Arap Ülkelerinin Yakın Tarihituruz.com/storage/Turkologi-1-2019/3331-Ereb_Olkelerinin...Yordam...
Transcript of Arap Ülkelerinin Yakın Tarihituruz.com/storage/Turkologi-1-2019/3331-Ereb_Olkelerinin...Yordam...
Borisoviç Lutskiy
Arap Ülkelerinin Yakın Tarihi16. Yüzyıldan 20. Yüzyıla
İngilizceden Çeviren: Turan Keskin
Y o r d a m K i t a p
mg
Y O R D A MK İ T A P
Hserin o ri j ina l adı:
M o d e r n H is to ry o f the A r a b C oun tr ie s
(P ro g re ss P u b l i sh e r s , M oskova : 1969
SSCB B i l im le r A k a d e m i s i Asya H a l k l a r ı A k a d e m i s i yayın ı)
A r a p Ü l k e l e r İn İ n
Ya k i n T a r İ h İ
16. Y ü z y ı l d a n 20 . Y ü z y ı l a
V. B. L u t s k i y
İ n g i l i z c e d e n Ç ev iren
Y ordam Kitap: 142 • A rap Ü lk e le rin in Y ak ın T a rih i • V.B. Lutskiy
ISBN 978-605-5541-43-9 • Çeviri: T uran K eskin • Düzeltme: D oğan Ergün
Kapak ve îç Tasarım: Savaş Çekiç • Sayfa Düzeni: G önü l G öner
Birinci Basım: K asım 2011 • Yayın Yönetmeni: H ayri E rdoğan
Y ordam K itap B asın ve Y ayın Tic. Ltd. Şti. (S ertifika No: 10829)
Ç atalçeşm e Sokağı No: 19 Kat: 3 C ağaloğlu 34110 İstanbu l
T: 0232 528 19 10 F: 0212 528 19 09 W: www, yordam kitap . com
E: info@ yordam kitap . com
Baskı: P as ifik O fse t (S ertifika No: 12027)
Baha İş M erkezi
H aram idere - İstanbu l
Tel: 0212 412 17 77
tarihA r a p Ü l k e l e r İn İ n
Ya k i n T a r i h î
16. Y ü z y ı l d a n 2 0 . Y ü z y ı l a
İÇ İN D E K İL E R
S u n u ş ....................................................................................................................................................................9
B Ö L Ü M I
16. Y üzy ıldan 18. Y üzyıla T ü rk F ü tu h a tı B o y u n c a A rap Ü lk e le r i..................................... 11
B Ö L Ü M II
M ıs ır ’a F ran sız Seferi ( 1 7 9 8 -1 8 0 1 ) ............................................................................................... 37
B Ö L Ü M III
M e h m e t A li Y ö n e tim i A ltın d a M ıs ı r ............................................................................................. 47
B Ö L Ü M IV
19. Yüzyıl B a şla rın d a F ilis tin , S uriye ve I r a k ............................................................................. 60
B Ö L Ü M V
18. Y üzyılın S o n u n d a -1 9 . Y üzyılın B a şın d a V ah h ab ile r ve A ra p Ü lk e le r i ................... 73
B Ö L Ü M V I
M ıs ır lıla r ın A ra b is ta n ’ı F e th i 81
B Ö L Ü M V II
D o ğ u S u d an ’ın M e h m e t A li ta ra f ın d a n F eth i. M o ra S e fe ri.................................................. 89
B Ö L Ü M V III
M e h m e t A li’n in S uriye ve F ilis tin iç in M ü c ad e le s i M ıs ır ’ın M a ğ lu b iy e ti .................... 98
B Ö L Ü M IX
T an z im a t D ö n e m in d e L ü b n an , Suriye ve F ilis tin (184 0 -7 0 ) ......................................... 114
B Ö L Ü M X
Irak , 1831’d en 1871e T a n z im a t ...................................................................................................... 131
B Ö L Ü M XI
1840’ta n 1870’e A ra b is ta n Ü lk e le r i ............................................................................................... 137
B Ö L Ü M X II
19. Yüzyıl O r ta la r ın d a M ıs ır ( 1 8 4 1 -7 6 ) ..................................................................................... 143
B Ö L Ü M X III
F ra n s ız la r ın C e z a y ir’i İşgali ve C ezay ir H a lk ın ın
A b d ü lk a d ir Ö n d e r l iğ in d e B ağ ım sız lık S av aşı......................................................................... 156
B Ö L Ü M X IV
T u n u s’u n F in an sa l E sare ti ve B ir Y arı-S öm ürgeye D ö n ü ş tü r ü lm e s i ......................... 170
B Ö L Ü M X V
M ıs ır’ın F in an sa l E sa re ti .................................................................................................................... ] 76
B Ö L Ü M X V I
M ıs ır ’d a U lusa l B ağ ım sız lık H a re k e ti (187 9 -8 1 ) .................................................................. 186
B Ö L Ü M X V II
A rab i Paşa A y a k la n m a s ı.................................................................................................................... 198
B Ö L Ü M X V III
B ritan y a Y ön etim i A ltın d a M ısır (1 8 8 2 -1 9 1 4 ) ...................................................................... 214
B Ö L Ü M X IX
S u d an ’d a M eh d i D e v le t i .................................................................................................................... 231
B Ö L Ü M X X
1870-1914 Y ılları A ra s ın d a C e z a y ir ........................... ......................................................244
B Ö L Ü M X X I
T u n u s’u n F ra n sız E m p e ry a lizm i T a ra fın d an Z a p t E d ilm e s i ........................................... 256
B Ö L Ü M X X II
F ra n s ız la r ın Fas’ı İ ş g a l i ...................................................................................................................... 267
B Ö L Ü M X X III
İta ly a n la rın L ibya’yı İ ş g a l i ..............................................................................................................282
B Ö L Ü M X X IV
19. Yüzyıl S o n u n d a Suriye, F ilis tin ve I r a k ............................................................................ 290
B Ö L Ü M X X V
Jön T ü rk D ev rim i ve A rap Ü lk eleri 305
B Ö L Ü M X X V I
1870-1914 Yılları A ra s ın d a A ra b is ta n ...................................................................... 321
B Ö L Ü M X X V II
I. D ü n y a S a v a ş ın d a (1914-18) A rap Ü lk e le r i ................................... 338
Su n u ş
Sovyetler Birliğinin, M odern Arap ta r ih inde önde gelen uzm anlar ından biri olan tan ınm ış Arap uzm anı V ladim ir Borisovich Lutskiy (1906-1962) tarafından kaleme a lm an Arap Ülkelerinin Yakın Tarihi, yazarın ın ö lüm ünden sonra basılmıştır.
Lutskiy’nin bu kitabı, Rus ya da Sovyet l i teratüründe m odern dönem de, Arapların sistematik bir ta r ih in in yazılmasına yönelik ilk girişimdir. Lutskiy bağımsız bir ta r ih disiplini olarak Arap ülkelerinin m odern ta r i hi a lanındaki eğitimine 1930’larda başladı. Kendisini tam am en konusuna adamış hevesli biri oiarak, yeni yoilar denemekten hiçbir zam an çek inm eyen yazar, haklı olarak Sovyet Arap tarihçileri O kulunun kurucusu olarak kabul edilir.
Devrim öncesinin klasik Rus oryantalistleri m odern Arap tarih ine büyük bir ilgi göstermemişlerdir. Gazeteciler, diplomatlar ve askerî yetkililer Arap tarih ine sadece Şark Meselesi ya da Avrupalı güçlerin sömürgeci politikalarıyla bağlantılı olarak değinmişlerdir. Rus ekolündeki önemlerine rağmen K. M. Bazili’n in Türk Hâkimiyeti A ltında Suriye ve Filistin (Rusça) ve A. Adam ov’un Geçmişinde ve Bugününde Arap Irak’ı ve Basra Vilayeti (Rusça) gibi etkileyici çalışmaları bile Arap ülkelerinin tekil tarihleri üzerine yazılmış makaleler o lm anın ötesine geçemiyordu.
Sovyetler döneminde, başta Mısır, Suriye, Sudan ve Arabistan olmak üzere Arap ülkelerinin tarihiyle alakalı birçok ilgi çekici makale ve m o nografi yayınlanmıştır. Bununla birlikte, bu çalışmaların hiçbiri 19. yüzyıl dönüm ünde Arap ta r ih in in tutarlı ve sistematik bir döküm ünü sağlamak için yola çıkmamıştır. Yine bun lar ın hiçbiri Arap dünyasının ta r ih in in ve gelişiminin, m odern zam anlardaki k o num unun ve rolünün kapsamlı bir fotoğrafını vermez.
Rus tarihsel geleneğinin olmayışının, konu üzerine görece sınırlı sayıda l iteratür bu lunm asın ın ve Arap ta r ih in in başlıca problemlerinin hem Rus hem de yabancı kaynaklarda çok az çalışılmış olmasının, Lutskiy n in k itabında etkisini göstermesi kaçınılmazdı. Kitapta yer alan bazı bölüm ve kısımlar eksiktir. Örneğin, günüm üzde dünya ta r ih inde bir boşluk oiarak kalan, Fas’ın sosyal ve ekonom ik tarih ine ait herhangi bir kısım yoktur.
İleri araştırm alar ve somut detaylara ihtiyaç duyulduğunda Lutskiy sadece ana hatları ve nirengi noktaların ı verir. Fakat bu, m odern Arap ta r ih ini sistematikleştiren ve genelleştiren ilk girişim olarak onun çalışmasının ehemmiyetini azaltmaz.
Lutskiy Marksist-Leninist bir bakış açısıyla yazar. Avrupalı güçlerin k o lonyal politikalarını şiddetle eleştirir ve on ların D oğu’daki varlıklarını bir şer olarak sayar.
Kitabı, Arap halklarına karşı derinden hissedilen sıcak bir şefkat duygusundan, kendilerini Türk paşalardan ve Avrupalı sömürgecilerden k u r ta rm ak için verdikleri mücadelelerin coşkusundan ve Arap halk ların ın geleceğine ve kendi yaşam biçimlerini seçme yeteneklerine duyduğu inançtan esinlenmiştir. Lutskiy ’n in kitabı çok zor ve itinalı bir çalışm anın sonucudur. Şimdiki şekli, hazırlanması birkaç yılı alan bir dizi dersten (konferanstan) ibarettir. 1936’da, Moskova Doğu A raştırm aları E nstitüsünde, Moskova Üniversitesinde ve diğer birçok yüksekokulda ders vermeye başladı. Derslerinin bazıları, Sömürge ve Bağımlı Ülkelerin M odern Tarihi, Moskova, 1940 (Rusça) ders kitabında ayrı bölümler olarak gözükür. Sonrasında Lutskiy üniversite derslerini dikkate değer şekilde a r t t ı rm ış tır. Hâlihazırdaki kitap, 1949 ve 1953 arasında Moskova Üniversitesinde Lutskiy ’den iletilen ders dizisinin var olan geniş baskısının bir versiyonudur. Maalesef, bu ders dizisinin kelimesi kelimesine bir kaydı tutulam a- mıştır.
Kitap bu yüzden, Lutskiy ’n in kendi arşivi ve öğrenci no tla r ın ın özetlerine dayanarak, gözden geçirilmiş ve genişletilmiş, önceki yıllarda ak tarılan derslerin kelimesi kelimesine sunum undan derlenmiştir. Fransa’nın Cezayir’i ele geçirmesini ele alan derslerin kelimesi kelimesine kaydı o lm ad ığ ından On üçüncü bölüm Lutskiy n in de katkıda bu lunduğu “Sömürge ve Bağımlı Ülkelerin M odern Tarih i” adlı eserin On birinci bölüm üne d a yanmaktadır. Arap Ülkelerinin M odern Tarihi n in hazırlanışında adı geçen kitabın, özellikle 10. ve 22.bölümleri başta olmak üzere, diğer bazı bö lüm lerinden de yararlanılmıştır.
Bölüm 19 (Doğu Sudan’daki Mehdi Devleti), Bölüm 20 (1870-1914 a ra sında Cezayir) ve Bölüm 27 (I. Dünya Savaşında Arap Ülkeleri 1914-1918) R. G. Landa; Bölüm 4 (19. yüzyılın başında Filistin, Suriye ve Irak), Bölüm 9 (Tanzimat dönem inde Lübnan, Suriye ve Filistin) ve Bölüm 24 (19. yüzyılın sonlarında Suriye, Filistin ve Irak) ise I. M. Smilyanskaya tarafından yayıma hazırlanmıştır. M. S. Lazarev’in hazırladığı materyaller bölüm 25 ve 27 için kullanılmıştır.
N. î v a n o v
B Ö L Ü M I
1 6 . YÜZYILDAN 1 8 . YÜZYILA
T ü r k F ü t u h a t i B o y u n c a
A r a p Ü l k e l e r i
16. yüzy ıl ın b aş la r ında , h e m e n h em en tü m A rap ülkeleri Türk le r
ta ra f ın d a n zapt ed ilm iş ve O sm an lı D ev le tine d âh il ed ilm işti . 1514’te
Sultan Selim (Yavuz) T ü rk o rd u s u n u n Kuzey I r a k ’ı ele geçirm esine ö n
cü lük e tm işti . 1516’da Suriye ve F ilis t in ’i M ıs ır M em lu k le r in d en a lm ış ve
b ir yıl sonra da M e m lu k o rd u su n u b o zg u n a uğ ra t ıp bu devleti o r ta d a n
k a ld ırm ış , M ısır ve H icaz’ı ele geçirmişti.A rap ü lke le r in in T ürk le r ta ra f ın d a n fethi, I. Selim ’in halefi, Sultan
I. Sü leym an (K anuni) ta ra f ın d a n da d evam e tt ir i lm iş t ir . 1520’de T ü rk
korsan ı Barbaros H ay re t t in kend is in i T ü rk S u ltan ın ın vasalı i lan edip,
C ezay ir’i ele geç irm iş t i ve 1533 y ı l ın d a n itibaren Sultan ü lkeyi y ö n e tm e
si için İ s ta n b u l’d a n resm î yetkili gönderm eye başlam ıştı. T ü rk le r ilk kez
1534’te T unus’u ele geç irm ek için b ir g ir iş im de b u lunacak tı . İspanyollar
t a ra f ın d a n geri p ü s k ü r tü lü p 1574’e k a d a r da ü lk en in t a m a m ın ın ege
m en liğ in i k a zan am am ış la rd ı . T ü rk le r 1551’de Trab lus’u ele geçirmişti.
T ü rk yayılması A rap Y ar ım ad as ın a k a d a r genişlemişti. 1532’de, Yemen
ve K ızıldeniz Som ali sah ille r in i fe thetm işlerdi. M usul, G üney I r a k ’tak i
ilerlemeler için b ir başlangıç nok tas ı o la rak h izm et edecekti. I rak ü ze
r inde egem enlik k u r m a k için T ürk le r ve İ ran l ı la r a ra s ın d ak i çok eskilere
d ay an an mücadele, T ü rk le r in 1638’deki zaferiyle sonuç lanm ış t ı . I r a k ’tan sonra , Türk le r Basra Körfezi k ıy ı la r ın d ak i El H asa’yı (Ahsa) da ele geç ir
m işti. Bu nedenle , yak laş ık b ir asır z a r f ın d a Fas’ın batısı, iç A rab is tan
ve A rap Y ar ım a d a s ın d a U m m a n har iç h em en h em en tü m A rap ülkeleri
O sm an lı İm p a ra to r lu ğ u n a d âh il ed ilm iş ve bura lar , ü ç -d ö r t yüzyıl b o yunca , yerin i 19. ve 20. y üzy ıl la rda Avrupalı kap ita lis t güçlerin çok daha
şiddetli b o y u n d u ru ğ u n a b ırak acak olan T ü rk b ask ıs ın d an z a ra r göre
cekti. A rap ü lkelerin i fe the tm ek iç in O sm an lı feodallerin i k ışk ı r ta n şey
neydi? İlk o larak , feodal sistem sö m ü rü sü n ü h a lk la ra d aya tm a arzusu.
Ayrıca, A rap ü lke le r in in dü n y a tica re t yolları üze r in d ek i k o n u m u n d a n
elde edilen avantajlar da m evcu ttu . O sm an lı feodalleri C ezay ir’i, T u n u s ’u
ve T rab lus’u kontro l ederek, A vrupa ülkeleriyle geniş ölçekli b ir t icareti
sü rdüreb ilm iş ; h a t ta A vrupalıla rı s ık ış t ıra rak A k d en iz ’de k o rsan l ık ya
pabilm işlerd i. (K orsanlığ ın den iz t ic a re t in in önem li b ir parçası o lduğu
bu dönem , ilk sermaye b ir ik im dönem iydi.) Son olarak , Mısır, Suriye ve
Irak, H in d is ta n ’a (Ü m it B u r n u n u n e tra f ın ı dolaşarak) d o ğ ru d a n b ir d e
niz yo lu n u n keşf inden son ra b ir şekilde aza lm ış olsa da, b ü y ü k kârlar
sağlam aya devam eden, Avrupa ile D o ğ u a ra s ın d a çok önem li t ran s i t t i
ca re t m erkezleriydi.
O sm an lı İm p a ra to r lu ğ u ’na bağlıl ığ ın derecesi ü lkeden ülkeye değ i
şik lik gösterm ekteydi. Cezayir, T unus ve Trablus O sm an lı eyaleti o la
rak added ilird i, fakat 17. yüzy ıl ın başlam asıyla birlikte , Babıali’den b a
ğ ım s ız l ık la r ın ı esas itibariyle k azanm ış la rd ı . 17. y ü zy ıl ın o r ta la r ın d a
Türkler, Yem en’de güç lerin i y it irm işlerd i. H a tta T ü rk p a şa la r ın ın yer
leştir ildiği Suriye, F ilistin, M ısır ve I r a k ’ta Babıali’n in egem enliğ i genellikle gösterm elik ti. G erek su ltana karşı kom plo lar k u ra n paşalar, gerekse
T ü rk p aşa la r ın a b aşk a ld ıran yerel A rap feodal beyleri ve z am an z am an
görü len şiddetli ayak lan m a lar O sm an lı İm p a ra to r lu ğ u n u sarsmıştır .
Arap Ülkelerinin Toplumsal Düzeni. Osmanlı Feodalizmi
Türkler, A rap ü lke le rinde destek k a z a n m a kaygısıyla, fe t ih le r inden
önce var o lan top lum sal düzeni, b ir k u ra l olarak, m u h a faza e tm işlerdir .
Yani to p rak ve ik t id a r yerel feodaller in e linde k a lm aya d evam etm iştir .
O sm a n l ı İ m p a ra to r lu ğ u n u n A rap eyaletler indeki to p rak sahipliği siste
m i o ldukça k a rm aş ık tır . T ü m to p ra k la r üç tem el g ru b a b ö lünürdü ; en
üst sah ib in in su ltan o lduğu devlet to p rak la r ı (m iri arazi), d in î k u ru m la - ra ait to p rak la r (vakıf arazi) ve şahsi to p rak la r (m ülk arazi). B u n u n yanı
sıra, k o m ü n a l to p rak sahipliği de bazı ülkelerde var lığ ın ı sü rd ü rm ü ş tü r .
Bireylere ait to p rak la r görece k ıtt ı ve sahipleri u y gun gö rdü ğ ü n d e
b u to p rak la r ı sa tabilird i. Devlet, özel m ülk iye tl i to p ra k la rd a n sadece
b ir to p rak vergisi a lırdı; in sa n la r ya ö şü r (onda b ir kadar) ya da bazen
h asad ın y a r ıs ın ı teşkil eden haraç ö d em ek zo rundayd ı. H araç h asad ın m ik ta r ın a göre değ iş ik l ik gös te r ird i ya da b i r im a lana göre sab itlenird i.
G ay rim ü s l im le r ayrıca b ir kelle vergisi (cizye) öderdi. Kural o larak , özel
to p ra k la r b ü y ü k feodal beylere a it t i ve o r tak ç ı l ık s istem i esas ına göre
köylüler ta ra f ın d a n işlenirdi.D in î k u ru m la r geniş arazilere sahipti. D in î k u r u m m ülk le r i (vakıf
lar) bağışlarla o lu ş tu ru lu r ve vergiden m u a f tu tu lu rd u . M ü s lü m a n d in
ad a m la r ı sınıfı feodal s is tem in başlıca day an ak noktasıydı ve sistemi
p ek iş t i rm ek için b ü y ü k feodal beyler M ü s lü m a n d in î k u ru m ia ra b üyük
m ü lk le r su n m u ş tu r ; camiler, medreseler, b ü y ü k tekkeler. K üçük köylüler
için, feodal bey lerin g asp ından k o r u n m a k am acıyla kendi k ü ç ü k arazi
p a rça la r ın ı d in î k u ru m ia ra feda etm eleri a l ış ı lm am ış b ir d u r u m değildi. (Ç oğun luk la b u k ü ç ü k sahipler to p rağ ın k u l la n ım ın ı a ilen in soyu tü-
keninceye k a d a r e linde tu ta rd ı . D in î k u ru m ia ra yaln ızca vergi ödem ek
zorundaydılar .) D in î k u r u m a raz ile r indek i (vakıflar) köylü lerin d u ru m u
feodal bey in a l t ın d ak i le rd en d a h a iyi değildi.
Bazı A rap ü lkelerinde, T ü rk le r in fethi z a m a n la r ın d a hâlâ k o m ü n a l
top rak sahipliği m evcuttu . Kuzey A frika , I rak ve A rab is tan ’ın çoban
göçerleri a ras ında otlaklar, bedevi kab ile le r in in o r ta k malıydı. Fellah
toplu luk ları , be lir lenm iş ta r ım a lan la r ın d a , arazileri pe r iyod ik o larak
b ü y ü k aileler ve bireysel h an e h a lk la r ı a ras ında yeniden dağıtıyordu.
B unun gibi ülkelerde, T ü rk fü tuha tç ı la r köylülerin to p ra k la r ın ı zorla
is t im lâk poli t ikas ın ı izlemişlerdi. K om ünal to p rak la r devlet m a lı o la rak ilan ed ilm iş ve kabile soy lu la r ın ın - e m ir le r ve şeyh le r- bireysel kon tro lü
a lt ına geçmişti.
T ü rk fü tuhatç ıla r , k o m ü n a l to p rak sah ip liğ in i ka ld ır ırken , genellikle
fellah top lu lu k la r ın ın , feodal sö m ü rü s is tem ine b ir ek gibi m u h a fa z a s ı
nı sağlam ışlardı. T ü m top lu luk verg ilerin v ak t in d e ödenm esi için toplu
o la rak so ru m lu tu tu lu rd u . Topluluk, ayrıca bey in to p ra ğ ın ın işlenm esiy
le de ilgilenirdi. O sm an lı İm p a ra to r lu ğ u n d a en yaygın to p rak kategorisi,
has ve t ım a r diye iki g ru b a b ö lü n m ü ş devlet arazileriydi. H as 100 bin
akçeyi aşan geliri o lan geniş b ir m ü lk tü r ; has ya kişisel o la rak su ltana
bağ lıd ır ya da b ir şehzadeye veya görevini sü rd ü rd ü ğ ü m ü d d e tçe y ü k sek rü tbe /m evk i sahibi b ir k im seye su n u lm u ş tu r . T ım arla r ise s ip ah i
lere (süvariler) yaşam boyu verilirdi. S ipahiler devletin v e rg i len d irm e
s inden m u a f tu tu lm u ş tu . Buna m ukabil , düzen li o la rak dene tim lerde
b u lu n m a k ve süvarileriyle savaşlarda yer a lm ak gibi b ir inc i s ın ıf askerî
h izm e t su n m a k la zo ru n lu tu tu lu r la rd ı . Atlı süvari sayısı, t ım a rd a n elde
edilen gelir m ik ta r ın a bağlıydı. Genellikle, her üç b in akçeye b ir süvari te m in edilmeliydi. T ım ar la r zeng in lik le r ine göre iki g ru b a ayrılırd ı. 20
b in akçe üzeri geliri o lan askerî t ım a r la ra Zeam et, sah ip lerine ise Z a im
den ilm ekteyd i. 20 b in akçeye k a d a r geliri o lan t ım a r la ra ise d o ğ ru d a n
t ım a r ve sah ip lerine de t ım arc ı ya da t ım ar l ı den ilm ekteydi.
Kendi y aşam süresinde, b ir sipahi askerî y ü k ü m lü lü k le r in i özenli b ir
şekilde yerine getirirse, ö lü m ü n d e n sonra m ü lk ü kend i oğ luna geçerdi.
Aynı şekilde hâzineye kefaret ö d ed ik le r in d e yeni b ir sözleşme e d in ir le r
di. T ım ar sözleşmesi ka t ı b ir s ın ıf tem eline d ay an m ak tay d ı ve soylularla
s ın ır land ır ı lm ış t ı . H er yeni s ip ah in in ik i Z a im ve on t ım ar l ı ta ra f ın d a n
destek lenm esi gerekm ekteydi. Kent sak in le r ine ise t ım a r verilm ezdi.
T ım ar arazisi o lan zeam et ve has, vergi ödeyen n ü fu su n -reay a
(sü rü ) - ezici ço ğ u n lu ğ u n u teşkil eden köylüler ta ra f ın d a n işlenird i ve
köylüler esas itibariyle toprağa bağlıydılar. Ö şü r ya da h a raç ödem ek,
kış ve yaz o t lak la r ın ın , d eğ irm en le r in k u l la n ım ı için, tü tü n içm ek vs.
için vergi ö d em ek gibi çeşitli y ü k ü m lü lü k le r i ifa e tm ek zorundayd ılar . H ır is t iy an reayan ın d u r u m u d ah a da beterdi. H ır is t iy an la r ayrıca, cizye
(kelle vergisi) ya da ha raç ödem ek zorundayd ılar .
Askerî t ım a r sistemi Ö n Asya’da ve B alkan Y ar ım a d a s ın d a yaygındı.
I rak ve Suriye’n in kuzey k ıs ım la r ı har iç A rap ü lkelerinde çok gelişm e
m işti . Türkler, H alep ve k ısm en M usu l eyaletle rinde asker î- t ım ar to p rak
sahipliği s is tem in i uygu lam ış la rd ı. Diğer ü lkelerde ise toprak , ço ğ u n lu k
la su l tan ın vekillerine vergi ödeyen yerel feodal beylerin e linde kalm ıştı .M ıs ır ’da, M em lu k su ltan la r ı z a m a n ın d a var o lan feodal top rak sah ip
liği sistemi bütünüy le m u h afaza edilm iştir . T ü m top rak la r feodal beyle
r in yan ı sıra m ültez im lere ( toprak sahibi-vergi çiftçisi), T ü rk paşa la r ına
ve M ü s lü m an d in a d a m la r ın a aitti. Toprak, usu len devlet m ü lk ü o larak
n ite lend ir i l i rd i fakat m ültez im ler ta ra f ın d a n d a iktisap edilebilirdi. Bir köyde b irden çok to p rak ağasın ın o lduğu d u ru m la rd a m ü lk le r farklı sa
h ipler a ras ında bölünebiliyorken, b irçok m ültez im de, N u b y an şeyhleri
ö rneğin , düzinelerce köye sahip olabiliyordu. M ültezimler, T ü rk görev
liler ve m em u r la r a ra s ın d an olduğu gibi yerel A rap şeyhleri a ras ından
da seçilebiliyordu. M ıs ır ’ın T ü rk h ü k ü m d ar la r ı , aslen köle o lan ve askerî h izm etle r için ye tiş t ir i lm iş M em luk le r a ra s ın d an özel k o ru m a o luş tu rm a
geleneğini M em lu k su l tan la r ın d an m ira s o larak almışlardı. T ü rk beyleri
M em luk ler i önem li devlet işlerine a tam ış la rd ır ve on la ra geniş araziler
vermişlerdir. B u n u n b ir sonucu olarak, 18. yüzy ıl ın so n la r ın a d o ğ ru M ısır
bölgesin in üçte ikisi M em luk le r in elinde toplanacaktı . Böylece bu s ın ıf M ısır feodal s ın ıf ın ın h â k im k a tm a n ı ha line gelmişti. M ültez im ler askerî
h izm etle rden m u a f tu tu lsa la r da vergiyle mükelleftiler. M ültez im ler ta ra-
fm d a n ödenen vergiler özel bir m e m u r (defterdar) t a ra f ın d a n tu tu la n özel
b ir kayıt a ltına alm ıyordu . V erg in in vak t in d e ö d enm ed iğ i d u ru m la rd a ,
m ü lk m üsadere ed ilir ve yeni bir sahibe verilirdi.T oprak sahipliği genellikle m iras o la rak ak ta r ı l ı rd ı . M em lu k le r d ö
n em in d e , to p rak b a b a d a n oğula geçmezdi; aksine efendiden en çok sev
diği kölesine geçerdi. Sahibin ö lü m ü n d e n sonra m irasç ıs ın ın , hâzineye
b ü y ü k b ir kefaret tu ta r ı ödem esi gerekiyordu (üç y ıll ık k ira a r t ı top rağ ın
bede lin in beşte biri).
H er i l t izam d a (m ü ltez im in m ülkü) , to p rak iki bö lü m e ayrılırdı; Bey toprağı ya da usia' ve tahsis ed ilm iş to p ra k ya da atar (i l t izam a tahsis
ed ilm iş to p rak -çev.). Beyin top rağ ı angarya sistemiyle ya da (çok n ad ir
d u ru m la rd a ) k i ra la n m ış em ekle işlenirdi. Tahsis ed ilm iş to p ra k la r ise
köylülere yaşam bo y u verilird i. Adı geçen ik inci s is tem de Aşağı M ıs ır ’da
to p rak beyine k ira o la rak p a ra öd en ird i ve Yukarı M ıs ır ’da ise ayni k ira öden ird i . Ayni k ira 50 ardeb lik b ir buğday h a sa d ın ın 20-35 a rd eb inden
m üteşek k i ld ir (1 ardeb=150 kg -çev ) . Bir köylüye m ira s o la rak b ir top rak
parçası ka ld ığ ında , m ültez im e b ü y ü k m ik ta rd a b ir kefaret tu ta r ı ödem ek
z o ru n d a olurdu.
M a l-e l -h u r r (m ü lte z im in zorla a ld ığ ı n a k d î k i ra -çev.) o la ra k b i l i
nen n a k d î k ira m ü l te z im ta r a f ın d a n köy lü le rden to p la n ırd ı ve üç eşitsiz pa rçaya b ö lü n ü rd ü . Bir pa rças ı B abıali’ye vergi o la ra k ö d en ird i . Bu
parça , 18. y ü z y ı l ın s o n u n d a y ı lda 80.000.000 m e d in e k a d a rd ı ve K ah ire
p aşa s ın a tes l im ed il ird i . D iğer p a rça eyalet idare m a s ra f la r ı iç in k u l la
n ı l ı rd ı (idare, bölgesel y ö n e tic i-kâş if le rden so n ra kaşifa o la ra k a d la n
dır ıld ı) . Bu da y ı lda 50.000.000 m e d in e k a d a rd ı . Bu ik i m ik ta r k a n u n t a r a f ın d a n sab i t len m iş t i ve k o şu lsu z ödem eye tabiydi. M a l - e l -h u r r ’u n
k a la n p a rças ı m ü l te z im in p ay ın a düşerd i. 1798’de, ayni p a ra la r hariç ,
bu m ik ta r n a k i t 180.000.000 m e d in e k ad a rd ı . Faka t to p ra k beyleri bu
m ik ta r d a n y ine de m e m n u n değillerd i. M a l - e l -h u r r ’u n yan ı sıra, gele
neksel yen içeri verg ile r ine - b a r r a n i - (ilk b a ş la rd a köylüler ta r a f ın d a n
verilen g ö nü llü ayn i hediyeler; so n ra s ın d a , z o ru n lu n a k i t ödem eler)
de zorla el k o ym uşla rd ır . 1798’de, b u vergi 10.000.000 m e d in e k a d a r
b ir m ik ta r sağ lam ış t ır . T ü m b u n la r a ilaveten, h e r köy yerel verg iler ve
g ü m r ü k le r ö d e m e k zo ru n d ay d ı .
Vergiler, k ıdem li şeyh in yard ım ıyla , b ir k a y m a k a m (alt yönetici) baş
k a n l ığ ın d a köy idaresi ta ra f ın d a n top lan ırd ı . H er yıl hasad ı tak ib en köye
1 Usia: T op lum un ih tiy a ç la r ın ı k a rş ıla m a k için tah s is ed ild iğ i ha ld e so n ra d a n to p ra k b e y in in m ü lk ü o lan to p rak la r, -çev.
bir s a r ra f (para-takasçısı) gelirdi. Sarraf, m ü ltez im top rak beyine h izm et
eden, çoğu n lu k la Kıpti o lan b ir ken t sakiniydi. H asada değer biçer, vergi
m ik ta r ın ı belirler ve to p lan m as ın ı ayarlardı. H izm e tin e karş ı l ık o larak
sarraf, fe llah la rdan ilaveten b ir vergi toplardı. Ayrıca, köy y ö n e tim ine d âh i l o lanlar; to p rak b e y in in vekili, k a m u işlerini de yöne ten arazi ka-
d a s tro cu su kh a u l i , b i r polis in fonksiyon lar ın ı y ü rü te n ve fe llahları k ı r
baçlam aya k a tı lan m eşhed (O rta Çağ M ısır polisi -çev.) ve to p rak bey i
n in tah ıl am b a r ın ı k o ru y an bekçiydi. M arx ta ra f ın d a n s ıra lan an H in t
to p lu m u n d a k i m e m u r la rd a n farklı o la rak bun lar , top rak b ey in in d o ğ r u
d a n üre tic iler-fe llahlar üze r in d e ik t isad i ve po li t ik o to rites in i sağlayan
hizm etç ilerd i.
M ıs ır ’da o lduğu gibi, Suriye ve L ü b n an ’da da fü tu h a tç ı la r feodal sis
tem i korudu lar . Toprak A rap soylu ların e linde kald ı (Kuzey Suriye h a
riç). T ü rk le r in yön e t im i a l t ında Lübnan , M a ’am h a n e d a n ın ın h ü k m e t
tiği o to n o m b ir prenslik ti . 17. yüzy ıl ın so n u n d a k end ile r in i T ü rk su lta
n ın ın vasalı o la rak gören ve ona vergi veren Şebab ailes in in kon tro lüne
geçti a n cak bölgede h e rhang i b ir T ü rk birliği yerleşik değildi. Suriye’de
de benzer beylik ler vardı, ö rn eğ in Lazkiye’de.
L ü bnan’d a k i feodal top lum , K.M Bazili’n in “T ü rk Y önetim i A lt ında
Suriye ve L ü b n an ” adlı k i tab ın d a da (Rusça basılm ıştır) ifade edildiği gibi h iyerarş ik b ir yapıya sahipti. Bu ülke, K esruan , M e tn ve Şuf o lm ak üzere,
yerel h a n e d a n la r ta ra f ın d a n yönetilen 3 bölgeye ayrılm ıştı. Bu bölgeler
de giderek d a h a k ü ç ü k b ir im lere b ö lü n m ü ş tü . Benzer b ir süreç Lazkiye
p rens l iğ inde ve güney Suriye’de de cereyan etti. H iy e ra rş in in tepesinde,
Halep, Şam ve Sayda’da yerleşik o lan T ü rk paşa la r ı bu lunuyordu . Bunlar, A rap em irleri ve p ad işah a ras ında k ö p rü vazifesi görüyorlardı.
Feodal h ü k ü m d a r kend i to p rağ ın ın m u tlak yöneticisiydi. E m ir ve
şeyhlerse tabi o lduk lar ı h ü k ü m d a r ın o rd u su n a süvari sağlar, vergi
top la r ve haraç öderdi. Hepsi son derece varlıklıydı. Lübnan E m iri II.
F ah red d in im p a ra to r lu ğ u n en zengin i o la rak n a m salmıştı. Sarayı o lağa
n ü s tü şaşaalıydı. Yıllık gelir in in 900.000 lira o lduğu ta h m in ediliyordu,
b u n a ilaveten T ü rk p a d işa h ın a 340.000 lira vergi ödüyordu . 18. yüzyılda
Safad’da h ü k ü m süren Şeyh Z a h ir ise 50.000 sterlin c iva r ında b ir gelire
sahipti. Suriye ve F ilis t in ’in ücra kes im ler inde ise ilkel k o m ü n a l sistem
varlığ ın ı sü rdü rüyordu . F eoda lleşm enin ağır ilerlediği bu bölgeler u zu n
m ü d d e t çeşitli sayıda göçm en ve yerleşik kabilelere ev sahipliği yaptı.
H a tta kabile şeyhleri, feodal yönetic iden ziyade kabile ve aşiret reisleri gibiydi. Volney (1784), güney Filis t in ’de, geçmiş z a m a n la rd a n k a lm a
bir kabile şeyhini b e tim lem iş tir . 500 süvariy i ko m u ta eden şeyh, aynı
z a m a n d a sığırlara göz k u la k olur, a iles in in üyeleriyle b ir l ik te çalışır ve
b u n a b enze r işler yapardı.R u h an i feodaller ve rah ip ler önem li b ir role sahipti. Suriye, L übnan
ve F ilis t in ’de on civarı H ır is t iyan ve M ü s lü m a n m ezhep b u lu nm ak tayd ı .
Burada, Feodal ayrılıkçılık d in î ayrılıkç ılık la birleşir ve po li t ik m ü c a
dele çoğu z a m a n d in î b ir ka rak te re b ü rü n ü rd ü . Yüksek r u h b a n sınıfı,
özellikle M a ru n i K il ises in in en üst halkası, geniş to p rak la ra sah ip ti ve
feodal beylerle b irl ik te köylüyü söm ürüyordu . Kuzeyiyle güney i a ra s ın
da kesk in fark lıl ık ları o lan I r a k ’ta feodal ilişkiler ken d in e has b ir b iç im
deydi. I r a k ’ın k uzey inde toprak , aş ire tle rin baş ında o lan K ürt bey lerin in
e linde top lanm ış t ı . A slında bun lar , kabile g ö rü n ü m ü a l t ın d ak i t ip ik fe
odal beyler, b ü y ü k to p rak sahipleriydi. A razileri yer yer on binlerce hek
ta r ı kapsayan b ir a lana yayılabiliyordu. Bu beyler asker besler ve T ü rk p a d işa h ın ın vekiline vergi öderdi.
I r a k ’m güney in d e ataerkil ilişkiler geçerliydi. Toprak A rap kabile
lerine aitti ve o r ta k m ü lk o la rak addediliyordu . Birçok kabile, göçebe
sığır-yetiştir iciliğini to p rak işlemeyle bir leş tirerek yerleşik hayata geç
mişti. T ü rk yöneticileri to p rak tak i o r ta k m ülk iye ti çözmeye çalıştılar.
K om ünite top rak la r ı devlet m ü lk ü o la rak ta r i f ed ild i ve kabile elitine ak tarıldı. Kabile şeyh le r in in y ü k ü m lü lü k le r in i , yöne tic in in onayı a n la m ı
na gelen irsi görevler ha l ine getirm eye yönelik g ir iş im lerde bu lunu ldu .
Böylelikle devasa arazilere sah ip feodal A rap aileler o rtaya çıktı. T ü rk
p a d işa h ın ın bu tedbirleri s ıradan kabile in sa n la r ın ın direnişiyle k a rş ı
laştı ve göçebe ve yarı-göçebe top lu luk la r k ira ödem eyi reddetti . Yeni feodal beylerle s i lah lanm ış in san la r a rasında , A rap kab ile lerin in çok sayı
da ayak lanm asıy la sonuçlanan , b ir uyuşm az lık ortaya çıktı. Ç o ğ u n lu k la
yeni feodal beyler kend ile r ine tahsis edilen a raz i le rin sem bolik sah ip le
riydi. H em en h em en aynı süreç, T ü rk le r in sahil şe r id indek i to p ra k la r ın
bir k ısm ın a sahip o lduğu ve kend i to p rak la r ı ü ze r indek i h a k la r ın ı idam e
e t t i ren A rap ve Berberi kabilelerine karşı sonu gelmez b ir savaş y ü r ü t t ü
ğü Kuzey A fr ika’da da v u k u buldu.A rap ü lke le r in in her yerinde, b ü y ü k feodal to p rak sahipliğiyle kü çü k
ölçekli çiftçilik b irl ik te y ü rü tü lü y o rd u . Ü re tim i a r t t ı rm a y a yönelik h iç
b ir kaygı gü tm eyen top rak sahipleri, a r t ık ü rü n e o lduğu gibi esas ü rü n e
de çok b üyük vergi ve istim val yoluyla el koyuyordu . Üstelik ekonom i d u rağ an d ı ve en iyi d u ru m d a a n cak kend i yeniden ü re t im in i sağlayabi
liyordu.
Basit yen iden ü re t im , sosyal ya da doğal b ir afet d u r u m u n d a yeterli
s tok sağlayacak güçte değildi. Sık görü len savaşlar, feodal düzensiz lik ler
ve k u ra k l ık la r köylüleri m ahved iyo rdu ve berab e r in d e ta r ım sa l gerilem eyi getiriyordu. T ü m köyler birer b ire r o r ta d a n kayboluyordu. 16. y ü z
y ılda H a lep ’te var o lan 3.200 köyden, 18. yüzy ı l ın so n u n a gelind iğ inde
geriye yaln ızca 400’ü ka lm ış tı . N ü fu s ya yok o lm uş ya da şehirlere kaç
m ıştı . M ıs ır ’dak i d u ru m la r da o ldukça kö tüydü. “Fransız Seferi” adlı no t
la r ın d a C habru lle , zengin Fayyum Vadisi ve f irav u n la r ın , P to lem i’lerin
(an tik M ıs ır ’da b ir h a n e d a n -çev.) ve h a t ta R o m alı la r ın egem enliğ i d ö n e m in d e de o ldukça v er im li o lan D e l ta n ın bereketli o va la r ında eskiden
o ld u ğ u n u n d ö r t te biri k a d a r ü rü n a l ın d ığ ın ı yazm aktad ır . İçler acısı bu
d eğ iş im in n ed en in i u zak ta a ram aya gerek yok. N itek im b u n u n için doğa
suç lanam az . N eh ir eski nehirle aynıydı ve p e r iyod ik su taşk ın la r ıy la
her yıl Nil vad is in i verim li leş t irm eye devam etm ekteydi. A n cak u m u du a r t ık çiftçiyi avu tm uyordu . Açgözlü işgalcin in kend i k a n ve te r in in
m eyvelerin i toplayacağın ı biliyordu. Kendisi ya da çocuk la r ı fayda lana
m ayacaksa yeni ü rü n le r y e t iş t i rm es in in an la m ı neydi? Toprağ ın ı nef
retle ekiyor, ü r ü n ü n ü korkuyla top luyor ve a iles in in geç im in i sağ lam ak
için ta h ı l ın ın azıcık b ir pay ın ı d o y u m su z g a d d a rd a n gizliyordu. Köylü,
bu kederli ü lkede m ü lk sahibi değild i ve h içb ir z a m a n da o lam ayacaktı .
H a t ta k irac ı bile değildi. Kendi ü lk es in in za lim k l iğ in in basit serf inden
öte b ir şey değildi.
K öylü lüğün bu v irane leşm e süreci, köylerin yok olm ası ve n ü fu s la
r ın ın tükenm esi , O sm an lı İ m p a ra to r lu ğ u n u n h e r ta ra f ın d a devam e d i
yordu. Padişah lar , b u n a b ir son ve rm ek için köylüyü toprağa b ağ lam a
çabasına giriştiler. 16. yüzyıla, K an u n i Sultan Süleym an z a m a n ın a k a
dar, geri g id ild iğ inde köylülerin göç e tm es in i engelleyen yasa la r ın ya
pıldığı görülür. T ü rk le r ta ra f ın d a n M ısır için ta sa r lan an k a n u n n a m e
(Mısır K a n u n n a m e s i 1525 yılı -çev.) kâşiflere, m ültez im lere ve şeyhlere,
su lanabilen tek b ir parça to p rağ ın bile iş lenm eden k a lm am asın ı , köylü
göç lerin in engellenm esin i ve fe llah la rm zarar g örm üş boş köylerde iskân
ed ilm esin i em red iyordu . Eğer b ir köylü kendi toprağ ın ı terk ederse, b u n
d an önem li ölçüde şeyh so ru m lu tu tu lu rd u . Öyle ki, Usia lar ancak onu
işleyen fellahlarla b irl ik te satılabiliyordu.
A rap k ö y lüsünün nasib ine düşen kıtlık , y o ğ u n çalışma, angarya sis
temi, çeşitli vergi ve g ü m rü k le r , toprağa bağlılık , h a k la rd a n yoksun luk , to p rak beyi ve yan aşm a la r ı ta ra f ın d a n aşağ ılanm aydı. Fellahlar, çoğu za
m a n bu b o y u n d u ru ğ u d ah a fazla ta ş ıyam ayarak isyan etti. K arşıl ığ ında
yeniçeri b ir l ik le r in in ve m isil lem e yapan A rap y a n d a ş la r ın ın sa ld ır ı la
r ın a uğrad ılar . K a n u n in in y asa la r ın a göre, köylü isyan la r ına ka t ı lan la ra
asla m e rh a m e t gösterilm edi.
O s m a n l ı E g e m e n liğ i D ö n e m in d e A ra p Ş eh ir le r i
A rap kentleri, 16. yü zy ı ld an 18. yüzyıla k a d a r hâlâ O r ta Ç ağ iz len i
m i uyan d ırm ak tay d ı . T ü rk bey ve p a şa la r ın ın o rad ak i varlığı e k o n o m ik
o lm a k ta n çok yö n e t im amaçlıydı. Fakat y ine de t icari faaliyetler sü rd ü
rü lüyo r ve em ek y o ğ u n ü re t im gelişiyordu.O s m a n l ı l a r m d o ğ u d a k i egem enliğ i, u lu s la ra ra s ı t ic a re t te k i c a n
la n m a ve h ız l ı a r t ış la para le l gelişti. A v ru p a sanayisi yeni p az a r la ra
ih tiyaç d u y m ak tay d ı . Bu p a z a r la r ı geniş O s m a n l ı İ m p a r a to r lu ğ u n d a
b u lm a k ta g ec ikm ed i. T ü rk ve A ra p feodal beyleri İng i l iz ve Fe lem enk
k u m a ş la r ın ı , F rans ız ipek ve şa rap la r ın ı , Rus k ü rk le r in i ve Bohem ya k r is ta l le r in i sa tın a lm aya başlad ılar . O n la r da k a rş ı l ığ ın d a A v ru p a ’ya
tah ıl , h a m ipek, deri, i ş len m em iş y ü n , m eyve, yem iş, zey tinyağ ı, evde
d o k u n m u ş ip lik ve k u m a ş ih raç ed iyordu . E sas ında bu, feodal bey le r in
ken d i ü re t ic i le r in d en , ayni k i r a o larak , zorla a ld ığ ı h a m m a te ry a l le
r in lüks m a lla r la d e ğ iş im in d e n başk a b ir şey değild i. “T ica re t yap an şeh ir le r in sa k in le r i” der A d a m Sm ith “d a h a zeng in ü lk e le r in gelişmiş
m a m u l ve p a h a l ı lüks m a l la r ın ı i tha l ederek, bu ü rü n le r i k en d i t o p
r a k la r ın ın h a m ü r ü n le r in in m u a z z a m m ik ta r la r ıy la sa t ın a lan b ü y ü k
m ü lk sa h ip le r in in gösterişi iç in h a rc a r l a r ” (Karl M a rx K ap ita l C ilt III
M oskova, 1962, p. 323)Böyle b i r t ic a re t b iç im in in o n u lm a z so n u ç la r ı a ş ik â rd ır . Bu, k a ç ı
n ı lm a z o la ra k köy lü le r ü z e r in d e k i feodal s ö m ü r ü n ü n y o ğ u n la ş m a s ın ı
ve k ı r s a l n ü f u s u n h a ra p o lm a s ın ı b e ra b e r in d e ge tird i . A d a m Sm ith
ve V olney T ü rk t i c a r e t in in eşits iz b ir tem elde i le r led iğ in i ve b u n u n
O s m a n l ı İ m p a r a to r lu ğ u n a b ü y ü k z a ra r la r ve receğ in i g ö z lem lem iş le r
di. H a l i fe l ik ten gayri, t u h a f o lan b ir ö ze ll ik de; b u t ic a re t te başro lü
o y n a y a n la r ın y a b an c ı tü c c a r la r o lm asıyd ı . “T ü rk iy e ’de t ic a re t y a p a n lar k im d i r ? ” diye so ra r Engels. “ E lbe tte T ü rk le r değil. O n la r ın t ic a re t
te şv ik y ö n te m i k e rv a n soym aya d a y a n ırd ı . Ş im di ise keyfi ve cebri tü m
gasp la r ı b iraz d a h a m e d e n i le ş t i rm iş le r . R um la r , E rm en ile r , S lovenler
ve F re n k le r gen iş l im a n la r in şa ett i ler, t i c a re t in t a m a m ın ı çek ip ç e v i r
d ile r ve b u n u n s o n u c u n d a T ü rk bey ve p a ş a la r ın a teveccü h g ö s te rm ek
iç in de h iç b ir sebep b u la m a d ı la r . T ü rk le r A v ru p a ’d a n t a m a m e n ç ık a
r ı l ı r s a t ic a re te z a ra r ve recek h iç b i r n e d e n k a lm a y a c a k t ı .” (F. Engels
T ü r k M eselesi, N ew York D a ily T r ib u n e , 19 N isa n 1853)
D en iza ş ır ı t ica re t baş lan g ıç ta ağ ır l ık l ı o larak , g i tg ide İng il iz ve F rans ız tü c c a r la r t a r a f ın d a n köşeye s ık ış t ı r ı lan , İ ta ly a n la r ın (Venedik ,
C eneviz , Piza) e lindeydi. Bu u n s u r la r ın b ü y ü k t ica re t k en t le r in d e k e n
d i le r in e ait m esken le r i b u lu n m a k ta y d ı . K a h ire ’de, Suriye kıyı ş e r id in
dek i şeh ir le rde ve Kuzey A fr ik a l im a n la r ın d a A vrupa otelleri ve ofisleri
m ev cu t tu . İng il iz D o ğ u H in d is ta n Şirketi 18. y üzy ıl b o y u n ca , Bağdat
ve Basra’da t ica re t is ta syon la r ı in şa etti . E rm en ile r , R u m la r ve yer yer Araplar , A vrupa lı tü c c a r la r iç in a rac ı ve m ü te a h h i t görevi görüyordu .
B ü y ü k m erkez le r o lan K ah ire , Halep , Şam, Bağdat, T rab zo n ve İs tan b u l
da t r a n s i t t ica re te ek lem len m iş le rd i . İ r a n h a lı la r ı , H in t m uslin le r i , i n
cileri vs. sel gibi ak ıyordu . C id d e ’den , K a h ire ’ye Yem en kahvesi g ö n
d e r i l i rken , S en n a r ve D a r f u r ’d a n köle, a lt ın , fildişi, devekuşu tü y ü
gelm ekteydi. Bu şeh ir le rden l im a n la ra yerel ü r ü n le r ih raç ed il iyor ve
b u ra d a A vrupa lı tü c c a r la r t a r a f ın d a n sa tın a lm ıy o rd u . Kent ve k ı r a r a
s ın d a k i yerel m ü b ad e le m e rk e z le r in in g itg ide b ü y ü m e s in e ve kasaba
e sn a f ın ın m a m u l le r in in genellik le şeh ir le rdek i g ü n lü k p a z a r la rd a veya
y ı l l ık fu a r la rd a s a t ı lm as ın a ra ğ m e n , iç t ic a re t görece zay ıf b ir gelişim
göste rm iş t i .
A vrupa lı la rm , O sm an lı İm p a ra to r lu ğ u t ica re t inde h â k im hale gelm es in in iki neden i vardı. Birincisi, A vrupa’n ın kü ltü re l ve ek onom ik
a lan la rd a T ürk le r i geride b ırak m ış olmasıydı. Avrupalı tü cca r la r ın a rk a
s ında devasa m ik ta r la rd a sermaye ve ticari deney im du ruyordu . Ayrıca,
t ica re t ve ü rü n le r in u la ş ım ın a da ir yap ılan o rgan izasyon la r da çok d ah a iyi d u ru m d ay d ı . İk inci neden kapitü lasyon lara içkindi. Kapitülasyonlar,
O sm an lı İm p a ra to r lu ğ u n d a , A vrupalı tü cca r la r ın özel h ak ve ayrıca lık
la r ın ı kabul eden sertif ika lard ı.
K apitü lasyonlar esasında, T ü rk pad işah la r ı ta ra f ın d a n yabancı tü c
carlara gönüllü ve tek taraflı o larak ta n ın a n ayrıcalık lardı ve arzu edildiği
an d a geri çekilebiliyordu. İlk kapitü lasyonlar 14. yüzy ılda İ talyan tü c c a r lara O sm an lı şehirleri içinde yerleşmeleri, ticari faaliyetleri y ü rü tm ele r i
ve kendi d in le r in i özgürce yaşam aları için verilmişti. Bunlar, m ülk iyet
sözleşmeleri içe rm enin yan ı sıra tü cca r la r ın ödem ek z o ru n d a olduğu
g ü m rü k le r i de belirliyordu.
K ap itü lasy o n la r 16. y ü zy ı ld a iki ta ra f l ı a n t la şm a la r o la rak kabu l ed il iyo rdu . Bu m in v a ld e ne tice len d ir i len i lk a n t la şm a K a n u n i Sultan
S ü leym an ile F ran sa Kralı I. Francis a ra s ın d a o lm u ştu r . F rans ız la r y a l
nızca tic a r i h a k la r e d in m e k le k a lm ay ıp aynı z a m a n d a b irçok ayrıca lığa
da k a v u ş m u ş tu (diğer m i l le t le r in gem ile r i O s m a n l ı l im a n la r ın a a n c a k
F rans ız bay rağ ı h im ayesiy le girebilecekti) . F rans ız s e y y a h la r ın /h a c ı l a r ın ku tsa l to p ra k la ra serbestçe g irm e le r i ve ib ad e t le r in i serbestçe icra
e tm ele r i sağ landı. B enzer a n t la şm a la r 1604 y ı l ın d a , T ü rk le r le kend i
b a y ra k la r ı a l t ın d a t ic a re t yapm aya baş layan İng il iz le r ve Venedikliler le
de im z a la n d ı . Bu, g itg ide d iğer A vrupa lı güçlere de yay ılan b ir sürece
d ö n ü ş tü .O sm an lı İm p a ra to r lu ğ u zayıfladıkça A vrupalı güçler kap i tü la s
yon lar ı su gö tü rm ez h a k la r o la rak adde tm eye baş lad ılar ve içeriğini
kend i m ü te a h h i t le r in i de kapsayacak b iç im de genişle tm eye çalıştılar.
K ap itü lasyonlar sayesinde, tücca r la r verg i len d irm ed en ve T ü rk m a h k e
m ele r in in yetki a la n ın d a n m u a f tu tu ldu la r . Aynı z a m a n d a bu tü cca r la
r ın m a lla r ı m üsadere edilemezdi.Kapitü lasyon sistem i 20. yüzyıla k a d a r d evam e t t ir i ld i (örneğin
M ıs ır ’da 1937 y ıl ına kadar) ve A vrupalı güçler ta ra f ın d a n A rap ü lke le r i
n in kolonyal e sa re t in in b ir aracı o larak kullan ıld ı. Bu sayede, u lusal ser
meye b i r ik im i olasılığı yavaş yavaş yok edild i ve yerli tücca r la r oldukça
eşitsiz b ir pozisyonla karşı karş ıya b ırak ıld ı. A vrupalı tücca r la r ü r ü n ü n yüzde ü çü n d en m üteşekk il b ir g ü m r ü k ödem esine tabiyken yerli tü c c a r
lar için bu o ran yüzde 7 ile 10 arasındaydı. Yabancı mallar, ithal e d i l i r
ken yaln ızca b ir kereye m ah su s o la rak verg ilendiril iyordu . Ö te ta ra f tan
yerli tüccar la r çeşitli g ü m rü k le rd e n ve b ir feodal m evk iden d iğer ine her
geçişlerinde vergiye tabiydiler. B u nun doğal b ir sonucu o la rak da, Arap
ü lkelerinde kapita lis t il işk ilerin gelişimi gitgide engellenm iş ve yok ed i l
miştir.
E ndüs tr i a la n ın d a da O sm an lı İm para to r luğu , m a m u l ve so n ra s ın
da da m a k in e ü re t im in e geçişin asli hale geldiği A vrupa’n ın gerisinde
kalm ıştır . B unun la b irl ik te O sm an lı İm p a ra to r lu ğ u n d a , hâ lâ zan aa tç ı
lar (esnaf) loncası bask ınd ı . H er atö lyenin b aş ında b ir baş-şeyh b u lu n u
yordu. Sonra u s ta la r ve ç ırak la r yer alırdı. H er a tö lyenin kend is ine has gelenekleri ve görenekleri b u lu n u rd u . En b ü y ü k zanaa t en d ü s tr i m erk ez
leri o la rak Suriye’de Şam ve Halep, I r a k ’ta Bağdat ve M usul, M ıs ır ’da
Kahire, Kuzey A fr ik a ’da Tunus, Cezayir, T lem cen, Fas ve M arakeş sa
yılabilir. A rap zanaa tç ıla r ı k u m aş , k il im , m aroken , silah, b a k ı r eşyalar
vs. y ap ım ın d a ünlüydüler. 18. yüzyıla kadar, ü re t t ik le r i b irçok m a m u l
A vrupa’ya ih raç ediliyordu. Fakat Sanayi D ev r im i itibariyle yerel m a lla r kendi p az a r la r ın ın bile d ış ında kalacaktı.
A rap ü lkelerinde , t a r ım ve zanaa t a ra s ın d a hâ lâ kesk in b ir ay r ım y a
p ılm am ış t ı . Ö rn e ğ in M ıs ır ’da ip lik d o ğ ru d a n köylü h an e h a lk ı t a r a f ın
d a n üre ti l iyordu . Y ünlü k u m a ş m am u lle r i köylü k a d ın la r ın uğraşıydı.
Benzer ş a r t la r L ü bnan’da da h ü k ü m sürm ekteydi. Suriye’de, H a lep eya
letinde, sadece y ü n lü k u m a ş la r değil aynı z a m a n d a p a m u k lu k u m a ş la r
da köylerde im a l edilm ekteydi. Ö te y a n d an , b irçok ken t sakini, özellikle
p aza ra d ö n ü k bahçec il ik o lm ak üzere, ta r ım la iştigal ediyordu. M isal
o la rak Şam, m eyve ve sebze bahçeleriyle kaplıydı.A rap k en t le r in in sosyal yapısı n ü fu s la r ın ın b ü y ü k bir ç o ğ u n lu ğ u n u n
ü re tk en o lm ad ığ ın ı işaret e tm ekted ir . 18. yüzyıl so n la r ın d a K ah ire ’n in
n ü fu su 100.000’i e r işk in erkek o lm ak üzere 300.000 kadard ı . B un la r ın
25.000’i zanaatçı ve 15.000’i işçiydi, geri k a lan 60.000’i ise ü re tk en b ir
işle m eşgu l değildi. B un lar d ah a çok, asker, to p ra k sahibi, ru h b a n sı
nıfı, tü cca r ve o n la r ın h izm etç i l iğ in i yapan k iş ile rden m üteşekk ild i. Yalnıza h izm etç i le r 30.000 kişi kadard ı . T ü m zan aa tç ı la r ın da ü re tk en
emeğe d âh il o lduğu söylenemezdi. H am am cıla r , berberler, hokkabazlar ,
sokak şark ıc ıları ve m eddah la r , k a t ı r ve deve güdücüleri , dansöz le r ve
dav u lcu la r da K ah ire lonca la r ına dâhild i. O sm an lı feodal sis tem i A rap
k en t le r in in geliş im in i engelliyordu. Ç ü n k ü yerel tücca r la rın , k ap i tü la s
yon sistem i ta ra f ın d a n k o r u n a n A vrupalı tüccar la rla rekabe t e tm e şansı yoktu . Ü stelik A vrupalı tü cca r la r ın da a şm ak z o ru n d a o lduğu engeller
bu lu n m ak tay d ı . Yük gem ileri denizlerde, çoğu T ü rk p a d işa h ın a h izm et
eden ko rsan g em ile r in in sa ld ır ı la r ın a m a r u z kalıyordu. T icare t k e rv a n
ları derebeyleri ve o n la r ın soygun çeteleri ta ra f ın d a n yağm alan ıyordu .
T ü m b u n la r ın y an ı sıra, O sm an lı İm p a ra to r lu ğ u n d a u laş ım ağları da o ldukça kö tü du ru m d ay d ı . Ü rü n le r y ü k hayvan lar ıy la taş ın ıyordu . H er
şeh r in kend is ine has b ir g ü m r ü ğ ü ve t icari yönetm eliğ i m evcu ttu ; verg i
leri, ağ ır l ık ve ölçüleri ve d iğer b irçok şeyi farklıydı. Feodal so y g u n cu lu
ğ u n tepes indek i tü m her şey tica re t te ilerlemeyi gecik tir iyor ve kapita lis t
il işkilere geçişi im k ân s ız k ılıyordu. “G erçek te” diye yazıyordu Engels
“diğer h e rh an g i b ir d o ğ u lu h âk im iy e t gibi T ü rk hâk im iy e t i de k ap i ta list top lum la b ağ d aşm az”. A r t ık değer, Sa trap ların (Pers bölge yöne tic i
si -çev.) ve p a şa la r ın d o y m a k b ilm ez idare lerine karş ı h içb ir güvenceye
sah ip değildir. Burjuva g ir iş im ci için ilk ve en temel şa r t can ve m al g ü
ven liğ ine d u y duğu ihtiyaçtır. (M arx ve Engels, Ç alışm alar, 22. Kitap, 2.
Rusça Basım, s 33)
Devlet Sistemi
O sm an lı İ m p a ra to r lu ğ u n d a b ask ın m ille t Türk lerd i. T ü rk feodal
beyleri yönetic i s ınıfı o lu ş tu ruyordu . Bu sın ıf ın gücü de tepede b u lu n a n
p a d işa h ın bask ı aygıtları sayesinde sü rd ü rü lü y o rd u . Sultan ya da p a d i
şah devletin yüce reisiydi. Ü stelik bun lar , askeri ve sivil güçlerin m u tla k
yönlendiric isiydi. 16. yüzy ı ld an itibaren, M ü s lü m an lığ ın r u h a n i liderli
ği o lan halife lik m a k a m ın ı da ed inm iş le rd i.
İk incil ö n em e sah ip kişi ise M ü s lü m a n ru h b a n s ın ıf ın ın başı olan
şeyhülislam dı. Yasama, yargı, medreseler, devasa d in î mülkler, k a d ı
la r ve m ü ftü le r (şer-i h ü k ü m le r in izahçısı), o n u n k on tro lü altındaydı.
İm p a ra to r lu ğ u n belirli b ü y ü k m erkez le rinde m üftü le r ru h b a n sınıfa re
islik ederdi. Ayrıca y a sa m a n ın İs lam ’ın tem ellerine uygun olup o lm a d ı
ğ ına k a ra r verirlerdi. O sm an lı İm p a ra to r lu ğ u n d a k i ilk “m ü f tü ” şeyhülis lam ın bizzat kendisiydi. Teologlar ve â lim ler (Ulema) de M ü s lü m an
d in zü m re s in in n ü fu z lu sayılabilecek sosyal ka tm an la r ıyd ı .
İm p a ra to r lu ğ u n m erkez yön e t im i B ab ıa l i-B üyük/G örkem li Kapı-
o la rak an ılırd ı. Tepedeki başkan , ya da B üyük Vezir, K a n u n i Sultan
Sü leym an ta ra f ın d a n “S ad razam ” unvan ıy la kabu l edildi. T ü m devletin
y ö n e t im in d e n o so rum luydu . B üyük V ezire he r zam an , to p ra k k a y d ın d a n ve t ım a r la r ın d a ğ ı t ı lm a s ın d a n so ru m lu olan b ir defterdar eşlik e d i
yordu.
Fakat y ine de en önem li k o n u la rd a p a d işa h ın kendisi k a ra r sahibiydi.
Acil d u ru m la rd a d ivan (konsey) top lan ırd ı . D ivan k ıdem li genera ller
den, vezirlerden ve d iğer ileri gelenlerden oluşurdu .
O rdu , askerî-feodal O sm a n l ı la r ın y aşam ın d a oldukça önem li b ir role sahipti. Kendi t ım a r bölgesi s ın ır la r ı d âh i l in d e yaşam ak z o ru n d a olan
sipahilere d ay an an b ir o rduydu bu. H er bölge sancak ya da liva (bay
rak) o la rak added il iyordu ve b u ra la rd a O sm an lı atlı savaş b ir l ik lerine
tekabül eden süvariler yaşıyordu. Savaş za m a n la r ın d a , süvari birlikleri,
kend i san cağ ın ın askerlerin i o lduğu gibi on la r ı da yöneten ve bölgenin
k o m u ta n ı sayılan san cak b ey in in bayrağı a l t ında top lan ırd ı.
H e r v ilayet (eyalet ya da paşa lık ) b irçok sancağ ı ih t iva ederd i. Bir
bölge ve atlı askerleri b ir paşa -b e y le rb e y i - t a r a f ın d a n k o m u ta ed il ird i .
B irçok p a ş a n ın atlı askerler h a r iç k en d is in e ait M e m lu k lu feodal m i l i s
leri ve p a ra l ı askerleri (genellik le M ağrip li) b u lu n m a k ta y d ı . O sm a n l ı
p iyade b ir l ik le r i y en içe r i le rden o lu şu rdu . B u n la r p rofesyonel p iy a d e
lerin , 14. y ü zy ı ld a b iç im le n d ir i lm iş i l t im aslı b ir l ik le r iyd i . Bu b i r l ik
ler esas o la rak esir a l ın an , zorla M ü s lü m a n yap ı lm ış ve askerî eğ it im
verilm iş , Slav ç o c u k la r ın d a n o lu ş tu ru lu rd u . Z orla a l ın a n bu ç o c u k la
r ın b ir ailesi yo k tu , yerel h a lk ta n izole tu tu lu y o r ve t ü m gayretleriyle
T ü rk p a d iş a h la r ın a h iz m e t ed iyorla rd ı . Yeniçeri b ir l ik le r i b a ş la r ın d a k i
yen içeri a ğ a la r ın a göre o c a k la ra b ö lü n m ü ş le rd i . B irlik ler k en d i le r in e
t a n ın a n b irço k im t iy a z d a n y a ra r lan ıy o r la rd ı . 17. ve 18. y ü z y ı l la rd a y e
n içe r i le r geleneksel a ske r l ik h iz m e t in in y an ı s ıra bağ lı b u lu n d u k la r ı
oc a ğ ın d ış ın d a aile k u rm a , ev lenm e, esnafa ve t ica re te k a r ışm a h a k la
r ı ed ind ile r . Böylece, vergi ve g ü m r ü k le r i to p la m a k ve olası a y a k la n
m a la r ı b a s t ı r m a k iç in p a d iş a h ın k o r u m a la r ın d a n ih d as ed i lm iş özel
b ir yen içer i tab ak as ı ve askeri-po lis b ir l iğ i göreve a l ın m ış t ı . O sm a n l ı
İ m p a r a to r lu ğ u n u n b irço k eyalet ve ken ti (S ırb istan , Cezayir, Tunus)
yen içe r i le r in ö fk es in d en m e rh a m e ts iz ce n as ip len d i ve ta m a m e n o n la
r ın k o n tro lü a l t ın a geçti. H a t ta yen içe r i le r in e tk i le r i im p a ra to r lu ğ u n
b aşk en t i İ s t a n b u l ’da bile o ld u k ça ş iddetli b i r şekilde h issed il iyo rdu .
Atlı süvariler, yeniçeriler ve para l ı askerlerin yan ı sıra T ü rk p a d iş a h
ları ve vekilleri, özellikle O sm an lı İ m p a ra to r lu ğ u n u n ücra köşelerinde
o ldukça önem li olan savaşçı kab ile lerin de y a rd ım ın a başv u ru r la rd ı .
T ü rk le r kend i y ö n e t im sis tem lerin i A rap la ra da em poze etm işlerdi.
Suriye ve Filistin, Halep, Şam, Trablus ve Sayda m erkezli o lm ak üzere
d ö r t paşalığa (18. yüzy ıl ın so n u n d a A k k a da paşa lık olacaktı) b ö lü n m ü ş
tü. Kudüs kenti bölgesi özel b ir sancak o la rak ayrıldı. I r a k ’tak i paşa lık la r
M usu l ve B ağdat’tı. A rab is tan ’da H icaz ve Yemen vardı. Mısır, Trablus,
T unus ve C ezayir ise bağ ım sız paşa lık la rd ı . Somali sahil şeridi 16. yüzyıl
o r ta la r ın d a n 18. yüzyıl o r ta la r ın a k a d a r H abeş’in bağ ım sız b ir vilayeti
o la rak s ta tü sü n ü sü rd ü rd ü . L übnan bölgesi ise A rap em irleri y ö n e t im in
de, özerk liğ in i m u h afaza etm işti .
P ad işah ın vekilleri kend i bölgelerinde s ın ırsız güç le r in in tad ın ı ç ı
karm aktayd ı. M erkezi h ü k ü m e t önem siz ta l im atla r la yönetic ilerine
rahats ız lık verm ezdi. Kendi m u h ak em e le r in e göre, vergilere el koyup
topluyor, m ü lk le r i dağıtıyor, yargıyı ve y ü rü tm e y i yönetiyor, askerî güç-
' erin i ko m u ta ediyor, k o m şu la r ın a ve isyan eden beylere karşı savaş y ü
r ü y o r d u . Eyaletler a ra s ın d a sıkı bağ lar b u lu n m am ak tay d ı . G ö rü n ü ş te
" im a n l ı İm p a ra to r lu ğ u m erkezi b ir devlet yapıs ına sahipti. Gerçekte ise,
; ; e :n i merkeziydi. Ç ü n k ü içsel e k o n o m ik b a ğ la rd an ve ulusal b ir l ik ten
• - ,:niu. H ak ik a ten de g ö rü n en yapı, b irb ir in d e n bağ ım sız unsu r-
m eydana gelmiş ü lkelerin ve h a lk la r ın fe t ihç in in kılıcı a l t ında
to p lan m ış o lm a s ın d a n ibaretti . B u n d an ö tü rü , m erkezkaç kuvvetle r in
varlığı im p a ra to r lu ğ u yavaş yavaş a m a m u h a k k a k ayrı p a rça la ra d oğ ru
çekiyordu.
Osmanlı Feodalizminin Çöküşü
17. yüzy ı l ın so n la r ında , O sm an lı İm para to r luğu , sosyal haya tın tü m
evrelerin i d e r in d en sarsan , e k o n o m in in z a ra r gördüğü , devlet ayg ıtın ın bozu lm aya başladığı, eyaletlerin m erkezle bağ la r ın ı k o p a rm a eğ il im ine
girdiği, m ora li b o z u la n o rd u n u n savaş e tk in l iğ in i y it i rd iğ i ve kü ltü re l
yap ıla r ın zayıfladığı çok ciddi b ir k r iz sürecine g irm işti . M a rx ve Engels
T ü rk iy e ’yi çevresindeki y ır t ıc ı la ra güzel k o k u la r saçan ve k a rb o n h id ra t
kaynağı olabilecek ölü b ir ata b en ze tm iş le rd i (M arx ve Engels. “İngiliz
Politikaları-D israeli, M ülteciler - L ondra ve T ürk iye ’de M azz in i” N ew York D aily T ribune, 7 N isan 1853). Kriz, O sm an lı feo d a l izm in in çöküşü
ile b irl ik te an ılm aya başlan ıyordu . Feodal ü re t im ilişkileri ilerici ü re t im
g üç le r in in geliş im ini im k ân s ız k ılm ıştı . Aynı zam an d a , m evcut üretici
güçleri tah r ib a ta sü rük lem iş t i .
T ürk iye ve o n u n A rap nü fu z sahası t a r ım sa l ü lkelerdi ve b u n la r ın en önem li ü re tic ileri köylülerden o luşurdu . Köylü kend i ta r las ında , kend i
emeği ve ilkel aletleriyle k ü ç ü k çaplı t a r ım yapıyordu. Bu e k o n o m in in
temel yasası basit yen iden ü re t im d e n ibaretti . Gerekli ü r ü n ü de m uh teva
eden h asad ın b ir k ısm ı ilkel ü re t im a raç la r ın ın ve in san g ü c ü n ü n yen i
den ü re t im i için ku llan ıl ıyordu . A r t ık ü r ü n ü içeren diğer k ıs ım lar ı ise
ta m a m e n t a s a r ru f ed ilir ve b u n a feodal söm ürgeci ta ra f ın d a n el k o y u
lurdu. Parasal ek o n o m ik ilişk ilerin ve yabancı t ica re t in gelişimi feodal beylerin iş tah ın ı da a r t t ı r ıyo rdu . A vrupalı ve doğu lu tü cca r la r ın ithal
e ttiği, karş ıl ığ ı yerli köylü h ane h a lk la r ın ın ü rün le r iy le ayni o la rak ö d e
nen, d ü n y a n ın d ö r t b ir ta ra f ın d a n getir i lm iş lüks m a l la r ın b u lu n d u ğ u
Bağdat, Şam, K ah ire ve diğer ken t m erkez le rinde ih t işam lı saraylar y ü k
seliyordu. Feodal beylerin ih tiyaçları b i tm ek b i lm iyordu ve b u n u n için
de fazla ve d ah a fazla m a l sağlanm alıydı.
Feodal yağm acılar, köylü han e ha lk la r ı için on la r ı felakete sü rü k ley e
cek o ran la r ı öngörüyorla rd ı. Köyler boşalıyor, ek in ler kend i h a l ine b ı ra
kılıyordu. Son z a m a n la ra k a d a r işlenen araz iler çalı ç ırpıyla do lm uş ve
to p rağ ın yar ıs ın ın verim liliğ i yok o lm uştu . Sık sık k ı t l ık la r görü lm eye
başlam ıştı . T ü m b u n la ra rağm en , ko lek tif s o ru m lu lu ğ u n esasları köy
lerde katı b ir şekilde uygu lan ıyordu . Ö rn e ğ in bir köylü a i les in in nes-
Ü lk e l e r in in Y a k ın T a r ih i
tükenirse , vergileri k o m şu köylüler ta ra f ın d a n öden iyordu . Eğer b ir
kovün ta m a m ın a aynı şey olursa, o n la r ın vergileri de k o m şu köylerden
toplanıyordu. Bu sistem n ih ay e t in d e A rap köy ler in in m ah v o lu şu n u h ız
landıracaktı .
