerçi, kül tür ve medeniyet tarihinde, insanlığın «estetik» ile pek fazla ilgilendiğini görüyor isek de sahanın niteliği icâbı, istenen biçimde bir «estetik ilmi» kurulamamaktadır . Ama, bu konuda yapılan araştırmaları küçümsemek de mümkün değildir.
Belki bazıları, estetiğin, felsefeye bu ihtiyacını, onungenç bir ilim oluşu
29
ile de açıklayacaklardır. Bu iddia, bazı cemiyetler için doğru da olabilir. Fakat, hemen belirtelim k i , İslâm kül tür ve medeniyetinde, çok önemli bir kısmı ile « estetik » ( bediyyat), bir «ilim konusu » hâlinde incelenmiştir. Meselâ, Fârâbî (M. 874 - 950) , «İlimlerin Sayı mı» adı ile dilimize çevrilen kitabında, bundan bin küsur yıl önce, bugün, estetiğin önemli konuları arasında sayılan ccme-nâzır» (perspektif) problemini «ilm-i menâzır» ve musikî sahasını da «ilm4 musikî» olarak incelemiş bulunmaktadır. (Bkz. Fârâbî -İlimlerin Sayımı- Çev. Prof. Ahmet Ateş. 1955, İstanbul Maarif Basımevi, Sf: 92-101).
Estetiğin konusunu tayinde güçlük çekildiği gibi, bizzat «güzeli» tarif etmede de çok farklı temayüllere rastlamaktayız. San'at tarihinden öğrendiğimize göre, fert ve cemiyet olarak insanlık, bu konuda çeşitli «ekollere» bölünüp gelmiştir. Dün olduğu gibibugün de san'-atkârlar, yalnız üslûpları ile değil, «ekolleri» ile de birbirlerinden ayrılmakta ve güzel sanatların bütün dallarında çeşitli akımlara uymaktadırlar.
Biz, bütün sosyal ve psikolojik olaylar gibi, güzel san'atlar sahasında da «çok faktörlü» bir dinamizmin mevcut olduğuna inanmakla birlikte, kısaca diyebiliriz ki , her felsefenin, her ideolojinin, her dinin ve bunlara mensup bulunan her san'atkârm ayrı bir «san'at dünyası» vardır. Her san'atkâr âlemşümul güzeli, bu dünyasından oturarak veya yaşayarak arar.
E S T E T İ K K A R Ş I S I N D A TAVIRLAR
Estetiğin konusu, tek kelime ile
«güzellik»tir. İnsanoğlu, yaşadığı âlemde, yalnız «doğruyu» ve «iyiyi» değil, «güzeli» de arar. Bu sebepten estetiğin gerçek konusu «güzellik» ve «çirkinlik» tir. San'atkârlar ' ın hedefi «güzele» ulaşmak ve «çirkinden» uzaklaşmaktır.
Görüldüğü gibi, «estetiğin konusunu tayinde» anlaşmak kolaydır. İşin zor olan yanı, «güzelin ve güzelliğin» tarifinde anlaşmaktır. İnsanlar, «güzel nedir», «güzellik nedir?» ve «güzel olana nasıl ulaşılır?» konusunda kolay kolay anlaşamazlar; farklı «ekollere» bölünürler. Belki bir «pragmatist» için güzel olan «faydalı olandır» da bir «spiritüas-list» —meselâ, H. Bergson— için güzel olan «hayatın menfaat perdesinden sıyrılarak olduğu gibi görünmesidir». Yine, belki, bir «individüalist» için güzel olan «ferdin cemiyetin esaretine isyanı» demektir de, bir «sosyalist» için bu, «sanatkârların cemiyetin dert ve meseleleri ile bütünleşmesi» olarak düşünülebilir.
Öte yandan, güzeli, «objektif» bir değer sanan sanatkâr ile onu, «sübjektif» bir değer sayan sanatkâr için farklı birer «estetik dünyası» teşekkül eder. Hele, «sanat Allah'ı aramaktır» diyen ve böylece «Mutlak Güzeli» özleyen bir İslâm sanatkârı için güzelliğin bambaşka bir mânâsı vardır. Gerçekten dehâ, «güzellik» karşısında şaşkın ve hayrandır; o, idrakine göre, imânına göre, yaşadığı zaman ve mekânın şartlarına göre, mizacına göre duygulanır durur .
Fikir adamları ve filozoflar sor
muşlardır: Gerçekten «güzel olan şey»,
bizim dışımızda bulunan objektif bir de
ğer olarak mı düşünülmelidir? Yahut,
30
«güzellik», objektif ve sübjektif değerleri aşan ((müteâl» ve «mutlak» bir ideal midir?
Biz, bu sorular karşısında kendi tavrımızı ortaya koymadan önce, hemen belirtelim ki, insanoğlu, tabiata ve kâinata bakarak da duygulanabilmekte; orada da «güzeli» bulabilmekte; tabiattaki seslerden, renklerden, hareketlerden, şekillerden ve ahenkten «estetik heyecana» ulaşabilmektedir.
Bunun yanında, asla unutmamak gerekir ki , hiçbir canlı, insan ölçüsünde «estetik heyecana» ulaşamamakta ve sanatkâr karakterini ortaya koyamamaktadır. Bu durum, konusunun sübjektif yapımızla çok geniş mânâda irtibatlı olduğunu isbat eder. Nitekim, estetiği, sübjektif bir kıymet olarak görenler şöyle düşünmektedirler: «Güneş'in batması, bir köylünün aklına, hiç estetik olmayan akşam yemeği düşüncesini getirdiği gibi, bir fizikçinin zihninde de aslında ne güzel, ne de çirkin olan ve yalnız doğru veya yanlış olması muhtemel tayf tahlili fikrini uyandırır . Güneş'in batması, ancak düşüncenin iç vaziyetinde, ona sanatkâr gözleri ile bakan için güzeldir. Şu halde estetik, ruhiyatın bir bölümünden başka bir şey değildir.» (Bkz. Charles Lalo. Estetik, —Burhan Toprak— 2. Baskı, sf: 7 ) .
Güzelliği, «müteâl» (aşkın) ve «mutlak» bir kıymet sayan bir İslâm sanatkârı için de o, Allah'ın «cemal» sıfatının lif lif, hücre hücre tabiatın ve kâinatın her noktasına işlenmiş bir «na-kış»tır. «ses»tir, «ahenk»tir, «figür»dür, «hareket»tir ve insanoğlu da bu «mesajları» ve «âyetleri», sezmeye, duyma
ya, yaşamaya ve yakalamaya memur kaabiliyetli bir muhataptır . Sanatkâr ise, bu işi en iyi şekilde başaran idrak sahibi kişidir. Tasavvuf dili ile söylersek, sanatkâr, «eserde müessiri», itibarî güzelliklerde mutlak güzeli» arayan ve yakalayan kimsedir.
islâm sanatkârı, bu karakteri ile «güzel», objektif midir, yoksa sübjektif midir? diye düşünen akımların üstünde durmaktadır . 0 , tabiatta, kâinatta ve insanda «Allah'ın cemal sıfatını» arayarak yol almaktadır.
E S T E T İ Ğ İ N M E T O D U
Estetik, bir ilim olmak istiyorsa, hiç şüphesiz herşeyden önce konusunu «objektif» olarak ölçüp değerlendirmek zorundadır. Oysa, herkes bilmektedir k i , «güzelliği», objektif bir varlık biçiminde ele alıp ölçmek ve değerlendirmek kolay değildir. Hattâ, belki, bazıları için bu, imkânsızdır. Gerçekten de «güzeli» tayin etmek, ölçüp biçmek için elimizde bir birim yoktur. Çünkü «güzellik», kemmî (kantitatif) bir değer değil, keyfiyet halinde (kalitatif) bir değerdir.