Köylü han e h a lk ın a da h a b ü y ü k hasa r la r verildi, belki de en şiddetlisi
b irçok feodalin sö m ü rü h a k k ın ı e d in m e k için kend i a ra s ın d a giriştiği
m ücadeleler sonucu ortaya ç ıkm ış o landı. M ülk le r ve t ım a r la r için g ir i
şilen m ücadele ler g it t ikçe yoğunlaşıyordu . B üyük feodal beyler (ayan ya
da kebir) k ü ç ü k askerlerin to p ra k la r ın ı zorla ele geçirm işti. 1650 civa
r ın d a ölen, Koçi bey lerin son ideoloğu K öm ürcü , gücü ve zengin liğ i a r
ta n tü m kö tü niyetli a d a m la r ın t ım a r ve zeam etleri zorla ele geçirm esin i
ş iddetle eleştirdiği yazılar yazdı: “D evle tin ve d in in gerçek savaşçıları
olan b ü y ü k ve k ü ç ü k m ü lk sahipleri geçim a ra ç la r ın d a n m a h r u m b ı r a k ılm ış la rd ır ve b u n la rd a n geriye h içb ir iz k a lm a m ış t ı r ”. Soylular, askerî
t ım a r la ra zorla el koyduğu halde askerî h izm eti redde tm iş t i . Bu ö rn ek
ler, K öm ürcü Koçi Bey’in yasını tu t tu ğ u k ü ç ü k askerler tara fından da
izlenmiştir. Önceleri p ad işah her b ir seferde 100.000’den 120.000’e k a
dar asker toplayabiliyorken, b u ra k a m 17. yüzy ılda seferberlik i lan ın d a
- .fı00-8.000’e k a d a r d üşm üştü . B u n la r ın da b irçoğu h izm etl i ve para lı askerlerden oluşuyordu. T oprak m ü lk ü n ü elinde tu ta n la r askerlik h iz
m etinden k aç ın d ık la r ı ha lde to p ra k la r ın ı k ay b e tm em ek için çaba sa rf
etmişlerdi. Bu dönem de, askerî t ım a r la r ın m ira s o la rak kalabilen özel
m u ’klere d ö n ü ş tü rü lm e s i eğilim i göze ça rp m ak tad ır . K öylü lüğün iflası-
: r eşlik ettiği bu süreç O sm an lı İ m p a ra to r lu ğ u n u n en temel k u d re t in in
i'.t.r.ı oym aktaydı; o rd u n u n .Harap o lm uş köylüleri sö m ü rm e h a k k ı iç in y ü rü tü le n b u mücadeleler
t _ m Arap ülkelerine yayılmıştı. K orsan lığ ın azalm ası ve feodal beyleri
: ı f 1 :ca zeng in lik k a y n a ğ ın d a n m a h r u m b ıra k a n o rdu yenilgileri y ü zü n -
t : t mücadeleler 18. yüzy ılda d aha da ş iddetlendi. A rap şeyh ve em ir-
:.-.mn, p aşa la ra karşı ay ak lanm alar ı , paşa la r ın Babıali’ye karşı k azan• : t ı rm as ı gibi sıklaşmıştı. T arafların b irb ir in i k ır ıp geçirdiği savaşlar
. : 'enmiş, feodal ayrıl ıkç ılık baş gösterm eye başlam ıştı. A rap evalet-
: ■ t m b ü y ü k ç o ğ u n lu ğ u esas itibariyle T ü rk p a d iş a h ın d a n bağ ım sız
- _ r ;e lm iş ve Babıali’den tam am ıy la k o p m a k ve bağ ım sız haned an l ık -
_ • vu rm ak için çaba sa r f eden yerel feodal k l ik le r in l ide r le r in in eline
_ : . ' 't i .r iğ d a t ’ta h a n e d a n l ık H aşan Paşa ta ra f ın d a n kesin o la rak k u ru ld u ve
_zyıla k a d a r da h ü k ü m sürdü. M usu l yöneticisi üze r ine güç uygu-
ladığı vak itle rde P a ş a n ın o toritesi tü m I r a k ’ı kapsayabiliyordu. Birçoğu
paşa u n v a n ın ı da taş ıyan m ütese l l im ler Bağdat p a şa la r ın a tabiydiler. Bu h a n e d a n ı ta h t ın d a n in d i rm e k için Babıali’n in b u lu n d u ğ u tü m g ir i ş im ler başarıs ız lık la sonuçlandı. M erkezden a ta n a n paşa la r Bağdat’ta b irkaç
aydan fazla tu tu n a m ıy o rd u . Bunlar, kölem enler (zorla M ü s lü m a n yapıl
m ış ve askerî eğ itim verilm iş beyaz k ö le le r -çev.) ta ra f ın d a n d evril ip k a t
led ilird i ve H aşan Paşa h a n e d a n ın d a n h a k idd ia eden kişi yeni paşa ilan
ed ilird i. B ağdat’tak i güç 1780 y ılında , kö lem en lider Koca S ü leym an’ın eline geçti. Süleym an, kö lem en paşa la r h a n e d a n ı o lan ve B ağdat’ta 1831 y ı lm a k a d a r h ü k ü m sürecek yeni b ir h a n e d a n ku rd u . Bağdatlı paşalar,
İ s ta n b u l’dak i p a d işa h ın sa l tana tın ı m ode l a lan, benze r gen işlik te h a
rem leri ve har is adam la r ı , çok sayıda h izm etç ile r i ve fan tas t ik o ryan ta l
lüksleri o lan kend i öz sa l tan a t la r ın ı inşa ettiler.
B enzer b ir süreç T rab lu s’ta da y aşand ı. K ö lem en le r in yen içeri h a n e d a n ın d a . O r d u n u n d a ğ ın ık b ir l ik le ri , M ıs ı r ’d ak i M em lu k le re b e n
zer yöne tic i “k o r u m a la r ı ”, b ir a raya getir i ld i . K a ra m a n l ı Bey 1711’den
i t ib a ren h ü k ü m sü rm ey e baş lad ı ve bu h a n e d a n da esasen B abıali’den
b ağ ım s ız idi.
T u n u s ’ta da, H üsey in Bey bin Ali ta ra f ın d a n k u ru la n H üsey in h a n e
danı, 1705 y ıl ında h ü k ü m sürm eye başladı. Bu h a n e d a n a lt ında , Tunus
ta m a m e n bağ ım sız b ir devlet h a line geldi ve T ü rk p a d işa h la r ın a bağlılığı
ya ln ızca gös term elik o la rak d evam etti.
C ezay ir’de ik tidar, ü lkeyi esasen bağ ım sız b ir feodal devlete d ö n ü ş
tü re n yağm acı yeniçerilerin e linde top lanm ış tı . Savaşan yerel feodal beylerin ve şeyhlerin de yard ım ıy la yeniçeri k o m u ta n la r ı bedevileri ve köy
lüleri h a raca bağlayıp kend i şahsi faydaları için b ü y ü k m ik ta r la rd a vergi
top lam ış la r ve to p rak la ra el koym uşla rd ı . Yeniçeri o rdu genera l le r inden
o luşan b ir konsey, kend i a ra la r ın d a n hâk im iye ti b ir ö m ü r boyu sürecek
a m a u n v an ı b ab ad an oğula da ak ta r ı lam ay acak b ir Cezayir valisi (dey)
seçmişlerdi. V alin in a l t ında ise Cezayir v i layetlerin in b aş ın d a d u racak d ö r t bey m evcuttu .
M ıs ı r ’da ik t id a r 18. y ü z y ı l ın o r ta la r ın d a , yen içeri çek ird ek le r in i
a rka p la n a iten M e m lu k b e y le r in in eline geçm işti . V o lney’e göre y e
n içe r i le r serseri ve zo rba çetelere d ö n ü şm ü ş tü . Ü lk e n in yö n e t im i,
k e n d in i ü lk e n in h e r k ö şe s in in h ü k ü m d a r ı i lan eden ve Şeyh-e l-balad
o la rak b i l in en M e m lu k k l ik le r in in en g ü ç lü sü n ü n l id e r in in e line geç
ti. Ö ncek i p a şa ise M e m lu k b e y le r in in ade ta b ir m a h k û m u n a d ö n ü ş tü
ü s te l ik V olney’in de b e l i r t t iğ i gibi rü tbes i a l ınd ı , s ü rg ü n ed ild i ve ü l
keden kovu ldu . M ıs ı r ’ın 18. y ü z y ı ld a k i i lk valisi İ b r a h im Bey’di (1746-
57), ki kend is i M e m lu k lu değild i; Faka t b i r T ü rk paşası o la ra k ayrı b ir
M e m lu k m üfrezes i o lu ş tu rd u ve ik t id a r ı b u sayede sağladı. E m r in d e k i
M e m lu k lu la r cöm ertçe yen i m ü lk le r le ve terfi le r le ö d ü l le n d ir i l iy o rd u
ve h a t ta b irço ğ u bey o la ra k tay in ed il iyordu . İ b r a h im ’in ö lü m ü n ü iz
leyen g ü n le rd e ik t id a r iç in çok ş idde tl i b ir m ücade le baş gösterecekti .
Bu m ü c a d e le n in galibi ise, E l-Kebir (Koca) o la rak b i l in en ve 1763’te M ıs ı r ’ın yönetic isi, altı y ıl so n ra s ın d a da M ıs ı r l ı la r ın b ağ ım s ız l ığ ın ı
ilan e tm iş o lan Ali Bey’di. 1773 y ı l ın d a Ali Bey’in b ir su ik as ta k u rb a n
g i tm e s in in a r d ın d a n ik t ida r , M u ra t Bey ve İb ra h im Bey’in l id e r l iğ in
deki M e m lu k lu ra k ip k l iğ in e line geçti.
Feodal ayrıl ıkç ılık ve y ıkıcı savaşlar, ik t isad i gelişm işlik ten ziyade
yağm acı savaşlarla beslenen O sm an lı feoda lle r in in askerî gereklilikleri
s o n u c u n d a elde ed ilm iş b ü y ü k O sm an lı İ m p a ra to r lu ğ u n u çöküşe doğ ru sü rük lüyordu . Bu devlet, D oğ u A vrupa’n ın d iğer b irçok çokuluslu
devleti gibi, u lu s la r ın o lu şu m u n d a n ve feodal b ö lü n m ü ş lü ğ ü n tasfiye
s inden önce feodal b i r çerçevede d o ğ m u ştu . Farklı gelişmişlik seviye
sinde o lan b irb ir in d e n ayrı h a lk la r ın çok b ü y ü k b ir devlet iç inde zorla
o lu ş tu ru lm u ş b irliği u z u n ö m ü rlü o lam ad ı ve to p lu m u n feodal yap ıs ın ın doğas ında b u lu n a n m erkezkaç eğilim lerle T ü rk dev le t in in m erkezi for
m u a ra s ın d ak i çelişkiler k aç ın ı lm az o la rak O sm an lı İ m p a ra to r lu ğ u n u n ç ö k ü şü n ü hazırladı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Dış Gücünün Azalması
Şiddetli içsel krizler, t ü m im p a ra to r lu ğ u b ir ö r tü gibi sa ran çöküşün
başlangıcı a n la m ın a geliyordu. G örkem li Babıali’n in sabık k u d re t i sa r
sılmıştı. O sm an lı İm p a ra to r lu ğ u 15. ve 16. yüzy ılla rda , askerî bakış açı
sıyla A vrupa’n ın en güçlü devletiydi. Bu sayede b irçok zafer kazan m ış
ve kend i n ü fu z sahas ın ı gen işle tm işti. Y ine bu ta r ih le rde , piyade yeniçe
ri le rden ve süvarilerden o luşan o rd u s u n u n yenilm ez o lduğu d ü ş ü n ü lü yordu. A n cak so n ra s ın d a süvariler ve yeniçeriler başlıca askerî y ü k ü m
lü lük le r in i yerine ge tirm em eye başlad ılar ve savaştan k a ç ın m a eğilim i
gösterdiler. A vrupa’dak i Sanayi D ev r im i berab er in d e askerî s i lah larda
ve savaş san a t ın d a belirg in b ir gelişme getirdi. Fakat T ü rk o rdusu 14.-15.
y ü zy ıldak i seviyesinde ka lm ış tı . Bu sebeple, O sm an lı İm p a ra to r lu ğ u za
ferden yenilgiye, sa ld ır ıd an savunm aya ve gen iş lem eden to p rak kaybına geçmişti.
17. yüzy ıl ın so n u n a gelind iğ inde, O sm an lı i lk b ü y ü k yenilg isin i aldı.
Bu savaşta A vusturya , Rusya, Polonya ve Y en ed ik ’e karşı savaşmış ve
1699 y ılında , A z a k ’ı Rusya’ya, Podolya’yı Polonya’ya, O r ta M acaris tan ,
T ransilvanya, Backa ve Slovenya’yı A vu s tu ry a ’ya, M ora ve b irçok Ege
A dasın ı da V en ed ik ’e verdiği Karlofça A n t la şm a s ın ı im zalam ış tı .
Fakat so n ra s ın d a O sm a n lı la r M ora Y arım adasın ı ve geçici o la rak da
A z a k ’ı geri aldı. 1718 y ı l ın d a im z a la n a n Pasarofça A n t la şm a s ın a göre
B anat ve S ırb is tan ’ın b ir k ısm ın ı A vus tu rya ’ya b ı r a k m a k z o ru n d a k a l
m ıştı . 1739 ta r ih l i Belgrat A n tlaşm ası so n u cu n d a ise A zak ve K abartay
O s m a n l ı la rd a n k o p m u ş ve tarafsız bölgeler (M ânia) o la rak i lan ed il
mişti. B itm ek b ilm ez O sm an lı-R us savaşları, Rusya’ya Kerç, Yenikale,
K i lb u ru n ve K abartay bölgelerini veren K üçük K aynarca A n t la ş m a s ın ın
1774’te im za lanm as ıy la son bu lm u ş tu . K ır ım ve K uban da bağ ım sız lığ ın ı
i lan etm işti . D ah a s o n ra d a n (1783 yılında) bu bölgeler Rusya’ya ka tı la
caktı. Ayrıca K üçük K aynarca A ntlaşm ası Ruslara, K arad en iz ’e ve b o
ğazlara t icari am açlarla in m e h a k k ı da tan ıyordu .
1792’deki Yaş A ntlaşm ası ile Rusya, K arad en iz ’in kuzey sah i l in in t a
m a m ın ı ve kend i s ın ır ları d âh i l in d e k a lan D anyeste r’i ele geçirdi. 1812
y ıl ın d a im z a la n a n Bükreş A n tla şm ası ile de Beserbya’yı to p ra k la r ın a
kattı . K araden iz ve Balkan Y arım adası için T ürk iy e ’yle m ücade le le r in
de, Rusya kend i to p rak sahipleri ve tü c c a r la r ın ın gereks in im leri ta ra
f ın d an yön lend iril iyordu . Z ira ü lkedek i ticari m a l ekonom isi sürekli
büyüm ekteyd i . Toprak sahipleri ve tüccar la r A v ru p a ’ya gemiyle buğday,
kenev ir ve k ü rk ta ş ım a k için l im a n la rd a k ış ın so ğ u k tan d o n m a y a n b ir
çıkış nok tas ın a ihtiyaç duyuyordu . K arad en iz ’in Rus ticare ti için ö n e
mi, ü lkedeki başlıca n eh ir le r in bu denize d ö k ü lm es in d en kaynaklıydı.
Fakat K araden iz ve çıkış n o k ta la n olan İs tanbu l ve Ç an ak k a le Boğazları
T ü rk le r in h âk im iye ti a lt ındayd ı ve Rus gem ilerine kapalıydı. Üstelik
İ s ta n b u l’u ele geçirm e meselesi de çarlığ ın A vrupa’da b ir hegem onya
k u rm a isteğiyle ilintiliydi.
AvusturyalI to p rak sahipleri ve tüccarla r da b ü y ü m ek te o lan dış
t icaretleri için sıcak denizlere açılabilecekleri b ir çıkış nok tas ı a r ıyo r
du. B undan dolayı, A vustu rya lI la r ın a rzusu A driya tik D enizi ve Tuna
H avzas ın ın k o n tro lü n ü ele geçirm ekti. A vustu rya ilerlemesi Rus yayıl
m acılığ ı ile karşılaştı ve b irçok n o k tad a çakıştı. Bu d u r u m ülkeler a ra
s ında uz laşm az lık la ra neden olsa da h içb ir z a m a n O sm an lı to p ra k la r ın ı
pay laşm a h u su su n d a an tlaşm aya v a rm a la r ın ı engellemedi.
İngiltere ve Fransa da İstanbul, Boğazlar, Mısır, Cezayir, Tunus, Suriye
ve I r a k ’ın kon tro lünü ele geçirme k o n u su n d a oldukça hevesliydiler. Bu ta lepler, 18. yüzyılda dile getirilse de aslında savaşların başlaması için 19.
yüzyıl beklenecekti. Kapita lizm in gelişmesi ile Avrupalı güçlerin Yakın
D o ğ u d a k i istemleri ısrarlı taleplere ve O sm an lı İm p a ra to r lu ğ u n u n pay
laşılması için a ra la r ında yaşanan lar da şiddetli mücadelelere dönüştü .
L iteratürde ve ta r ih te Şark Meselesi o larak geçen İm para to r luk to p rak la r ı
n ın kaderi, 19. yüzyılda Avrupa diplom asis in in m erkezinde yer alıyordu.
Halk Hareketleri ve Arap Ülkelerin Özgürleşme Mücadeleleri
T ü rk feodal bey lerin in -p ad işah la r , paşalar, yeniçeriler ve süvar i le r -
b o y u n d u ru ğ u O sm an lı h a lk la r ın ın b irç o ğ u n d a isyan ateşin i a levlen
dird i. A y ak lanm ala r feodal bey ve köylü a ra s ın d ak i çelişkileri o lduğu k a d a r ezenle ezilen a ra s ın d ak i esas u lusal çelişkiyi de yansıtm ak tayd ı.
İm p a ra to r lu k tak i feodal b o y u n d u ru k yabancı egem enliğ ine eviriliyor-
du, bu y ü zd en feodal beylere karşı y ü rü tü le n köylü m ücadeleleri ulusal
özg ü r lü k hareketleriy le el ele ilerliyordu. Y u n an is tan ’da, S ırb is tan ’da ve
M ıs ır ’da 18. y üzy ılda b ir s ın ıf ha l ine gelen burjuvazi de O sm an lı b o y u n d u ru ğ u n d a n z a ra r g ö rm ü ş tü ve bu y ü zd en m ücadelede o da yer alıyordu.
Genel o la rak ifade e tm ek gerekirse, iki t ü r hareke te şah it o lu n m a k
taydı. T ü rk iy e ’de feodal b o y u n d u ru ğ a karşı y ü rü tü le n h a lk hareketleri
m ev cu t tu ki bunlar , s ın ıf ka rak te r l i varsayılabilecek, ezilen u luslar t a r a
f ın d a n destekleniyordu. Ö te ta ra f tan , ezilen h a lk la r ın m ücadeleleri v a r
dı ki b u n la r da d aha çok ulusal özg ü r lü k hareketleriydiler.
T ü rk iy e ’ye özgü p o p ü le r anti-feodal hareke tle r a ra s ın d a S im avnalı Şeyh B ed red d in ’in 1415-18 yılları a ra s ın d ak i ayak lanm ası ve Kara
Y az ıc ın ın 16. yüzyıl s o n u n d a k i başka ld ır ıs ı en çok bilinenlerdir .
S im avnalı B ed red d in ’in isyanı B a lk an la r ’d a n D oğu A n ad o lu ’ya u z a n a n
o ldukça geniş b ir a lana yayıldı. Ateşli söylevlerinde lider Şeyh B edreddin ,
söm ürgecileri tenk it ediyor, evrensel eşitlik, s ın ıf b o y u n d u r u ğ u n u n ta s fiyesi ve m ü lk iy e t in o r ta k k u l la n ım ı ö ğ ü d ü n ü veriyordu. T ü m in a n ç
la rd an ve u lus la rdan ça lışan in san la ra , b ir l ik için çağrıda bu lunuyordu .
A silerin sa flarında M üslüm an la r , H ır is t iyan ve Yahudilerle, T ü rk le r de
R u m la r ve Slavlarla y an y an a savaştı.
Kara Yazıcı a y ak lan m as ın ın coğrafi s ın ır la r ı d ah a da genişti. Balkanları , K üçük Asya’yı, Kuzey Suriye’yi ve I r a k ’ı kapsam aktayd ı.
Asiler, B ağdat’ı ele geçirm işler ve y ıllarca da ellerinde tu tm uş la rd ı . A rap
fellahiar ve bedeviler, T ü rk köylüler, askerler ve paşa larla b irl ik te ayak
la n m a d a yer aldı. B ed red d in h a rek e t in d e o lduğu gibi bu b a şk a ld ır ın ın düzeyi ve bo y u tu d a W at Tyler, T hom as M u n ze r ve John H uss isyan la r ıy
la, Fransız jacquer ie ’leñ e2 ve Rus köylü le r in in özgü rlük mücadeleleriyle
aynı derecededir.
Ezilen h a lk a y a k la n m a la r ın ın da k a rak te r o la rak geri ka l ır yan ı yok
tu. T ü rk karşıt ı özgürleşm e h a rek e t le r in in an a m erkezleri Balkanlar, T ranskafkasya ve A rap ülkeleriydi. Bazı d u ru m la rd a l iderler feodal bey
lerden oluşsa bile, tem elde ha reke t son derece halkçı karak te r l i o la rak
kabul ediliyordu.
A rap ü lkelerinde T ü rk karşıt ı ana d iren iş m erkez le rinden b iri de
L ü bnan’dı. 1516 y ılında , Yavuz Sultan Selim’in kuvvetler i Lübnan ,
Suriye ve F ilis tin’in dağ lık bölgelerini ele geçirdi. Ü lk e n in yöne tim i,
Babıali’n in em ir k u l lu ğ u n u kabu l eden b ir şeyh olan I. F a h re d d in ’e bıa-
k ıldı. F a h re d d in ’in vergi ödem eye yanaşm am ası , so n u n d a ülke ü ze r inde d o ğ ru d a n b ir otorite k u rm a k a ra r ı veren T ürk le r i s in ir lend irm iş ve fakat
T ü rk le r L übnan köy lüsünden ve feoda lle r inden gelen şiddetli b ir d i r e
nişle karş ılaşm ıştı . B un la r ın so n u cu n d a o ldukça u z u n sü ren d irengen
b ir m ücadele dö n em i başlam ıştı . F ah red d in 1544’te, D am asko P a ş a n ın
sa ray ında zehir lendi ve L übnan soy lu la r ın ın d iğer b irçok temsilcisi gibi
oğlu K ırkm as da, 1585 y ıl ında L ü b n an ’a ceza land ırıc ı b ir sefer d ü zen le
yecek olan Türk lere karş ı savaştı.
1590’da K ırk m a s ’m oğlu, II. E m ir F ah red d in güç le r in in ortaya çı
kışıyla, d iren iş te yeni b ir dö n em başladı. Yeri geld iğ inde kend is in i b ir
H ır is t iyan o la rak da tan ı tan , M achiavelli’n in sad ık takipçisi o lan bu D ürzi o ldukça zeki b ir d ip lom at ve en tr ik a ustasıydı. İ s ta n b u l’da, p a
şa la r ın sa ray la r ında ve h a t ta o n la r ın h izm e tl i le r in in evlerinde casusları
bu lu n m ak tay d ı . D ü şm a n la r ı a ras ına an laşm az lık la r sokardı. Su ltan ’m
d ik k a t in i cezp e tm ek için ilkin , T ü rk hâz ines ine yü k sek bir haraç ödedi
ve savaş gan im etle r in i p ad işah la paylaştı. Bu nedenle p ad işah kend is in i
L ü b n a n ’ın dağ lık ve sahil bö lgesin in ve Suriye ve F ilis t in ’in önem li b ir
k ıs m ın ın yöneticisi o la rak atadı.
E m ir ’in p la n ın ın n ih a i am acı B a t ın ın da yard ım ıy la p ad işah a karşı
b ir Haçlı Seferi düzen lem ekti . Babıali’ye karş ı m ücadele h a z ı r l ık la r ın
da, İ ta lyanlarla görüşm eye başladı ve kaleler inşa ed ip kend i o rd u su n u
40.000 kiş il ik b ir güç ha line getirdi. 1613 y ıl ında L übnan n ü fu s u n u n ta-
2 jacquerie: F r a n s a ’d a s o y lu la r ın k ö y lü le r i a ş a ğ ı l a m a k iç in k u l l a n d ığ ı b i r s özcük , -çev.
m a rn ın ın ka tıld ığ ı b ir isyanı k ışk ır t t ı . Fakat m uvaffak olan ta r a f T ü rk le r
oldu. II. F ah red d in L ü b n an ’ı terk e tm ek ve beş yıl k a d a r İtalya’da k a l
m a k z o ru n d a b ırak ıld ı. Şatafatlı O ry an ta l sü iti ve m u a z z a m zenginliğ i
A vrupalıla rı büyü lem iş ti . II. F ah red d in b ir d ip lom at o la rak fazla başarıl ı
sayılm azdı. Fransa, F loransa, V atikan, M alta ve d iğer le r in in katıl ım ıyla
inşa e tm ek istediği b ir an ti-T ü rk koalisyonu başarısız o lm uştu . II. (Genç)
O s m a n ’ın 1618’de ta h ta çıkışıyla F ah red d in affedildi ve L ü b n an ’a geri
döndü . Kendi m ü lk le r in e yeniden kavuşunca , b u n la r ı e k o n o m ik o la rak g e liş tirm ek için detaylı b ir p lan hazırladı. Yabancı t icare ti teşv ik etti ve
ü lkes in i geniş ölçüde A vrupalılaş tırd ı. B eyrut A vrupai ta rz d a bu lvarlara
b ö lünüyor ve yeni b in a la r yükseliyordu. Bir g ru p genç in san A vrupa’ya
eğ itim için gönderil iyordu. Bu aynı zam an d a , M a ru n i ru h a n i eğ i t im in in
de başlangıcı olacaktı. A rap filolojisini A vrupalı eğ itim biçimiyle teşvik ediyordu. O tu z lu y ıl la r ın b aş ın d a II. F ah red d in in san la r a ra s ın d a isyan
ateşini tu tu ş tu rd u . B unun so n u c u n d a esir a l ınd ı ve b ir tu tu k lu o larak
İ s ta n b u l’a gönderild i. 1635’e gelind iğ inde, k a r ış ık l ık la r te k ra rd a n alev
lenm işti . N ihaye tinde II. F a h re d d in id am ed ilm iş ve prensliği de d ağ ı
t ılm ıştı.
T ü m olan la ra rağ m en A rap la r ın , T ürk lere karşı m uhalefe ti devam edecekti. 17. yüzyıl bo y u n ca L übnan lı soylu iki m u h a l i f g rup birbiriy-
le savaşmıştı. G ru p la rd an biri, Kaysiler (ya da kend i deyim leriy le k ı r
m ızılar) yerel T ü rk n ü fu z u n a karşı ç ıkan ve L übnan lı köylüler a ra s ın
da destekçi b u lan M a’n i ailesi ta ra f ın d a yönetil iyordu. Diğer g ru p ise,
Yemeniler, (beyazlar) T ü rk le r ta ra f ın d a n da destek lenen A lam e tt in a i
lesi em irleri ta ra f ın d a n yönetiliyordu. Mücadeleye çeşitli tesadüfler yön verecekti. L ü b n an ’da b irçok kez o toriteyi ele geçiren Kaysiler çoğu kez
başar ı l ı o lam adılar . 1697 y ılında , M a’ni a i les in in n e s l in in tü k e n m e s in
den sonra Kaysiler Şehhap a i les in in em irleri ta ra f ın d a n yönetildi.
1710 y ıl ında Türkler, Yemenilerle birlikte, Kaysi e m ir le r in in b ir l ik
leriyle hesap laşm ak için b ir g ir iş im de d ah a b u lu n m u ş tu . E m ir H aydar
Ş ehhap ’ı devirerek, L ü b n an ’ı s ı rad an b ir T ü rk vilayeti ha l ine ge tirm e n i yetiyle hareke te geçiliyordu. Fakat 1711’de Kaysiler, A lam e tt in a iles in in
t ü m üye le r in in ö ldüğü A in -D ar y a k ın la r ın d a k i b ir savaşta, T ü rk le r i ve
Yemenite’leri ezici bir şekilde yendi. T ü rk le r p la n la r ın d a n feragat e tm ek
z o ru n d a b ırak ı lm ış ve L ü b n an ’ın iç s o ru n la r ın a u z u n b ir z a m a n da m ü
daha lede b u lu n a m a m ış t ı .
A rap la r ın nefretle b ak t ık la r ı O sm an lı feodal b o y u n d u ru ğ u n d a n k u r tu lm a k ve ö zgü r lük le r in i k a z a n m a k için b u lu n d u k la r ı en önem li g i
r iş im le rden bir i 1768-74 O sm anlı-R us savaşıyla bağ lan tıl ıd ır . A vrupalı
güçlerin , özellikle Ç arlık R usya’n ın , diplomasisi T ü rk iy e ’yi zayıfla tm a arzusuyla , B a lkan la r’dak i ve A rap ü lke le r indek i u lusa l bağ ım sız l ık h a
reke tle rin i desteklem işti. İsyancı güçlerin liderleri, başarıya u laşm ak
için Rusya’n ın y a rd ım ın ı u m a ra k , sırasıyla i t t ifak g ir iş im le r inde b u lu
nuyordu .
1769 y ılında , M ıs ır yöneticisi Kebir Ali Bey Rus savaşın ın yara tt ığ ı
f ı r sa t tan istifade ederek bağ ım sız l ığ ın ı i lan etti. A bhazyalı b ir M em lu k lu
o la rak Ali Bey, Rusya’ya u z u n z a m a n d ı r sem pati besliyor ve Babıali’ye
olan k in in i gizliyordu. 1770 y ıl ında kend is in i h ü k ü m d a r ilan e tm iş ve
“M ısır ve İki D en iz in su l tan ı” u n v a n ın ı üst lenm iş t i . İsm i a r t ık M ısır
ve H icaz c am ile r in in hu tbe le r inde (vaazlarda) z ikrediliyordu. 1770’de
H icaz bölgesi de o n u n n ü fu zu a l t ına girecekti.Ali Bey T ürk iy e ’ye karşı savaşında y a rd ım b u lm a u m uduy la Safad
(F ilis tin’de b ir bölge) Valisi Şeyh Z a h ir ile b ir i t t ifak yaptı. Bu Kaysi,
babasına L übnan em irleri ta ra f ın d a n su n u la n top rak la r ı gen işle tm ekle
uğraştı. 1750 dolay la rında A k k a ’da k ü ç ü k b ir sahil yerleşim in i ele geçi
rip, b ü y ü k b ir deniz t icare ti ve el sana tla r ı m erkez ine çevirince, b a şk e n
t in i de buraya taşıdı. D aha so n ra A k k a ’da H aç lı la rdan k a lm a b ir an t ik
h isa r ı yen iden düzenleyip , so n ra s ın d a B onapar t kuvve tle r ine bile d i r e nebilecek, zapt edilem ez bir kale ha line getirdi. Zahir , m ü ltez im lik ve
tekel tahsisleri sayesinde, esasen o rd u s u n u n (savaş gücü 60-70 bin a d am a
k a d a r ulaşıyordu) ve d o n a n m a s ın ın teçh iza tı için harcad ığ ı o lağanüstü
gelirler elde etm işti.Ali Bey, Babıali’den k aç ın a rak Rusya’n ın y a rd ım ın a b aşvu rm aya
k a ra r verdi. Bu sırada Kont Alexei Orlov k o m u tas ın d ak i b ir Rus filosu
Ege D e n iz in d e k onuş lanm ış tı . T ü rk d o n a n m a s ın ı 25-26 H a z ira n 1770’te
ü n lü Ç eşm e S avaş ında yok e t t ik ten sonra Ruslar, den iz lerdeki ü s tü n
lük le r in i ilan etti ve Y unan asilerin i faal o la rak destekleyerek b irçok Ege
adas ına el koydu. 1771 başında , Ali Bey’in özel temsilcileri, Türk le re k a r
şı b irl ik te m ücadele k a ra r ın ın alındığı, K ont O rlov’u n Paros A d a s ın d a k i
ko m u ta m erkez ine gitmişti.Ali Bey b aş lan g ıç ta m u v a ffak oldu. 1771 y ıl ında , Z a h i r ’in b i r l ik le
r in in de desteğiyle M ısırl ı lar, Suriye’de o ldukça zorlu b ir m ücadeleye
giriş ti . Şam ile Sayda’yı ele geç ird ile r ve Jaffa’yı d a k u ş a tm a a l t ın a a l
dılar. Faka t M e m lu k g e n e ra l le r in in ih a n e t i d u r u m u ta m a m e n te rs ine çevird i. M ıs ır b ir l ik le r in i yön e ten E b u ’l D a h a p an id e n M e m lu k g ü ç
le r in i Ş am ’d a n geri çekip Y ukarı M ıs ı r ’da p o z isy o n u n u güç len d ire rek
Ali Bey e k a rş ı savaşm aya başladı. M e m lu k b e y le r in in b ü y ü k ç o ğ u n
lu ğ u E b u ’l D a h a p ’a ka tıld ı . N ih a y e t in d e Ali Bey yenilg iye u ğ ra t ı ld ı ve
A k k a ’d ak i m ü t te f ik le r in in y a n m a k a ç m a k z o ru n d a kald ı. Ş am ’ın kay
b ın d a n ve M e m lu k le r in a y r ı lm a s ın d a n so n ra Z a h i r ’in d u r u m u d a h a
da v a h im b ir hale geldi. L ü b n a n E m ir i Y usuf Şehhap T ürk le re k a tı ld ı
ve Sayda’yı ku şa t t ı . M ü t te f ik le r in talebiyle Rizo k u m a n d a s ın d a k i Rus
f i losu S uriye’ye geldi. Sayda k u ş a tm a s ın ın k ı r ı lm a s ın a y a rd ım c ı oldu ve B e y ru t ’u (M ayıs 1772) ele geçird i. 1772 s o n b a h a r ın d a Rus filosu,
T ü rk le r le b ir a teşkes im z a la y a rak Suriye’yi te rk etti. B ey ru t b i r kez
d a h a T ü rk le r in e line geçm iş o luyordu .
Bu s ırada Kont Orlov, Ali Bey’e Teğm en Pleshcheyev b a şk a n l ığ ın
da, asilere tes lim ed i lm ek üzere silah ve m ü h im m a t taş ıyan b ir heyet
gönderdi. 1773’te Ali Bey kuvvetle r in i yen iden organ ize ederek, 6.000 k işilik ordusuy la serkeş M em luk bey le r in in karş ıs ına çıktı. Salihiye ya
k ın la r ın d a k i savaşta (D e l ta n ın doğu yakasında) b irlikleri bo zg u n a u ğ
radı. Ali Bey ö lüm cü l b ir şekilde yara lan ıp , esir a l ınd ı ve 8 M ayıs 1773’te
K ah ire ’de öldü. Şeyh Z a h i r ’in d u r u m u bu ha lde d aha da k r it ik leşm iş ti .
H a z ira n 1773’te, Rusya ve T ürk iye a ra s ın d ak i ateşkes so n lan d ır ı lm ış ve
K o zh ukhov k o m u tas ın d ak i Rus filosu b ir kez d ah a Suriye’ye varm ıştı . L übnan lı em ir Yusuf Şehhap Türk lerle ilişkisini kesti ve Ruslarla, Şeyh
Z a h ir a ra s ın d ak i it t ifaka d âh il oldu. 3 aylık b ir k u şa tm a d a n sonra Ruslar
B ey ru t’u ele geçirdi. E k im 1773’te Yusuf Şehhap, C a th e r in a H ’den k e n d i
sini Rus va tandaş ı y apm as ın ı ve L ü bnan ham is i o lm asın ı talep edecekti.
1774’te im z a la n a n K üçük K aynarca A n t la ş m a s ın d a n sonra , bu talep geri çevrilm iş ve Rus filosu Suriye’den ayrılm ıştı.
R u s la r ın a y r ı lm a s ın ın h e m e n a r d ın d a n T ü rk le r tü m k u v v e t le r in i
Şeyh Z a h i r ’in ü s tü n e gönderd i . Şeyh ’in 1775’te, A k k a ’da e tra f ı k u ş a
tı ld ı ve s o n u n d a ö ld ü rü ld ü . A y ak lan m a b a s t ı r ı ld ı ve Z a h i r ’in başken ti
A kka , ism i Suriye t a r ih in in en k a ra n l ık gün le r iy le b ir l ik te a n ı la n T ü rk
valisi C e z z a r ’m m esk en i h a l in e geldi. Asıl ism i A h m e t o lan C ezzar
(Kasap), esasen Bosna kökenliyd i. B irçok k a t l ia m b u y ru ğ u verd iğ i için
k en d is in e K asap ta k m a a d ın ın ver ild iğ i M ıs ı r ’da, M e m lu k görev ine
b ir baş lang ıç yaptı. R us-T ürk savaşı e sn as ın d a Ruslarla savaşm ak için
k en d i M e m lu k m ü frezes in i o lu ş tu rd u . Z a h ir a y a k la n m a s ın ı b a s t ı r m a
da se rg iled iğ i o lağ an ü s tü h iz m e t te n ö tü rü , Sayda’ya paşa o la rak a ta
nacak tı . D a h a so n ra T rab lus ve Şam p a şa l ık la r ı da o n u n eline geçecek ve n ü fu z a la n ın ın m erkez i o la ra k A k k a ’yla b ir l ik te t ü m Suriye’n in asıl
yönetic isi o lacaktı.
C ezzar’ın h ü k ü m ra n l ığ ı , b ir a y a k la n m a n ın diğeri a rd ın a bastır ı ld ığ ı,
eşi benze r i gö rü lm em iş b ir gaddarl ık la b i l in iyordu . 1780’de, yerel soylu la r ın da desteğiyle L ü b n an ’da kend i l iğ in d en b ir köylü hareke ti b a ş ladı. H arek e t in baş ında , b ir kez d a h a T ü rk le r in ta ra f ın a geçecek olan
Yusuf Ş eh h ap ’in m a lu m ak raba la r ı du ru y o rd u . İsyanc ıla r ın karşı ç ık tığ ı
C ezza r’m L ü b n an ’a dayattığ ı a r t t ı r ı lm ış ağır vergilerdi. Fakat isyan ş id
detle bastır ı ld ı . Yusuf Şehhap k a rd e ş in in d il in i kesti, d iğer b ir kardeşi-
n in se gözlerin i oydu ve kendi elleriyle isyancılara ka tı lan bir ak rabas ın ı
ö ldürdü . Bu isyan so n la n d ığ m d a Yeniçeriler esirlerine in sa n eti y e d i r i
yordu.
T ü m bun la r ı , Filis tin bedevileri ve Sayda fe l lah la rm m isy an ın ın acı
m asızca bast ır ı lm ası izledi. R akip feodal k l ik le r in köylüleri d ah a kolay
bir yaşam vaadiyle k ışk ır t t ığ ı L ü b n a n ’da b ir m ücadele sü rd ü rü lü y o r
du. C ezzar’a karşı en ciddi ay ak lan m a 1789 y ıl ında başladı. İsyancılar
Beyrut, Sayda ve S ur’u ele geçirip A k k a ’ya yaklaştılar, fakat C ezzar t a
ra f ın d a n parayla aya rt ı lan bazı feodal l iderlerin ihane ti ay a k la n m a n ın
bas t ı r ı lm as ın a yol açtı. L ü b n an ’da 1790 y ıl ında , köylüler a ra s ın d ak i
m em n u n iy e ts iz l ik ve soylular a ra s ın d ak i y ık ıcı çekişm eler yeni b ir isyan ı doğu rd u . A y ak lanm ac ıla r ın gücü ancak Y usuf Ş eh h ap ’m yeğeni II.
E m ir Beşir’in 1797 y ılında , am cas ına karşı savaşarak L ü b n an ’da ayağını
basacak sağlam b ir yer edinm esiyle kırılabildi.
1798’de Şam ’da, yerleşik h a lk ın C ezzar’a vergi ödem eyi redde tm es iy
le, o ldukça b ü y ü k çaplı b ir ay ak lan m a v u k u u buldu. Babıali b ir şekilde
an laşm azlığ ı g iderm ek için Şam ’a yeni b ir vali atadı. Fakat Suriye’deki
ka r ış ık l ık la r devam edecekti. I r a k ’ta da 16, 17 ve 18. y üzy ıl la rda isyanlar baş gösteriyordu. Bu hareketler, yaşam la r ın ı hâ lâ kabileler ha l in d e sü r
dü ren bedev ile r in ve yarı-yerleşik köylülerin m ücadeleleriydi. İsyancılar
to p rak tak i h a k la r ın ı m u h a faza ett i le r ve O sm a n l ı la r ın dayattığ ı feodal
sisteme karşı çıkıp T ü rk otorite lerine vergi ödem eyi reddettiler. Buna
karş ı l ık paşalar, isyanc ıla rdan vergi to p lam ak için, so n u cu n d a b ir yıl
d ah i a ra verilm eyen savaşların sü rd ü ğ ü askerî seferler düzenlediler. Bu
esnada yerel feodal beyler -K ü r t le r ve A ra p la r - k arars ız b ir rol b e n im
sediler. Bazen bir kabile ü ze r inde asayişi sağ lam ak üzere paşaya y a rd ım
edecek (genellikle cöm er t b ir rüşvetle), fakat bazen de kabile lerin T ü rk
karşıt ı isyan la r ına b aşk an l ık edeceklerdi.
Yıkıcı savaşlardan ve isy an la rd an o luşan bu tabloya b ir de Pers ak ın - ları eklenecekti. Ezeli d ü şm a n la r ı olan Türk iy e ’ye karşı savaşan Pers ş a h
ları I r a k ’ta, ister kabile isyanları ister paşa mücadeleleri o lsun h e rhang i
bir T ü rk karş ıt ı eylemi destekliyordu. 18. y ü zy ı l ın 4 0 ’h y ı l la r ın d a Bağdat
P aşas ın ın , kabilelerle ve İ ran Ş ah ıy la birlik te , kend i h ü k ü m d a r ın a karşı savaştığı z a m a n la r o lm uştu .
O s m a n l ı la rm I r a k ’tak i üç yüzy ıl l ık yöne tim i, çok sayıda geniş-çaplı
isyana ta n ık l ık edecekti. En ö n em li le r in d en b ir i I r a k ’m g ü n ey in d ek i k a
bilelerin, Siab ailesi l iderliğ indeki isyanıydı. Bu isyan Basra bölgesinde
1651 y ıl ında başlam ıştı . İsyancılar Basra’yı ele geçirm iş ve b e ra b e r in d e
ki bölgelerle b ir l ik te yıllarca e llerinde tu tm u şla rd ı . T ü rk le r isyanı b a s t ı rm ay ı ve Basra’ya kend i vekillerin i yerleştirm eyi a n cak 1699 y ıl ında
başa rm ış la rd ı . 1690’da, M u n ta f ık kabile lerinde o r ta ve aşağı Fırat h av
zasın ı kapsayan b ir A rap isyanı p a t lak verdi. Araplar, Basra’yı zapt e t
tiler ve 1701 y ı lm a k a d a r da T ü rk b ir l ik le r ine karşı o ldukça başar ı l ı b ir
m ücadele yü rü t tü le r . H a tta T ü rk le r ayak lanm ay ı ta m a m e n b a s t ı rm a k ta aciz kaldılar. I ran ş a h la r ın ın da desteğiyle, M u n ta f ık la r Türk lere karşı
18. yüzyılda , inatçı b ir d iren iş sergilediler. Yüzyılın so n u n a gelind iğ inde
yeni b ir h a lk isyanı dalgası I r a k ’ın g ü n ey in i saracaktı . B un lar da Bağdat
Paşası B üyük Sü leym an ta ra f ın d a n bastır ı lacak tı .
Bu sayısız isyan la r ve yıkıcı çekişm eler O sm an lı İm p a ra to r lu ğ u n u d o
ğal o la rak zayıflatmıştı. G örkem li Babıali ü lkesine feodal anarş i h â k im olacaktı. A rap la r ın , Y unan la r ın , K ürt le r in , E rm en ile r in ve Slavların
ha lk hareketleri feodal im p a ra to r lu ğ u n çü rüyen tem ellerin i sarsıyor ve
olm ası gerekenden fazla y aşam ış gerici feodal s is tem in ç ö k ü şü n ü h ız
land ır ıyordu .
B Ö L Ü M II
M i s i r ’a F r a n s i z S e f e r i
( 1 7 9 8 - 1 8 0 1 )
Seferin Amaçları
18. yüzyıl so n u n d a Fransız D ev r im i F ransa ’dak i feodal sistem i y ık
tığ ında , A rap ülkeleri, d e v r im in özgü rlükçü f ik ir le r in i kabu l e tm eye
bü tünüy le haz ır l ıksız gibi gö rünüyordu . B una karş ın , d e v r im in e tk ileri
k ısa sü rede A rap d ü n y as ın d a h issedild i, özellikle de en gelişmiş A rap
ülkesi o lan M ıs ır ’da. Bu ü lkede feodal çözü lm e m u a z z a m bir yol a lm ış t ı
ve ü lke top lum sal ve ek o n o m ik a n la m d a feodalizm e karşı b ir savaş için
yeterince o lgun laşm ış t ı . Bu e tk i M ıs ır ’a N apo lyon B on ap a r t k o m u ta s ın
d ak i Fransız c u m h u r iy e t o rd u su ta ra f ın d a n taşındı.
1797’de İtalya’yı ele geçiren ve Balkan Y ar ım ad as ın a d o ğ ru ilerleyen B onapart , ağır b ir k r iz d u r u m u n d a k i O sm an lı İ m p a ra to r lu ğ u n u n
s ın ır la r ın a u laşm ıştı . O sm an lı , y ak ın d ö nem de A vustu rya ve Rusya
k a rş ıs ında b ir dizi ağır yenilgi a lm ıştı. G üçsüz ve b ir d irenç gösterm e
kapas ites inden yok su n olan İm para to r luk , Fransız b u r juvaz is inden ge
lecek bir i lhak g ir iş im i için bereketli b ir z em in sunuyordu . “O sm an lı
İm p a ra to r lu ğ u ö lüm e m a h k û m ve b iz im onu des tek lem em izi ge rek tire cek b ir sebep y o k ” diye yazıyordu B onapart , k e n d is in in üyelerinden biri
o lduğu, C u m h u r iy e t ’in baş ın d ak i Beşler H eye t’ine.
O sm an lı İ m p a ra to r lu ğ u n u n s tra te jik k o n u m u N apo lyon’un yay ı lm a
cı p lan la r ın ı cesare tlendiriyordu . A k d e n iz ’in doğu ucu ve gü n ey sah i l
leri im p a ra to r lu k ta bileşik ve tüzel karak te rdeyd i. H â l ih az ırd a İtalya
Y a r ım a d a s ın ı zapt e tm iş olan Fransa, im p a ra to r lu ğ u n h âk im iy e t in i k a
z a n a ra k A k d en iz ’i kend i iç denizi h a l ine getirebilecek ve böylelikle en
sert d ü şm a n ı ve aynı z a m a n d a F ransa C u m h u r iy e t ’ine karş ı k u ru la n
b ü tü n k a rş ı-dev rim c i i t t i fak la r ın öncüsü olan B üyük B ritanya’ya karşı ezici b ir ham leye im za atabilecekti. Buna ek olarak, Napolyon, Kuzey
A fr ika ’dak i A rap ü lke le r in in ve A n ad o lu ’n u n fe th in in , F ran sa ’n ın , kay
bed ilen A m e r ik a n sö m ürge le r in in yerine k u d re t l i b ir söm ürge im p a ra
to rluğu k u rm a s ın ın ö n ü n ü açacağın ı um uyordu .
F ransa’n ın a r ta n gücü İngiliz bu rjuvaz is inde ciddi b ir a la rm a yol açtı. F ransa ’n ın ek o n o m ik gelişimi, İng il te re ’n in dünya p az a r la r ın d a k i ve sö
m ürgelerdeki ü s tü n lü ğ ü n ü tehd it e tm ekteydi. E k o n o m ik aç ıdan ü s tü n
b ir Fransa, İngiliz se rm ayesin in yerleşik tekeline z a ra r verebilirdi. Bu
y ü zd en İngiliz burjuvazisi, sabırsız lık la rak ib in i alt etmeye, p az a r la r ı
n ı ve söm ürge le r in i ele geçirerek kend i kon tro lü a l t ına a lm aya hevesle
n iyordu. F ransa ve Britanya a ra s ın d ak i dünya egemenliği mücadelesi, İng ilte re’n in yükselişi ve N apo lyon’u n im p a ra to r lu ğ u n u n düşüşüyle so
n u ç lan an u z u n bir savaş se r is in in a l t ında y a tan temel sebepti.
Bu dü n y a egemenliği kavgasında O sm an lı İm p a ra to r lu ğ u en avan
tajlı kar t t ı . N apolyon o n u İng ilte re’den a lm aya k a ra r verdi. P ad işah ın
en zeng in arazisi o lan M ıs ır ’ın ele geçir i lm esine yönelik p lan la r ı b ü
y ü k bir k u rn az l ık la hazırladı. İng il te re ’yi H in d is ta n ’a bağlayan en kest i rm e yol M ıs ır ü z e r in d e n geçiyordu. Süveyş K analı henüz aç ı lm a m ış
tı. İskenderiye ile Süveyş a ras ında bir den iz güzergâh ı m evcu t değildi.
A n cak gemi a k ta rm a istasyonları k u r u lm u ş tu ve yolcular, m a lla r ve p o s
ta la r İskenderiye’de boşa l t ı la rak kervan la r la Süveyş’e taş ın ıyordu , böyle
likle H in d is ta n ’a yo lcu luk kısalıyordu. M ıs ır ’ı ele geçirmekle, Napolyon derha l b ir ta k ım avantajlar elde edebilecekti. İlk olarak, zengin b ir sö
m ürgeye sah ip olacaktı. İkincisi, O sm an lı İm p a ra to r lu ğ u n a sa ld ıracağı
A k d en iz ’in do ğ u u c u n d a k i k o n u m u n u sağ lam laş tıracak tı . Ü çüncü ola
ra k H in d is ta n ’la bağ lan tıs ın ı sekteye u ğ ra ta ra k İng il te re ’ye da rbe v u r a
cak tı ve son o la rak da H in d is ta n ’a u z u n z a m a n d ı r arzu lad ığ ı ha rekâ t için b ir üs sağlayacaktı.
Seferin Başlangıcı
1798’de B onapar t Beşler H e y e t in i M ıs ır ’ı fe thetm eye yönelik bir
harekâ tı üstlenm eye ik n a etti. 30.000 kiş il ik güçlü seferberlik b ir l ik le
r in in k o m u tas ın ı b izzat üstlenerek, M avıs 1798’de Fransız süvarileriyle
seferi Toulon’d a n başlattı. M ıs ır ’a b ir diğer b ir l ik İtalya’d a n sevk edildi. N elson’u n keşif gem ileri A k d en iz ’i d ikka tle ta ra şa da, F ransız lar kayıp
verm eksiz in İskenderiye’ye u laşm ayı ve yol ü s tü n d e M alta ’yı ele geçir
m eyi başard ı. Birçok M alta lı A rap da ha rekâ ta te rc ü m a n ve izci o la rak
d âh il edildi.
1 T e m m u z 1798’de F ran s ız o rd u su İsk en d e r iy e ’ye çıktı. Ş eh r in
sa k in le r i b i r ö lçüde d i re n iş gös te rd i, a m a bu k ısa sü red e b a s t ı r ı ld ı
ve F ran s ız o rd u su güneye , K a h ire y ö n ü n e d o ğ ru ilerledi. A ynı g ü n
N ap o ly o n M ıs ır l ı la ra , F rans ız D e v r im i’n in id e a l le r in in t u h a f b i r b i
ç im d e sö m ü rg ec i te h d i t le r ve n ü f u s u n geri u n s u r l a r ın ın d in î d u y g u
la r ın a y ö n e lik s in ik , d em ag o jik b i r piyesle iç içe geç tiğ i b ir b ild ir iy le
seslendi. N ap o lyon k e n d is in i ne redeyse d in i b ü tü n b i r M ü s lü m a n ve
İ s la m ’ın d o s tu ve h a m is i o la ra k su n d u . O s m a n l ı İ m p a r a to r lu ğ u n u n
en zen g in bölgesi o lan M ıs ı r ’ı zap t ed ip k e n d is in i “T ü r k p a d i ş a h ı
n ın d o s tu ” i lan ett i . M ıs ı r ’a geliş a m a c ın ı p a d iş a h ın , M ıs ı r l ı la r ın ve
F ra n sa ’n ın d ü ş m a n ı o lan “M e m lu k le r i c e z a l a n d ı r m a k ” o la ra k aç ık
ladı. B u n u n y a n ın d a M ıs ı r ’d a yerleşik o lan F ran s ız la r ı s a v u n m a n ın
g e rek l i l iğ in d en d e m v u rd u , ki b u a r g ü m a n so n ra la r ı b ü tü n s ö m ü rg e
ciler t a r a f ın d a n d iğe r ü lk e le r in iç iş le r ine m ü d a h a le n in b a h a n e s i o la
ra k k u l la n ı la c a k t ı .
Bildiri M ü s lü m a n la r ın o lağan hitabıyla başlıyordu: “Esirgeyen ve
bağışlayan A l la h ’ın adıyla. A l la h ’ta n başka ta n r ı y o k tu r ve M u h a m m e d
o n u n elçisidir.” Ve şöyle devam ediyordu:
‘E şitl ik ve ö z g ü r lü k ü z e r in e k u r u la n F ran s ız u lu s u n u n ad ına ,
F rans ız o r d u s u n u n b ü y ü k genera li ve l ideri M ıs ır v a ta n d a ş la r ın ın d ik
ka t in e sunar. Ezelden b e r id i r ü lk en ize h â k im o lan M e m lu k beyleri
F rans ız u lu s u n u n o n u r u n u k ı rm ış ve tü c c a r la r ın a işkence e tm iş t ir .
İ n t ik a m saati geldi!’
‘Yüzyıllar bo y u n ca bu köle ta k ım ı d ü n y a n ın en güzel ü lkesine eziyet
etti. A m a Allah, göklerin h âk im i, o n la r ın s a l tan a t ın ın sona e rm esin i is
tedi. M ıs ır halkı! Size buraya d in in iz i yok e tm eye geldiğim i söyleyecek
ler; on la ra in anm ay ın ız : H a k la r ın ız ı geri vermeye, zo rba la r ı c e za lan d ır
m aya geldiğim i ve Tanrıya, o n u n peygam berine ve K u r a n a M em lu k le r in
gös te rd iğ inden d ah a fazla saygı göste rd iğ im i söyleyiniz. O n la ra ayrıca,
akıl, yetenek ve e rdem hazre tle ri d ış ında b ü tü n in sa n la r ın T anrı ö n ü n d e
eşit o ld u ğ u n u söyleyiniz. Peki, h an g i akıl, yetenek ve e rdem M em luk ler i
d iğer le r inden ay ır ır o n la r haya tın b ü tü n zevk ve n im e tle r in i haksızca
ele geçirm işken. Güzel b ir a razi varsa, M em luk lere a ittir. Güzel b ir köle
A ra p Ülkeler in in Yakın Tarihi
kız, yakış ık lı b i r küh ey lan ya da iyi b i r ev varsa, hepsi M em luk lere aittir.
A m a A llah in san la ra k arş ı esirgeyen ve bağ ış layand ır ve o n u n inayetiyle
M ısır l ı la r o n la r ın yerlerin i a lm aya çağ rı lm ak tad ır .
En zeki, eğit im li ve e rdem li o lan yönetecek ve ha lk m u tlu olacak.
M ıs ır ’da b ir z a m a n la r m u h te şem şehirler, u z u n k an a l la r ve canlı b ir t i
ca re t m evcu ttu . B ü tü n b u n la r M em lu k le r in t i ran l ığ ı ve açgöz lü lüğünün
y ık ım ın a uğradı.
Şeyhler, kad ı la r ve im am lar , b iz im gerçek M ü s lü m a n la r o ld u ğ u m u
zu h a lka g a ran ti ediniz . R om a’ya y ü rü y ü p H ris t iy an la r ı M ü s lü m an la ra
karş ı savaşmaya k ışk ı r ta n papayı ezen biz değil m iydik? T a n r ın ın
M ü s lü m a n la ra karşı savaşmayı e m re t t iğ in i iddia eden k a ra cahil M alta
şövalyelerini yok eden biz değil m iydik? D a im a O sm an lı p a d işa h ın ın
(Allah o n u n d ilek le rin i nasip etsin) dos tu ve o n u n d ü ş m a n la r ın ın d ü ş
m a n ı değil miydik? B una karşılık , M em lu k le r p ad işah a itaat etmiyorlar.
K e n d i le r in in k in d e n başka ku ra l tan ım ıyorla r . Bizimle o lan her d a im
m u t lu olacaktır. Zenginleşecektir! Tarafsız ka lan la ra , bize k a t ı lm a k için
hâ lâ vak ti o lan la ra ne m utlu . A m a eyvah lar olsun, üç kere eyvah la r ol
sun M em luk le r için eline silah alana. O n la r m ahvo lacak lar!’
Bu duygusal g ir izgâhı som ut em irle r izliyordu:
“1. Fransız o rd u su n a azam i 3 saatlik b ir y ü rü y ü ş m esafesinden yak ın
olan her köy generale n ü fu s u n silah b ırak t ığ ın ı b i ld irm ek üzere bir heyet
gönderm eli ve üç renk li Fransız b ay rağ ın ı göndere çekm elidir .
2. T ü m asi köyler yakılacaktır .
3. S ilahsız lanan her köy aynı z a m a n d a d o s tu m u z O sm an lı p a d işa h ı
n ın (Allah ona u z u n ö m ü r bahşets in) bayrağ ın ı da lga land ıracak tır .
4. Köy şeyhleri M em lu k le r in m ü lk le r in i ko rum alıd ır .
5. Şeyhler, u lem a, kad ı la r ve im a m la r görevlerini sü rdürsün le r .
C am ilerde , her z a m a n o lduğu gibi d u a la r A l la h ’a su n u lm ay a devam ed i
lecek. M ısır l ı la r M em luk le rden k u r tu lu ş la r ı için şü k ra n la r ın ı sunacak
ve şöyle haykıracak: Şan o lsun O sm an lı pad işah ına! Şan o lsun Fransız
O rd u su n a ! M em luk lere lanet olsun; saadet M ısır ha lk ıy la o lsun!”
Fransız işgali M em luk le r i pan iğe soktu. Askerî konsey aynı gün
K a h ire ’de to p lan a rak p a d işa h ta n acil y a rd ım ta leb inde b u lu n m a y a k a ra r
verdi. M em lu k valisi M u ra t Bey M ıs ı r ’ın savunm asıy la görevlendirildi.
5 g ü n sonra B o n a p a r t ’ı k a rş ı lam ak üzere ordusuyla yola çıktı. Süvariler
Nil boyunca , piyadelerse teknelerle ilerledi. M u ra t bey Fransız g em ile
r in in Nil b o y u n ca ilerleyişlerini kon tro l e tm ek için geleneksel O r ta Çağ
s a v u n m a yö n tem in e başvurdu . M ugaza’da n e h r i m eta l b ir zincirle bö l
dü, top larla d o n a n m ış gem ileri b u zincir b o y u n ca sıraladı. M e m lu k sü
vari ve piyadeleri k ıy ıda s a v u n m a poz isyonu aldı.
F ransız ve M ısır güçleri a ra s ın d ak i ilk ça rp ışm a 13 T em m u z’da, b u
rada v u k u buldu. M u h a re b e n in ilk saa tinde b ir M ısır gemisi ta h r ip ed i l
di. “A llah yelkenlilerin ateş a lm as ın ı ve cephanelere k ıv ılc ım düşm esin i
is tedi” diye yazm ış t ı M ısırlı vakanüv is Jabarti . “K orkunç b ir pa t lam a
y aşand ı ve k ap tan ve denizc iler g ö ğün yüksek le r ine d o ğ ru havalandı.
G em i küle döndü . D ehşe t ve k açm a isteğiyle do lan M u ra t s i lah la r ın ı ve
diğer ağır cisimleri o rad a b ırak tı . O n u süvariler i izledi. A hşap m a v n a
la r ına b in en piyadelerse K ah ire ’ye yöneldiler. Bu haber başken tte kederli
b ir e tk i b ırak tı .” K ah ire yolu açık tı ve işgalciler ta r ih i şehre d o ğ ru yol
aldılar.
K a h i r e S a v u n m a s ı
M em lu k beyleri o rd u la r ın ı “yen ilm ez” added iyorla rd ı a m a o rd u n u n
k u su r la r ı d a h a ilk m u h a re b e d e açığa ç ıkm ıştı . Z ay ıf b ir b iç im de ö r
g ü tlenm iş feodal b ir to p lam a o rd u pek tabii ki z a m a n ın ın en m o d e rn
o rdusuna , eğ i t im in i Fransız D ev r im i’n in savaş la r ında a lm ış b ir o rd u
ya karşı m ukavem et e tmeye elverişsizdi. N apolyon M e m lu k le r in b ire r
aslan gibi savaşan bireysel savaşç ıla r ın ın kabiliyetlerin i önem siyordu.
A m a organ ize ve ka laba lık operasy o n la rd ak i zaafların ı da v u rg u lu y o r
ve a rad ak i bu farkı “İki M em lu k lu şüphesiz Üç F rans ız ’ı alt edebilirdi;
100 M em lu k lu 100 F rans ız ’la eşit güçteydi; 300 Fransız genellikle 300 M em lu k lu y u yenebilird i ve 1000 Fransız 1500 M em lu k lu y u d a im a b o z
gu n a uğ ra tab i l i rd i” şeklinde açıklıyordu.
Bu hu su s ta Engels şöyle yazacaktı: “N apo lyon’da b ir süvari m üfrezesi,
b itiş ik n iz a m a ve p lan lı k u l la n ım a dayalı d is ip l in in g ü c ü n ü gösterebil
m ek ve d ah a yü k sek sayıda, düzensiz , d ah a iyi biniciliğe ve savaşçılığa sahip ve en az ın d an kendisi k a d a r yürek li süvarilere karşı koyabilm ek
için belirli b ir azam i say ıdan o lu şm ak zo rundayd ı.” (Frederich Engels,
A n t i -D u h r in g , M oskova, 1962, s. 177.)
İlk yenilgi M em lu k lu la ra dişli b ir rakiple karşı karşıya o ld u k la r ı
n ı gösterdi. H a ra re t l i b i r telaşla K ah ire ’yi takviye e tm eye koyuldular. Yeni gem iler inşa e tt i le r ve ta h k im a t la r ku rdu la r . Yabancı bask ıs ına
b o y u n eğmeye niyeti o lm ayan şehir sak inleri, gönüllü o la rak s a v u n m a
da yer aldılar. E sn a f loncaları s ilah sağ lam ak için p a ra topladı. İşçi ve
zan aa tk ar la r gönüllü m üfrezeler o luştu rdu la r . H erkese yetecek k a d a r si
lah yoktu . Şehirde va tansever gösteriler v u k u buldu. C am ile rde u lem a tan r ıy a zafer için yakard ı.
Fakat s a v u n m a zayıf b ir b iç im de o rgan ize edilm işti . 21 T em m u z’da
B o n a p a r t ’m o rdusu G iza’ya y ak la şa rak N i l ’in K ah ire ’n in ka rş ıs ına düşen
batı k ıy ıs ında k o n u m la n d ı . Burada, k a d im p ira m it le r in ay ak la r ın ın d i
b inde , ac ım asız b ir m u h a re b e cereyan etti. M em luk le r ve şehir sak in le r i F ransız lar karş ıs ında ezici b ir hez im ete uğrad ı. 6.000 M em lu k ten ancak
3.000 tanesi hayatta kaldı. Bir k ısm ı M u ra t BeyTe gü n ey M ıs ır ’a d o ğ ru
kaçtı, bazıları da İb ra h im BeyTe peşlerine Fransız ları ta k a ra k Suriye’ye.
K ah ire ’ye g ir i l i rken savaşm akta o lan b in lerce şeh ir sakini, gerileme e s
n as ın d a neh re düşerek boğu ldu . Muzafferler şehri yağm alad ı ve s a v u n
m a d a yer a lan la ra karş ı gaddarca m isillem elerde bu lundu .
İşgalcilere Karşı Ayaklanma.
Ne v ar ki F ransız la r k ısa süre iç inde ken d i le r in i z o r luk la r iç inde b u l
dular. 1 A ğustos 1798’de A m ira l N elson’u n filosu A b u k ir K örfez ine g irdi
ve o rada dem ir lem iş o lan Fransız d o n a n m a s ın ı im h a etti. 15 Fransız gem is in d en yaln ızca 4 tanesi M alta ’ya kaçm ayı başarab ild i. Geri k a lan la r
yakıldı, ba t ır ı ld ı ya da ele geçirildi. Bu b ü s b ü tü n b ir yenilgiydi. Fransız
h a re k â t ın ın F ransa ’yla bağlantısı kesilm işti ve d u r u m u şüpheliydi. A r t ık
H in d is ta n ’a karşı b ir operasyon söz kon u su olam azdı. A b u k ir m u h a re b e
si Babıali’n in k u şk u la r ın a son verdi. Eylül 1798’de, III. Selim M ıs ır ’ı geri k a z a n m a k am acıyla F ransa ’ya savaş ilan etti. Babıali’n in savaşa g irm esi F ransız işgalcilerine karş ı m ücadeleyi sü rd ü ren M ısır l ı la ra yeni b ir güç
kazan d ırd ı . H a lk ın d in î ö n yarg ıla r ına oynayan Napolyon, “M ü s lü m a n ”
h ü k ü m d a r Ali B onabarda Paşa ro lüne soyundu . D oğu lu giysileri, sa r ık
ve kaf tan la dolaştı. C u m a la r ı düzen li o la rak cam iy i ziyaret etti, gelenek
sel tö ren lerde yer aldı, h a t ta genera l le r inden Jacques M e n o u ’yu A bdu llah
adıyla M ü s lü m a n yaptı. D an ışm a k u ru lu o la rak yerel şeyh ve u lem ad an m üteşekk il b i r d ivan o luş tu rdu . H a lk ın M em luk lere olan nefre tin i is
t ism ar etti. Fakat bu ö n lem le r in h içbiri Fransız y ö n e t im in in kasaba ve
köylere yükled iğ i, M e m lu k y ö n e t im in d e bile r a s t lan m ay an ağır verg i
leri (nakit ve ayni) gizleyemedi. Bu vergi soygunu, aşırı haraç ve ta z m i
natlarla, g ıda ve yem s tok la r ına el koym alar la birleşerek b ü tü n lim itler i aştı. Ü lk en in yabancı b ir askerî k liğ in h ü k m ü a l t ında o lduğu son derece açıktı.
Bu yüzden , T ü rk iy e ’n in savaşa g irm es in i m üteak ip , m iiis savaşı d e
v in im kazand ı. (Başta Delta bölgesi o lm ak üzere). M ilisler askerî h a b e r cilere, k ü ç ü k devriye ve m üfrezelere sa ld ır ı la r düzen led ile r ve ile tiş im
h a t la r ın ı baltaladılar. Fransız subayların ı, iaşe subayların ı ve vergi to p
layıcıların ı öldürdüler. N apo lyon D e ltay a cezalandırıc ı ha rek â t la r d ü
zenledi. G enera lleri isyancı köyleri yaktı, am a bu sadece h o şn u tsuz luğu
a r t ı rm ay a yaradı. İsyan kısa süre son ra K ah ire ’ye sıçradı.Bir ek im günü , K a h i rd i le r b ir işaretle tey ak k u za geçti. F ransızlara ,
ağ ırlık lı o la rak da subay ve generallere karş ı b i r sa ld ır ı başladı. Sokaklarda
ya da evlerinde teker teker ö ldürü ldüler . Gafil av lanan Fransız b ir lik leri
alelacele K ah ire ’den çekildi. B onapar t ise N il ü ze r in d e yer a lan ve şehre
çok u z a k o lm ayan b ir adaya kaçm ıştı . C eza land ır ıc ı operasyon lar ı b u r a d a n yönetti . El-Ezher C a m i in d e to p lan an 15.000 isyancı cam iye ç ıkan
yolları ba r ika tla r la k a p a ta ra k Fransız ilerlem esini geri p ü s k ü r tm e k için
h az ır l ık la r yaptı. C ivar köylerden 5.000 fellah ve Libya Ç ö lü n d e n b irkaç
b in bedevi y a rd ım la r ın a koştu . B onapar t b ir ceza land ırıc ı birliği fellah-
lara, b i r d iğe r in i de bedevilere k arş ı yo llayarak ana güç lerin i isyancı b a ş
ken t in y a k ın la r ın d a topladı. C am id ek i isyancılar ağ ır to p çu ateşiyle k a r şı karş ıya kaldılar. Binlercesi öldü. A ğır ateşe rağ m en haya tta k a lan la r
Fransız öncü askerle r in in süngüleriy le ö ldü rü ldü . K im se hapse atı lm adı.
İsyancılar a f için yalvardılar, fakat N apo lyon o n la r ın bu isteğini duy
m a z d a n geldi. S oğ u k k an l ı ka tl iam , isyan ın 6 l id e r in in b a rba rca infaz
edilmesiyle sona erdi. İ syanc ıla r ın kesilen ve sancak d irek le r ine asılan
başları Fransız askerleri ta ra f ın d a n K ahire so k ak la r ın d a gezdirildi.Bu sırada, G ü n ey M ıs ı r ’da, M u ra t Bey’in gerilla sa ld ır ı la r ı Fransız
g a rn iz o n la r ın ı ara verm eksiz in taciz ediyordu.
Suriye H a r e k â t ı
F ransa ile bağ lan tıs ı kesilen N apolyon, o rdusuyla kuzeye, A n ad o lu ’ya d o ğ ru y ü rü m ey e k a ra r verdi. K afasında böylesi b ir sonla, Suriye yöne ti
cileriyle ilişki geliştirm eye çalıştı, a n cak d irençle karşılaştı.
Suriye seferi Şubat 1799’da başladı. Ç ok fazla so ru n la ka rş ı laşm adan ,
13.000 kiş il ik güçlü kolordusuyla El Ariş, Gazze, Yafa, Hayfa’yı işgal
e t t ik ten sonra m a r t o r ta s ın d a A k k a du v a r la r ın a yaklaştı. T ü rk paşası
C ezzar A h m e t P aşa’d a n nefre t eden h a lk d iren iş gösterm edi. Çevre aşiretler ilgiyle izlemeye devam etti, h a t ta sem patiden o lm asa da C ezzar’a
olan ne fre t in d en dolayı F ransız ları destekledi. 16 N isan ’da B onapart ,
G alilee’deki Tabor D a ğ ın ın e tek le r inde Şam va lis in in yolladığı 20.000 k işilik M em lu k o rd u su n u yendi. H arek â t iyiye d o ğ ru gidiyor gibi gö
rü n ü y o rd u , fakat A k k a duvarla r ı N apo lyon’u n kuzeye ilerleyişine e n
gel o luyordu. F ransız lar k u şa tm a to p la r ın d a n yoksundu . B un lar ı deniz
yoluyla ge tirm ey i denediler, am a deniz, seyir ha l in d ek i İngiliz am ira l
Sydney Sm ith ta ra f ın d a n zapt ed ilm işti . Ç ok geçm eden S m i th ’in d o
n a n m a s ı A k k a K örfez ine g irerek kaleyi top ateşiyle sav u n m ay a başladı. C ezzar A h m e t Paşa’n m h iz m e tin d e k i Fransız göçm enler ile III. Selim’in
savaştan önce F ransız eğ itm en le r ta ra f ın d a n yetiş tir i len ilk düzen li o r
dusu da A k k a sa v u n m a s ın d a a k t i f rol oynadı.
B o n a p a r t ’m k u şa tm a a l t ın d ak i kaleyi zap t e tm eye yönelik çok sayı
da g ir iş im i geri p ü sk ü r tü ld ü . Fransız ta ra f ın d a işleri d ah a da k ö tü leş
t iren b ir sa lg ın ın p a tlak vermesiydi. 7 g ü n lü k b ir k u ş a tm a n ın a rd ın d a n B onapart M ıs ır ’a geri çekildi. Suriye ha rekâ tı F rans ız la r ın m u tla k b o z
gunuy la sonuçlanm ıştı .
M ısır seferi de başarıs ız lığa m a h k û m d u . B o n a p a r t’m M ıs ır ’a d ö n
d ü k te n kısa süre sonra, 25 T em m uz 1799’da, İng iliz-Türk ç ık a rm a
b ir l ik le r ine karş ı A b u k ir ’de kazan d ığ ı zafer de faydasızdı. Ç ok geçm eden, 22 A ğustos 1799’da, B onapar t M ıs ır ’d a n F ransa ’ya g iderek Beşli
Konsey’i feshetm ek ve kend is in i b ir inc i konsüllüğe ge tirm ek üzere ayrıl
dı. G id iş in i b ir l ik le r in in , h a t ta o n u n y o k lu ğ u n d a k u m a n d a y ı dev ra lan
Genera l K leber’in d ah i haberi o lm ad an , b ü y ü k b ir gizlilikle gerçekleş
tirdi.
Se fe r in B o z g u n a U ğ ra m a s ı
N apolyon ay r ı ld ık tan sonra , Fransız O r d u s u n u n M ıs ı r ’dak i d u ru m u
d ah a da k r i t ik b i r ha l aldı. A za lan Fransız m üfreze le r in in etrafı, hasm a-
ne b ir halk , T ü rk O rd u su ve Britanya D o n a n m a s ı ta ra f ın d a n sarılm ıştı. Tek ça ren in ü lk ed en çek ilm ek o ld u ğ u n u n fa rk ına v a ra n Kleber, 28 O cak
1800’de El A riş ’te b ir l ik le rin i F ransa’ya ta ş ım as ına y a rd ım sözü veren
İngiliz ler ve Türk lerle b ir ateşkes im zalad ı. Buna karşın , İngiliz ler in
Fransız O r d u s u n u s i lah s ız lan d ırm a em ri kend is ine ile tild iğ inde savaş
m aya k a ra r verdi. 20 M a r t 1800’de, H eliopolis’te (K ahire yak ın ları) cere
yan eden m u h a reb ed e Suriye’den sevk edilen T ü rk kuvvetle r in i h e z im e te uğra ttı . M u h a b e re n in k ızıştığ ı s ırada, K ahireli ler b ir kez d a h a isyana
kalkıştı . Şehirde k a lan k ü ç ü k Fransız g a rn iz o n u n u yerle b ir e tt i le r ve
bir ay sü ren ku şa tm a bo y u n ca Fransız b ir l ik le r in in d u rm a y a n a k m la r ın ı
p ü sk ü r t tü le r . D irenişçilere İb ra h im Bey’in Suriye’den h en ü z dönen b i r
liği y a rd ım sağlıyordu. A n cak 15 N isa n ’da, K ah ire ’n in k en a r m aha lle le r in d en B u lak ’ı b ir kü l y ığ ın ın a d ö n ü ş tü re n ve yak laş ık 400 evi harabeye
çevirip b in lerce d iren işç iy i yok eden F ransız la r ak ın tıy ı te rs ine çev irm e
yi başardı. K ah ire ’de tu tu n a m a y a n İb ra h im Bey ise Suriye’ye geri döndü .
Kleber aceleyle şehri ağır bir t a z m in a ta zorladı.14 H az iran 1800’de, Kleber Halepli Süleym an ad ında , T ü rk le r in az
m ett ird iğ i söylenen b ir fana tik ta ra f ın d a n evinde defalarca hançerlenerek
ö ldürü ldü . Fransız askerî m ahkem esi Halepli Süleym an’ın e lin in y ak ıl
m asına ve kazığa o tu r tu lm a s ın a hük m ett i . Suç ortaklığ ıy la i th am edilen
4 M ü s lü m a n şeyh in in başı vu ru ldu . Sü leym an ö lüm ü cesaretle karşıladı.
Bir elini ateşin içine sok tu ve ne eli yanarken ne de kazığa o tu r tu la ra k
ö ld ü rü ld ü ğ ü 4,5 saat boyunca hiç ses ç ıkarm adı. Fransız lar K leber’in i n t ik a m ın ı a lm ak için şehirde p o g ro m la r düzenlediler. K ah ire sokakları
evleri yakan ve in san la r ı ö ldüren asker kalabalık larıy la doldu taştı.
M a r t 1801’de İngilizler M ıs ır ’a 20.000 k iş il ik b ir kuvvet çıkardılar.
A b u k i r ’i işgal ederek El R ahm an iye y a k ın la r ın d a k i an a Fransız güç le
r in i hez im ete uğ ra t t ı la r ve İskenderiye ile K ah ire ’de k a lan Fransız g ü ç lerini kuşattı la r . Bu sırada El K a s ra 6.000 k işilik H in t l i asker (sepoy)3
ç ıka rd ıla r ve K ah ire ’ye ilerlemeye başladılar. Fransız k u m a n d a n M enou
ise b ü tü n güçlerin i b ir yerde to p lam ak yerine b u n u n ta m tersin i y a p
tı. K orkunç b ir salgın, kuşa tı lm ış ga rn izo n la r ı k ır ıp geçirmeye başladı.
H a z i ra n d a K ahire İngilizlere te rk ed ild i ve A ğustos ta ise 4 aylık b ir k u şa tm a n ın so n u cu n d a İskenderiye teslim oldu. Bu sırada M enou o rad ay
dı. Eylül so n u n d a Fransız h a re k â t ın d a n k a lan la r gemilere d o ld u ru la ra k F ransa ’ya d o ğ ru yola çık tı ve N apo lyon’u n fetih g ir iş im i y üz k ızar tıc ı bir
b iç im de sona erdi. Birkaç gün son ra (9 E k im 1801) F ransa Türk iye ile b ir
ateşkes im zalad ı. Savaşın so n u c u n d a F ransa M ıs ır ’ı, M alta ’yı ve 1797’de
ele geçirdiği, s tra te jik önem e sah ip İyon A d a la r ın ı kaybetti.
Harekâtın Sonuçları
Fransa aç ıs ından h a rek â t ın tek sonucu Fransız O r d u s u n a M ıs ır se
ferinde eşlik eden bilg in lerce kalem e a lm a n pa r lak m onograf i le rd i . Bu
b ilg in le r in a ra s ın d a teknisyenler, m atem atikçiler, as tronom lar , h id r o loglar, k im yacılar, m atbaacılar, tarihçiler, arkeologlar, coğrafya, h u k u k
3 sepoy : H in d is ta n ’da, İn g iliz le r ve F ra n sız la r ta ra f ın d a n X V II. y üzy ıl b a ş ın d a n itib a re nA vrupa u su lü n e gö re y e tiş tir ilm iş ve g iy d irilm iş yerli p iyade a sk erle rin e verilen ad. -çev.
ve sana t gibi a la n la rd a n uzm anlar , ekonom is t le r ve d ilb il im ciler vardı.
B un lar sadece askeri p rob lem leri çözm ekle k a lm ad ıla r (M ısır’ın doğal k a y n a k la r ın ı k u l la n a ra k orduya cephane sağlam a, o rd u d a salgın h a s ta
lık larla m ücadele ve vergi to p lam a gibi); b u n u n y a n ın d a askerî h a r i ta la r
derlediler ve b ü y ü k ölçüde keşfed ilm em iş b ir ü lke üze r ine eksiksiz b ir
incelemeye im za attılar.
Sonuç D escr ip tion de l ’Egypte ad ında , 20 ciltlik b ir hacm e sahip ve içerisinde N i l ’in rejimi, su lam a, ta r ım , zanaat, yaşam tarzı, ade t
ler, kü ltü re l eserler, top lum sal ilişkiler, h a lk m üziği, devlet f in a n sm a n ı
gibi ko n u la ra da ir bilgiler b a r ın d ı r a n b ir M ısır tasviriydi. Bu değerli
m onogra f la r h içb ir ö ğ ren c in in göz ard ı edem eyeceği k ıym etl i b ir bilgi
kaynağ ı o la rak g ü n ü m ü z d e de var l ık la r ın ı sü rdürm ekte ler . Ö te y a n d a n
h a re k â t ın po li t ik sonuçları ise b ir hiçti. 3 yıl sü ren Fransız işgali b o y u n
ca M ısır l ı la r ulusal ö z g ü r lü k h a re k e t in in ac ım asız am a faydalı o k u lu n d a
tecrübelendiler. Ü lke le r in i bağ ım sız lığa k a v u ş tu rm a y o lunda s i lah larıy
la ayağa kalktılar. M ücadeleleri elle tu tu lu r m eyveler verdi. Askerî tec
rübeleri, gerek F rans ız la r ın yerin i a lan İngiliz sömürgecilere, gerekse de
M em lu k lu feodal beylere karş ı verd ik leri m ücade le ler inde epey işlerine yarad ı.
B Ö L Ü M I I I
M e h m e t A l İ Y ö n e t İ m İ A l t i n d a M i s i r
İngiliz İşgali (1801-03)
F ransız la r ın M ıs ır ’d a n a t ı lm as ın ın a rd ın d a n ü lkede 3 o rdu kalm ıştı:
İngiliz , T ü rk ve M em lu k o rduları . İşgal güçleri 20.000 İngiliz ve H in tli
(sepoy), 40.000 T ü rk ve 4.000 M e m lu k lu d a n o luşm aktaydı. V akanüvis
Jabar ti’ye göre b u n la r “tü cca r la r ın d ü k k â n la r ın ı yağm aladılar , e sn a f ve
z a n a a tk â r ın vergilerin i d ö r t k a tm a ç ıka rd ıla r ve k ad ın la ra tecavüz e t t i ler. H er g ird ik leri köyde in san la r ı t a z m in a ta zorladılar, şeyhleri tu tu k
ladılar; k a d ın la ra y ap t ık la r ın ı ise sözlerle ta r i f e tm ek m ü m k ü n değild i.”
Yollarda k end i h a l indek i yolcuları ö ld ü rü p k e rv an la r ı yağm alad ılar . Nil
ü ze r in d ek i m a l y ü k lü m av n a la ra el k oyarak denizc i ve tüccarla rı denize
attılar. “Bir k a tır ço b an ın ı ö ldürerek ka t ı r la r ın ı p aza rd a sattılar.” Köyler
boşaltı lm ış , t a r ım te rked ilm işti . B ü tün b u n la r işgalcilere yönelik h o ş nu tsu z lu ğ u körük led i .
Bu sırada d ü şm a n ta ra f ın d a u y u m su z lu k art ıyordu . T ürk iye Mısır 'ı
elde tu tm ay a çabalıyordu. Ü lkeyi kend is ine isteyen İngiltere ise Türklerle
m ücade les inde M em lu k le r ta ra f ın d a n destek len iyordu . K om uta k a d e
m es in in b aş ın d a b u lu n a n İngiliz generali T ü rk h ü k ü m e t in c e a tanm ış
o lan M ısır valis ine M em luk lere araz ile rin i ve h ü k ü m e t te k i poz isyonla r ın ı geri v e rm es in i em re tt i . A m a T ü rk valisi p ad işah III. Selim’den
M e m lu k le r in k ö k ü n ü k az ım a em ri alm ıştı . P ad işah ülke ü ze r in d ek i h ü
k ü m ra n l ığ ın ı sağ lam laş tırm aya kararlıydı. T ü rk le r M em luk le r i tuzağa
d ü şü rm e y i b a şa ra ra k b ir k ısm ın ı yok edip geri k a la n ım hapse attılar.K a h ire ’yi b o m b a la m a teh d id in i sav u ran İngiliz ler valiye 2.500
M em lu k lu y u serbest b ırak m ay ı kabu l ettirdiler. Serbest k a lan la r ı teslim
a lan İngiliz k u m a n d a s ı b u n la r ı asker gibi ka rş ı layarak yeni feodal m ü f
rezeler ha line getirdi. B unu tak ip eden söz düellosu s ıras ında İngiliz k u
m a n d a n ı Türk le re d o n a n m a la r ın ı b ü tü n M ıs ır l im a n la r ın d a n çekm eler in i em retti ; em re u y u lm azsa T ü rk a m ira l in i z incire v u ra ra k L o n d ra ’ya
göndereceği teh d id in d e bu lu n d u .
B una ka rş ın İngiliz hâk im iy e t i k ısa süre son ra sona erdi. İng iltere ile
F ransa a ras ında 27 M a r t 1802’de im z a la n a n A m iens A ntlaşm ası u y a r ın
da İngiliz ler ü lkeyi terk etm ekle yüküm lüydü le r . Tahliyeyi gecik tirm eye uğ raşsa la r da an a güçleri 1802 b aş ın d a çekildi, son ka lan b i r im le r de
M a r t 1803’te İskenderiye’den ayrıldı.
B u n u n la b ir l ik te İngiliz ler sa ld ırgan p la n la r ın d a n vazgeçmediler.
İngiliz yanlısı M em lu k lu lider M u h a m m e t El A lfi’yi de u y g u n b ir an d a
M ısır to p rağ ın a yen iden yo llam ak üzere y an la r ın a aldılar. N apolyon
da sa ld ırgan p la n la r ın d a n vazgeçm iş değildi. 1802’de Albay Sebastian’ı (1803’te general oldu.) yeni b ir seferin yo lunu haz ır lam ası için M ıs ır ’a
gönderd i. Bir D oğu u z m a n ı o lan Sebastian, aynı z a m a n d a pa r lak b ir is
t ih b a ra t ajanı ve d ip lom attı . M em lu k liderleri İ b ra h im Bey ve O sm an
Bardisi ile b ağ lan tı kurdu .
Türk-Memluk Savaşı (1802-04)
Britanya’n ın ayrılm ası üzerine , T ü rk Valisi M em luk lere karşı sava
şa d evam etm eye k a ra r vererek 1802’de güç le r in i M em lu k le r in k e n d i
lerine üs ed ind ik le r i G ü ney M ıs ır ’a gönderdi. A m a M em luk le r bedevi
şeyhleriyle i t t ifak k u rm u ş ve böylece geniş b ir bedevi o rd u su n a sahip o lm uşlard ı. Buna ilaveten N ubya l ı la rd an o luşan birl ik ler de o lu ş tu r
m uşlard ı. T ü rk le r b o zg u n a uğrad ı. M em luk le r n e h i r bo y u n ca karşı k o
n u la m a z da lgalar ha l in d e h ızla ilerlediler, yo llar ına ç ıkan köyleri yağ
m alayıp yaktılar. D a m a n h u r M u h a b e re s in d e 7.000 T ü r k ’ü n 5.000’ini
im h a e ttiler ve sadece 60 k iş il ik b ir kayıp verdiler. A rd ın d a n İng iliz lerin
hâlâ İsk en d er iy e de yerleşik b u lu n a n güçlerine katıldılar. M a r t 1803’te İng iliz lerin İskenderiye’den a y r ı lm as ın d an son ra M em lu k le r G üney
M ıs ır ’a çekildiler. A m a T ürk le r a ra s ın d a savaş g a n im e t in in pay laş ım ına
d a ir o rtaya ç ıkan ih tilaflar on la r ı geri getirdi.
K ah ire ’de askerî ay ak lan m a la r p a tlak verm eye devam etti. Bir aylık
b ir sürede üç ayrı paşa b i rb i r in in yerine geçti. T ü rk o rd u su n d a n geniş
b ir b ir l ik (A rnavu t Lejyonu) M em luk lere sığındı. Mayıs 1803’te K ahire birleşik M em lu k ve A rn av u t güçlerince zap t edildi. O to r i te A rn av u t k u
m a n d a n M eh m et Ali ve iki M em lu k b ey inden o luşan üç k işilik b ir ek ib in
eline geçti. M ısır t a r ih in d e önem li b ir rol oynayan M e h m e t Ali, o ta r ih te hâlâ gençti. 1769’da M ak ed o n şehri Kavala’da d o ğ m u ştu . Ç o c u k lu ğ u n a il işk in p ek çok h ikâye vardır . G ö rü n ü şe bak ıl ırsa b ir k ü ç ü k to p ra k sa
h ib in in oğluydu, am a ebeveyn in i erken yaşta kaybe tm iş ve yabancı b ir
ailede yetişm işti. Reşit o ld u k tan sonra tü tü n t ica re t ine başladı, am a
30’u n d ay k en h ay a tında b ü y ü k b ir değ iş ik lik m ey d an a geldi. Babıali
Kavala’ya M ıs ır ’a 300 kiş il ik b ir A rn av u t birliği g önderm es in i e m re tm iş
ve M eh m e t Ali bu b ir l iğ in ik inc i k u m a n d a n ı o lm uştu . M eh m et Ali d ah a ilk m u h ab e red e k e n d in i göstererek M ıs ır ’d ak i seferberlik o rd u su n u n
parçası o lan A rn av u t b ir l ik le r in in baş ına geçirildi. İ lk zaferler ih t i r a s
la r ın ı kö rü k led i ve b ü tü n ü lk e n in h âk im iy e t in i kazan m ay a k a ra r ver
di. Bu am açla M em luklerle i t t ifaka g ird ik ten sonra paşaya karşı, O cak
1804’te T ü rk le r in m u t la k yenilgisiyle so n lan an b irleşik b ir savaş başlattı.
Kahire İsyanı (1804-05). Mehmet Ali’nin İktidara Gelişi
M em lu k le r b ir kez d a h a M ıs ı r ’da ik t id a r la r ın ı k u rm u ş gibi g ö r ü n ü
yordu . H â k im iy e t i ve a raz i le r in i yen iden k a z a n m ış , T ü rk le r i kovm uş
ve h a lk ı yen iden soym aya koy u lm u ş la rd ı . M e m lu k le r in , ken d i le r in i M ıs ı r ’da b ir kez d a h a k u ra c a k la r ı görü leb iliyordu . T ü m b u n la r o lu rken
F ran sa ’ya aç t ık la r ı savaşı s ü rd ü re n İngiliz ler ise M e m lu k le r in za fe r in
den istifade e tm eye k a ra r verdiler. A jan ları , M e m lu k beyi M u h a m m e d
El Alfi, aceleyle b ir B ritanya f i rka teyn ine b in d ir i le rek İskenderiye’ye
gönderild i. (Şubat 1804).A m a Sebastian i’n in çabaları da b o şu n a değildi. Liderliğini O sm a n
Bardisi’n in y ü r ü t tü ğ ü M em luk kliği B ritanya a jan ına karşı ayaklandı.
M u h a m m e t El A lfi’n in birliği im h a edild i ve kendisi de çöle kaçtı. Zafer
sarhoşu galipler başkente d ö n d ü le r am a b u ra d a kend ile r in i kitlesel b ir
isyanla karşı karşıya buldular. K ara r la ş t ır ı lan günde , h a lk vergi ö d e
meyi reddederek vergi tah s i ld a r la r ın ı ö ldürm eye başladı. B unu şiddet
li sokak kavgaları izledi. Sarayı ku şa t ı la rak harabeye çevrilen M em lu k
beyi O sm a n Bardisi K ah ire ’den kaçtı (12 M a r t 1804). H a lk ın gaza
bı M em lu k le r in yardakçıs ı o lan A rn av u t la ra da yöneldi. Buna ka rş ın
M eh m et Ali k u rn a z b ir politikacıydı. Büyüyen kitlesel h a reke tin g ü c ü n ü
fark ed ip o n u n ta ra f ın a geçti ve şeyhleri vergileri y ü rü r lü k te n k a ld ı rm a k
üzere El E zher’de top lam ayı vaat etti.K endisin i M ısır h a lk ın ın h a k la r ın ın savunucusu ilan ederek k end is i
ne bağlı A rn a v u t b ir l ik le r in i M e m lu k feodal lo r t la r ın ın karş ıs ına sürdü.
Güç dengesine da ir aklı b a ş ın d a b ir b i l inc in yön lend ird iğ i bu akıllıca
m anevra , M e h m e t Ali için M ıs ır ü ze r in d e hâk im iy e t i ga ran ti a lt ına aldı.
Şeylerin top lan t ıs ın d a k ay m ak am , b ir diğer değişle M ısır va l is in in vekili
seçildi. İskenderiye’n in T ü rk valisi H urş i t ise M ısır valisi o la rak be l i r
lendi. K ovulm uş M em lu k le r şehri k u şa tm a a lt ına aldı. K ah ire 4 aylık
kuşa tm ay a k a rş ın tes lim o lm adı ve M em luk le r i G üney M ıs ır ’a çekilmeye
zorladı.M e h m e t A li’n in popü lar i tes i a r tt ı . H a lk bu yetenekli albayı lideri
o la rak kabu l ederken, Babıali ise o n u n yükse liş in i k o rku ve ra h a ts ız
lıkla izledi. P ad işah M e h m e t Ali’ye geri d ö n m esin i e m re t t i ve bu em ir
K ah ire ’de hoşn u tsu z lu ğ a yol açtı. Bir p ro testo simgesi o la rak şeh r in
d ü k k â n la r ı ve tezgâh la r ı kapatıld ı , kitlesel y ü rü y ü ş le r başladı ve Babıali b u y ru ğ u n u geri çekm ek z o ru n d a kaldı. 1804’ü 1805’e bağ layan kış b o
yunca , M eh m et Ali ve b ir l ik leri M em luk le r i G üney M ısır bo y u n ca kova
ladı. Bu a rad a H urş i t Paşa ve yeniçerileri M em lu k re j im in in b ü tü n d e h
şe tin i yen iden can lan d ıracak t ı . H u rş i t şeh ir s ak in le r in in o m z u n a ağır
vergiler yü k lem iş ve tu tu k la m a la rd a b u lu n m u ş tu . Savaşın ta h r ip ettiği
köylerden vergileri b ir yıl önces inden topladı. Buna karşılık , Fransız ları ve M em luk ler i defe tm iş M ısır h a lk ın ın , yeniçeriler ta ra f ın d a n aşağ ı lan
m aya niyeti yoktu . Mayıs 1805’te K ah ire ha lk ı b ir kere d ah a isyan etti.
Yeniçerileri d ışa r ı a ta rak H u rş i t ’i alaşağı e tti ve b u n u n a rd ın d a n top la
n a n şeyhler M eh m et Ali’yi M ıs ır ’ın h ü k ü m d a r ı i lan etti.
P ad işah III. Selim M eh m et A li’yi M ısır Valisi o la rak t a n ım a k z o r u n
da kaldı. Z ira başka olaylarla aksi yönde b ir te rcih yapam ayacak derece
de m eşguldü . 1804’te B alkan Y ar ım ad as ın d ak i S ırb is tan’da, b ü y ü k bir
u lusa l özg ü r lü k isyanı a levlenmişti. Bulgaris tan ve Y u n an is tan ’da da
d u r u m s ık ın tıl ıyd ı ve yaşlı O sm an lı o rd u su a rd ı a rd ın a mağlubiyetlere
u ğ ruyordu . T ü rk O r ta Çağ o rd u s u n u n g ü c ü n ü kaybe tt iğ in i fark eden re
fo rm cu pad işah , onu N izam -ı C ed id (yeni d ü z e n in alayları) adı a lt ında
yeni alaylar ha l in d e yeniden ö rgütlem eye yönelik k a ra r l ı çaba la rda b u
lundu . Kendi halkı, b u düzen li b ir l ik le r in idam esi için düzen lenen yeni
vergileri p ro testo e tti ve b u n u n yan ı sıra re fo rm la ra yeniçeriler, u lem a ve
ta r ik a t la r ta ra f ın d a n da karşı çıkıldı. Reform lara , yeni orduya ve verg i
lere karşı yönelen yeni b ir ha reke t “D in ve K an u n -u K ad im ” sloganıyla
o r taya çıktı. M a r t 1805’te III. Selim düzen li o rd u la ra k a tı lm aya yönelik b ir b u y ru k yayınladı. Bu k a ra r b irçok bölgede yeniçeri i sy an la r ın ın fi t i
lin i ateşledi. III. Selim ta ra f ın d a n yo llanan cezalandırıc ı b ir l ik m ağ lup
oldu ve Selim b u y ru ğ u geri çekm ek z o ru n d a kaldı.
Doğal olarak, böylesi ş a r t la rd a M ısır meselesine a k t i f o la rak m ü d a
hale edem ezdi. Padişah , M e h m e t A li’yi M ıs ır ’d a n u z a k la ş t ı rm a k için son bir başarıs ız g ir iş im d ah a gerçekleştirse de K ah ire li le r in direnişiyle
k a rş ı la şa rak aceleyle geri çekildi. 1807’de III. Selim isyancı yeniçeriler
ta ra f ın d a n devri ld i ve ö ldürü ldü .
1807 İngiliz-Türk Savaşı. M ısır’a Britanya Harekâtı
Ağustos 1805’te İngiltere ile F ransa a ra s ın d ak i savaş kaldığı yer
den d evam etm eye başladı ve kısa süre son ra doğuya sıçradı. H er iki
güç de M ıs ı r ’daki e n tr ik a la r ın a karş ı l ık l ı o la rak h ız verdiler. 1806’da
B ritanya h im ayesindek i M em lu k beyi M u h a m m e d El Alfi M ıs ır ’da o r t a
ya çıktı. Fransız yanlısı O sm a n Bardisi o na karşı koydu. M eh m et Ali ise M em luk le r a ra s ın d ak i m ücadeleyi kend i ç ıkarla rı lehine ku llandı.
O sm an Bardisi ve K ahirelilerin desteğiyle m ağlup ettiği El Alfi 1806’da
gizemli sebepler sonucunda öldü. G örü n ü şe bakılırsa zehirlenm işti. Aynı
kaderi kısa süre sonra O sm an Bardisi paylaştı. M ehm et Ali Mısırlıları
M em luk lu liderlerden ku rta rm ış t ı . Buna karş ın M em luklere karşı savaş sürdü. M eh m et Ali on ları G üney M ısır’a dek am ansızca kovaladı.
O sm an lı İm p a ra to r lu ğ u İngiltere ile F ransa a ra s ın d ak i savaşa İk in
cis inden yana dah il oldu. 1806’da İ s ta n b u l’dak i Fransız elçisi Genera l
Sebastiani, Babıali ile İng il te re ’n in m ü tte f ik i d u r u m u n d a k i Rusya a r a
s ında b ir ça tışm ayı k ışk ır t t ı . O cak 1807’de T ü rk o rd u su n u n an a kuv v e t
leri R uslara karşı T una’ya yerleştiğ inde İngiltere Babıali’den Sebastian i’yi kovm asın ı ve d o n an m as ın ı , Ç an ak k a le B oğaz ın ı ve b a ta ry a la r ın ı
İngilizlere tes lim e tm esin i talep etti. M oldova ve Polonya (Walachia)
R uslara verilecekti. T ü rk h ü k ü m e t i bu ü l t im a to m u redde tti . B u n u n ü z e
rine İngiliz D o n an m as ı M a rm a ra D e n iz in e g irerek İ s ta n b u l’u b o m b a la
m a teh d id in d e bu lundu .F ilonun yaklaşm ası başkentte yu rtsever b ir da lga lanm aya neden oldu.
İngiliz D o n a n m a s ı B oğaza g irm ek üzere iyi bir rü zg â r bek lerken T ürk le r
başken ti ve Ç an akka le k ıy ı la r ın ı Sebastiani ve Fransız m ü h en d is le r y ö
n e t im in d e ta h k im ettiler; b u n u n üze r ine İngiliz am ira l i İ s ta n b u l’u ele
geçirm eye yönelik he rh an g i b ir g ir iş im in u m u tsu z o lacağına k a ra r vere
rek d o n a n m a s ın ı A k d en iz ’den çekti.İng iliz lerin yeni k a ra r ı M ıs ır ’a karş ı b ir sa ld ırı baş la tm aktı . 17 M a r t
1807’de 5.000 kiş il ik b ir gücü İskenderiye’ye ç ıkardılar. M e h m e t Ali iş
galcilere karşı M ısır l ı la ra önderl ik etti. M a r t so n u n d a R ose tta ’ya g iren
2.000 k işilik Britanya g ü cü şeh r in so k ak la r ın d a M ısır l ı la r ta ra f ın d a n
ezildi. İng iliz general b u kez R osetta’ya i lk in in 2 ka tı b ü y ü k lü ğ ü n d e
b ir b ir l ik gönderd i, a m a o da m ağlup oldu. R osetta M u h a re b e s in d e fel-
lah la r ve bedeviler profesyonel askerlerle yan y an a savaştılar. İngilizler
R osetta’da hâk im iy e t i ele geçirmeye çalışırken, K ahireliler ise şeh ir le r i
n in t a h k im a t ın a b aş lad ı la r .
İn g i l iz le r K a h i r e ’de h iç b i r i le r lem e kay d ed em ed ile r . R o se t ta y a k ı n l a r ın d a k i ik in c i b o z g u n la r ın d a n ve yen i b i r M e m lu k isy a n ın a yön e l ik
k ı ş k ı r tm a g i r i ş im le r in in b a ş a r ı s ız l ığ ın d a n so n ra İ sk e n d e r iy e ’ye ç e
k ild ile r . M e h m e t A li İ sk e n d e r iy e ’de i le r lem e k ay d ed in ce , İng i l iz g ü ç
leri k o m u ta n ı b a r ış a n t la şm a s ı t e k l i f in d e b u lu n d u . Eylül 1807’de k a
lan İn g i l iz b i r l ik le r gem ile r le eve d ö n d ü ve M e h m e t A li İ sk e n d e r iy e ’ye g ird i . P o p ü la r i te s i o la ğ a n ü s tü a r tm ı ş t ı ve M ıs ı r ’ın k a h r a m a n k o r u y u
cu su o la ra k se la m la n ıy o rd u .
1805-15 Tarım Reformu. Memluklerin Sonu
M e h m e t Ali M em lu k feodal beylerine karşı m ücadelesinde iş başına geldi. 1804’ten 1807’ye k a d a r o lan 4 yıl b o y u n c a M em luklere karş ı savaşı sü rd ü rd ü . 1807’deki B ritanya harekâ tı s ıras ında , M em luklerle İngilizleri
geri p ü sk ü r tm ey e yönelik b ir ateşkeste anlaştı. Ateşkes sürekli değildi.
M e h m e t Ali’yi h ü k ü m d a r la r ı kabul eden M em lukler , sürekli isyan ve
kom plo la r ın nüvesi ha line gelen G üney M ıs ır üze r in d ek i kontro lle r in i
sürdürdüler .
İngilizlere karş ı za fe r inden son ra M eh m et Ali kend is in i m ü ltez im şirke tler ine ve M em luk le rde soğuk b ir rü zg âr gibi esen to p rak refo r
m u n a adadı. 1808’de vergi ö d em ek ten k a ç m a n m ü ltez im le r in a raz i le
r ine el koydu ve 1809’da o n la r ı faizin y a r ıs ın d an m a h r u m etti. 1812’de
M em lu k le r in sahip o lduğu tü m arazileri aldı. 1814 y ı l ın d a ise i l t izam sistem in i bü tü n ü y le tasfiye etti. B u n d an böyle fellahlar vergilerin i m ü l te
zim lere değil, d o ğ ru d a n devlete ödeyeceklerdi. B u n u n yanı şıra fellahla- r ın m ültez im le re kişisel bağ ım lılığ ı da o r ta d a n ka ld ır ı ld ı . M ültez im le r in
e llerinde k a lan la r a r t ık usia toprağıydı. Tahsis ed ilm iş to p rak la r (atar)
a r t ık devlet m ü lküydü . M e h m e t Ali’n in em riyle m ültez im lere ta zm in a t
o la rak h âz in ed en yıllık k ira şek linde faiz ödenecekti . A m a güç le r in in ik tisad i tem elleri d in am it len m iş t i .
B u n u n la b ir l ik te M eh m et Ali, ü re t im d ek i feodal yapıyı tasfiye e tm e
di. İ l t iz am ın ve k a m u arazisi haric i pay laş ım ın 1813’ten i t ibaren çözü l
mesi, şüphesiz fe l lah la rm k o şu lla r ın ı iyileştirdi. B u n u n la birlikte, a r t ık tek tek feodal beyler yerine b ir b ü tü n o la rak feodal devlet için çalışıyor
o lsalar da, fellahlar ü ze r in d ek i sö m ü rü d ev am ediyordu.
Üstelik devletin ko n tro lü n e geçen to p ra k la r çok geçm eden yeniden
özel şah ıs la rda top lanacak tı . 30’la rda (ilk dev ir 1 A ra l ık 1829’da başlar)
M eh m e t Ali geniş araz ileri ak ra b a la r ın a ve m aiyetine , A rnavu t, K ürt, Çerkeş ve T ü rk b ir l ik le r indek i subaylara ve yü k sek rü tbelile re dağıttı .
Kısa sürede, yüzbin lerce çiftliği ü ze r in d e ça lışan köylülerle b ir l ik te bah-
şe tm işti. B u n u n s o n u c u n d a 1854’ten sonra , öşri o la rak b il inecek bu to p
ra k la r ın sahipleri ö şü r vergisi ö d em ek zorundayd ı. Böylelikle, e sk in in
feodal soylular s ın ıf ın ı m ü lk le r in d e n ve g ü c ü n d e n m a h r u m b ıra k a n ve
m ü ltez im s ın ıf ın ı tasfiye eden M e h m e t Ali, b u n la r ın yerine yeni h a n e d a n ın d ay an ak noktası ha l ine gelecek yeni b ir feodal soylular sınıfı y a
ra tm ış oluyordu.
1809 ile 1815 yıllar ı a ras ında , M eh m et Ali v a k ı f a raz i le rin i devlet
leştirdi, h ü k ü m e t cam ile r in ve r u h b a n s ın ıf ın ın b a k ım ın ı üze r ine aldı.
Bu ön lem ru h b a n s ın ıf ın ın h o şu n a g itm ed i ve b irçok şeyh M eh m et Ali’ye “onu yükse lt t iğ im iz gibi alaşağı da eder iz” diyerek gözdağı verdi.
Buna k a rş ın M eh m et Ali bu şeyhleri K ah ire d ış ına sürerek m u h a le fe t
lerin i sertçe bastırd ı. İ l t iz am ın ka ld ır ı lm ası, faizin k ıs ılm ası ve b ir dizi
diğer uygu lam a, 1809 ve 1810’dak i başarıs ız ay ak lan m a la r ı k ışk ı r ta n
M em luk lerde h o şn u tsu z lu k yara tm ış t ı . M em lu k le rd en bazılar ı S u d an ’a
kaçarken , b ir k ısm ı da M eh m et A li’n in o torites in i ta n ıy a ra k M ıs ı r ’da kaldı. Birçoğu K ah ire ’ye yerleşti. A m a eski m ü lk le r in i ve güçlerin i u n u t m adıla r ; M em lu k feoda lizm in i yeniden k u rm a y ı hedefleyen yeni ayak
la n m a la r hazırladılar.
M e h m e t Ali, M em lu k teh d id in e tek seferde m u tlak b ir son verm eye
k a ra r verdi. 1811’de Babıali ta ra f ın d a n b ir l ik le r in i A rab is tan ’a g ö n d e re rek yeni k u ru la n V ahabi h ü k ü m e t in i o r ta d a n k a ld ırm ak la görev lendiril
mişti. Yola çıkış g ü n ü olan 1 M a r t 1811’de, K ah ire ’de 500 M e m lu k lu n u n
da yer a ldığı b ir askeri geçit tö ren i düzenledi. Birlikler şeh ir b o y u n ca sü
ren y ü rü y ü ş le r in e baş lad ık la r ı yer o lan kalede yeniden b ir araya geldiler.
B irlik lerin b ü y ü k ço ğ u n lu ğ u kaleyi te rk e t t iğ inde , A rn a v u t la r ka len in
k ap ıla r ın ı k ap a ta rak M em lu k le r in e tra f ın ı sa rd ıla r ve on la r ı k a t le t t i
ler. M em lu k le r in evlerinde a ra m a la r yapıldı. K ah ire ’de, eyaletlerde ve G üney M ıs ır ’da, M e h m e t Ali’n in askerleri ve h a lk M em lu k le r in peşine
düştü . N eredeyse b ü tü n M em luk le r ele geçirilerek infaz edildi. Yalnızca
b ir avuç M em lu k lu S u d an ’a s ığ ına rak k u r tu lm a y ı başardı.
M e h m e t A l i ’n i n A sk e r î R e fo rm la r ı
M eh m et A li’n in ta r ım sa l re fo rm la r ı askerî re fo rm la r ın ö n ü n ü açtı ve o n u n re fo rm cu ça lışm a la r ına şiddetle karş ı ç ıkan M em luk lere karş ı sa
vaşı s ıras ında u ygu lam aya konu ldu . 1808’de gericiler ta ra f ın d a n ö ld ü rü
len T ü rk re fo rm cu la rı III. Selim ve A lem d ar M usta fa P a ş a n ın h az in so n
ları, M eh m et Ali için b ir uyar ı işlevi gördü. K urnaz b ir polit ikac ı olarak, güçlü b ir düzen li o rdu k u r m a k için iç tepkileri b e r ta r a f e tm ek z o ru n d a o ld u ğ u n u anladı. M ıs ır ’ın yeniçerileri M em luk lere karşı m isil lem elerin
a rd ın d a ya tan buydu. M e h m e t Ali böylelikle III. Selim’in h a ta la r ın d a n
kaç ın m ay ı başard ı. Sonuç yeni ve m o d e rn bir M ıs ır ordusuydu. M eh m et
Ali düzen li o rdu k u rm a işine ik t id a ra gelir gelmez koyuldu. Er ve silah eks ik l iğ inden dolayı ilerleme baş la rda yavaş seyretti. Yeni o rd u n u n çekirdeği A rn a v u t la rd a n o lu ş tu ru ldu . M ıs ır l ı la r d ışa r ıd a tu tu ld u , zira o n la rd a T ü rk -M em lu k gelenekleri hâ lâ güçlüydü. A m a A rap seferin in
(1811-19) ve özellikle de o rd u n u n b ü y ü k k ısm ın ı o lu ş tu ran A fr ika lı a s
kerlerin so ğ u k tan d o n d u ğ u M o ra seferin in (1824-28) a rd ın d a n M eh m et
Ali n ihaye t yerli M ısır l ı la r ı (fellahlar) orduya a lm aya k a ra r verdi. Bu ordu M eh m et A li’ye Suriye’de m u h te şe m zaferler k azand ıracak tı .
Başlangıçta b ir l ik ler yabancı askerî u z m a n la r ta ra f ın d a n eğiti l iyordu. M eh m e t A li’n in A rap seferin in a rd ın d a n A svan’da k u rd u ğ u geniş
eğ it im k am p ın d a , b in lerce genç M ısırlı ve Sudanlı, Fransız ve İta lyan
eğ i tm en le r in neza re t in d e eğ itim e tabi tu tu ld u . Bu eğ i tm en le r in çoğu
B u rb o n la r ’m d ö n ü şü n d e n sonra ü lkelerin i te rk eden im p a ra to r lu k su baylarıydı. Sü leym an Paşa ad ın ı a lan yetenekli Fransız subayı Seve, göz alıcı b ir rol oynadı. M eh m e t Ali b u n la ra ek o la rak Mısırlı k u m a n d a n la r
için askerî oku lla r ku rdu . B un la r ın b aş ında D im y a t’tak i piyade okulu ,
G iza’da k u ru la n süvari oku lu ve K ah ire y a k ın la r ın d a k i T ura’da b u lu n a n
to p çu oku lu geliyordu. G en e lk u rm ay A kadem isi 1826’da açıldı. Fransız askerî m evzua tı A rapçaya çevrildi. M ısır o rdusu N apo lyon’u n o rd u su n u ö rn ek aldı. Teçhizatına top la r da d âh il edildi. “Bu seçkin top teçhizatı
A vrupalı o rd u la rd ak i m uadilleriy le m ukayese ed ileb ilir” diye yazıyordu
N apo lyon’u n m areşa l le r in d en biri. Ve ekliyordu: “O n a b ak ın ca fellahları
b ir inc i s ın ıf askerlere d ö n ü ş tü re n devle tin gü cü n e hayre t ed iyo rsunuz .”
Silahlar A vrupa’d a n a lm ıyordu , a m a b u n la r sık lık la M ıs ır ’da da im al ediliyordu.
1830’larda düzen li M ıs ır o rd u su d ik k a t çekici boy u t la ra u laşm ıştı . 1883’te her bir i 3.000 kiş il ik 36 piyade alayı, to p lam d a 50.000 kiş il ik 14
m u h a f ız alayı, h e r b ir in d e 500 asker b u lu n a n 15 süvari alayı ve 2.000
kişiyi kapsayan 5 topçu alayıyla, genel to p lam d a neredeyse 180.000 a s kere sah ip b ir o rdu h a line gelmişti. Üstelik aşağı y u k a r ı 40.000 kiş il ik
düzensiz b irl ik ler de M ıs ır o rd u su n d a görev yapıyordu.M e h m e t Ali b ir ka ra o rdusu y a ra tm ak la ye tinm ed i. 1. P e tro ’n u n r e
fo rm la r ın ı inceledi ve kend is in i sık sık bu b ü y ü k Rus re form cusuyla k ı
yasladı. 1. Petro gibi o da ulusal b ir d o n a n m a ya ra tm aya k a ra r verdi.M arsilya, Livorno ve Trieste’den gemi sa tın a lm ak la k a lm ad ı. 1829’da,
M ıs ır d o n a n m a s ın ın neredeyse ta m a m ın ın N avar in S avaş ında ta h r ip
o lm as ın ın a rd ın d a n , İskenderiye’de bir te rsane inşa e tti (‘İskenderiye
Tersanesi’). Ç ok k ısa sü rede ta m a m la n a n bu tersanede, O cak 1831’de
ilk yüz top luk gemi denize ind ir ild i . Başlarda gemi inşa en düs tr is inde işçilerin çoğu Avrupalıydı. A m a çok geçm eden yü k sek beceriye sahip yerli işçiler ye tiş tir i ld i ve A rap la r hızlıca te k n ik ye tk in lik le r in i k a z a n d ı lar. Kısa süre sonra 8.000 tersane işç isin in neredeyse t a m a m ı Mısırlıydı.
“B ü tün işin A rap la r ta ra f ın d a n yapıldığı, d ü n y ad ak i b ü tü n tersanelerle
kolaylıkla rekabet edebilecek güçtek i İskenderiye Tersanesi, bu in s a n
larla ne le r in yapılabileceğini açıkça gösteriyor. A vrupa lı la r bu k a d a r
k ısa sürede böyle m u h te şem sonuçlara asla u la şam azd ı.” diye yazıyordu A vrupalı bir gözlemci.
G em ile rde görev alacak m ü re t teb a t da eğ i t im d en geçiriliyordu. Kısa
b ir z a m a n ara l ığ ında , 15.000 Mısırlı denizci göreve h az ır hale g e tir i l
di. K u m a n d a n la r ise eğ it im ler in i yeni k u ru la n deniz o k u lu n d a aldılar.
“A rap la r çok yönlüler ve ku su rsu z yeteneklere sahipler. D enizc i doğm uş gibiler.” diye yazıyordu aynı gözlemci. M eh m et Ali b u n la ra ek o la rak b ir dizi yeni kale inşa e tti ve eskileri güçlendird i.
S an ay i ve T a r ım d a K a lk ın m a . Tekeller.
O rd u n u n yeniden örgütlenm esi birçok atölye ve fabr ikan ın k u ru lm a sını gerektirdi. D ökm eci dükkân lar ı , demirciler, m etal atölyeleri, yelken fabrikaları ve diğer bağlı teşebbüsler İskenderiye Tersanesinde ku ru ldu . Kahire ve Reşid’de yeni fabrikalar türedi. Yıllık 2.000 ton pik dem ir k apa
siteli bir dök ü m h an e , 3 top fabrikası ve b a ru t im alathaneleri inşa edildi.
Pam uk, keten, fes, elbise ve hâlât im ala thaneleri açıldı. Şeker fabrikaları
ve m a n d ıra la r ortaya çıktı. B ü tün bu teşebbüsler devlete ya da h a n e d a n ailesinin üyelerine aitti. M ehm et Ali yöne tim inde ta r ım ın gelişimi ivme kazandı, başta ihraç pam uk, pirinç, çivit o lm ak üzere m ahsu lle r in hasadı
arttı. T a r ım dak i ilerleme Jum el’in (bir Fransız) yeni b ir p a m u k bitkisini
ku l lan ım a sokması ve sulam a projelerinin inşası için kapsam lı b ir progra-
m m uygulam aya sokulmasıyla d ah a da ileri taşındı. Eski su lam a kanalları o n a r ım d a n geçirildi, yenileri inşa edildi. Delta’da havza sis tem inden d a
im i sulam aya geçiş başladı. M ehm et Ali Nil üzerinde, D e l ta n ın başında
b ü y ü k ben d in k u ru lu şu n u gerçekleştirdi. B unun sonucunda , su lanan a ra
zi aşağı yu k ar ı 100.000 feddan (1 feddan= 1,038 akre=4200 m etrekare -
çev.) a r t t ı ve 1821’de 2 m ilyon feddan olan işlenen arazi, 1883’te 3,1 milyon feddana yükseldi. M ısır’ın b ü tü n sanayi, zanaat ve ta r ım ü re t im i M ehm et A li’n in h ü k ü m ra n l ığ ı boyunca devlet denetim indeydi. Bu dene tim ülke
ekonom is in in merkezi ta n z im in in özgün b ir tü r ü olan b ir tekeller siste
m in d e n etkilenmişti. Tekel sistemi 1816’d an 1820’ye u zan an zam an d i
l im inde şekillendi. Köylü ve zanaa tkâr haneleri m e m u rla r ın gözetim ine
tabi tu tu lm u ş tu ve devlet on la r ın ü re tt ik leri m alla r ı satın a lm a ve satm a ayrıcalığına sahipti. Her yıl köylülere kaç feddanlık b ir araziyi işleyecekleri ve hang i m ahsulleri ekecekleri bildiriliyordu. Z o ru n lu teslimat m ik ta r
ları ve alış fiyatları belirleniyordu. Z irai ü rü n le r in yanı sıra, devlet ayrıca
iplik, elbise, başörtüsü , sabun, soda, şeker ve diğer ü rü n le r in de ü re t im ve
satın a lm a tekelini elinde bu lunduruyordu . T arım ve zanaat tekelleri, dev
leti M ısır ü rü n le r in in iç paza rdak i tek tedarikçisi ve tek ihracatçısı haline getiren ticaret tekelleriyle tam am lan ıyordu . Şehirlerdeki perakendecilerse devlet tekelindeki ü rü n le r in satışını üstlenen k a m u acentelerine dönüştü .
Fellahların ve İşçilerin Durumu.
M e h m e t A li’n in gerçekleştird iğ i askerî re fo rm la r ın ve ekonom idek i yen iden y a p ı la n d ırm a n ın bedeli kitlelere y ük lendi.
K u ru lan b ir diz i geniş ve epeyce gelişmiş endüstr iye l k u ru lu ş b ir sa
nayi p ro le ta ryas ın ı berab e r in d e getirdi.
M ısırlı işçilerin yaşam koşu lla rı A vrupalı ka rdeş le r inden çok d aha
kö tüydü . Fabrika o rgan izasyonu Rus feodal m an ifak tü r le r in i , h a t ta A rakçeyev z a m a n ın d a k i askerî düzen i and ır ıyo rdu . (Arakçeyev: Rus Ç arla r ı 1. Paul ve 1. A lex an d er’m acım asız gözdesi; gerici b ir polis d e s p o t lu ğ u ve m u t la k b ir askerî t a h a k k ü m d ö n e m in in önde gelen yönetici-
le r indend ir . -E d itö rün no tu ) Fabrika işçileri m üfreze, bö lü k ve tab u r la r
h a l in d e örgü tlenm iş t i . Subaylara itaat e tm ek ve askerî ta l im le r y ap m ak
zorundayd ıla r . B araka la rda yaşıyor, k ı t b ir ücre t a ld ık la r ı fab r ika la rda zorla is t ih d a m ediliyorlardı. 1883 bütçes inde yer a lan b ir veriye göre, o r d u n u n bak ım ı için 28 m ilyon frank , M eh m e t A li’n in şahsi h a rcam a la r ı iç in 3,5 m ilyon f ran k s a r f edilirken, fab r ik a la r ın b a k ım ı ve işçilerin ü c
re t le r ine ise ya ln ızca 2,75 m ilyon f ra n k ayrılıyordu. Köylülerin d u ru m u
işç ilerden d a h a iyi değildi. Fellahlar nefre t e tt ik le r i M em lu k le rd en ve m ü ltez im le rden k u r tu lm u ş olsalar da, işler on la r için d a h a iyiye g i tm e di. M em lu k le r dev r in d e o lduğu gibi toprağa bağlı du ru m d ay d ıla r . Yılın
60 g ü n ü M eh m et A li’n in ve o n a bağlı yönetic ilerin to p ra k la r ın d a a n
garyayla yüküm lüydü le r . Esk iden m ültez im lere öded ik le r i vergiyi ş im di
dev le tin tahs i lda r la r ı d ah a yüksek o ran la r la topluyorlardı. M em lu k le r in h ü k ü m ra n l ığ ın d a askerlik ten m uaflard ı. Ş imdiyse fiziksel cezan ın y o ğ u n o lduğu acım asız b ir sisteme sah ip feodal o rd u d a u z u n süreli askerlik yap m ak la yüküm lüydü le r . Ü rü n le r i ü ze r in d e d iled ik le ri gibi b ir ta s a r
ru fa sah ip değillerdi, m a h su lü n ço ğ u n u devletin a l ıc ıla rına d ü şü k fiyat
tan sa tm ak m ecburiyetindeydiler .
Bir y a n d a köylüler ve z a n aa tk â r la r aç lık tan ölürken, diğer ta ra f ta t e keller b ü y ü k ka r la r elde e tm eye d evam ederek devletin b ü y ü k b ir o rdu k u rm a s ın ın ve tekel ü rü n le r in i s tok lam a ve vergi top lam a h a k k ın ı sa tın
a lan tü cca r la r ın zeng in leşm esin in ö n ü n ü açıyordu.
Bu b o y u n d u ru ğ a k a t la n a m a z hale gelen b irçok fellah ve za n a a tk â r i s
yan etti ve Suriye’ye kaçtı. M ısır h ü k ü m e t i o n la r ın geri d ö n m esin i talep etti ve kitlesel ayak lan m a lar ı ac ım asızca bastırd ı. (1822’de K ah ire ’de, 1823’te M inufiya bölgesinde, 1824’te G üney M ıs ır ’da ve 1826’da Bilbeis bölgesinde birer isyan m ey d an a geldi.)
D ev le t A y g ı t ın ın Y en iden Y a p ı la n d ı r ı lm a s ı
Resmiyette Mısır, O sm an lı İ m p a ra to r lu ğ u n u n b ir eyaleti o la rak k a bul ed ilm ey i sü rd ü rd ü . B u ran ın valisi ve paşası o lan M eh m et Ali de p a d işah a ve Babıali’ye tabiydi. Kul m askes in i taş ım aya d evam ettiyse de
gerçekte Babıali’n in em ir le r in d en kend i işine gelenleri yerine getirdi,
aksi d u ru m d a o lan la r ı balta ladı. A slına bak ıl ırsa Mısır, kend i h ü k ü m e ti ,
o rdusu , h u k u k u ve vergi sistemi o lan bağ ım sız b ir devlet ha line ge lm işti. M e h m e t Ali pad işah a top lam h a rc a m a bü tçes in in yüzde 3’ü n ü teşkil eden yıllık b ir haraç ödüyor, p ad işah ta ra f ın d a n ta n ın ıy o r ve p ad işah ın
adı hu tbelerde geçiyordu. M ıs ır ’ın Babıali’ye bağım lıl ığ ı b u n la r la s ın ır
lıydı. Y abancılar M eh m et A li’yi genel vali o la rak ad land ır ıyordu .
M ıs ır ’ın sav u n m a kapasites in i güç len d irm ek için M e h m e t Ali y ö n e
t im d e de reform gerçekleştirdi. Vilayet va li le r in in (kâşifler) despo tik gü cü n e dayalı eski M em lu k y ö n e t im s is tem ini tasfiye ederek m erkezi devlet aygıtını yarattı . A vrupa’yı ö rn ek a lan işlevleri ka tı şekilde b e lir
lenm iş b ir dizi b a k a n l ık k u rdu . Savaş b ak an lığ ı o rdu ve d o n a n m a d a n
so rum luydu . Maliye b ak an lığ ı vergi topluyordu. T icaret b ak an lığ ı tekel
leri kon tro l ediyor, aynı z a m a n d a dış t ica re t tekelin i de e linde b u lu n d u
ruyordu . E ğ itim bakan lığ ı b irçok oku l k u rdu , A vrupa’ya b ilim sel eğ itim a lm a k üzere öğrenci gönderd i. Son o la rak içişleri ve dışişleri b a k a n l ık la
rı k u ru ld u . B u n la r ın b ünyesinde denizcilik , çiftçilik, to p lu m sağlığı gibi
so run la r la ilg ilenen kom ite ve konseyler o lu ş tu ru ldu .M eh m e t Ali M ıs ır ’ı yedi yeni vilayete ya da m üdü r lü ğ e böldü. B un la r ın
b aş ın d a b u lu n a n m erkezi h ü k ü m e te tabi o lan b ir vali (m üdür), idar i gö revleri y ü rü tü y o r ve vergi topluyordu. Devlet atölye ve fab r ik a la r ın d an
da so ru m lu olan b u vali aynı z a m a n d a kanal, k ö p rü ve yo lla r ın iyi d u
ru m d a o lm asın ı gözetm ekle y ü k ü m lü y d ü . E k im ve m ah su l to p lam a iş
le r in in z a m a n ın d a gerçekleşm esini sağlıyordu. M ü d ü r lü k le r baş la r ında
b ire r m e m u r b u lu n a n semtlere ayrılm ıştı . Yerel idar i b ir im lerse b a ş ın da n az ır la r ın b u lu n d u ğ u nahiyelerdi. Son olarak , h e r k ö y ü n şeyhi aynı z a m a n d a k ö y ü n am ir i k o n u m u n d ay d ı . Bu u y u m lu ve h iyerarş ik o la rak
sıkıca s ıra lan m ış idari s istem sayesinde h ü k ü m e t devlet ayg ıt ın ın b ü tü n
b ö lü m le r in i t a m a m e n denetleyebiliyordu.
Ü lk e n in idar i yap ıs ın ın A v rupa lı la ş t ır ı lm as ına y a rd ım için Fransız doktor, m ü h en d is , öğ re tm en ve avuka tla r ı davet eden M e h m e t Ali, bu sayede M ıs ır l ı la r a ra s ın d a b ir b u r juva enteli jensiyasınm tem elin i attı.
Kültürel Reformlar
Yeni b ir o rd u n u n ve devlet ayg ıt ın ın ya ra t ı lm ası eğ itim li in san la ra o lan ihtiyacı be rab e r in d e getirdi. Bu sebeple M eh m et Ali, b irçok genç M ısırlıyı askerî ve te k n ik bilimler, ziraat, tıp, dil ve h u k u k eğ itim i için A vrupa’ya gönderdi. U z m an lık la ra yönelik l i te ra tü r ve ders k itap la rı
A rapçaya çevrildi. Eğit im ler in i ta m a m la y a n öğrenciler, evlerine d ö n
d ü k le r in d e subay, m e m u r veya devlet teşekkü lle r inde yönetic i ya da m ü hend is o la rak görevlendirildiler. Bazıları b a k a n oldu.
M ıs ır ’da ilk kez seküler oku lla r açıldı. 8 ila 12 y aş la r ındak i 6 .000’in ü ze r in d e öğrenciye, i lkoku lla rda A rap dili ve m a te m a tik öğretildi. Yaşları 12 ila 16 a ras ında o lan öğrenciler o r tao k u l la rd a Türkçe, m a te
m atik , ta r ih ve coğrafya öğrendi. M ezu n iye tin a rd ın d a n , 4 y ıllık b ir
eğ itim a lm ak üzere b ranş o k u l la r ın a g idebiliyorlardı. Askerî oku lla r d ı ş ında tıp, veterinerlik , tekn ik , m ühend is l ik , ziraat, filoloji ve m ü z ik gibi d a l la rd a da oku lla r açıldı. Ö ğrenciler burs alıyorlar, b a r ın m a için ücre t
ödem iyorla rd ı. B un lara ek o la rak askerî ve sivil has tane le r de k u ru ld u .
B u n la r ın z a m a n ın A vrupa h as tan e le r in in b ü y ü k ç o ğ u n lu ğ u n d a n aşağı
ka l ı r yan ı yoktu.
1822’de M eh m et Ali ü lk e n in ilk bas ım ev in i açtı. B u rada Arapça, Türkçe ve Farsça k i tap la r yay ım land ı. M e h m e t Ali dev r in d e ay r ıca M ıs ır ’ın i lk gazetesi o lan El-Vakıa yayın haya tına başladı. M eh m et A li’n in kendis i de o k u m ay ı y a ş a m ın ın çok geç b ir dö n em in d e , 45 ya
ş ında öğrendi. O k u m a yazm a b ilm eyen b ir i o la rak M ıs ır ’da 10 sene
b o y u n ca h ü k ü m sü rm üş; savaşın, m ü h en d is l iğ in ve t a r ih in esaslarına b ü tünüy le d o ğ u ş ta n gelen zekâsıyla h â k im o lm uştu . Bu yeni bilgisiyle o rd u idaresine ve k a m u teşebbüslerine il işk in a ra ş t ı rm a la r yaptı, dış b a
s ındak i haberleri t ak ip etti.
Mehmet A li’nin Reformlarının Genel Karakteri
Tıpkı 1. P e tro ’n u n re fo rm la r ı gibi, M eh m et A li’n in re fo rm lar ı da, feodal devlet ta ra f ın d a n ac ım asızca sö m ü rü len h a lk için b ir külfet olsa da,
ilerici b ir niteliğe sahipti. 1. Petro gibi ü re t im in feodal yapıs ına son verm eyen M e h m e t Ali, ya ln ızca O r ta Ç ağ ’ın en gerici k a l ın t ı la r ın ı tasfiye
etti. Aynı z a m a n d a b ir to p rak sahipleri ve tücca r la r devleti k u rdu ; güçlü
b ir ordu , d o n a n m a ve devlet aygıtı yara t t ı ve M ıs ır ’ı güçlü ve canlı bir devlet h a l ine ge tiren b ir dizi re fo rm a im za attı.
Karl M arx M e h m e t A li’n in re fo rm la r ın ı ta k d ir e tm iştir . M arx , onu
“sarığı gerçek bir kafayla ikam e eden tek a d a m ” o la rak tan ım lam ış t ı r .
(Rus-Türk Meselesi - İn g i l iz K ab ines in in H ile ve H urdası. N esse lrode’un
Son N o tu - D oğu H in d is ta n Sorunu . N ew York Daily Tribune, 25 T em m uz 1853.) M ıs ır ’ı z a m a n ın O sm an lı İm p a ra to r lu ğ u n d a k i “ayakta kalab ilir tek u n s u r ” o la rak ta r i f etm iştir . (B urm a’da Savaş -R u s S o ru n u - T u h a f D ip lom atik Yazışma, N ew York Daily Tribune, 30 T em m u z 1853.)
M e h m e t A li’n in re fo rm la r ın d a gerici o lan pek çok u n s u r da m evcu t
tu. O y a ln ızca M ısırlı işçi, z a n a a tk a r ve fellahları değil diğer h a lk la r ı
da ezdi. Y unan özgürlük ha rek e t in i bastırd ı; A rab is tan , Suriye, Sudan, Kilikya ve G ir i t ’i b o y u n d u ru k a lt ına aldı. M ıs ır ’ın to p rak sahipleri ve tücca r la rı için uçsuz bucaksız b ir çok uluslu im p a ra to r lu k ya ra tm ay ı h a
yal etti. A rap la r ın d ış ın d a Türklere , Y unan lı la ra ve Sudan lı la ra da h ü k
m etti . O rd u la r ı k o m şu A rap ü lkelerinde bile zapt ed ilm iş ülkeleri ele
geçiren o rd u la r gibi davrand ı.Bu acım asız feodal b o y u n d u ru k , b irb ir i a rd ın a gelen sa ld ırgan sa
vaşlar, ezilen h a lk la r ın m uhalefe ti ve başta Britanya o lm a k üzere b ü yük güçler, M e h m e t A li’n in g ü c ü n ü n a l t ın ı oydu ve so n u n d a o n u n dü şü şü n e
yol açtı.
B Ö L Ü M IV
19. Y Ü Z Y IL B A Ş L A R IN D A F İL İS T İN ,
S u r İ y e v e I r a k
^ 9
Suriye’de Fransız Planlarının Fiyaskosu
Resmî o torite o la rak yaln ızca Babıali’yi kabu l eden yerel d e s
p o t la r ta ra f ın d a n gaddarca ezilen Filistin, Suriye ve I rak -O s m a n l ı
İ m p a ra to r lu ğ u n u n u zak bö lgeleri- 19. y ü zy ıl ın şafağında, A vrupa’yı
d e r in d en sa rsacak olaylar a n a fo ru n u n içine çekilecekti. Bu ülkeler, N apo lyon’u n M ısır seferi ve H in d is ta n ’dak i sert İng iliz-Fransız m ü c a
delesi esnas ında k end ile r in i u lus la ra ras ı p o l i t ik a n ın göbeğinde b u ld u
lar. H ayatı bo y u n ca H in d is ta n seferi f ik r in d en hiç vazgeçm em iş o lan
N apo lyon’u n I rak ve Suriye’n in ö nem li b ir yer tu t tu ğ u geniş kapsam lı p lan la r ı vardı. F rans ız la r ın M ısır seferini, F ırat Vadisi boyunca , Suriye ve I rak ü z e r in d e n H in d is ta n ’a ilerleme izleyecekti.
Bu bağ lam da B u rb o n la rm geleneğini sü rd ü ren D ire k tu v a r1 Fransız
t ic a re t in in ve D oğu H ır is t iy a n la r ın ın m üdafaas ı düs tu ruy la , Fransız
e tk is in i doğuya d o ğ ru gen iş le tm ek için gayret s a r f etm işti . O z a m a n
larda bile, D oğ u H ır is t iy a n la r ın ın h a k la r ın ı k o ru m a gerekliliği, Fransız burjuvazis i ta ra f ın d a n Suriye ve F ilis tin’de nü fu z sahibi o lm ak ve
D o ğ u ’dak i yayılm acı p lan la r ın ı ö r tbas e tm ek için bah an e o la rak yaygın
şekilde ku llan ılıyordu . M ıs ırda o lduğu gibi, Fransız b u r juvaz is in in esas
am acı katıksız o la rak yağm acılık tı . F ransa ’n ın bu bölgedeki som ut p la n
ları B o n a p a r t ’m M ısır seferi stra te ji ler in i y a k ın d a n izledi ve ayrıca o n u n H in d is ta n ’ı zapt e tm e haya lin i gerçekleştirm ek üzere tasarlandı.
1799 y ıl ında M ısır seferi esnas ında Bonapart , Suriye’ye karşı b ir
h a rek â t baş la t t ığ ında b u n u , T ürk lere ve İngilizlere karşı konuşland ır ı la -
4 D ir e k tu v a r : F r a n s ı z İ h t i l a l i n d e C u m h u r i y e t H ü k ü m e t i n i id a r e e d e n b e ş l e r h e y e t i , -çev.
cak Fransız çekirdekli b ir A rap o rdusu o lu ş tu rm a niyetiyle yürü tecek ti . Bu sebeple A rap feodal beylerine ve yerel T ü rk yönetic ile rine bel bağladı.
Suriye Paşası C ezzar’m elinde kayda değer b ir güç ve İng iliz lerden gelen
p a ra b u lu n d u ğ u için o n u n la yap ılan görüşm eler başarıs ız lık la so n u ç lan
dı. N itek im 20 y ıldan fazla b ir süre Suriye’yi m u tla k b ir güçle y ö ne tm iş t i
ve g ü c ü n ü b ir başkasıyla pay la şm ak tan y ana değildi.L übnanlı II. E m ir Beşir ise (kendis ine uzlaşı için Albay Sebastiani
gönderi lm iş t i) v ak t in in gelmesi ve hang i ta ra f ın kazan acağ ın ı gö rm ek
için k u rn azca beklem işti. C ezza r’m , b ir l ik le r in i A k k a ’ya gönderm esi y o
lu n d a k i ta l im a tına , dağ la rda tam am ıy la b ir a n a r ş in in h ü k ü m sürdüğü ,
in sa n la r ın vergi ödem ediğ i ve sefer e m r in i d in lem ed iğ i cevabını vere
cekti. Fakat y ine de h em T ürk le re hem de Frans ız la ra e rzak sağ lam ak tan da geri ka lm am ış t ı . Beşir L ü bnan’daki, özellikle B ey ru t’taki, A vrupa’d a n
sak ın an Katolik rah ip ve pap az la r ın M a ru n i n ü fu su a ra s ın d ak i geri k a l
m ış unsu r la ra , Fransız C u m h u r iy e t i ve B on ap a r t ne fre t in i kö rük led iğ i
gerçeğini hesaba k a tm a k z o rundayd ı. Sadece m e şh u r Ö m e r Z a h i r ’in t o
ru n u , Safad şeyhi Salih, B on ap a r t ta ra f ına geçti ve M em lu k b ir l ik le r i
n i Tabor Dağı e tek lerine çekerek ona y a rd ım etti (16 N isan 1799). Ö te y a n d a n B onapar t k am p ın d a , A k k a n ın ele geçirilm esi e snas ında destek vereceklerin i ta a h h ü t eden M a ru n i le r ve II. Beşir a ra s ın d a görüşm eler
sü rüyordu .
A ncak , ye tm iş g ü n sü ren kuşa tm aya ve sürekli y ine lenen sa ld ır ı la
ra rağ m en Fransızlar, S idney Sm ith k o m u tas ın d ak i B ritanya f i lo sunun silah ları ile sav u n u lan A k k a ’yı ele geçiremediler. B o n ap a r t 14 H a z ira n
1799’da K ah ire ’ye geri döndü . Pervasız p lan la r ı başarıs ız lık la so n u ç lan
mıştı. F ransız o rdusu Suriye ha lk ı ta ra f ın d a n e tk in b ir şekilde destek-
lenm em işti . Fakat C ezza r’a du y d u k la r ı şiddetli nefret d u y g u su n d a n ö tü
rü Suriye A rapları Türk le re de y a rd ım d a b u lu n m a m ış t ı . Fransız o rdusu M ıs ır ’da o lan de r in e tk in in ayn ıs ına Suriye’de erişem edi ve n ihaye tinde
A k k a ’d a n öteye g idem edi. İşgal edebild ik leri yegâne yerler Filis tin sahil
şeridi ve E sdra leon Ovası o lm uştu . Ü lkede yaln ızca 3 ay k a d a r k a lab ild i
ler. Fakat Suriye’deki askerî operasyon lar iç d u r u m u d ah a k a rm a ş ık b ir
hale g e tirm iş t i ve feodal beyler a ras ında yeni feveran lara sebep o lm uştu .
Irak İçin Ingiliz-Fransız Mücadelesi
M ısır Seferi başarısız lığ ı B o n a p a r t ’m p lan la r ın ı engellemiş o lab ilir
di fakat kend is in i y ı ld ırm am ış t ı . A m iens A n t la ş m a s ın ın sonuç lanm a-
sm dan bir m üddet sonra Fransızlar bir kez daha O rta Doğu’da oldukça aktifleşecekti. 1802 yılının sonbaharında Albay Sebastiani, O rta Doğu ülkelerine yerel yöneticilerle bağlantılar kuracağı ve Fransız seferinin yeni yollarını hazırlayacağı bir seyahate daha çıkacaktı.
1805’te Napolyon, H ind is tan’a karşı bir sefer için düzenlediği planla Doğu politikasını yeniden canlandırdı. Bu kez Asi Nehri ağzından bir çıkarm a yapıp, oradan Fırat vadisine doğru sıçrama niyetindeydi. Bir sonraki adım Fransız birliklerinin Irak boyunca geçişlerini sağlamak olacaktı. Bonapart’m ajanları, Büyük Süleyman’ın 1802 yılında ölüm ünden sonra tü m gücü eline alan ve şimdi de Fransız eğitmenlerin yardımıyla, Avrupalı yöntemlerle düzenli bir askerî kuvvet oluşturan Bağdat Paşası Hafız Ali ile bir anlaşmaya vardılar. Ancak Paşa 1807 Ağustosunda, bir komployla öldürüldü, Fransızlarla bağlantı halinde olan yeğeni Küçük Süleyman, amcasının kurduğu düzenli güçlerin de yardımıyla suikastçıları bozguna uğrattı. General Sebastiani’nin ısrarı üzerine Babıali Küçük Süleyman’ı Bağdat Paşası ilan etti. Aynı zam anda Fransa, İran’la bir ittifak antlaşması imzaladı ve Şah’m ordusunu ıslah etmek ve Fransız birliklerinin ülkeden geçişleri için hazırlıklar yapmak üzere, General Gerdane’nın başında olduğu askerî bir heyet İ ran ’a gönderildi.
Fakat I rak ’m, Hindistan yolu üzerindeki konum u Britanya için I rak ’m önemini artırıyordu ve burada Fransız ajanlarının aktiviteleri Britanya karşıtlığını kışkırtıyordu. Doğu H indistan Şirketi (East India Company) 18. yüzyıl sonunda Irak boyunca uzanan bir posta hattı inşa etti, posta Bombay’dan Basra’ya deniz yoluyla iletiliyordu, buradan da Bağdat ve Halep üzerinden develerle İstanbul’a taşmıyordu. Bundan d o layı, bu hattı kontrol eden (Britanya temsilcilerinin İran ’da yaptığı gibi) Basra ve Bağdat’taki Doğu Hindistan Şirketi temsilcileri, Napolyon ajanların ın aktivitelerini etkisizleştirmek için talimatlar alıyordu. Bağdat Paşası Hafız Ali’ye 1807’de düzenlenen kum pas da aslında İngilizlerin yardımıyla organize edilmişti.
1809’da, İspanya’daki olaylar, B onapar tin d ikkatini H indistan p lanlarından başka yöne çevirdiğinde, İngilizler Fransız heyetini I rak ’ın d ışına çıkarmayı başarmışlardı, fakat aynı yıl, bu kez de Küçük Süleyman ile Doğu H indistan Şirketi temsilcileri arasında bir anlaşmazlık baş gösterdi ve şirket temsilcileri Bağdat’ı terk etmek zorunda bırakıldı. Britanya tesiriyle Küçük Süleyman, Babıali tarafından 1810 yılında görevden alındı ve ölüme m ahkûm edildi. Yeni gelen Bağdat Paşası, Doğu Hindistan Şirketine ayrıcalıklarını geri verme ve işlerine m üdahale et
meme sözü verdi, fakat bu sözlere rağmen Bağdat’tan kovuldu ve Türk birlikleri tarafından öldürüldü. Doğu Hindistan Şirketin in Bağdat ve Basra’daki ticaret istasyonları yeniden kuruluyordu.
Nitekim Fransızlar, 19. yüzyıl başlarında Yakın Doğu’da üstünlük için giriştikleri şiddetli çatışmalarda yenildiler. M ehmet Ali tarafından yönetilen Mısır hariç, her yer Britanya’n ın hâkimiyeti altındaydı. Ayrıca Irak ve Basra Körfezi bölgesindeki konum unu oldukça güçlendirmişti.
Vahhabi Saldırıları
19. yüzyılın ilk on yılında, Suriye’n in köy ve kasabaları, doğu Filistin ve Irak (Fırat’ın sağ kıyı tarafı) sürekli Vahhabi saldırılarının hedefi haline gelmişti (Vahhabilik hakkında daha detaylı bilgi için bkz. Bölüm V). Vahhabilik yandaşları padişahın Arap ülkeleri üzerindeki otoritesini tanım ıyor ve onları dinsel doktrinler temelinde birleştirmek için m ücadele ediyordu. Bu görevi gerçekleştirmek için ihtiyaç duyulan güce haiz olmadıkları için, kendilerini Suriye ve Irak üzerine sistematik saldırılar düzenlemekle sınırlandırdılar. Bu saldırılarında zorbalık yaptılar, kasabaları yağmaladılar ve vergi topladılar.
N isan 1801’de Vahhabiler, Şii’lerin kutsal kenti olan Kerbela’ya ta a rruz etti. Kent 2 gün içinde talan edildi, evler ateşe verildi ve mür- tetler (dinden dönenler -çev. ) hem en o rtadan kaldırıldı. 4.000’den fazla insanı katlettiler ve Şii cam isinden sayısız hazineler yağmalayıp, çöle geri kaçtılar. Bağdat Paşasıiım peşlerinden A rabis tan’a gönderd iği kuvvetler bozguna uğratıldı. Vahhabiler 1803’te Halep yak ın lar ında tekra rdan ortaya çıktılar. 1804’te ise, Basra ve Zubair kentlerine baskın yaptılar, fakat Bağdat Paşası Hafız Ali birlikleri tara f ından geri p ü s kürtüldüler. Babıali’nin em ri üzerine, Hafız Ali A rabistan üzerine sefer düzenlem ek için bir ordu toparladı, fakat bu seferberlik (1804-05) başarısızlıkla sonuçlandı. Vahhabiler sa ld ırıların ı yenilediler ve Basra, Zübevir, Kerbela ve N ecef’i zapt etmek için yeni bir girişimde b u lu n dular. Vahhabiler 45.000 adam dan m üteşekkil bir güçle 1808 yılında Bağdat’a, Küçük Süleyman tara f ından geri püskürtülecek bir saldırı daha düzenlediler. Aynı yıl içinde M a’an ile Halep arasındaki geniş bir coğrafyada gö rü n ü r oldular. 1810 y ılında ortaya çık tıkları yer bu kez H avran’dı. Vahhabilerin Suriye üzerine saldırıları ancak Vahhabileri bölgeden tasfiye etmekle tehdit eden Mısır b irlik le rin in A rabistan’a gelmesiyle (1811) bir son bulacaktı.
Feodal Anarşinin Yükselişi
Görkemli Babıali’n in dışsal politik karışıklıkları ve dış güçlerin müdahalesi, 1807-08 reform larının başarısızlığı, III. Selim ve Alemdar Mustafa P aşan ın ölümü Osmanlı İm paratorluğunda merkezkaç eğilimleri güçlendirmişti. Babıali’n in Arap eyaletlerini yöneten paşaların ayrılıkçılığı daha önce görülmemiş boyutlara varmış, güç ve iktidar için tam am en ilkesiz bir mücadele haline gelmişti. Asi derebeylerle savaşmaya gücü ve im kânı olmayan merkezi hüküm et bir grup paşayı diğerinin karşısına çıkararak içinde bulunduğu bu zor d u ru m d an k u rtu lm an ın yollarını arıyordu fakat bunu yaparak da yalnızca genel kaosu ar ttırm ış oluyordu. Avrupalı güçler ve onları takip eden İran ve Mısır, kendileri açısından bir fırsat gördüklerinde, faal olarak bu yıkıcı çekişmelere m ü dahalede bulunuyordu.
Bu sırada Fransızların Filistin’den çekilmesi, kendisini Napolyon’a karşı zafer kazanm ış addeden Cezzar’m otoritesini ve gücünü oldukça arttırm ıştı. Zira küçük Akka’sı, işgalcilerin yenilmez ordularına karşı koymuş ve daha önce hiç mağlup edilmemiş gelişkin bir Avrupa ordusunun istilasını geri püskürtm eyi başarmıştı. Cezzar zafer sarhoşluğuyla, tüm Suriye’nin kontrolünü kazanm ak için çabalarını ar tt ırd ı ve kendi topraklarına katmayı hayal ettiği Şam ve Trablus paşalarına karşı süreğen bir savaş başlattı. Bu, doğal olarak Akka paşasının artan gücünü memnuniyetsizce izleyen Babıali’yle de bir çatışma an lam ına geliyordu. Kendi temsilcilerinin ayrılıkçı eğilimlerine karşı inatçı bir mücadele sürdüren Sultan III. Selim, Cezzar’m etki ve gücünü s ın ırlandırm ak için çaba sarf ediyordu, üstelik o esnada Cezzar kendi dengine göre bir rakip de bulmuştu; Lübnan Emiri II. Beşir.
Zorba II. Beşir asi feodal beylerin işini bitirmiş ve kendi nüfuz alanında feodal beyler arasında süren yıkıcı savaşları sonlandırmış ve tüm Lübnan’ı kendi yönetimi altında birleştirmişti. Cezzar rakibini ortadan kaldırmaya karar verdiğinde, merkez bu mücadelede ona karşı II. Beşir’i destekledi. Cezzar, Fransız birliklerinin 1799’da çekilmesinden bir müddet sonra, II. Beşir’i kovmuştu. Fakat Babıali ona görevini hemen iade edecekti. III. Selim, II. Beşir’in feodal hakların ı kendi bölgesinin yanı sıra El Bikâ, Anti Lübnan (dağ sırası -çev.) , Cübeyl ve Sayda için de tanıyordu. İlerleyen zam anlarda II. Beşir, Cezzar Paşayı atlatarak doğrudan Babıali’nin emri altına girecekti. Bu, Lübnan yönetim inden uzaklaştırılacak Cezzar için ağır bir darbe olacaktı.
Fakat Babıali’n in emirleri yalnızca, T ürk o rdusunun Suriye’den M ısır’a geçişi esnasında uygulandı. O rd u n u n geçişinden hem en son ra Cezzar Lübnanlı köylülerin m em nuniyetsizliğ in i bahane ederek II. Beşir’i yerinden kovdu ve kendi a jan la r ından olan iki kişiyi bölgeyi y ö netm ek üzere görevlendirdi. 1800’de yeni em irlerin d inm ek bilmeyen öfkesi, Lübnanlı dağlıları isyana teşvik etti ve II. Beşir’e eski gücünü yeniden kazanm a fırsatı tanıdı. Beşir mücadeleyi, Cezzar’a “geçmiş borçları için” 400.000 kuruş (kuruş; O sm anlı İm para to r lu ğ u n d a bir para b irim i. 19. yüzyıl başlar ında bir ku ru ş değer olarak bir f rank ın çeyreğine denkti) ve yılık vergi o larak da 500.000 k u ruş ödemeyi kabul ettiği 1803 y ılında bir barış sağlanana kadar, sü rdürm üştü .
A hm et Cezzar’m 1804’te ölüm ü feodal anarşiyi ş iddetlendirdi ve kanlı-yıkıcı çekişmeler tüm paşalık larda birbiri a rd ına patlak verdi. Cezzar’m o rdusunun k u m an d an ı Süleyman, A kka’da, aylarca süren savaşlardan sonra paşa oldu ve on beş yıl boyunca (1804-1819) güney Suriye’yi yönetti. Şam’da, paşalar birbiri ard ına ik tidara geliyordu. Üstelik aynı anda Vahhabilere karşı da savaşıyorlardı. Bir müfreze k u m an d an ı olan Genç Yusuf savaşta sivrilmeyi başarm ış ve n ihayetinde Şam paşalığı unvan ın ı kazanm ıştı . D aha sonrasında yalnızca Vahhabilerle savaşmakla kalm am ış aynı zam anda kendisine komşu Akka, Trablus ve Halep paşalarıyla da mücadeleyi sü rdürm üştü . Bu savaşlar onun çöküşünü h ız land ırd ı ve 1812 yılında M ısır civarlarında bir yere kaçmak zo runda kaldı. Cezzar’m m aiyetindekilerden biri olan M ustafa Berber, Trablus’a yerleşti. Tesadüfen Trablus kalesi k o m u tan lığına atandı, sonrasında da vergi toplayarak ve kendisi dışında tüm otoritelerin varlığını hiçe sayarak, kendisini tüm bölgenin efendisi ilan etti. Ebu Nabbed (ceviz baston babası) lakaplı M ahm ut Bey Yafa’da iktidarı ele geçirdi. I r a k ’ta da benzer bir m anzara vardı. K irm an şa h ’ın İranlı yöneticisi ve K ürt beyleri destekledikleri tarafa ak t if b ir şekilde yardım cı müdahalelerde bulunuyorlardı. Küçük Süleym an’ın 1810 yılında ö lüm ünden sonra Abdullah, Bağdat’ın egemenliğini 2 yıla m ahsus o lm ak üzere ele geçirdi. 1812 yılında yerini, ün lü Büyük Süleym an’ın oğlu Sait Paşaya bırakacaktı. Yönetimde kaldığı yıllar (1812-1817) feodal düzensizlikler ve Babıali’n in ayrılıkçılığa ve Irak kölem enlerin in inatçılığına karşı neticesiz teşebbüsleriyle anılır.
II. Beşir’in Lübnan’daki Reformları
Bütün feodal parçalanm a süresi boyunca, II. Beşir, Lübnan’ın m erkezileşmesi ve yeniden yapılandırılması için bir seferberlik başlattı. Ne düzenli bir ordu, ne de yeni üretim ve eğitim birimleri kurabilmiş olsa da, eylemleri ilerlemeci bir karakterdeydi ve Lübnan’ın iktisadi ilerlemesini teşvik etmişti. Beşir genellikle “korkunç” olarak adlandırılıyordu. Yalnızca ism inin zikredilmesi bile huşuyla karşılanıyordu. Açgözlü ve kibirliydi, bunu peşi sıra boyun eğmez bir tutku ve kararlılık sergiliyordu. Diğer Doğulu reformcular gibi, Beşir de, kurnazlık, idam, işkence, rüşvet ve yağmacılık gibi feodal yöntemleri kullanarak feodal keyfiyeti sonlandırmayı ve Lübnan ekonomisini geliştirmeyi umuyordu.
Kendisini güçlü bir merkezi devletin yaratılm asına ve feodal an a r ş in in tasfiye edilmesine adadı. II. Beşir 1795 yılında ik tidarı ele geçirdiğinde, Lübnan’da etkili birçok feodal ailenin kökünü kazıdı ve m ülklerine el koydu. Bu mücadeleye 19. yüzyılda da devam etti. İsyancı beylerden t ım arları zorla aldı ve kendi oğullarına devretti. Cezzar’m ölüm ünden kısa bir m üddet sonra Kuzey Lübnan’daki Cübeyl feodal beyliğini ve Lübnan’ın buğday tedarikçisi olan Bekaa Vadisini topraklarına kattı.
Beşir, güney Lübnan’daki büyük feodal Dürzi beylerden mülkler devraldı ve bura la ra kendisine görece küçük k ira la r ödeyen, dut ağacı yetiştiren ve ipek iplik eğiren kuzey bölgesi M arun ile r in i yerleştirdi. Bu k iracıların bazıları zengin oldu ve nihayetinde işlediği toprağı satın aldı.
II. Beşir ayrıca, K asrun’un M aruni feodal beylerinin keyfi yönetimini de sınırlandırdı. Feodal haydutluğa karşı yü rü ttü ğ ü amansız mücadele anayollar üzerindeki kanunsuzluğun tam am en elimine edilmesiyle sonuçlanacaktı ve sonunda tüccarlar, Beşir tarafından cezalandırmaktan korkan hiçbir yol üstü haydudun kendilerine dokunm a cüreti göstermeyeceğini bilerek mallarını Lübnan dağları boyunca taşıyabilecekti. Tüm bun ların yanı sıra, köylüler de rahat bir nefes alıyordu, çünkü feodal vergiler Cezzar’m dönemine göre daha makul ölçülerdeydi.
Feodal keyfiyeti sınırlandıran Beşir, kendisine de Lübnanlı köylüleri söm ürm e özgürlüğü tanımıştı. Dört bir yanını gösterişli lükslerle donattı. Kendisi için Beit Ed-Dine’de yaptırdığı saray Lübnan m im aris in in en görkemli abidelerinden biridir. Resmiyette II. Beşir M üslüm an’dı, fakat kendisi ve akrabaları gizlice Hıristiyanlığı benimsemişlerdi ve sarayın
gizli kilisesinde Hıristiyan ayinleri yapıyorlardı. Bu dönüşüm politik gerekçeler tarafından dayatılmıştı -L übnan’ı Şehhap iktidarı altında birleştirmek için M arun i ruhban sınıfının nüfuzunu kullanm a isteğ i- ve Beşir’in bizzat kendisi bu “sırrın” Lübnan Hıristiyanları arasında yayılması için çaba sarf ediyordu. Katolik basın onu dini bü tün bir Hıristiyan olarak resmediyordu. Gerçekte ise dine karşı kayıtsız biriydi. Ünlü Fransız şair Lam artine’in de yazdığı gibi Beşir, Dürzilerin yanında Dürzi, Hıristiyanların yanında Hıristiyan ve M üslüm anların yanında M üslüm an’dı.