Bununla birlikte, ilim adamları, bilhassa psikologlar, «istatistik metodlar-dan» faydalanarak, bir «keyfiyet» halinde bulunan estetik değerleri, «kemmîleş-tirmeyi» denemişlerdir. Böylece, bir «tecrübî estetiğin» kurulabileceğine inanan ilim adamları mevcut olmuştur. Psikolog Henry E. Garrett ' ten öğendiği-mize göre: «Tecrübî estetikte kullanılan temel iki metod vardır. Bunlardan birincisi derecelendirme (Or der - of - Me-r i t ) , ikincisi de ikili mukayese (Paired Comparisons) metodudur». (Bkz. H . E.
31
Garrett — F . Ertem, R. Öncül — Psikolojiye Giriş, 1954, sf: 9 2 ) .
H.E. Garrett 'e göre, «derecelendirme metodunda», insanlardan ellerine verilen «resimleri», seyrettikleri «komik» ve «trajik sahneleri», dinledikleri «müzik parçalarını», okudukları «şiirleri» belli bir zaman içinde «güzellik arasına» konması istenir. Böylece, binlerce insanın tercihleri veya reyleri toplanarak «istatistik metodu» ile değerlendirilir.
Yine aynı psikologa göre, «ikili mukayese metodundan» ise tecrübeye katılan insanlara iki resim verilir, yahut iki şiir okunur, yahut iki müzik parçası dinlettirilir ve sonra «hangisi daha güzel?», yahut «hangisi daha çirkin?» diye sorulur. Böylece yüzlerce ve binlerce kişinin tercihleri, «istatistik metoda» göre değerlendirilir. (Bkz. ags. sf: 92-93).
Psikologlar, bu met odlarla, «güzel» gibi sübjektif olan ve keyfiyet ifâde eden bir değeri, objektif ve kemmî bir biçimde değerlendirdiklerini sanmakta veya başka bir çareleri olmadığı için bununla yetinmek zorunda kalmaktadırlar. Oysa, herkes bilmektedir ki , «istatistiğin tesbit ettiği güzel», ortalama insanın bu konudaki idrakini ortaya koymaktadır. Ortalama insan, dehaya yabancıdır; hattâ o, dehâyı yadırgar, belki de uzun müddet reddeder. Ortalama insan, süslü püslü bir binayı, belki de Selimiye Ca-mii 'ne tercih edebilir; bir sokak adamının kahvehane duvarına yaptığı gözalıcı resimleri, Albrecht Düre 'r in yahut Rembrandt 'm tablolarından daha çok beğenebilir. Yine ortalama insan, minibüslerde çalınıp duran «arabesk şarkıları», I tr î 'nin, Dede Efendi 'nin, Hacı Arif
Bey'in bestelerine tercih edebilir. Biz üniversel bir güzel kavramının mevcudiyetine inanmakta ve bütün insanlarda «estetik heyecan» bulunduğunu elbette kabul etmekteyiz. Fakat, yine görmekteyiz ki , insanın «güzellik duygusu», yasma, kül türüne, sosyal ve ekonomik çevresine, aldığı eğitime, sahip olduğu dinî ve felsefî inançlara ve san'at telâkkisine göre esaslı bir biçimde değişmektedir.
Bununla birlikte, kabul etmek zorundayız ki , şayet estetik diye bir ilim olacaksa, o, çaresiz konusunu, psikolog H,E. Garrett ' in de belirttiği gibi, tecrü-bî metodlarla araştırmak zorundadır. Kaldı ki , bunun faydası da yok değildir. Hiç olmazsa, «ortalama insanın», estetik değerler karşısında aldığı tavırları tanımak ortalama insanın renkler, sesler, şekiller, figürler, dengeler ve mânâlar karşısındaki «duygularını» öğrenmek bu suretle m ü m k ü n olmaktadır. Ortalama insanın estetik değerler karşısındaki idrakini tanımak, elbette, şimdilik önemli bir merhale sayılmalıdır.
G Ü Z E L S A N A T L A R E Ğ İ T İ M İ V E D E H Â
Güzel sanatların gelişmesinde ve büyük sanatkârların doğmasında «eğitimin rolü» çok önemli olmakla birlikte, tek başına «eğitim», büyük sanat eserlerinin ve dâhilerin medeniyet dünyasında boy vermesine yetmemektedir.
Bir san'at eğitimi, insana, o san'atm tekniklerini ve eserlerini inceleyip kri t ik etmeyi, sağlam bir müşahede ve tecrübe imkânı bulmayı temin eder. Hiç şüphesiz bunlar, küçük şeyler değildir. Bununla beraber itiraf etmek gerekir ki ,
32
bütün bu değerli şeyler, san'atkâr olmaya yetmez. Herkes bilir k i , iyi bir edebiyat öğretmeni olmak başka şeydir, iyi bir edip olmak başka şeydir. Durum, mimarîde de, musikîde de, resimde de, diğer güzel san'at dallarında da aşağı yukarı aynıdır. Yâni san'atkârm doğması için «ilim ve teknik» kadar önemli olan başka bir hususiyet de gerekmektedir. Bu, büyük bir iman ve aşkla birleşmiş «üstün bir kaabiliyet» tir. Bu olmadan san'atkâr doğamaz.
Hattâ, denebilir k i , büyük bir imân ve aşkla Birleşmiş bir kaabiliyet, zaman içinde «teknik eksiklerini» telâfi ederek, dehâsını ortaya koyabilir de kaa-biliyetsiz, imansız ve aşksız bir teknik, asla başarıya ulaşamaz. Sanat tarihinden öğrendiğimize göre hem İslâm Medeniyetinde, hem Batı Medeniyetinde bunun örnekleri vardır. Bizim medeniyetimizin en büyük mimarı ve Batı dünyasının «taşın şâiri» diye öğdücü Koca Mimar Sinan, hiçbir san'at akademisinden mezun değildi. Ancak, onda yüksek bir zekâ, büyük bir kaabiliyet, bitmez tükenmez bir âşk ve ihtiras, ulaşılması güç bir müşahede ve bunları uygulama iradesi vardı. Batı dünyasında, modern resim san'atının kurucusu olarak anılan Paul Cezanne'ın görünen hayâtında dikkate değer bir olay gösterilemez. Liseyi iyi derecede bitirmiş, fakat bir akademide resim dersi görmemiş, herşeyi kendi kendine öğrenmiştir. Kendisini hukukçu olarak yetiştirmek isteyen babasından bin-bir güçlükle izin alıp, gittiği Paris'te bile, Renoir ve Pissaro gibi birkaç ressam bir yana bırakılırsa, daima insanlardan kaçmış, yapayalnız çalışmış, sık sık gittiği Louvre müzesinde, sanat görgüsünü
arttırmıştır». (Bkz. Suut Kemal Yetkin, Büyük Ressamlar. 1966. sf: 7 0 ) .
Bütün bu gerçeklere rağmen «Güzel san'atlar eğitiminin» önemi, asla küçümsenmemelidir. Genç san'atkârların ve kaabiliyetlerin gelişmesi için «eğitim müesseselerine», kaliteli yayınlara, başarılı örneklere ve hocalara ihtiyaç vardır. Böyle bir imkândan mahrum kalan genç kaabiliyetlerin çok önemli bir kısmı daha doğmadan ölür, çok az bir kısmı şöyle böyle sesini du}^urur, pek nadir olarak dehâlar doğabilir.
Bazı fikir adamları, «estetikte dehâya ulaşmak» için ilmin, aklın ve kaa-biliyetin de yetersiz kalabileceğini, güzeli elde etmek «idrakin ilerisinde olan şe'niyetlerin akıl dışı (irrationelle) tecellisi olarak, ancak vecd halinde mümkündür . . . Bu mânâda Ruskin, «San'at ibâdettir» demektedir. Çağdaş Bergson-cular, «vecd» sözü yerine «sezgi» kavramını koymuşlarsa da netice aynıdır.» (Bkz. Charles Lalo — Estetik — B. Toprak — Sf: 14 ) . İleride «İslâm San'-atını» anlatırken, ilm ve dehâ kadar, bu «vecdin»i değerini de belirteceğimizi sanıyoruz.