Abdullah Paşa ve “Reformları”. Lübnan’da 1820 Ayaklanması
Akka Valisi Süleyman Paşa 1819’da öldüğünde, b ir ara h izm etinde olan bir mültezim, Babıali’den Akka paşalığını, en sevdiği kölem enlerden biri olan ve kendi hayalî m ertl ik m arife tlerin i övdüğü şiirler yazan 26 yaşındaki Abdullah Paşa için satın almıştı. M ükem m el bir el yazısı ile de tan ın an bu genç paşa, bir hat sanatı aşığı olan Sultan II. M ah m u t’a el yazması bir K uran sunm uştu ve dolayısıyla onun teveccühlerin i kazanm ayı başarm ıştı . II. M ahm ut ve M ehm et Ali gibi re formcuları taklit ettiğini düşünerek, A bdullah Paşa kendi kölemenleri arasından düzenli bir piyade tabu ru toparladı fakat bu heveslerinden ve II. M a h m u t’a karşı henüz cezalandır ılm am ış birçok başarısız isyan ın d an kendisini hiçbir şekilde ayıramayacaktı. Kontrolü tam am en kendisi için paşalığı getiren ve sonunda boğdurduğu m ültezim in el- lerindeydi ve onun em irlerini uygulam ak zorundaydı. Abdullah, m ü ltezim in taleplerini karşılam ak için Lübnan’dan olağandışı bir vergi de topluyordu.
Vassalı olan II. Beşir vergileri toplamaya başladı. Lübnan fellahları, 1829’de Cezzar devrine dönüldüğü öngörüsüyle ayaklandılar. Altı bin köylü, vergileri ödememe kararın ı bildirdikleri Antilyas köyünde (kuzey Lübnan) bir araya geldiler. Beşir Lübnan’dan sakınıyordu, fakat Abdullah tarafından yerine atanan iki emir de gerekli tu tarı arttırm ayı başaramadılar. Daha sonra Abdullah, Lübnan’a, Cübeyl’deki kampı b in lerce asi tarafından çevrilmiş bu lunan ve küçük bir gücün başında bekleyen Beşir’e döndü. Dürzi Şeyhi Canbolat tarafından yönetilen diğer bir kuvvet tam vaktinde yetişerek, asileri püskürtm ek ve isyanı bastırm ak için II. Beşir’e vardım etti.
Dürzi Soylularının İmhası
Abdullah P aşan ın başarısızlıkla sonuçlanan başkaldırısında bu lun duğu için Sultan’ın gazabına uğram aktan korkan II. Beşir 1822 y ıl ın da bu kez de Mısır’a kaçtı. Lübnan’da iktidar Şeyh Canbolat başkanlığındaki Dürzi feodal beylerin elindeydi. Şehhaplardan birini Lübnan Em iri’nin yerine seçmişlerdi. O nlar ın emirlerini yerine getiren iradesiz biriydi bu. Eski gelenekler, otokrasi ve keyfi yönetim Lübnan’da yeniden gözden geçirildi, fakat Mehmet Ali’nin Babıali’den, II. Beşir’in affını güvenceye almasıyla Emir kendi bölgesine geri döndü. Feodal beyler onun otoritesinin yeniden inşasına karşı başkaldırdılar. Beşir isyancılara karşı acımasızca davrandı ve Canbolat’ın kalesini yıktı. Şeyh Canbolat hapsedildi ve bir süre sonra da boğularak öldürüldü. Çocukları sürgüne gönderildi ve mülkleri Beşir’in oğulları arasında bölüştürüldü. Benzer bir kader Arslan emirlerini de bekliyordu. Arslan ailesinin ancak birkaç üyesi kaçmayı başarabilecekti.
Feodal otokrasiye karşı mücadelesinde II. Beşir, bizatihi kendi ak ra balarını ortadan kaldırmaya başladığı ve böylece kendi yönetimini güçlendirdiği bir aşamaya erişmişti, uluslararası d u ru m kendisini sonsuza kadar Lübnan dışına çıkmaya zorlayacağı 1840 yılma kadar da saltanat sürecekti.
II. Mahmut Reformları ve Suriye ve Filistin’deki Karışıklıklar
Sultan II. M ah m u t’un reformlarına karşı ar tan memnuniyetsizlik işaretleri, 19. yüzyılın ikinci on yılından itibaren Suriye ve Filistin’de su yüzüne çıkmaya başladı. Kendisini “kâfir” olarak, İslam’a ihanet eden biri olarak damgalayan dindarlar arasında Sultan’ın yeniliklerine k arşı bir öfke yaygınlaşmıştı. Osmanlı İm parato rluğunu Avrupalılaştırma girişiminde Sultan, m em urlarına Avrupai elbiseler giymelerini, sarık yerine fesi benimsemelerini emretti ve sivil yönetimi yeniden düzenledi. 1826’da, resmî olarak toprak imtiyazının askerî t ım ar sistemini ve yeniçeri birliklerini o rtadan kaldırdı. Düzenli ordu birliklerinin oluşturulması hükm üne cevaben İstanbul yeniçerileri başkaldırdı. 15 Haziran 1826’da, kışlalarının önündeki meydanda toplandılar ve padişaha k arşı bir itaatsizlik işareti olarak kazan kaldırdılar. Fakat Sultan bu isyanı bastırdı. Meydanı topçularla sardı ve kışlalara ateş emri verdi. Binlerce yeniçeri yanarak öldü ve kaçmaya çalışanlar da Sultan ın ateşli silahlarıyla vuruldu.
Bir sonraki adım eyaletlerdeki yeniçerilerin katliydi. O nlar ın ko ru yucuları olan ve kent sakinleri üzerinde etraflı bir etkiye sahip Bektaşi Dervişleri de şiddetle cezalandırıldı. Bektaşi Dervişliği lağvedildi ve yeniçerilerle bağlantılı loncalar tümüyle yeniden düzenlendi.
Tüm bu olanlar taşrada hoşnutsuzluk hissini arttırıyordu. Dahası, reformları sürdürm ek için çok m iktarda paraya ihtiyaç vardı ve bunun da büyük bir kısmı zanaatkârlar ve küçük tüccarlar tarafından karşılanıyordu. Vergiler yükselirken ücretler düşüyordu. Memnuniyetsizlikler Sultana karşı duyulan kini arttırıyordu, zanaatkârlarm çocukları açlıktan ölürken, “Kâfir” (Kâfir-imansız, İslam’dan dönen), söylentilere göre, soylularla içki âlemlerine gidiyordu. Dervişler, Sultan’m lüksler içindeki hayatını zanaatkârlarm kıt kanaat hayatlarıyla karşılaştırıyordu. Zanaatkârlar arasındaki ideologlar, özellikle Bektaşiler, nasihatlarında Sultan’m sarayındaki sefahat ve varlığa saldırıyor ve ahlaksal katı aske- tik sadeliğe geri dönm ek ve eski erdemlerin ve eski el araç-gereçlerinin muhafazası için çağrıda bulunuyorlardı. Bu çağrılar genellikle tasavvuf ve sivil itaatsizlik öğütleriyle birleştiriliyordu.
Ekonomideki sürekli kötüye gidiş, reformların gerçek doğasını a n lam aktaki acizlik ve Derviş propagandaları, tüm bunlar Osmanlı İm para to rluğunun birçok kentini saran geniş bir isyan hareketin in doğmasına neden oldu. Bu hareket Suriye’de, Halep ve -özellikle d e - Şanı kentlerinde doruğa ulaştı.
1825’de, Şam’da para sirkülâsyonu üzerine bir ferm anın yayınlanmasıyla bağlantılı olarak, büyük bir kargaşa patlak verdi. Dönemin bir tanığı “Halk, valiyi öldürmekle ve tüm görevlileri katletmekle tehdit ederek, İstanbul’dan bir hazinedar gelene kadar tüm parayı dolaşımda tu tm ak için bir em rin yayınlanmasını güvence altına almaya çalıştı” diye yazmaktadır. Aynı yıl, bir isyan da halkın vergi vermeyi reddettiği Kudüs, Beytüllahim ve Nablus’ta patlak verdi. 1830’da Nablus’ta ve 1831’de Şam’da yeni isyan alevleri parladı.
Şam’da Türk Paşası, merkezin emriyle, vergileri a r tt ı rm a maksadıyla bü tün zanaatkâr dükkân lar ın ın ve depolarının bir envanterini hazırlamaya başladı. Bu işlem bir isyan işareti olarak hizmet etti. İsyancılar, Paşan ın sarayını ateşe verdiler ve garnizonla birlikte sığınmacıları da yanm a aldığı kaleyi kuşattılar. Kuşatma 6 halta boyunca sürdü. Erzak tedariki sağlanamayınca Paşa kuşatmayı yarm ak için bir girişimde b u lundu ve bu esnada öldürüldü. Fakat Şam ahalisi savaş alan ından galip ayrılsa da bu zaferin meyvelerini toplayamayacaktı.
Tüm bunlar kendiliğinden gelişen isyanlar ve başkaldırılardı ve genel hoşnutsuzluk, gözlerini Osm anlı’n m Asya’daki eyaletlerine diken Mehmet Ali’nin elindeki bir oyuncak gibiydi. 1831’de, Mısırlı birlikler Suriye ve Filistin’i ilhak ettiğinde halk onları, kâfir Sultan’m zorbalığından kurtaracak kişiler olarak memnuniyetle karşılayacaktı.
Davud Paşa’nın Irak’taki Reformları (1817-31)
Sultan’m M ezopotamya’daki prestiji de çok kötü durum lara düşm üştü. Dağlarla çevrilmiş Irak, aslında Babıali’n in otoritesinin hâlihazırda tanındığı ama itibar görmediği otonom bir bölgeydi. Irak kölemenler tarafından yönetiliyordu. Davud Paşa 1817’de, seleflerinin ve kayınbiraderin in boynunu vu rdura rak iktidarı ele geçirdi. Gürcistan doğumlu biri olarak, çocuk yaşta Büyük Süleyman’a köle olarak satılmıştı. Edebi ve diplomatik istidadıyla, Doğu dillerine ve M üslüman teolojiye dair kusursuz bilgisiyle Davud, kölemenler arasında göze çarpıyordu. Büyük Süleyman’ın kâtibi oldu ve Sultan’m kızıyla evlendi. Süleyman’ın ölüm ünden sonra Davud gözden düştü ve Bağdat’ta bir camide molla oldu. Fakat sonrasında din adamlarıyla sıkı bağlar geliştirdi, aynı zamanda kölemenleri de kendi tarafına çekmeyi başardı ve onların da desteğiyle paşa oldu.
Davud Paşa I rak ’ı on dört yıl boyunca bir despot gibi yönetti. Birçok yönden Mısır Paşası M ehm et Ali’yi taklit ediyordu. İlkin, yerel tüccarlar üzerine ağır yükler bindiren kapitülasyonları kaldırdı ve Doğu H indistan Şirketini ve komprador ajanlarını (genellikle İranlılar) ayrıcalıklı konum lara getirdi. 182l ’deki talimatlarında ise şirket ve kom pradorları im tiyazlarından m ah ru m kıldılar ve yerel tüccarlarla aynı d u ru m a indirgendiler.
Doğu Hindistan Şirketi savaş açarak misillemede bulundu. Deniz filosu Irak nehirlerinde demirlemiş ve Basra-Bağdat bağlantısını kesmişti. Davud sonrasında Şirket’in mallarına el koymaya ve Bağdat’taki ikam etin in etrafını kuşatmaya başladı. Çatışma, şirketin tesislerini kapatm ası ve çalışanlarını sınır dışı etmesiyle geçici olarak sonlandı. Fakat çok geçmeden heybetli Doğu Hindistan Şirketi Davud Paşayı kendisinin ve temsilcilerinin imtiyazlarını iade etmesi için uyardı ve hatta el koyduğu malları geri vermesi için ona baskı yaptı. Yerel tüccarların çıkarlarını güvence altına almaya çalışan D avud’un tüm girişimleri sonuçsuz kalmıştı.
I rak ’ın merkeziyetçi bir yapıya kavuşması için verdiği mücadelelerde .Davud Paşa feodal ve aşiretsel ayrılıkçılığı hesaba ka tm ak zorundaydı. Aşiret isyanlarını bastırdı, kendisine faydası dokunm ayan şeyhleri kovdu ve aşiretlerin başına kendi adam ların ı yerleştirdi. Feodal K ürdistan’a üstün lük ku rm a mücadelesi çok daha zorluydu.
Kürt Beyleri, İran Şah ın ın kişiliğinde oldukça güçlü bir müttefike sahipti. 18. yüzyılın ikinci yarısı boyunca feodal İran düşüş halindeydi, fakat 1797’de ülke, I rak ’ı da topraklarına katm ak için çabalayan Fatih Ali Şah’m iktidarı altında birleşti. İlk eylemi Irak Kürdistanı’ndaki beylerle irtibat ku rm ak olmuştu. Beyler, onun vassalı olmayı kabul ettiler ve vergi ödemeye başladılar ve hatta içlerinden bazıları Şah tarafından bölgen in valisi olarak atandı. Bağdat paşalarının Irak Kürdistanı’nda iktidarı geri alm ak için bulundukları tüm girişimler, İran birliklerinin m ukavemetiyle karşılaşıyordu. Davud Paşa bu du rum a bir son verme k a ra r ın daydı. 1821 yılında, İ ran ’ın atadığı Kürdistan Valisi, yeni beye karşı bir sefer düzenledi, fakat birleşik Kürt ve İran güçleri tarafından yenilgiye uğratıldı. Buna karşılık Davud, I rak ’taki İranlılar için bir misillemede bulunacaktı. Mülklerine el koyup hepsini hapse attırmıştı. Ayrıca ad am larına, Kerbela ve N ecef’te bu lunan Şii din adam ların ın hâzinelerine el koyma em rini verdi. Şii camilerine sığınmaya çalışan birçok İranlı ö ldürüldü. T üm bu olanlar Kürdistan üzerindeki Türk-İran anlaşmazlığını sivriltti ve 1821-23 savaşma neden oldu.
İran avantajlı durumdaydı. Orduları kısmen Avrupalılarmki gibi düzenlenmişti. Türkler, hem I rak ’ta hem de Doğu Anadolu’da bir dizi yenilgiyle zarara uğradılar. İranlılar Süleymaniye, Kerkük ve M usu l’u ele geçirdi ve ancak bir kolera salgını ile durdurulabildiler, bundan d o layı Irak Kürdistanı’n m Türk paşaların elinde kaldığı E rzurum Barış Antlaşm asını (Mart 1823) imzaladılar.
İran ’la yapılan savaş Davud Paşayı Avrupa’nın savaş yöntemlerinde üstünlüğü konusunda ikna etmiş ve düzenli bir ordu oluşturm ak için işe koyulmuştu. Seleflerinin aksine Davud, Fransız yerine İngiliz eğiticileri görevlendirmişti. Doğu Hindistan Şirketin in Bağdat’taki mümessili Albay Taylor’un da yardımıyla Davud Paşa, İngiliz-Hint sepoyları ta r zında donatılmış düzenli birlikler oluşturdu. Bunun yanı sıra Davud, m odern toplar satın aldı ve Bağdat’a günün teknik standartla rına cevap verecek nitelikte bir cephanelik inşa etti.
O rdunun yeniden düzenlenm esinin finansm anı için Davud, Mehmet Ali gibi, I rak ’in temel ürünleri olan buğday, arpa, h u rm a ve tuzun ta-
m anim i satın alıp, ihraç etme ayrıcalıklı opsiyonunu kullandı. Bu ü rü n lerin nakliyesi için denizde de gidebilen nehir gemileri getirtti. Ayrıca, Mısır örneğini izleyerek pam uk ve şeker kamışı yetiştirmeye çalıştı.
Davud, M ehmet Ali gibi, yönetim altında olan Irak ’m bağımsızlığını sağlamak için, Türkiye’yi 1828-29’daki Rus savaşı esnasında yenmeyi planlıyordu. Edirne A ntlaşm asına göre Türkiye çok büyük tazminatlar ödemek zorunda bırakıldı. Sultan II. M ahm ut, paşalarından para talep etmek zorunda kalacaktı. Babıali’n in özel bir m em uru I rak ’a vergileri toplam ak için gönderildi. Bu görevli Davud P aşan ın talimatıyla, öğle yemeği karşılamasından sonra hemen öldürüldü. Babıali, Davud Paşayı isyancı olarak ilan etti ve 1820’de Halep Paşası Ali R ızan ın birliklerini ona karşı savaşmak üzere yönlendirdi. Fakat Davud Paşa, Babıali’ye karşı savaşmak için uzun zam andır hazırlıklar yapıyordu. İyi donanım lı ve iyi eğitimli bir orduya sahipti ve tek istediği böylesi bir savaştı. Emrindeki düzenli birliklerin yanı sıra, 25.000 kişilik güçlü, düzensiz piyade ve süvari birliği ve ayrıca kabilelerden toplanmış 50.000 kişilik güçlü bir askerî birlikle başarıyı um m ak için her şeye sahipti. Fakat savaşın n e ticesi diğer şartların belirleyiciliğine tabi olacaktı. Yıkıcı bir sel baskını, mahsul kıtlığı ve bir hu m m a salgını I rak ’m kudre tin i baltalamıştı. 1831 vebası D avud’un ordusunu hemen hemen yok etmişti. Salgın sona erdiğinde Ali R ızan ın birlikleri neredeyse hiçbir dirençle karşılaşmadan I rak ’a girdi ve boş ve tükenm iş toprakları ele geçirdi. Eylül 1831’de Davud Paşa azledildi ve İstanbul’a gönderildi. Avnı zamanda, Bağdat paşalarının ve kölemenlerin ayrılıkçılığını da bir son bekliyordu. O zam andan sonra Bağdat paşaları Babıali tarafından atandı ve onun emir ve politikalarının uygulandığı görüldü.
B Ö L Ü M V
l 8 . Y Ü Z Y I L I N S O N U N D A - 1 9 . Y Ü Z Y I L I N B A Ş I N D A
V A H H A B İ L E R V E A R A P Ü L K E L E R İ
18. Yüzyılda Arabistan
Arabistan, her zaman Arap dünyası içinde en geri kalmış ülke olagelmiştir. Buradaki feodal ilişkiler hâlâ M uham m ed peygamber zam anının ataerkil izlerini taşır. 18. yüzyılda, eskiden olduğu gibi, hayvan yetiştiriciliği ve vaha sulama tarım ı ülke ekonomisinin temellerini teşkil etmekteydi. Oldukça geniş o lm alarına rağmen Arabistan stepleri, zayıf bitki örtüsüyle, hayvan yetiştiren bir nüfusun ihtiyaçlarını karşılamaktan daim a uzak olmuştur. Arabistan ezelden beri, zaten ilkel olan ekonomiyi tahrip eden ve fazla nüfusu yarımada dışına atan periyodik “otlak krizlerinden” zarar görüyordu. O tlakların azlığı, göç dalgalarına neden olm anın yanı sıra, bedevileri hurm a ve diğer meyvelerin ekip biçilmesi dâhil, toprak üzerinde uzlaşıya varm ak zorunda bırakıyordu. Bu yüzden Arabistan’da “kabilelerin bir bö lüm ünün yerleşimleriyle, diğerlerinin süreğen göçebe hayatları arasında ortaya çıkan genel bir ilişki vard ır” (Marx ve Engels, Seçme Yazılar, Moskova, 1965, s. 80), ki M arx’a göre bu, bü tün Doğulu kabilelerin karakteristiğidir. Yerleşimler, Asir, Yemen, H adhram aut, Um m an, Necid dağlarında ve dağların eteklerindeki vahalarda bulunurdu.
18. yüzyılın başlarında, Arabistan Yarımadası hiçbir devlet örgütlenmesine sahip değildi. Nüfusu, bozkır bedevileri ve vahalardaki yerleşik çiftçiler, bir dizi kabileye bölünmüştü. Parçalanmış ve birbiriyle sürekli savaşan bu kabileler, otlaklar, sürüler, ganimetler ve kuyuların zilyeti üzerine bitmek tükenm ek bilmeyen savaşlara girişmişti. Üstelik kabileler son adam ına kadar silahlanınca mücadeleler çok daha şiddetli ve sü-
rüncemeli bir hal alacaktı. Göçebe bölgelerin feodal ve kabilesel anarşisi yerleşik bölgelerin feodal parçalanmışlığıyla birleşiyordu. Hemen hemen tü m köyler ve kasabalar tevarüs eden bir yöneticiye sahipti. Arabistan’ın yerleşik bölgeleri kabile benzeri küçük feodal beyliklerden müteşekkildi ve bun lar da kendi aralarında sonu gelmez savaşlar sürdürüyordu.
A rabistan feodal top lum unun görece karm aşık bir yapısı vardı. Şeyhler göçebe kabileler üzerinde bir egemenliğe sahipti. Bazı kabilelerde şeyhler haleflerini seçerdi fakat büyük çoğunluğunda yönetim zaten verasete dayalıydı. Çöl feodal a r is tokrasin in ve onun yönettiği sözde özgür, soylu kabilelerin yanı sıra derebeylerinden, bağımlı-yerleşik ve yarı göçebelerden oluşan bir nüfus da söz konusuydu. Kasabalardaki ve ta r ım a lan larındaki feodal soylular (örn. şerifler ve seyitler) ve zengin tüccarlar, küçük tüccarları, zanaatkârları ve bağımlı köylüleri dengelemekteydi.
Feodal Arabistan’da, sınıf ilişkileri, ataerkil ve klan ilişkileriyle ve hem göçebeler hem de yerleşik nüfus arasında görece yaygın olan kö leliğin varlığıyla daha da karmaşıklaştı. Mekke, Hofuf, Muskat ve diğer kentlerin köle pazarları Arabistan soyluluğuna işçilik ve ev hizmetçiliği yapacak büyük sayılarda köle sağlıyordu.
Arabistan’ın köy ve kasabaları sürekli olarak bedeviler tarafından baskına uğrar ve yağmalanırdı. Baskınlar ve yıkıcı savaşlar kuyuların, kanalların ve hurm a bahçelerinin tahrip olmasına neden oluyordu ve bu yerleşik nüfusun bir an önce sona erdirmek zorunda olduğu önemli bir ekonomik gereksinim sorunuydu; bu n d an ö tü rü küçük beylikleri politik bir bü tün içinde birleştirme eğilimi mevcuttu. Dahası, Arabistan’ın yerleşik ve göçebe nüfus arasındaki toplumsal iş bölümü vahaların tarımsal ürünleriyle, bozkırların hayvansal ürünleri arasında bir değiş tokuşun artması eğilimini doğuruyordu. Bundan ayrı olarak, hem bozkır bedevileri ve hem de vaha çiftçileri hububat, tuz ve kum aş gibi ithal ü rün le re ihtiyaç duymaktaydı. Sonuç olarak, Arabistan ve komşu ülkeler olan Suriye ve Irak arasındaki kervan ticareti büyümeye başlayacaktı. Feodal anarşi ve bedevi soygunculuğu, öte yandan, bunu baltalamaya çalışıyordu. Bu sebeple, büyüyen piyasaların talebi ve ayrıca sulama tarım ını geliştirmeye duyulan ihtiyaç Arapların politik birliği yönünde güçlü birer teşvikti.
Arabistan’ın feodal ve kabilesel bölünmüşlüğü, işgalcilerin yarım adayı ele geçirmesi için uygun bir o rtam sunuyordu. Bu d u ru m da b irleşme için önemli bir özendiriciydi. 16. yüzyılda Türkler, Arabistan’ın
Kızıl Deniz kıyılarını, yani Hicaz, Asir ve Yemen’i, önemli bir direnişle karşılaşmadan ele geçirmişti. İngilizler, Hollandalılar ve Portekizliler de 16. yüzyılda Arabistan sahil şeridine üsler kurm aya başladılar. 18. yüzyılda ise İranlılar El Ahsa, U m m an ve Bahreyn’i ele geçirecekti. Sadece, çöllerle çevrili İç Arabistan işgalciler tarafından zapt edilemedi.
Böylece Arabistan’ın sahil kasabalarında cereyan eden birleşme hareketi, yabancı işgaline karşı a r tan bir mücadeleye dönüştü. Zeydi İm am ların yönettiği Yemen’deki hareket, 17. yüzyılda Türklerin sınır dışı edilmesiyle sonuçlandı. İm am lar ülkenin tü m yerleşim yerlerini (dağlık) kontrolleri altına aldılar. Türkler Hicaz’da, sadece sembolik bir güç bulunduruyordu. Gerçek yöneticiler “Peygamber soyundan gelen” Arap şeriflerdi. İranlılar, 18. yüzyılın ortalarında U m m a n d a n ve 1783’te de Arap feodal hanedan ın ın kendisini sağlamlaştırdığı Bahreyn’den çıkarıldı. Fakat bu sürecin en temiz ve tutarlı şekilde gerçekleştiği yer, birlik hareketinin istilacılara karşı bir savaş vermek zorunda olmadığı iç Arabistan, yani Necid’di. Bu, Arap kabilelerinin birleşmesi, Necid beyliklerinin merkezileşmesi, “Arabistan toprak ların ın” tek bir bü tün h a line gelmesi için verilen bir mücadeleydi. Bu kavga Vahhabilik denilen yeni bir dinî ideolojiye dayanacaktı.
Vahhabilik Doktrinleri
Vahabilik’in kurucusu Necid kentinde yerleşik Banu tem im kabilesinden gelen M uham m ed ibn Abdulvahhab isimli bir teologdur. 1703’te N ecide bağlı Uyaina’da dünyaya geldi. Dedesi ve babası ulemadandı. Abdulvahhab da ataları gibi geniş İslam coğrafyasını gezdi (Mekke, Medine ve bazı duyum lara göre Bağdat ve Şam) ve teoloji okudu. Gittiği her yerde dinî tartışm alara etkin bir katılım sağlamış ve kırklı yaşlarında N ecide geri döndüğünde yeni dinsel doktrinlerini yaymaya başlamıştı. Putperestlikten ayırt etmediği fetişizm ve totemizm gibi batıl inanç kalıntılarını şiddetle eleştiriyordu. G örünürde bü tün Araplar M üslüm an’dı. Fakat gerçekte, özellikle A rabistan’da birçok yerel kabile dini mevcuttu. Her Arap kabilesinin, her köyün kendine ait putları, inanışları ve dinî törenleri vardı. İlkel bir sosyal gelişimden kaynaklanan dinî formların çokluğu ve Arap Yarımadası ülkeleri arasındaki bağların zayıflığı politik birliğin önündeki en ciddi engellerdendi. Abdulvahhab, bu dinî polimorfizm in karşısına tevhit (birlik) diye tek bir doktrin inşa etti. Biçimsel olarak, İslami doktrinleri değiştirmek gibi bir gayesi yoktu,
fakat K uran’da bildirilen İslam’ın önceki saflığına geri dönmeye dair bir telkinde bulunuyordu. “Tüm diğer dinsel hareketler gibi, M u h am m ed ’in d inî devrimi de eskiye, yalm olana sözde bir geri dönüştü, biçimsel bir reaksiyondu. (Marx ve Engels, Seçilmiş Yazılar, s. 79). Aynı şekilde A bdulvahhab’m “dini devrim i” de eskiye ve yalına biçimsel bir dönüşten ibaretti. Fakat “devrim in” anlam ı İslam’ın ilkelerinin yeniden yorumla- nışından ziyade Arap birliğinin yarattığı cazibede aranmalıydı.
Vahhabi öğretileri temel olarak ahlak prensiplerine bağlıydı. Çöl hayatının çetin koşullarında yetişmiş olan takipçileri, sınırları riyazetle çizilmiş katı bir ahlaki sadeliği izlemekle yükümlüydü. Şarap ya da kahve içmeleri ve tü tü n kullanm aları yasaktı. Lükse kaçan her şeyi reddediyorlar ve şarkı söylemeyi, bir m üzik enstrüm anı çalmayı yasaklıyorlardı. T üm aşırı müsamahacı ve seksüel ahlaksızlıkların karşısında duruyorlardı. Bundan dolayı Vahhabileri “çöl Püritan ları” olarak adlandırm akta şaşılacak bir d u ru m olmasa gerek. Vahhabiler ayrıca yerel kabile inanç kalıntılarına karşı da savaşmıştı. Azizlerin/evliyaların türbelerini o rta dan kaldırdılar ve büyüyü, falcılığı yasakladılar. Fakat öğretileri aynı zamanda, kurum sal İslam’a da karşıydı. Asırlar boyunca şekillenmiş ve Türklerin dinî tapınm a pratikleri olan dervişlik ve tasavvufu da k ınıyorlardı. Tlalka dinden dönenlere karşı, yani İran Şiilerine, Osmanlı sahte- halifelerine ve Türk paşalarına karşı m erham et etmeden savaşmalarını salık veriyorlardı. Vahhabilerin nihai am açlarından biri de Türkleri ta m am en kovup, özgürleşmiş Arap ülkelerini saf İslam’ın bayrağı altında toplamaktı.
N ecid’in Birleşmesi
Necid’in küçük Deriye beyliğindeki feodal yöneticiler birlik hareketine önderlik yaptılar. Bunlar Em ir M uham m ed ibn Suud (176’de öldü) ve oğlu Abdülaziz’di (1765-1803). Baba-oğul Vahhabilik’i benimsemiş ve 1774’te Abdulvahhab ile bir ittifak oluşturmuşlardı. Takipçileri sonraki k ırk yıl boyunca, Vahhabilik bayrağı altında Necid’in birliği için, inatçı bir mücadele yürüteceklerdi. Bu yüzden beylikleri birbiri ardına ele geçirmeye başladılar. Bedevi kabilelerini kendilerine boyun eğmesi için zorluyorlardı. Bazı köyler Vahhabilere gönüllü olarak katılırken bazıları da “doğru yolu” silah zoruyla buluyordu.
1786 yılı itibariyle Vahhabilik Necid’in dört bir yanm a yayılmıştı. Küçük ve bir zam anlar düşm anca davranan beylikler, Suudi hanedanı
tarafından yönetilen görece geniş feodal teokratik bir devlete dönüştü. V ahhabilik’in kurucusu A bdulvahhab’m 1791 yılındaki ö lüm ünün ardından, Suudi emirler m addi ve manevi iktidarı ele geçireceklerdi. Vahhabilerin Necid’deki zaferi ve Suudi devletinin ortaya çıkışı, yeni bir sosyal sistem ya da iktidarı yeni bir sınıfın devralması an lam ına gelmeyecekti. Bu hadiselerin yenilikçi karakteri feodal anarşiyi ve Arabistan bölünm üşlüğünü zayıflatmasında yatıyordu. Fakat Vahhabiler o zam ana kadar, etkin bir yönetim aygıtına sahip, merkezi bir devlet kurm akta muvaffak olamadılar. Önceki feodal yöneticilere, Vahhabi inancını kabul etmeleri ve Vahhabi emirlerini kendi hüküm darları ve ruhan i liderleri olarak kabul etmeleri halinde, bulundukları kasabayı kendi haleflerine b ırakm a izni verilmişti. Bundan ö türü 18. yüzyılda, Vahhabi rejimi oldukça istikrarsız bir görüntüye sahipti ve aralıksız feodal ve kabilesel başkaldırılar ile sarsılıyordu. Vahhabi emirleri bir bölgeyi kendi nüfuz alanlarına ekledikten hemen sonra bir diğer bölgede isyan patlak veriyor ve Vahhabi yöneticiler bu isyanları bastırm ak için birliklerini bir yerden diğerine aceleyle taşıyorlardı.
V ahhab ile rin Basra Körfezi Mücadelesi
N ecid’in tüm bölgelerini kapsayan Vahhabi devleti 18. yüzyıl sonlarında, savunma du ru m u n d an saldırı pozisyonuna kayacaktı. 1786 yılında, Vahhabiler ilk baskınlarını Basra Körfezi kıyılarına yaptılar ve 1793 yılında fethedecekleri El Ahsa bölgesinin içlerine kadar nüfuz ettiler. Bu bir anlamda, Necid’le s ınırlandırılmış Vahhabi fetihlerinin ötelere taşmasının başlangıcı sayılırdı. Abdiilaziz’in ölüm ünden sonra Vahhabilerin başına, neredeyse bü tün Yarımadayı kapsayacak geniş bir Arap devleti kuran Emir Suud (1803-1814) geçti.
El A h şan ın ele geçirilmesinden sonra, Vahhabilerin etkisi Basra Körfezinin tam am ına yayılmıştı. 1803’te Bahreyn ve Kuveyt’i zapt e t t i ler ve sonrasında bunlara Korsan Kıyısı denilen kasabaları heybetli do nanmalarıyla birlikte dâhil ettiler. Ayrıca U m m an ın iç bölgelerindeki nüfusun büyük bir çoğunluğu da V ahhabilik’i benimsiyordu.
Maskat idarecisi, İngiltere vassalı Seyyid Sultan 1804 yılında, d o nanmasıyla Vahhabilere karşı savaşmış, fakat kısa bir sonra da mağlup olmuştu. Aynı şekilde oğlu Said, Doğu Hindistan Şirketin in de teşvikiyle mücadeleyi sürdürecekti. 1806’da Doğu Hindistan Şirketi d o n an masını Basra Körfezine göndermiş ve Maskat vassalmın gemileriyle
birlikte Vahhabi kıyılarını ablukaya almıştı. Savaş Vahhabilerin geçici bir mağlubiyetiyle sona ermişti, Vahhabiler ele geçirdikleri Britanya gemilerini geri göndermeye zorlanmış ve Doğu H indistan Şirketi bayrağına ve mülklerine saygı göstermek taahhüdünde bulunm uşlardı. O tarih ten sonra bir Britanya filosu Basra Körfezinde kalıcı olarak demirleyecek ve gördüğü herhangi bir Vahhabi savaş gemisini batıracaktı. Fakat İngiltere’n in denizlerdeki hâkimiyeti Vahhabilerin karadaki hâkimiyetini zayıflatamamıştı. Basra Körfezinin bü tün Arabistan kıyıları hâlâ onların kontrolü altındaydı.
V ahhab ile r in Hicaz Mücadelesi
Vahhabiler, bir yandan Basra Körfezi k ıyılarının egemenliği için savaşırken, bir yandan da Hicaz ve Kızıl Deniz şeridini topraklarına katm an ın yollarını arıyorlardı.
1794’ten başlamak üzere Vahhabiler, Hicaz ve Yemen bozkır kesim lerine sürekli saldırılar düzenliyor, sınırların yakın ındaki vahaları zapt ediyor ve sınır kabilelerini Vahhabi inancına dâhil ediyorlardı. 1796’da Mekke Şerif’i Galip (1788-1813) birliklerini Vahhabilere karşı savaşmak üzere yönlendirdi. Takip eden üç yıllık savaşlarda Vahhabiler zafer a rdına zafer kazandılar. Zira onlar manevi açıdan daha üstün durum daydılar, birlikleri daha düzenli ve disiplinliydi ve davalarının haklılığına olan itikatları tamdı. Bunun yanı sıra, Vahhabilerin Hicaz’da birçok ta raftarı vardı. Bu bölgenin feodal beylerinin büyük çoğunluğu Arabistan birliğinin gerekliliği konusunda ikna olmuştu. Taif ve Asir yöneticileri, birçok kabile şeyhi ve hatta şerifin kardeşi bile Vahhabilik’i ben im sem işti. 1796’dan itibaren, biri dışında, bü tün Hicaz kabileleri Vahhabilerin tarafına geçti ve mağlup Şerif Galip, Vahhabiliği, İslam’ın Ortodoks bir eğilimi olarak kabullenmek ve onlara ele geçirdikleri toprakları resmen teslim etmek zorunda kaldı (1799). Fakat birleşik b ir Arabistan düşü k u ran Vahhabiler, bununla yetinmeyecekti. İki yıl süren bir soluklanm adan sonra, Mekke şerifine karşı savaşı yeniden başlattılar ve nihayet 1803 Nisanında M ekke’yi ele geçirdiler. Vahhabilerin zihninde putperestliği andıracak her türlü m erasim yasaklanmıştı. Azizlerin/evliyaların tü rb e lerini yıktılar ve Kabe’yi kutsal kalın tılardan arındırdılar. Eski inançlarda ısrar eden mollalar idam edildi. Bu eylemler, Vahhabilerin geçici olarak geri adım attığı, Hicaz’da patlak veren bir isyanı ateşledi. 1804 y ılında M edine’yi ilhak ettiler ve 1806’da Mekke’yi yeniden zapt edip, yağm a
ladılar. Kızıl Deniz’den Basra Körfezine yayılan, Necid, Şammar, Cevf, El Ahsa, Kuveyt, Bahreyn, Yemen’in, U m m an ın ve Asirian Tuhama’n m bir bölümünü, yani neredeyse tüm yarımadayı kapsayan Vahhabi devleti Hicaz’ı da topraklarına kattı. Yemen’in ve H adhram au t’un iç bölgeleri gibi Y arım adanın ele geçiremedikleri bölgelerinde bile Vahhabilerin birçok takipçisi vardı. Yani buralarda kati bir etkiye sahiptiler.
Neredeyse tü m Arabistan’ı birleştiren Vahhabiler diğer Arap ülkelerini de devletlerine dâhil etmek için ilerlemeye devam ettiler. Birincil hedefleri Suriye ve I rak ’tı
V ahhab ile r in Suriye ve I rak Savaşı
Vahhabilik’in kurucusu A bdulvahhab’m Suriye ve I rak ’ı Türk b o yun d u ru ğ u n d an k u rta rm ak gibi bir hayalî vardı. T üm Arapların kardeş olduğunu ve birleşmeleri gerektiğini iddia ettiği için H alifen in (Türk Padişahı) otoritesiyle çelişiyor ve onu reddediyordu. A rabistan’ın düzensiz kabile yığın larından oluştuğu ve beyliklerin yıkıcı çekişmelerle iştigal olduğu günlerde, Arap birliği fikri oldukça uzak bir ihtimal olarak görülüyordu, fakat 19. yüzyılın başlarından itibaren, Arabistan birleştirilmiş ve sanki Vahhabilerin hayallerini gerçekleştirme zamanı gelmiş gibiydi.
Vahhabiler bir taraftan Hicaz’a baskın yaparken öte taraftan da Irak sınırlarına doğru harekâta başlamışlardı. Lâkin buralarda başarı o ranları oldukça düşüktü. Bağdat paşaların ın birliklerini, yarımadayı ele geçirmeye çalıştıkları her seferinde yendikleri doğruydu. Fakat Vahhabiler I rak ’ta tek bir köy ve kasabayı dahi ele geçirememişler ve baskın yapmak ve haraç toplamakla yetinmişlerdi. Hatta en büyük baskınlardan biri olan Kerbela’da (Nisan 1801) bile başarı elde edemediler. Kerbela’daki Şii camisinin hâzinelerini mahvedip bozkıra geri döndüler. A rabistan’ın 1808 yılında birleştirilmesinden sonra Vahhabiler, Bağdat’a büyük bir sefer düzenlediler fakat bir kez daha geri püskürtüldüler. Aynı şekilde Şam, Halep ve Suriye’n in diğer şehirlerine düzenlenen saldırılarda da muvaffak olamadılar. Vahhabiler bu kentlerden haraç topladılar fakat bir türlü oralara yerleşemediler. Suriye ve Irak ’ta da en az Hicaz ve U m m an ’dakiler kadar iyi savaşmışlardı. Her zamanki gibi düzenli, d isiplinli ve cesurdular. Davalarının haklılığına olan inançları yine eksiksizdi. Fakat Arabistan’da kabilelerin ve feodal sınıfın ilerici öğelerinin de desteğini kazanmışlardı; birleşmeye duyulan nesnel ihtiyaç ekono
m ik gelişimin koşullarından kaynaklanıyordu ve geçmişteki zaferlerinin sırrı burada aranmalıydı. Irak ve Suriye’de, Arabistan’la birleşmenin sosyal ve ekonomik ön koşulları henüz oluşmamıştı. Buralarda in san lar, yabancı işgalciler gibi gördükleri Vahhabilere karşı inatla d irendiler. Bağdat ve Şam’a düzenlenen Vahhabi seferleri sırasında Arap birliği fikri, hareketin ilk doğduğu günlerdeki gibi oldukça ütopik kalıyordu. Fakat yarım yüzyıllık bir mücadelenin ard ından nihayet Vahhabileri’in Arap birliği rüyası gerçekleşecekti.
B Ö L Ü M VI
M I S I R L I L A R I N A R A B İ S T A N ’I F E T H İ
Vahhabilere Karşı Savaşın Başlangıcı
M ısır’daki iktidarını sağlamlaştıran M ehmet Ali, bunu daha da ileriye taşıyarak m uazzam bir imparatorluk kurdu. M ehm et Ali 1811’den itibaren, sürekli bir savaş yürütecek ve Mısırlılar yirm i yıl içinde Arap coğrafyasının doğusunu neredeyse tam am en ele geçirecekti. Dışarıdaki ilk büyük savaşını padişahın bir temsilcisi olarak Vahhabilere karşı yapmıştır. Vahhabi baskınları, büyüyen devletlerinin Arap ülkelerinde m erkezi otoriteye ciddi bir tehlike arz etmesi nedeniyle Babıali’yi ve Türk padişah larından III. Selim ve II. M ahm ut’u fazlasıyla rahatsız etmiş fakat V ahhabilik’i engellemek için bulundukları tüm girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştı. İçsel anlaşmazlıklar, Balkanlardaki isyanlar ve Rusya’ya karşı yürü tü len savaşla meşgul olduğu için merkez, Vahhabilere karşı harp edecek yeterli sayıda asker toparlayamadı. Bunun yerine, durum u Bağdat, Şam ve Cidde’de bulunan paşalarına havale etmek zorunda kaldılar. Paşalar, saldırıları geri püskürtse de karşı saldırı du ru m u n a geçemiyordu. Sultan II. M ahm ut nihayetinde 1811’de, Mısır Paşası M ehmet Ali’yi Vahhabi isyancılarla alakadar olması için görevlendirmek zorunda kaldı. Mısırlı tüccarlar da Arabistan’a yönelik bir sefer düzenlenmesiyle ilgilendiği için, M ehmet Ali böyle bir görev için hazırdı. Hacıların yolunun ve onlarla ilgili ticaretin kesilmesiyle büyük zararla ra uğranıl- dığı için, bu sefer teçhizatları için cöm ert para ya rd ım la r ın d a bu lu nuldu. M ehm et A li’n in dolaysız amacı, A rab is tan ’ı ve zengin lik lerin i ele geçirip esas o larak o radan Suriye ve I r a k ’a sıçramaktı. Vahhabiler, O sm an lı’n m Arap bölgesi için mücadele eden M ehm et Ali’n in p o ta n siyel rakipleriydi.
Bu nedenle, M ehmet Ali on altı yaşındaki oğlu Tosun Bey’i, Vahhabileri alt etmesi için sefer halindeki gücün(sekiz ila on bin kadar adam) başına geçirdi. Tosun Bey’in akıl hocası, bu seferin gerçek lideri ve aynı zam anda M ehmet Ali’n in de en iyi generallerinden biri olan Bonapart lakaplı A hm et Ağaydı. Kahire’den El-M ahruki isimli bir tüccar da sefere eşlik ediyordu. El M ahruki ikmal subaylığı ve politik danışm anlık yapıyordu. Mısırlılar seferlerine Eylül 1811’de başladılar. Piyadeler gemiler aracılığıyla denizden ve süvariler de karadan yol alıyordu. Su ve erzak taşıyan kervanlar da hemen geriden onları takip ediyordu. 1811 Ekim inde Mısırlılar, Arap Y arımadasında Yenbo L im anın ı ele geçirdiler ve burayı Vahhabilere karşı operasyonlarında kullanılm ak üzere bir sıçrama tahtası yaptılar.
Vahhabilere karşı yürü tü len savaş Mısırlılar için acı verici bir deneyimdi. Birçoğu susuzluktan ve sıcaktan mahvoldu. Sonrasında açlıktan ve hastalıktan ölmeye başladılar. Veba, kolera, sıtma ve dizanteri d irençlerini iyice azalttı. Yüzyıllardan beri geçilemez olarak bilinen çölü aşma denemesinde, bir kısım asker yakıcı çöl güneşinden ö türü kör oldu ve diğerleri kum bataklıkları tarafından yutuldu ya da m uhtelif nedenlerden ö tü rü öldü.
Mısır ordusu düşm an bir ülke ve nüfusla çevrelenmişti. Bedevi kabileleri, Mısır devriyelerine ve erzak kervanlarına saldırılar düzenliyordu. O rdunun ön hatlarıyla arkadaki üsler arasındaki bağlantıyı kesmişlerdi. Her köy ve kasaba zorla ele geçiriliyordu. Vahhabilerin davalarının haklılığına olan inançları tam dı ve üstelik sayısal üstünlüğe sahiptiler. Mısırlılar sekiz ila on bin adam dan müteşekkilken Vahhabiler birkaç kat daha kalabalıktılar. Fakat Mısırlıların daha iyi silahları vardı. M odern topçu birliğine ve M ehm et Ali’n in okulunda eğitilmiş yetenekli generallere sahiptiler. Savaş, el değiştiren zaferlerle, çok uzun yıllar boyunca oldukça çetin şartlarda sürdürüldü.
Ocak 1812’de, Mısır ordusu Yenbo’dan çekildi ve M edine’ye doğru ilerlemeye başladı. El-Safra yakınlarındaki dar bir geçitte, Vahhabilerin beklenmedik bir baskınıyla karşılaştılar ve tam am en bozguna uğradılar. Mısırlıların beş bin askeri öldürüldü ve yalnızca üç bini Yenbo’ya geri dönebildi.
Bir mola vermeye zorlanan Mısırlılar, Vahhabi bölgesindeki nüfusu demoralize etmek için zamanı kullandılar. Ajanları, Hicaz kasabaların ın ve yönetici bedevi şeyhlerinin desteğini kazanm ak için para ve yalan vaatler ku llanm aktan im tina etmediler. Mısırlılar onların desteği ve
Mısır’dan gönderilen takviye güçlerle yeniden saldırı pozisyonuna geçtiler. Kasını 1812’de M edine’yi ve sonraki Ocak ayında da Mekke, Taif ve Cidde’yi ele geçirdiler. Böylece Hicaz fethedilmiş oluyordu. Fakat Mısır o rdusunun d u rum u iyileşmeyecekti. Yaklaşık olarak sekiz bin asker sıcaktan ve hastalıktan ölmüştü. Halk pek de dost sayılmazdı. Esas güçlerini koruyan Vahhabiler M edine’yi kuşattılar ve Mısır iletişim hatla r ın da bir gerilla savaşı başlattılar.
M ehm et Ali A rab is tan ’da (1813-15)
M ehm et Ali tam da sonucu belirleyecek bir zamanlamayla seferin başına kendisi geçme kararı aldı. Eylül 1813’te yeni güçleriyle birlikte Cidde’ye vardı. İlk çabası, M ısırlıların Hicaz’daki konum unu sağlamlaştırmaktı. Mekke Şerifi Galip’i görevinden alıp yerine kendi himayesindeki birini atadı. Kendisine karşı devam eden tüm direnci kırıp bedevi şeyhlerine büyük meblağlarda para dağıttı. Yine de Arabistan bölgesine derinlemesine nüfuz etmeye yönelik bü tün girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
Mayıs 1814’te Emir Suud öldü. Kuzey’deki direnişe başkanlık yapan Abdullah yeni emir oldu. Güneyde birçok Vahhabi güçleri, Necid’den Yemene uzanan yolları kontrol eden Türaba Vahası üzerine yoğunlaşmıştı. Türaba, Vahhabilerin ülkenin güneyindeki harekâtlarında son derece önemli bir üs görevi görüyordu.
M ehm et Ali Hicaz ve Asir’in güneyinde faaliyetteydi. Kişisel olarak güney Vahhabilerine karşı savaşlar y ü rü ttü ve onlara karşı birçok sefer düzenledi. 20 O cak’ta, Basal M uharebesinde (Taif’in doğusunda) Mısırlılar A bdullah’ın kardeşi Faysal yönetimindeki güneylilerin 30.000 kişilik güçlü ordusunu ezici bir şekilde yenilgiye uğrattı ve Vahhabilerin güneydeki gücünü kırdı. Türaba ve Bisha Mısırlıların eline geçti, fakat Mayıs 1815’te M ehm et Ali Mısır için Arabistan’dan ayrılmak zorunda kaldı ve Yemeni zapt etme fikrinden geçici olarak vazgeçti.
Kuzey’deki Mısır güçleri Tosun Bey tarafından kum anda ediliyordu. Necid, El Ahsa ve U m m an ’m dört bir tarafından adam toplayan Abdullah’ın güçlerine karşı dirayetli bir mücadele yürütüyordu. 1815 b a har ında Tosun Bey, Vahhabileri bir dizi yenilgiye uğra tarak A bdullah’ı barışa zorladı.
Anlaşmaya göre, Necid ve Kasim Vahhabilere, Hicaz ise Mısır’a b ırakılacaktı. Abdullah, Türk padişah ın ın buyruğu altına girmeye ve
M edine’deki Mısır Valisine bağlılık taahhüdünde bulunmaya zorlandı. Ayrıca hacıların güvenliğini sağlama, Vahhabilerin Mekke’den çaldığı hâzineleri geri getirme ve dinsel yeniliklerden vazgeçme ve Türk padişah ının çağrılarını sorgulamadan kabul etme sözü verdi.
Barışın sonunda, Tosun Bey garnizonu Hicaz’ın başlıca şehirlerine konuşlandırdı ve M ısır’a geçti. Savaşın birinci aşaması bitmişti.
İbrahim’in Seferi ve Vahhabi Devletinin Yenilgisi
Vahhabiler, kendilerine Tosun Bey tarafından dayatılan barış antlaşmasının küçük düşürücü şartlarıyla mutabakata varamıyorlardı. Görünüşte antlaşm anın şartlarını kabul etmiş gibiydiler, fakat gerçekte yeni bir kurtu luş savaşının hazırlıklarına çoktan başlamışlardı bile. Üstelik antlaşmayı M ehm et Ali ve padişahın da onayladığı söylenemezdi. Vahhabi Emiri A bdullah’ın barış antlaşmasının şar tlar ından kaçındığını hissetmişlerdi, özellikle yağmalanmış Mekke hâzinelerinin geri gönderilmesinde ve Sultan’ı yerinde, İs tanbul’da, ziyaret edip hürm et göstermek hususlarında. 1816 yılında savaşa devam edildi. Fransız ordu eğitimcilerinin ve bir mayın döşeme müfrezesinin eşlik ettiği Mısır b irlikleri Arabistan’a gönderildi. Başlarında, Mehmet Ali’nin olağanüstü bir general olan ve çelik gibi bir iradeye sahip büyük oğlu İbrah im d u ru yordu. İbrahim, V ahhabilik’in kalbine, İç Arabistan’a, kadar nüfuz etme ve hareketin merkezinde çarpışma niyetindeydi. İb rahim ’in birlikleri iki yıl boyunca, Kasim ve Necid’in başlıca merkezlerini birbiri ardı sıra kuşattı. Yeşil vahaları çöle çevirdiler, kuyuları tahrip ettiler, hurm aları kestiler ve evleri yaktılar. Mısır askerleri katledildiler ve gasp edildiler. Katledilmeyen yerel halk ise açlık ve susuzluktan öldü. Mısır birliklerinin yaklaştığını hisseden halk, evlerini terk edip daha uzak vahalarda sığm ak arıyordu. 1817 yılında, Arabistan’ın daha önce hiç görmediği tü r den bir ölüm kalım savaşında, Mısırlılar Rass, Buraida ve Anaiza’yı istila ettiler. 1818 başlarında N ecide girdiler, Şakra’yı ele geçirdiler ve 6 Nisan 1818’de Vahhabilerin istihkâm edilmiş başkenti Deriye’ye yaklaştılar.1818 yılı Eylül’ünün 15’inde, beş aylık bir kuşatm adan sonra, Deriye diye bir yer kalmadı. Mısırlılar kenti yerle bir ettiler. Halk harap kenti terk etmişti. Vahhabi Emiri Abdullah teslim olmuştu. Önce Kahire’ye a rd ın dan da Aralık 1818’de boynunun vurulacağı İstanbul’a gönderilecekti.
Deriye’yi yıktık tan sonra İbrah im ’in birlikleri Katif ve El Ahsa’yı ele geçirmek için yollandı. E m ir’in akrabaları ve en önemli Vahhabi liderleri
hapse atıldı ve Mısır’a yollandı. Necid’in tahk im edilmiş tüm kasabaları yerle bir edildi. Mısırlılar, Vahhabi devleti sonsuza kadar yıkılmış gibi zaferlerini kutladılar. Aralık 1819’da, İbrahim, ordusunun çekirdek kadrosuyla Kahire ye döndü. Mısır garnizonu Necid ve Hicaz’da kalacaktı. Fakat düşm anları ne karşılarındaki kuvveti bastıracak ne de ülke yönet im in i kazanabilecek güçteydi. Arabistan’ın çölleri ve dağları isyancılar için bir sığınak ve Vahhabi ayaklanm aların ın ortaya çıktığı sürekli m erkezler oldu.
Vahhabi Ayaklanmaları (1820-1840)
Mısır zaferinin bir sonucu da Arabistan’ın büyük bir bö lüm ünün resmî olarak Osmanlı İmparatorluğu topraklarına dâhil olmasıydı. Fakat aslında Arabistan artık M ısır’a aitti. Hicaz, M ehm et Ali’n in a tad ığı Mısırlı bir paşanın yönetimi altında bir Mısır eyaleti haline geldi. Paşa atanır a tanmaz artık hayalî bir iktidarla iştigal edecek Mekke şeriflerini tasfiye edecekti.
1819 yılında kıyı kasabaları Mısırlılar tara f ından zapt edilen Yemen özerkliğini sürdürüyordu. San’a da yaşayan bir Zeydi İm am ı ta ra f ın d an idare ediliyordu. Kendisini Babıali’n in buyru ğ u n d a görüyor ve M ıs ır’a yıllık bir vergi ödemeyi taahhü t ediyordu. Fakat ülkedeki iktidarı göstermelikti. Birçok kabile ve yerel yönetici açıklıkla İm am ’a uym adık ların ı gösteriyordu. 1823 ve 1826 tarih ler i arasında, Mısırlılar birçok Yemen seferi düzenlediler, fakat Mora savaşı yüzünden ülkeden ayrılm ak zorunda kaldılar. 1834’te Yemenite Tiham a ve Taiz’i ele geçirmeyi başardılar.
Mısırlı vekiller Necid’i yönetiyordu. Hiç kimse, İb rah im ’in atadığı, Abdullah’ın küçük kardeşi, Emir M azhar’ı önemsemiyordu. Tüm ülke harap olmuş ve acı içinde kıvranıyordu. Açlık ve ıssızlık her yanda h ü küm sürüyordu. Feodal ve kabilesel çekişmeler artmıştı. Şammar, Kasim ve diğer bölgelerde yerel hanedanlar, Mısır otoriteleri ile işgalcilere karşı savaşmayı sürdüren Suudi hanedanından , asi Vahhabi emirleri arasında belirli bir özerklik ve m anevra alanı yaratabiliyordu.
İb rah im ’in 182()’de Necid’den çekilmesinden çok kısa bir süre sonra Deriye’de, idam edilen em irin bir akrabası tarafından yönetilen bir Vahhabi ayaklanması patlak verdi. Ayaklanma bastırılmasına bastırıldı ama 1821 yılında Vahhabiler yeniden isyan ettiler. Üstelik bu kez daha başarılı oldular. İsyancılar, idam edilmiş em irin akrabası olan Turki
(1821-34) adında biri tarafından yönetiliyordu ve Mısır tarafından tayin edilen kişiyi devirip, Vahhabi devletini yeniden kurdular ve başkentlerini harap Deriye’den iyice güçlendirilmiş R iyada (1822 civarında) taşıdılar. Vahhabilere karşı gönderilen Mısır birlikleri açlıktan, susuzluktan, salgın hastalıklardan ve gerilla saldırılarından ö tü rü mahvoldu. M ehmet Ali Necid’in işgalini Kasım ve Şam m ar ile sınırlandırılm ak zorunda bırakıldı. Yani bu, Necid’in geri kalanının Mısır garn izonlarından temizlendiği an lam ına geliyordu.
1827’de Vahhabiler eski nüfuz alanlarını yeniden kurm uş ve Mısırlıları, Kasım ve Şam m ar dışına atmışlardı. 1830 yılında El Ahsa’yı ele geçireceklerdi. Mekke şerifi 1827 yılında, sonradan başarısız olacak bir anti-Mısır isyanım körükleyecekti. Necid’i kaybeden Mısırlılar Hicaz’ı kaybetmemek için isyanlarla baş etmeye çalışıyordu. M ehm et Ali Yunanistan ve Suriye meseleleriyle, Arabistan’la uğraşamayacak kadar, meşguldü. Fakat Suriye’n in fethinden sonra, Necid’i yeniden ele geçirmeye karar verdi. Turki’yi dengeleyebilmek için, Mashari ibn H a lid ’i Vahhabi tah t ın ın varisi olarak ilan etti. 1834’te Mashari, Mısırlıların da desteğini alarak, Riyad’m yönetim ini ele geçirdi ve Emir Turki’yi öldürerek onun yerine geçti. Fakat onun da hevesi kursağında kalacaktı. İki ay sonra, Turki’nin oğlu ve mirasçısı Emir Faysal, Riyad’ı zapt edecek, M ashari’nin işini bitirerek kendisini Vahhabi devletinin başı olarak ilan edecekti.
Bu başarısızlık, N ecid’i tekrardan ele geçirme planlarını takip edip, Basra Körfezine u laşm ak isteyen M ehmet Ali’n in gözünü korkutma- mıştı. 1836 yılında Hurşid Paşa kom utasındaki Mısır kuvvetleri Necid’i istila etti. Uzun ve inatçı geçen mücadeleler Mısırlıların zaferiyle sonuçlanacaktı. Emir Faysal, 1838 yılında Kahire’ye esir olarak gönderilecekti. Mısırlılar Riyad, El Ahsa, Katif’i ele geçirmişler ve hatta Bahreyn’i zapt etmek için bile girişimde bulunmuşlardı.
M ısır lıların , N ecid ’i ve El A hsa’yı ikinci kez işgali Britanya ile zaten gergin olan ilişkileri iyice ciddileştird i ve b u ,1839-41 Doğu k r i z in in neden lerinden biri olarak geçecekti. M ehm et Ali 1840 yılında u luslararası b ir k r iz in içine çekilmişti, b u n d an ö tü rü kuvvetlerin i A rab is tan’dan çekmek zo runda kalacaktı. Vahhabiler bu fırsatı değerlendirip, H urşid P aşan ın kukla yöneticisi olan Em ir H a lid ’i devirdiler ve R iyad’da otoritelerini yeniden inşa ettiler.
Britanya’nın Güney Arabistan ve Basra Körfezi’ni İşgali
Vahhabilerin Arabistan’ın güney ve doğu bölgelerindeki mağlubiyeti, Arabistan Denizi ve Basra Körfezinde üstünlük iddiası olan Britanya’yı olağanüstü derecede tedirgin etti. Doğu H indistan Şirketi bölgeye kendi nüfuz alanı gözüyle bakıyordu. Şirketin meskeni, deniz üsleri ve filosu burada konum lanm ıştı ve bölgeye herhangi bir güçlü devletin erişmesi hususunda pek de istekli sayılmazdı. Bu, oldukça doğal bir durum du, dolayısıyla, Mısırlıların Yemene kadar ilerlemeleri, El A h şan ın zaptı ve M ehmet Ali’n in A rabistan’ı kendi yönetimi altında birleştirme planları, tüm kıyılarda H ind is tan ’a giden deniz güzergâhlarını güçlendirmek için çabalayan ve güney Arabistan ve Basra Körfezinde yayılmacı faaliyetlerini yoğunlaştıran Britanya’nın şiddetli bir direnciyle karşılaşacaktı.
1819’da Britanya, San’a nın güneydoğusunda bulunan bölgelerde uzlaşma hususunda M ehm et Ali’ye işbirliği teklif etti, fakat teklifi reddedildi. Sonrasında, İngilizler kendi başlarına hareket etmeye başlayacaklardı. Aralık 1820’de, bir Britanya donanm ası Yemen’in Moka limanını bombaladı ve 15 Ocak 1821’de de İm am ’a bir antlaşma dayattı. Antlaşma, Güney Arabistan’da Britanya tarafına bir dizi imtiyaz tanıyordu. 1834’te Doğu H indistan Şirketi birlikleri, daha sonra Britanya himayesinde bir devlete dönüşecek olan (1866’da) Sokotra Adasını işgal etti. Nihayetinde 1839’da, cezalandırma niyetli bir sefer sırasında, Britanya Aden’i ilhak etti. Üstelik bu işgale ticari bir işlem maskesi giydirdiler. İngilizler, bir köm ür istasyonu inşa etme bahanesiyle, Aden l im anını ve köylerini (o sıra beş yüz bin sakini vardı) bitişiğindeki Laheç Sultanlığına bağlı bir bölgeyle birlikte satın aldı (Laheç Sultanlığı Yemen’den ayrılıp, 1728 y ılında bağımsız bir devlet olmuştu).
İngiltere daha sonra Doğu Arabistan’da Korsan Kıyısı ya da Kavasim yerel kabile ve feodal yöneticileriyle bir mücadeleye girişti. Kavasim, Vahhabilerin müttefikiydi. Deniz ticareti ve korsanlıkla uğraşıyorlardı. 19. yüzyılın ilk on yılında, Doğu Hindistan Şirketi korsanlara karşı şiddetli bir savaş başlatmıştı. 181 l ’de Emir Suud Britanya ile anlaşma önerisinde bulundu, fakat karşı ta ra f kabul etmedi çünkü onların yegâne ciddi hasımı Vahhabilerdi.
Mısırlılar 1818 yılında Basra Körfezine ulaşıp, Katif’i ele geçirerek Kavasim’e vardıklarında d u rum değişikliğe uğradı. Korsan şeyhler İ ran ’a sığınmak için hızlı davrandılar, fakat kendilerini iki taraftan da kıstırılmış bir vaziyette buldular. Deniz filosunun bir taraftan korsanları
bastırm ak ve öte yandan İb rah im ’i du rdurm ak gibi ikili bir görevi v a rdı. H u fu f’un Mısırlılar tarafından ele geçirilmesinin hemen sonrasında, Doğu H indistan Şirketi İb rah im ’den El Ahsa’yı boşaltmasını talep etti. Fakat İbrahim bu talebe olumsuz yanıt verdi ve İngilizlerin, Basra Körfezindeki iddialarını reddetti. İngiltere kendi savaş gemilerini Batı U m m an ve Bahreyn’deki Vahhabi lim anlarına göndererek onun ö nünü kesebildi. 1819’da İngiliz filosu, Vahhabilerin korsan müttefiklerin in donanm asını yaktı ve 1820 yılında Korsan Kıyısı şeyhlerini, Doğu H indistan Şirketi ile bir barış antlaşması im zalam ak için zorladı.
Kavasim şeyhleri donanm aların ın bir bö lüm ünü kaybetmemişlerdi, fakat Doğu H indistan Şirketin in gemilerine sald ırm am a taahhüdünde bulunmuşlardı. Anlaşma resmî olarak, Basra Körfezinde korsanlığı ve köle ticaretini yasaklamıştı. Aslında antlaşma Vahhabi Korsan Kıyısını (Trucial U m m an diye yeniden adlandırarak; tam am en İngiltere’nin h i mayesi altına vermişti. Aynı yıl içinde İngilizler, Bahreyn Adalarının şeyhini de benzer bir antlaşma im zalam ak ve bu sayede İngiltere’ye bağlanmayı kabul etmek zorunda bıraktı.
Antlaşma imzalamayı reddeden korsan kasabalarından biri Britanya donanm ası tarafından yok edildi. 1820 ve 1840 yılları arasında İngiltere, Trucial Um m an, Maskat ve Bahreyn yöneticilerini bir dizi yeni anlaşma im zalam ak zorunda bıraktı. Basra Körfezi devletlerinin, korsanlığı ve köle ticaretini engelleyen anlaşmayı ihlal ettiklerini iddia ederek İngiltere, bu devletlerin iç işlerine m üdahale etme hakkına erişti ve Basra Körfezi bir “Britanya G ölü” o lm anın da ötesine geçti. İngilizlerin entrikaları, Mısırlıların, özellikle Körfezin gerisinde, Necid’de güçlü bir üslerinin bu lunm am asından ötürü , Basra Körfezinde hâkimiyet sağlam aların ı imkânsız kılıyordu. Vahhabilerin 1821’deki isyanından sonra Necid’den ve 1830’da da El Ahsa’dan yavaş yavaş çekilmişlerdi. 1839 yılında Necid’in ikinci kez fethinden sonra, Mısırlılar El Ahsa’yı tekrar ele geçirmişler, fakat uzun süre elde tutamamışlardı. M ehmet Ali’nin Suriye’deki gücünün k ırı lm asından sonra, Britanya Basra Körfezindeki tehlikeli bir düşm andan kendisini korum uş olacaktı.
B Ö L Ü M V II
D o ğ u S u d a n ’i n M e h m e t A l İ t a r a f i n d a n
F e t h İ. M o r a S e f e r İ
KSîö
S udan’ın Fethi
M ehm et Ali’n in ikinci büyük seferberliği Doğu Sudan’ın fethiydi. Ezelden beri, Sudan’dan M ısır’a köle, altın, kauçuk, devekuşu tüyü, fildişi ve kıymetli ahşap türlerinin düzenli bir akışı söz konusuydu. Mehmet Ali, uzun Arabistan savaşlarından tükenm iş hâzinesini tekrardan doldurm ak ve bir donanm a ve ordu inşa etm enin büyük miktarlarda para gerektirdiğini bildiği için Sudan’da gördüğü ticarete el koymak istedi. Ayrıca, Sudan’a göç etmiş olan Mısır M emluklülerinin kalın tılarım da temizlemek istiyordu.
A rabis tan’daki savaşın aksine, Sudan’daki savaş m eşakkatli o lm ayacaktı. Sudan M ıs ır’a, A rabis tan’dan daha yakındı ve Nil aracılığıyla müsait bir şekilde M ısır’la bağlantılıydı. Bunun yanı sıra, halkı da politik ya da dinsel bir bü tü n lü k içinde değildi. Ülke birçok küçük M üslüm an devlet arasında bö lünm üştü ve hâlâ ilkel kom ünal sistemin hük ü m sürdüğü kabile bölgelerine ev sahipliği yapıyordu. En büyük devlet Funj hanedan ı ta ra f ından idare edilen Sennar’dı. 18. yüzyılda, kuzeyde N il’in Üçüncü Ç ağ layan ından , güneyde Fazughli’ye ve doğuda Kızıl D eniz’den, batıda Kordofan’a kadar uzanıyordu. Fakat 19. yüzyılın başlar ında krallık esas itibariyle parçalar ına ayrılacaktı. Atbera’da, Kızıl Deniz kıyısında ve Dongola’da ayrı devletler o r ta ya çıkmıştı. M ehm et ali ta ra f ından M ıs ır’dan kovulan Memluklüler, Dongola’da önemli etkilerde bulundular. Bir zam anlar Funj’un b o y u n duru ğ u n d ak i Fazughli (Mavi N il’de) önemli bir konum edindi. O sıralar Doğu Sudan’ın en güçlü devleti D arfu r Sultanlığıydı. Sultanlık
19. yüzyılda, Türk padişahıyla ilişki geliştirdi ve o bölgenin m anevi h ü k ü m d arı olarak itibar gördü.
T üm bu kuvvetler ve sultanlıklar, bağırlarındaki birçok farklı kabileyle, oldukça ilkel devlet biçimleriydiler. Bunlar kuzeyde Arap-Berberi ve merkezde de Arap-Zenci kabileleriydi. Nilote kabileleri ise güneyde yaşıyordu. Yerleşik nüfus oldukça seyrekti. Şehir oluşumları yoktu. Araplar Güney Sudan’a yerleşmiştiler, kervan ticareti ve kölelerin yakalanmasıyla iştigal oluyorlardı.
Mısırlılar Doğu Sudan’ı ele geçirirken hiçbir zorlukla karşılaşmadılar. Sudanlıların ateşli silahları yoktu, hatta m ızraklar ve deriden zırhlarla savaşıyorlardı, öte yandan Mısırlılar iyi donanım lıydılar ve mükemmel bir topçu sınıfına sahiptiler.
Ekim 1820’de, M ehm et Ali’n in oğlu İsmail Paşa tarafından yönetilen 5000 kişilik iyi donanım lı Mısır ordusu Sudan’a karşı bir seferberliğe çıktı. Hemen hemen hiçbir direnişle karşılaşmadı ve N iî’in yukarıla rına doğru ilerledi. Kuzey Nubia ve Dongola kabileleri fütuhatçıya teslim oldular. 1821 yılının baharında, Mısırlılar Beyaz ve Mavi Nil’in kesiştiği H a r tu m ’a vardılar ve burada konakladılar. Sonra daha da ilerilere giderek 12 Haziran 1821’de Funj’un başkenti Sennar’ı tek bir el bile ateş etmeden ele geçirdiler.
Ordu burada bölündü. İsmail tarafından yönetilen birliklerin bir k ıs m ı Mavi N il’de akıntıya karşı ilerledi. Fazughli’yi zapt ederek, neredeyse10. dereceye (paralel -çev.) ulaştılar ve Şubat 1822’de tekrardan kuzeye döndüler. M ehmet Ali’n in damadı, defterdar M ehmet Bey tarafından kum anda edilen diğer grup ise 1821 sonunda merkez Kordofan’ı fethetti.
Böylece, 1822 yılı başlangıcı itibariyle, Doğu Sudan’ın tamamı, D arfur ve ücra bölgeler hariç, Mısırlılar tarafından ele geçirilmişti. Fakat gerilerde isyanlar patlak vermeye başlamıştı. Geride, Mısırlıların otoritesine karşı yeni bir isyanın çıktığını duyan İsmail, Sennar’a gitmek zorunda kalmıştı. Binlerce insanı katlederek isyanı çabucak bastırm ayı başaracaktı. Fakat daha sonra kendisi de tuzağa düşürülecekti. Ekim 1822’de, yerel liderlerden biri, Nair N im r (kral), İsmail’i ve zabitlerini, etrafına çok m iktarda kuru kamış yığdığı evindeki bir ziyafete davet etti. Mısırlılar ziyafetin tadını çıkarırken, kuru kamışlar ateşe verildi ve İsmail ve yoldaşları yanarak can verdi.
İsm ail’in ö lüm ünü duyan defterdar, birlikleriyle birlikte Sennar’a doğru yola çıktı ve İsmail P aşan ın suikasta uğradığı bölgede 30.000 kişiyi katlederek, onun in tikam ını acımasızca aldı. Bu, neredeyse tüm
nüfusa tekabül ediyordu. Fakat her nasıl olduysa Nair N im r kaçmayı b a şarmıştı.
Mısırlılar daha sonraları Sudan’ın dört bir yanında patlak veren isyanlara aynı derecede acımasızlıkla cevap verdi. Aynı esnada, kendi n ü fuz a lanların ın da sınırlarına varıyorlardı. Beyaz Nil boyunca güneye doğru ilerlediler ve 1828’de Fashoda’ya vardılar. Batı’da ise Mısırlılar D arfur sınırlarına eriştiler. Suakin ve Massawa’n m Kızıl Deniz l im anlarını kontrol altına aldılar. M ehm et Ali, 1838’de Sudan’a gitti. Beyaz ve Mavi Nil hattında altın bu lm ak amacıyla özel seferler düzenledi. 1840’ta Kassala ve Taka bölgeleri de Mısır topraklarına katılacaktı.
H a r tu m 1823 yılında, M ısır’ın, Sudan’daki nüfuz a lanların ın merkezi haline geldi ve hızla büyük bir pazar kentine evrildi. 1834 yılı itibariyle, 15.000 nüfusa sahipti ve Mısır temsilcilerinin meskenlerinin de b u lunduğu bir yerdi. 1841’de ülke yedi eyalete bölündü; Fazughli, Sennar, H artum , Taka, Berber, Dongola ve Kordofan. Vekillerin ve eyalet paşaların ın tamamı, M ehmet Ali’nin etrafındaki Türklerden oluşuyordu, Sudan halkı işgalcilere Türk gözüyle bakıyor ve Mısır’ın Sudan’ı ilhakını Türk fethi olarak görüyordu.
Mısırlı otoriteler Sudan’ı yağmaladılar ve nüfusu oldukça ağır vergiler altında ezdiler. Her yıl 8.000 baş kadar sığırı olduğu gibi fildişi, d e vekuşu tüyü ve diğer egzotik malların yanı sıra köleleri de Mısır’a gö türdüler. 1850 yılma kadar bir devlet tekeli olarak kalan köle ticareti hatırı sayılır oranlara ulaşmıştı. Sudan’dan on binlerce köle ithal edilecekti. M ehmet Ali amacına ulaşmıştı. Köle ve tropik ham maddelerin ticaretini ar tık o yönetiyordu. Neredeyse tüm Nil Vadisinin efendisi olmuştu, fakat onu hayal kırıklığına uğratan bir şey de vardı. Sudan altın hususunda Mısırlıların um duğu kadar zengin bir ülke değildi.
Yunan A yaklanm ası
Arabistan ve Sudan’a yönelik seferler, Doğu Akdeniz ülkelerinin kontrolünü sağlamak için bir dizi savaş başlatacaktı.
Mehmet Ali bağımsız bir Arap iktidarı yaratma planlarını gerçekleştirm ek için inatçı mücadelesini sürdürüyordu. Her yıl nihai güç denemesine daha da yaklaşıyordu. Mehmet Ali bu esnada, Suriye ve M ora’n m tasarrufunu ele geçirmek için de çabalıyordu. Bu ülkelerin onun kontrolüne verilmesini teşvik için, 1821’de Babıali’nin ileri gelenlerine para ve hediyeler göndermeye başlamıştı. Babıali ona güvenmese de, Mehmet
Ali şansını kaybetmekten korkarak istemlerinde ısrarcı oldu. 1821 yılında Yunanistan’da, yabancı boyunduruğuna karşı milli bir devrim şeklinde varsayılabilecek geniş çaplı, ulusal bir bağımsızlık ayaklanması patlak vermişti. Devrim, padişahın tiranlığını daha fazla taşıma niyetinde olmayan milli burjuvazi tarafından yönetiliyordu. Yunanlı tüccarlar gelişen deniz ticareti sayesinde zengin olmuştu. Gemileri, özellikle Rusya’dan ar ta rak devam eden buğday ithali başta olmak üzere, neredeyse ticaretin tüm ünü kontrol altında tu ttuk lar ı Akdeniz’de arı gibi işliyordu. Odessa, Taganrog, Marsilya, Livorno, İstanbul ve İskenderiye’de, tüm Akdeniz ve Karadeniz lim anlarında Yunan tekneleri, ticaret ofisleri, tüccarları ve denizcileri vardı.
Fakat dünya ticaretinde egemen olma gibi bir düşleri olan Yunan tüccar ve denizcilerinin kendi ülkelerinde söz söyleme hakkı yoktu. Padişahın herhangi bir bölge yöneticisi tüccarın birini öldürebilir ve zenginliğine el koyabilirdi. Bundan dolayı Yunan burjuvazisi, ulusal bağımsızlığı ve kendi burjuva devletini ku rm ak için Osmanlı feodalizmine karşı mücadele etti.
Bağımsızlık savaşında burjuvazi, kendileri üzerinde tah ak k ü m k u ra n M üslüm an feodal beylerden ö lüm üne nefret eden ve kendi to p rak la r ın ı on lara geri verecek olan ulusal bağımsızlığın özlemini çeken köylülerin de desteğini kazandı. Yunan isyanı karak teris t ik olarak, feodal baskıcılara karşı köylülüğün ateşli mücadelesinde vücut bu lan kırsal bir savaştı. O esnada M ora’da, sonrasında tam am ı yok edilecek olan, genellikle Yunan orijinli, 20.000 kadar M üslüm an to p rak sahibi vardı. İsyana haz ır lanm ak için, 1815’te Yunan milliyetçileri, c ar b o n ar i (19. yüzyılda İtalya’da ortaya çıkmış gizli bir devrimci örgüt -çev. ) benzeri Philiki Etaireia (Dostlar Cemiyeti) komplo ö rgü tünü oluşturdular. Bu ö rgü tün birçok Avrupa ve Türk kasabasında kolları bu lunm aktaydı. Merkezi ise Odessa’daydı. Ö rgü tün baş ın da Rusya’ya kaçan eski W alachian (O sm anlıların Eflak, Boğdan ve Erdel’de yaşayan H ıris tiyanlara verdiği isim - ç e v ) hospodarı (Osmanlı İm para to rluğunca 15. yüzyıldan 19. yüzyılın sonlarına kadar Eflak ve Boğdan’ı yönetmekle vazifelendirilen Romen prenslerin in unvanı - ç e v ) K onstan tin ’in oğlu Alexander Ypsilanti ve bir Rus tüm generali bu lunm aktaydı. Bu general aynı zam anda Alexander I’in em ir subayıydı. Rusya Dış İlişkiler Bakanı, Yunan orijinli, C ount Capo d ’Istria’nın da ulusal bağımsızlık hareketiyle bağlantısı vardı. Bütün devrimci eğilimlerle b irlikte çarpışma kastıyla o luşturu lan Kutsal İ t t ifak’m da k u
rucusu olan Alexander I başlangıçta Yunan milliyetçilerini destekledi, fakat daha sonra Ypsilanti’n in destek talebini reddetti.
“1809 Sırp isyanı, 1821’deki Yunan ayaklanması hemen hemen doğru dan Rus altını ve Rus etkisiyle desteklenmişti” diye yazmaktadır Engels (Friedrich Engels, “Türk Meselesi” New York Daily Tribune, 19 Nisan, 1853).
6 M art 1821’de Alexander Ypsilanti, küçük bir Yunan m üfrezesini P ru th üzerinden Türk pad işah ına bağlı Tuna’ya yönlendirdi. Bu m üfreze Rus top rak la r ında o lu ş tu ru lm u ştu ve “k urtu luş o rdusu” gibi gösterişli bir unvan taşıyordu. Ypsilanti yerel halkı S u ltana başka ld ırm ası için k ışk ır tm a niyetindeydi, fakat Yunan hospodar la ra karşı onulm az bir nefret besleyen Moldovalı ve W alachian köylüleri a ra sında üm it ettiği desteği bulam adı. Çar ta ra f ın d an gönderilm e sözü verilen destekten de ses çıkmıyordu.
Desteğe muhtaç olan Ypsilanti Türkler tarafından ezildi. Haziran 1821’de Metternich tarafından bir kalede hapsedileceği M acaristan’a kaçtı. Ypsilanti’nin gözü pek seferberliği, Yunanlılar için bir isyan kıvılcımı olarak algılandı. 1821 yılının Mart ayında Mora köylüleri General Kolokotronis önderliğinde başkaldırdı. Gerilla birlikleri Türk yeniçerilerini bozguna uğrattı. Ekim 1821’de, 3000 kişilik güçlü bir köylü top luluğunun 5000 yeniçeri kolordusunu dağıttığı Tripolis savaşında gerillalar yeniçerilere ağır bir darbe indirdiler. 1821 sonu itibariyle Türkler M ora’nın tam am ından çıkarılmıştı. 1 Ocak 1822’de, kutsal Epidarus orm anı içindeki antik bir Yunan amfi-tiyatrosunda bir Kurucu Meclis Yunanistan’ın anayasal bağımsızlığını ilan etti ve Mavrocordato başkanlığında bir geçici hüküm et seçti.
Gerillalar, Yunan denizcilerinden güçlü destekler gördüler. Yunanistan’ın bü tün tüccar gemileri, devrim in savaşçı birer d o nanm asına dönüşmüşlerdi ve Archipelago gerilla savaşları için bir deniz üssü haline gelmişti. Kanaris tarafından idare edilen beş yüz Yunan gemisi ve yirmi bin kadar denizci sürekli olarak Türk gemilerine saldırdılar ve Türk limanlarını ablukaya aldılar.
II. M a h m u t’un M ehm et A li’n in Y ard ım ına M üracaa tı
Yunan halkı üç yıl boyunca, Yunanistan’ın doğusu, batısı ve Yunan devrim inin kalesi M ora’da olmak üzere üç farklı cephede dirençli bir
mücadele yürüterek, Türklerin cezalandırıcı saldırılarını başarıyla geri püskürttü . Babıali isyancılara karşı tü m cephelerde savaşacak ve adalarda tutunabilecek kadar askeri olmadığını anladığında yardım çağrısı için M ehm et Ali’ye dönmüştü.
1822’de Babıali, Girit ve Kandiya’n m (Girit) kontrolünü ona bıraktı. 16 Ocak 1824’te, Yunan devrim inin ezeli düşm anı M etternich’in tavsiyesi üzerine, II. M ahm ut zaten bir süredir Babıali’ye bağlı olmayan Mora paşalığını M ehm et Ali’ye verdi ve Yunan isyanını bastırması için onu görevlendirdi.
Bu, M ehmet Ali’n in dört gözle beklediği bir haberdi. Bu yüzden Sultan ın önerisini hemen kabul etti. Kendisine resmî olarak beyan edilen her ne olursa olsun, M ehmet Ali’nin ak im da kendi ilgileri vardı ve bunların Babıali’ninkilerle uzaktan yakından alakası yoktu. Mehmet Ali yalnızca Sultan’m arzusunu yerine getirmeyecekti. Sadece bir yıl öncesinde, Mısırlılara herhangi bir getiri vaat etmeyen İran savaşında birliklerini göndermeyi düpedüz reddetmişti. Arabistan’da olduğu gibi M ora’da da, itaatkâr bir yaver olmak yerine, kendine ait politik amaçlar güdüyordu.
Peki, M ehmet Ali’n in Mora savaşını başlatma nedeni neydi? İlkin, tü m dünyaya Mısır o rdusunun gücünü ve Babıali’den üstünlüğünü göstermekti. Mısır’ın, tarih in seyrini değiştirebilecek etkide büyük bir güç haline geleceğini ispatlamak zorundaydı. Bunun yanı sıra, Mora ve Arcipelago’yu kendi topraklarına katmayı ve Mora’n ın doğal kaynaklarıyla, Yunan denizciliğini boy gösteren im paratorluğunun hizmetine koşmayı istiyordu. Son olarak, Doğu Akdeniz’in egemenliğini tam am en ele geçirmek ve onu bir Mısır gölü haline getirmek düşündeydi.
M ora Savaşı
M uham m ed Ali Yunanlılarla savaşmak için büyük bir ordu ve d o nanm a oluşturdu. Sefer, M ehmet Ali’nin büyük oğlu, Arabistan fatihi, İb rah im Paşa tarafından yönetiliyordu. Temmuz 1824’te İb rah im ’in16.000 kişilik ordusu, altmış üç savaş gemisinin korum asında, yüz nakliye gemisiyle Mısır’dan ayrıldı. Yunan kalyonları tarafından M ora’ya inmesi engellenmeye çalışılan İbrahim, bu yüzden kışı birlikleriyle b irlikte Kandiya (Girit) Adasında geçirmek zorunda kaldı. Burada da bir ayaklanmayı bastırdı, adanın yönetimini düzenledi ve burayı gelecekteki m anevralar için bir üs haline dönüştürdü.
Mora’daki d u rum İbrahim için müsait bir hal alıyordu. 1824’te Yunan isyancılar arasında bir iç savaş patlak vermişti. Kolokotronis’in destekçileri Ocak 1825’te yenilgiye uğratıldı ve Kolokotronis aynı yılın Şubatinda tu tuklandı, Mısırlılar M ora’n m güney batı k ısm ından karaya çıkma fırsatı buldular ve Modon, Coron ve N avarino’yu zapt ettiler.
Mısırlıların karaya çıkışı savaşın gidişatını hemen değiştirdi. 23 H aziran 1825’te İbrahim, M ora’n m başkenti Tripolis’i ele geçirdi. Yunanlılar bir kez daha Kolokotronis önderliğinde gerilla savaşma başvurdu. İb rah im ’in cevabı ülkenin sistematik bir şekilde tahrip edilmesi şeklinde oldu, Mısırlılar köyleri yaktılar, bahçeleri yıktılar, ekinleri çiğnediler; binlerce Yunanlı köle olarak M ısır’a yollandı. 1825 sonu itibariyle, M ora’nın tam am ı ele geçirilmişti ve N ecide olduğu gibi bir çöle dönüşmüştü.
1825-26’da İbrahim Mısır’dan takviye aldı, Türkler tarafından desteklendi ve Yunanistan’ın merkezi için savaşmaya başladı. Yunan m u halefetinin başlıca merkezi, Archipelago ve Philhelleııe komitelerinden yardım ların aktığı Missolonghi Kalesiydi. Burası uzun bir müddet Türkler tarafından sonuçsuzca kuşatılmıştı. Şubat 1826’da yard ım cısı Albay Seve’i M ora’da b ırakarak İbrahim, 10.000 kişilik bir güçle Missolonghi’ye doğru yola çıktı. Kalenin zayıf düşmüş savunucuları ciddi bir direniş sergileyemediler ve 22 Nisan 1826’da Mısırlılarla Türkler yarı-harap bu kaleye girdiler.
5 H aziran l827’de Acropolis teslim oldu ve İb rah im ’in birlikleri Atina’yı, Yunan özgürlüğünün simgesini, ele geçirdi. Yunan devrimi yenilgiye uğruyormuş gibiydi. Güçlü isyancı ordusundan geriye kalan yalnızca, birleşik bir kom utadan ve politik liderlikten m ah ru m kalmış ve dağlara yayılmış birkaç gerilla grubuydu. Fakat tam da bu noktada Avrupaiı güçler Yunan isyanının seyri için yeni bir şans doğuracaklardı.
Batılı Güçlerin M üdahalesi
A tina’n ın düşüşü Batılı güçlerin m üdahalesin i h ız landırm ıştı. 25 M art 1823’te, Britanya Dışişleri Bakanı C ann ing Y unanis tan’ı savaşan bir devlet olarak tanım ıştı: Bu, İngiltere’nin gelecekte Y unanis tan’ın bağımsızlığını tanıyacağı an lam ına geliyordu. Rusların po li tika la r ın da da 1825 yılında bir değişim yaşandı. Nikolay I’in tah ta geçişiyle, Rus H üküm eti Yunanlılara daha çok destek verme hususunda bir eğilim gösterecekti. İngiltere, Rusların tek taraflı m üdahalesine razı değildi,
bu yüzden Y unanis tan’da o rtak bir eylem için antlaşm a sürecini h ız landırdı.
4 Nisan 1826’da St. Petersburg’da, Nesselrode ve Wellington Yunanistan meselesine ortak m üdahale üzerine bir İngiliz-Rus Protokolü imzaladılar. İki güç de Sultana, ticaret hakkı, d inî özgürlük ve yönetim bağımsızlığını da kapsayan Yunanistan’ın özerkliğini tanım ası için baskı yaptı. Usulen, Yunanistan Osmanlı İm paratorluğuna bağlı kalacaktı, fakat gerçekte, güçlü devletler onu kendi hâkimiyetleri altında tu tm a ni- yetindeydiler.
Fakat anlaşma kâğıt üzerinde kalacaktı. Yunanistan’da du rum Mısırlıların lehineyken Sultan II. M ahm ut, İngiltere ve Rusya’n ın taleplerini inatla reddetti. Avrupalı güçler olası bir savaş için hazırlıklı değillerdi ve taleplerini de askerî bir müdahaleyle destekleyemiyorlardı.
1827 M artında Kolokotronis’in ısrarlarıyla, yeni Yunan Ulusal Meclisi başkan olarak Rusya eski Dışişleri Bakanı Count Capo d ’Istria’yı seçti. Bu olay Rus etkisini oldukça arttıracaktı. Rusya’nın ileride pozisyonunu güçlendirmesinden ve tek taraflı faaliyetlerden çekinen İngiltere, bir kez daha güçlerin ortak eylemi talebini yükseltti. 6 Tem m uzl827’de, Atina’nın zaptından bir ay sonra, Londra’da St. Petersburg A nlaşm asını genişleten yeni bir anlaşma imzalandı. İngiliz-Rus bloğuna Fransa da dâhil oldu ve bu üç güç Yunanistan’ın Türkiye’den idari olarak ayrılması için baskı yapma kararı aldılar.
Anlaşma metni Babıali’nin bir ay içerisinde anlaşmayı kabul etmesi gerektiğini aksi takdirde bunun için zor kullanılacağını karara bağlıyordu.
N avarino . M ıs ır l ıla r ın , M o ra’d an Tasfiyesi
Babıali bir kez daha Batılı güçlerin taleplerine sırt çevirmişti. Bundan ö tü rü 20 Ekim 1827’de, Amiral Codrington, De Rignv ve L.P Heiden kom utasındaki birleşik bir filo, Türklerin ve Mısırlıların ana d o n an ma güçlerinin demirlediği Navarino Körfezine girdi. M üttefiklerin 26, İb rah im ’in ise 94 gemisi vardı. İbrahim sayısal üstünlüğüne ve kıyı bataryaların ın desteğine güvenerek, tüm Türk ve Mısır donanm asın ın mahvıyla sonuçlanacak olan savaşa hemen başladı. Geriye yalnızca bir gemi ve on beş küçük tekne kalmıştı, İbrahim kendisini Napolyon’un Aboukir Savaşı sonrasında, Mısırda bulduğu d u ru m u n bir benzerinde bulacaktı. Üstelik ana üssüyle olan bağlantısı da kesilmişti. Bunun yanı
sıra, güçlü devletlerin silahlı müdahalesi Yunan isyanına yeni bir güç katacaktı.
Navarino, 1828’de başlayıp bir yıl altı ay sonra Rusya’n ın zaferiyle sonuçlanan Türk-Rus savaşının başlangıcı olacaktı. 14 Eylül 1829’da imzalanan Edirne A ntlaşm asına göre Yunanistan’ın özerkliğini ve kısa bir süre sonra da bağımsızlığını kazandı. M ehmet Ali Türk-Rus savaşma dâhil o lm aktan akıllıca kaçındı. Hal böyleyken, güçlü devletlerin diretmesiyle İbrah im ’in ordusunun çok güç du rum da kaldığı M ora’yı boşaltmak zorunda kaldı. M ehmet Ali, 9 Ağustos 1828 tarih inde İskenderiye’de, Mısır kuvvetlerinin M ora’dan çekilmesi ve Yunan esir ve kölelerin geri iadesi için bir anlaşma imzaladı. Eylül 1828’de Fransız askerî kıtaları Mora’ya çıktı ve Mısırlıların tahliyesi başladı. Böylece Mısır’ın ağır kayıplar verdiği (yaklaşık olarak 30.000 kişi) ve d o nanm asından m ah ru m kaldığı bu kısır savaş sona ermişti.
B Ö L Ü M V I I I
M e h m e t A l İ ’n İ n S u r İ y e v e F İ l İ s t İ n İ ç İ n
M Ü C A D E L E S İ . M I S I R ’IN M A Ğ L U B İ Y E T İ
Babıali’yle Çatışma
M ehmet Ali’n in Mora yenilgisi onu, Suriye ve Filistin mücadelesi için kamçıladı. Büyük Arap G ücünün yaratılması yönündeki planlarını, bu iki ülkenin hâkimiyetini ele geçirmeden gerçekleştiremeyecekti. Suriye ve Filistin, M ısır’ı doğudan gelecek saldırılara karşı koruyor ve Türk tehdidine karşı koruyucu bir kalkan görevi görüyordu. Özellikle, Suriye’nin ilhakı M ehm et Ali’n in doğu sınırlarını ve M ısır’ın merkezden bağımsızlığını güçlendirecekti. Ayrıca, bizzat Suriye’nin kendisi oldukça cazip bir mükâfattı. Osmanlı İm para to rluğunun en zengin bölgelerinden biriydi; ham ipek, buğday, yün, zeytinyağı ve kıymetli meyveler üretiliyordu ve ayrıca büyüyen Mısır endüstrisi için karlı bir pazar olabilecekti.
M ehmet Ali, Sultan’m zayıflığının pekâlâ farkındaydı ve onu herhangi bir şartı kabul etmesi için zorlayabileceğini de biliyordu. Bunu göz önünde bulundurarak, Babıali’ye karşı bir mücadele hazırlığına başlamıştı. “Talihsiz 1828-29 savaşının sonucunda” diye yazar Marx “Babıali kendi halk ın ın gözündeki saygınlığını yitirdi. Doğu im para torluk lar ında alışılageldik olduğu üzere, heybetli güç zayıf düştüğünde, paşaların başarılı başkaldırıları patlak verir. Ekim 1831’de de Sultan ile Yunan isyanı sırasında Babıali’yi desteklemiş olan Mısır Paşası Mehmet Ali arasında bir anlaşmazlık baş gösterdi.” (Bkz. Karl Marx, New York Daily Tribune, 21 Kasım 1853)
Babıali’ye karşı savaş 1831 yılında başlayacaktı. Kuzey Afrika’yı ilhak etmek isteyen Frenk-Mısır p lan larından ötürü iki yıllık bir gecikme olmuştu. M ehmet Ali’nin batılı komşularıyla arasındaki ilişki dost
ça olm aktan uzaktı ve M ağrip’i ele geçirme fikrini içten içe besliyordu. Böylesi bir fetih için şartlar, 1829-30 yıllarında olgunlaşmış görünüyordu. Mehmet Ali’nin en önemli müttefiki olan Fransa’yla ilişkileri norm alleşmişti. Mısırlılar Trablus, Tunus ve Cezayir’i ele geçirecekti. M ehm et Ali, Afrika seferi için oğlu İb rah im ’in komutasında, 40.000 kişilik bir ordu oluşturdu, fakat Fransızlardan bunun için, paran ın yanı sıra, 80 toplu dört adet gemi talep edilmişti. Fransa bu talebi reddetti ve bunun yerine kendi donanmasıyla eşlik etmeyi önerdi. Bu plan, M ağrip’te İslam bayrağı altında savaşmak isteyen Mehmet Ali’yi ziyadesiyle m em nuniyetsiz etti. Fransa ortak bir eylem için 1830’da yeni bir plan ortaya koydu. Mısırlılar Trablus ve Tunus’u alırken, Fransızlar da Cezayir’i işgal edecekti. Fakat M ehmet Ali bu planı da reddetti. Nihayetinde, Fransızların tek başına girişeceği Cezayir seferine katılm aktan vazgeçip kendisini ta m am en Suriye’deki işlere adadı.
Askere alınmaktan kaçan altı bin Mısırlı fellahın, 1831’de Filistin’e sığınması, Sultana karşı başkaldırmak için bir bahane olarak kullanıldı. Bu zam andan sonra durum oldukça gerginleşti. Mehmet Ali Babıali’ye itaat etmeyi açık açık reddediyordu. Rus-Türk savaşma katılmayı kabul etmiyor ve ayrıca Edirne Anlaşmasında razı olduğu tazminatı ödemeyi de reddediyordu. Haracını, Mora’da yıllarca, kanla, peşin ödediğini düşünüyordu. Tasavvurunda Girit’in, Mora’daki kayıpları için bir karşılık olmayacağını düşünüyor ve Suriye ve Filistin’e de sahip olma fikrinde diretiyordu.
Bu sırada, altı bin köylü Mısır’dan kaçıp Akka Paşası A bdullah’ın yanm a sığınmıştı. M ehmet Ali kaçakların kendisine teslim edilm esini talep etti. Abdullah, bir hüküm darın tebaası olarak Osmanlı İm para to rluğunun istedikleri herhangi bir yerinde yaşayabileceklerini açıklayarak, kaçakları iade etmeyi reddetti. M ehmet Ali bu olaydan sonra askerî bir operasyon başlattı. G örünürde Sultana sadık kalacaktı. Çünkü Babıali’den ziyade Akka Paşasına savaş açtığını duyurmuştu. Fakat gerçekte, A bdullah’a karşı başlatılan sefer bir Türk-Mısır savaşma dönüşecekti.
B irinci Suriye Seferi (1831-33)
Mısırlıların, Türklere karşı üs tünlüğü başlangıcından itibaren kendini hissettiriyordu. Türk ordusu tüm den bir dağılma halindeydi. “Türk donanm ası Navarino’da yok edilmişti, o rdunun eski organizasyonu da M ahm ut tarafından dağıtılmış ve henüz yenisi kuru lam am ıştı” diye ya
zar Marx. (Marx Engels, Çalışmalar, 2. Rus. Basım. Bölüm 28, s. 257) Rusya’ya karşı savaşın zayıflattığı ordu hâlâ öyleydi. Mısır ordusu ise iyi donatılmış ve disiplinliydi. Arabistan, Sudan ve Yunanistan’da olduğu gibi bir dizi galibiyet yazmıştı hanesine.
Bunun yanı sıra, askerî harcam alar ve tazm inatlar Babıali’yi vergileri yükseltmesi için zorluyor ve bu da kitleler arasında m emnuniyetsizliğe neden oluyordu. Türkiye’nin dört bir yanında köylü isyanları patlak veriyordu. Arap ve Türk bölgelerinin halkları, Mısırlıları, kendilerini padişah yönetiminden kurtaracak kişiler olarak selamlamıştı. Türkler savaşa hazırlıklı değillerdi ve tereddüt işaretleri sergiliyorlardı. Altı ay boyunca Babıali hiçbir girişimde bulunmadı. Ancak M art 1832’de zaten başlamış olan bir seferin hazırlığına hakikaten başlayacaklardı. 23 Nisan 1832’de Sultan, M ehmet Ali’yi bir asi olarak ilan etmiş ve görevlerinden azletmişti. Bu savaş ilanıyla aynı manayı taşıyordu.
Mısırlılar zam an fak tö rünü en iyi şekilde kullanm ıştı . Ekim 1831’de İb rah im Paşa bir sefer başlatmıştı. îk i ya da en fazla üç hafta sonra, Mısır birlikleri, ciddi sayılabilecek herhangi bir direniş karşılaşmadan, Gazze, Jaffa, Hayfa’yı zapt etmiş ve aynı yılın Kasım sonunda da bir zam anlar Napolyon’u n yolunu kesen Akka kalesine erişmişti. Altı aylık bir kuşa tm adan sonra (Kasım 26’dan Mayıs 27’ye kadar) Akka düştü. Bu esnada M ısırlıların esas kuvvetleri kuzeyde ve uzaktaydı. Türklere karşı verilen ilk savaş 8 Temmuz 1832’de Horns şehri yak ın lar ında meydana gelmişti. Bu savaşta, dokuz paşa ta ra f ından yönetilen Türkler ezilmişti. D ört b inden fazla kişi ö ldürü lm üş veya esir düşm üştü. Topçu s ın ıfın ın tam am ın ı ve u laşım ların ı kaybetmişlerdi. M ısırlıların ise sadece 100 kaybı vardı.
Horns’tan zaferle ayrılan İbrahim, Hama ve Halep kentlerini işgal etti ve sonrasında Antakya ve İskenderun arasındaki Belen Dağı geçidinde ordusunun başına geçti. Bu geçit Osmanlı İm paratorluğunun, Anadolu’nun merkezinin anahtarıydı ve burada Türk ordusunun Serdar-ı Ekrem Hüseyin Paşa komutasındaki esas kuvvetleri konuşlanmıştı. 29 Temmuz 1832’de İbrahim Türk kuvvetlerine saldırdı ve p a ram parça etti. Hüseyin Paşa, o rdusundan geriye kalanlarla Adana’ya kaçtı ve bü tün Suriye’yi Mısırlılara bıraktı.
Mısır birlikleri Anadolu’ya girdi. A dana’yı işgal ettiler ve sonra batıya doğru ilerlediler. Sultan, Hüseyin Paşayı azletti ve yerine başkomutan Reşit M ehmed Paşayı atadı. Fakat bu da, askerî operasyonların sonucunu etkilemedi. Savaşın üçüncü ve son belirleyici çarpışması Konya
yakınlarında 21 Aralık 1832’de meydana geldi. Türkler kalan 60.000 adam ını 30.000 Mısırlının üstüne yolladı. İbrahim birbiri ardına gelen çarpışmalarda olağanüstü bir liderlik sergiledi. İkiye bir gibi bir çoğunluğa sahip olmalarına rağmen Türklerin etrafını sardı ve onları tam am en yok etti.
Sultanin, Konya M uharebesinden sonra, hiçbir birliği kalmamıştı. İm paratorluğun başkentine giden yol sonuna kadar açıktı. Mısırlıların öncü muhafızları nihayet Bursa’ya girmişti ve şimdi İstanbul tehdit altındaydı. Kafası karışan Sultan yardım için yüzünü güçlü devletlere dönm üştü. Fransa açıkça M ısır’ı destekliyordu ve bu yüzden Sultana yardım etmeyi kesinlikle reddetti. Rusya ise alenen Türkleri destekliyordu. İngiltere’n in durum u ise karmaşıktı. Mehmet Ali’ye karşıydı, fakat Türk-Mısır çatışmasının Rusya’nın müdahalesiyle sonuçlanm asından ve nihayetinde de Rus etkisinin güçlenmesinden veya Osmanlı İm paratorluğunun, Rusya’ya bağımlı kalacak Kuzey ve Fransa’n ın bir uydusu haline gelecek olan M ehm et Ali’nin Güney’i olmak üzere iki parçaya bölünm esinden endişe duyuyordu. Dolayısıyla, İngiltere tüm gücüyle farklılıkları gidermeyi ve Britanya etkisinin hüküm sürdüğü Osmanlı İm para to rluğunun birliğini muhafaza etmeyi sağladı. Aslında İngiltere doğru zamanı kolladı ve Sultana doğrudan bir yardım göndermekten im tina etti.
Böylesi bir du rum da Babıali’nin, yüzünü yardım için Rusya’ya d önmesinden gayri yapacak bir şeyi kalmamıştı. Üstelik M ehmet Ali’nin başarısı Rusları da endişelendirmişti. Rusya Dışişleri Bakanı Count Nesselrode’a göre, Rusya’nın m üdahalesinin amacı, “çıkarlarımıza h a sar verecek olan ve henüz dost sayılabilecek zayıf bir devletin çöküşüne neden olabilecek bir coup d ’état ihtimaline karşı İs tanbul’u korumaktı. Fransızların kontrolü altındaki güçlü bir devleti buna tercih eder miydik, işte bu, tüm sorunların kaynağı olurdu”. Bu sebeple Rusya, im paratorluğun bü tün lüğünün ve Sultan in egemenliğinin savunulması için meydana çıktı.
21 Aralık 1832’de İstanbul’daki, Rus ataşesi resmî olarak askerî yardım teklifinde bulunacaktı. General Muravyov özel bir misyonla yola çıkmış, Boğaz kıyılarına, oradan da Mısır’a geçmişti. İskenderiye’ye 13 Ocak 1833’te varmış ve Nicolas I’in taleplerini M ehmet Ali’ye iletmişti. Mehmet Ali uzlaşıya varmayı kabul etti. Muravyov’a, İstanbul’a yol alan ordusunu frenleyeceği, askerî faaliyetleri durduracağı ve Sultan in yüce otoritesini tanıyacağı sözünü verecekti.
Fakat İs tanbul’daki panik henüz dinmemişti. İbrahim Paşan ın ajanlarının kışkırttığı isyanlar Anadolu’ya yayılmıştı. 2 Şubat 1833’te Mısırlılar Kütahya’yı ele geçirmişti. 3 Şubat’ta II. M ahm ut Rusya’nın yardımı için resmî bir girişimde bulundu ve 20 Şubat’ta Rus donanması Boğaza giriş yaptı. 20.000 kişilik Rus seferi birliğinin karaya inişi 23 M a r t ’ta başladı. Bunların kum anda merkezi, Sultan ın yazlık meskenin in de yer aldığı Boğazdaki H ünkâr İskelesinde konuşlandı. Aynı esnada, bir diğer Rus birliği de, Türk başkentini karadan desteklemek için Tuna’ya gönderildi.
Rus müdahalesi İngiltere ve Fransa’yı ciddi biçimde alarma geçirdi. Rusları boğazda birliklerini bu lundurm a bahanelerinden m ah ru m bırakm ak için, Mehmet Ali’yi, Sultan’la barıştırm a sürecini hızlandırdılar. Hatta bunu inandırıcı bir şekilde ifade etmek için, İngiltere ve Fransa, Mısır kıyılarında ortak bir deniz tatbikatı düzenledi. 4 Mayıs 1833 ta r i hinde, Kütahya’da, Fransız ve İngilizlerin arabuluculuğunda Türkiye ve Mısır arasında bir barış antlaşması imzalandı.
Aslında bu, kelimenin gerçek anlamıyla bir barış antlaşması değildi. Sultan, M ehm et Ali’nin, Mısır, Girit, Arabistan ve Sudan’daki haklar ın ı onaylayan ve onu Filistin, Suriye ve Kilikya’n ın yöneticisi olarak tanıyan tek taraflı bir ferman çıkardı. Bu d u ru m d a M ehm et Ali, Anadolu’dan çekilme ve padişah ın hüküm darlığ ın ı tan ım a zorunluluğuyla baş başa kaldı. Güçlü devletlerin isteği sayesinde Mısır, mağlup Babıali’n in vas- salı olarak kalacaktı.
Savaşın Sonuçları. Hünkâr İskelesi Antlaşması
Rusya’n ın müdahalesi II. M ah m u t’u kurtarm ıştı . Tahtını ve im paratorluğunu sürdürecekti, fakat hâlâ oldukça kritik bir durumdaydı. İki taraf da Kütahya A ntlaşm asından m em nun kalmamıştı ve ona bir ateşkes gibi itibar ediyorlardı. Sultan, in tikam için sabırsızlanıyordu. M ehmet Ali de bağımsızlık istiyordu. Yeni bir çatışma neredeyse kaçınılmaz gibiydi ve Rus diplomasisi bu du ru m d an faydalanmaktan geri kalmayacaktı. 8 Temmuz 1833’te, Rus birliklerinin tahliye edilmesinin arifesinde, Türkiye, Rusya ile askerî bir müttefikliğin oluşturulmasını sağlayacak ünlü sekiz yıllık H ünkâr İskelesi Antlaşm asını imzaladı. Rusya, birliklerini “ihtiyaç duyduğunda” Sultan in yardım ına gönderme taahhüdünde bulundu. Bu çerçevede Nesselrode “Türkiye’nin meselelerine askerî müdahalede bu lunm ak için artık yasal zemine de sahibiz”
diye belirtecekti. Türkiye de, Çanakkale Boğazını, tü m ulusların savaş gemilerine, Rusya talep ettiği anda, kapatma sözünü vermişti.
8 Eylül 1833’te, Rusya ve Avusturya arasında, imparatorların bir görüşmesi esnasında im zalanan M ünchengratz Anlaşması H ünkâr İskelesi A ntlaşm asını tamamlayıcı nitelikteydi. Anlaşma daha sonra Prusya ta rafından da imzalanacaktı. İmza sahibi devletler;
“I. .. .Osmanlı İm para to r luğunun devamını mevcut hanedan altında desteklemek ve etkili tü m araçları onların tasarrufunda kullanmak.
II. O rtak çabayla, Türkiye’deki hüküm etin haklarında, gerek geçici bir Naiplik kura rak gerekse hanedanı tüm den değiştirmek suretiyle, zarara neden olabilecek herhangi bir teşekküle karşı çıkmak,” taah h ü d ü n de bulundular.
Sonuç olarak, ilk gizli cümle “II. M addenin özellikle, ... kritik ik tidarını Osmanlı İm para to rluğunun Avrupa eyaletlerine dolaylı ya da doğrudan yaymasını engellemek için, Mısır Paşasına uygulanacağı” şartını koşuyordu.
Fakat en nihayetinde, Britanya ve Fransız diplomasisi, H ünkâr İskelesi ve Münchengratz Antlaşmalarının pratik sonuçlarını felce uğrattı. Bu an laşmalar, yine de, Mehmet A lin in planlarını gerçekleştirmesinin önünde ciddi bir engel teşkil etti ve onu, ilk Suriye seferindeki zaferinin meyvelerini toplamaktan m ahrum bıraktı. Esas olarak denilebilir ki, Türk-Mısır savaşı, şeklen birleşik görünen Osmanlı İmparatorluğu çerçevesinde, iki devletin oluşumuyla sonuçlanmıştı. Mehmet Ali Mısır, Sudan, Suriye, Filistin, Arabistan, Kilikya ve Girit’tin kontrolünü sağladı ve yalnızca Anadolu, Irak ve Balkan Yarımadasının az bir bölümü Sultana kaldı. Mehmet Ali’nin imparatorluğu, II. M ahm ut1linkinden daha yoğun bir n ü fusa sahipti, daha genişti, güçlüydii ve zengindi. Durum, kendini çok geçmeden hissettiren yeni bir çatışma ihtimalinden ötürü endişe vericiydi.
İb r a h im ’in Suriye ve F il is t in ’de R eform ları (1832-40)
M ehmet Ali’n in ve Suriye’n in hâkim yöneticisi, oğlu İb rah im ’in p o litik planları daha da ileri gidecekti. İkisi de geniş bir bağımsız Arap devleti kurm a düşündeydi. “Gerçek planı, Arapçam n konuşulduğu tüm coğrafyaları içeren bir Arap krallığı k u rm ak tı” (George Antonius, Arap Uyanışı, L., Hamilton, s. 31) diye 1833’te yazar Lord Palmerston, M ehm et Ali hakkında. Zam anında İbrah im ’i ziyaret eden bir Fransız elçisi olan Baron de Boislecomte, İb rah im ’in, Araplar arasında gerçek
bir vatanseverlik hissiyatını aşılamak ve onları geleceğin imparatorluğunun mahiyetiyle tam olarak ilişkilendirmek için Arap ulusal bilincinin uyandırılması ve Arap yurttaşlığ ının yenilenmesi niyetini saklamadığını aktarmıştır. Baron de Boislecomte, İb rah im ’in ayrıca, ulusal yenilenme fikrini de ateşli bir biçimde savunduğunu eklemiştir. Beyanlarında, Arap ta r ih in in ihtişamlı dönemlerine heyecanlı ifadelerle sıklıkla göndermede bulunurdu ve birliklerini kendi coşkusuyla etkilerdi. Kendi gibi düşünen ve yayılmaları için çaba sarf eden bir kadrosu vardı.
Fakat Arap u lusunun terk ib in in şartları henüz olgunlaşmamıştı; Suriye’deki Arap burjuvazisi hâlâ çok zayıftı ve feodalizm de çözü lm emişti. Oldukça yetenekli bir politikacı olan İb rah im Paşa, zam an ın ın gelişmiş ü lkelerin in deneyim lerin in dikkatli bir incelemesini yapıyordu. Gelecekteki gelişim eğilimlerini gördü ve bun la r ın gerçekleşt irilm esini h ızlandırdı. Suriye de, M ehm et Ali’n in Mısırı gibi, ü lkenin merkezileşmesi, feodal keyfi yönetim in ve ayrılıkçılığın tasfiyesi ve kapitalist ilişkilerin gelişiminin ön koşullarını yara tm ak için, bir dizi reform uyguladı.
İbrahim ilk olarak, Suriye’yi geleceğin Arap im paratorluğunun ta hıl am barına dönüştürmeye çalıştı. Tarımın gerilediğini kontrol altına alm ak için, fellahlardan sabit bir vergi almaya karar verdi. Keyfi feodal gaspları yasakladı ve yeni sürülm üş toprağı yıllarca vergiden m uaf tu ttu. Bedevileri, göçebe yaşam tarzlarını değiştirmelerini mecbur kılarak, terk edilmiş arazilere yerleştirdi. Böylece yeni köyler kuru ldu ve Şam ile Halep arasındaki steplerde 15 bin çifte yakın öküzün sürebileceği bakir topraklar tarım a açıldı. Mısır idaresinin ilk iki yılında verimli Havran Ovasında işlenen toprak 2000’den 7000 feddana yükseldi. Türk ordusunun adı her zaman yağmacılığıyla kötüye çıkmıştı. Fakat İbrahim b irliklerini Türk ordusuna karşı bir sefere gönderdi, dolayısıyla Suriye’deki m ahsulünün tahribatına bir son verdi.
Vergi anarşisinin tasfiyesi sanayi ve ticaretin gelişimini teşvik etti. A rtık zanaatkârlar ve tüccarlar kendi mülklerinin güvenliğinden herhangi bir kaygı duymuyordu. Türk paşalarının şantaj ve yağmalarından korkmuyorlardı. Ödemek zorunda oldukları verginin kesin m iktarını biliyor ve topladıkları artık değerden geriye kalanı kullanabiliyorlardı. O zamana dek görülmemiş bir gözü peklikle, açgözlü paşa ve derebeylerden sakladıkları çürümeye yüz tutmuş hâzineleri tedavüle sokup sermayelerine eklemişlerdi. G üm rük daireleri vergi toplayıcılarından zorla alındı ve sabit güm rük vergileri getirildi. İktisadi kalkınmaya yardım eden bu politika
Suriye kasabalarının ve dış ticaretinin gelişmesine yol açtı. “Mısırlılarla ticaret yapma özgürlüğü, limanlara canlılık getirmişti. Örneğin, Sayda, Beyrut ve Trablus, dağlıların ipek ve zeytinyağıyla, buğday ve Avrupa m allarını değiştirdiği serbest pazarlar haline gelmişti. Lübnan’daki üretim en az üçte bir oranında artmış ve denizaşırı malların tüketimi ise ikiye katlanmıştı” diye bildirmekteydi Rus konsolosu Bazili.
Ülke içindeki yollar ve Şam ile Bağdat’ı birbirine bağlayan kervan güzergâhları güvenli bir hale getirilmişti. Transit ticarette de bir artış gözleniyordu. Britanya kumaşları Suriye üzerinden Mezopotamya ve İran’a kadar gönderiliyordu. H indistan ve İran malları da Suriye’den geçerek Avrupa’ya ulaştırılıyordu. İbrahim Suriyeli feodal beylere karşı acımasız bir mücadeleye girişmişti. Doğal olarak, feodal üretim biçimini ve onunla birlikte işleyen feodal sınıf egemenliğini ortadan kaldıramıyordu. Fakat yine de feodal ayrılıkçılığı bitirmek, feodal yöneticilerin şahsi politik haklarını sınırlamak ve idaresi zor senyörleri kendisine mutlak olarak itaat edecek adamlarla değiştirmek için çaba sarf ediyordu. Lübnan’da, örneğin, İbrahim Paşa adına diğer Lübnanlı feodal beylerle savaşmaya devam eden II. Emir Beşir’e bel bağlamıştı. Nablus’ta ise İbrahim diğer şeyhlere karşı savaşında Abdul-Hadi şeyhlerine güveniyordu.
İbrahim merkezi otoriteyi sağlamlaştırıp, Mısır sınırı boyunca ü lkedeki idareyi yeniden düzenlemişti. Suriye, Filistin ve Kilikya altı vilayet ya da müdürler tarafından yönetilen müdüriyetlere (Mısır’da Mehmet Ali zam anından kalma bir yönetim birimi) bölündü. Her kasabaya m erkezi ik tidarın temsilcileri (mütesellimler) atandı. Bitişik köylerin şeyhleri mütesellimlerin emri altındaydı. Her mütesellim yerel toprak sahipleri, tüccarlar ve din adam larından oluşturulan bir danışm a organının, meclis ya da şuranın, başındaydı. Meclislere sivil m ahkem e yetkisi de tanınmıştı. En yüksek hukuki yetki, m ahkem enin ön duruşmasında değerlendirilen cezai ve siyasi davalarda kişisel olarak hüküm veren İbrah im ’in elindeydi. Lübnan’daki ilk matbaa 1834 yılında Beyrut’ta kuruldu. Aynı yıl İbrahim kapsamlı bir ilk ve orta öğretim programı başlattı. Tüm Suriye’de ilkokullar inşa etti ve Şam, Halep ve Antakya’da ortaokullar kurdu. Öğrencilerin masrafları devlet tarafından karşılandı. Üniformalar giydiler ve M ısır’da adet olduğu üzere sert bir askeri eğitimden geçirildiler. Eğitim faaliyetleri Arapça yürütüldü. Amerikan gezgin George Antonius, okul idaresiyle alakalı ünlü Clot Bey’in “gerçek bir Arap ulusal hassasiyetinin telkini için” talimatlar aldığını belirtir. (George Antonius, a.g.e. s. 40)
İbrahim, tıpkı M ehmet Ali’de olduğu gibi, Türk paşalarından beklenmeyecek şekilde dinsel hoşgörüye sahipti. İbrahim, el sanatlarının ve kent ticaretin in ustası olan ve Türkler tarafından aşağılayıcı birçok sınırlamaya tabi tu tu lm uş Arap Hıristiyanlarm ı kollayacaktı.
Genel Hoşnutsuzluk. Asker Atımlarına Karşı İsyanlar
İbrahim Paşanın reformları üretici güçlerin gelişimini teşvik etmiş, tüccarların, zanaatkârlarm ve köylülerin durum unu kolaylaştırmış olsa da aynı şekilde Suriye’de ciddi bir biçimde rahatsızlık da yaratmıştı. Üstelik İbrahim ’in politik imtiyazlardan m ah ru m bıraktığı feodal beyler ülkede hoşnutsuzluk belirtileri gösteren yegâne grup değildi. Soygun yapm aktan men edilen bedeviler ve dağ kabileleri de oldukça m em nuniyetsizdi. İb rah im ’in reformlarına karşı hoşnutsuzluk işaretleri sergilemeye başlayan köylülerin haletiruhiyelerinde keskin bir değişim vardı. Onun askerî p lanlarının yükünü sırtlanan bu köylülerdi. Sultanin Suriye’den yalnızca bir süreliğine el çektiğini ve yakın gelecekte bölgeyi tekrardan ele geçirmek için girişimde bulunacağını kavrayan İbrahim savunma amaçlı birçok önlem aldı. Kaleler inşa etti, ek kuvvetlerle dağ geçitlerini güçlendirdi, toplar satın aldı ve orduyu genişletti. İbrahim bu tahk im atları gerçekleştirmek için, ülkenin dört bir tarafından toplanmış Suriye fellahlarınm emeğini zorla kullandı. Toplar da yine aynı şekilde, her yıl memurlara daha ağır vergiler ödemek zorunda kalan Suriye fellahları- nın harcamalarıyla temin edildi. Oysa İbrahim, Mısır yönetiminin ilk yılında vergileri sınırlandırmıştı, fakat Türkiye’ye karşı savaş hazırlıkları bu politikayı değiştirmesine neden oldu. Nihayetinde, Mısır alaylarının safları, İb rah im ’in bitmek bilmez ve usandırıcı alımları nedeniyle Suriye fellahları ile dolmuştu. Bu alımlar, köylü kargaşalarına ve hatta bazı bölgelerde geniş isyanlara neden olan özel bir husumeti doğurmuştu.
1834’te, asker alım larm a karşı ilk büyük köylü ayaklanması Filistin’de patlak verdi ve neredeyse ülkenin tam am ına yayıldı. Yahudive Tepelerine cezalandırma göreviyle gönderilen Mısır birlikleri yok edildi ve isyancılar İb rah im ’i Kudüs’te sıkıştırdılar. Fakat M ısır’dan Mehmet Ali’nin yönlendirmesiyle takviye kuvvetler yardım a gelmişti. Bizzat Mehmet Ali’nin kendisi isyancılara karşı misillemeleri idare etti.
1837 yılında Havran ve Anti-Lübnan Dağı Dürzi köylülerinin bir isyanı patlak verdi. Mısır idaresinin ilk beş yılı için Havraniler askerî hizmetten m uaf tutuldular. Bu dönem sona erdiğinde, Mısır m akam ları
asker alm ak için talepte bulundular. Havraniler isyan başlatıp ve doğal bir kaleyi andıran, olağanüstü bir dağ labirenti olan El Leca volkanik bölgesine mevzilendiler. Mısırlıların El Leca’ya taarruz etmek için bu lundukları tü m girişimler boşa çıktı. Kaleye girmeye çalışanlar avlandı. İb rah im El Leca’daki savaş alanına daha büyük sayılarda eğitimli birlikler yollamaya devam etti, fakat bun lar da küçük bir Dürzi köylü grubuyla baş edemedi. Bu kez de isyancıları açlıkla yenmeyi denediler, ama köylüler yine de teslim olmadı. İbrah im su kuyuların ı patlattı ve içlerini cesetlerle doldurdu. Dürziler bu bulanık suyu içtiler. Dolayısıyla El Leca’dan ancak İb rah im ’in suyu zehirlemesiyle çıktılar. Fakat hâlâ teslim olmuş değillerdi. Etraflarındaki kuşatmayı kırarak, sonunda 1838 sonbaharında yenilip bozguna uğratılacakları A nti-Lübnanin yamaçlarında Mısırlılarla savaşa devam ettiler.
Bağımsızlık Meselesi. Babıali’yle Yeni Bir Çatışma
1833 Kütahya A ntlaşm asın ın yarattığı belirsiz ve muğlâk du rum M ehm et Ali için ciddi bir endişe kaynağıydı. K azanım larm ı resmî olarak garantiye almak, ik tidarın ın devamlılığını sağlamak ve M ısır’ın bağımsızlığını m eşrulaştırm ak onun için önemliydi. Mehmet Ali yıllarca uçsuz bucaksız nüfuz alanlarında tevarüs eden haklar ın ın tanınm ası için baskı yapmıştı. 1834 yılında, Batılı güçlerden ve 1836-37’de de doğrudan Babıali’den, M ısır’ın bağımsızlığı meselesi ve tevarüs hakları ko nusunda bir karar talep etti. Fakat bu çaba sonuçsuz kaldı. Batılı güçler her zam anki gibi Babıali’n in yanında yer aldı. Bu desteği hisseden Sultan im paratorluğunun büyük bir bö lüm ünü bırakmaya meyil vermedi. Son bir çare olarak, Mısır Paşalarının diğer bölgeleri Babıali’ye geri verm esi şartıyla, M ehmet Ali’nin yalnızca Mısır üstündeki tevarüs haklarını onayladı.
Babıali’nin barışçıl bir uzlaşmaya yanaşmaması Türk-Mısır ilişkilerini bir kez daha gerdi. Üstelik bu d u ru m gitgide ciddi bir soruna d ö nüşmekteydi. Arap ülkelerinde, özellikle Mısır’da, halkın uyanan ilgisi M ehmet Ali’n in tarafındaydı. 1838’de, Kahire uleması M ısır’ın bağım sızlığını kabul eden planları tamamıyla desteklediklerini açıkladılar. Fakat Batılı güçler, özellikle İngiltere, bu meseleye karşı düşm anca bir tavır benimsedi. Zaten İngilizler, Mısır’ın gücünün artışını kaygıyla izliyordu. Çünkü Mısır, Britanya’n ın Doğu’daki kıyı bölgelerinde egemenlik kurm asın ın önünde ciddi bir engel teşkil ediyor, Basra Körfezindeki
durum u için bir tehdit ve Britanya’n ın emperyal iletişim ve ticaretinin gelişimi için de temel bir ayak bağı oluşturuyordu. Ünlü İngiliz-Türk Ticaret Antlaşması 16 Ağustos 1838’de imzalanmıştı. Bu antlaşma İngiltere açısından oldukça avantajlıydı ve Osmanlı İm paratorluğunu dış güçler açısından bir tarımsal ve ham m adde tedarikçisi haline dönüştü rü lm esin in yolunu inşa ediyordu. Antlaşma, güm rüklerde gerçekleşecek bir artış karşılığında, çeşitli ham maddelerin ticaretin üzerindeki Osmanlı hâzinesi tekelini ortadan kaldırıyordu. Böylece Britanya ih ra catçıları, ham maddeleri düşük fiyatla doğrudan üreticiden ya da ticari temsilcileri vasıtasıyla satın alıp hâzineyi yağmalıyordu.
Britanya burjuvazisi antlaşm anın , M ehm et Ali’n in bölgesi de dâhil, tü m O sm anlı İm para to r lu ğ u n u kapsaması için baskı yapıyordu. M ehm et Ali’nin tekellerini k u m an d a ederek, Mısır pam uğunu , Suriye y ü n ü n ü ve ipeğini düşük fiyatlardan almayı um ut ediyordu. Aynı şekilde, Fransa’n ın hâk im olduğu Suriye ve Mısır ithal pazarlar ın ı da ele geçirmek niyetindeydi. Fakat M ehm et Ali antlaşm a şa r t la r ın ın kendi bölgesinde de geçerli olmasına tam am en karşıydı. M ehm et Ali ayrıca İngiltere’n in Fırat üzerinde bir İngiliz suyolu ku rm a p lan lar ına da (kervanlarla ya da özel olarak yapılmış bir kanalla Asi Irmağı ağzından F ıra t’a ve ak ın tı boyunca Fırat’tan Basra’ya mal ve posta taşınm ası için) karşıydı. Bir diğer itirazı ise Süveyş k ıstağında (kıstak: yarım adayı karaya bağlayan iki yanı su kara parçası -çev.) bir kanal inşası için geliştirilen çeşitli tasarılaraydı.
M ehmet Ali’nin Necid’i yeniden ele geçirmesi ve Basra Körfezi ve Güney Arabistan’da Britanya’nın yayılmasıyla sorun yaşayan Mısırlıların Basra Körfezinde gözükmesi İngilizleri rahatsız etti. Batılı güçlerin Yakın Doğu’da hegemonya için mücadele etme üzerine kurulu ana politikası, özellikle İngiltere’n in Fransa ve Rusya’nın konum larını zayıflatma arzusu, ortadaki anlaşmazlığı iyice derinleştirdi. Fakat bu esnada Fransa Cezayir’in büyük bir bölüm ünü ele geçirmiş ve Suriye ve M ısır’da, Mehmet Ali’nin müttefiki olarak baskın bir pozisyonu işgal etmişti. M ehmet Ali’ye karşı savaşarak Britanya, Sultanin d u rum unu güçlendirme ve güç dengesini kendi lehine döndürm e um udunu taşıyordu. Bu yolla Flünkâr İskelesi Antlaşması’m etkisizleştirme ve aynı zamanda Rusya’n ın Türkiye üstündeki etkisini sıfıra indirme niyetindeydi.
Tüm bu nedenler, İngiltere’nin Mehmet Ali’yi ortadan kaldırm a ve Türk-Mısır anlaşmazlığında bir uzlaşıyı engelleme kararın ı harekete geçirdi. Mısır’ın bağımsızlığını tanımaya itiraz eden İngiltere, resmî
olarak M ünchengratz A ntlaşm asını imzalamadığı halde, Osmanlı İm para to rluğunun bü tün lüğünün dördüncü garantörü olarak davrandı. Dört süper gücün desteğini hisseden Türkiye hararetle savaş hazırlığı yapmaya koyuldu. Suriye sınırında yoğunlaşan 100.000 kişilik bir o rduyu seferber etti. İngiltere Türkleri destekledi ve savaşmaları için teşvik etti. Bu davranışlar silahlı bir çatışmayı kaçınılmaz kılmıştı.
ikinci Suriye Seferi
T ürk birlikleri 21 Nisan 1839’da Fırat’ı geçip M ehm et Ali’nin bölgesini ele geçirdi. Fakat N izip’teki ilk belirleyici savaşta tam am en bozguna uğradılar. Savaş 24 H aziran 1839’da yeniden başladı. İb rah im Paşa kom utasındaki M ısırlılar hâk im mevzilere konuşlandılar ve Türkleri yukar ıdan görüp ateşe başladılar. Bir saatlik savaşın sonunda Mısırlı topçu sınıfı Türk ba tarya ların ın sesini kesmiş ve İb rah im ’in asi bir saldırıyla Türk o rdusunun kaderin i belirleyen süvarilerine bir yol açmıştı. Türk başkenti yedi yıl içinde ikinci kez İb rah im ’e açılıyordu. 30 H aziran 1839’da, Nizip çarp ışm asından altı gün sonra, Sultan II. M ahm ut ölecekti. İki hafta sonra da A hm et Fevzi Paşa kom utas ındaki O sm anlı donanm as ın ın tam am ı M ehm et Ali’n in tarafına geçecekti. Guizot “Türkiye üç hafta içinde egemenliğini, donanm asın ı ve o rdusunu kaybetm işti” diye yazar. Mısır bir kez daha galipti. İb rah im yine de, İs tanbu l’a karşı bir sefer başlatma niyetinde değildi. Babasının ve Fransızların sözü doğru ltusunda davranarak, kendisini Urfa ve M araş’ı işgal etm ekten alıkoydu. Mısırlılar, Rusya’yı yeni bir m üdahale için provoke etme arzusunda o lm adık la rından Torosları geçmediler. Hatta İbrah im bunun yerine Babıali’yle anlaşmaya varm ak istiyordu. Kendisini, M ehm et Ali h an ed an ın ın tevarüs hak la r ın ın Mısır ve kendi toprak la rında tanınm asıyla s ın ırlam ak için hazırdı. Babıali’n in yenilgisi, İb rah im ’in sunabileceği herhangi bir şartı kabul etme hususunda razı o lmasını sağlamıştı.
Bu, elbette, İngiltere ve M ünchengratz Antlaşm asını imzalayan güçlerin um duğu bir sonuç değildi. M ısır’ın a r tan gücünü hesaba katm adıkları belliydi. 27 Temmuz 1839’da, refahı içinde kendi çıkarlarının etkilerini erteleyerek, onların onayı olmaksızın alınmış tüm kararlarını askıya alması için Türkiye’ye ortak bir nota sundular. Bu nota Mısır karşıtı dört güç bloğu (İngiltere, Avusturya, Prusya, Rusya) ve ayrıca kendisini Mısır’ın müttefiki ve dostu olarak gösteren Fransa tarafından imzalandı.
Fransa, kendisine dönük bir izolasyonu k ırm ak ve Fransız burjuvazisin in Mısır ve Suriye’deki çıkarlarını m uhafaza etmek için güçlü devletlerle ittifak halinde olmayı uygun görmüştü.
Türkiye’n in ve M ısır’ın kaderi üs tüne Batılı güçlerin müzakeresi bir yıl kadar sürdü. Fransa, barışçıl bir uzlaşıya varm ak ve M ehm et Ali’ye M ısır ve Suriye’n in verasete dayalı paşalığını vermek için Batılı güçlere baskı yaptı. Avusturya ve Prusya, M ısır’dan ve Suriye bölgesinden feragat etmeyi kabul ettiler. H ü n k â r İskelesi A ntlaşm asın ı ve s ta tü koyu sü rdürm ek için kaygı duyan Rusya bölgesel meselelere kayıtsız kaldı. İngiltere ise Suriye’yi, M ehm et Ali’den zorla alm a niyetindeydi. Müzakereler ara vermeksizin devam etti. Londra’da toplanan Daim i Büyükelçiler Konferansı Şark M eselesini görüşecekti. Diplomatlar ve gazeteciler Şark krizi üzerine yaygaralar koparıyordu. Fakat u n u t tu k ları şey, bu kriz in on lar ın kendi eseri olduğu ve on ların müdahalesi olmasa Türkiye ve Mısır arasındaki tü m farklılık ların giderileceğiydi.
Mısır-karşıtı koalisyonun gıyabında hareket eden Fransa, Mayıs 1840’ta Mısır ve Türkiye’yi, Sultan in M ehmet Ali’nin Mısır ve Suriye’nin verasete dayalı hüküm darı olarak tanıyacağı bir antlaşma imzalamaya ikna etti. Fakat Batılı güçler bu antlaşmayı baltalamaya karar vermişti. Suriye ve Filistin’deki hoşnutsuzlukları bahane ederek Mısırlılara karşı birçok isyanı körüklediler. Öyle ki, 1840 Mayıs’ındaki Lübnan ayaklanması korkunç olacaktı.
Olayın tanığı olan Bazili; “Lübnan’ın Hıristiyanların yaşadığı bölgelerinde isyancıların hiddetle köpürdüğünü” yazmaktaydı. Birkaç bin dağlı, yarısı silahlı diğer yarısı da kazma küreklerle, Beyrut’u ele geçirmek amacıyla dağlardan taarruzda bulunuyorlardı. Bunlar, kaleden saçılan bir ateş setiyle karşılanacaklardı, fakat bu araziyi bir zırh gibi kullanan dağlılara hiçbir zarar veremeyecekti. Bütün m uhiti ele geçirip askerleri öldürmeye başlamışlar ve özel mülklere dokunm adan devlete ait mülkleri yağmalamışlardı. Beyanlarında, Mısırlılara kin kusarak, Sultana bağlılıklarını taahhüt ediyorlar ve Kitab-ı M ukaddesin te r im leriyle, M ehmet Ali’yle İbrahim Paşayı seçilmiş insanlara zulüm eden firavunların m uhterem varisleri olarak görüyorlardı.
İbrahim, düzgün örgütlenememiş olan ve esasen Lübnan’ın Hıristiyan bölgeleriyle sınırlanmış isyanı kolaylıkla bastırdı. Dağ köylerini yağm alayıp yaktı ve ayaklanma önderlerini Sennar (Sudan)’a sürdü.
Batılı Güçlerin Müdahalesi
Lübnan isyanının yenilgisi Batılı güçlerin aleni müdahalesiyle aynı zamana denk gelmişti. Londra’daki Temsilciler Müzakeresi 1840 yazında, Şark Meselesinin uzlaşısı koşulları üzerinde bir anlaşmaya vardı. İngiltere, Avusturya, Prusya, Rusya ve Türkiye, 15 Temmuz 1840’ta Mehmet Ali’nin ve bölgesinin kaderini belirleyen bir antlaşma im zaladılar. Londra A ntlaşm asın ın sonucu Britanya diplomasisinin muazzam bir başarısıydı. Rusya hareketlerinde sınırlandırılmıştı. Fransa tam am en izole edilmiş ve İngiltere ise üzerine titrediği rüyaların ın gerçekleşmesine daha da yaklaşmıştı. Diğer üç gücün desteğini ve Mehmet Ali’ye karşı yürütülen savaşın denetim ini garantilemişti.
1840 senesinin Ağustos 19’unda güçler, M ehm et Ali’den aşağıda özetlenen Londra A ntlaşm asın ın şartlarını kabul etmesini talep ettiler:
1- M ehmet Ali Mısır paşalığını alacak.2- Filistin’in (Akka paşalığı) yönetim ini alacak.3- Diğer bü tün bölgeleri Sultana geri verecek.4- Eğer on gün içerisinde anlaşmaya varmazsa yalnızca Mısır’ı ala
bilecek.5- Bir sonraki on gün içinde de dik başlılıkta ısrar ederse, Batılı güç
lerin birleşik müdahalesiyle devrilecekti.M ehm et Ali Batılı güçlerin ü lt im atom unu geri çevirdi ve “kılıçla
kazan ılandan ancak kılıçla vazgeçilir” niyetini belirtti. Cevap olarak İngiltere ve Avusturya, Türk iye’yle beraber askerî operasyona başladı. Britanya ve Avusturya filoları Suriye’de göründü. Filolar, deniz savaşlarında ilk kez kullan ılan buharlı gemileri de barındırıyordu. 11 Eylül 1840’ta, Charles Napier kum andas ındak i bir filo, daha öncesinde İngiliz ve AvusturyalIların dağlılara silah, para ve eğitmen sağladığı B eyrut’a çıkarm a yaptı (1500 Britanya ve 7000-8000 Türk askeri). Tübnan’da Mısırlılara karşı yeni güçlerle desteklenen isyanlar patlak vermişti.
Mısır ordusu zor durum a düşmüştü. M ehmet Ali, Fransa’n ın yard ım ından medet um m uştu , fakat Fransa k ın ındaki kılıcını tu tm aktan başka hiçbir şey yapmadı. Fransız basının ın kavgacı kampanyaları İııgilizleri etkilemedi bile. Fîükümet, M ısır’a silahlı bir yardım ın geniş bir Avrupa savaşma yol açacağını biliyordu. Bunun yanı sıra, Fransa Ren N ehrinde PrusyalIlarla ve denizlerde de İngilizlerle tek başına savaşmak zorunda kalacaktı. Avrupa savaşı riskine atılmaktansa, Mısır’ı yüzüş
tü bırakmaya karar verdi. M art 1840’ta, Fransa’da hüküm et Mısırla bir birlik o luşturma ve tutarlı olma konusunda direten Thiers tarafından devralındı. 8 Ekim 1840’ta Thiers, Batılı güçlere, M ehmet Ali’n in defe- dilmesine göz yummayacağı uyarısında bulunduğu tehditkâr bir m ektup gönderdi. Fakat üç hafta sonra, 29 Ekim 1840’ta istifa etti. Soult ve G uizot’un yeni kabinesi Mısır için bir savaş yürü tm e niyetinde değildi, aksine Mehmet Ali hususunda Batılı güçlerle bir anlaşmaya varmayı ivedilikle istiyordu.
O esnada, İb rah im ’in konum u gittikçe güçleşiyordu. İbrahim ve kuvvetleri bü tün Suriye’ye dağılmıştı ve hastalıktan ve yetersiz beslenmeden zarar görüyorlardı. Karşılıklı bir ateşle kapana kısılmışlardı. Gerillalar iletişim ağlarını kesmeyi başarmıştı. Britanya kara ekipleri ve isyancılar Mısır ordusuna ağır darbeler indirirken, İngiliz-Avusturyalı filo da ablukaya aldığı l imanları ve Suriye kıyılarını bom bard ım ana tutuyordu. İlk birkaç hafta içinde, Britanya donanm asın ın da yardımıyla isyancılar Suriye kıyılarında Cübeyl, Batrun, Sur, Sayda ve Hayfa’yı ele geçirdiler. Ele geçirilen kasabalardan ülkenin kalbine doğru yeni silah sevkiyatları yapılıyordu.
10 Ekim 1840’ta, İb rah im ’in kuvvetleri, Beyrut yak ın lar ında görece büyük bir savaşla, isyancılar ve Napier’in kara bölükleri tara f ından bozguna uğratılmıştı. Mısırlılar Lübnan’ın kıyı ve dağlık bölgelerinden çekilmeye m ecbur bırakıldılar. Beyrut, Lazkiye ve İskenderun düşm an tarafına geçmişti. M ehm et Ali’n in müttefik i II. Em ir Beşir, İngilizlere teslim olmuş ve M alta’ya sürgüne gönderilerek yerine Britanya safında savaşan kendi kuzeni Kasım getirilmişti. M ısırlıların en önemli k a lesi olan A kka bir m üddet denizden bom baland ık tan sonra, 3 Kasım 1840’ta düştü. Küçük bir İngiliz bölüğü şehri ele geçirmiş ve K udüs’e doğru ilerlemeye başlamıştı. Mısır karşıtı isyanlar Filistin’e de sıçramıştı. Celile, Nablus, H ebron ve Suriye’nin güney kısımlarıyla, Beka ve A nti-L übnan’a kadar yayılmıştı. Daha sonraki direnişler faydasızdı.
Mehmet Ali’nin Teslim Olması
Napier komutasındaki Britanya donanması, Kasım 1840’ta İskenderiye’ye yaklaştı. Napier, M ehmet Ali’yi, Mısır donanm asın ın ana üssüne ateş açmakla tehdit ederek, bir ültimatom sundu. Suriye isyanı, Mısır o rdusunun Suriye ve Filistin’de yenilmesi, Fransa’nın konumu ve bizzat M ısır’ı tehdit etmesi Mehmet Ali’nin çelik iradesini sarsmıştı.
D ünyanın dört büyük gücüyle baş edemeyeceğini anladı ve Napier’in şartlarını kabul etti.
27 Kasım 1840’ta, Mısırlılar Napien’in sunduğu antlaşmayı Britanya silahlarının gölgesinde imzaladılar. Mısır paşalığının hanedanlık (verasete dayalı) yapısını garantiye alm ak için M ehm et Ali, Suriye ve Filistin’i tamamıyla boşaltmayı ve ele geçirdiği Türk donanm asını iade etmeyi ta ahhüt etti. Suriye ve Filistin’in derhal boşaltılması em rini verdi. İbrahim Paşa ve kuvvetleri 29 Aralık 1840’ta Şam’ı b ıraktılar ve güneye doğru yöneldiler, bu esnada Britanya da Kudüs’ü işgal etmiş ve geri çekilen Mısır ordusunun önünü kesmişti. Bundan ö tü rü İbrahim, Mavera-i Ürdün stepleri ve çölleri üzerinden geri çekilmek zorunda kalmıştı. Sefere katılan 60.000’den fazla Mısır askerinden yalnızca 24.000’i Gazze’ye ulaşabilmişti. Diğerleri yolda açlıktan, susuzluktan, soğuktan, hastalıktan ve gerilla baskınlarından ö türü telef olmuştu.
Mısır Meselesi 1 H aziran 1841’de özel bir Hatt-ı H üm ayun ile Batılı güçler arasındaki uzun görüşmelerden sonra karara bağlandı. M ehmet Ali, Mısır ve Sudan’ın verasete dayalı paşalığını edindi fakat Sultana Suriye, Filistin, Kilikya, Arabistan ve Girit’i geriverdi. Ordusunu 18.000 kişiyle sınırlandırdı. Ordusuna yeni generaller a tam aktan ve savaş gem ileri inşa etmekten m ah ru m bırakıldı. Türkiye’ye donanm asını iade etti. P ad işah a bağlı olduğunu ve onun hâzinesine büyük meblağlarda vergi vermeyi taahhüt etti. M arx in da ifade ettiği gibi, Batılı güçler Mısır o rdusu ve donanm asını yenilgiye uğratarak “‘sarılı bir sarığı’ gerçek bir başla değiştirmek için... yalnız adamı aciz kıldılar” (New York Daily Tribune, 25 Temmuz 1853) M ısır’ın bağımsızlığı için yapılan planlara oldukça ciddi bir darbe indirmişlerdi ve M ısır’ın bir Britanya sömürgesi haline dönüştürülm esinden sorumluydular. Usulen M ısır’ın Babıali’ye bağımlılığı güçlendirildi, fakat gerçekte Babıali M ısır’ı 1841’de kaybetmişti. Bütünüyle Britanya’nın kontrolü altına girmişti. O zam andan sonra, Marx ve Engelsin de belirttiği gibi, “Mısır hiç kimseye olmadığı kadar Britanya'ya bağlanm ıştı”. (New York Daily Tribüne, 7 Nisan 1853)
Kil Vadisini kontrolü altına alarak, İngiltere aynı zam anda Boğazlara sıçrayabileceği bir atlama tahtası kazanmıştı. Sonrasında, 1841 yılında süresi dolan H ünkâr İskelesi Antlaşm asındaki ısrarını da devam ettirmeyecekti. Bunun yerine, beş Avrupa gücü ve Türkiye 13 Temmuz 1841’de, Londra’da, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının Rusya’nm kiler de dâhil tüm savaş gemilerine kapatılacağı yeni bir Boğazlar Antlaşması imzaladılar.
B Ö L Ü M IX
T a n z i m a t D ö n e m i n d e L ü b n a n , S u r i y e
VE F İ L İ S T İ N ( 1 8 4 0 - 7 0 )
Dünya Kapitalist Pazarında Arap Ülkeleri
Britanya’n ın müdahalesi ve M ehm et Ali’n in 1840 yılında silah bırakması Arap ülkelerinin tarihinde, yabancı sermayenin hızlıca yer edindiği yeni bir dönem in başlangıcını işaret ediyordu. Bu dönem, Arap ülkelerin in kolonyal ve ekonomik esaretinin başlangıcı olarak da düşünülebilir. Tekelci sermayenin oluştuğu ve hak im hale geldiği bir sonraki tarihsel aşama ise sürecin tepe noktasına, yani Arap ülkelerinin birer koloniye dönüşmesine tanıklık etti.
1838 İngiliz-Türk Ticaret Anlaşm asın ın Mısır ve Suriye’ye uygulanması, Britanya ve diğer kapitalist ülkelerin m allarına Arap pazarlarını adeta sunmuştu. 1840 ve 1850 arasında, Osmanlı İm paratorluğuna ithal edilen yalnızca Britanya m alların ın m ik ta rında üç kat artış olmuştu (£1,440,000 den £3,762,000’e). Avrupa m alların ın akışı, eski sanayi m erkezlerinin çöküşü ve el yapımı yerel endüstrilerin mahvıyla sonuçlanmıştı. Bu ayrıca, Avrupa fabrikasyon ürün ler in in karşısında tu tunam a- yan ulusal imalatların gelişimini de sekteye uğratacaktı. Bununla b irlikte, dış t icaretin gelişimi ticaret yapan şehirlerin yükselişine ve k om prador burjuvazinin güçlenmesine de neden olmuştu. İletişim araçların ın gelişimi de bu süreçten payına düşeni alacaktı (Süveyş Kanalının, İskenderiye L im anın ın ve Beyrut Şam arasında yol yapılması).
Yabancı sermayenin baskısı altında Arap ülkelerindeki tarım bir meta karakterine bürünm eye başladı. Sınırlı sayıda ticari ü rü n ü n üre ti lmesinde uzmanlaşmaya başlandı. M ısır’da bu, pam uk ve şeker kamışıydı, Suriye ve Filistin’de pamuk, tahıl ve yün, Lübnan’da ise ham ipekti. Fakat meta ü re tim in in artması kapitalist ilişki b içim inin kurulm asına
neden olmamıştı. Köylüler dünya kapitalist pazarına bağımlı hale gelmişti ve fakat aynı zam anda feodal beye de bağımlılığını sürdürüyordu. Arap ülkeleri, dünya kapitalist pazarına Avrupa endüstrisi için ta r ım sal ve ham m adde tedarik ederek dâhil olmuştu. İktisadi ilişkiler, bizzat bu ülkelerin endüstriyel sermaye tarafından söm ürülm esinin bir işareti olan eşitsiz mübadele üzerine kurulm uştu .
1856’da yabancı sermaye, esas olarak Mısır ve Türkiye’ye verilen k re diler biçiminde ve iletişim araçlarının inşası şeklinde sermaye ihraç ederek Arap ülkelerini köleleştirmeye koyuldu.
G ü lhane H a tt ı H ü m ay u n u
Yenilik işaretleri bizzat Türkiye’de de gözükmeye başlamıştı. Küçük bir ulusal burjuvazi tabakası, ki henüz sadece ticariydi, doğuyordu. Taşradaki feodal ilişkiler çöküyordu. Kapitalist ilişkilerin Türkiye’den daha erken başladığı Türk yönetimindeki Balkanlarda, ulusal bağım sızlık hareketleri yeşeriyordu. Yunanistan ve Sırbistan zaten Osmanlı İm para to rluğundan kopmuştu. İmparatorluğu ve padişahın otoritesini tam am en çökmekten k u r ta rm ak için feodal ve bürokratik yönetici sınıfın ileri görüşlü daha çok üyesi yeni reform planları çizmek üzere işe koyuluyordu. II. M ah m u t’un reform larının tek başına imparatorluğu kurtaramayacağını, bunlara ek olarak yeni ve dirayetli değişimlere ih tiyaç duyulduğunun farkındaydılar.
Yeni reformların öncüsü liberal ve Batılı biri olan Dış İlişkiler Bakanı Reşid Paşaydı. Programı oldukça alçakgönüllüydü. Feodal üre tim biçimini tehdit etmiyor ve padişahın m utlak gücünü tam am en muhafaza ediyordu. Filhakika bu, bir tarafta yaşamaya devam eden padişahın fe- odal-teokratik monarşisiyle, öte tarafta gelişen ticaret burjuvazisi ve liberal görüşlü toprak sahiplerinin uzlaşması için yapılan bir girişimden fazlası değildi.
Daha önceden de olduğu gibi yönetici sınıfın çıkarları üzerine k u ru lu bir girişim olduğundan, Türk burjuva unsurlar ın isteklerinin gözle görünür şekilde arttığını yansıtıyordu. Türklerin M ehm et Ali’n in b irlikleri tarafından yenilgiye uğratılması, Babıali’yi yeni reformların acil gereksinimi hakkında ikna etmişe benziyordu. Nizip savaşından ve II. M ahm ut’un ölüm ünden dört ay sonra 3 Kasım 1839’da, yeni padişah Sultan Abdülmecid (1839-61), şehrin ileri gelenlerini, yabancı diplomatları ve tüccar sınıfının temsilcilerini sarayına davet etti (Gülhane). Bu
toplantıda Gülhane Hatt-ı H üm ayunu olarak bilinen m anifestonun içeriği okundu. Manifesto Tanzimat-ı Hayriye olarak bilinen, ki Osmanlı İmparatorluğu tarih indeki bü tün reformcu dönem Tanzimat ismini almıştı, reform program ları öne sürüyordu.
Manifesto: “Tüm dünya bilir ki, Osmanlı İm para to rluğunun ilk yıllarında m eşhur K u ran ve İmparatorluk kurallarına herkes uymuştu. Bu nedenle, devletin güçlendiğini ve zenginleştiğini ve hiçbir istisnası olmaksızın tüm halkların en yüksek seviyede bir refah içinde yaşadığını” beyan ediyordu.
Ekonomik ve sosyal şartların dayattığı reformlar, manifestoda Osmanlı İm para to rluğunun eski kuralarına ve kurum larm a, yani “altın çağma”, geri dönüş olarak tasvir ediliyordu. Ayrıca manifestoda “son 150 yılda insanların, çeşitli nedenlerle, kutsal kuralları ve onlardan tü retilen kuralları incelemeyi terk etmiş olduğu ve İm paratorluğun eski güç ve ih tişam ının zayıflık ve fakirliğe dönüşmüş olduğu” belirtiliyordu. Böylece manifesto, “iyi yönetim in bereketini yeni kurum lar aracılığıyla İm paratorluğun dört bir yanm a yayma” sözünü veriyordu.
Yeni ku rum lar aşağıdakileri sağlayacaktı;1- Halkın hayatının, onu ru n u n ve m ü lkünün dinine bakmaksızın
korunm asını2- Vergi m iktarların ın belirlenmesinin ve toplanm asının doğru bir
yöntemini3- Askere alım ların ve hizmet dönemlerinin düşürülm esinin doğru
bir yönteminiHerkesin hayatının vali ve paşaların sınırsız keyfi gücüne bağlı ol
duğu Osmanlı İm parato rluğunda kişi ve m ülk dokunulmazlığına dair verilen bir güvence ehemmiyetini gösterirdi. Mülkiyet hakk ın ı güvenceye almakla, Gülhane Hatt-ı H üm ayunu burjuva b ir ik im in in koşullarını yaratmıştı. Bu garanti dinsel ayrım yapmadan herkese uygulanmıştı. Bu nokta özellikle önem arz eder, çünkü imparatorluktaki burjuvazi diğer milletlerden müteşekkildi ve zulme uğramış Hıristiyan dinine m ensuptu; Türkiye’deki Ermeniler ve Yunanlılar, Suriye’deki Arap Hıristiyanları ve Ermeniler, Lübnan’daki Maruniler, Mısır’daki Kiptiler gibi.
Manifesto, kişi ve mülk dokunulmazlığı sağlamak için somut ölçütler belirtmişti. Somut olarak, açık mahkemelerin getirilmesini (kutsal h ukukum uza göre her zanlı soruşturm a yapıldıktan sonra aleni olarak yargılanacaktır ve doğru hüküm ler verilmeden hiç kimse bir başkası tarafından zehirlenerek veya diğer yollarla öldürülemez) bir suçlunun
m alların ın müsadere edilmesi şeklindeki eski uygulam anın yasaklanmasını (her suçlu bü tün mülkiyet türlerine sahip olabilir ve herhangi bir engellemeyle karşılaşmadan tasarrufta bulunabilir. Bu yüzden, örneğin, suçlunun m asum olan varisleri yasal haklar ından m ah ru m bırakılm ayacak ve suçlunun mülküne zorla el konmayacaktı) ve kanunlar ı düzenlemek için yasal bir danışm a meclisi toplanmasını kararlaştırmıştı.
Sabit vergi o ran lan ve sabit bütçe uygulamasına geçildi ve vergi y ü küm lü lüğünün başkasına devredilmesi (iltizam) ile iltizamdakine ben zer bir aşırılığa yol açan, idari yetkilerin satılması düzenine son verildi.
Herkes için mecburi askerî h izm et ve düzenli askere çağırma uygulamaları başlatıldı. Askerlik süresini 4 ya da 5 yıla indirgeyen ve askerî hizmeti, bölgelerdeki nüfus oranlarına göre sabitleyen askere alım k anunu ilan edilmişti.
Tanzim at’ın İlk Dönem Reformları
Ölçülülüğüne ve uzlaşıcılığına rağmen Gülhane Hatt-ı H üm ayunu en gerici feodal beyler, saray mensupları ve dinî otoriteler arasından güçlü bir muhalefetle karşılaştı. Manifestoyu im zalam ak zorunda bırakılan Sultan A bdülm ecid’in kendisi de, planlanan reformları onaylamadığını gizlemiyordu. Tanzimat’ı kendi isteğine karşı olmasına rağmen kabul ettiği bir uzlaşı olarak görüyordu ve fırsat bu lduğunda uygulamalarını engellemek için gücünü kullanm aktan da sakmmayacaktı. Niyet edilen reformların büyük çoğunluğu, en ılımlı olanları bile, yasalaşıp yasalaşmadığına bakmaksızın kâğıt üzerinde kaldı.
Fakat yine de Tanzimat bazı sonuçlar doğurmuştu. İlk olarak, kuvvetler ayrılığı, sivil ve askerî yönetimin birbirinden ayrılması ve yeni bir yasal mevzuat oluşturulması yönünde adımlar atıldı. 1843’te yayınlanan askere alma yasası herkes için mecburi askerî hizmeti getirdi ve süresini 5 yılla sınırlandırdı. Aynı şekilde, orduda radikal değişikliklere gidildi. Piyadeler ve süvariler Fransız usulünce ve topçular da Alman usulünce yeniden dü zenlendi. Bu düzenlemelerden sonra Türk ordusu 6 kolordu oluşturdu, ikisi Balkanlarda, ikisi Anadolu’da, biri (Şam’daki merkeziyle birlikte) Suriye ve Filistin’de ve biri de (Bağdat’taki merkeziyle) Irak’taydı.
1840 senesinde, Sultan Abdülmecid yıllardır sürüncemede olan h u kuki reform çalışmalarına başladı. Yeni ceza, ticari ve sivil kanunlar ın o luşturulmasına ve vakıfların yeni hukuki bir sistem üzerine o tu r tu lmasına Tanzimat dönemi süresince devam edildi. Zaten II. M ahm ut’un
kendisi de vergi toplamayı düzenlemek için bir girişimde bulunm uştu. 1838’de, mem urlar için sabit bir maaş oluşturdu ve her türlü suistimale açık birçok devlet tekelini ortadan kaldırdı. İltizam sistemi 1840 y ıl ın da nakdileştirildi ve taşra paşaları vergi toplama hakk ından m ah ru m bırakıldı. Bu görev, merkezi maliye b irim in in kontrolünde olan özel vergi toplayıcılarına devredildi. Aslında, bu tedbir yalnızca kasabalarda uygulandı. İltizamı tarım sal vergilerden kaldırm a işlemi başarısız oldu ve güçlü vergi toplayıcıları eski pratikleri uygulamaya devam ettiler. Sivil ve askerî otoritelerle bağlantılı olan yönetim reformu, vilayetleri ve sancakları idare eden valilerin ve kaym akam ların görevlerini açıklıkla tanımlamıştı. Bunlar sadece sivil iktidarlardı ve herhangi bir zamanda feshedilebilirlerdi. Daha evvelden paşaların feodal baba mirasları olan eyaletler, birleşik devlet gövdesinin alt birimlerine dönüştüler. Devlet birimleri uzm anlık esasınca oluşturuldu. Özel danışm a organları yönetim birimlerine eklendi. Bunlar, bürokrasi, din adamları, toprak sahipleri ve tüccarların temsilcilerinden oluşan idari konseylerdi (meclis, idare). Validen bağımsız olan özel bir yetkili (defterdar) vergi toplama işinden ve vilayet mâliyesinden sorum lu tutulm uştu . Sancaklarda vergi b i r im lerinin başında olan m alm üdürleri ya da muhassiller de kaym akam dan bağımsız, fakat defterdara bağımlıydılar.