Öyle anlaşılıyor ki , san'atın ilme ve akla bağlı yönleri bulunmakla birlikte, o, esas itibarı ile bir aşk ve gönül meselesidir. San'at «akıl»dan çok «kalbi» doyurmaya yarar. O, düşünmekten çok sezmek ve duymak demektir San'atkâr, ilim adamından ve filozoftan çok, dinî vecd halinde bulunan insana benzer. «Estetik kalbden gelmelidir, yoksa akıldan değil. O, bir ilhamdır, bir düşünce, muhakeme ve muakale değildir». (Bkz. Charles Lalo — ags — Sf: 14 ) .
(Devamı var)
33
GÜL VE BÜLBÜL DEVRİ GAZELİNİN BAŞTAN İKİNCİ BEYİTİNİN AÇIKLAMASI
Hasan KAYIHAN
«Açınca gülşende edebsiz bir gül Sürünür sümbülün derdiyle bülbül.»
Bilindiği gibi gülsen, içinde her türlü nebatın ve mahlûkun bulunduğu, etrafı çitle çevrili bir diyarcıktır. Şâir bu şiirinde seyreylediği bir gülşende olup bitenler hakkındaki duygu ve düşüncelerini aruz-serbest kırması bir vezinle kaleme almıştır. Bu şâirin özelliği lâ-dinî ve lâ-siyâsî (din ve politika dışı) konularda şiir yazmış olması, hiçbir zaman tarafsızlığını kaybetmeyerek suçlu bahçıvan da olsa gülsen de olsa her şey i olduğu gibi söylemesidir. Bu itibarla, Bülbül ve Gül Gazeli büyük bir ehemmiyeti haizdir.
Şirin bir gülsen, bahçıvanların beceriksizliği yüzünden neredeyse harabeye dönmek üzere iken, o gülşeni çok seven ve o güne kadar ses-siz-sedâsız çardakta (Çardak, gülşenin bir kenarında genellikle ahşap bir yapıdır galiba) oturmakta olan bir bahçivanm devreye girmesi ile birtakım olaylara sahne olur. Şâir birinci beyitte bahçenin (gülşenin) yeni bahçıvandan önceki durumunu bugünkü dille ve meâlen şöyle tasvir eder:
Çitlerin gerisine domuzlar yığılmış, bir gedik açmaya çalışıyorlardı. Bahçe kuyusunun (bahçenin merkezinde olur) tepesine tünemiş olan bir baykuş durmadan öter ve arada bir domuzlara göz kırpardı. Bahçe baştan başa ayrık otları, deve dikenleri, kızılüreyen ve sıçan otlarıyla dolmuştu. Hergün güllerden, sümbüllerden, menevşelerden biri, özellikle çok bulaşık bir ot olan kızılüreyen tarafından kemirilir, kuru-tulurdu. Bahçıvanlar bu güzelim çiçekleri de diğerleri gibi ot olarak görürler, hiç ilişmezlerdi. Bülbül ise kendisini yıllarca bu gülşende barındıran güllere karşı yapılan bu saldırılar karşısında susar, sesini çıkarmazdı. Bahçenin merkezindeki kuyu, batakla dolmuş ve içinde yılanlar, solucanlar ürerdi. Gülsen tam bir örenliğe dönmüştü. Bunun üzerine, çardağında oturmakta olan bahçıvan tırpanını omuzuna alıp ayağa kalktı. Rastgele sallamaya başldı. Önüne ne gelirse, biçiyordu. Dikenler, derhal elini-ayağını tırmalamaya başladılar. Bunun üzerine sadece kendisini bahçıvan olduğu için çok seven güllere, sümbüllere ve menevşe-çiğdem gibi yan tarhlardaki çiçekleri biçmeye devam etti. Birgün bir de baktı ki , bahçede dikenden, ottan başka birşey kalma-
34
mış. Otlar ise ne tomurcuklanıyordu, ne de çiçek açıyordu. Dikenler ise, ayaklarının altında dolanan, dikensiz, zayıfız demeyip, bu gülsen bize dedemizden yadigârdır deyip canla-başla önlerine dikilen güller, çiçeklerden de kalmadığı için doğrudan doğruya bahçıvana saldırırlar. Bahçıvan kabak gibi ortada kalmıştır. Kaçacak, aman diyecek bir tek gül-çiçek bırakmadığı için de kızılüreyen dikeni tarafından boynu sarılır ve morara morara can verir.
Gazelin ikinci beyitinde ise, bülbül ile sümbül arasında bir mukayese yapılmaktadır. Sümbül, bilindiği gibi güzel şekli ve rengi olan, ancak kokusu bulunmayan bir çiçektir. Kokusuz çiçek ise başlangıçta bir matah sayılsa bile giderek ot niyetine tutulur.
Bülbül, bir gülşenin gören gözü, söyleyen dilidir. Divan şiirinin zengin imaj gücü, bülbülü bahçenin varlık sebebi olarak ele alır. Yâni bahçe-gülşeıı, bülbül varolduğu için vardır. Ancak şâir burada bir Aksak-sektiri veya Timûrî edebiyye-yi sanatiyye yaparak kuru dururken yaşı yakan bahçevanla bülbülü aynı kişi imiş gibi telâkki ediyor. Yâni bahçıvan, bülbülün tırnağı, gagası mesabesi kazanıyor. Bülbüle diyorki:
— Sen sürüneceksin.. Bilindiği gibi sürüngenler bataklıklarda yaşarlar. Bataklıklar ise
genellikle zindan gibi korkunç yerlerdir. Ve buradaki nebatatın kafaları iri olduğu için genellikle yerlerde sürünür. Sümbülün de kafası yerdedir. Yâni burada yapılan sanat, —alüterasyon hariç—, bülbülün bataklık nebatatına dahi muhtaç olacak kadar ğülsüz-çiçeksiz kaldığını hatırlatmak içindir.
«Edebsiz gül» terimi ile şâir Muradiyye sanatı yapmakta ve edepsizleşme yani dikenlenme, bahçıvana, bülbüle zarar verme meylinde olmayan gülün âhmı, vebalini ifâde etmektedir. Eğer gül, sana bu yaptıklarından ötürü intizâr ederse, beddua ederse, sen işte bu hâle geleceksin diyor.
Şâir gazelinin daha sonraki beyitlerinde genellikle Tecahül-i arif sanatının sebeb-müsebbebiyyet kanadı ile gülün edepsizleşmesinin bu gidişle muhakkak olduğunu anlatıyor, Son beyitte ise, gülşenin bu güzel halkının —gülün—, Muradiyye —dilek, dua— ile iktifa etmeyeceğini bizzat dikenlenerek elindeki tomurcuklarını koruyacağını ve bahçıvanın zevaline sebeb olacağını ifade ile, «topla akl-ü kararın geçmede zemân» son mısrâıyie hakîkatiyye san'atı yapmaktadır.
Şiirin biraz vezinsiz olması onun hatâsı gibi görülmesine sebeb olabilecekse de yeni - aruzculuk akımı henüz işin başlangıcında olduğu için şâirimizden gelecek için ümidvârız.
35
TERCÜME ŞİİR
Metîn Kayahan ÖZGÜL
Nesirde, cümlenin görünen, açık ve tek mânâsı vardır. Dolayısıyle, tercümesi de cümlenin bu mânâsı etrafında ve içinde cereyan eder. Halbuki şiir, kelimelerin sâdece lugavî mânâları üzerine kurulu değildir ve bu zaviyeden bakıldığında da, san'atlar içinde en ziyâde millî olanıdır. Meselâ; bir şiirde geçen «Leylâ» kelimesinin Avrupalı okuyucular için ifâde edeceği mânâyı düşününüz. O garplının «Leylâ» denince Mecnûn'u, vuslatsızlığı, çölleri, ceylânları, «bakti» ( x ) n i n yollarını, eziyetle beslenen bir aşkı anlaması m ü m k ü n müdür? Veya;
«Kadd-i dildâre kimi ar 'ar didi, kimi elif Cümlenün maksûdu bir amma, rivayet muhtelif
gibi bir beyti lisânına çevirmek isteyen bir İngiliz mütercimin var olduğunu tahayyül ediniz. Bir servi cinsi olan «ar 'ar»ı İngilizceye «cypress» olarak çevirmeğe mecburdur. Oysa «servi» kolayca tercüme edilebilecek basitlikte bir kelime olmaktan çok uzak; dinî ve lâ - dinî husûsiyetleriyle pekçok mücerret mefhûma sembol olmuş bir unsurdur : Mevzûnluğu ve uzunluğu ile «elif» harfine benzetilir. Elif gibi servi de «vahdet» timsâlidir. «Allah» kelimesinin ilk harfinin «elif» olması hesabiyle Tanrı 'ya telmîh edilir. Uzun, narin yapısı yârin endamına; rüzgâr estikçe kımıldanışı sevgilinin eteğinin dalgalanmasına benzetilir. Bütün bu hususiyetleri bilmeden, içinde «servi» kelimesi geçen bir şiiri tercüme etmek ve bu tercüme parçasını anlayıp zevk alabilmek imkânsızdır.