Tanzimat dönem inde eğitime de büyük bir önem atfedilmişti. 1845’te çıkarılan bir yasa parasız ve zorunlu eğitimi getiriyordu. Diğer birçoğu gibi, bu yasa da büyük ölçüde uygulanm am ış olmasına rağmen oldukça olumlu sonuçlar yaratacaktı. Eğitim veren camiler de devletin kontrolü altına alınmıştı. Öğrencilerin tarih, coğrafya ve temel matematik eğitim i aldığı seküler ortaokullar kuruldu. İstanbul’da özel tıbbi, m ü h en dislik, h ukuk ve askerî okullar oluşturuldu. Ayrıca 1847’de bir Eğitim Bakanlığı kurulacaktı.
1845’te her eyalette, “tarım daki düşüşün nedenlerini a raş t ırm ak” üzere özel bir komisyon kurulm asına dair bir girişimde bulunuldu. Bu komisyonlar, arazi vergisi, yol inşası ve sulama gibi sorunları görüşecekti. Fakat çalışmaları, “tarım daki düşüşün temel nedeni” olan feodal sisteme dokunm aksızm başarısız olmaya m ahkûm du.
Bunlar Tanzimat’ın ilk dönem inde (1839-56) yürütülen reformlardı. Bunlar, yerel burjuva öğelerin oluşması için geniş olanaklar tanıyordu fakat sosyal sistemi değiştirmek için kâfi değildi. Feodal ü re tim tarz ın ın ya da feodal devletin temellerine dokunm adık ları gibi yabancı serm ayenin iktisadi saldırılarını geri püskürtecek ulusal kapitalist sanayinin
gelişim şartlarını da yaratamamıştı. Kısacası, reformlar burjuvaziye bazı kişisel ayrıcalıklar tam sa da, politik haklardan m ah ru m bırakmıştı. İm paratorluktaki bü tün iktidar hâlâ eski bürokrasin in ellerindeydi.
Suriye ve Filistin’deki Reformlar
M ehmet Ali’nin birliklerinin tasfiyesinden sonra, Suriye ve Filistin tekrardan Türk yönetimi altına geçmişti. Babıali hemen bu ücra bölgelerin idaresini normale döndürmeye başladı. Tepkilere rağmen yeni kanunlar aşamalı olarak yürürlüğe konuyordu. Suriye ve im paratorluğun diğer bölgelerindeki eyalet yöneticileri askerî ve finansal imtiyazlardan m ah ru m bırakıldılar. D oğrudan Maliye Bakanlığına bağlı olan özel maliye memurları, defterdarlar ve muhassiller atanmaktaydı. Fakat iltizam sistemi devam ettirilecekti. Askerî k u ru m reform larından sonra, yeni düzenli orduya bağlı bir kolordu, Arabistan Orduları, Suriye’de konuşlandırılmıştı. Bu, sivil m akam lardan bağımsız fakat Savunma Bakanlığ ına tabi olan bir feldmareşal (müşir) tarafından yönetilen dü zenli bir orduydu.
1841 yılında Suriye’de, yeni bir mülki bölge oluşturuldu. Sayda ve Trablus paşalıkları bir eyalet altında birleştirildi ve merkezi de Beyrut’a aktarıldı. Filistin, Beyrut valisinin kontrolü altında olan özel bir Kudüs sancağına bölündü. T üm bu görece ehemmiyetsiz idari değişiklikler Suriye’deki feodal sistemin çekirdeğini etkileyemedi. Aksine, bunlara hürriyet sözü olarak bakan köylüleri aldatmış oldu. Mısır yönetimine karşı isyanlar ve Mısırlıların ülkeden çıkarılmasında Suriyelilerin oynadığı aktif rol, onların kendi güçlerine daha fazla güvenmelerini sağlamıştı. Öte yandan, Türk idaresinin restorasyonu da Suriyelilerin kaderini değiştirmemişti. Tüm bunlar, yeni bir hürriyet dalgasının kabarm asının önkoşullarını yaratmaya hizmet edecekti. Nitekim Suriye’de bir dizi feodalizm karşıtı ayaklanma görülecekti, bunların en ciddileri 1850 Halep ayaklanması ve 1852-53 Havranyan ayaklanmasıydı.
Lübnan Eyaletinin Tasfiyesi
Feodalizm karşıtı hareketler özellikle Lübnan’da oldukça güçlüydü. Büyük feodal Dürzi Beyler, 1840 yılında II. Emir Beşir’in tahttan ind irilmesi ve kovulm asından sonra Lübnan’a geri döndüler ve eski mülklerine ve politik imtiyazlarına kavuşturm ak için ricada bulundular. Beşir’in hüküm darlığ ı zam anında onların topraklarına yerleşen M arun i köylü
leri Dürzilere direnç gösterdi. Üstelik devam eden mücadeleler bir çelişkiler yum ağına döndü. Dürzi ve M aruniler arasındaki anlaşmazlıkların karmaşıklaştırdığı asıl sınıf farklılıklarına, b irbirine zıt dinî ve politik gruplara arka çıkan İngiltere ve Fransa arasındaki düşm anlık da katkıda bulunuyordu. İngiltere Dürzileri, Fransa ise M arunileri destekliyordu.
Ekim 1841’de Britanya’nın silahlandırdığı Dürzi feodal beyler Babıali’n in atadığı II. Beşir’in kuzeni, Emir Kasım a karşı bir isyanı kışkırttı. Kendilerine bağlı köylüleri de buna dâhil etmeyi başardılar. İsyancılar E m ir’in sarayını kuşattılar. M aruni köylerini yağmaladılar, nüfusu kılıçtan geçirdiler, evleri ateşe verdiler, meyve bahçelerine ve topraklara da el koydular. M aruniler öz savunma birliklerini dü zenlediler ve bazen Dürzilerin saldırılarını başarıyla geri püskürttüler. Hatta birçok M aruni birliği katliam ların organize edildiği Dürzi köylerine kadar tesir ettiler. Bu karşılıklı im ha altı hafta boyunca devam edecekti. Nihayetinde Dürziler galip geldiler ve güney Lübnan’ı ele geçirdiler. Babıali de bunu bir fırsat olarak değerlendirip birliklerini h e m en Lübnan’a yönlendirecekti. Emir Kasım azledilmiş, tu tuk lanm ış ve İstanbul’a gönderilmişti ve Lübnan eyaleti Türk General Ö m er Paşan ın valiliğini yaptığı sıradan bir Türk iline dönüştürülm üştü .
Ö m er Paşa, kendisinin merkezileşme politikalarını engelleyen Dürzi feodal beylere karşı bir misilleme başlattı. M art 1842’de sekiz Dürzi şeyh ini Beytüddîn’deki kalesine davet etti ve onları tu tuklatıp iyi korunan Beyrut’a gönderdi. O nların tu tuk lanm asından sonra, 1841 katliam ında güney Lübnan’a kaçan M aruniler kendi köylerine, topraklarına ve b ah çelerine döndüler.
Türklerin eylemleri, D o ğ u d a k i konum ların ı güçlendirmek için çaba sarf eden güçler arasında hoşnutsuzluğa sebebiyet vermişti. Doğrudan Türk yönetimine karşı kesin itirazlar getirecek ve Lübnan’da o tonomi kurulm asını talep edeceklerdi. M arunileri destekleyen Fransa II. Beşir’in (Şehhap) dönmesinde ısrar ediyor ve bu talebini desteklemek için Beyrut’a bir filo gönderiyordu. İngiltere de aynı şekilde, Şehhap a ilesine karşı savaşmış Dürzi feodallerin tarafında yer alıyordu.
Büyük güçlerin baskısı ile Babıali Lübnan’da, 1842 yazında bir referanduma gidecekti. Sonuçlar Marunilerin, Lübnan eyaletinin Şehhap ailesinden Hıristiyan bir idareciyle yeniden kurulması taraftan olduğunu gösteriyordu. Dürzi feodaller ise Babıali’nin tarafındaymış gibi davranıp doğrudan Türk yönetimi için oy kullandılar. Fakat Ekim 1842’de, tutuklanan şeyhlerin serbest bırakılması ve Ömer Paşanın geri çekilmesi için yeniden
isyan edeceklerdi. Böylece bir kez daha mağlup edileceklerdi. Ömer Paşa Dürzi başıbozukları ezmiş ve Canbolat ailesinin atlarının kalesini ateşe vermişti. Fakat sonuç olarak 1843 yılında, Babıali Lübnan’ın doğrudan yönetimi planlarından vazgeçmek zorunda bırakıldı. Batılı güçlerin baskısı altında Lübnan’ın yönetimini iki yerel kaymakama bırakmaya rıza gösterdi. Marunilere bir Hıristiyan ve Dürzilere de Dürzi bir kaymakam atandı. Şehhap ailesi temelli olarak gönderildi. Bu “çözüm” Lübnan’da meseleyi sadece karmaşıklaştıracak ve Dürzilerle Maruniler arasında esen ihtilaf rüzgârlarını sertleştirecekti. Bir Türk paşası bu çözümü deyim yerindeyse “örgütlü bir sivil savaş” olarak niteleyecekti.
1845 Dürzi-Maruni Katliamı
Lübnan’da homojen bir dini yapı yoktu. Kuzeyde, Kesruan’daki in sanların neredeyse tam am ı M aru n i’ydi. Ayrıca, Lübnan’ın merkezinde, M etn’de de çoğunluk M arun i’ydi, fakat burada bazı Dürzi köyleri de diğerleri arasında dağılmış vaziyetteydi. Güney bölgelerde, Şuf’ta köylü nüfus Dürzi ve M arunilerin bir bileşiminden oluşuyordu. Şuf’ta hak id dia eden feodaller Dürziydi. Görevler iki kaym akam arasında bö lündüğünde, Kesruan M arunilerde kalıyor ve diğer bölgeler de “karm a” olarak beyan ediliyordu.
Bu karm a bölgelerde M aruni ve Dürziler arasında yeni bir anlaşmazlık baş göstermişti. Karma bölgelerin topraklarını elde tutabilme konusunda kaygı duyan Hıristiyanları doğrudan bir Hıristiyan kaym akam ın yönetimi altında olmaları gerekliliğini hissediyorlardı. Dürzi feodal beyler ise bir bölgede iki yönetici olamayacağını ve Şuf’taki karm a bölge M aruniler in in Dürzi bir kaym akam a tabi olmaları gerektiğini söylüyordu. Nihayetinde, 1844 yılında Fransız konsolosunun tavsiyesiyle, “örgütlü sivil savaşı” derinleştirmekten başka bir işe yaramayacak olan bir uzlaşıya varmayı kabul ettiler. Karma köylerin her birine bir Hristiyan bir de Dürzilerden iki yaşlı kimse ya da vekil atandı. Şuf Marunileri, Dürzi kaym akam a tabi olacak fakat ona karşı şikâyetlerini Hıristiyan kaym akam dan önce vekilleri aracılığıyla bildirebileceklerdi. Güney Lübnan’ın Dürzi bir kaym akam ın emri altına geçmesinden hemen sonra Dürzi şeyhler eski mülklerine dönmeye başladılar. Bu d u rum da M aruni köylüler bir isyan hazırlığına başladılar. Bu kez çatışmanın üstündeki dinî kılıf tam am en sıyrılacak ve ayaklanma açık bir sınıf karakteri kazanacaktı. M arunilerin feodal şeyhlerin ve rahiplerin liderliği altında
çarpıştığı 1840-41 ayaklanmasının aksine isyancı birlikleri tam am en köylülerden müteşekkildi. “Hıristiyanlar müfrezeler ve kom utanlar alt ında asker topladılar. Tek bir şeyh ya da em ir kom utanlık cüretinde b u lunam adı” diye bildirmekteydi bir tanık.
Güney Lübnan’ın bü tün büyük yerleşim yerlerinde kolları bu lunan Deir El-Kamar’daki gizli bir komite bu hareketin başında duruyordu. Fakat köylülerin mücadelenin sınıfsal amacını tam am en kavradığı söylenemezdi. Dürzi feodal beylere karşı duydukları nefret tü m Dürzilere yayılmış, bu sayede Dürzi köylüleri düşm an olarak kazanmışlardı ve bu da bir M arun i pogrom dalgasını doğuracaktı.
1845’te bir ayaklanma patlak verdi ve Lübnan’ın tüm bölgelerine yayıldı. Bunu Dürzi köylülerin katliamı izledi ve karşılığında da M arunilerin katledilmesi. Onlarca Dürzi ve M arun i köyü yağmalandı ve tam am en yok edildi. Hareketin anti-feodal karakteri Türkleri kendi politikalarım değiştirmeye zorladı. İm paratorluğun merkezileşmesi mücadelesinde, eski politik haklarını devam ettirm ek isteyen Dürzi feodal beylerle k a rşı karşıya gelmiş olsa da, Babıali bir bü tün olarak feodal sınıfın haklarını sürdürmesi taraftarıydı. Babıali 1841 ve 1842’de Dürzi şeyhlerinin ayaklanmasını bastırmıştı, fakat 1845’te aynı Dürzi şeyhlerine, feodal sisteme karşı mücadele eden M arun i direnişini bastırması için vardım ediyordu. Türk kuvvetlerinin de yardımıyla Dürzilerin zaferi belirmişti. Dürzi kaym akam Güney Lübnan’ı yönetmeye devam etti ve aynı şekilde mülkler de Dürzi şeyhlerinin elinde kaldı.
İsyan bu kez de, M aruni köylülerin kendi mezheplerinden olan piskopos ve soylulara karşı ayaklandığı Kuzey Lübnan’a sıçramıştı. 1845 sonbaharı itibariyle Türk birlikleri Lübnan’ı zapt etmiş ve silahsızlandırmıştı. Yabancı konsolosların da yardımıyla yeni bir idare rejimi organize edildi. Tüm bölge için iki kaymakam ve her köy için iki vekilden teşkil olan ikili kontrol sistemini muhafaza ederken konsoloslar ayrıca her kaym akama yardımcı olabilecek bir konsey talebinde bulundular. Konsey yargı fonksiyonuna ve ayrıca vergilerin toplanması ve düzenlenmesini kontrol hakkına sahip olacaktı. 10 üyeden oluşacak bu konseyde: iki Maruni, iki Dürzi, iki Sünni, iki Ortodoks Yunan ve iki Melkit (Yunan Uniat’lar (Uniat: Papanın yetkilerini tanıyan fakat Katolik kilisesinden kopmuş bir mezhep) vardı. Fakat bu, feodal beyler ve köylüler arasındaki anlaşmazlığı bertaraf edemedi. Üstüne üstlük dinsel düzensizliği daha da derinleştirdi, farklı dinî gruplar arasında yeni ihtilaflara neden oldu ve dış güçlerin Suriye’nin içişlerine müdahale etmesi için kalıcı bir bahane yarattı.
Misyonerlerin Faaliyetleri.Britanya’nın Filistin’de Yahudi Kolonisi Planları
Yabancıların Arap Doğusuna nüfuz edebilmesinin bir aracı da m isyonerlerdi. Yüzyılın başında azalma eğiliminde olan faaliyetler 1840’lar- da yeniden gündeme gelmişti. Suriye ve Filistin’de Hristiyanlığı ve bu sayede temsil ettikleri ülkelerin etkilerini yayan misyoner okulları ve hayır k u ru m la n açılmıştı. D o ğ u d a k i en etkili misyonerler Lazarethler ve Cizvitlerdi. Vatikan tarafından yönlendiriliyor ve Fransa tarafından şiddetle destekleniyorlardı, kontrolleri altında geniş bir okul ve papaz okulu ağları bulunmaktaydı. Papa, Haçlı Seferleri sırasında ortaya çıkmış olan Kudüs Latin Patrikhanesin i 1846’da yeniden kurdu.
İlk Amerikalılar, Presbiteryenler, 1820 yılında Beyrut’ta görünmeye başladılar. 1860’a gelindiğinde, 30’dan fazla okul ve matbaaya sahiptiler ve 1866’da, sonrasında Amerikan Üniversitesine dönüşecek olan Suriye Protestan Kolejini kurdular. 1849’da Rusya Kudüs’te bir Rus Ortodoks elçiliği kurdu. Suriye ve Filistin üzerine doğrudan saldırgan planları yoksa da Balkan Yarımadasında Yunan Ortodoks nüfus üzerindeki etkisini ar ttırm ayı istiyordu.
M ehmet Ali’nin mağlubiyetini en iyi şekilde değerlendirme husu sunda oldukça hevesli olan İngiltere de bu vaziyetten geri kalmayacaktı. Bu du rum da iki karta birden oynamıştı. Bir tarafta, Protestanları ve A lm anların Filistin’i sömürgeleştirmesini, Kudüs’te 1841 yılında k u ru lmuş bir İngiliz-Prusyan piskoposluk bölgesini destekliyordu. Öte yan dan da, Yahudilerin sömürgeleştirme planlarını ve her türlü Siyonist projeyi teşvik ediyordu.
19. yüzyılın ortalarında Filistin’deki Yahudi nüfus hemen hemen11.000 civarındaydı. Bunların da çoğu dinî maksatlarla bölgeye gelmiş hacılardan oluşuyordu. 1839-41 Doğu krizleri esnasında Britanya, Bonaparte’ın Kudüs’te bir Yahudi devleti kurm a planlarını yeniden gündeme taşımıştı. 1838’de Lord Shaftesburv ve sonrasında Gauler ve Filistin’deki Britanya konsolosu James Finn Yahudilerin Filistin’e taş ınması ve Britanya korum asında bir Yahudi devleti ku rm ak için bir dizi proje öne sürmüştü. Bu planlar, onları emperyal iletişimin güvenliği için bir garantör olarak addeden Lord Palmerston tarafından oldukça m em nuniyetle karşılanacaktı. Rothschild ailesiyle bağlantılı bir Britanya b a n keri olan Sör Moses Montefiore de bu planları desteklemişti. Montefiore D o ğ u y u birçok kez ziyaret etmiş ve hatta 1855 yılında JafFa yakınlarında
bir portakal bahçesi satın almıştı, fakat yine de tek bir Yahudi söm ürgecinin ilgisini cezbettiği söylenemezdi. Aynı şekilde İngiliz-Prusyan p iskoposluk bölgesi planları da suya düşmüştü.
Batılı güçler arasında Doğu’da süren rekabet, çeşitli misyonerlerin “kutsal m ekânlarda”, hacılardan toplanan para ve değerli eşyaların dağıtılması gibi bitmek bilmez didişmelerine yansıtılmıştı. Kutsal Kabir Kilisesinin çatısının onarılması ve Beytüllahim türbesin in anahtarları gibi önemsiz görünen bir anlaşmazlık oldukça ciddi bir uluslararası k r i ze dönüştü ve 1853-56 Doğu savaşının başlamasına neden oldu. Türkiye galipler arasında ve Avrupalı güçler ittifakında yer alsa da, savaş Osmanlı İmparatorluğu üzerinde inanılmaz derecede yıkıcı etkiler bıraktı. Öyle ki, Babıali 1854’te askerî giderlerini karşılamak için, Türkiye’nin finan- sal anlam da köleliğinin başlangıcı olarak addedilecek ilk yabancı kred isini aldı. Nihayetinde, güçler bir tü r birleşik ham ilik (protectorate) k u r du ve yabancı sermayenin Türkiye’ye nüfuz etmesinin yolunu açan Türk padişahına yeni bir reform program ı dikte etti.
1856 Hatt ı Hümayunu (Islahat Fermanı).Tanzimat’ın İkinci Dönemi
18 Şubat 1856’da, barışın sağlanmasından hemen önce, Sultan Avrupalı güçlerin baskısı altında yeni bir ferman yayınladı (Hatt-ı Hümayun). Biçimsel olarak, bu ferman Gülhane Hatt-ı H ü m ay u n u n u n temel şartlarını tanzim at politikalarını sürdürm e adına onaylıyordu. Fakat aslında d u rum biraz daha farklıydı. Batılı güçler, 1839 Hatt-ı H ü m ay u n u n u n aksine, 1856 Islahat Ferm anın ı uluslararası bir y ü k ü m lülük olarak önemsediler ve bu sebeple 30 M art 1856’da im zalanan Paris Barış A ntlaşm asının 9. maddesinde buna değindiler. Doğrusu, Batılı güçlerin onayı olmaksızın Sultanin bunu iptal etme ya da değiştirme gibi bir şansı da yoktu. Eğer ilk manifesto için yabancı diplomasiyi Osmanlı İm para to rluğunun içişlerine m üdahale edebilme bahanesinden m ah ru m bıraktığı söylenirse, İkincisinin bunu teşvik ettiği söylenebilir.
Gülhane Hatt-ı Şerifin in aksine, 1856 Hatt-ı H ü m ay u n u n d a vurgu dinsel eşitlik ve çeşitli ekonomik taahhütler üzerineydi. Bu durum hakların, birçoğu Hıristiyan tüccar sınıfından (Ermeniler ve Rumiar) gelen kendi ticari temsilcilerini ve vatandaşlarını da kapsaması için talepte bulunan Avrupalı güçlerin ekmeğine yağ sürecekti. Babıali Batılı güçlere ilk tavizini Doğu’daki savaş esnasında, Hıristiyanların askere alınması
yasalarını uygulama girişimiyle ve bu minvalde7 Mayıs 1855’te haracı kaldırarak vermişti. Bu hamle, hem “kafirlerin” silah altına a lınm asından ve silahlandırılm asm dan memnuniyetsiz olan M üslümanların , hem de Türk ordusuna hizmet etmek istemeyen “kafirlerin” bizzat kendileri tarafından yapılan itirazlarla karşılandı. Sonunda Babıali, bunun yerine haraçla sadece isim farkı bulunan bedel-i askerî (ordu muafiyet vergisi) adlı özel bir vergi getirerek, Hıristiyanları askerî h izm etten m uaf tuttu.
Osmanlı İm paratorluğunda, haraçtan ayrı olarak yıldan yıla artış gösteren O rta Ç ağa ait birçok farklı vergi bulunmaktaydı. 1862’de tuz ve tü tünde devlet tekelinin getirilmesi külfeti artt ırm ış ve bu ürünlerin fiyatlarını yükseltmişti. Bunların yanı sıra mültezimler de vergi toplamaya devam etmekteydi. Oysa iltizam sistemi 1857’de kaldırılmış ama uzun ömürlü olamamıştı. 21 Nisan 1858’de askerî t ım ar sistemini yasal olarak kaldıran ve köylüleri önceki t ım arlarından ku r ta ran bir Arazi Kanunnamesi yayınlandı. Esasında sistem, bu yasa yayınlanm adan çok önce tasfiye edilmişti. Fakat köylüler her zam an olduğu gibi topraktan m ah ru m bırakılmışlardı. Çünkü yeni yasa köylülere toprak vermemiş, daha çok kiracılara büyük miktarlarda devlet topraklarını satın alma hakkın ı bahşetmişti. Arazi Kanunnamesi özel toprak mülkiyeti kategorisini genişletmiş, özel toprak sahipliğinin gelişimini teşvik etmiş ve toprağı bir tü r ticari mal sirkülasyonuna sokmuştu. Aynı zam anda bu yasa, iktisadi inisiyatifi sekteye uğratan toprağın kullan ım ına dair b irçok sınırlamayı da devam ettirecekti. 1867’de ise yabancıların Osmanlı İm paratorluğunda toprak edinmesini sağlayan yeni bir yasa çıkacaktı.
Tanzimat’ın ikinci evresinde, Arazi K anunnam esinden ayrı olarak, Osmanlı Bankası (1856) ve imtiyazların verilmesiyle, d inî cemaatlerin du rum u ve haklarıyla ve ayrıca Osmanlı vatandaşlığıyla (1869) ilgili kanunlar resmî olarak ilan edildi. Ceza ve Medeni H ukuk uygulanmaya başlandı. Vakıfların sekülerleşmesi ile ilgili bir yasa yalnızca kâğıt üzerinde kaldı. 8 Kasım 1864’te eyaletler üzerine, imparatorlukta yeni bir idari bölümlenme getiren ve yerel yönetimlerin yeniden düzenlenmesini gerektiren, bir kanun çıkarıldı.
Bir bü tün olarak ele alındığında ikinci evre reformları Babıali’yi güç- süzleştirdi ve yabancı sermayenin nüfuzunu hızlandırdı. Avrupa kapitalistleri banka, demiryolu ve toprak edinm e hakkı yanı sıra diğer birçok imtiyazlar kazandı. Bu yüzden 1856 Hatt-ı Hüm ayunu (Islahat Fermanı) ve sonrasında yayınlanan kanunlar Osmanlı İm paratorluğunu Avrupalı kapitalist güçlerin bir yarı sömürgesi haline getirdi. Tanzim at’ın ikinci
dönemi Türkiye ve Arap bölgelerinin yabancı sermaye tarafından yağm alanm asın ın ve söm ürülm esinin bir bakım a habercisi olacaktı.
Kesruan Köylü Ayaklanması (1859-60)
1856 Hatt-ı H ü m ay u n u n u n ilanından çok sonra Suriye’de yeni bir kriz baş göstermişti. Bunun doğrudan sebebi, Lübnanlı köylüler ta ra f ın dan feodal yüküm lülüklerden muafiyetin ve sosyal eşitliğin bir işareti olarak yorum lanan Hatt-ı H ü m ay u n u n ilanıydı. 19. yüzyılın kırklı ve ellili y ıllarında dış ticaret ve pazarlanabilir tarımsal ürünlerdeki artış Lübnan köylüsü üstündeki istismarı ve söm ürüyü yoğunlaştırmıştı. Bu yüzden köylerde memnuniyetsizlik had safhaya çıkmıştı. Köylüler artan söm ürü ve istismarı şikâyet eden yazılar yolluyorlardı. 1858 yılı başlangıcında, Kesruan’ın (Kuzey Lübnan) farklı köylerinden 300 kişinin bir araya geldiği Zuk köyündeki büyük bir toplantıda tüm şikâyetler bir d i lekçede toplanıp özel bir delegasyonla Beyrut Valisi Hurşit Paşaya ulaştırıldı. Köylüler tü m feodal yüküm lülüklerin feshedilmesini talep ediyordu. Paşa köylülerin taleplerini kibarca ama net bir dille reddetti. Bu karardan sonra köylüler ayaklanma hazırlıklarına başlayacaktı. On iki yıl önce sakladıkları silahlarını bulup çıkarmış ve isyan birlikleri oluş
turm aya başlamışlardı.Ocak 1859’da Taniyus Şahin adlı bir dem ircinin önderliğinde bir isyan
patlak verdi. Ayaklanma tam olarak bir sınıf karakterine sahipti. M aruni feodal beyleri K esruan in dışına sürerek ve topraklarına, mülklerine el koyarak isyancı köylüler kendi öz yönetimlerini kurdular ve Babıali’ye Şahin’i kaym akam olarak tanıması için baskı yaptılar. Kesruan isyanı Lübnan bölgelerinde devrimci bir etki yarattı. Karışıklıklar Lazkiye’ye ve Lübnan’ın ortalarına kadar yayıldı ve M arun i ruhban sınıfı ta ra f ın dan faal olarak desteklenen, Dürzilere karşı silahlı bir kalkışm anın h a zırlıklarını yapan, Dürzi kaym akam ın yönetimi altındaki M aruni köylülerini de kapsadı. Buna karşılık olarak da Dürzi feodal beyler düzensiz Dürzi topluluklarını silahlandırmaya başladılar.
1860 Dürzi-Maruni Katliamı
1860 baharında isyan yeni bir Dürzi-M aruni kıyımına evrildi.
Beyrut’taki Fransız konsolosu bunun için kısmen suçlanmıştı. Marx “politik-dinsel bir hat oluşturm ak için harekete geçen Fransız ajanları”
(New York Daily Tribune, 11 Ağustos 1860) Suriye’deki kanlı olaylara bulaştılar diye bildirir. 22 Mayıs 1860’ta on-on iki kişilik bir M aruni grubu Beyrut girişinde bir Dürzi g rubunun üstüne ateş açarak birini öldürüp ikisini de yaraladılar. Bu tam olarak aranan bahaneydi. Dürziler ve M aruniler birbirlerini boğazlamaya başladılar ve Lübnan’ı ateş ve pogromla boydan boya sarmaladılar.
Yalnızca üç günde (29-31 Mayıs 1860) Beyrut civarında 60 köylü öldürüldü. H aziran’da karışıklıklar güney Lübnan’ın “karm a” bölgelerine, Anti-Lübnan’a, Sayda’ya, Hasbeiya, Raşeiya’ya, Deir El-Kamar’a ve Zahle’ye yayıldı. Dürzi köylüler Katolik m anastırları ve elçilikleri kuşatmış, buraları yakıp papazlarım öldürmüştü.
1860 T em m uzunda , Şam’da askerî otoritelerin ve Türk askerlerinin göz yum duğu M üslüman fanatikler, Hıristiyanları öldürdükleri, kiliseleri ve misyoner okullarını yaktıkları organize bir pogroma başladılar. Tüm bunlar üç gün sürecekti (9-11 Temmuz). Fakat Şam’da sürgün olarak yaşayan ünlü Cezayirli kahram an A bdülkadir’in sayesinde toplu bir Hıristiyan katliamı önlendi. Pogrom sırasında Hıristiyanları korudu ve sarayını bu fanatizmin kurbanlarına açtı. 1860 kanlı olayları Suriye halklarına çok pahalıya mal olmuştu. 20.000 den fazla Hıristiyan öldürülmüş, 380 köy, 560 kilise ve 40 m anastır tahrip edilmişti. Dürzi ve M üslümanlar da çok ağır kayıplar vermişti.
1860-61 Fransız Seferi
Pogrom ve D ürzi-M aruni katliamı Fransız İm paratoru III. Napolyon’a zaten uzun zam andır beklediği müdahale bahanesini yaratmıştı. Fransız yönetici çevresi de Suriye’de ipleri tam am en ele geçirmek için doğru zam anın geldiğini düşünüyordu. Bunda III. Napolyon’un “tüm Hıristiyanların Kralı” olarak prestijini a r tt ırm a isteği ve iç-dış politika mülahazaları da önemli bir rol oynamıştı. Temmuz 1860’ta, Suriye Hıristiyanlarının savunulmasını aniden dile getirdi ve Suriye’ye askerî birlik yollama niyetini daha fazla gizlemedi.
Fransa’nın planları güçlü devletleri ve Türkiye’yi teyakkuza geçirdi. Sultan Abdülmecid im paratorluğun ileri gelenlerinden biri olan Fuad Paşayı Şam’a göndererek Fransız seferine engel olmaya çalıştı. O nun em riyle, 111 kişi kurşuna dizildi, 57 kişi idam edildi, 325 kişi ağır hapis cezasına çarptırıldı ve zorunlu çalışmaya m ah k û m edildi, 145 kişi ise sürgün edildi. Fuad Paşa yalnızca M üslümanları cezalandırarak Fransızların
takdirin i kazanmayı um ut ediyordu. Türk birlikleri acilen “hukuku ve düzeni sağladılar” ve pogroma son verdiler. Fakat Bonapart’ın baskısı a r ta rak devam ediyordu, Fuad’ın önlemlerini tu h a f bir “komedi” olarak niteliyor ve idam ların iki katına çıkarılmasını talep ediyordu.
Suriye’n in Fransızlar tarafından ele geçirilmesine rıza göstermeyen İngiltere ve Rusya, Napolyon’un elini kolunu bağlamak için uluslararası bir konferansın toplanmasında ısrar ediyordu. 5 Eylül 1860’ta, altı güçlü devlet, İngiltere, Rusya, Fransa, Avusturya, Prusya ve Türkiye ta ra fından imzalanan bir antlaşma Fransız işgal birliklerinin 12.000 kişiyle ve Fransa’n ın Suriye’de bulunuşunu da 6 ayla sınırlamıştı. Bunun yanı sıra, imzacı güçler Suriye’ye, olayların nedenlerini yerinde inceleyecek, zanlıları meydana çıkaracak, suçluları cezalandıracak ve Lübnan n izamnamesiyle (règlement organique: angarya kodeksi) “böyle bir olayın tekrarlanm asını önleyecek” özel delegeler gönderecekti. Uluslararası bir komisyonun kurulm ası Fransa’n ın Suriye’ye askerî birlik çıkarması fikrin in içini boşaltmıştı.
Fakat yine de, an tlaşm anın im zalanm asının hemen arifesinde, 1860 Ağustosunda, Fransız birlikleri Beyrut’a ayak basmıştı. Eylülde ise Türkler tarafından itaate zorlanmış ülkeyi boydan boya gezdiler. Bu “kahram anca işin” sergilenmesinden sonra, Fransız generaller heyecanlarını kuzey Lübnan fellahlarına, “asilere” karşı yönlendirdi. M aruni köylülerin lideri dağlara kaçmak zorunda bırakılmıştı. Fransızların yard ım ını da arkasına alan feodal lider Yusuf Kerem Kesruan’daki isyanı bastırdı ve toprakları M aruni şeyhlerine geri vererek kaym akam oldu.
III. Napo lyon 5 Eylül 1860 an tlaşm asından kaçınma girişiminde bu lundu ve vaziyetin hâlâ “güvensiz” olduğunu bahane ederek birliklerini Suriye’de tuttu. Fakat İngiltere ve Avusturya savaş tehdidinde bulunarak Fransız güçlerinin derhal çekilmesini talep ettiler. Nihayetinde, geri çekilme tarihi 5 Haziran 1861 olarak sabitlendi ve bu tarihte Fransız işgalci birlikleri gemilere bindirilip eve gönderildi. Fransa’nın Suriye’yi ele geçirme planları suya düşmüştü.
L übnan N izam nam esi
H aziran 1861’de, uzun süren tartışm alardan sonra, uluslararası ko misyon yeni bir Lübnan Nizamnamesi hazırladı. Bir kurultay biçiminde tasarlanmış ve 9 H aziran 1861’de İstanbul’da, Türkiye ve Avrupalı güçler arasında imzalanmıştı. Bu sayede Dağlık Bölge (sahil boyu hariç), başın-
da Hıristiyan bir yönetici bu lunan özerk bir yer haline geldi. Bu yönetici Beyrut ve Şam valilerinden bağımsızdı fakat doğrudan Babıali’ye bağlıydı. İki kaym akam lı sistem de feshedilmişti. İdareci (mutasarrıf) doğ ru dan Babıali tarafından seçiliyor ve atanıyordu. Ayrıca bu idareci altında 12 kişiden oluşan yönetici bir konseyin bulunm ası ka ra rm a varılmıştı. Lübnan’da yaşayan her d inî grup (Maruniler, Dürziler, Sünniler, Şiiler, Yunan Ortodokslar ve Yunan Uniateler) bu konseye 2 üye seçiyordu. Bu konsey, toplantı ve masraflarını karşılamak için vergileri dağıtma hakkına da sahipti; ayrıca herhangi bir sorunda istişare hakkı vardı. Bölge başlarında m üdürlerin bulunduğu altı müdüriyete bölünmüştü. Bunların üçü M aruni, biri Dürzi, biri Yunan Ortodoks ve biri de Yunan Uniate. Nahiye ve köy şeyhleri, hâkim ler ve kâtipler onların emri a ltın da yer alıyordu. N izam nam e her d inî g rubun iktidar derecesini belirliyordu. Bölge/mahalle konseyleri her m ü d ü rü n altında şekilleniyordu. Deir El-Kamar merkezi olmak üzere Dağlık Bölge’de özel bir polis gücü ve hukuki sistem oluşturulmuştu. Yönetici, Lübnan nüfusunu silahsızlandırm a ve gerektiğinde Türk kuvvetlerine çağrıda bu lunm a hakkına sahipti. Lübnan, Babıali’ye yıllık bir haraç ödemeyi de kabul edecekti.
N izam nam e ilkin, üç yıllık bir dönem için sunulmuştu. Eylül 1864’te Batılı güçler ve Türkiye bu hü k m ü n küçük değişikliklerle kalıcı karak terini onaylayan bir anlaşma imzaladılar. Diğer bir M aruni bölgesi oluşturuldu ve yöneticinin altındaki konsey yeniden düzenlendi (bu du rum da 12 üyenin; dördü M aruni, üçü Dürzi, üçü Yunan Ortodoks ve Uniate, biri Sünni ve biri de Şii’ydi) Lübnan Nizamnamesi bu haliyle 1914 yılma kadar devam edecekti.
1860Tarın Aydınlanma Hareketi. Butrus El-Bustani
Dış ticaretin gelişimi Beyrut’ta önemli bir ticaret burjuvazisinin doğmasına neden olmuştu. Fakat feodal baskılar, kabileler ve feodal klikler, birçok dinî grup ve mezhepler arasında asırlardır süren düşmanlıklar t icaretin gelişimini ve tek bir ulusal pazarın oluşumunu engellemişti. Ticari burjuvazinin Suriye’nin birliği için mücadelesinde birçok seçkin ideolog ön plana çıkmıştı, dinî hoşgörü ve tüm Suriye Araplarının dinsel veya ka- bilesel aidiyetlerine bakılmaksızın birleşmesi çağrısında bulunmuşlardı.
19. yüzyılın atmışlı yıllarında en çok göze çarpan Suriyeli bu rju va ideologu Butrus El-Bustani (1819-1883) idi. Bir Hıristiyan olarak M aruni ilahiyat okulunda tahsil görmüştü ve birçok dil biliyordu. 1840
senesinde, ismi Am erikan misyonerleriyle birlikte anılmaya başlandı Presbiteryan inancını benimsedi. Vatanseverliğin savunusunu yapıyor ve Suriye’nin birliği için çağrıda bulunuyordu, dinî taham m ülsüzlüğü ve fanatizmi, dinsel kavgaları ve düşmanlığı, batıl inançları, feodal ayrılıkçılığı, Türk otoritelerinin yozlaşmasını ve kadınların köleleştirilmesini şiddetle yeriyordu. Üstelik yorulm ak bilmez bir aydın, öğretmen, yayımcı ve yazardı. Beyrut’ta ilk ulusal Arap okulunu kurdu (1863) ve 1860’ta Nafir Suriya (Suriye’n in Sesi) ve 1870’te El-Janna (Cennet) olmak üzere iki adet Arapça haftalık dergi ve El Jinan adlı aylık dergiyi çıkardı, bu yayınlar Suriyeli okurları ilk kez politik, kültürel ve edebi sorunlarla ta nıştırdı. Yeni bir Arapça edebi dili geliştirmek ve Avrupa ilimlerini Arap entelektüelleri arasında yaymak için çok çaba sarf etti. Büyük bir Arapça sözlük ve yedi ciltlik bir Arapça ansiklopedi (Dairat El-Ma’arif) derledi. Ö lüm ünden sonra kuzeni Süleyman El Bustani bu ansiklopedi çalışmalarını sürdürdü ve H om eros’un İlyada’sım Arapçaya çevirdi.
Butrus el-Bustani’n in yakın arkadaşı ve ortağı Nazif Yazıcı (1800- 1871) II. Beşir’in saray şairiydi. O da Arap edebi dilin in ve Arap edebiyatının yeniden canlandırılm ası için önemli katkılarda bulunm uştu . Bustani gibi bir Hıristiyan olan Nazif de d inî fanatizme karşı çıkmış ve Arapları ortak miras temelinde kardeşçe birleşmeye çağırmıştır. Bustani ve Yazıcı dönem in en ilerici entelektüellerini bir araya toplamışlardır. 1857’de takipçileri Beyrut ve Suriye Bilimsel Topluluğunu kurdular, Arap entelektüelleri Suriye tarih inde ilk kez dinsel arka planlarına bakmaksızın bir araya gelmişlerdi. Fakat yabancı misyonerler Topluluğa kabul edilmiyordu. Bustani ve Yazıcı kendilerini aydınlanma hareketine adamışlardı ve aydınlanmayı feodalizmle mücadelenin yegâne aracı olarak kabul ediyorlardı. Politik problemler yeni kuşaklar tarafından ilerle- tilecekti. 1860 olaylarıyla sekteye uğrayan faaliyetlerini yeniden gözden geçirmek için, 1868 yılında düzenlenen Suriye Bilimsel Topluluğunun gizli bir toplantısında, kültürel rönesans üzerine yapılan tartışmalar, yerini ateşli bağımsızlık mücadelesi çağrılarına bırakacaktı. Benzeri bir toplantıda Nazif Yazıcının oğlu İbrahim, Suriye ve Lübnan’da yavgm olan vatanperver şiirler okumuştu. Şiirlerinde İbrahim Yazıcı, Arapların ihtişamlı geçmişini yâd ediyor, fanatizmi lanetliyor ve halklara Türk boyunduruğundan ku rtu lm ak için çağrıda bulunuyordu. Bu, tüm Arap ulusu adına yapılan tu tkulu bir çağrıydı. “Kılıçla uzak hedeflere ulaşılabilir. Başarmak istiyorsan, peşinden koş” diyordu Yazıcı.
B Ö L Ü M X
I r a k , 1 8 3 1 ’D E N i 8 7 i ’e T a n z i m a t
19. yüzyılın Otuz ve Kırklarında Irak’ta Ekonomik Durum
Osmanlı İm para to rluğunun en geri kalmış bölgelerinden biri olan Irak, M ehm et A lin in kontrolü altında değildi ve bu yüzden onun reform larından da etkilenmemişti. Aksine, Doğu Hint Şirketinin uzak bir sömürgesi olmaya devam ediyordu. Davud P aşan ın tah ttan ind iri lm esini (1831) takip eden dönemde I r a k in Türk valisi, Babıali’n in otoritesini sağlamlaştırmak için emirlere harfiyen uyuyordu. Kölemen hanedanın tasfiyesinden sonra I rak ’taki surum lar oldukça kritik bir döneme girmişti. Ekonomik krizler ülkenin tam am ında, I rak ’ta bile, alışılmadık derecede şiddetli zararlara neden olmuştu. 1831 vebası nüfusun büyük çoğunluğunu kırıp geçirmiş ve Irak ’ın üretici güçlerinin üstünden y ıkıcı bir rüzgâr gibi geçmişti. Bağdat’ta yaşayan 150.000’den fazla kişiden geriye 20.000 kişi kalmıştı ve Basra’da ise 80.000 kişilik nüfus 5-6 bine kadar düşmüştü. Birçok köy ve kasaba tam am en ortadan kaybolmuştu. Evlerin kapılarına kilit vurulm uş, dükkânlar ve imalathaneler kapanmıştı. Tarlalar ve bahçeler terkedilmişti. Ekilmiş alanlar azalmış ve meyve ağaçları kurum uştu . Ticaret durm a noktasındaydı. Feodal anarşi güçlenmiş olarak geri dönüyor ve krizi derinleştiriyordu. Vebanın e tk ilerinden ku rtu lm ak için ülkede yirmi yıla ihtiyaç duyulacaktı.
Kürt İsyanı ve Aşiret Savaşları
Davud Paşa Kürt beylerini ve Arap şeyhlerini itaate zorluyordu. Üstelik onları kontrol altında tu tm an ın yöntemlerini de gayet iyi biliyordu. Babıali’ye karşı savaşmıştı fakat bü tün I rak ’ı da kendi otoritesi altında birleştirmeyi başarmıştı. I rak ’ın yeni paşaları Yüce Babıali tarafın
dan atanıyor ve paşalar onun tüm isteklerini karşılıyordu. I rak ’m önceki görece bağımsızlığının izlerini tam am en silmiş ve onu tam am en m erkezin kontrolü altına almışlardı. Fakat aslında onların I rak ’taki otoritesi de aldatıcıydı. Vergi ödeme hususunda isteksiz davranan aşiretlerle ve paşaların otoritelerini tan ım ak istemeyen feodal beylerin muhalefetiyle başa çıkamıyorlardı. Böylece ülke bir kez daha feodal çöküş dönemine girecek, kabile isyanlarına ve yıkıcı savaşlara bulaşacaktı.
Arap kabilelerinden Muntafık, Şammar, Anaiza ve diğerleri hem kendi aralarında hem de ittifak oluşturup Bağdat paşalarına karşı savaşıyorlardı. 1833 yılında Şam m ar kabilesinin savaşçıları Bağdat’ı üç ay boyunca kuşatm a altında tutmuşlardı.
Kürt feodal beylerinin bitmek bilmez isyanları tüm Kuzey I rak ’ı etkisi altına almıştı. Bir yandan İran Şahı tarafından, diğer yan dan da Mısır Valisi M ehm et Ali tarafından destekleniyorlardı. “Arap İm para to rluğunu” tam am en birleştirmek ve Akdeniz’den Basra Körfezine dek uzanan stratejik ticaret hattı üzerinde egemenlik kurm ak için çabalayan M ehmet Ali, I rak ’ı kendi topraklarına katm ak için baskı yapıyordu. Bu yüzden Babıali’n in bölgedeki otoritesini zayıflatacak her türlü hareketi desteklemekte gönüllü davranıyordu. Türk Devleti bir parçası olan K ürdistan’a cezalandırıcı seferler düzenlemeye başlamıştı, 1831 ve 1842 yılları arasında yerel Kürt yöneticilere karşı tekrarlan ta arruzlarda bulunulacak ve birçok Kürt beyliği tasfiye edilecekti. Fakat bu geçici zaferler Kürtlerin teslim olduğu an lam ına gelmiyordu. 1838’de Kürt bölgesi zapt edilir gibi olmuştu. Fakat Türklerin 1839 Nizip yenilgisi haberi onlara ulaştığında, Kürtler yeniden kazan kaldırmıştı. Kürt feodalleri İran güçlerinin yardımıyla 1841 yılında Süleymaniye’ye girmişti, ki bu d u rum neredeyse yeni bir Türk savaşma sebebiyet verecekti. Rus-İngiliz arabuluculuğu, anlaşmazlığa yeni bir barışçıl düzenleme getirdi ve 31 Mayıs 1847’deki ikinci Erzurum A ntlaşm asın ın nihayete ermesini sağladı. Bu antlaşma sınır ve hac yolu meselelerinin hal olm asını sağladı. Antlaşmaya göre, İran Süleymaniye ve diğer bölgeler üzerindeki iddiasından vazgeçecekti. Babıali de bunun karşılığında, İ ran ’ın M uham m erah (şimdiki Hürremşehr) bölgesini almasına ve Şattülarap bölgesini terk etmesine müsaade etti.
M ehmet Ali’nin yenilgisi gibi Türk-İran uzlaşması da K ürdistan’daki genel gidişatı değiştirmemişti. Kürt bölgesinde doğrudan bir Türk yönetimi ku rm a girişimleri yeni isyanlara sebebiyet veriyordu. Bir sonraki Kürt isyanının tarihi 1843’tü ve 1846 yılına kadar da sürmüştü.
Türkiye’nin bunların üstesinden gelmesinden hem en sonra 1848-49’da yeni kargaşalar baş göstermişti. Türkler zaman zaman çetin savaşlarda kısa ömürlü başarılar yakalasalar da Kürdistan’daki otoriteleri her zam an göstermelik kalacaktı.
Irak’ta Tanzimat
Türk reformcularını etkileyen ve Gülhane Hatt-ı H ü m ay u n u n d a v ü cut bulan yeni liberal fikirler ekonomik bozukluklar, feodal isyanlar ve yıkıcı kabile savaşlarıyla sarsılmış Irak ’a oldukça yavaş nüfuz ediyordu. Türk paşaları ellerinden gelen bütün askerî, sivil ve hukuki güçleri denediler ve ülkeyi gerçek satraplar gibi yönetmeye devam ettiler. Reformlar imparatorluğun başkentinden saptanmış fakat uzak I rak ’ta ilk elde herhangi bir etki doğurmamıştı.
Tanzimat’ın birinci dönem reform larının I rak ’ta uygulanmaya başlanması ancak 1842 sonrasında m ü m kün olmuştu. Bu reformlar bile oldukça geç tezahür etmişti. Tam am lanm a iddiasından uzak olmuş ve çoğu zaman niyet edilenin tersi sonuçlar doğurmuşlardı. Herkes için mecburi askerlik hizmeti bile 1870 yılma kadar Aşağı Irak bölgesinde uygulanamamıştı. Bağdat’ta altı Türk kolordu merkezinin oluşturulduğu 1848 yılında askerî ve sivil ik tidar bölümlenmesi gerçekleştirilebilmişti, bu sebeple valilerin faaliyetleri ordu kom utanlarından ayrılmıştı. Devlet aygıtının eşzamanlı yeniden örgütlenmesi net bir merkezileşme ve uzmanlaşm a derecesi yaratmış ve vergi çiftçiliği sistemini tasfiye etmişti. Özel mem urlar mali ve vergi meselelerinde yardımcı olarak görevlendirilmişti. Avrupalılaşan bir Türk bürokrasisi yavaş yavaş doğmaktaydı.
Reformlar Irak ’ta sosyal bir harekete başlangıç yaratamadı ve günlük hayattaki etkileri neredeyse koca bir hiçti. Yeni yönetim yozlaşmışlığı ölçüsünde despotik değildi. Halk hâlâ kendi kişisel çıkarlarıyla devle- tinkileri sık sık karıştıran m em urların zulüm ve öfkesinden zarar görüyordu.
Ticaretin ve İletişim Araçlarının Gelişimi
Çok uzun zamanlar Irak ekonomisi bir düşüş seyri izledi. İktisadi bir ilerlemenin işaretlerinin görülmesi için 19. yüzyılın altmışları beklenecekti. Irak dünya pazarlarına tahıl ve h u rm a tedarik etmeye ve yabancı menşeli mallar satın almaya başlamıştı. Irak tarımsal ü rün ler in in dış
talebini karşılamak için ülkede araziler ve bahçeler düzeltildi ve ekilen alanlar, hu rm a plantasyonları genişletildi. Bunun yanı sıra, ü lkenin yabancı ticaretinin hatırı sayılır bir m ik tarı Bağdat ve Basra’dan geçiyordu. I rak ’ta 1861 yılında iç güm rüklerin kaldırılması bu ticaretin önemli bir ölçüde artm asını sağladı.
Dış ve transit ticaretin artması beraberinde iletişim araçlarının gelişimini getirdi. 19. yüzyılın o tuzlarında İngiliz gezgin Chesney Fırat üzerinde düzenli gemicilik için başarısız bir denemede bulunm uştu; H ind is tan’a Mısır ve Kızıl Deniz üzerinden ulaşm ak daha kârlıydı. Irak ticareti yeni su yolları açmak için harcanacak paraya göre önemsiz kalıyordu, fakat atmışlarda ar tan ticaret ulaşım araçlarında bir devrime neden olacaktı. 1862 yılında Türk İdaresi Dicle boyunca Bağdat ve Basra’da düzenli gemicilik faaliyetleri yürüttü . Aynı yıl, Lynch Britanya Şirketi bu hat üzerinde gemicilik hatları oluşturdu. Basra, Basra Körfezindeki lim anlar ve H ind is tan’la düzenli bir deniz iletişimine sahipti. 1864 yılında Bağdat’ı İstanbul, Tahran, Basra ve H indis tan’la bağlayan bir telgraf hattı kuruldu.
Mithat Paşa Irak’ta
I rak ’taki son reform çalışmaları seçkin Türk devlet adamı Mithat Paşaya (1822-1883) devredilmişti. Mithat Paşa Türk anayasa hareketinin lideriydi ve 1876 Osmanlı Anayasasın ın müellifiydi. Türk H üküm eti onu sınırsız bir otoriteyle donatmıştı. 1869 yılında, I rak ’ta m utlak askerî ve sivil otoriteyi sağlamak üzere Bağdat valisi ve Altıncı Kolordu kom utanı olarak görevlendirildi.
Mithat Paşa karakteristik bir enerjiyle reformları sürdürm ek ve Irak ’taki hayatın tam am ını yeniden düzenlemek için işe girişti. Ulaşım hatların ın inşası için kayda değer bir ilgi gösterecekti. Dicle üzerinde buharlı gemiciliği genişletti ve devlete ait bir buharlı gemi şirketi kurdu. Süveyş K analın ın açılışından sonra Basra’yı İstanbul ve Londra’ya bağlayan gemi hatları oluşturdu. Su yolu ulaşımını, Fırat boyunca Halep’e ve Dicle boyunca da M usul’a kadar yukarı doğru genişletebilmek için gerekli m uazzam kazılar içeren bir proje çizdi. Öncü çalışmaları sayesinde Basra’da bir tersane inşa ettirdi. Mithat Paşa ayrıca Musul petrollerini çıkarma ve tüm Irak boyunca demiryolları yapma niyetindeydi. “Fırat Demiryolları” projesi üstünde hevesle çalıştı ve sadece buharlı tramvayların kullanıldığı 12 k m ’lik Bağdat-Kazımiye hattını tamamlayabildi.
Ayrıca ekili alan ve plantasyonların genişletilmesi için de önemli uğraşlar içinde bulundu.
M ithat Paşa ayrıca birçok idari ve kültürel reformu da devam ettirdi. 1864 gibi erken bir tarihte Türkiye’de vilayetler üzerine yargıyı idareden ayıran, seçkin mahkemeler oluşturan ve halkı yerel yönetime tabi kılan bir yasa oluşturulmuştu. 1868’den itibaren bu yasa Irak ve Yemen haricinde imparatorluğun tüm bölgelerinde uygulanmaya başlamıştı. Yasanın I rak ’ta uygulanması Mithat Paşayla olacaktı. Paşa haricen, yeni mahkemeler kurm uş, belediye meclisleri o luşturm uş ve yeni okullar inşa etmişti. Bağdat’ın ilk gazetesi de Mithat P aşan ın zam anında basılmıştı.
M ithat Paşa I rak ’ın tam am en merkezi hüküm ete bağlanmasını ve aşiret ve feodal ayrılıkçılığın tasfiye edilmesini kendi esas görevi olarak görüyordu. Askere alımları I rak ’ta uygulamış ve aşiretlerden asker ta lebinde bulunm uştu . Onları ayrıyeten vergiye bağlamış ve düzenli ödemeler için dayatmada bulunm uştu . Politikalarının 1869 yılında Arap kabileleri arasında uyandırdığı isyan acımasızca bastırılacaktı. Fakat Mithat Paşa tek başına baskının kabilelerin direncini k ıram ayacağm m farkındaydı. Bu yüzden köylülerin “barışçıl yollarla söm ürülm esi” yöntemiyle feodal ve kabile liderlerini, kendi tarafına çekme kara rm a varmıştı. Birtakım seleflerinin örneklerini izleyerek, görünürdeki bu amacına hizmet etmek için, bir yandan kabilelerin topraklar üzerine yerleşmelerini teşvik etmiş, bir yandan da kabile şeyhlerine devlet arazilerini satmaya başlamıştı. Planın bir parçası olarak, 1858 yasasını uygulamak için devlet arazilerini, t ım ar ve zeamet tutucularına, tüccarlara ve bilhassa kabile şeyhlerine görece düşük bir fiyata satmıştı(resmî olarak şahsi sahipliği onaylamadan). Tüm bu figürler zamanla m irî tapu diye adlandırılan geniş toprakların sahibi haline gelecekti. Devlet bu toprakların en üst sahibi olarak kalmaya devam ediyordu. Satış şartıyla, devlet yeni sah iplere bu toprakları ku llanm a hakk ın ı tanıyan bir belge (tapu) veriyordu.
M ithat P aşan ın Kuveyt ve El Ahsa’yı zaptı (1871) Irak üzerinde Türk otoritesini sağlamlaştırma amacını taşıyordu. Bu bölgeler, Türk yöneticilere bağlı olan özel bir idari birim olarak (sancak Necid) yapılandırılmıştı.
El A h şan ın ele geçirilmesi ve M ithat P aşan ın asi bedevilere karşı ölümcül misillemesi göstermiştir ki, Türk yönetici sınıfının ilerici tem silcileri bile Arap ülkelerindeki halk hareketlerine karşı oldukça baskıcı bir tu tum sergilemekteydi. Flatta reformları sürdürürken bile Türkler, halk ların üzerinde baskı oluşturmaya devam etmişlerdir. Tanzim at’ın
ilk dönem inde olduğu gibi M ithat P aşan ın reformları da I rak ’ta Türk hâkim iyetini güçlendirmiştir. Araplar yönetimden uzaklaştırılmış ve tüm önemli pozisyonlara Türkler yerleştirilmiştir. İraklılar ancak alt pozisyonlarda kabul görmüştür. Erişmeyi um dukları en üst pozisyon mutasarrıflıktı. Paşan ın reformları, daha sonraki süreçte merkezle ve civar eyaletlerle yakından bağlantılı hale gelen I rak ’ın yönetim inin yeniden düzenlenmesini tam am lam ıştı. I rak ’ın önceki izole hali artık m azide kalmıştı. 1871 yılında Edirne’ye gönderilen M ithat P aşan ın halefleri, onun izinden yürüdüler, fakat yine de reformlarının çoğu uygulanm adan kaldı.
B Ö L Ü M XI
i 84o ’t a n 1 8 7 0 ’E A r a b i s t a n Ü l k e l e r İ
1840 Sonrası Arabistan
Mısırlıların Arap Y arım adasından çekilmesinden sonra ülke tekrardan birçok bölgeye bölünmüştü. Fakat bunlar, şehir devletler değillerdi (yalnızca H adhram aut ve Basra Körfezinin bazı bölgelerinde görülen bütünlüksüz bir mertebedeki gibi), ama Kızıl Deniz üs tündeki Hicaz ve Yemen gibi, Vahhabilerin İç Arabistan’daki Necid, Kasım ve Şam m ar’ı gibi ya da Basra Körfezindeki U m m an gibi görece geniş feodal yapılanmalardı. U m m an ve güney Arabistan haricinde tü m bu bölgeler, resmî olarak Türk hâkimiyeti altındaydı. Öte yandan Türkiye yalnızca Hicaz’ın belirli kasabalarında ve T iham a l im anında garn izonlar kurm uştu ve Türk paşalarının otoritesi bu yerlerde sınırlandırılmıştı. Aslında, ArabistanlI feodal sınıfın Babıali’den bağımsız olduğu söylenebilirdi.
İktidar, Hicaz’da eski zamanlarda olduğu gibi Mekkeli şeriflerin elindeydi. Yemen’de de Zeydi İm am ları iktidarı sıkı sıkıya ellerinde tu tuyordu. Türkiye’n in Yemen’i doğrudan kontrol altına alma girişimi (1849’da) başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Necid’de Vahhabi Devleti yeniden k u ru lmuş ve El Ahsa da dâhil olmak üzere neredeyse tüm İç Arabistan’ı kendisine dahil etmişti. Yalnızca K asın ım tüccar ve feodal beyleri kendi bağımsızlıklarını sürdürm e çabasını gösteriyordu. Bu sırada, Necid’in kuzeyinde Şam m ar’m yeni emirliği şekilleniyor ve gitgide güçleniyordu, üstelik kuzey Arabistan’daki hegemonya için Necid ile rekabete girişiyordu. U m m an ise iki parçaya bölünm üş durumdaydı. Biri, Hint O kyanusunda da bir dizi adası (Zanzibar ve diğerleri) ve İran ve Doğu Afrika kıyılarında toprakları bu lunan Maskat seyidi Said’in (1807-1856)
kontrolündeydi. Diğer kısım, Trucial U m m an (Birleşik Arap Emirlikleri -çev.) ise çok sayıda küçük şeyhliğe bölünm üş durumdaydı. İki parça da İngilizlerin kontrolündeydi ve Britanya’n ın tü m kıyı boyunca egemenliğini güvenceye alan bir filo bölgede konuşlanmıştı. İngiliz yerleşikler halk isyanlarını bastırmak, yöneticileri a tam ak ya da kovmak için güç ku llanm aktan sakınmıyor ve kıyılardaki şeyhlere yeni antlaşmalar d ayatmaya devam ediyordu. Güney Arabistan birbirinden ayrı küçük sultanlık ve şeyhliklerden müteşekkildi. İngiltere yar ım adanın güney kısm ında kargaşa ve isyanların yetiştiği bir zemin olan Aden sömürgesini ele geçirecekti.
Vahhabilerin Necid’i
Mısırlıların yirm i yıllık yönetim inden sonra Vahhabiler devletlerini Necid’de yeniden kurm uştu . 1843’te Emir Faysal devletin başına geçti. 1838’den beri M ısır’da bir savaş suçlusu olarak tutulmaktaydı, fakat sonradan bir teoloji öğrencisi kılığına girdiği Şam’a kaçmıştı. Mısırlılar geri çekildiğinde R iyada dönm üş ve halk desteğiyle iktidarı yeniden ele geçirmişti. Görece kısa bir zam anda Faysal, dağ ılm anın eşiğine gelmiş emirliği eski haline döndürm üştü . Elbette henüz geçmişteki güçlü h a line gelmiş sayılmazdı. 1846’da bile Türklerin hüküm ranlığ ın ı onaylıyor ve yıllık 10.000 taler vergi ödemeyi kabul ediyordu. Üstelik Vahhabi devletinin önceki sınırlarına da ulaşılamamıştı. Riyad emirleri yalnızca Necid ve El Ahsa’yı kontrolleri altında tutuyordu.
Suudi hanedan ın ın Kasım’da iktidarı ele geçirme girişimi Hicaz ile uzun süreli bir mücadelenin başlangıcı olacaktı. Vahhabilerin Arabistan’ın bu önemli ticaret merkezindeki egemenlik kurm a ihtimali Mekke şeriflerinin ilgisini çekmemişti. Kasım’ın tüccarları da Vahhabi iktidarına karşıydı. Arabistan’ın çeşitli bölgeleri ile civar Arap ülkeleri arasında a r tan ticaretin önemli bir k ısm ının kontrolünü kazanmışlar ve hızlıca zenginleşmişlerdi. “Kasımin, bir yandan Mekke ve Medine ticareti, diğer yandan da Necid, hatta Şam ve Bağdat ticareti İç A rabistan’ın herhangi bir bölgesine gidiş gelişlerde depolarda toplanıyor ve atılgan tüccarları Kızıl Deniz ve Fırat kıyılarında veya Şam sularında birbirlerine rastlıyorlardı ” diye yazmaktaydı A rabistan’ı 1862-63’te ziyaret etmiş ünlü İngiliz gezgin Palgrave [Palgrave, Personal Narrative of a Year’s Journey Through Central and Eastern Arabia, London, 1 69, p. 117.])
K asım in tüccarları feodal zorbalar ve Vahhabi devletinin katı g ü m
rükleri tarafından ezilmiş ve kendi şehir devletlerinin bağımsızlığını istemişlerdi. Mekke şeriflerinin de yardımıyla Kasım’m yerlileri tüm Vahhabi seferlerini geri püskürtmüşlerdi. Faysal 1855’te Anaiza ve Buraida’nın bağımsızlığını kabul etmişti. Suudi hanedan ın ın Kasım’ın kasabalarını fethetmeye dair sonraki girişimleri neredeyse bir hiçle sonuçlanmıştı; ara sıra a lm an belirli m ik tardaki haraçları saymazsak.
Doğu Arabistan’da da Vahhabilere, İngilizler karşı koymaktaydı. Basra Körfezinde (1851-52 Batı Um m an, 1859 Katar) eski konum ların ı kazanm ak için iki kez girişimde bulunm uş ve Britanya filosu tarafından iki kez geri püskürtülmüşlerdi. 1866’daki İngiliz-Necid A ntlaşm asın ın sonuçlanm asından sonra Suudi hanedanı iktidarını Trucial U m m an a ve Bahreyn’e genişletme çabalarından vazgeçti ve bu bölgelerdeki faaliyetlerini vergi toplamakla sınırlandırdı.
Kavgacı bir fanatizm atmosferi tü m Vahhabi devletine yayılmıştı. Dinî hoşgörüsüzlük en üst safhasına erişmişti. Necid’de 19. yüzyılın ortalarında dinî yasaları ihlal edenlere sert cezalar vermek için özel bir fanatizm mahkemesi kuruldu. Suçlular birçok fiziksel cezaya çarp tır ılıyordu.
Yeni Vahhabi devleti içsel uyum dan yoksundu; merkezi iktidar da zayıftı. Kabileler yalnızca bir diğerine karşı değil, ayrıca E m ir’e karşı da savaşıyordu. Faysal’m 1865’te ö lüm ünden sonra feodal ve kabilese! ayrılıkçılık hanedanlar arasındaki anlaşmazlıklardan ö tü rü ayyuka çıktı. Faysal, Necid’i üç büyük oğlu arasında bölüştürm üştü ve onun ö lüm ünden sonra nihai iktidar için şiddetli bir mücadele başlayacaktı.
Taht kavgaları ve yıkıcı anlaşmazlıklar zaten sendeleyen Vahhabi devletinin temellerini zayıflatmıştı. Suudi ailesiyle, Arabistan’ın k u zeyinde üstünlük için rekabet halinde olan Şammar emirleri bu kritik du ru m d an faydalanmak için geç kalmayacaktı. Aynı şekilde Türkler de onları izleyerek El Ahsa’yı zapt edecekti.
Şammar E m irliğin in Yükselişi
M ısırlıların çekilm esinden sonra, Şam m ar emirliği A rabistan feodal devletleri arasında hususi bir ağırlık kazanm ıştı . Bu emirliğin başkenti H a il ’di. 19. yüzyılın o tuz lar ından itibaren kendilerin i em irliğin içinde var eden yeni Raşid hanedan ı N ecid’in gerileyişini k en di ik tida rın ı sağlam laştırm ak için kullanm ıştı . Raşidler başlangıçta N ecid’in vasallarıydı, fakat 19. yüzyıl o rta la r ında bağım lılık ları sem-
bolik bir biçime dönüştü. Necid gibi Şam m ar da bir Vahhabi devletiydi. Fakat onun aksine, Ş am m ar d in î hoşgörü b a r ınd ıran bir politika izliyordu. Şam m ar emirleri, Abdullah (1834-47) ve özellikle de oğlu Talal (1847-68) ticareti ve zanaatı geliştirmek için çok çaba harcadılar. Talal, H a il ’de pazarlar ve çalışma atölyeleri inşa ettirdi. Hem kom şu A rabistan bölgelerinden hem de I r a k ’tan tüccar ve zanaatçıları davet etti. Bu kişilere çeşitli imtiyazlar tanıdı. Dinsel hoşgörü tüccarların ve hac ıla rın ilgisini çekmişti. Irak kervanları ro ta la rın ı değiştirerek, Necid fanatizm inden kaçınıp, M ekke’ye Hail üzerinden gitmeye başlamışlardı. B unların güvenliğini de Talal tem in ediyordu. Yol üstü soygunculuğunun önüne geçmiş ve bedevi kabileleri itaate zorlayıp, vergiye bağlamıştı. Ayrıca birçok vahayı (Kaibar, Jauf ve diğerleri) ele geçirip, asilerden temizleyerek, bura la ra kendi yöneticilerini atamıştı. Ticaretin gelişmesi ve Em ir Talakın politikaları Ş am m arin merkezileşmesini ve güçlenmesini sağlamıştı.
Riyad emirleri kendi yasallarının ar tan gücünü kaygıyla izliyordu. 1868’de Talal, R iyada davet edildi ve orada zehirlenerek öldürüldü. Fakat devleti yaşamaya devam edecek ve Türklerin de yardımıyla İç A rabistan’da R iyada karşı hâkimiyet mücadelesine girişecekti.
Arabistan’da Britanya Sömürgeleri (1840-70)
Mısırlıların Arabistan’dan geri çekilmesinin ardından, İngilizler Basra Körfezinin ve Aden kıyılarının mutlak hakimi haline geldi. Bağımsızlığını 1798’de yitiren U m m a n d a n ayrı olarak, Trucial U m m an in yedi şeyhliği ve Bahreyn 1820’den itibaren Britanya hâkimiyetine geçmişti. İngiltere bu küçük devletçiklerde iktidarı yerel idarecilerin eline bıraktı ve kendini onlarla müttefik ilişkiler kurm akla sınırlandırdı.
Trucial U m m an ve Bahreyn şeyhlerinin elini kolunu bağlayan bu ilişkiler sürekli tasdik edilip yenileniyordu. Bu sebeple, her antlaşmada (1839, 1847, 1853, 1856) görünürde “her zaman için” barış ve uyum iddiası olsa da, tü m bu bölgelerin gerçek idarecisi olan Bender-Buşir’deki Britanya politik yerleşimcisinin “hakları” genişletiliyordu. Yerel yöneticiler bağımsız bir dış politika izleme fırsatından m ah ru m bırakılmıştı. İngiltere, Trucial U m m an ve Bahreyn’in iç meselelerine müdahalede bu lunm ak için her zaman bir bahane buluyordu. Ayrıca İngiliz tacirler de çeşitli hak ve ayrıcalıklara sahipti.
1861 yılında İngiltere, Bahreyn’e, onu dış saldırılardan “korum ayı” üstlendiği ve ken d is in e ne zaman isterse birliklerini gönderme yetkisi verdiği yeni bir konvansiyon dayatacaktı. Konvansiyon aslında Bahreyn üzerinde Britanya hakim iyetin in kurulm ası an lam ına geliyordu.
Britanya’nın Basra Körfezindeki yayılışı birçok bölgede hak iddia eden Türkiye ve İran ’ın aleni direnciyle karşılaşmıştı. 1868’de İngiltere, Katar’la “müttefiklik ilişkisi” kurm aya yanaştı, fakat üç yıl sonra şeyhliği Türkiye’ye b ırakm ak zorunda kaldı.
Fransa, Britanya’nın U m m an’daki konum unu tehdit ediyordu. İngiltere’n in Arabistan’daki en güvenilir “dostu”, Britanya politik tem silcilerinin kontrolünde olan Muskat seyidiydi. Korsanlık ve köle ticareti bahanesi ile İngiltere, ona, U m m an ’la “müttefiklik ilişkisini” güçlendirecek, bir dizi yeni eşitsiz antlaşma (1839 ve 1845) dayatmıştı. 1834’den beri Britanya seyit Said’i, Kuria M uria Adaların ı kendisine teslim etmesi için zorluyordu. 1857 yılında, Aden sömürgesine müsadere edilen Perim A dasını istila etmişlerdi.
1856’da Muskat yöneticisi Said öldü. İngilizler 1861 yılında sürmekte olan hanedan anlaşmazlığına müdahalede bulundular, H indistan Genel Valisi Lord C ann ing’in teklifi üzerine Muskat seyidinin devasa arazileri iki oğlu arasında bölüştürüldü. U m m an (U m m an zamanla İran kıyılarındaki topraklarını yitiriyordu. 1868’de Bender-Abbas bitişiğindeki hat ile birlikte İranlılara geçmişti) büyük oğul Thuwaini’ye ve Doğu Afrika kıyılarıyla 18. yüzyıla kadar Muskat’m bir parçası olagelen Zanzibar da küçük oğul M ecid’e bırakılmıştı. Bu bölüşüm U m m an ı zayıflatmış ve sonrasında Britanya’n ın Zanzibar’ı zaptını ve U m m an’ı kontrol etmesini kolaylaştırmıştı.
19. yüzyıl ortalarında, U m m an İngiliz-Fransız düşm anlığ ının bir objesi haline gelecekti. 1846’da Fransa, U m m an ile, 1839 İngiliz- U m m an A ntlaşm asına benzer, ticari bir anlaşmaya varmıştı. 1861’de ise U m m a n ın iki parçaya bölünmesine itiraz edecekti. İngiliz-Fransız a n laşmazlığı bir uzlaşıyla son bulmuştu. 10 M art 1862’de, Paris’te, İngiltere ve Fransa, Muskat ve Zanzibar’ın “bağımsızlığını” güvence altına alan ortak bir deklarasyona imza attılar. Bu yüzden Fransa U m m an ’m gerçek bölüşümüyle uzlaşmıştı. İngiltere hayalî “bağımsızlığı” onaylamış, fakat eylemleri sözlerini yalancı çıkarmıştı. On yıllık bir zaman d i l im in de (1862-71) U m m a n ı bir isyan dalgası sarm ıştı . Büyük halk kitleleri, Britanya’nın himayesindeki kişi olarak addettikleri yeni Muskat Sultanı Thuwaini’ye (1858-66) karşı isyana girişmişlerdi. Bu kitleler, U m m a n d a
eski gücüne kavuşmak için çabalayan ve hatta U m m an in birçok kasaba ve bölgesinden düzenli vergiler almaya devam eden Vahhabiler ta rafından da destekleniyordu. İngiltere 1862 D eklarasyonuna rağmen U m m a n in meselelerine açıkça müdahalede bulundu. Thuwaini’ye, halka karşı koyması için, silah ve gemi sağladı ve filosuyla düşm an kasabaları bombaladı. Kontrolü altındaki şeyhlere Sultani destekleme emri verdi ve Thuwaini ö ldürüldüğünde ise aynı yardımı oğluna sağladı. Üstüne üstlük Thuwaini’nin oğlu ülkeden kovulduğunda, onun küçük kardeşine bu halk hareketini bastırması ve M uskat’ta yerleşmesi için destek verdi.
Aden’deki Britanya birlikleri neredeyse sıkıyönetim biçiminde yaşıyordu. Güney Arabistan’da Britanya m akam ların ın müdahalelerine karşı bir dizi isyan patlak verdi. 1840’ta Lahey Sultan ın ın desteklediği bir isyan Aden’de vuku bulmuştu. Bu isyan bastırılmıştı, fakat 1846’da Araplar tekrardan saldırıya geçecekti. 1849 yılında Lahey’de iktidara geçince Sultan Ali Aden’in geri verilmesini talep etti. Birliklerini, 1858 yılında İngilizlerla savaşmak üzere gönderdi, fakat Şeyh Osm an yakınlarında yapılan savaşta yenilgiye uğratıldı ve Aden’de Britanya otoritesini tan ım ak zorunda kaldı. Yine 1867 yılında İngilizler, Aden’in işgalini hazmedemeyen güney Arabistan isyancı kabilelerine karşı yeni bir sefere girişecekti.
B Ö L Ü M X II
1 9 . Y Ü Z Y IL O R T A L A R I N D A M l S I R ( 1 8 4 1 - 7 6 )
1840 Teslimiyeti Sonrasında Mısır
M ehm et Ali’n in teslim oluşu yabancı sermayenin önünü açmıştı.1838 İngiliz-Türk Ticari Antlaşm ası’n m şar tlar ı l842 yılında M ısır’a uygulanacaktı. Bu uygulam alarda ilk olarak tekel sistemi ka ld ır ı lm ış tı. B undan dolayı, Britanya tüccarları ve sanayicileri, Mısır p am uğunu doğrudan üretic iden ya da kom prador temsilcileri aracılığıyla serbestçe satın alabiliyorken, M ıs ır’a ih raç ettikleri ü rü n le r için de neredeyse hiçbir g ü m rü k ödemiyorlardı. 1845’ten itibaren Mısır dış t icaretinde İngiltere nüfuzu baskındı. Mısır i tha la tın ın çeyreğini (£ 1.000.000’da 242.000) ve ih raca tın ın önemli bir bö lüm ünü (1.747.000’de 626.000) üstleniyordu. Mısır büyük bir doğu gücü olm aktansa, zayıflayan Babıali’n in bir vassalı haline gelmişti. Kendi sorunlarıyla başa ç ıkm akta güçlük yaşayan Türkler pek tabii ki etkili kontrol sağ lam aktan oldukça uzaktılar. Gerçekte M ısır İngiltere ve Fransa’n ın o r tak korum ası altındaydı ve ancak bu iki süper gücün arasındaki çekişmeler onun rahat bir nefes alm asını m ü m k ü n kılıyordu. Ülke içinde ise iki yönetici sınıf arasında b ir mücadele yürü tü lüyordu . Biri, Türkiye’yle irtibatı kaybetm emek için çabalayan eski top lum un gerici toprak beylerinden oluşmaktaydı. Bu grup u m u d u n u İstanbul üzerinde etkisi baki olan Britanya’ya bağlamışlardı. Diğer grup ise, kapitalist gelişim yönünde adım atan tüccarlardan ve liberal toprak beylerinden m eydana gelmekteydi. Reformların devam etmesi taraftarıyd ılar ve Fransa’ya güveniyorlardı.
İki grup arasındaki mücadele İbrahim Paşa ve halefi Abbas P aşan ın eylemlerine yansımıştı. Başlangıçta durum , kırklı yıllarda ülkenin gerçek yöneticisi olan İbrahim Paşan ın başını çektiği Fransız taraftarları
nın lehineydi. M ehmet Ali ise oldukça yaşlıydı. Kapitülasyonlar onun entelektüel yetilerini etkilemişti. Aniden yaşlanmış ve sonunda devlet idaresinden elini çekmişti.
İk tidarın gemleri ar tık oğlu ve halefi İbrahim P aşan ın elindeydi. Yeni yönetici Mısır ekonom isinin gelişimine kayda değer bir önemle yaklaşıyor, yozlaşmış ve gerici kam u hizm etin i geliştirme çabalan gösteriyordu. 1840 olaylarıyla bozulan ülke mâliyesini iyileştirmiş ve düzenli bir devlet bütçesi getirmişti. 1842’de toprak sahiplerinin, kendi arazilerini satma izni genişletildi. 1845-46’da İbrahim uzun bir Avrupa seyahatine çıkacaktı. Paris’te Cahm ps de M ars’da, Konya ve Nizip muzafferinin önünde görkemli bir geçit töreni yapıldı.
1848 yılında İbrahim Paşa M ısır’ın resmî valisi olmuştu, fakat bunu ancak 3 ay sürdürm üş ve 10 Kasım 1848’de ölmüştü. M ehm et Ali de 2 Ağustos 1849’da ölecekti. İktidar, daha sonra dedesinin tam zıddına d ö nüşecek olan torunu Abbas Paşaya geçmişti.
Abbas Paşa (1849-54)
Abbas Paşa devletin kontrolünü resmî olarak, henüz dedesinin de hayatta olduğu, 24 Aralık 1848 tarih inde eline aldı. Abbas Paşa aşırı derecede tu tucu biriydi ve kendi iktidarına dayanarak babasının ve dedesinin yaptığı her şeyi yıkacakmış gibi görünüyordu. M ehmet Ali’nin kurduğu imalathaneleri tasfiye etti, Büyük Nil Barajının inşasını d u rdu rm a emri verdi ve o zamana kadar tam am lanm ış olan kısmını ta h rip etti. Fabrikaları ve okulları kapatıp orduyu büyük oranda küçülttü. Kaldı ki Mısır ordusu M ehm et Ali’nin iktidarı döneminde gittikçe ulusal bir niteliğe bürünüyordu. Abbas dönem inde ise, eski beylerin kontrolü altındaki gibi, kişisel bir korum a ordusundan biraz daha bü yük bir hale gelmişti. Zira kendi kişisel korum aları da topluma yabancı öğelerden, esas olarak A rnavutlardan ve köle Memluklerden teşkildi. Abbas, M ehmet Ali zam anında geniş tarım alanları edinen Arnavut, Çerkez ve Türk paşalardan oluşan büyük toprak sahiplerinin desteğine vakıftı. Paşa, onların topraklarına toprak katmasına müsaade etmişti. Bizzat kendisi de Mısır’ın en büyük toprak sahibiydi ve üstüne üstlük arsızca fellahları soyuyordu. M ehmet Ali ve İbrahim tam bağımsız bir Mısır düşü kurm uştu . Fakat bu tü r düşler Abbas’a yabancıydı. Bilakis, eski Türk teamüllerine ve Türk Sultan’ma olan itaatkar bağlılığını her zaman vurguluyordu. Batı kü ltü rünü aşikâr bir şekilde küçümsüyordu
ve Avrupalıları hor görüyordu, fakat buna rağmen İngiltere’den gelen direktiflere de uym aktan geri durmuyordu.
1851’de Abbas, H ind is tan’ı İngiltere’ye bağlayacak temel hatlardan biri olarak büyük bir stratejik öneme haiz olan İskenderiye’den, Kahire ve Süveyş’e bir demiryolu inşası imtiyazını İngilizlere tanımıştı. Bu sırada Süveyş kanalı henüz yapılmamıştı. Fakat İngiltere 19. yüzyılın erken dönemlerinden beri Afrika’nın etrafını dolaşan rotaya alternatif, Mısır üzerinden daha kısa bir yol arayışmdaydı. Britanya gemileri İngiltere’den İskenderiye’ye, H ind is tan’dan da Süveyş’e yelken açıyordu. Develer bu iki lim an arasında yolcu ve posta taşıyarak arada mekik dokuyordu. Mısır, Britanya’nın Hindistan yolundaki en önemli transit nakliye üssü haline gelmişti. Yapımı 1853-1857 arasında süren İskenderiye-Kahire- Süveyş demiryolu Mısır’ın bu rolünü arttırmıştı. 1858 yılında Britanya aynı hattı H ind is tan’daki sepoyların bir isyanını bastırm ak için kendi birliklerinin ulaşım ında da kullanacaktı.
M ehm et Ali ve İb rah im ’in hüküm darlığ ı döneminde meseleler üzerinde belirleyici hükm ü olan Fransız kapitalistleri arka plana itilmişlerdi. Fakat yine de tam am en vazgeçmeye de niyetleri yoktu. Aksine gayretlerini ikiye katlamışlardı. İngilizlerin demiryolu planlarına misilleme olarak Akdeniz’i Kızıldeniz’e bağlayacak bir kanal projesi geliştirdiler.
Süveyş K ana lı’n ın İnşası
Daha 19. yüzyılın başlarında Napolyon, mühendislerinden biri olan Lepere’i bir kanal projesi çizmek üzere görevlendirmişti. Fakat Lepere, Kızıldeniz’in seviyesinin Akdeniz’den yüksek olduğu, bu yüzden de bir kanal inşasının m ühendislik açısından imkansız olacağı gibi bir hatalı sonuca varmıştı. Bununla birlikte Laplace ve Fourier, Lepere’in hatasının farkına varmıştı ve Fransızların Süveyş K analına dair herhangi bir tah kikatı M ehmet Ali’nin ve İngiltere’nin direnciyle karşılaşmıştı. Mehmet Ali ikinci bir boğaz yaratm ak istemiyordu. Çünkü kanalın sahip olabileceği stratejik önem in de farkındaydı. Avrupalı güçlerin M arm ara Boğazlarında olduğu gibi bu kanal üstünde de kavgaya girişeceğini biliyordu. M ısır’ın bağımsızlığı için Kanal inşasına tereddütsüz bir şekilde karşıydı. Aynı şekilde İngiltere de, Fransızların Mısır üzerinde nüfuz sahibi olmasını engellemek için kanal fikrine engel oluyordu.
19. yüzyılın ellili yıllarında, Fransız kapitalistleri Süveyş Kanalı için yeni bir proje sundular. Projenin ateşli savunucularından biri de,
19. yüzyılın en büyük finans adam larından biri olan Fransız diplomat, Ferdinand de Lesseps’di (1805-1894). Her zaman olduğu gibi, İngiltere ve Abbas Paşa bu projenin karşısında duruyordu. Üstelik Abbas sadece kanal inşasını engellemekle kalmıyor ayrıca M ısır’ın ekonomik gelişim in in de önünde duruyordu. M ehmet Ali’yle birlikte reformları tan ımış bu halk bir kez daha Türk yönetim ini kabul etmezdi. Bunun yanı sıra Mısır dünya kapitalist ekonom isinin de bir parçası haline gelmişti. Pazar ve meta üretimiyle birlikte üretici güçler de gelişim göstermişti. Kapitalist ilişkiler şekillenmeye başlıyor ve yavaş yavaş yeni bir burjuva sınıfı oluşuyordu. Mısır’ın ekonomik ihtiyaçları ve Fransa’n ın çıkarları Abbas P aşan ın derhal devrilmesini gerekli kılıyordu.
Sıcak bir Temmuz gecesinde resmî bir tebliğ Abbas Paşan ın v u ru la rak ö ldürüldüğünü bildirmişti. Gerçekte ise kendi korum aları tarafın dan katledilmişti. Tarih henüz bu suikastın arkasındaki gücü aydınlatamadı, fakat bu işten en çok Fransa’n ın kârlı çıktığı da bilinen bir gerçek.
11 Temmuz 1854’te M ehm et Ali’n in en genç oğullarından biri olan Said Paşa (1854-63) Mısır valisi olmuştu. Paşa liberal görüşlü ve batılıydı, ayrıca Ferdinand de Lesseps’in de bir arkadaşıydı. İktidara gelir gelmez, 30 Kasım 1854’te, hemen Lesseps’in Süveyş Kanalı inşa projesini onayladı. Bu adım M ısır’ın Avrupalı güçlere olan bağımlılığını a r t t ı ra cak ve bir sömürgeye dönüşmesini hızlandıracaktı.
De Lesseps 1855’te, öncül bir araştırm a yaptırdı ve 5 Ocak 1856’da ise projenin şartlarını tanım layan yeni bir ferman yayınlattı. Bu fermana göre Mısır tarafı, kanal şirketini, inşa için ihtiyaç duyulan tüm arazi ve madenler için hiçbir ödeme talep etmeksizin, kabul ediyordu. Ayrıca, in şaat alanına içme suyu için N il’den bir temiz su kanalı yapmayı ve şirketi g ü m rü k vergilerinden de m uaf tu tmayı taahhüt ediyordu. En önemlisi Mısır yönetimi bü tün işler için ihtiyaç duyulan emeğin beşte dördünü bedavaya sağlamayı üstlenmişti. İmtiyaz kanalın açılışından 99 yıl sonra sona erecek ve sermaye de 200.000.000 frank olacaktı.
Kasım 1858’de Lesseps şirketin ortaklis tesin i açtı, tanesi 500 franktan400.000 hisse; bunların 207.000’i (yüzde 52) Fransa’da piyasaya sunuldu. Said Paşa da 32.000.000 frank değerinde 64.000 hisse edinmişti. Bunun yanı sıra, de Lesseps Said Paşan ın hesabına, Türkiye, İngiltere, Rusya ve Birleşik Devletler’inki kadar büyük meblağlarda (56.000.000 frank değerinde 112.000 hisse) ortaklık yazmıştı. 176.000 hissenin karşılanması için Said Paşa yabancı kredilere başvurm ak zorunda kalmıştı. 1860’da Paris’te 28.000.000 franklık özel bir krediyi alabilmeyi başardı ve 1862’de
ilk devlet kredisi olan 60 milyon frankı hanesine yazdı (2.400.000 £). Bu sebeple, araziden, işçilerden, su ya rd ım ından ve madenlerden hariç Said Paşa sermayenin yaklaşık yarısını (%44) da Lesseps’e vermek zorundaydı. Mısırlılar kanalı kendi elleriyle, kendi kaynaklarını ku llanarak inşa ettiler. Fakat kanalın bu ülkeye getirisi, politik hayattaki olumsuzluklar bir yana, yalnızca büyük kayıplar oldu. 25 Nisan 1859’da inşa işi resmen başladı. Said Paşa verdiği sözleri tuttu. M ısır’ın dört bir yan ından yüz binlerce fellah toparladı. Fellahlar oldukça kötü beslenerek ve neredeyse bedavaya, gündoğum undan batım m a kavurucu güneş altında, kanal için kendi elleriyle kazarak çalışmak zorundaydılar. Hiçbir m akine ku llanılmıyordu. Bedava çalışan işçilerin el emekleri daha kârlıydı ve 25 ila 40 bin fellah inşaat alanında faal olarak tutuluyordu. Bir kafile sırasını savar savmaz, diğerleri onların yerini alıyordu. İşçilerin büyük çoğunluğu ağır çalışma koşullarım kaldıramıyordu ve yaklaşık 20,000 işçi henüz kanal tam am lanm adan can vermişti. 19. yüzyıl kapitalist medeniyetinin en büyük yapılarından biri zorunlu, yarı köle Mısırlı fellahların emeğiyle yükseliyordu. İşçilerin kemikleri üstünde yükseliyordu.
Yüz binlerce fellahın köle gibi çalıştırılması yabancılara karşı bir nefret uyandırm ıştı ve M ısır’da yabancı egemenliğine karşı bir halk protestosu alevlenmişti. Bu nefret gittikçe, Mısır yasalarıyla çıkarlarını önemsemeyen şirketin, keyfiliğinden öfke duyan yönetici sınıfı da kapsıyordu. Bu genel hoşnutsuzluk İngiltere tarafından ustaca istismar edildi ve İngiliz basınında kanal kazısında zorla çalıştırılan işçi sistemine karşı bir seferberlik başlatıldı. İngiltere’nin baskısı altında Babıali, Mısır paşalarının imtiyaz verme gibi bir haklar ın ın olmadığını ve bunların iptal edilmesi gerektiğini duyurdu. Lesseps’in girişimini ciddi bir politik kriz tehdit ediyordu.
Said Paşa Süveyş meselesinin çıktılarını görecek kadar yaşayama- dı. 18 Ocak 1863’te vefat etti. Halefi İsmail Paşa (1863-79) da Said gibi Fransa’da eğitim görm üştü ve o da iliklerine kadar bir Batıcıydı. M ısır’ı “Avrupa’n ın bir parçası” yapmak istiyor ve atalarının reform politikalarını devam ettiriyordu. Süveyş Kanalı inşa projesine karşı değildi, fakat Lesseps’in aşırı imtiyazlarını M ısır’ın s ırtındaki bir kam bur gibi görüyordu. 30 Ocak 1863’te İsmail Paşa yayınladığı bir fermanla kanalda zorla çalıştırmayı yasaklayacaktı. Bu eylemi Babıali ve arkasındaki İngiltere tarafında hemen destek buldu. Türk Devleti birbiri ardına, imtiyazların ancak kanalda kullanılan zorunlu emeğin yasaklanması şartıyla kabul edileceğini belirten iki not gönderdi; şirketin faydası için devredilen ara
zilerin geri verilmesini talep etti. Aksi takdirde, Babıali bu girişimi zorla durdurabileceği tehdidinde bulundu. Lesseps için zor zam anlar başlıyordu. Fakat kendisini bu can sıkıcı du ru m d an kurtarabilmeyi başardı ve hatta bunu, M ısır’ı yeniden soymak için bir fırsat olarak kullandı. İsmail P aşan ın faaliyetlerine karşı hamlede bulundu ve onu, du rum un bir tahk im mahkemesinde görüşülmesi için zorladı.
Lesseps’in bir kuzeniyle evli olan Fransa İmparatoru, III. Napolyon, “tarafsız” hakem olarak seçilmişti. Temmuz 1864’te, İsmail’in Süveyş Kanalı Genel Şirketine 84.000.000 frank ödemesi gerektiğini iddia etti. Bu meblağ yalnızca angaryanın kaldırılması tazm inatından ibaret değildi. İmtiyazın yeni şartlarına göre, Süveyş Kanalı Genel Şirketi kanalın rotası boyunca, iki yakasındaki toprakları 200 m etre mesafeyle alıkoym a hakkına sahip olmuş, diğer araziler ise M ısır’a geri verilmişti.
Şirkete bırakılan topraklar için M ısır’a tek bir kuruş dahi ödeme yapılmamıştı. Bunları geri alabilmek için İsmail yine de Lesseps’e30.000.000 frank ödemek zorunda kalmıştı. Bu apaçık soygunculuk demekti! Said kanal inşaat alanı için bir temiz su kanalın ın yapımını üstlenmek zorunda kalmıştı. Bu kanal, inşaatın ihtiyaçlarını giderecekti; fakat bu, Mısır m ülküne geçtiğinde, Mısır, cebinden tek kuruş dahi ödeme yapmayan Lesseps’e, yine Mısırlıların kendi imkânlarıyla yaptığı kanal için 14.000.000 frank ödeme yapacaktı. Bu çılgın talepleri karşılam ak için, Said Paşa gibi İsmail de, Avrupa bankalarına müracaat etmek zorunda kaldı. Krediler en acımasız koşullarda onaylanmıştı ve Mısır çok geçmeden borç batağına saplanmıştı.
İmtiyazın yeni şartları 22 Şubat ve 19 M art 1866 toplantılarıyla onaylanmıştı, üstelik Babıali de bunları tasdik etmişti. Britanya’nın en trikaları amacına ulaşamamıştı. Ücretsiz insan gücü kaynağını kaybeden şirket kazma işlemleri için makineler icat etmeye başladı. 1860 yılında Fransız mühendis Couvreux çok kollu bir kürek icat etti ve bu sayede Kanal inşaatı du rm adan ilerledi. K anal’m resmî açılış tarihi 17 Kasım 1869’da kutlandı. Birçok önemli şahsiyet ve dünyanın dört bir yanından yüzlerce devlet adamı bu açılışa katıldı. İsmail’in isteği üzerine besteci Verdi, bu olay için özel olarak Aida operasını yazdı. Konuklar için lüks saraylar ve yatlar yaptırıldı. Kutlamalar haftalarca sürdü ve tüm her şey Mısır hâzinesinden karşılandı.
Kanalın inşası, hisse değerleri, cezalar, açılış kutlam asının masrafları ve diğer her şey dahil Mısır hâzinesine maliyeti 400.000.000 franktı. Altı yıl sonra Mısır tarafı kanal hisselerini 100.000.000 franka satacaktı.
Süveyş K analın ın M ısır’a verdiği politik zararların ve inşa sürecinde yitirilen binlerce canın yanı sıra net zarar 300.000.000 franktı.
19. Yüzyıl Ortalarında Mısır’ın Ekonomik Gelişimi
19. yüzyılın elli ve özellikle de altmışlı y ıllarında Mısır ekonom isinde önemli bir büyüme gözlemlendi. Buna temel olarak, Avrupa tekstil endüstrisinin şiddetli bir ham m adde eksiği hissettiği Birleşik Devletler’deki İç Savaş yüzünden Mısır pam uğuna olan talep artışı n e den olmuştu. O yıllarda, pam uk plantasyonları da genişletilmişti. Bu amaçla eski sulama kanalları ağı modernize edildi ve büyük ölçüde yeni kanallar açıldı (21.000 k m ’den fazla). Yıl boyu sulama sistemi Yukarı Mısır’a kadar yayıldı ve ekili alan m iktarı 1852’de 4.100.000 feddandan, 1877’de 4.700.000 feddana çıktı.
Yarı-feodal toprak sahiplerinin mülklerinde yetişen pam uğun çoğu ihraç ediliyordu. Pam uk talebi patlaması esnasında (1861-65) ih racat, 1860’ta 500.000 kantardan (1 kantar yaklaşık 43 kg -çev.) 1860’ta2.000.000 kantara, yani dört katm a çıkmıştı. A m erikan İç Savaşından sonra M ısır’ın pam uk ihracatı bir m ik ta r düştü, fakat yine de görece yüksek bir seviyedeydi. 1870 yılında tekrar 2.000.000 kantara çıkmıştı ve 1876’da da 3.000.000’a çıkacaktı.
Pam uk ekimindeki hızlı artış diğer ürünler in ekimi ve ihracatında bir düşüşe neden olmuştu ve Mısır tek ekinli bir ülke haline gelme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Dengeyi sağlamak için, İsmail şeker kamışı ekimini hızlandırmıştı. 1872 yılında 1.500.000 kantar şeker Mısır’da üretilmiş ve bunun da 500.000 kantarı ihraç edilmişti.
Pam uk patlamasını dış ticaretteki keskin bir artış izlemişti. Mısır pam uk ihracatının toplam değeri 1860’ta 200.000.000 kuruştan, 1870’te1.000.000.000 ve 1872’de de 1.500.000.000 kuruşa yükselmişti. O tuz yıl içinde (1843-72) Mısır’ın denizaşırı ticareti beş katm a çıkmıştı.
Ticaretteki artışa denizcilikteki gelişme de eşlik etmişti. 1845’te İskenderiye Limanına 62 buharlı gemi uğruyorken bu rakam 1865’de 1.145’e yükselmişti. Aynı dönemde İskenderiye’ye uğrayan yelkenli gemi sayısı da 1.338’den 3.138’e yükselmişti. 1850 yılında Süveyş’ten 26 b u harlı gemi geçmişti ve bu rakam 1865’te kanalın açılışından önce 216’ya çıkmıştı.
1870 yılında, kanalın açılışından sonra, kanaldan 570 buharlı gemi geçmişti. İskenderiye’ye uğrayan ticari gemilerin tonajı 1863’te
907.000’den, 1872’de 1.238.000 tona yükselmişti. Aynı dönemde Süveyş K analından geçen ticari gemilerin tonajı da 170.000’den 666.000’e ve Said L im anına uğrayan gemilerin tonajı da 52.000’den 857.000’e çıkmıştı. 1847 yılında İskenderiye L im an ından 1.000 yolcu karaya ayak basmıştı. Bu rakam 1867’de 45.000’e ve 1872’de de 68.000’e çıkmıştı. Bu sayede İskenderiye dünyanın en büyük uluslararası l im anlarından biri haline gelmişti. 1875’te İskenderiye’deki yük devri 1.925.000 tona ulaşmıştı, bu sayede Marsilya’n ın rakibi olmuştu.
Mısır kendi ticari filosuna sahipti artık. 1873’te geniş bir yelkenli filosunun yanı sıra 55 deniz buharlısı ve 58 nehir teknesi vardı. Nil ve Akdeniz boyunca düzenli nakliye hatları oluşturulmuştu. Gemilerin çoğu İsmail P aşan ın bizzat kendisine aitti. Z am anın önde gelen denizci güçlerinden biri olan ve M ısır’ın yedi buçuk katı nüfusu bulunan Fransa’n ın filosu Mısır filosunun ancak üç katı kadardı. Buna ek olarak, daha genç olan Mısır filosu aynı zam anda teknik olarak da ü s tü n dü. Fransa’n ın deniz buharlıların ın ortalama tonajı 350 iken bu rakam Mısırlılarda 1.000 tondu. Fransızlar yüzde 15 buharlı ve yüzde 85 yelkenli gemilere sahipti. İngilizler ise yüzde 25 buharlıya karşı yüzde 75 yelkenli gemi vardı. Oysa Mısırlıların filosunun toplam tonajının yüzde 60’ından fazlası buharlı ve yüzde 40’tan azı yelkenliydi. 1865-75 yılları arasında Akdeniz ve Kızıldeniz kıyılarına, deniz taşımacılığını geliştirmek için on beş deniz feneri kurulm uştu .
Aynı devirde Mısır, devlete ait geniş bir demiryolu ağma da sahip olmuştu. 1860’a kadar ülkede yalnızca bir demiryolu hattı vardı; İskenderiye-Kahire arasındaki 210 km uzunluğundak i hat (Zagazig’e doğru 35 k m ’lik bir kol ile birlikte). (1856-57 yıllarında Kahire ve Süveyş arasında yapılan hat kullanıma elverişsizdi). Sonrasında, demiryolu in şasında yoğunlaşılan 15 yıl içinde (1861-75) 1590 k m ’lik bir hat kuruldu. Bu bağlamda M ısır’ın, birçok gelişmiş kapitalist ülkeyi geride bıraktığı söylenebilir. Fransa’da, örneğin, 1876’da her 1000 k m 2 için 37,5 km demiryolu varken, bu rakam M ısır’da her 1000 k m 2 iskânlı bölge için 55 idi (İnsansız çöller hariç).
M odern iletişim araçları da gelişim göstermişti. 1863’e kadar M ısır’da 582 kilometre uzunluğunda telgraf hattı mevcuttu. 1872’den itibaren ise 6.540 kilometreye ulaşılacak ve gelişmiş birçok ülke geride bırakılacaktı. 1878’de Fransa’da her 1000 k m 2 için 77 km telgraf hattı vardı. M ısır’da ise 216 km. Fransa’da her 10.000 kişi için 11,33 km telgraf hattı varken M ısır’da bu 12,25 k m ’ydi.
Yerden biter gibi kasabalar oluşmuştu. Mısır nüfusunun en az yüzde 20’si 113 kent merkezinde yaşıyordu. Kahire’n in nüfusu 350.000, İskenderiye 212.000, Tanta 60.000 ve Zagzig’in nüfusu 40.000 civarla- rmdaydı. Kahire’de gaz ve su şebekeleri, kanalizasyon boruları yaygınlaşıyordu. Mısır endüstrisi ileri adım yürüyordu. Mısır hüküm darı İsmail Paşa, 400’den fazla k işinin istihdam edildiği iki dokum a fabrikasına ve10.000 civarında işçinin çalıştığı, yıllık kapasitesi 150.000 ton olan 22 büyük şeker rafinerisine sahipti. Buna ek olarak, İsmail Paşan ın dört silah fabrikası, 500 işçinin çalıştığı iki tersanesi ve güherçile madenleri vardı. Mısır’da çoğu küçük tekstil atölyesi, döküm hane ve tam ir atölyesi, tabakhane, süthane, pam uk temizleme atölyeleri ve marangozhane, b u har atölyeleri ve tuz işçiliğinden oluşan bir hayli fazla sayıda endüstriyel teşebbüs kurulm uştu .
Fakat Mısırlı girişimcilerin teknik seviyesi Avrupalılarm kinden daha düşüktü. Mısırlıların küçük dokum a fabrikaları, kendi pazarlarına herhangi bir engele tak ılm adan giren devasa İngiliz tekstil ve m etalürji endüstrisinin mallarıyla rekabet edemiyordu. 1838 İngiliz-Türk Ticaret Antlaşm asından ö tü rü Mısır endüstrisi g ü m rü k korum asından m ah ru m bırakılmıştı. Bir bü tün olarak bakıldığında, 19. yüzyılın ellili y ıllarından yetmişlerine kadar süren ekonomik gelişiminin doruğunda bile Mısır tarımsal bir ülke olarak kalmaya devam etmişti. Temel ü rün bir ham maddeydi -p a m u k - endüstriyel bir mal değildi. Dünya pazarlarına gitgide daha fazla pam uk sağlayıp, gitgide daha fazla m am ul mal satın alıyordu. Bu sebeple, denizaşırı ticaret artışı M ısır’ı ekonomik olarak Avrupa ülkelerine bağımlı kılıyordu. Mısır, süper güçlerin bir tarım ve ham madde üssü haline gelmişti.
Said ve İsmail’in devrinde Mısır ekonomisindeki bir diğer çelişki de, M ısır’ın kapitalist gelişim yoluna, O rta Çağ’dan kalma birçok güçlü kalıntıyı devrimci araçlarla tasfiye etmeden girmiş olmasıydı. Tarımda kapitalist ilişkilerin ana dayanak noktası, ekonomideki yeni yöntemleri eski söm ürü usulleriyle birleştiren toprak beyleriydi. Kendi m ülklerine makineler getirtip (buharla çalışan saban ilk kez Avrupa’da değil M ısır’da kullanılmıştı), pam uk ve şeker kamışı gibi ihraç edilen ü r ü n lerin ekim alanlarını genişlettiler. Geniş ölçekli ticari işlemler yürütüp, mülkleri üzerinde fabrikalar kurdular. Aynı zam anda fellahı da söm ürmeye devam ettiler, üzerinde O rta Çağ’a ait gasp yöntemleri uyguladılar, angarya ve benzeri şeyler için baskıda bulundular. Pazar şartlarını beceriyle kullanan bunun gibi ilk yarı feodal ve yarı kapitalist toprak
sahibi, finansal manipülatör, tüccar, fabrika sahibi ve spekülatör aynı zam anda da feodal bey M ısır’ın yöneticisi İsmail P aşan ın bizzat kendi- siydi. Türk-Arnavut-Çerkez soylularından diğer büyük toprak sahipleri de onun takipçisiydi.
Feodal kalıntıların egemenliği taşrada, ta r ım ve endüstr in in özgün gelişimini aksatıyordu. Yoksulluktan bitap düşmüş Mısır kırsalı, yarı feodal toprak beyleri tarafından olduğu kadar kötü pazar ve endüstri tarafından da sömürülüyordu. M ısır’ın iktisadi bir biçimde gelişiminin diğer yüzünde ise Avrupalılarm ülkeyi istilası vardı. Gelenlerin çok k ü çük bir bölüm ü uzm an ta r ım bilimi, makinist, doktor, öğretmen, işçi ya da çalışmaya hazırlanan insanlardan oluşuyordu. Ezici çoğunluğu ise satıcı, spekülatör, borsa tellalı, tefeci, kaçakçı, genelev sahibi, dolandırıcı, hırsız, yoz gazeteci, fahişe ve diğer en kötü asalak öğeler m eydana getiriyordu. Kapitülasyonların ve yabancı konsoloslukların korum asında faaliyette bu lunan ve kendilerini “yüksek kü ltü r” ataşesi sayan Avrupa’nın bu döküntü tabakası, M ısır’ın emekçi halkını sömürüyor ve gerçek bir bataklığa dönüşmüş olan zarif İskenderiye kenti başta olmak üzere kasabaların atmosferini zehirliyorlardı. Öyle ki, İskenderiye uluslararası bir uyuşturucu kentine dönüşmüştü. Tüm binalar randevuevine, batakhaneye ve tavernaya dönüşmüştü. 1840’da M ısır’da yalnızca 6.150 Avrupalı varken, bu rakam 1871’de; 34.000’i Yunan (başlıca işleri tefecilik olan), 17.000’i Fransız, 14.000’i İtalyan, 7.000’i A lman ve 6.000’i de İngiliz olm ak üzere 80.000’e çıkacaktı. İskenderiye’de yaklaşık 50.000 (şehir n ü fusunun yaklaşık çeyreğine tekabül ediyorlardı) Kahire’de ise 20.000 yabancı yaşıyordu.
Said ve İsmail’in Reformları
Abbas’ın aksine, Said ve İsmail M ısır’ın ekonomik gelişiminin ta leplerinin şüphesiz ki farkındaydılar ve bu yüzden de en çok ihtiyaç du yulan sosyoekonomik ve politik reformları devam ettirdiler. Said Paşa zamanında, M ısır’da kölelik ve köle ticareti yasaklandı; köle ithalatı men edildi ve ülkedeki köleler de azat edildi. 1858 yılında, toprak (atar) ya da haraç sahibi köylülerin topraklarını serbest alış-satış, ipotek etme ve m iras b ırakm a hakkın ı tanıyan bir arazi yasası çıkarıldı. Diğer bir deyişle, aşar toprak sahipleriyle aynı hakları edindiler. Angarya ve fellahları sosyal eşitsizliğe sürükleyen diğer yüküm lülükler resmî olarak kaldırıldı. Tüm topraklar birer metaya dönüştüler. Bu, taşrada kapitalist ilişkilerin
gelişim koşullarını yarattı, tüccarların veya zengin köylülerin toprakları satın almasını m ü m k ü n kıldı. Kayda değer m ik tarda arazi tefecilerin ve yabancı kapitalistlerin eline geçti.
Toprak reform unu vergi a lanında yapılan bir reform izledi. Ayni vergilerin yerini nakdî vergiler aldı. Bütün köylerin karşılıklı garantiye dayanan kolektif vergilendirilmesi, her köylü ailesinin bireysel vergilendirilmesiyle ikame edilecekti. Daha önce köy şeyhleri tarafından y ü rü tülen vergi toplama işi özel m em urların kontrolü altına girmişti. Tekel s isteminin son kalıntılarını da Said kaldırmış, dahili güm rükleri tasfiye etmiş ve ticaret için tam özgürlük sağlamıştı. A rtık her köylü hangi ekini uygun görüyorsa onu toprağına ekebiliyor, hasadını serbestçe satabiliyor ve devlet kontrolü o lm adan taşımasını yapıyordu.
Orduda da büyük değişimler yaşandı. Said Paşa 1841 yılında y ü rü r lüğe sokulmuş birçok sınırlamayı ortadan kaldırdı. 1856’da Mısır ordusunun sayısını 18.000’den 30.000’e çıkarm ak için Babıali’den izin aldı. M ehmet Ali gibi o da, orduya ulusal bir karakter kazandırmaya çalışmış ve fellahları askere almıştı. Mısır tarih inde ilk kez, Mısırlılar subay mertebesine terfi ettirilmişti. En kabiliyetlileri askerî bir eğitim alıyor ve kilit noktalara atanıyordu. Hatta içlerinden biri, Arabi, albaylık m erte besine çabucak ulaşıp Said Paşaiıın emir subayı olmayı başarmıştı.
Said’in aksine İsmail, ordudaki kilit yerlere, ulusal Mısır personeli yerine Arnavutlar, Türkler ve Çerkezler gibi feodal soyluların temsilcilerini getiriyordu. Fellahların arasından seçilmiş Mısırlı subaylar da geri plana itiliyordu. Bu, ordudaki demokratik ulusal öğelerin kendilerini fel- lahlar diye tanımlayan subaylarıyla, Çerkezler diye bilinen aristokratik paşaları arasında bir uzlaşmazlığa neden olmuştu. Bu uzlaşmazlık Mısır ulusal hareketinin ileriki aşamalarında da önemli bir rol icra edecekti.
Said ama özellikle de İsmail Babıali’ye, M ısır’ın bağımsızlığı için baskıda bulunuyordu. Aslında, Mısır iç işlerinde özerkliğe tam olarak kavuşmuştu ve 1841 sınırlamalarına rağmen bağımsız bir dış politika izliyordu. Kendi ordusu, hüküm eti ve yasaları vardı. Türk anayasası, özellikle de Tanzimat M ısır’a uygulanmıyordu. Said ve İsm ail’in talepleri bu du ru m u n yasal o larak da çözülmesinden yanaydı. 1866-67 fermanı bu planlarda önemli bir yer tutuyordu. Ferman 27 Mayıs 1866’da yayınlanmış ve veraset sistemini taht sistemine çevirmişti. İktidarın ailenin en yaşlısına geçtiği eski Türk veraset pratiğinin yerine, ar tık Avrupa monarşi geleneğindeki gibi en büyük oğla intikal sistemi geçerliydi. 8 Haziran 1867 fermanı İsmail’e, Farsçada yönetici an lam ına gelen Hidiv
unvanın ı kalıtsal olarak sunuyordu. Unvan artık Mısır yöneticisini, sıradan bir paşadan, birçok Osmanlı bölgesi yöneticisinden ayırıyordu. Fermana göre Hidiv, yabancılarla ticari ve politik bir karakterde o lm ayan anlaşm alar yapabilme hakkı edinmişti.
1866’da İsmail, Batılı anayasal monarşileri taklit ederek, bir par lamento biçiminde, Temsilciler Evi (Meclis Niyabi) ya da Seçkinler Evini kurdu. 19. yüzyıl Rus filozof ve yazar Herzene göre Mısır, parlam entarist bir alana deve üstünde girmişti. Seçkinler Evi, köy şeyhleri ve Kahire, İskenderiye ve Dimyat seçkinleri tarafından üç yıl süreyle seçilmiş yetmiş beş delegeden oluşuyordu. Bunlar danışm a işlevine ve devlet bütçesini inceleme hakk ına sahiptiler. Bu Ev, Hidiv’in ellerinde tu ttuğu itaatkar bir araçtı ve M ısır’ın yönetim inde söz hakları yoktu.
1873 senesinde Hidiv İsmail, padişahı M ısır’ın finansal o tonom isi için bir ferman yayınlamaya teşvik etti. Bu sayede Mısır, Babıali’nin rızasına ihtiyaç duym adan kredilerini sonuçlandırma hakkın ı kazandı. Ferm anın ikili bir yapısı vardı. Bir taraftan, M ısır’ın Babıali’ye olan bağlılığını azaltıyordu. Öte yandan ise yabancı bankaların krediler vasıtasıyla ülkeyi köleleştirmesini kolaylaştırıyor, bu yüzden yabancı kapitalistlere olan bağımlılığı artırıyordu.
İsm ail’in yü rü ttü ğ ü hukuki reformun da ikili bir doğası vardı. İsmail, kapitülasyonların bir meziyeti olarak ortaya çıkan konsolosluk m ah k emelerini sınırlandırmaya çalışarak, Mısır ve yabancı yargıları birleştireceği karma mahkemeler kurm a kararındaydı. Süper güçlerle olan görüşmeler de dahil reform hazırlıkları yıllarca sürmüştü. Mahkemeler ilk olarak 1 Şubat 1876 tarih inde yürütülm eye başlandı. Avrupalılar ve Mısırlılar arasındaki ve farklı uluslardan Avrupalılar arasındaki an laşmazlık davalarına, ayrıca Avrupalıları ilgilendiren suç davalarına bakılıyordu. Gerçekte ise, karm a mahkemeler yabancılara kapitülasyonlarla tan ınan ayrıcalıklara dokunam am akla kalmıyor, ayrıca onların M ısır’daki egemenliği için tamamlayıcı bir işlev görüyordu.
Said ve İsmail, M ehm et Ali tarafından başlatılan kültürel reformları devam ettirdiler. Said zamanında, Arapça M ısır’ın tek resmî dili haline geldi. Azami özen gösterilen kamusal eğitim Arapça olarak geliştirildi. Abbas zam anında kapatılmış olan eski okullar yeniden açıldı ve bunlara yenileri eklendi. İsmail zam anında da okul sayısı 1863 yılında 185’ten, 1875’te 100.000 öğrencinin öğrenim gördüğü 4.685’e çıktı. O rtaokul ve uzmanlık eğitimi veren k u ru m la rm da sayısında benzeri bir artış gözlenmişti. Mısır Ulusal Kütüphanesi, bir müze, bilimsel topluluklar ve
Kahire Operası kuruldu. Arap tarih i ve edebiyatına yeni bir ilgi uyanmıştı. Mısırlı şairlerin, yazarların ve oyun yazarlarının orijinal çalışmaları ve tercümeler yayınlanmaya başlandı. Ünlü şair ve devlet adamı, M ahm ut Sami el-Buradi, marifetli yazar ve yayıncı İbrahim el-Muveiliki, pedagog ve edebiyat tarihçisi Hüseyin el-Matsafi, Arap Rönesansı’na büyük katkılarda bulunmuşlardı. 1865-75 yılları arasında, Wadi el-Nil (1866), Le Progres Egyptien (1868), Nuskhat el-Afkar(1869) ve Al-Ahram (1875)gibi birçok Arapça ve Fransızca dergi ve gazete yayınlandı. Aynı şekilde bilimsel ve edebi dergilerde yayımlanmaya başlamıştı. Birçok yazar, birçok şaibeli işte yer almış İsm ail’i ilgisiz ve tembel bir Doğulu paşa olarak tasvir ediyordu. Cromer, İsm ail’i “kendi arabacı ve uşakların ın arkadaşlığını Avrupalı diplomatlara tercih etmekle” suçluyordu. Fakat gerçekte İsmail, ülkesinde kapitalist gelişimin öncüsü olan, iyi eğitimli ve enerjik Mısırlı bir devlet adamıydı. Kültürel anlam da ise çevresini saran Avrupalı diplomat ve tüccarlardan fersah fersah ilerideydi. Bir kere, kendi ait olduğu sınıfın, kapitalizme yüzünü dönm üş yarı-feodal toprak sahibi sınıfın, bir temsilcisiydi. Bu arada, 19. yüzyılın yetmişlerinde M ısır’daki sosyal gelişim, ulusal burjuvazinin, yeni ve daha ilerici, dem okratik öğelerine meydana çıkma fırsatı tanıdı. Bu burjuva demokratik hareket, İsmail’in başını çektiği yarı-feodal toprak sahipliğini tarih sahnesinden tam am en silecekti.
B Ö L Ü M X II I
F R A N S I Z L A R I N C E Z A Y İ R ’İ İ Ş G A L İ VE
C E Z A Y İ R H A L K I N I N A b D Ü L K A D İ R
Ö N D E R L İ Ğ İ N D E B A Ğ I M S I Z L I K SA V A ŞI
Fransız İşgali A rifesinde C ezayir
18. yüzyıl sonunda, Osmanlı İm paratorluğuna bağlı bir bölge o lm aya devam eden Cezayir, bariz bir gerileyişle boğuşmaktaydı. Ekonomik gelişme oldukça düşük seviyelerdeydi. Nüfusun büyük çoğunluğu temel olarak göçebe sığır yetiştiriciliği ile iştigal oluyordu. Yalnızca vadi ve vahalarda yaşayanlar ta r ım yapabiliyordu. Bunlar da, arpa, buğday, zeytin ve hu rm a ağacı ekiyorlardı. Zanaatkarları ve ticaretiyle bilinen birkaç kasaba vardı.
Yerli Cezayir halkı Araplardan ve Cezayirlilerden mürekkepti. Kent sakinleri ve birkaç yerleşik bölge haricinde bü tün nüfusun klan ve kabileler halinde yaşadığı söylenebilirdi. En yaygın toprak sahipliği biçimi, komünal toprak sahipliğiydi. Göçebe bölgelerinde toprak klanlara aitti ve yerleşik bölgelerde ise köy komünlerine. Bazı bölgelerde, k lanların bö lündüğü büyük aileler dahilinde, toprağın kolektif sürülmesi ve hasadın toplanması, ortak tüketimle birlikte geçerliliğini koruyordu.
Cezayir’deki feodal sistem ülkenin sosyal olarak ilerlemesini ciddi anlam da engellemişti. Cezayir’deki komünal toprakların haricinde, devlet, khabus (vakıf) arazileri ve özel mülkler de bulunmaktaydı. Bu sonuncusu, kham m as’ları sömüren, köleleştiren ve göçebeleri ve özgür çiftçileri soyup bozguna çeviren feodal beylerin şahsi mülkleriydi. Cezayir’i yöneten yeniçeri liderleri çeşitli kabileler arasına nefret to hum ları ekiyorlardı. Klanlar, kabileler ve feodal beyler arasındaki yıkıcı kavgaların yarattığı avantajla, yeniçeriler Cezayir üzerindeki egemenliklerini sürdürüyorlardı. Bazı kabilelere özel ayrıcalıklar bağışlamışlardı.
M ahzen olarak bilinen bu kabileler, vergilerden m uaf olabilmek için, Türklere vergileri toplamak ve askerî hizmetler sunm ak hususlarında yardım da bulunuyordu. Birçok şeyh ve kabile reisi miras yoluyla mutlak iktidara konmuştu.
Türklerin ve yerel feodal beylerin boyunduruğu, genel olarak bedevilerin yer aldığı, kaçınılmaz olarak dinî motiflere bürünen halk hareketlerine neden oluyordu. Bu hareketler, kabile kitleleriyle yakından bağlantılı olan dinsel birlikler tarafından yönetiliyordu. Halk isyanlarının başında yer afan lider “M urabıt’Tar sonradan kendileri de birer despot feodale dönüşüyordu. Dinsel birlikler Türklere karşı yoru lm ak bilmeden mücadele sürdürdüler ve halk üzerinde ciddi etkilere neden oldular. Bu birliklerin en önemlileri Kadiriye ve Rahm aniye’ydı.
C ezay ir’in F ransa T a ra f ın d an İşgali
Kuzey Afrika’daki en zayıf halka olarak Cezayir, M ağrip’te Fransız işgalinin ilk kurbanı olacaktı. Aynı zam anda bu, kapitalist gelişiminin tekelci öncesi evresinde yer alan Arap ülkelerine dönük gerçekleşen ilk sömürgeci işgaldi. Fransa’nın, Cezayir’i işgal etme planları ünlü “sinek savar fırlatma olayından” çok önce olgunlaşmıştı. Zaten I. Napolyon Cezayir’i, Fransa’n ın endüstriyel devriminde zorunlu bir dış pazar olarak görüyordu. I. Alexander ile Tilzit’te (1807) ve E rfu rt’ta (1808) yaptığı görüşmelerde, Osmanlı İm para to rluğunun parçalanması söz konusu edildiğinde, Napolyon, Cezayir’i gelecekteki toprakları arasında saym aktan geri durmayacaktı. 1808 yılında ülkenin işgali için hazırlıklar yapılırken, askerî m ühendis Binbaşı Buten’i topografik bir araştırma yapmak ve sefer planları hazırlaması için Tunus ve Cezayir’e yolladı. İspanya yenilgisine ve Rusya’nın, Napolyon’un planlarını hayata geçirmesini engellemesine rağmen, Buten’in materyalleri 1830 seferi hazırlıklarında oldukça yararlı olacaktı.
X. Charles, Burbon m onarşisinin son günlerinde Napolyon’un p lanlarını tekrardan hatırlamıştı. Yeni pazarlar için duyulan açgözlülük, zam an ın ın resmî belgelerinde naiplik olarak geçen Cezayir’in işgal edilmesinin birincil sebebiydi. Büyük Devrim sırasında topraklarını yitiren Fransız toprak sahiplerinin yeni araziler edinm e isteğinin bu planda hiçbir yeri yoktu denilebilir. Cezayir’in fethiyle Burbonlar, sendelemekte olan tahtlarını güçlendirme um udunu taşıyorlardı. X. Charles ve Başbakan Polignac, bu askerî maceranın milliyetçi bir his dalgasını k ışkırtacağını ve bunun da devrimi erteleyeceğini hesaplıyorlardı. Çarlık
Rusya Burbon m onarşisinin bu saldırgan planlarını destekliyordu. İngiltere itiraz etse bile kararlı bir muhalefet yapmıyordu.
Fransa, Cezayir macerası için bir propaganda bahanesi olarak, “korsanlık ve Cezayir’deki m ahkûm ların acıları” sorunsalını olduğu kadar dey (Cezayir Valisi -çev.) hüküm etin in mali hesaplarını da ortaya attı. Fakat 18. yüzyıldan beri ve özellikle de Avrupa ve Am erika filolarının 19. yüzyıl başlarındaki cezalandırıcı seferlerinden sonra, Mağrip korsanlığının yok olmaya yüz tu ttuğunu ve uzun zam andır Cezayir yönetici kliği için kârlı bir uğraş o lm aktan çıktığını hatırlatm akta fayda var. Cezayirlilerin Aix-la-Chapelle kongresinin kararm a karşı çıkmaları, Fransa’n ın dey yönetim ini korsanların koruyucusu olarak dam galam asına fırsat tanımıştı.
Mali hesaplar meselesi de aynı derecede uydurm a bir meseleydi. Devrim zam anında dey, o zam anlar ablukada olan Fransa’ya buğday, tuzlanmış sığır eti ve deri göndermişti. Ayrıca, İtalya ve Mısır seferleri sırasında Bonapart’m ordusuna takviye sağlamıştı. Bunların büyük çoğunluğu borç olarak verilmişti fakat dey geriye hiçbir şey alam am ıştı. Borçların geri ödenmesi üzerine yapılan an laşm anın ve karşılıklı iddiaların Cezayirli Yahudi tüccarlar, Bakri ve Busnach’m aracılığıyla sonuçlanması dey’i m em nun etmemişti. Fransızların kendisini aldattığını ve Cezayir hâzinesini milyonlarca frank dolandırdığını düşünüyordu. Borçlar üzerine süren tartışm alar yıllar boyunca sürecek ve dey ve adam ların ı sinirlendirecekti. Bunun yanı sıra, dey’in resmen yasaklamasına rağmen Fransızların güçlendirmeye başladığı La Calle kalesinde bir anlaşmazlık baş göstermişti.
Anlaşmazlıklar Cezayir konsolosu Pierre Deval tarafından oldukça derinleştirildi. Bir Fransız tarihçisine göre Deval, Cezayir’de şüpheli bir itibara sahipti ve ahlaksız, ilkesiz bir entrikacı olarak addediliyordu. Para anlaşmazlığında da kirli ve provokatif bir rol icra etmişti. Deval, dey’e komplo kurm uş, yalan söylemiş ve ondan zorla rüşvet almıştı. 29 Nisan 1827’n in sıcak sabahında sayısız dalaşm alarından birinde Deval, dey’e ağır bir şekilde hakaret etmiş ve dey de kızgınlıkla Deval’a sinek- kovucusuyla vurm uştu .
Bu tam olarak Fransa’nın beklediği bahaneydi. Cezayir’le tüm ilişkilerini kopardı ve Cezayir kıyılarını ablukaya aldı. İlk başta Mısırlılar vasıtasıyla hareket etmeyi düşündü. 1829’da M ehmet Ali ve Doğu’daki bir Fransız müttefiki Cezayir’e saldırmaya karar kıldı, fakat daha sonra sunulan ödüllerin yetersizliğinden ötürü, Fransızlarla anlaşmayı reddetti.
Bu durum da Polignac hüküm eti ve X. Charles bağımsız olarak h a reket etme kararı verdiler. 14 H aziran 1830’da, General de Bourmont komutasındaki 37.000 kişilik Fransız kuvvetleri Sidi Ferruh karaya çıktı (Başkent Cezayir’in 23 km batısı). 23 Temmuz 1830’da dey sürgüne gönderildi, yeniçeriler Türkiye’ye döndü, Cezayir hâzinesi düşm an ta ra f ın dan yağmalanmış (yaklaşık 48.000.000 frank) ve Cezayirlilerin evleri, tarlaları ve mülkleri zorla zapt edilmişti. İki hafta sonra, Paris’te bir devrim meydana gelmiş ve X. Charles’ın sallantıdaki tahtı alaşağı edilmişti. General de Bourmont, Burbonları k u rta rm ak için birliklerini göndermeye çalıştı, fakat askerlerinin direnişiyle karşılaştı. Sonra da ordusunu terk edip Portekiz’e kaçtı.
Louis Philippe de Orleans’in Temmuz monarşisi, Burbonların Cezayir mirasını devraldı ve kısa süren bir tereddütten sonra Fransa’nın yeni yöneticilerinin kendi çıkarları - “para kesesi” şövalyeleri ve kolay kazanç- için savaşa devam kararı aldı. 1834’te “Afrika K om isyonunun” salık vermesiyle, Louis Philippe Cezayir’in ilhakını resmen ilan etti ve bir genel vali yönetimi altında “Kuzey Afrika’daki Fransız toprakları’n m sivil yönetim ini oluşturdu. Bu zam andan sonra Fransa başkent Cezayir’in yalnızca kıyı kasabaları Oran, Arzeu ve Bougie olduğu gibi Cezayir Sahel’ini ve Mediye’yi işgal etti. Ülkenin geri kalan kesimi Fransız o toritesine boyun eğmedi.
Bağım sız lık Savaşı. A b d ü lk ad ir
Başkent Cezayir’i ele geçiren Bourmont raporunda kibirli bir şekilde şunları yazıyordu: “Tüm krallık tek bir kurşun dahi atm adan on beş gün içinde bize teslim olacak”. Fakat yanıldığım görecekti. Fransızlar, Cezayir’i ancak 40 yıllık bir kanlı savaşın ard ından zapt edebilecekti. Kısa bir süre sonra başkentin düşüşünün haberi ülke çapında yayılır yayılmaz kabileler düşman ordusuna karşı ayaklandı. Cezayirliler, yakılmış tarla taktiğini kullanıyordu ve kendi ikmal hatlarına bağlı kalan Fransız birlikleri zor du rum da kalıyordu. Fransız ordusunun gasp ve yağmaları, halkı saldırganları geri püskürtm ek üzere birleştirmişti. Cezayir’in batı yakasında hareket, ulusal kah ram an Abdülkadir tara fın dan ve doğuda da İstanbul’un uç beyi A hm et tarafından yönetiliyordu. Abdülkadir 1808 yılında Kadiriye M uhyeddin ailesinde dünyaya gelmişti. Babası, bir tarikatın başındaydı ve uzun süreler Türk fütuhatçıları- na sonra da Fransız işgalci güçlerine karşı savaşmıştı. Abdülkadir dinî
eğitimini Fransız işgalinden önce tam am lam ış ve Mekke’ye hac ziyareti için uğramıştı, Bağdat’ı görmüş ve daha sonra Mehmet Ali’n in reformlarından etkilendiği Mısır’ı gezmişti.
Abdülkadir sıradan bir murabıt değildi. Her şeyden önce cesur bir asker, yetenekli bir binici, iyi bir nişancı ve marifetli bir generaldi. Beliğ bir hatip ve şair ve zeki bir örgütçüydü. 1832’de işgal güçlerine karşı savaşan kabileler A bdülkadir’i kendi lideri o larak seçti. Feodal ve kabilesel ihtilaflarla savaşmak, sonu olmayan kavgaları bastırm ak ve tüm nüfusu, ülkenin bağımsızlığını savunm ak gibi genel bir hedef etrafında birleşt irm ek gibi zorlu bir görevle baş başa kalmıştı. Halka yakınlığ ından ve halkın um utların ın sembolü olduğundan Abdülkadir, bu sonuca varana kadar ilerlemişti. Batı Cezayir kabilelerinin komutasını eline aldığında, bilinen gerilla savaş taktiklerini kullanarak Fransız birliklerine am an sız darbeler vurdu. Birçok yenilgiden zarar gören ve şansı yaver g itm eyen Fransızlar nihayet müzakere istemiş ve Şubat 1834’te Desmichel A nlaşm asın ı imzalamışlardı. Abdülkadir, kendi birliklerini yeniden toparlamak ve işgalcilere karşı savaşta güç kazanm ak için bir barış dönemine acilen ihtiyaç duyduğundan, Fransızların teklifini m em n u niyetle kabul etmişti. Bunun yanı sıra anlaşma, üç kıyı kasabası hariç olmak üzere tüm batı Cezayir’i, “im an edenlerin hüküm darı” (emir el- m u’minen) unvanını benimseyen Abdülkadir’in egemenliğindeki Arap devletinin bölgesi olarak tanıyordu.
Büyük bir devletin hüküm darı olarak Abdülkadir oldukça m ütevazı bir hayat sürdürüyordu. Sade yemekler yiyor, yalnızca su içiyor, süs kullanmıyor, göçebe geleneklerine sadık kalarak çadırda yaşıyordu. Tek sahip olduğu küçük bir koyun sürüsü ve bir çift öküzle sürülen bir to p rak parçasıydı. Tek zenginliği ise mükemmel kütüphanesiydi. Cezayir kabileleri tarafından hâzinesine ödenen tek bir kuruşu dahi kendi kişisel ihtiyaçları için kullanmamıştı.
En çok ilgilendiği düşm ana karşı temel silahı olan orduydu. Kabilelerin oluşturduğu düzensiz birliklerden hariç, ki 70.000 kişiye te kabül ediyordu, Abdülkadir 10.000 kişiden oluşan düzenli bir ordu oluşturdu. Askeriye ağası (Ağa el-askerî) başlarında sırasıyla ağa, sail ya da reis es-saf’m bulunduğu binlere (tabur), yüzlere (bölük) ve müfrezelere bölünm üş düzenli o rdunun yönetimiyle görevlendirildi. A bdülkadir’in topçu birliği 36 parçayla num ara lanm ıştı (gerçek şu ki yalnızca on ik isi ku lanım a uygundu). Abdülkadir Fas ve Tunus’tan düzenli orduyu eğitmesi ve düzenlemesi için hocalar getirtiyordu. Birçok Avrupalı öğ
retmen de, özellikle Fransız, vardı. Bunların yanı sıra Abdülkadir b irliklerini donatm ak için Fas’tan kayda değer yardım lar aldı. Kendisine silah ve para sağlayan Fas Sultanıyla aralarında sıkı bağlar gelişmişti. Abdülkadir kışlalar, kaleler, bir döküm hane, iki barut imalathanesi ve dokum a imalathanesi inşa etmişti.
Abdülkadir ordusunun geçimi ve askerî inşa için gerekli parayı kazanm ak için, geleneksel olduğu kadar, yeni sıra dışı yöntemleri de ku llanıyordu. Her sığır başına öşür, zekat ve kendi tebaasından olağandışı vergiler topluyordu. Bundan başka, Fas Sultan ın ın yardım ların ı ve devlet arazilerinden ve tekellerinden gelen gelirleri de kullandı. Ayrıca, Fransızlara boyun eğmiş ya da harekete katılmayı reddetmiş düşm an kabilelere düzenledikleri saldırılar ile ele geçirdikleri mallarla hâzinesini dolduruyordu.
Abdülkadir, o rdusunun temel kütlesini oluşturan M üslüman din adamları ve bedeviler arasında destek bulmuştu. Sosyal yapı erken feodal olarak karakterize edilebilirdi. Feodal üretim biçimi içinde ilkel komünal sistemin güçlü kalıntılarına da rastlanıyordu. Abdülkadir yine de, feodal baskının azaltılması gerektiğinin ve feodal t iranlığm önünü kesecek reformların sürdürülmesi gerektiğinin farkındaydı. Cezayir’i halefler ve vekillerle, başlarında merkezi iktidarın olduğu dokuz bölgeye böldüğü yönetimsel bir reformu hayata geçirmişti. Ordugahların satılmasını yasakladı, kam u m allarının zimmete geçirilmesine karşı m ücadele etti ve feodal beyler ile kabile şeflerinin Uranlığına karşı göçebeleri ve köylüleri korumaya çalıştı.
Abdülkadir, Cezayir’de feodal ilişkileri b e r ta ra f edemezdi, ki k en disini buna da adayamazdı. Fakat yine de feodal beylerin m utlak yönetim in in önünü kesmiş ve bu yüzden de onların nefretini üzerine çekmişti. Öfkeyle “çobanların ve m urab ıt la rm zam anı geldi” diye söyleniyorlardı. Hatta Doğu Cezayir’in feodal liderleri ona uymayı redde tm işti. Beyleri A h m et’in altında, A b d ü lk ad ir’den ayrı olarak Fransızlarla savaşıyorlardı. Feodal kabile beyleri ve Sahra vahası şeyhleri de ona uymuyordu. M urabıtları genellikle kendi vekili olarak tahsis ediyor ve feodal beylere nadiren vazifeler veriyordu. A b d ü lk ad ir’le işbirliği yapan feodal beylerin bile onu Fransızlara teslim etmeye hazır olduğu söylenebilirdi. Çıkarları, h ırsları ve kendi menfaatleri ü lkelerinden önce geliyordu. Vatan hainliği ve feodal beylerin isyanları A bdü lkad ir’in kurduğu devleti, Fransız generallerin kuşkulu başa rıla r ından daha çok yıpratıyordu.
1835’te, aralarındaki anlaşmayı haince ihlal eden Fransız generaller A bdülkadir’in bölgesini işgal etmişti. Barışçıl ara sona ermişti. İki yıllık şiddetli ve kısır savaşın a rd ından Fransa, AbdülkadirTe yeni bir anlaşma yapmaya razı olmuştu. Anlaşma, 30 Mayıs 1837’de Tafna’da im zalandı. Fakat bu kez Fransa, A bdülkadir’in iktidarını yalnızca Batı’da değil Cezayir’in merkezinde de tan ım ak zorunda kaldı. Bu şekliyle anlaşmak zorundaydılar, böylece bütün çabalarını, Fransız karşıtı muhalefetin ikinci merkezi olan K onstan tine karşı bir mücadeleye harcam ak için yo- ğunlaşabilirlerdi.
Konstantinen Zaptı. Abdülkadir’e Karşı Yeni Bir Savaş
1836 kışında Fransızlar, K onstantin’i ele geçirmek için girişimde bulundu, fakat Araplar tarafından geri püskürtü ldüler ve 1.000 kayı vererek geri çekilmek zorunda kaldılar. AbdülkadirTe barış anlaşması im zaladıktan ve tarafsızlık tem inatından bir yıl sonra, Fransızlar bü tün güçleriyle K onstan tine saldırdı. Ekim 1837’de, kayaların üzerine kurulu ve ulaşılmaz gibi görünen şehri ele geçirmeyi başardılar. Halk oldukça sert bir direniş gösterdi. Şehrin her köşesinde, dar sokaklarında ve her dam ında bir savaş yaşanıyordu. Sonunda Ahm et Bey ülkenin içlerine, direnişin yer yer devam ettiği uzak dağlara çekilmek zorunda kaldı.
K onstan tin ’in ve Cezayir’in doğusunun zaptını, sömürgeci yağm acılığın barbarlığı takip etmişti. Fransızlar, m ağlupların toprak la rın ı ve m ülklerin i ele geçirmişti, bu da yeni bir rahatsızlığın ortaya çıkmasına sebebiyet vermişti. Doğu Cezayir kabileleri düşm ana karşı bir gerilla savaşı başlatacaktı. Bu sayede A bdülkad ir’in liderliğini de kabullenip ondan K ons tan tine vekil göndermesini talep etmişlerdi. Bu bağ lam da Fransızlar, A bdülkad ir’i 1839 A n laşm asın ı ihlal etmekle suçlamış ve ona karşı yeni bir savaşa girişmişlerdi. A bdülkad ir’e gelince, o da Fransa’ya karşı yıllarca sürecek kutsal bir savaş ilan etmişti.
1839 yılı itibariyle Fransa Cezayir’de 70.000 asker bulunduruyor ve gitgide takviye yapıyordu. Fransız askerlerinin binlercesi hastalıktan, dayanılmaz sıcaklardan, metan gazından ve açlıktan öldü ve bitmez bir savaşa saplandı. Fakat yine de Fransız ordusu büyümeye devam ediyordu. 1837’de 42.000 kişiyken, 1844’te bu rakam 90.000’e çıkmıştı. Bu rakam, A bdülkadir’in ordusunun iki katı kadardı ve Arapların hayal dahi edemeyecekleri silahlarla donatılmışlardı. Bu orduya karşı Abdülkadir, a n cak güçlerinin moral üstünlüğü ve usta gerilla taktikleri sayesinde karşı
koyabilirdi. Bir Fransız mareşaline “O rdunuz saldırdıkça biz geri çekileceğiz” diye yazacaktı. “Kaçmaya zorlandığımızda da, geri döneceğiz. Gerekli gördüğümüz zaman savaşacağız. Korkak olmadığımızı siz de çok iyi biliyorsunuz. Fakat ordunuza kendimizi sunacak kadar da aptal değiliz. O rdunuzu takatten düşürecek, eziyet çektirecek ve parça parça yok edeceğiz, geri kalanını da iklim halledecektir.” Abdülkadir bu taktikleri uygulayarak yıllarca sürecek istikrarlı bir direniş sergileyebilecekti.
Fransız generallerinden M arshall Bugeaud, işgal o rdusu kom utan ı o lm uştu. Fransa’n ın birer vassalı haline gelen ve ü lkenin en geri bö lgelerine vekil olarak a tanan Cezayir feodal beylerine rüşvet veriyordu. A b d ü lkad ir’e karşı savaşta Bugeaud, yeni hareketli k ıta la r tak t iğ in i b e n im sem işti . Batı ha tt ı boyunca eş zam anlı hareket eden, her biri kendi bölgesinde birleşen dokuz ila on iki kıta belirlemiş ve A b d ü lk ad ir ’in cephanelik lerin in ve üslerin in olduğu kaleleri ve kasabaları ele geçirmişti. D u ru m şimdi “o rdu lar ın ça rp ışm asından ziyade karşılıklı gerilla savaşma” dönm üştü . Savaş ve saldırılar yıllarca sürüncem ede kalacaktı. Fransızlar, Cezayirlileri y ı ld ırm ak ve A b d ü lk ad ir ’in y a n ın da yer alan kabileleri top tan im ha etm ek için en b arbar yöntemlere b a şv u rm ak tan çekinm iyordu. Sefere k a t ı lan la rm şahitliğ ine göre, Fransızlar tu tsak la r ın k u lak la r ın ı kesiyordu ve A rapların kad ın lar ına , çocuk la rına ve sü rü ler ine el koyuyordu. Kadın esirleri atlarla değişiyor ve onları hayvanlar gibi açık a r tt ırm ayla satıyordu. “Bir tu tsağ ın başını k am u önünde kesm enin onlar için h içbir önem i yoktu, yeter ki Araplar kendi o toritelerine saygı duysun” diye yazm ıştı o dönem e tan ık l ık eden biri.
Barbarca savaşlar, kabile içi kavgalar ve birçok feodal beyin vatan ha ini eylemleri A bdülkadir’in Cezayir’den ihracıyla ve bölgesinin de dört yıllık bir savaşın a rd ından Fransızlar tarafından ilhakıyla sonuçlandı. Fakat Abdülkadir yine de pes etmedi. 1844’te imanlı bir grup takipçisiyle kendisine yıllarca yardımda bulunm uş Fas’a sığındı ve yeni savaşlar için hazırlıklara başladı.
1844 Fransız-Fas Savaşı
Bugeaud, Fas Sultanı Mülaî A bdurrahm an’a, A bdülkadir’i teslim etmesi için ültimatom biçiminde bir talepte bulunm uştu . Reddedildiğinde ise Fas’ı işgal etmişti. Prince de Joinville komutasındaki Fransız filosu Tangier (6 Ağustos) ve Mogador’u (15 Ağustos) bombaladı, Bugeaud,
Fas Sultan ın ın yarı feodal o rdusunu Isly Nehri yakınlarındaki (14 Ağustos 1844) büyük bir savaşta bozguna uğrattı. Mülaî A b d u rrah m an i Fransızların elinden ancak Britanya’nın m üdahale tehdidi kurtaracaktı. Fransızlar Fas’tan çekilmek zorunda kalmışlardı. Fakat 10 Eylül 1844 Tangier Barış A ntlaşm asına göre Mülaî A bdurrahm an, A bdülkadir’i suçlu olarak ilan etti, Cezayir başkaldırısına yaptığı yardımları sü rdürmeyi reddetti ve birliklerini sınırlardan çekerek isyancılara yardım eden yetkilileri cezalandırdı. Bu anlaşma ayrıca, Cezayir ve Fas arasındaki kesin sınırları, sadece görece dar bir kıyı şeridi boyunca olmak üzere belirlemişti. Güney için herhangi bir sınır hattı çizilmemişti, bu da her zaman yeni bir çatışma tehlikesi olacağı an lam ına geliyordu.
Sömürgeciliğin Başlangıcı. 1845-46 Ayaklanması
Tangier Barış A ntlaşm asın ın hemen ardından, Abdülkadir Cezayir’e döndü ve çöllerde dolaştığı müddetçe bir gerilla savaşı örgütledi. Bu esnada, O ran ve başkent Cezayir bölgelerinde, Cezayir’in kuzeyinde, keçi çobanı Bu Maza’nın (keçi adam) başında olduğu yeni bir halk isyanı patlak vermişti.
îsyan, Fransızların toprakları zorla ele geçirmesi sonucunda çıktı. Fransız işgalinin henüz ilk yıllarında, otoriteler toprakların geniş ölçekli bir müsaderesine girişti. 8 Eylül 1830’da, tüm devlet toprakları (beylikler) ve Cezayir Türklerinin toprakları Fransa’n ın mülkü olarak ilan edildi. 1 M art 1833’te sahipliği tapu senetleriyle yasallaşmamış topraklara el konmasına dair bir yasa çıkarıldı. 1839’da isyancı Mediye kabilesinin toprakları ve Cezayir Sahel’i zapt edildi. Fransızların eline geçmiş olanlar dahil, tü m topraklar birer spekülasyon nesnesine dönüşmüştü. Arazi spekülatörleri, maceracılar ve Fransa’da mülklerini yitirmiş soylular, kolay kazanç uğruna ve ülkedeki verimli ovalarda yeni feodal aşiretler kurm ak için Cezayir’e geldi. Topraksız Arapları kendi serilerine, kham m as’larına dönüştürmüşlerdi. Sömürgecilerin çoğu kendi etraflarını Oryantal lükslerle donattı, saraylar dikti ve haremler kurdu. Tüm bu sahtekar ilişkilere dahil olmuş Fransız generalleri ve ileri gelenleri zenginleşmiş ve devasa mülkler edinmişti. Sömürgeciler tarafından çıkarılan “Tarım reformu” sömürüyü arttıracaktı. 1843-44’te Fransız makamları, sömürgeleştirmeyi hızlandıran bir kararnam e yayınladı. Aynı şekilde, 24 M art 1843’te kamu khabus’larm m (vakıf), dinsel toprakların, istimlak edilmesi üzerine bir kararnam e yayınlandı. 1 Ekim 1844’te ise, Avrupalılarm özel vakıfları
(yeni kanunlar temelinde) satın alabilmesinin önü açıldı. 21 Temmuz’da onaylanan 1 Ekim 1844 kararnamesi “sahipsiz topraklar” (1 Haziran 1830’a kadar tapu senedi alınmamış ekilmeyen tüm topraklar) olarak bilinen her yeri devlet arazisi olarak beyan etti. Bu “kanun” temelinde bü tün Cezayir kabileleri kendi toprak haklarım kanıtlayacak belgeleri sunm ak zorunda kalacaktı. Topraklara olağan haklara dayanarak sahir> olan kabilelerin çoğunun, sömürgecilerin geçerli saydığı böyle bir belsem yoktu. Böylece kitlesel el koymalar başlayacaktı. Fransız makamları, sadece başkent Cezayir bölgesinde, 30.000’i Arapların ve 138.000’i Fransız sömürgecilerin olmak üzere, 168.000 hektar araziyi istimlâk etti. Benzer bir süreç Cezayir’in diğer bölgelerinde de yaşanıyordu.
Toprakların toptan zaptı yerel halkın sabrını tüketmişti ve 1845 yılında Cezayir’in batısının tam am ı Fransızlara karşı bir ayaklanmaya kalkışmıştı. İsyanın lideri Bu Maza, Abdülkadir’e müracaat etti ve halk mücadelesinin başına geçmesini istedi. Fransızlar işgal güçlerini hızlıca108.000 kişiye çıkaracaktı. On sekiz cezai birlik yine halkı kılıçtan geçirdi ve köyleri ortadan kaldırdı. Fransız generaller, Pelissier ve Saint Arnaud bu sefer sırasında adeta barbarlığın kitabını yeniden yazmıştı. Pelissier binlerce Arap’ı mağaralara doldurup dumanla boğdu. Saint Arnaud kadın ve çocuklar da dahil 1500 Arap’ı mağaralara kapattı. İşgal ordusunda görev yapan Cavaignac da onlardan geri kalmıyordu. Ölümcül baskılar ve “düşmanla işbirliği yapmanın” cezası olarak, toprakların zaptını m ü m kün kılan 31 Temmuz 1845 kararnamesi amacına ulaşmıştı. Nihayetinde isyan da sönmeye başladı. Fransız kıtaları, etrafını çevirmeye çalışarak Abdülkadir’i kovalamaya başladı fakat o, Sahra Ç ö lünün vahalarına çekilmiş ve oradan gerilla savaşını sürdürüyordu. Fransızlar, Abdülkadir’i ancak 1847 yılının sonlarında, Fas Sultanının ihanetini takiben, yakalamış ve Fransa’ya göndermişti. 1848’de Ahmet Bey de yakalanacaktı. Fransa’da beş yıl kaldıktan sonra Abdülkadir’in Doğuya dönmesine izin verilmişti. Beş yıl Bursa’da yaşayan Abdülkadir, 1855’te, hayatının geri kalanını geçireceği Şam’a yerleşecek ve 1883’te 75 yaşında ölecekti.
Ellili Yıllarda Halk Ayaklanmaları
A bdülkadir’in yakalanm asından sonra, dağlık Kabiliye bölgesi ve uzak güney vahaları hariç neredeyse tüm Cezayir Fransız kontrolüne geçmişti. Bu bölgelerin ele geçirilmesi için de birkaç yıl geçecekti. Fransa1849 yılında güneye bir sefer düzenlemiş ve Cezayir Sahrasında bazı va
haları zapt etmişti. Fransızların her kulübeyi zorla almak zorunda kaldığı asi Zaatcha vahası yeryüzünden silinmişti. H alk mücadelesinin lideri Bu Zian idam edilmişti. “Uygarlaştırıcılar” başını kesmiş ve teşhir için kale duvarına koymuştu.
1851’de, Kabiliye dağlık bölgesinde, Bu Balga yönetim inde geniş bir kabile isyanı patlak verdi. Cezai bir birlik 300 köyü talan edip ortadan kaldırm ış, fakat yine de isyanın liderine ulaşam amıştı . 1852’de Laghouta vahasında ve 1854’te de Tuggurt vahasında büyük isyanlar çıktı. 1854’te D oğu’daki savaş başlar başlamaz, Kabiliye’deki m ücadele daha kapsamlı hale geld. Bu Bağla liderliğindeki halk, üç yıl içinde (1854-57) Fransızların yıkıcı seferlerini başarıyla geri püskürtebilm iş- ti. Savaştaki öncü rol, Rahm aniye tarika tı ta ra f ından oynanacak ve Fransız generalleri, Kabiliye’ye ancak 1857’de boyun eğdirebilecekti.
Cezayir savaşı, işçi sınıfının cellatları olan Cavaignac, Saint Arnaud, MacMahon ve diğer birçoğu için okul görevi görmüştü. Daha sonraları, bağımsızlıkları için savaşan Araplara ve Cezayirlilere reva gördükleri kanlı baskı yöntemlerinin benzerlerini, devrimci Paris proletaryasına karşı da uygulayacaklardı.
Fransız Burjuvazisi Altındaki Cezayir
Cezayir, tarımsal bir ülkeydi ve zaptından sonra Fransız kapitalistleri de, onun adına endüstriyel bir gelişim düşünmemişlerdi. Bu ülkeyi, daha çok kendi malları için bir pazar, ham madde ve gıda kaynağı olarak görüyorlardı. Temel endişeleri, ü rün ler in i Cezayir pazarlarında yüksek fiyatlardan satıp, tarımsal ham maddeleri de olabildiğince ucuza alarak m ü m k ü n olduğunca yüksek kârlar elde etmekti. Başarılarının ölçüsü, Cezayir ihracat ve ithalatına dair, aşağıda sunulan tablodan da görülebilir (yıllık ortalama, milyon frank).
İthalat İhracat1830-40 15,0 2,11841-50 71,9 3,7
1851-60 80,8 31,1
1861-70 172,6 81,6
Fransızların Cezayir’i işgalinden önce, yurt içi endüstri (köylü ve bedevi) ve el sanatları (kasabalarda) oldukça gelişkindi, fakat işgalden
sonra ciddi bir düşüş göstermişti, işgalci otoriteler faal olarak m e tro pol kapitalistlerinin taleplerine hitap ediyor ve imal ettikleri malların, Cezayir’e s ın ırlanm adan ithal edilmesi için geniş im kanlar temin ediyorlardı. Doğal olarak bu da, zanaatkarların geniş kitleler halinde zarar görmesine ve Cezayir’in çalışan tabakalarıyla, Fransız sömürgecileri arasındaki çatışmanın kızışmasına neden oluyordu. Fransız sermayesi Cezayir dışına ar tan m iktarlarda ham m adde pom palam ak için tahsis edilmişti. İmal malları ithal ederek, Fransız sermayesi, Cezayir’deki endüstriyel üre tim i öldürürken, ham maddeleri de ihraç ederek de Cezayir’deki ham maddelerin ve gıdaların, tarım ın ve m aden endüstrisinin üretim i üzerinde kontrol sağlıyordu. Peki bu kontrol kendisini h a n gi biçimlerde dışa vuruyordu? İlk olarak, toprağın temellük edilmesiyle. Üstelik bu süreç, A bdülkadir’in ortadan kaldırılm asından ve ellilerdeki isyanlarının bastırılmasından sonra hızlandı.
III. Napolyon’un zamanında, toprak zaptı oldukça büyük oran lara vardı. 26 Şubat 1851’de çıkarılan yasa, yetkili mercilerin el koyabileceği arazi kategorisindeki orm anlık alanlar da dahil olmak üzere Fransızlar’ın Cezayir’de daha önce çıkarmış olduğu bü tün “ta r ım sa l” yasaları sistematize edecekti. Kayda değer bir m ik tarda çalılığı da k ap sayan, o rm anlık taşradaki geniş arsaların istimlak edilmesi sömürgecilere, tarımsal söm ürü için 2.000.000 hektarlık arazi sağladı ve Arapları av kaynaklarından, otlaklardan, yakıt ve inşa malzemelerinden m ah ru m bıraktı. Aynı yasa, yalnızca devlete teslim edilebilecek kabile toprakları hariç olmak üzere, toprakların alınıp satılması gibi işlemleri gerçekleştirme hakkın ı tanıyordu. Kabileler topraklarını gönüllü olarak b ırakm adığından, 1861 yılında “kantonizasyon” (kanton: ülke içinde yönetimsel bir bölge -çev.) olarak bilinen yeni bir ayarlama getirildi. Kabile topraklarının yalnızca kullanım amaçlı olduğu, üzerinde sahiplik iddia edilemeyeceği duyurulm uştu . Bundan dolayı, kabilelere “fazla to p rak lan ” devlete iade etme emri verildi, ancak bu şekilde ellerindeki toprakların sahibi sayılabileceklerdi. Bu kararnameye göre, Arap ve Berberilerin a n cak 1861’den önceki iki yıl içinde ektiği topraklar ve otlaklar onların tasarrufuna bırakılacaktı. 1861’de 343.000 hektardan fazla arazi “kanto- nizasyondan” etkilenmiş, 61.000 hektar araziye devlet el koymuştu.
“K antonizasyon” Cezayir’de m em nuniyets iz lik yaratm ış ve 23 Nisan 1863’teki bir “Senatus-Consulte” (özel b ir ferm an -çev.) aracılığıyla, Fransa tü m top rak la r ın kabileler ta ra f ından kendi m ülkleri gibi ku llan ılm asın ı kabul etmişti. K ararnam e ortak sahiplik h ak k ın ın satı
lamayacağını işaret ediyordu, fakat o rtak top rak la r ın önce kabileler ve k lan lar arasında sonra da aileler arasında bölünebileceğini teklif ed iyordu. Bu kararnam e, Fransız sömürgecilerin toprak ları ele geçirme ve devletin kabile toprak la rın ı zapt etme fırsatını kolaylaştırıyordu. Bu yüzden, yalnızca yedi yılda (1863-70) 700.000 hek tardan fazla arazi bölüşüldü, 1.000.000 hek ta r da sömürgeciler ta ra f ından ele geçirildi.
Peki bu toprak lar devlet yararına nasıl zapt edilmişti? Önemli bir m iktarı, “resmî söm ürgeleştirm e” sürecinin bir parçası olarak Fransız göçmenlere ya kiraya verilmiş ya da peşkeş çekilmişti. 1871’den itibaren, sömürgeci göçmenlere en iyi arazilerden 480.000 hektar ver ilm işti. Bu toprak la rın da yüzde doksanı, her biri elli hek tardan fazlasını edinen büyük m ülk sahiplerinin eline geçecekti. Fakat elli hek tardan azını edinebilen daha küçük m ülk sahipleri, toprak la rın ı sıklıkla ektikleri (üzümler, sebzeler ve benzeri) için aslında zengin birer g ir iş im ciye dönüşmüşlerdi. Fransız söm ürgeciliğinin ha lk ın çalışmasıyla gerçekleştirildiği iddiası temelsizdi. Elbette sömürgeciler arasında, geneli zengin çiftçilerden oluşan Fransız köylüler de yer aldı, fakat bun lar azınlıktaydı, 10.000’den fazla değillerdi ve toprak lardaki payları da ih m al edilebilirdi.