Tercüme edileceği lisanda müteradifi bulunmayan; birden fazla manâlı veya görünen basit manâlı kelimeler ardında bambaşka iklimler saklayan bir şiir, ancak izahlarla, aranotları, dipnotları, parantez ve tırnaklar içine sıkıştırılmış küçük açıklamalarıyle meâlen, tefsiri olarak tercüme edilebilir ki , ona da «şiir» değil, «nesir» demek daha doğru olur.
Kelimeler lügat mânâları yanında, Türk milletinin onlara verdiği husûsî karşılıklar, kazandırdığı husûsî mânâlar vardır. Meselâ; Murtazâ, Recep, Hıdır isimleri köylüyü; Memoş, Fifi, Fatoş gibi adlar sosyeteye mensubiyeti ifâde eder. Tercüme edilmeğe çalışılan bir şiirde bu cins isimlerin aynen aktarılması espriyi zedeler; eserin tercüme edileceği lisanda, eğer var ise, bu cins mahallî, argo veya farklı tabakalara âit söyleyişlerin şiire nakli ise «tercüme» şartını bozup eseri ccadaptasyonaa kaydırır. Ayrıca, cinas ve aliterasyon gibi san'atları gösterebilme imkânı da yoktur.
Şimdiye kadar zahirî, şeklî ve fizikî cephesiyle anlatmağa çalıştığımız tercüme güçlükleri yanında, şiir san'atınm şâirde doğup okuyucuya uzanan bir
(x) «Aşk yoluyla Allah'a ulaşma» şeklinde tercüme edilebilecek bir kelime olup Türkçede müteradifi yoktur.
36
hissî tarafı da vardır. Klâsik şiirimizin «nazire söyleme» an'anesinde, pek sevilen bir şiire aynı vezin, kafiyeler, konu ve bilhassa, aynı uslûb ve hâlet-i rûhiy-ye ile bir ikiz yaratma tecrübeleri yapılırdı. Mütercimin vazifesi de nazîrecilik-ten farklı değildir. Bu edebî inceliğe rağmen, her ne sebeptense, şâir ile mütercimin mes'ûliyetleri hep karıştırılmış; itirazlar, iddialar birbirini takip etmiştir. Bu iddiaları birkaç madde hâlinde sıralayabiliriz:
1 — Her yabancı dil bilen, şiir tercüme edebilir: Yanlışlığı gayet bariz olmakla beraber bizde hâlen kullanılmakta olan usûl budur . Pratiğe dayalı bir yabancı dil ile edebî mütercimliğin, hele şiir mütercimliğinin halledilebileceğini zannetmek kadar yanlış bir düşünce tarzı daha olamaz. Ayhan Ina l 'm Çöl Tür-küsü 'nün İngilizce ve Arapça Tercümeleri bu mesuliyetsizliğin en son misâlle-rindendir.
2 — Şiiri ancak bir şâir tercüme edebilir: Sürrealist şâirlerden Philippe Soupault da bu fikri te'yîd eder mâhiyette;
«Şiir tercüme edilir. Yalnız tercüme edenin, onun bir söz san'atı olduğunu unutmaması gerekir. Bu gereği yerine getirebilmek için de şiiri her halde bir şâir tercüme etmeli» der. Bu fikrin şiirin mânâya dayalı dış yapısı yanında, hisse dayalı iç yapısını dikkate alması bakımından bir üstün tarafı olmakla beraber, eksik tarafları da yok değildir. Misâl olarak Hayyâm tercümelerini ele alalım: Farsçanın Türkçeyle olan müşterek kelimelerine, asırlarca süren kül tür ve his mübadelelerine rağmen, Hayyâm'm rubailerini manzum olarak Türkçeye çevirmeyi tecrübe eden pekaz şâir çıkmıştır. Bunun sebebi; Hayyâm'ı tercümeye sâdece şairliğin yetmeyeceği korkusudur.
Meselâ; Hayyâm'm «An kasr ki ber cerh hemî zed pehlû» mısrâıyle başlayan ve bir k u m r u n u n dem çekişleriyle güzelleşen nihâîsinde, «kû kû , kû» sesleri hem «nerede, hani» mânâlarını hem de kumrunun sesini hatırlatır. 20. asırdaki en büyük aruz şâirimiz olan Yahya Kemâl bile, bu inceliği açıklayarak güzelliğini bozamamış, tercüme şiirine aynen alarak, espriyi anlamayı ariflere bırakmıştır. Çok sonralan bir başka Hayyâm tercümesinin sahibi, Rüştü Şardağ'ın ise, «kû» sesinin «komşuya seslenirken» kullandığımız «hû» nidâsıyle karşılanabileceğini açıklayan bir dipnot ile tercüme ettiği rubaisini, doğrusu o hamiş olmasa, «hû»ların bu yeni kullanılışıyle anlayabilecek okuyucu düşünemiyoruz. Görüldüğü gibi, şiir tercüme etmek için şairlik de kâfî değildir.
3 — Şiiri, şâirle uzun müddet yaşamış biri tercüme edebilir: «Yabancı dilde yazılmış bir şiiri Türkçeye çevirmek isteyen tercümecinin,
her şeyden önce, o şiiri yabancı şairle uzun zaman düşüp kalkmış olması, onun o şiiri yazarken içinde bulunduğu havayı yaşamış olması gerekir» (x ) diyen Suut Kemal, bu satır lan yazarken kendine; «Uzun zamandan kasdettiğim ne-
(x) YETKİN, Suut Kemal - Günlerin Götürdüğü «Şiir Çevirileri» Varlık Yay: 1119 d. fes. îst. - 1965, s: 64.
37
dir? Uzun zaman süren bir beraberlik insanların birbirini anlaması için kâfî midir? Şiir yazılırkenki hava, şâire de mütercime de aynı şekilde mi te'sîr eder? Ben, Baudelaire'in «Şer Çiçekleri»ni tercüme ederken bu şartlara uyabildim mi?» gibi bâzı sualler sormalıydı. Bu tarz bir muhasebe, şiir tercümesinin aleyhine netice verecektir; çünkü, «El - ma'nâ fî batnı 'ş - şâ'ir» ( x ) ve o mânâyı şâirden çıkarmağa mütercimin gücü yetmez. Bir kişiyi kendinden daha iyi kimsenin bilemeyeceğini düşünürsek ortaya bir başka alternatif daha çıkmaktadır:
4 — Şâir, kendi şiirini yine ancak kendi tercüme edebilir: Evet, Tanpmar 'm dediği gibi; «Şiir, yazıldığı lisanın malıdır. 0 lisanda
okunmak şartıyle güzelliklerine sahiptir, vardır» ama, niçin meşhur şâirlerimizi eserleriyle tanılamayalım? Niçin dev gibi şiirler mütercim elinde pos - pâyeleş-sin? Meselâ, Yahya Kemâl gibi Fransızca bilen bir şâirin 12 mısrâlık «Sessiz Gemi»si, hani o yazılması senelerce süren, hani o her kelimesi defalarca değiştirilmiş mücerret fikirler yumağı «Sessiz Gemi» niçin Âdile Ayda'nın (xx) kaleminde 16 mısra olsun? Unutulmamalıdır ki «Şiir yazıldığı dilin içindedir. Tercüme ile sevilen şair hemen hemen yoktur»; çünkü, tercümede mütercimin sun'îli-ği vardır. Bu sebeple, en sıhhî usûl; her şâirin, sağlığında kendi eserlerini yine kendisinin ve beğendiği, uygun bulduğu, psikolojisini ifâdeye müsait gördüğü kelimelerle tercüme etmesidir. İddiamız, yabancı dil bilmeyen şâirlere zâlimce gelebilir, piyasadaki tercüme şiir sayısını azaltabilir fakat, az da olsalar, mütercimliğini şâirinin yaptığı neşîdeler daha güzel, daha doğru olacak; sahibinin alâmet-i farikasını taşıyacaktır. Bu iddiamızın en büyük örneği Edip AYEL'dir . Ayel, Fransızca iki şiir kitabiyle tanınmış, Fransa'da bir şiir yarışmasında birinci olmuş, Fransız antolojilerine girmiştir.
Mevzua değişik bir düşünceyle bakalım: Şiirlerinin yabancı dilde de aynı güzelliğini devam ettireceğine inansa idiler, onca lisan bilir şâirimiz kendi eserlerini tercüme ederlerdi ama, etmediler. Bunun sebebi belki eserlerini kıskanmaları , belki de iyi derecede bir yabancı dil bildikleri için o lisânın imkânsızlıklarını, Türkçeye müteradif olamayacak kadar fakîr lügatlerini tanımalarıdır. Onların başka bir lisâna çevirmeğe kıyamadıkları eserlerini «tercüme» adı altın* da katletmek, kimsenin haddi değildir. Ya yapılan ameliyenin adı değiştirilip «şiir tefsiri, meali, yakın tercümesi» gibi daha az iddialı bir isim verilmeli, ya da bu işten vaz geçilmelidir.
Jean Cocteau'nun herşeye rağmen unutulmaması icabeden bir sözü vardır k i , bü tün münâkaşaların, tercüme dâvalarının üstünde ve kesindir: «Bir şiir hiçbir dile çevrilemez. Yazılmış olduğu dile bile» Bu hakikat levhasına rağmen, eserinin tercüme edilmesini isteyen şâirler olursa, kendi çevirecek, ruhsat verip çevirtecek veya bir icazet - nâme ile vasiyet edecektir, ama lütfen, böyle bir arzu duymamışların kabirde kemiklerini sızlatıp ruhlarını tâzîb etmeyiniz!
(x) «Mânâ, şâirin karnındadır.» (xx) AYDA, Adile, — Yahya Kemal ' in Fikir Ve Şiir Dünyası Ank. - 1978
Hisar Yay. s: 190. 38
«DİL KURUMU BELGESELİ»
Muhsin llyas SUBAŞI
Tam iki haftadır çantamda bir gazete kupürü taşıyorum. Bu kupürü her elime aldıkça, «Yine mi kurum?» demekten kendimi alamıyorum. Ama yazı saklanacak cinsten bir makale. Bunu, Ahmet Kabaklı yazsaydı; ki, çokça yazmıştır. — Bu kadar ilgi duymazdım. Çünkü, o zâten benim duygularımı anlatıyor. Benim söylemek istediğimi söylüyor. Bunun için ilgi duymazdım. Bunu yazan bir Kurumcu, sol'un akıl hocalarından Mümtaz Soysal olunca nasıl saklamam? Saklayınca da bunun gereğini yerine getirmek lâzım. Bu gerek ise, onu size ulaştırmak ve biraz üzerine lâf etmek.
Şimdi onu yapayım istiyorum. Buyurun, evvelâ «Açı»sı biraz genişleyebildiği için doğruyu gören Soysal Hoca bakınız neler diyor, evvela onu dinleyelim :
«... Dil konusunu ele alalım. En geniş serbestlikten yana olanlar bile, bu konuda bir takım kamu düzenlemelerine gerek olduğunu kabul ediyorlar. En azından, TRT'de, okullarda ve devlet dairelerinde kullanılacak dil bakımından belirli bir düzenleme yapmak ve ölçüler koymak zorunlu. Bu bir kamu hizmeti. Ama, öyle bir kamu hizmeti ki,
siyasal güçlerin etkisinden uzak olarak, dil konusunu bilenler, sevenler ve bu konuda uzmanlaşan çevrelerin katılmasıyla, örneğin, ya da bu yönde, geçmişte yakınılan bütün uygulamalar yine ortaya çıkacak. Zaten özerklik de bu demek: Görülen görev kamu görevidir ama, kamuca parası ödenerek, o işi en iyi yapacağına inanılan ve gücünü ya da «erk»ini kendi «öz»ünden alan bir kuruluşa verilmiştir. Dil konusunda da Türk Dil Kurumu'na, Yani Atatürk'ün mirasına dokunmadan, onu kendi özellikleriyle ve biraz da yapısal kısırlıkla-rıyla başbaşa bırakarak, böyle bir «kamu» kuruluşuna gereksinme var. Adına ister «akademi» deyin, ister şu deyin, bu deyin...»
Şu yazıya bir kompozisyon hocası olarak not vermeye kalksam samimi söylüyorum iki'den fazla vermem. Ama yazar bir Prof .'dür. Yazar Dil Kuru-mu'nun da gediklilerindendir. Bu da ayrı bir konu. Biz burada konunun bu cephesine eğilmeyeceğiz. Evirse, çevir-se, söylemek istemediği halde söylemek zorunda kalıp bunları yazsa da demek istediğini biz anlıyoruz: Hoca diyor ki, «Akademiye ihtiyaç vardır. Kurumu da kendi kısırlık ve çelişkileriyle baş başa
39
bırakın. Okullarda, TRT 'de ve resmî kurumlarda Devletin dil politikasını düzenleyen Akademiyi de kuru verin.» Hay ağzına sağlık senin hoca. Ha no' lur şunları yirmi yıl önce söyleseydin. Düne kadar ((kimse kuruma dokunamaz. O Atatürk 'ün mirasıdır. Çağdaş kül türün ön-cüsüdür.» fetvasını ver. Bugün pabucun pahalıya mal olacağını anlayıp biraz da çaresiz kalınca bunları söyle. Eh ne diyelim, söyleyene değil söyletene şükür . «Akademi kurulacak ama hiç olmazsa ku rumu kurtaralım.» düşüncesiyle de olsa, kurumdan şikâyetçi olan devlet düşüncesinin yanına kayıp, Danışma Meclisi'ne yol aramak için de olsa, bunları Mümtaz SoysaFm ağzından duymak güzel şey. Halbuki, bu konuya Milli Devlet düşüncesini savunanlar, tâ 1950'-lerde parmak basmışlardı. Prof. Osman Turan, «Türk Yurdu» dergisinin (Sayı 2, Ağustos 1954) ilk sayılarında «Türk Dili Buhranına Toplu Bakış» demiş ve üç sayı bu konu üzerinde durarak tâ o zaman T ü r k Dil Kurumu için, «Türk dilini kısırlaştırma kurumu» sıfatını vermiş. Onunla birlikte aynı sayılarda yazan Prof. Hüseyin Nâmık Orkun ise, «Akademi meselesi»ni ele alarak, daha (olanağı, olasılığı, yaşamı, tümceyi, til-çiği, koşulu, «sal»lı garabetleri) uydurmamış olan kuruma karşı «akademi» düşüncesini ortaya atmıştı. (Eylül 1954)
Aradan bunca zaman geçti, 27 yıldır onların vârisleri bizler aynı türküyü söyledik: «Bu Türk Dil Kurumu, ku rum olmaktan çıkıp bir siyâsî oymak hâline geldi.» diye. Kime ne anlatabildik? Adamlar marksizmi övdü, ku rum onlara ödül verdi. Adamlar, Maddeci Diya-
40
lektizmi savundu, «Toplumsal sanat ve bilim dallarının araştırmalar kaynağı, Mark ve Engelsdir» ( T ü r k Dili Sayı: 344) dedi, Kurum bunu dergilerinde yayımladı. . .
Sonunda bu günlere gelindi. Ve kalkıp Kurumcu bir Hoca-Yazar fetvayı verdi: «En geniş serbestlikten yola çıkanlar bile dil konusunda bir takım kamu düzenlemelerine gerek olduğunu kabul ediyor. Dil konusunda Türk Dil Kururnu'na, yani Ata türk 'ün mirasına dokunmadan, onu kendi özellikleriyle ve biraz da yapısal kısırlıklarıyla baş başa bırakarak, böyle bir kamu kuruluşuna gereksinme var. Adına ister 'Akademi' deyin ister şu deyin, ister bu deyin.»
Ben bu yazıyı okuyunca Akademi işinin ciddiye alınacağına biraz daha fazla inandım. Çünkü, bu denize düşenin yılana sarılması gibi bir çağrışım yaptırdı bana. Bu işin takipçileri biliyorlar k i , Akademi olarak. Bari, «Atatürk 'ün mirası» hamasetini yaparak, kurumu kurtarmaya çalışıyorlar. Bu iş yapılırken ben de buraya bir teklif getireyim istedim: Özellikle şu son iki yıl içerisinde Kurum üzerinde çok söz edildi ve eserlerinden, ödüllendirdiği kitaplardan çok enteresan tesbitler yapıldı. Bu tesbitler bir araya getirilse de bir «Dil Kurumu Belgeseli» oluşturulsa nasıl olur? Bu kitabı da, özellikle icra organlarının yöneticilerine göndermek suretiyle, şu ku rumun Cemaziyel evveli ortaya konsa.. . Bu fikri olumlu bulanlardan çaba beklemenin hayalde kalmaması, ileride bize çok şeyler kazandıracaktır. Gelin bu teklif üzerinde biraz düşünelim...
ŞA'İR ŞEM'I HAYATI ve DİVANI
Yunus KÜRŞAT
Edebiyatımızın unutulmaya terk edilmiş şâirlerinden olan ŞemTyi bu unu-tulmuşluktan kur tarmak için, her yönüyle ele alarak işledik. Bu bölümde hayâtını ve divânını anlatacağımız şâ'irin, daha sonraki bölümlerde çeşitli yönlerine temas edeceğiz.
«Her kusûriyle kabul eylerseniz Şem'î kulu Zümre-i erbâb-ı dil beyninde unvandır bana»
diyen Şem'î, Konyal ıdır . ( 1 ) Kendisi de divânında:
«Mahlasım Şem'î 'dir bilâdım Konya Bizim bağa girmez bülbül-i şeyda Bir kenar sahrada olmuşum peyda Kimse bilmez ne revnakta gülüm ben» der.
Şem'î 'nin doğum tarihi kaynaklarda çelişkili verilmektedir. Son Asır Türk Şâirleri ile Tuhfe-i Nailî 'de H. 1185 olarak verilirken, Konya Vilâyeti Halkıy-yât ve Harsiyyâtı 'nda H. 1198 olarak gösterilmektedir. Şem'î bir gazelinde:
«Sene bin iki yüz kırk ikide Şem'î gedâ Sebebi hacc ile cinân iline eyle sefer»
demekte ve bir başka gazelinde de hacca gittiği yılki yaşını söylemekedir:
(1) Hatimetü'l-eş'âr, Fatih Davud, S. 222; Kamûsu'l-A'lâm, Şemsettin Sami, Mih-ran Matbaası, İstanbul, 1311, C. 4, S. 2874; Konya Vilâyeti Halkıyyât Ve Har-siyyâtı, Mehmet Sâdeddin Nüzher, Vilâyet Matbaası, Konya, 1926, s. 53; Meydan Larousse, Meydan Yayınevi, İstanbul, c. XI, s. 752; Sicill-i Osmânî, Mehmet Süreyya, Matbaa-i Âmire, İstanbul, 1311, c. III, s. 171; Son Asır Türk Şâirleri, İbnül-Emin Mahmud Kemâl, Maarif Matbaası, İstanbul, İ94Ö1, cüz. X, s. 1755; Tuhfe-i Nailî, Tuman, Yazma, e. I, s. 724, sıra. 2110; Türk Saz Şâirleri, Prof. Mehmet Fuat Köprülü, Kanaat Kitabevi, İstanbul, 1940, c. II, 432.
41
Elli beş elli altı yaşında Hakk etdi nasib Verdi Şem'î'nin muradın Hazreti Rabbü'1-enam»
Demek ki Şem'î, 1242 yılında hacca gittiğinde 55, 56 yaşlarmdaymış. Buna göre doğum tarihinin de H. 1186, 1187 olması gerekir.»
Genç yaşında helvacılığa merak ederek usta olan Şem'î, saz çalmaya ve âşıklığa merak ederek onda da başarılı olmuştur. Üstüne başına önem vermeyen şâir, deveci elbisesiyle gezerdi. Karşılaştığı her ahbabının hâlini hatırını sormadan geçmezdi. Bir çok defalar İstanbul'a gitmiş, hattâ pâdişâhın (2) huzurunda saz çalarak şiirler okumuştur. Kendisi de dîvânında bunu belirtir:
«Dinlemez oldu şimdi dürr-i meknûn söylesem
Şâb iken elfâzını Sultan Selim Han dinledi»
«Bâb-ı Âlî semtine etdik efendim bir sefer
indi devletde olur lâ-büd nüfûsun mu'teber»
Rivayete göre İstanbul'a gidişlerinden birinde, oradaki bir âşık meclisine uğramış. Kendisini tanıtmadan bir köşeye çekilip oturmuş. Oradakiler Şem'î mahlaslı bir koşmayı okurlarken, kendi eserini duymanın tabi'i zevkiyle «verin şu sazı biraz da ben çalayım» der. Kendisini tanımayan meclisteki şâirler gülerek: «Keçinin yiyemediği ot başına vurur» diyerek şâiri tezyif ederler. Şem'î sükûnetini muhafaza ederek ellerinden sazı alır ve çalmaya başlar. Dinleyen âşıklar yaptıklarından utanırlar ve hayret içinde kalırlar. Saraya durumun bildirilmesi üzerine, pâdişâhın huzurunda bir saz meclisi tertip edilir. Bu meclise reislik eden Şem'î bütün maharetlerini gösterir. Pâdişâh fazlasıyla memnun olur ve ŞemTnin İstanbul'da kalmasını teklif eder. Ancak şâir memleketini tercih eder. Bunun üzerine Pâdişâh, Şem'î'ye Konya'da çarşı ağalığını verir. Şem'î artık rahattır. Esnafın bütün işleriyle o ilgilenmektedir. Uzun süre bu vazifeyi sürdürmüştür. Hâlinden memnuniyeti şu beyitte de görülmektedir.
«Hak seni halk eylemezden verdi rızkın evvelâ Elli beş yaşına girdin Şem'î aç oldun mu sen»
Konya Vilâyeti Halkıyyât Harsiyyâtı'ndaki «Şem'î okur yazar değildir» fikri yanlıştır. Çünkü dîvânında şâir kendisi:
«Kelâmından bilip «lâ taknetü min rahmeti'llâh» Okurdum hıfzıma aldım yedîmde hüccetim mergûb» «Tıfliken bir hâce-i danadan almışdım sebak Sen anı tahrir ederken yandı destinde varak»
(2) Bu Pâdişâh, III. Selim Han'dır.
42
demektedir. Meydan Larousse'da da: «Konya'da öğrenim gördü» denmei fikrimizi doğrulamaktadır. Kaynaklar Şem'î 'nin dîvânına başlarken yazdığı besmele manzumesindeki şu beytine dayanarak, mevlevî ( 3 ) olduğunu söylerler:
«Mevlevîyem mevlevîyem pirimiz Manlâ-yı Rûm Şâh-ı Kutbu'1-ârifindir ser-firâz-ı evliya»
Dîvânının bir kaç yerinde isminin «Hacı Şem'î» olarak geçmesinden ve şu beyitlerden, şâirin hacca da gittiğini öğreniyoruz:
«Kalmad? dünya muradından muradın almadık Eyledim beyti tavaf sa'y eyledim beyne's safa Baş açık yalın ayak çıktım Arafat dağına Göz yaşın ettim revân el kaldırıp kıldım du'a»
Şâir Şem'î hayatında bir kaç defa evlenmiştir. Öyle ki yaşı altmış olduğu halde yine evlenmeye kalkar:
«Bir te 'ehhül kasdına etdim mürâd feth oldu bâb Reh-nümâ oldu o bâbda bize bir âlî-cenâb» «Şem'î yaşın altmış işin bitmiş yeter evlendiğin Pî r olan âb-ı hayât içse olur zann etme şâb»
Koca âşık iyice ihtiyarlamış, gözü dünya nimetlerini görmez, gönlü dünya güzellerini sevmez olmuştur artık:
«Cihan bir kimseye bakî değil aldanmayın asla Kanı Leylâ ile Mecnûn, kanı Şirin ile Ferhâd»
Şem'î 'nin ölüm tarihi olarak verilen tarihler, doğum tarihinde olduğu gibi çelişkilidir. Tuhfe-i Nailî, Kamûsu'l-A'lâm ve Hatimetü'l-eş'ar 'da H . 1257 olarak verilirken, Konya vilâyeti Halkıyyât ve Harsiyyâtı 'nda: «1255 tarihinde Fevt oldu» demesi ise tamamen yanlıştır. Bu, mürett ip hatası olsa gerek. Altmış 57 yaşında olduğu halde vefat eyledi» denmektedir. Sicill-i Osmânî 'nin «1157'de yaşında evlendiğini söyleyen şâir, yine bir mısraında:
«Yaşın altmış iki oldu ağardı kirpiğin kaşın» demektedir. Bunları göz önünde tutarsak, 57 yaşında öldü iddiasının yanlış olduğunu görürüz. Yukarıdaki mısradan anladığımıza göre, 62 yaşından sonra öldüğünden 1257 olarak verilen ölüm tarihi, daha akla yakındır. Böylece Şem'î 'nin H . 1186 ile H. 1257 tarihleri arasında yaşamış olduğunu tesbit ediyoruz. *
Kaynakların, «bu şiirden başka şiir yazmamıştır.» dedikleri ve gerçekten de dîvânının son şiiri olan koşmayı buraya da alıyoruz:
(3) Bu mevzuya ayrı (bir yazıda temas edeceğiz.
43
«Bülbülden bir nida geldi güllere Safasm sürmeden geçti gidiyor Uftâdeler yalın ayak yollarda Ağlayı ağlayı düştü gidiyor
Bahar eyyamında bülbül sesinden Çıkarmış perçemin finûfesinden Eyvah gönül kuşu ean kafesinden Pervâz edip uçtu gidiyor.
Gönüller babında beğsin, paşasın M evlâm ömür versin, beğler yaşasın Yetiş ey bî-vefâ helallaşasm ( 4 ) Şem'î ecel camın içti gidiyor.»
Dîvânı:
Dîvânın birden fazla basılmış olması, zamanında ve sonraları sevilerek okunduğunu göstermektedir. Zamanındaki şâirlerce de çok beğenildiği kaynaklarca söylenen Şem'î 'nin dîvânından başka eserine rastlamadık. Dîvânında da bu hususta hiç bir bilgi yoktur. Faydalandığımız kaynaklar da bu konuda bilgi vermez. Çalışmalarımızda göz önünde tut tuğumuz dört matbu nüsha şunlardır:
1 — Basddığı yıl matbaa üzerinde yazılı olmayan sarı kâğıt üzerine basılmış bir nüsha.
2 — Valide Hanı , I ran Matbaası, 1287 tarihli nüsha
3 — ibrahim Efendi Dest-gâhı, 1288 tarihli nüsha 4 — ibrahim Efendi Dest-gâhı, 1290 tarihli nüsha
Bu matbu nüshalar üzerine İbnü'1-Emin Mahmut Kemâl ( 5 ) şöyle diyor: «Matbu dîvânların üçünü üniversite kütüphanesinde gördüm: 1 — İbrahim Efendi tezgâhında beyaz kâğıda 1290'da, 2 — Yine o tezgâhta sarı kâğıda 1291'de basılmıştır. «Vasıf» yazısıyladır, 3 — Sarı kâğıda basılmıştır. Basıldığı sene ve matbaa gösterilmemiş ise de, bunun da ibrahim tezgâhında tâb edilmiş olması melhuzdur, 4 — Kütüphanemdedir . Mercan'da Pastırmacı Hanında, İbrahim Efendi Tezgâhında 1287'de basılmıştır. Dördü de taş basmasıdır. İmlâları hatalıdır. Bu dört İbrahim' in bir kişiden ibaret olduğu şüphesizdir.» Biz de nüshalardaki bu imlâ yanlışlıklarından dolayı, dîvânı yeni harflere çevirirken bir tek nüshaya bağlanmadık ve dört nüshadaki farkları dipnotlarda gösterdik.
(Devamı var)
(4) Valide Ham, İran Matbaası, 1287 tarihli nüshada: «Can yükün yükletdîm üç beş hecin»
(5) Son Asır Türk Şâirleri, Maarif Matbaası, İstanbul, 1940, Cüz. M, s. 1756.
44
S E H E R D E KUŞLARLA KALKAN Ş E H İ R
Kuyumcular çarşısından geçtim, Altın, gümüş gördüm işlenmiş. İşleyenlerin eli, yüzü Süzülmüş, gümüşlenmiş.
Kazancılar çarşısından geçtim, Çekiç sesleri arşa çıkar! Kepenkleri yola sarkmış dükkâncılar içinde
Durmaksızın didinen El, ayak, beden Ve raflarda, kırmızı kırmızı açan bakırlar..
Kapalı çarşısından geçtim, Türlü kumaş, güllü basma,
Çiçek çiçek halılar.. Bahçe mi, bedesten mi burası?.. Her yan karanfil, tarçın, türlü bahar..
Bu şehir dayamış sıi'tını Erciyes'e, Çoluk, çocuk, oldum olası, Küçücükten alır satar, alır satar.. Bir Allah'a inanır, bir de işine, Akşamları yıldızlarla yatar bu şehir, Seherde kuşlarla kalkar
C o ş k u n E R T E P I N A R
Ermeni le r in Fransa'da Tü rk l e r e karşı başlattıkları ilk katliamın (24 Ekim 1975) üzerinden geçen altı yıl içinde, 5. olay 24 Eylül 1981'de meydana geldi. Hatırlanacağı üzere; 1. saldırıda (24 Ekim 1975) büyükelçimiz İsmail Erez iki Ermeni tarafından, 2. saldırıda (22 Aralık 1979) turizm ateşemiz Yılmaz Çolpan öldürülmüş, 3 . saldırıda (26 Eylül 1980) Paris basın ateşemiz Selçuk Bakkalbaşı ağır yaralanmış, 4. saldırıda (4 Mart 1981) çalışma ateşemiz Reşat Morali ve son olarak da 5. saldırıda (24 Eylül 1981) koruma grevlimiz Cemâl Özen öldürülmüşlerdir.
İnsanlık bunu; 24 Eylül 1981 PARİS'DEKİ ERMENİ VAHŞETİ olarak tarih düşerek hatır lamak mecburiyetindedir!...
Koruma görevlimiz, aziz şehid Cemâl Özen'e, Allah'tan gani gani rahmet, üç günlük yetim oğlu Mehmet'e, dört
46
yaşındaki kızı Evren'e ve eşi Seher Hanımefendiye, mağfiret temenni ediyoruz!
Öte yandan, 10 (on) ay önce Sydney Başkonsolosumuz Şarık Anyak ile koruma görevlimiz Ergin Severin öldürülmeleri ile ilgili olarak, Avustralya'nın Ankara Büyükelçisi Mr. Barry Francis Hail «SUÇLULARIN YAKA-LAN M ASI - AN MESELESİDİR!» demiştir. Büyükelçinin açıklamasına göre, Avustralya'da söz konusu katillerin yakalanmaları ile ilgili olarak polise bilgi verenlere 140.000 Liralık ödül verileceği belirtilmektedir.
Ajans bültenlerinde ve gazete haberlerinde ise, son zamanlarda İslâm Ülkelerinde Çalışan Türk'ler» ile ilgili haberlerin çokluğu dikkati çekmektedir. İşçi Bulma Kurumu 'ndan alınan bilgiye göre halen Libya'da 60.000, Suudi Arabistan'da 33.000 işçi bulunmaktadır . Fakat, bu ülkelere işçi göndermenin ardında, çok hassas bazı meseleler yatmaktadır .
Şehîd Cemâl ÖZEN
TÖRE'nin TÜRK DÜNYASI KÖ-ŞESİ'nin 123. a ğ u s t o s 1981) sayısının 42. sayfasında, Türkiye dışında bulunan Türk ' ler ile ilgili meselelerin çözümünde, elçilik ve konsolosluklarımıza (Yüce Türk Devleti adına) çok büyük görevler düşmektedir, demiştik. Ama olaylar gösteriyor k i , söz konusu Türk görevliler (Elçiler, konsoloslar vs.) görevlerini, tam olarak lâyıkıyla göstermemektedirler. Son olarak, 24 Eylül 1981 tarihinde Paris Elçiliğimize yapılan Ermeni baskını sırasında, belinde tabancası olduğu halde, arka pencereden KAÇAN görevlinin pasaportunda T.C. yazılı bulunmaktaydı . . .
Sözümüzü yine tekrarlıyoruz : T.C. hükümetini temsil eden görevliler, bulundukları ülkenin özel ve şahsi MENFAATLERİNDEN önce, orada bulunma sebepleri olan TÜRK'lerle ilgilenmelidirler.
Sayın DIŞİŞLERİ BAKANI İL-
TER TÜRKMEN'den, cevap beklemek,
hakkımız sanırız.
I R A N
1 — «Gürbulak denilen yer, kelimenin tam mânası ile «Allah'ın unuttuğu» bir belde. Polis memurlarının sayısı 4 kişi! Komiserleri de dahil... Ankara'dan bir kaç defa istemişler. Ama daha 1981 yılına ait mühürler i bile gönderilmemiş. . . Kendi kendilerine 1981 mü-hürü yapmışlar. Lojmanlar perişan, çarşı yok, okul var, öğretmen yok. . .»
«Gürbulak hudut kapısının İ ran yönünde, Türkiye'ye girmek isteyen TIR şoförleri arasında, bekleme rekorunu Süleyman Akgöz kı rmış . . . Yanındaki şcför arkadaşı Kadir Arıkan, İran ' l ı şoförlerin sıkıştırması sonunda, ezilip ölmüş!. . . Süleyman Akgöz, diyor k i : (KONSOLOSLUĞUMUZ BİLE BİZİMLE İLGİLENMEDİ. TAM 40 GÜNDÜR BURADA BEKLİYORUM. DAHA NE KADAR BEKLİYECEĞİMİZ DE BELLİ DEĞİL?. . . )»
H Ü R R İ Y E T (Necdet Onur ) (30 Eylül 1981)
2 — ((Tehlikeyi ilk sezen, Azeri Türk' leri oldu. . . Beni Sadr'ın iktidardan uzaklaştırılması, TUDEH'çiler hariç, İslamcı Marksist olduklarını bildiren Mücahidin Halk gruplarıyla, hükümet arasındaki husumet, had safhaya ulaşmıştı . . . Sovyet'ler birinci raundu kazanmış ve Afganistan'ı işgal etmiş, İran 'da Şah rejimine son vermişti. Ancak, Sovyet'lerde, bir ( d u r ) diyen çıkacaktı elbet... Çıktı da . . . BUNLAR AZERÎ TÜRK'LERİ İDİ! Azeriler, Sovyet'lerden nasiplerini çoktan almışlardı, kısa bir süre önce. Kardeşleri gibi boyunduruk altına girmek istemiyorlardı.. .»
«işte x\zeri Türk ' ler i iktidara gelmenin hesabını yapıyorlardı. Ellerinden tutanları yoktu. Tek ümitleri TÜRKİYE idi! Şimdiye kadar ve yıllardan beri Şah rejimine karşı verdikleri mücadelede, TÜRKİYE KENDİLERİNE ÇAKI BİLE VERMEMİŞTİ! Bundan sonra, nasıl bir politika izleyecekti Türkiye?
47
Herkesin sorduğu soru, bu idi İ ran Azar-bay can' ında. . .»
ADALET (Kemâl Bağlum) (18 Eylül 1981)
L İ B Y A
((Geçenlerde bir arkadaşımız öldü. Cenazesi, üç ay Trabîusgarp limanında bekledi!...»
«Bunu Türk Büyükelçiliği de biliyor ( ? ! ) . . . Durumdan onların da, haberi var ( ! ? ) . . . »
«Buraya mektup gelmiyor ( ? ! ) . . . Yâni geliyor da, üç dört aydan sonra. . . Ölüp kalsalar, dört ( 4 ) aydan önce haberimiz olmayacak.. .»
«Haberimiz olsa, ne olacak k i ? . . . Bugün gitmek istesen, kimbilir kaç ay sonra, Türkiye'desin düşünsene?. . .»
«Yunan gemilerine kaçak olarak binip, canını ortaya koyanlar da oldu...»
«Kardeşim, herşey bir yana, bizim burada karnımız doymuyor.. . Aileme tam on üç aydır, bir kuruş para gönderemedim, çoluğum çocuğum aç sefil...»
«Bu kadar sıkıntı, gam, kasvet. . . Memleket radyosunu dinleyemiyorsun. Bulgarların istasyonu parazit yapıyor dinleyebildiğimiz zaman, bize yapılan öğütler de, bir âlem.. . Libya'lılara sorup, öğrenecek miyiz ( ? ! ) Bir de akıl vermiyorlar mı?...»*
«Yeşilköy'den uçağa binmek üzereydim. Tam o sırada şirketin yetkililerinden biri geldi. Devalüasyon oldu, 100 dinara çalışırsan mukaveleyi değiştire
lim, bin uçağına git, kabul etmezsen, bu arkadaşlar gidecek, dedi. Allah'tan korkmuyor adamlar. . . Karımın kolundan bileziklerini sattım. Bu işe yatırdım ( ? ! ) 50 dinar dese, kabul edeceğimi biliyor terbiyesiz... Hem de tam uçağa binerken!...»
«Bana baksana kardeşim, bu anlattıklarımızın hepsini yazacak mısın?...»
«Pekiyi, ya 1 Eylül 1981'deki yürüyen TÜRK BAYRAĞI YERİNE O BİLDİĞİN BAYRAKLARI TAŞIYAN MİLİTANLARIN BÜYÜKELÇİYE YAPTIKLARI ÇİRKİN SATAŞMALARI? . . . »
«Libya'da TÜRK İŞÇİLERİ ESİR GİBİ ALINIP , ESİR GİBİ SATILIYOR.. . Aslında gibisi fazla... Biz burada esiriz... Tenezzül vermezlerse, başka ne işle geçinebilirsin, ne de Türkiye'ye geri dönebilirsin...»
YENİ ASIR (Eren Güneş) (21 Eylül 1981)
S U U D İ A R A B İ S T A N
«Bugüne kadar yurt dışında düzenlenen en büyük Türk Fuarı 23 Nisan 1982'de Suudi Arabistan'da açılacaktır.»
((Cidde'de 4.000 metrekarelik fuar cdonunda 23 Nisan 1981 - 1 Mayıs 1982 tarihleri arasında düzenlenecek TÜRK İ Y E / 8 2 fuarına, elektrikli ev aletleri, mobilya, hediyelik ve dekoratif eşya, tekstil, konfeksiyon, gıda, madeni eşya, otomotiv sanayii ve müteahhitl ik hizmetlerinde çalışan 130 Türk firması katı] acaktır.»
MİLLİYET (2 Eylül 1981)
48
*hciyat veren doyumsuz lezzc ^
AKKENT KÖY KALKINMA KOOPERATİFİ ANKARA - TEL : 16 02 99
i i * f*
Ey P Türk!
Üstte Gök
Çökmedikçe Altta Yer Delinmedikçe Senin
ve Töreni
Kim Bozabilir ?
KASIM 1981
SAYI : 126
FİYATI 50 LİRA
FON MATBAASI ® : 112695
ANKARA — 1981
ı