“Resmî sömürgeleştirme” süreci sırasında el değiştiren araziler bir yana, m uazzam büyüklükte topraklar da Fransız sömürgeciler tarafın dan, yerel sahiplerinden satın alındı. III. Napolyon zamanında, imtiyazlı gibi hareket eden büyük Fransız kapitalist şirketler (esas olarak devlet fonuyla) ele geçirilen topraklardan geniş paylar edinmişti. 1851-61 yılları arasında büyük imtiyazlılar 70.000 hektar araziye konmuştu, yalnızca Compagnie Genevois’n m aldığı 20.000 hektardı (bu dönemde 250.000 hektardan fazlası “resmî sömürgeleştirme” işlemleri esnasında dağıtıldı). 1861-71 arasında da, imtiyazlılar, “resmî sömürgeleştirme” amacıyla “sunulanları” saymazsak 400.000 hektarı zapt ettiler. Aşağıdaki hesaplar operasyonların büyüklüğü hakkında bir şeyler anlatır. 1862 ve 63’te sadece 30 büyük imtiyazlı 160.000 hektar orm anlık arazi edindi; 1865’te Société Générale Algérienne 100.000 hektar ve Société du Khabra et M akta 25.000 hektar aldı. Bu yüzden, bir taraftan toprakların Fransız kapitalist topluluklarının ve yerleşimcilerin eline geçmesi sürecine yoğunlaşılıyordu. Öte taraftan da, daha önce köy komünlerin in özgür üyeleri olan Cezayir köylüleri büyük kitleler halinde topraklarından atılıyor, ortakçı olarak köleleştiriliyor ve işverenler tarafından ölümüne sömürülüyordu.
Peki, tüm bu yaşananların üre tim biçiminde derin değişikliklerin yaşandığı, büyük bir kapitalist ekonom inin meydana çıkmaya başladığı an lam ına geldiği söylenebilir miydi? Kapitalist ekonom inin başladığını reddetmek doğru olmasa da, katiyetle hayır! Hatta bu yıllarda kiralanan emek kullanımı üzüm yetiştiriciliğiyle artış göstermişti. Fakat 1870’e kadar, üzüm yetiştirilecek alanlar yalnızca Mediye bölgesiyle sınırlıydı ve göz ardı edilebilecek kadar azdı. Cezayir’in temel tarım biçimi olmaya devam eden hububat yetiştiriciliğinde, geniş çaplı üretimler için k iralanan emeği saymazsak, tarım hâlâ fellahların küçük ölçekli üre tim ine dayanıyordu. Fakat küçük ölçekli üretimde önemli değişiklikler vuku bulmuştu. Fransız işgali öncesinde bu, köy kom ünlerin in özgür üyeleri ile feodal ortakçıların ekonomisiydi. Özgür kom üncülerin çoğunluğunun geniş aileleri vardı. Ekonomi genellikle doğal bir karaktere sahipti (toprak beyleri pazarlanabilir tahılın görece daha büyük bir m ik tarına sahip olsa da).
Köylülerin gasp edilmesi ve komünal toprakların Fransız kapitalistlerince zaptını takiben, özgür komüncülerin sayısı aniden düşüş gösterirken köleleştirilmiş ortakçıların sayısı arttı. Ulusal ekonomi bir meta k a rakteri kazandı. Tefeciler (khammaslar) her yerde faaldiler. Compagnei Genevois’n m zapt ettiği toprakları kham m aslara kiraladığı biliniyordu örneğin. Aynı şey, Société Algerienn için de geçerliydi, kararnameye göre toprak ların ın bir kısmını Fransız göçmenlere k iralam ak zo run daydı, fakat bunun yerine kham m aslara kiralamıştı. Société Algérienne, Compagnei Algérienne olarak yeniden düzenlendiğinde (1878), 59.000’i kham m aslara kiralanan, 6.000’i göçmenlere kiraya verildiği ve yalnızca 5.000’inin şirketin kendi malı olarak kaldığı 70.000 hektar toprak ta h sis edildi. Bireysel Fransız yerleşimciler, özellikle hububat yetiştirme bölgelerinde olanlar, kham m as sisteminin geniş bir ku llanım ını gerçekleştiriyordu. Toprakların Fransız sömürgeci, kapitalist ve imtiyazlı topluluklar tarafından ele geçirilmesi, Cezayir köylülerinin binlercesi- nin hakk ın ın gasp edilmesi, feodal ortakçı ya da çiftlik emekçisi olarak ölümüne sömürülmeleri yeni halk isyanlarına hız kazandırdı. 1859’da Batı Cezayir’de, Banu Snassen kabileleri ayaklandı. 1864’te isyan, Velid- sidi-Şeyhi kabilelerine de yayıldı. Nihayet 1871’de M ukrani önderliğinde büyük bir ulusal ayaklanma başladı.
B Ö L Ü M X IV
T u n u s ’u n F İ n a n s a l E s a r e t i v e B i r
Y a r i - S ö m ü r g e y e D ö n ü ş t ü r ü l m e s i
Tunus İçin İngiliz-Fransız Mücadelesi
Cezayir’in 1830’da Fransızlar tarafından işgali, Tunus’un da kaderini çizmişti. Tunus, A kdeniz’de stratejik bir konum da olması ve Cezayir’le doğu sınırının olmasıyla, Kuzey Afrika’da kolonyal bir imparatorluk inşa etmek isteyen Fransız sömürgecilerin dikkatini, doğal olarak çekmişti. Fakat dar görüşlü Tunuslu yöneticiler bu tehlikenin farkında değildi; hatta ezeli düşm anları Cezayirli dey’in bu kötü talihine sevinm işlerdi. Tunus feodal beyleriyle Cezayirliler arasındaki hasım lık tan faydalanan Fransa, Cezayir’deki orduları için Tunus beylerinden ekmek tem in edebilmişti. Tunus’un yaklaşan zaptını kolaylaştırmak için Fransa, Tunus’un, Türkiye’den bağımsız kendi başına bir devlet olduğunu ve Tunus’un bağımsızlığını savunacağını deklare etti. Padişah II. M ahm ut Osmanlı İm parato rluğunu merkezileştirme politikası güdüyordu ve uzak bölgeler üzerinde etkili bir merkezi kontrol kurm aya çabalıyordu. Babıali’nin otoritesini bilhassa Kuzey Afrika bölgelerinde güçlendirme niyetindeydi. 1835’te Türkler, yeniçerilerin yönetici hanedanın ı devirerek Trablus’u ele geçirmiş ve burayı Osmanlı İm para to rluğunun normal bir eyaleti haline getirmişlerdi. 1836’da ise sıra Tunus’a gelmişti. Türk donanması Tunus’a gönderilmiş fakat Fransa Türk planlarına itiraz edip kendi donanm asını Türkleri karşılamak üzere göndermişti. Savaş tehdidiyle karşılaşınca Türk donanm ası geri çekilmişti. Böylece Tunus’taki statüko muhafaza edilmişti.
Türk donanm asının , Tunus sularını terk etmesinden kısa bir süre sonra Fransa bölgeyi istila etmek için girişimde bulundu. 1837 yılında
Fransa birlikleri Tunusluların bölgesine saldırdı, birçok köyü talan etti ve ekinleri yaktı. Türk-Cezayir sınır belirlemeleri esnasında ar tan sınır ihtilafları ve Tunus beylerinin Cezayir’e önceden ödediği haraç m eselesi bu barbar saldırılarının bahanesi olarak kullanıldı. Fakat sonunda İngiltere’nin baskısı ile Fransız birlikleri Tunus bölgesinden geri çekilmek zorunda kaldı.
İngiltere kendisini, Fransa’n ın Cezayir’i istila etmesiyle kolayca i lişkilendirmiş ve Fransa’n ın Tunus’taki p lan lar ına ciddi bir m u h a le fet göstermişti. Bu, esas o larak Tunus’un stratejik konum u ile ilgiliydi. L im anları Bizerta ve Goletta, Doğu ve Batı Akdeniz arasındaki dar b o ğazda bulunuyordu. İngilizler faal bir şekilde konum ların ı güçlendir iyordu, M alta’yı ele geçirmiş ve Fransa’n ın bu bölgede bir yapılanmaya gitmesine rıza göstermemişlerdi. 1837 anlaşmazlığı Tunus üzerinde k ırk y ıldan fazla sürecek olan İngiliz-Fransız düşm anlığ ın ın gerilimi- ni artırdı.
Tunus’ta hakimiyet ku rm a üzerine yaşanan İngiliz-Fransız mücadelesi çeşitli biçimlere büründü. Her şeyden önce, Britanya ve Fransa, Tunus pazarı için rekabet ediyordu. İkincil olarak, topraklar, madenler, iletişim ağların ın inşası, iletişim araçları, limanlar ve diğer girişimlerde imtiyaz için rekabet ediyorlardı. Üçüncü olarak, Tunus beyi ve idaresi üzerinde politik etki kurm ak için bir rekabet söz konusuydu; beyin önemli yetkilileri arasında Fransız ve İngiliz temsilciler bulunmaktaydı. Son olarak, Tunus üzerinde finansal bir kontrol sağlama adına rekabet ediyorlardı. Tunus’taki hegemonya mücadelesinin, Tunus’un köleleştirilmesini ve zaptını planlayan Avrupalı bankerlerin yolunu sonuna kadar açan Tunus beyleri aracılığıyla bir reform zemini yarattığı da belirtilmelidir.
T unus’ta R eform lar
Türklerin ve Fransızların ülkeyi ele geçirme tehlikesi Tunus beylerini kendi ülkelerini, ilk önce de ordularını, modernize etme hususunda teşvik etti. Baş reformcu, İngilizler ve Fransızlar arasında m anevra p o litikasını güden A hm ed Bey’di (1837-55). Napolyon’un ve stratejilerinin hayranı olan bu “despot aydın” b ir askerî okul kurdu, köleliği kaldırdı, yurt d ışından gemiler, büyük toplar ve ekipm anlar satın aldı, kışlalar, istihkâmlar ve saraylar inşa ettirdi. O rdunun yeniden düzenlenmesi ve inşa program ı çok büyük miktarlarda para gerektiriyordu, özellikle de Avrupalı askerî eğitmenlerin ve teçhizatçıların beyi soymaya başlam a
sıyla. Orduya harcanan m uazzam m iktarlar bir yana, kayda değer m iktarda bir para da sarayın bakım ı için heba edildi. Bunun yanı sıra, devlet hâzinesi beyin saray adamları tarafından yağmalanıyordu ve özellikle de k ırk yıl boyunca Tunus’un gerçek yöneticisi Mustafa H aznedar ta ra f ın dan. Masrafları karşılamak için, devlet vergileri ar ttırd ı ve sonunda da kredi istemek zorunda kaldı. Borç alm an paran ın büyük bir kısmı israf edildi. Tunus’un üretici güçlerini geliştirmek yerine, yönetici klik ta ra fından zimmete geçirilmiş, savurganca lüks mallara, sarayların inşasına, beyin, gözdelerine dağıttığı milyonlarca hediyeye ve grotesk Tunus ordusuna harcandı. Mısır Paşası M ehm et Ali, her zaman m odern bir orduya, ciddi bir politik mücadele aracı olarak itibar ederdi, çağdaşı A hm ed Bey ise yalnızca bir eğlence biçimi olarak görürdü. O rdunun halk hareketlerini önleme aracı olarak kullanıldığı da doğruydu, fakat önceki devlette de bu görevi başarıyla yerine getiriyordu. Diğer bir deyişle ordu reformu bir fiyaskoydu. Modernize edilmiş ordu, silahsız insanlara karşı savaşmaktan gayri bir şeyler yapabilmekten acizdi.
Muazzam m iktarlarda para amaçsızca çarçur edildi. Bey, Fransa ve Britanya’dan ateş etmeyen silahlar, patlamayan m ühim m atlar ve henüz denize inm eden çürüyen gemiler satın almıştı. Diğer bir deyişle, İngiliz ve Fransız fabrikatörlerin başka hiçbir şekilde elden çıkaramayacağı onca defolu mala, Fransız ve Britanya orduları tarafından ıskartaya çıkarılmış çerçöpe büyük meblağlarda para harcamıştı. Bu harcam aların yükü de ağırlıklı olarak halkın sırtına bindirildi ve bu da sırası gelince Tunus’ta ciddi bir memnuniyetsizliğe neden oldu. 1840’ta başkent Tunus’ta bir isyan baş gösterdi, bunu 1842 yılında Goletta ve 1843 Beja isyanları izledi. Bey tarafından çocuk oyuncağına dönen ve donanm asında hizmet etmek için davet edilen Fransız ve İngiliz askerî danışm an ve eğitm enler, zam anların ın çoğunu ajanlık yaparak ve Tunus’un içişlerine k ar ışarak harcıyordu. Bu ülkelerin temsilcileri, Bey’in askerî reformlarım methediyorlar, Tunus’u Avrupalı bankerlerin pençesine bırakacak olan reformcu hevesini teşvik ediyorlardı. 1856’da, Doğu savaşının sonunda, Türk Sultanı Abdülmecit yabancı sermayeye bir dizi hak tanıyan bir hatt-ı hüm ayun yayınlamıştı. İngiltere ve Fransa benzeri hak ve güvenceleri Tunus Bey’inden talep ediyordu. M uham m ed Bey (1855-59) 1857 yılında, 1839 Gülhane Hatt-ı H üm ayunu ve 1856 Hatt-ı H üm ayunu ile aynı şartları tekrarlayan Ahd el-Aman’ı (Güvenlik Paktı) yayınladı. Bu pakt tüm tebaanın inancına bakılmaksızın eşit olacağını, bireysel gü venliği ve ayrıca mülklerin dokunulm azlığını ilan ediyordu. 1858’de
başkent Tunus’ta bir belediye konseyi kuru ldu ve 1861’de M uham m ed es-Sadık Bey’in hüküm darlığ ı sırasında, özellikle bir danışm a organının -Yüce Konsey- kuru luşunu beyan eden Tunus Anayasası resmen ilan edildi. Bunun yanında demiryollarının, l im anların ve telgraf hatlarının inşasını ve vergi ile ordu sisteminin yeniden örgütlenmesini de tasavvur ettiler.
Yabancı işadamları bu reformların avantajlarından faydalanmak için aceleci davrandılar. İngilizler başkent Tunus ile Goletta arasında ilk Tunus demiryolları inşa imtiyazım; Fransızlar da telgraf hattı inşası ve Zaghwan su kemerinin restorasyonu imtiyazını aldı. Bu da yabancıların Tunus’ta toprak satın alma h akk ın ın onaylandığı an lam ına geliyordu. 10 Ekim 1863’te İngiltere, Tunus’a, ilk maddesi Britanya uyrukluların b u n dan böyle Tunus naipliğinde herhangi bir türde taşınmaz mülk satın alabileceği ve sahiplenebileceğini işaret eden bir anlaşma dayattı. Aynı haklar, henüz 1824 yılında sonuçlanmış olan Fransız-Tunus Anlaşmasına dayanarak Fransızlara da tanındı ve Fransızlar en ayrıcalıklı ulus haline geldi. Sonrasında Fransa daha sağlam yasal garantiler edindi ve 1871’de Fransız vatandaşlarına Tunus’ta toprak satın alma hakkı tanıyan Bey kararnamesi yayınlandı. Aynı haklar İtalyan, Avusturya ve Prusya va tandaşlarına da verilecekti.
T unus’u n F inansal Esareti
Yabancı sermayenin Tunus’a nüfuz etmesi ona, Türkiye ve Mısır’da olduğu gibi finansal esaret olarak geri dönmüştü. Doğu savaşından h e men sonra, Avrupa bankaları Tunus’a, onu hızlıca finansal bir bağım lılığa dolayacak, insafsız krediler yüklediler.
1862 itibariyle Tunus Beyinin taahhütlü borcu 28.000.000 franka ulaştı. Bu, Tunus için oldukça büyük bir meblağdı ve onu iflasın eşiğine getirmişti. Fransız banka la rından oluşan bir konsorsiyum bu d u ru m un sağladığı avantajla Bey’e 35.000.000 franklık bir kredi önerdi. Bey teklifi kabul etti ve 6 Mayıs 1863’te bir anlaşma imzalandı. 35.000.000 frankın 10.000.000’u (net olarak 9.772.000) bankerler tarafından alındı, geri kalan 25.000.000’un 20.000.000’u da eski stokların tesliminde ödendi. Aşkın borçlarını hemen ödemesi için, Bey’in eline geçen yalnızca5.640.000 franktı. Tüm bunlar için Tunus, on beş yıl içinde 63.000.000 frank ve ayrıca da 13.000.000 komisyon ödemeyi taahhüt ediyordu (asıl meblağ 35.000.000 ve 28.000.000 faiz).
Tunus, iflasını engelleyebilmenin uzağında adeta ateşe atılmış gibiydi. Fransız bankaları, Tunus halkının kaderini um ursam adan, kârlarını biçiyordu. Peki, Tunus bu denli ağır şartları nasıl kabul edebildi? Maalesef bu sorun Tunus halkına sorulmamıştı. Her şeye Bey ve Fransızların rü ş vetle bağladığı Mustafa Haznedar başta olmak üzere, ülkelerini kendi menfaatleri uğ runa ateşe atan bakanlar karar vermişti.
Tunus’taki d u ru m günden güne daha kötüye gidiyordu. Feodal b o yunduruk , yabancı esaretiyle tam am lanm ıştı . Reformlar, Tunus feodal izm inin tam am en m uhafaza edilen çekirdeğine dokunamadı. Yabancı borç ödemeleri sürekli daha büyük meblağlarda para gerektiriyordu. Devlet kaynak arayışıyla, bazı bölgelerde kelle vergisini -m ec b a - iki hatta üç katm a çıkardı. Buna cevaben 1863 yılında Ali bin G adahum önderliğinde bir halk ayaklanması patlak verdi. T üm Tunus, yabancı sermaye ç ıkarm a ülkeye zarar veren feodal kliğe karşı ayaklanmıştı. 1863-64 ayaklanması bastırıldı ve halk içinde bulunduğu çekilmez koşullara geri döndü. Bu esnada, Tunus bütçesinin onda dokuzu borç ödemelerine gidiyordu.
Bir çıkış yolu arayan Bey, yüzünü bir kez daha, 25.000.000’luk yeni bir kredi sağlayacağı, yabancı sermayeye döndü. Kredi teminatı olarak tefeciler, ülkenin g ü m rü k kaynaklarına ulaşım hakk ın ı edindiler. Bir önceki gibi bu kredi de bir üçkağıda dönüştürüldü. Tunus 25.000.000 franktan neredeyse hiçbir şey alamadı. Bankalar önemli bir m ik tara ko misyon, sü rüm ve benzeri sebeplerle el koydu; geri kalan m ik ta r da bir önceki kred in in faiz ödemesine gitti. Tunus D evle tin in eline yalnızca3.500.000 frank geçmişti, fakat bunu bile nakit değil ayni olarak vermişlerdi; 2.500.000 franka bir firkateyn ve 1.000.000’a da top sözü alındı.
Yeni krediden sonra, du rum felaket bir hal aldı. Yağma tüm sın ırları aşıyordu. Yabancı borçları ödemek için Tunus, köylülerden ve esnaftan her şeyini zorla alıyordu. İnsanlar dövülüyor, işkence görüyor ve idam ediliyordu. Tüm bunlara bir de bölgede baş gösteren korkunç bir açlık eklendi. İnsanlar otları, kökleri ve cesetleri yiyordu, salgın bir kolera baş göstermiş, halk binlerce kişilik gruplarla Trablusgarp’a göçe başladı. İsyanlar birçok civar bölgeye yayıldı. Bu şartlar altında, Tunus hüküm etine yabancı borç ödemesini durdurm ası için baskı yapılıyordu. Bey hüküm eti, Türkiye ve Mısır’ın benzeri kaderinden sekiz yıl önce, 1867 yılında iflasını açıkladı. Bunun sağladığı avantajla Avrupalı güçler, Tunus üzerinde finansal bir kontrol kurdular. 1869’da Tunus Devletinin gelir ve giderlerini düzenlemek için, bir Uluslararası Finansal Komisyon
oluşturuldu. Fransız, İngiliz-Maltalı ve İtalyan tefecilerin temsilcileri bu komisyonun çalışmalarına iştirak ettiler. Fransa yönetici rolünü üstlenmişti. Tunus’un bütün borçları 125.000.000 frank olarak belirlendi. Ülke her yıl toplam borcun yüzde beşine tekabül eden, aynı zam anda devletin tüm harcam aların ın da yarısı olan, 6.250.000 franklık ödemeleri taah hüt edecekti. Uluslararası Finans Komisyonu, Tunus’un g ü m rü k gelirlerinin yönetimini devraldı. Bunların yetersiz kalması halinde, devlet açıkları kapatmakla mükellef olacaktı.
Tunus, yabancı bankaların bir patrimonisi, yarı sömürgesi haline gelmişti. Fakat hangi kapitalist g rubun baskın geleceği ve ülkeyi sömürgeye çevireceği henüz net değildi. Fransa ve İngiltere arasında ateşli bir düşm anlık peydahlanm ış ve sonunda bu mücadelede İtalya da faal bir rol kapmıştı.
B Ö L Ü M XV
M I S I R ’IN F İ N A N S A L E S A R E T İ
Yabancı Krediler
Süveyş K analın ın inşası ve diğer projelerle ilgili m uazzam harcam alar, Mısır Devletini yabancı kredi kaynağına başvurmaya zorladı. Bu krediler en acımasız şartlarla M ısır’a verilecekti. Ülkede kam u borçları Said Paşayla başlamıştı. Babıali’n in onayı olmaksızın yabancı kredilere başvurm a hakkı olmadığı için, Said Paşa bu engeli, Avrupa pazarlarında piyasaya sürülen Hazine bonosu sağlayarak aştı. Mısır’ın sözde kısa vadeli borçları Said’in ölüm ünde 6.000.000 poundu aşacaktı.
Fakat Said daha geniş kredilerle anlaşmaya devam ediyordu. Burada, ölümcül rol, Said ve İsmail’in borçlarını “sabitleyen” ünlü finansal m an ipülatör H erm an O ppenheim tarafından icra edilecekti. Oppenheim aslen Prusya’dandı, fakat Britanya tabiiyetindeydi ve Paris ve İskenderiye’de bankaları vardı. Londra’daki Frühling ve Göschen bankacılık şirketiyle yakın ilişkileri vardı ve Britanya’nın çıkarlarına hizmet ediyordu.
1862’de Oppenheim, Süveyş K analın ın inşası ile ilintili taahhütlerin karşılanm asında ihtiyaç duyulan Mısır Devletin in ilk kredisinin çıkarılmasında, Said’e yardım etti. “Kur değeri farkı” ifadesi yüzünden kre- ditörler, kredinin nom inal değerinin çok daha azını ödemiş, fakat tüm meblağ için geri ödeme koşullarında diretmişlerdi. 1864’te Oppenheim, bu kez Messr’lerden kredi ayarladı. Mısır Hâzinesi, Frühling ve Göschen’in sağladığı 5.700.000 poundun yalnızca 4.860.000’ini aldı ve geri kalan tutara da “kur değerindeki fark” olarak bankalar tarafından el kondu. M ısır’ın aldıklarının büyük çoğunluğu kısa vadeli borçların azaltılmasına gitti. İsmail kredilere bir teminat olarak, D eltan ın en zengin üç bölgesinin gelirlerini verdi. 1865’te İsmail, İngiliz-Mısır B ankasından “özel” bir kredi bağladı. 3.387.000 £ nom inal toplamdan, nakit olarak
2.750.000 alabildi. Bu tu tarın yarısıyla mülkler satın alıp diğer yarısıyla da şeker rafinerisi kurdu.
İsmail 1866’da, birçok yeni kredi sözleşmesi yapacaktı. Bu kez MessrTerden borç alıyordu. Frühling ve Göschen kredi tahsili için dem iryolu yapm ak istiyordu, fakat Mısır’ın halihazırdaki demiryolları zaten ipotek edilmişti. 3.000.000 £ nom inal tutardan, Mısır H âzinesine geçen yalnızca 2.640.000’di. 1867’de Hidiv, Emperyal Osm anlı B ankasından (İngiliz-Fransız), şeker kamışı plantasyonları kurm ak için arazi satın alma amacıyla “özel” bir kredi aldı. Hidiv, 2.080.000 £ nom inal değerden 1.700.000’ini alacaktı. 1868’de de O ppenheim ’la yapılan bir kredi a n laşmasında, 11.890.000 £ nom inal değerden, Mısır’ın eline nakit olarak geçen yalnızca 7.195.000’di.
1870’de Hidiv, Bishofsgeim ve Goldschmidt bankerleriyle 7.143.000 poundluk “özel” bir kredi sözleşmesi yapmış ve yalnızca 5.000.000 £ alabilmişti. 11 Haziran 1873’te Hidiv, O ppenheim ’la M ısır’ın kısa dönemli borçlarını kapatm ak için 32.000.000 £ gibi devasa bir kredi anlaşmasına imza attı. Nakit a lm an tu tar 20.000.000 oldu ve bunu için O ppenheim ’a yılda 3.500.000 £, toplam ele geçen m ik ta rın hemen hemen yüzde 20’si kadar, faiz ödemeyi kabul etti.
On bir yıl zarfında, Britanya bankaları, 46.000.000’u nakit ödenmiş ve 20.000.000’dan fazlasına da “kur değerindeki fa rk” ve komisyon olarak el konulmuş, 68.000.000 £ civarında bir borçla, M ısır’ın sırtına semer vu rm an ın bir yolunu bulmuştu. Bu arada Mısır’ın, yıllık faiz ödemeleri yüzde 15’e hatta bazen 25’e varan kısa vadeli borçları da 26.000.000 p o unda ulaştı.
1876 yılı itibariyle M ısır’ın toplam yabancı borcu 94.000.000 pounda varmıştı. Akıllardaki soru tüm bu paran ın nereye harcandığıydı. Bazı emperyalizm savunucuları, bunun müsrifçe, İsmail Paşan ın saray ve haremlerindeki lüks ve gösteriş heveslerine harcandığını öne sürüyordu. Diğerleri ise İsmail’in, ülke çapında demiryolları, köprüler, telgraf hatları, fabrikalar ve kanallar inşa etme seferberliğine, M ısır’ın doğal kaynakların ın reel d u rum unu göz önüne alm adan giriştiğini ve bu yüzden de, bu “spekülatif şirket k u ru m u n u n ” M ısır’ı borç batağına çektiğini iddia ediyordu. Gerçekten de H idiv’in Avrupalı inşaat şirketlerine büyük tutarlarda fazla para ödediği söylenebilirdi. Anlaşmayı yapanlar sayesinde Mısır, gerçek değeri 75 milyon frank olan demiryollarına, 325 m ilyon ödemek zorunda kaldı. Mısır Hâzinesi, bir Avrupalı inşaat şirketine İskenderiye Limanı için, gerçek değeri 1.5 milyon poundken, 2.5 milyon
p ounddan fazla ödeme yaptı. Diğer inşaat işleri de M ısır’a gerçek değerlerinin üç katm a mal oldu. Avrupalı inşaat şirketleri ülkeyi arsızca soyuyordu. Avrupa bankaların ın yardımı o lm adan edinilen fonların büyük bir bölümü de inşa faaliyetlerine harcandı. Son tahlilde, bü tün maliyetler Mısır halk ın ın sırtına yüklenmişti. İngiliz finans uzm anı Cave, 1864-75 için, M ısır’ın devlet gelirlerinin 94.000.000 pounddan ibaret olduğunu, fakat inşaat, H idiv’in saray masrafları, Türk padişahına ve yardımcılarına gönderilen paralar, Sudan ve Etiyopya savaşlarının maliyetleri da dahil olmak üzere giderlerin toplam 97.000.000 £ olduğunu ileri sürdü. On iki yılın b ü tü n açığı aslında, yalnızca 3.000.000 pounddu.
Peki öyleyse, Mısır, Avrupalı bankerlere 100.000.000 pounda yakın tu tarı nasıl borçlanmıştı? Borç şu kalemlerden oluşuyordu: (1) Süveyş K analına harcanan 16.000.000 £; (2) bankerlere “kur farkı”, komisyon ve benzeri nedenlerle giden, M ısır’ın hiçbir zaman almadığı fakat yine de borcun nom inal değerine dahil olan 22.000.000 £; (3) 1876’ya kadar ana kredilerin ve taahhütlü borcun faizi olarak ödenen en az 50.000.000 £; (4) kam u işlerine harcanan 5.000.000-6.000.000 £. Böylece Mısır’ın, kredilerin ne denli küçük bir o ran ından faydalandığı açıkça görülebilir.
Mısır’ın borcunun önemli bir miktarından, Lesseps’in, Oppenheim ’m, Frühling’in ve diğerlerinin canice entrikaları sorumluydu. Borçların ağır yükünü sırtında taşıyan Mısır halkı, üç katını ödemeye zorlandıkları k redilerden herhangi bir fayda görmedi.
Mukabele. Ruzname
Avrupa bankerlerinin politikaları, M ısır’ın mali du rum u üzerinde ölümcül bir etkiye sahipti. Devlet demiryolları, vergi gelirleri ve Hidiv’in mülkleri bütünüyle ipotek edilmişti. M ısır’ın kreditörlerine ödemek zo runda olduğu faiz m ik tarı her yıl artıyordu. 1875 itibariyle, yıllık yaklaşık 8.000.000 pounddu.
Bu, aynı zam anda yıllık vergi artışı an lam ına da geliyordu. Kısa bir zaman döneminde toprak vergisi dörde katlandı feddan başına 40 ku ruştan 160 kuruşa. Mısır’ın bütçesi 1861’de 2.000.000 pounddan, 1875’te 10.500.000’e çıkmıştı. Hal böyleyken, Mısır bu fonun yüzde 80’ini k re dilerin faiz ve diğer taahhütlerini karşılamak üzere harcamaya zorlanıyordu. Geriye, devletin mevcut ihtiyaçlarını karşılayacak yeterince kaynak kalmıyor ve Hidiv yeni gelir kaynakları bu lm ak için mecbur bırakılıyordu.
İsmail yerli kredilere başvurmaya karar verdi. 1871’de, ilk iç kredi, mukabele (geri ödeme) sözleşmesi yapıldı. Mukabele kanunuyla, 1873’ten itibaren 12 yıl içinde yüküm lü oldukları toprak vergisinin altı katını d ü zenli taksitlerle veren tü m toprak sahipleri, ondan sonrası için vergilerin yarısından m uaf tutulacaktı. Bu yasa, bir sınıf olarak henüz belirmeye başlamış ve gelecek zenginlikleri için H âzineye hemen 7.000.000 £ ve sonrasında da 8.000.000 £ ödeyerek 1871-78 dönemleri arasında toplam da 15.700.000 £ kazandıran toprak beyleri ve zengin çiftçiler tarafından çıkarıldı. Hazine 1874’te, 5.000.000 £ için, ruznam e diye adlandırılan ikinci bir iç kredi çıkarmış olmasına rağmen hâlâ yeterince para yoktu. Bu krediye katılmak mecburi olsa da, devletin beklentilerini karşılam amış ve H âzineye 2.000.000 pounddan daha az gelir sağlamıştı.
İngiltere’nin Süveyş Kanalı Hisselerini Satın Alması
1875 yılı sonunda, İsmail, yabancı kredilerin ödemesini karşılamak için, M ısır’ın Süveyş Kanalındaki hisselerini satma kararı aldı. Teklifler İngiltere ve Fransa’ya götürüldü. Fransa çekimser dursa da Britanya H üküm eti aceleci ve kararlı davrandı. Britanya Başbakanı Disraeli (Lord Beaconsfield), parlamentoyu hatta kendi kabinesindeki üyeleri bile h aberdar etmeden, arkadaşı olan Rotschild’den 4.000.000 £ borç aldı ve kendi hüküm eti adına Süveyş K analın ın 176.000 adet hissesini satın aldı. İşlem 25 Kasım 1875’te gerçekleşti. Hisseler Britanya H ü k ü m etin in eline geçti ve 8 Aralık 1875’te de Lesseps, İngiliz temsilcileri, Süveyş Kanalı Ş irketinin yönetimindeki koltuklarını almaları için davet etti.
Mısır’ın, inşası için 16.000.000 £ gereken ve yapımı sırasında100.000.000 £ borç yaratan ve yabancı bankerlere ödenen faizleriyle b irlikte Mısırlılara 300.000.000 maliyeti olan kanaldaki hisseleri yalnızca4.000.000 £’asatıldı. Bilahare, Süveyş Kanalı, sahiplerine olağanüstü derecede yüksek kârlar sağladı; 1875’te 4.000.000 £ verilerek a lm an hisseler, 1910’da 35.000.000 £ değerindeydi.
Fakat bu, olayın yalnızca ticari boyutuydu. A nlaşm anın politik yönü çok daha önemliydi. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, M ısır’ı 19. yüzyılın başlarında ve 1840’ta ele geçirmeye çalışan İngiltere, ülkeyi kendi kontrolü altına çekmek için yeni bir girişimde bulunacaktı. Ancak her seferinde Mısır halkın ın ve rakibi Fransa’nın direnişiyle karşılaştı. M ısır’da, Fransa etkisi hük ü m sürmekteydi. 19. yüzyılın seksenlerine kadar, 1849- 54 yılları hariç, M ehm et Ali, İbrahim, Said ve İsmail, Fransız politikası
tarafından yönlendirildi. Hatta Mısırlılar, III. Napolyon’un Meksika m acerasına bile katıldılar. De Lesseps zam anında, Süveyş Kanalı, Fransız sermayesi için bir kilit noktası haline gelecekti. Fransız bankerleri ta ahhütlü borçların büyük bir bölüm ünü üstlendi. Fransız uzmanlar, profesörler ve danışm anlar Mısır enstitülerinde, fabrikalarında ve eğit im kuru m larm d a nüfuz sahibiydiler. Genç Mısırlı öğrenciler, eğitim için Fransa’ya gönderiliyordu. Hidiv İsm ail’in bizzat kendisi bile, Saint Cyr’daki Fransız askerî akademi okulundan m ezun olmuştu.
19. yüzyılın yetmişlerinde, İngilizler d u rum da radikal bir değişikliğe gitme kararı aldılar. “Kanalın inşası” diye yazmaktaydı İngiliz tarihçi Young “Britanya İmparatorluğu ve Mısır arasındaki ilişkileri, Britanya deniz gücünün ana hedefini ve Britanya em peryalizm inin temel çıkarını Yakın Doğu’da, İs tanbul’dan Kahire’ye kaydırarak kötüleştirdi”. (G. Young, Mısır, Londra, 1930, s 73) Geçmişte, İngilizler her şeyi Fransız etkisine karşılık vermek için yapıyordu; fakat artık Fransa’yı, Mısır’dan tam am en kovmayı amaçlayan yeni bir politika benimsemdiler.
“O zamana dek” diye yazar Young, “İngilizler, Fransa’n ın Kahire’de egemenliğini alıkoymaktan, Rusların İstanbul’daki egemenliklerini alıkoymak kadar hoşnuttular. Fakat bundan sonra (Süveyş Kanalının açılışından sonra -V. L.), Kahire’yi diğer güçlerin dışında, kontrol altında tu tm ak hayati bir öneme sahip oldu. Aslında bu, yeni emperyalist bakış açısından bir süre önce Mısır politikamızın içine işlemişti.” (Ibid., s. 68) Bu “yeni bakış açısının” kökleri, kapitalizmin son evresine -tekelci kapitalizm, emperyalizm evresi- girmeye başladığı 1870 sonrası Avrupa’sının yeni ekonomik ve politik koşullarında vardı. Bu geçiş, kapitalist güçlerin kolonyal politikalarının eşi görülmemiş etkinliğiyle, dünyanın bölüm- lendirilmesindeki artan mücadeleyle bağlantılıydı.
Bu esnada Britanya, Mısır pam uk ihracı üzerindeki kontrolünü sağlamıştı. Mısır ithal pazarında üstün durum a gelmiş ve birçok ayrıcalık edinmişlerdi. Londra bankerleri, Messrs, Fruhling, Göschen, Bishofsgein ve Oppenheim, Mısır’ı v iran bir kredi ağma dolamışlardı. Mısır kamu borcunun neredeyse tüm tahvilleri bu bankerlerin elindeydi. 1875’te de Disraeli, M ısır’ın Süveyş Kanalı hisselerini Britanya H üküm eti adına aldı. Bu aynı zamanda, Fransız etkisine indirilm iş sağlam bir darbeydi. Bundan ötürü, Britanya Hükümeti, 1875 yılına kadar esas olarak bir Fransız şirketi olarak kalan Süveyş K analın ın en büyük hissedarı oldu. Yine de, Süveyş Kanalı Ş irketin in en çok sayıdaki hissesini ve Yönetim K uru lundak i koltukların çoğunu hâlâ Fransız kapitalistleri ellerinde tu
tuyordu. Bunun yanı sıra, Kanal da hâlâ Paris’ten yönetiliyordu. Fakat Fransız hisseleri çok sayıda hissedar arasında bölününce, tek başına Britanya Hükümeti, diğer herhangi bir katılımcı ortak olmaksızın, b ü tün hisselerin yaklaşık yüzde 45’ine sahipti.
İsmail “Mısır’ın kanala değil, aksine kanalın Mısır’a dahil olduğun u n ” açıkça anlaşılmayacağını üm it ediyordu. Britanya H üküm etin in , Süveyş Kanalı hisselerini iktisabı, İngilizlerin M ısır’ı ele geçirmesinin yolunu açacaktı. “Bu sebepten, politikacılar ve tefeciler ortak bir görev icra ettiler ve onların birleşmesi de, olayların m eşum gelişimini h ız land ırm ıştı” diye yazmıştı Sabri.
Mısır’ın Finansal İflası
1875 sonbaharında, dünya döviz piyasası, Türkiye’nin iflasına, tüm Mısır m enkul değerlerindeki kur oran ların ın sert düşüşüyle tepki verdi. Avrupa kapitalistleri, Babıali’n in iflasının kaçınılmaz olarak M ıs ır ink in i de gerektireceğini önceden tahm in ediyorlardı. 1875 sonunda, Britanya H üküm eti Mısır’ı, kendi mâliyesini araştırm ak için özel bir komisyon kurm aya zorluyordu. Bu aynı zamanda, Mısır mâliyesi üzerinde yabancı kontrolünün başlangıcını işaret ediyordu. Rakibinden geri durmayan Fransa da kendi özel komisyonunu Mısır’a gönderdi. 8 Nisan 1876’da Hidiv, Hazine bonolarının ödemelerini askıya aldı. H üküm et kendisini müflis ilan etti ve kreditörler bunu da, jMısır üzerinde gerçek f in an sal kontrol dayatmak için bir avantaj olarak değerlendirdiler. 2 Mayıs 1876’da, Batılı güçler Hidiv’in borçlan için, kurmayları arasında Fransa, Avusturya ve İtalya’nın temsilcileri bulunan bir Kontrol Komisyonu k u r du. Komisyon üyeleri, borç komisyoncuları olarak adlandırılmıştı ve bu borçların, zam anında ödenmesini sağlamakla yükümlüydüler. İngiltere, başlangıçta İngiliz bir komisyoncu atamayı reddetti, çünkü kreditörleri Mısır borçlarının konsolidasyonunda Fransızlarla bir anlaşmaya varamazdı. İngiliz tahvil sahipleri, Mısır’ın temel kredi tahvillerinin kontrolünü ellerinde tutuyorken, Fransız ve diğer kreditörlerin hisseleri ise vakm dönem borç kuponlarından oluşuyordu.
7 Mayıs 1876’da Hidiv, Mısır’ın kamu borçlarım emniyete alan bir kararnam e yayınladı. M ısır’ın bü tün temel kredileri ve taahhütlü borçları, yıllık yüzde 7’lik bir faiz oranıyla 65 yıllık bir dönemde ödenmek üzere konsolide bir borçla birleştirildi. Hissedarlar, eski temel kredi ta h villerinin değişimiyle, konsolide borçtan aynı sayıda tahvil alırken, ta
ahhütlü senet sahipleri yüzde yirm i beş oran ında bir fazlalık alacaktı (80 b ir im eski tahvil için 100 b irim verildi). Konsolide borca bir güvence olarak D eltan ın en zengin dört bölgesinin toprak vergisinden, Kahire ve İskenderiye g ü m rü k dairesi gelirlerinden, tü tün vergisinden ve Hidiv Daire Seniyesi mülk gelirlerinden feragat edildi. T üm bu gelirler Hidiv Borç K om isyonunun gözetimi altına girmişti.
Ekim 1876’da, Mısır hisselerinin Fransız ve İngiliz ortakları a ra sındaki bir uzlaşı, M ısır’a yeni bir İngiliz-Fransız finansal komisyon yollanmasıyla sonuçlandı. Mısır Devletin in en büyük kreditörü olan Goschen, İngiliz bankerlerin çıkarlarım temsil ediyordu ve Joubert de Fransızların. 18 Kasım 1876’da, Goschen-Joubert K om isyonunun çıkardığı sonuca dayanarak Hidiv, M ısır’ın borçlarını konsolide eden yeni bir kararnam e çıkardı. Konsolide borç dört ayrı bölüme ayrıldı: (1) Göschen’in öz çıkarın ın olduğu 1864, 1865 ve 1867 kredileri, ar ttır ılm ış ödemelerle özel b ir düzenleme oluşturdu (2) H idiv’in özel borçları da Daire Seniye olarak bilinen özel bir düzenlemeye konu oldu ve kredilere güvence olarak gösterilen Hidiv’in m ülk gelirleriyle ödemesi yapıldı (3) yüzde beşlik bir imtiyazlı hisse senedi, demiryolları ve İskenderiye Limanı gelirlerinin güvencesi için temlik edildi (4) yukarıda bölüm- lendirilenlerden geriye kalan diğer krediler. Bunlar da, yıllık yüzde 7 faiz oranıyla 59.000.000 poundluk ana borçtan ibaretti. Bu borç, 1867’de o luşturulan ve sonrasında Britanya’dan Binbaşı Baring (sonrasında Lord Cromer) tarafından birleştirilen Borç K om isyonunun kontrolü altında kaldı. Kolonyal yönetici, finans uzm an ve Londra’daki en zengin b an kerlerden b irin in akrabası olan Lord Cromer, Britanya bankaların ın asıl seçeneği olarak, Kahire’de bulunan önde gelen bir temsilciydi. M ısır’a atanm asından önce Baring, dört yıl boyunca Hindistan genel valisinin özel sekreterliğini yaptı. Altı yıl sonra da Mısır’ın mutlak yöneticisi olacaktı. Goschen ve Joubert de, Mısır’ın gelirlerini İngiliz ve giderlerini de Fransız bir yetkilinin genel kontrolüyle sağlayarak Hidiv’e karşı k o ru nuyorlardı. Bu, Mısır mâliyesi üzerinde “İkili Kontrol” (İngiliz-Fransız) olarak adlandırılmıştı. Bir İngiliz olan üçüncü yetkili, Mısır Maliye Bakanlığı bütçe bölüm üne yönetici olarak, bir dördüncüsü ise, İngiliz bir general, Mısır demiryollarının yönetimine atandı. Yabancı görevlilerin bu küçük grubu, ülkenin gerçek sahibiymişçesine Mısır halk ına emretmeye başladı. Göschen-Joubert K om isyonunun kararlarına karşı durmaya çalışan Mısır Maliye Bakanı İsmail Sadık gizemli bir şekilde N il’de boğuldu.
İkili Kontrol
Yabancı kontrolörler ve borç komisyoncuları, yıkıcı k redilerin k u pon lar ın ı karşılam ak için gereken fonları, Mısır halk ın ın adeta suyunu sıkarak edinmeyi, kendiler in in başlıca görevi olarak benimsemişlerdi. O cak 1877 kuponların ı ödeme uğruna , halka, özellikle de fellahlara ödetilen verginin dokuz ile on iki aylık k ısmı peşin olarak toplandı. Vergiler işkenceyle toplanıyordu, bu iş için, beş kam çıdan oluşan gergedan derisinden yapılma ünlü M ısır kırbacı kullanılıyordu. Köylünün hasadın ı nerdeyse bedavaya alan yerel tefeciler, Kiptiler ve Yunanlar, vergi toplayıcıları ve cezai müfrezelerle birlikte geliyordu ve köylüler kazand ık ları bu ufacık m ik ta r ı bile hem en vergi toplayıcısına veriyordu. Bu olağanüstü tedbirler, Mısır Devleti’n in borç ların ın faizlerini ödemesini m ü m k ü n kıldı, fakat kendi yetkili ve m em urlar ına da maaş ödemeyi durdurdu.
1877 yazında, N il’deki düşük su m ik ta r ın ı takiben hasat fiyaskosu yaşanacaktı. Binlerce fellah açlıktan ve hasta lık tan öldü. Halk ot ve yapraklarla besleniyordu; kad ın lar ve çocuklar köyden köye dolaşarak dileniyor, fakat kim seden bir ekm ek dahi alamıyorlardı. Bu şar tlar a lt ında dahi yabancı borç sahipleri Mısır taşrasından kendi gan im etlerini ç ıkarmayı başardı. Fransız H üküm eti eşi benzeri görü lm edik bir sinizmle: “M ısır’da ortaya çıktığı iddia edilen sıkıntı sun id ir ve ü lken in fakirleşmesine dair yürü tü len tartışm alar, kam uyu aldatm ak ve sempatiye ihtiyaç duyulm ayan bir yerde insancıl acıma duygusu yaratm ak için u y d u ru lm u ş tu r” beyanında bulunacaktı (L. Cromer, M odern Mısır, Vol I, Londra, 1908, s36). Nisan 1878’e tekabül eden borç ödeme vakti geldiğinde, cezai birlikler bir kez daha Mısır k ırsalına gönderildi, k ırbaçlar bir kez daha kullanıld ı ve bir kez daha tefeci ordusu, köylere bir çekirge sürüsü gibi saldırdı. Fellahlardan, yetişmekte olan buğdayın bir ardebini, gerçekte ederi 120 kuruşken, 50 k u ruşa satın a lm ış lardı. Çilenin büyüğü M ısır ha lk m m d ı, fakat kuponlar da tam olarak ödenmeliydi. İngiliz ve Fransız bankerler ise zaferlerini kutluyorlardı.
1878’in başında, bankerler İsm ail’den, M ısır’ın mali d u ru m u n u soruş tu rm ak için bir komisyon oluşturmasını talep ettiler. Süveyş Kanalı tasarımcısı Ferdinand de Lesseps, Komisyon Başkanı olarak atanmış, fakat göstermelik bir kukladan ötesi olamamış ve müzakerelerde de etkin bir rol oynamamıştı. Gerçek Başkan ise bir Britanya Hazine yetkilisi olan İkinci Başkan Rivers W ilson’du. Diğer İkinci Başkan da, İngilizler
için çalışan tu tucu bir Mısırlı olan Riyad Paşaydı. Borç komisyoncuları aynı zam anda Soruşturm a K om isyonunun üyeleriydi ve Binbaşı Baring de onların arasındaydı.
Soruşturm a Komisyonu hemen küstahça bir üslup benimsedi ve İsmail ve bakanlarına m ahkem edeym iş gibi davrandılar. Adalet Bakanı, Şerif Paşayı ifade vermesi için çağırdı ve Paşa da katılmayı reddedip ifadesini yazılı bir formatta sunmayı teklif ettiği için, Komisyon tara fın dan istifası istendi. Komisyon, raporlarında Mısır yönetim inin yöntem ve biçimlerini şikâyet ediyor ve Hidiv’e karşı suçlamalarda bulunuyordu. Onu, M ısır’da hüküm süren bu d u ru m ve mâliyesinin hali için kişisel olarak sorum lu tutuyorlardı. Soruşturm a Komisyonu, H idiv’i, Hazine-i Hassa (hüküm darlık bütçesi -çev.) oluşturması ve kendi mülklerini, Londra bankeri Rotschild’e, yeni kredilerin teminatı olarak devretmesi için zorlama kararı aldı.
Sonuç olarak Komisyon, Hidiv’in devlet meseleleri üzerindeki tasarrufundan , çoğunlukla yabancılardan oluşan “güvenilir” bir kabine lehine vazgeçmesini talep ediyordu.
“Avrupalı Kabine’n in” Oluşumu
Soruştu rm a K om isyonunun taleplerine boyun eğmek zorunda kalan Hidiv, m ülk lerin i devretti ve 28 Ağustos 1878’de esas olarak Avrupalı yetkililerden m ürekkep yeni bir kabine atandı. Kabineye yerel bir kom prador olan, Londra ve Paris bankalarıy la kurduğu iyi ilişkilerle de bilinen Erm eni N ubar Paşa başkanlık ediyordu. C rom er’e göre, Paşa “halkla b iraz problemli de olsa geçiniyordu, ayrıca A rapçadaki cehaleti sayesinde onlarla kendi d illerinde de iletişim kuram ıyordu. Yalnızca iki yabancı devletin desteğine ve iknasına güvenebilirdi (L Crom er A.g.e., s. 72). Gerçekte ise kabine, Maliye B akan lığ ında kilit bir rol oynayan Soruştu rm a K om isyonunun etk in Başkanı Rivers Wilson ta ra f ından yürü tülüyordu. Borç komisyoncusu Fransız Blignieres de, Bayındırlık B akan lığ ına atandı. AvusturyalI ve İtalyan tem silciler Maliye B akan lığ ında kontrolör-şef ve asistan olmuşlardı. Riaz P aşan ın , W ilson ve B aring’e itaati de pas geçilmemiş ve o da İçişleri Bakanlığına atanmıştı.
Mısırlılar tarafından isabetli bir şekilde “Avrupalı kabine” olarak adlandırılan bu hüküm etten herkes nefret ediyordu. Avrupalılar, m âliyesini olduğu gibi ar tık Mısır’ın tam am ını yönetiyorlardı. Ülke daha
önce sahip olduğu tü m özgürlüklerden m ah ru m kalarak, İngiliz-Fransız bankerlerin bir sömürgesine dönüşmüştü. Yabancı sermayenin ar tan saldırılarına cevaben M ısır’da, sonrasında “Avrupalı kabinenin” devrilmesini de beraberinde getirecek olan, ulusal bir bağımsızlık hareketi
olgunlaşmaya başladı.
M i s i r ’d a U l u s a l B a ğ i m s i z l i k H a r e k e t i
( 1 8 7 9 - 8 1 )
Direniş Ruhunun Ortaya Çıkışı
Y abancıların egemenliği, M ısır’ın f inansa l o larak k ö k leş t ir i lm es i ve İk ili Kontrol ile “A vrupalı K abine” M ısır to p lu m u n u n tü m s ın ıf la rı a ras ında oldukça büyük bir m em nun iye ts iz l ik yarattı. T üm herkes, öyle ya da böyle yabancı tefecilerin zu lm ü n d en za ra r görm üştü . İlk za ra r görenler, M ısır bo rç la r ın ın aşırı y ü k ü n ü s ır t ın d a taşıyan fe llah- lardı. Öncesine göre d ö r t kat daha fazla vergi ödüyor ve bu vergileri ödeyebilm ek için ek in ler in i henüz hasat e tm eden tefecilere gerçek d eğerin in yarısı ha tta üçte biri fiyatına sa tm ak zo ru n d a kalıyorlardı. Vergi top lam a faaliyetleri s ıras ında fellahlar aşağılanıyor, dövülüyor ve işkence görüyorlardı. Fellahlar açlıkla boğuşurken , on lardan , k ı r baç zoruyla a l ınan m ilyonlarca f ran k yabancı b an k a la r ın kasa la rına aktar ı lıyordu . 1879’da Kahire, H id iv ’e o torite lerin dayan ılm az zo rb al ık la r ın ı şikâyet e tm ek için yü rüyerek gelmiş köylü istida sahipleriyle dolup taşıyordu.
Yabancı sermayenin baskısı Mısır’ın şehirli nüfuslarınca da hissediliyordu. Tüccar ve zanaatkârlara, ticareti durm a noktasına getirecek ölçüde ağır vergiler dayatılmış ve el zanaatları piyasası giderek küçülmüştü. Yönetici sınıfın çeşitli katm anlar ına büyük ölçüde hoşnutsuzluk nüfuz etmişti. Buna, en çok orduda orta sınıf kom utanlar arasında rastlanıyordu. Getirilen çeşitli ekonomik önlemler, onların aylarca maaş alamaması sonucu ailelerinin naçar düşmesi ama aynı zam anda da “Çerkez” paşaları ve beylerinden oluşan feodal soyluların da yüksek maaşlarını almaya devam etmesi anlam ına geliyordu.
Devlet yetkilileri de m aaşlarının düşürülm esi yüzünden m em n u n iyetsizdi. Bu memnuniyetsizliğe dair işaretler ayrıca, Avrupalı tefecilerin yabancı borç yükünün bir kısm ını üstüne yıkmaya karar verdiği to p rak beyleri arasında da gözlemlenebiliyordu. Yabancıların, özellikle de “Avrupalı K ab in en in ” onaylamadığı M ısır’ın ilk toprak sahibi Hidiv İsm ail’in kendisi bile m ülklerinden m ah ru m kaldı ve kendisine göstermelik bir ik tidar bırakıldı. Bu şartlar altında, M ısır’da direniş ru h u yayılıyor, çalışma örgütleri ve gizli topluluklar kuruluyordu. Mısırlı subaylar tarafından oluşturulan ilk gizli topluluk, başarısız Etiyopya savaşından sonra, 1876’da kuruldu. Bu topluluk, iyi bir hatip olarak bilinen ve Mısırlıların davasına derinden bir sadakat ile bağlı Yarbay Ahm ed Arabi tarafından yönetiliyordu. Arabi’n in takipçileri kendilerini “vatan îyun” (milliyetçiler) olarak adlandırıyordu. Başlangıçta, Hidiv İsm ail’e karşı durdular ve orduda yalnızca ulusal bir eşitlik arayışına giriştiler; sadece kendi profesyonel çıkarları uğruna mücadele ettiler. Fakat daha sonra bu mücadele ulusal bir bağımsızlık karakteri kazanacaktı. İlk olarak “Mısır, M ısırlılarındı” sloganını benimsediler. Mısırlıları, bağımsız bir devlet varlığını hak eden bir ulus olarak tanımladılar. Bunun için de askerlerin ve köylülerin desteğine güvendiler.
“Vatanîyun” liderleri Mısır halkına oldukça yakın duruyordu. Öyle ki, Arabi bildirilerinde kendisinden “fellah” olarak bahsediyordu. Gerçekten de babası, Aşağı Mısır’da bir köy olan Hariye-Ruzna’dan bir fellahtı. Birçok burjuva tarihçisi Arabi’yi “cahil” olarak niteler. Oysa o, orduya El-Ezher’de eğitim gördükten sonra girmiş ve sonrasında da okumaya her zaman büyük bir önem vermişti. M uazzam bir entelektüel meraka sahip, canlı ve açık bir zihinli, ateşli bir yurtsever olarak, Fransız Devrimi deneyimine, Napolyon savaşlarına ve İtalyan bağımsızlık ha re ketine büyük bir ilgi gösteriyordu. Arabi, Said döneminde basamakları hızla tırmandı. Said’in yaveri oldu, fakat İsmail yönetimi altında itibardan düşerek ancak on iki yıl sonra, 1875’teki Etiyopya savaşı esnasında bir terfi alabildi.
Arabi, yakın arkadaşları, vatanîyun subayları, Aii-er-Rubi, Abdul Al, M ahm ut Fehmi ve diğerleri arasında olduğu gibi Mısır ordusunun subay ve askerleri arasında da hak ettiği bir prestijin ve tesirin teveccühünü yaşıyordu. Vatanîyun hareketinin bu askerî liderlerinden öte bir grup da ideolog mevcuttu. Bunların arasında, burjuva yaşam koşullarını b en im seyebilecek bir “İslam reform undan” yana olan alim Şeyh M uham m ed Abdu da bulunmaktaydı. Ayrıca, 1876 yılında Mısır’a yerleşmiş olan
Suriyeli yazar ve gazeteci Edip İshak, yetenekli hatip ve gazeteci Abdullah Nedim ve birçoğu, tan ınm ış dinî ve politik figür Cemaleddin Afgani’nin (1839-1897) yanında yetişmiş El-Ezher’in öğretmen ve öğrencisi olan d iğer birçok entelektüeli de içermekteydi.
Panislamizm hareketinin kurucusu Cemaleddin Afgani doğunun birçok yerini uzun süreler gezdikten sonra 1871’de Kahire’ye yerleşti. El-Ezher’in bir hocası ve Mısır’daki sosyal-politik hayatın etkin bir katılımcısı olarak, İslam reformu ve Avrupalılara karşı mücadelede M üslümanların birliği hakk ında düşüncelerini açıkça dile getiriyordu. Aynı şekilde M üslümanlara, Avrupalıları onların silahlarıyla yenmek için, Avrupa bilim lerinin ve teknolojisinin eğitimini almaları çağrısında bulunuyordu. Öğretileri, özünde oldukça çelişkili olsa da, M ısır’da hararetle kabul gördü ve 19. yüzyılın yetmişli yıllarında Mısır entelektüellerinin bakış açısını etraflıca etkiledi. Arabi ve arkadaşları kendilerini Cemaleddin Afgani’nin takipçileri olarak görüyorlardı. Cemaleddin1879 Eylülünde, Mısır’dan kovuldu, fakat vatanîyun liderleri onun ideolojik etkisini her daim duyumsadılar.
İlk olarak direniş ruhu Hidiv İsm ail’e karşı yönlendirildi, sonrasında da “Avrupalı Kabineye”. 1877’de ise bu hareket açık alana çıktı. Mısır ilk m uhalif basınına kavuştu. Adeb İshak ve Selim Nakkaş, Misr (Mısır) dergisini yayınlamaya başladılar ve a rd ından da Cemaleddin Afgani’nin ve onun, Hidiv’e ve M ısır’ın yabancılar tarafından köleleştirilmesine karşı olan arkadaşlarının risalelerini yayımlayan Et-Tigara (Ticaret) gazetesini.
1879’da muhalefet ruhu , temel olarak toprak sahiplerinden ve M üslüm an ruhban sınıfı üyelerinden oluşan Meclis-i Âyan’a da yayıldı. Bunlar, ulusal bağımsızlık hareketin in ılımlı kanad ın ı temsil eden liberal toprak beyleri ta ra f ından yönetiliyordu. Ayrıca M ithat P aşan ın savunduğu liberal ve anayasal fikirlerin etkisi a ltındaydılar ve M ısır’ın bağımsızlığı, bir M ısır anayasası, bir parlam ento ve güvenilir bir h ü küm et adına görüş bildiriyorlardı. 2 Ocak 1879’da Meclis-i Âyan, olağan bir o tu ru m açılışında, delegeler tarafından , “Avrupalı K a b in e n in ” eleştirildiği b ir platforma dönüştürü ldü . “Avrupalı K ab iney le” özel bir hesabı bu lunan Hidiv de bu faaliyeti gizlice destekleyecekti.
18 Şubat 1879’da, subaylardan oluşan bir kalabalık, m akam larına giderken Nubar Paşa ve Rivers Nilson’a saldırmış, arabalarından çekip alarak Maliye Bakanlığ ında gözetim altına almıştı. Riaz Paşa da sonradan buraya getirilecekti. Nihayet Hidiv olay yerine gelmişti. Britanya Konsolosunun talebi üzerine, subaylara dağılmaları için emretti, fakat emri geri çevrilince birliklere haber verildi ve olay yerine gelen askerlere ateş açmaları emri verildi. Fakat birlikler de yalnızca havaya ateş açınca, İsmail, subaylara “taleplerini karşılayacağı” sözü vererek tutukluları serbest bıraktırabildi.
Bu olaylar hüküm eti taviz vermeye zorladı. O rdudan atma kararı feshedildi ve düşük maaşlara iyileştirme yapıldı ve subaylara geri ödemeler için Rothschild’den 400.000£ daha borç alındı. 9 Mart 1879’da İsmail, Nubar Paşa’vı görevden aldı ve İsm ail’in büyük oğlu Tevfik hüküm etin başına geçti. Yabancılar, Wilson ve Bligniercs, ise görevlerinde devam ettiler. O nlar ın talebi üzerine yetkililer, gösterilerin kışkırtıcılarını tu tuklayacak, fakat çok geçmeden serbest bırakacaktı. “Doğrusu, sonradan tezahür eden şartlarda, ciddi riskler üstlenmeden onları herhangi bir cezaya çarpıtm ak m ü m k ü n olmayacaktı” (L.Cromer, a.g.e., s. 78) diye belirtmekteydi Cromer. “Avrupalı Kabineye” karşı subayların eylemleri Mısır genelinde bir destekle karşılaşacaktı. Bu sayede belki de Mısırlılar Avrupalı despotlara karşı başarılı bir mücadelenin yürütülebileceğini anlamış ve artan bir inatla Avrupalı bakanların hüküm etten sürülmesi seferberliğine başlamıştı.
Wilson Mali Planı
Bu sırada, dar görüşlü Fransız ve İngiliz yetkililer hadiseyi kapanm ış varsayıyordu. M ısır’ı önceki gibi gibi yönetmeye devam edeceklerdi. H id iv’e, M ısır’ı ilgilendiren herhangi bir d u ru m d a uyum içinde hareket etme kararı a ld ıkların ı ve politik ve mali düzenlemelerde ilke olarak herhangi bir değişikliğe ödün vermeyeceklerini bildirmişlerdi. H id iv ’e an la t t ık la r ından açıkça anlaşılıyordu ki; N ubar P aşan ın azli, iki h ü küm etin de gözünde (Britanya ve Fransa -V. L.'), bir sistem değişikliği im asından çok yalnızca kişilerle alakalı bir mesele olarak aksetmişti. P aşan ın görevden alınması üzerinde anlaşsalar da, H idiv’in herhangi bir du rum da , W ilson ve de Blignieres’e herhangi bir karar üzerinde veto hakk ın ı tanıyan kabine top lantılarına m üdahalede bu lunm asına
izin verilmeyecekti. İsmail bu talepleri kabul ettiğinde, Wilson, tüm d irencin çözüldüğü k a ra rm a vardı ve “talep edilen fedakârlık lar ın” kreditörlerden değil aksine borçlu lardan um ulm ası gerektiğini öne süren finansal p lan lar ın ı hayata geçirmeye başladı. WTilson (1) H id iv ’in, kendi borç la rından ö tü rü m ülklerinden, kanun la belirlenen Borç Komisyonu lehine, feragat etmesini, (2) H id iv ’in Hazine-i Hassa’sının 300.000£ civarına indirilm esini, (3) köylü toprakları (haraç) ve toprak sahipleri (haslar) üzerindeki toprak vergilerinin ayrıca a r tır ı lm asın ı (4) içerideki kredilerin , ruznam e ve mukabelenin , iptal edilmesini, bu yüzden yabancı kredi faizleri sayesinde iç kredi sağlayıcılarının kasaların ın boşaltılm asını ve son olarak, imtiyazlı borçların ödenm esini eski şartlara döndürerek Konsolide Borç ve Daire Seniye Borç faizinin yüzde 5’e ind irilm esin i öngörüyordu.
Iç krediler en kaba yöntemlerle tasfiye edilecekti. Wilson tasarısına göre, ruznam e üzerine bir vergi beyan edildi, bu sayede Mısırlıların bu kredi altında hâzineyi fonladıkları kaynaklar geri ödenebilirlikten çıkarıldı. Mukabelede ise, Mısırlıların hâzineye olan 15.700.000 £ değerindeki katkısı Wilson tarafından 9.500.000£ olarak tan ım landı ve gerisi iptal edildi. Hazine, tan ım lanm ış tahvil sahiplerine, toplam m ukabelen in yıllık % 1,5 oranıyla 50 yıl boyunca tazm inde bulunmayı üstlenmişti, bu sayede toplam borcun %75’i geri ödenecekti. Wilson planı ise, mukabele sahipleri tarafından devlete ödenmiş sermayenin yalnızca bir k ısm ım tazm in etmeyi ve paran ın ödenmesini 50 yıllık bir zaman sürecine yaymayı tasarlıyordu. Aynı zamanda, mukabele tahvil sahiplerini tüm imtiyazlardan m ah ru m bırakıyor ve toprak vergisini onlardan tam olarak istiyordu. Bu da onların yıllık olarak fazladan 1.150.000 £ ödeyeceği an lam ına geliyordu, kaldı ki devletin onlara mukabele bedeli olarak ödediği yıllık 150.000 pounddu. Bu düzenlemeler neredeyse tüm toprak sahipleri ve Mısır köylülerinin kayda değer bir oranı için büyük kayıplar anlam ı taşıyordu. Mukabele tam olarak 240.000 feddan haraç toprağı üzerine ve 480.000 feddan da öşür ödendi; bu, Mısır toprağı yüzde 15’ine tekabül ediyordu. Bunun yanı sıra, çeşitli haraç toprakları bir yana, 725.000 feddan öşür toprağına Mukabele ödemesi yapılmıştı. 28 M art 1879’da Wilson, mukabele yasasını imzalaması için Hidiv’i zorlayacaktı. Bu düzenlemeler M ısır’da, toprak sahipleri özelinde, genel öfke halini oldukça körüklemişti.
“Avrupalı Kabine’n in” İstifası
Avrupalı bakanlara ve onların finansal politikalarına karşı protesto yürüyüşleri bü tün M ısır’a yayıldı. Hidiv ülkenin dört bir yanından “Avrupalı Kabine’n in ” kovulmasını, ulusal bir hüküm etin o luşturu lm asını, bir anayasal düzenin getirilmesini ve mukabele yasasının kaldırılmasını talep eden yığınla dilekçe alıyordu. Meclis-i Âyan üyeleri, ulema, önemli görevliler ve subaylar bu politikalara karşı çıktıklarını belirtiyorlardı. Meclis-i Âyan, W ilson’unkine karşılık kendi mali politikasını hazırlamaya başladı.
7 Nisan 1879’da Hidiv, diplomatik heyet üyelerini ve Mısır ileri gelenlerini A bdin’deki sarayında toplantıya çağırdı. Bu büyük buluşm ada, Mısır’daki karışıklıkların doruk noktasına eriştiğini ve milletin, Meclis-i Âyan’a karşı sorumlu olacak katıksız bir Mısırlı kabine k u ru lması çağrısında bulunduğunu beyan etti. “Devletin başı ve bir Mısırlı olarak, ü lkem in görüşlerine kulak vermenin ve meşru beklentilerini tatm in etm enin benim kutsal görevim olduğunu düşünüyorum ” diyordu. Daha sonra “Avrupalı Kabine’n in” dağıtılma ve yeni hüküm etin “hakiki Mısırlı öğelerden” kuru lm a toplantısını duyurdu ve M ısır’da parlam enter sistem sözü verdi. Ayrıca, “Seçim sistemi ve Meclis hak lar ın ın” ulusal beklentiler doğrultusunda oluşturulacağını ilan etti. Bununla birlikte, açıklamaları arasında, Meclis-i Âyan’ın finansal planlarını benim sem eye hazır olduğu da bulunuyordu.
Hidiv İsm ail’in manifestosu ulusal bağımsızlığa yapılan bir katkı olarak addedilebilir. Bu, Mısırlıların ayrı bir ulus olduğu görüşünün resmî olarak ilk kez formüle edilişiydi. Yeni Mısır hüküm eti parlamenter olduğu gibi ulusal bir karakterdeydi. Üstelik liberal bir toprak sahibi olan, ön ceden Adalet Bakanlığı yapmış ve Wilson Soruşturm a K om isyonundan önce ortaya çıkmayı reddederek M ısır’da olağanüstü bir popülarite kazanmış Şerif Paşa tarafından yönetiliyordu. O dönemde, yani Mısır u lusal hareketinin şafağında, İsmail Paşa ve Şerif Paşa liderliğindeki bazı toprak sahipleri ulusal bağımsızlık mücadelesine katılıyor ve hatta m ü cadelede başı çekiyordu. Öte yandan, halkın tesiri hâlâ çok zayıftı. 22 Nisan 1879’da Ulusal H üküm et finansal p lanlarını yayınlayacaktı. Bu planlarda, iç kredi kuponların ı onaylıyor Konsolide Borç faizini geçici olarak yıllık % 5 seviyesine düşürüyordu. Diğerlerine gelince, hüküm et18 Kasım 1876 Kararnam esinde vurgulanan Goschen-Joubert uzlaşısı- n ın şartlarına itibar edeceğini vaat ediyordu. Ulusal Hüküm et, devlet
yönetim inin çeşitli ka tm anlar ında sorumlu olan birçok Avrupalı yetkiliyi kovmuş, o rdunun gücünü 60.000 kişiye çıkarma kararı almış ve ilk Mısır Anayasasını hazırlamak için işe koyulmuştu. 17 Mayıs 1879’da Şerif Paşa Yapısal ve Seçimlere ilişkin yasaların bir taslağını Meclis-i Âyan’a sundu. 8 H a z iran d a ise Meclis tarafından tasdik edilip Hidiv’in mülahazasına sunuldu. İsmail, bunu onaylayamadan önce, Batılı güçlerin birleşik çabasıyla alaşağı edildi.
İsmail Paşa’nın Azli ve Şerif Paşa’nın İstifası
Hidiv İsmail, birbiri ardına kredi anlaşmaları yaparak, yabancı k a pitalistlerin M ısır’ı bir köle haline getirmesine yardımcı olduğunda, ilerici ve aydın bir yönetici olarak methediliyordu. Fakat çok geçmeden, Avrupalı bankerlerin zulm üne açıkça karşı durduğunda, “Doğulu bir despota” dönüştü.
Avrupalı bakanların gönderilmesinden ve yeni finansal planın yayınlanm asından hemen sonra, Batılı güçler, İsmail’i devirmekle tehdit ediyordu. 25 Nisan 1879’da, İngiliz Dışişleri Bakanı Salisbury, Kahire’deki Britanya konsolosuna “Fakat o (Hidiv V.L) geçmiş faaliyetleri ve tem inatlarıyla ona dayatılan yükümlülükleri görmezden gelmeye devam eder ve iki süper güç tarafından emri altına verilen Avrupalı bakanların desteğini azaltmakta ısrar ederse, son eylemlerinde beliren ve düzenli bir p lanın sonuçları olan sözleşmeleri önemsememe ve tüm hak iddialarını onların dostlukları çerçevesinde kasten ihbar etme haline bir son vermek zorunda kalırız. Böylesi bir durum da, iki kabineye yapacağı şey, M ısır’da kendi çıkarlarını savunm ak ve ülkenin iyi yönetilmesi ve refahı için en iyi düşünülm üş düzenlemeleri yapmak üzere tam bir takdir ve hareket özgürlüğünü kendileri için sağlama almak olur. (L. Cromer, a.g.e., s. 133)
Britanya Konsolosu bu tehdidi aynen İsm ail’e aktardı. Fakat İsmail metanetli davrandı ve Avrupalı bakanların geri alınmasını reddetti. Daha sonra devreye diplomatik baskı girecekti. İngiltere, çabalarıyla İngiliz- Fransız ihtilafını tah rik edip Fransa’yı tecrit eden ve ayrıca Britanya’nın M ısır’daki davetini destekleyen Bismarck’ı kullanacaktı. Mayıs 1879’da Alm an ve Avusturya Hükümetleri, beklenm edik bir şekilde İsm ail’in eylemlerini protesto etti. Alman kreditörler 22 Nisan mali düzenleme planının illegal olduğunu ve bu haliyle bir Karma M ahkem eye gönderilmesi gerektiğini açıkladı. Haziran başında da, Fransız ve Britanya h ü
kümetleri benzeri bir protesto açıkladılar. Çeşitli konsolosluklara bağlı ajanlar, “özel” haberleşmelerinde İsmail’e, acilen yönetimden çekilip M ısır’ı terk etme “tavsiyesinde” bulunuyordu.
19 Haziran 1879 günü, İngiltere ve Fransa, tah ttan çekilmesi için İsm ail’e bir ü ltimatom sundu. Süper güçler, gönüllü olarak çekilmesi h a linde ona, bir emeklilik ödemesi yapma ve tahtı da oğlu Tevfik’e ak ta rma sözü verdi. Şayet Hidiv direnme işaretleri sergilerse, d u ru m Osmanlı P adişahına aktarılacak ve İsmail zorla azledilecekti. Bu tehdit diğer güçler tarafından da desteklenmişti. Almanya, Avusturya, Rusya ve İtalya konsoloslukları da benzer “tavsiyelerde” bulunm uştu . İsmail’in kend isi ise, bu durum u, Batılı güçlerin İstanbul’a aktarm asını beklemeden, Sultan II. A bdülham id’e intikal ettirdi. M am afih bu, yanlış bir adım olacaktı. Batılı güçlerle ihtilafa düşmekten korkan II. Abdülhamid, onların taleplerini hızlandırdı ve 26 Haziran 1879’da İsmail’e, azledildiğini ve yerine halefi Tevfik’in atandığını belirten bir telgraf çekti. “Kahire caddelerinde büyük bir kalabalık toplanmıştı, fakat her şey süratlice cereyan etmiş ve tüm bu kitle, halefin onuruna kaleden gümbürtüyle patlayan silah seslerini duyana kadar İsmail P aşan ın tah ttan indirildiğinin farkına varmamıştı.” (L. Cromer, a.g.e., s. 141)
İsmail, ilkin direnme niyetindeydi, fakat gerekli is tikrardan ve iradeden yoksun olduğu için 30 H aziran’da M ısır’dan, İtalya’ya gitmek için ayrılmak zorunda kalacaktı. O nu yolculamak için tek bir Avrupalı d ip lomat dahi gitmemiş ama destek için geniş katılımlı bir halk gösterisi dü zenlenmişti. Aslında Mısırlılar da İsm ail’i seviyor sayılmazdı, çünkü bu kötü talihlerinin müsebbibi olarak onu görüyorlardı. Fakat bu durum da, yabancı despotlara karşı yürütülen mücadelenin bir m ağduru olduğu ve ulusal mücadelenin başında durm a girişiminden ötürü, geçmişini bir kenara bırakarak, Avrupalı bankerlerden bağımsız bir politika y ü rü te bilmek için ulusal hüküm et kurm a çabalarını doğal olarak desteklediler. İsmail Paşan ın gidişi aynı zam anda yardımcısı Şerif Paşan ın da kader in in m ühürlenmesine neden oldu. Tevfik, iradesiz ve naçiz bir insan ve İngilizlerin elinde önemsiz bir kukla olarak, Ş erif in sunduğu anayasa taslağını imzalamayı reddetti; 4 Eylül 1879’da İkili Mali Denetim ’i eski haline getirdi ve 21 Eylül’de ise Ulusal H üküm eti feshetti. Britanya h imayesindeki Riaz Paşa, M ısır’ın yeni başbakanı olmuştu. Bu olay, reaksiyon dönem inin başladığı işaretini veriyordu. Mısırlı tarihçi Sabri’ye göre “M ısır’da ar tık despotizm, terör ve casusluk rejimi hüküm sürecekti”.
Riaz Paşa Yönetimi. Tepki
Riaz Paşa yönetimi yalnızca Hidiv Borç Kom isyonunun özellikle de İngiliz temsilci Binbaşı Baring’in keyfi yönetim ini ö rtm ek için bir perde görevi görüyordu. Baring, daha sonra Lord Cromer olduğunda, R iaz in kendisine “güveninin” tam olduğunu, hatta kendi onayından geçmiş önemli kanun ve belgeleri okum adan imzaladığını kabul ediyordu. Süper güçlerin baskısı altında Babıali, Mısır H ü k ü m etin in haklarını sınırlandırmıştı. 7 Ağustos 1879 itibariyle de 1873 fermanını kaldırdı. Mısır bir kez daha Babıali’n in onayı olmaksızın yabancı kredi anlaşması yapma hakk ından m ah ru m kalacaktı. Mısır o rdusunun kuvvetleri tekrardan 18.000 kişiyle sınırlandırıldı.
Yabancı kontrolörler ve Hidiv Borç Komisyonu üyeleri M ısır’ın asıl hüküm eti haline gelmişti. Fakat bizzat kendileri bile bir sonraki kupon ödemesi için gerekli parayı temin edebilmeyi garantileyemiyorlardı. Kırsala vergi toplamak için gönderilen cezai birliklerin yarattığı şiddet olaylarına rağmen yağmalanmış ve fakirlikten m uzdarip Mısır talepleri karşılayabilmenin uzağında duruyordu. 1879 sonu itibariyle, Borç K om isyonunda gelecek kupon ödemelerinin yalnızca üçte ikisi ödene- bilmişti. Babıali’ye ise herhangi bir vergi gönderilmemişti. “Vergi ödemesi için hiç para bulunmuyorsa, bu Babıali’nin problem idir” diye açıklama yapıyordu kontrolörler.
Wilson mali planı 1880 yılında uygulamaya kondu. Mukabele yasası da yürürlükten kaldırıldı ve öşür topraklarına ilave bir vergi eklendi. Geri kalan tüm ayni vergiler, nakdî vergilerle değiştirildi. Halkı müşkül du rum a sokan bir tuz tekeli getirildi. 1880 gelirleri, yalnızca yarısı Mısır H ü k ü m etin e ayrılacak olan 8.500.000£’da sabitlenmişti. Diğer yarısı ise yabancı kreditörlere gidiyordu. Fakat bu düzenlemeler bile tefecilerin ta lep ettiği m iktarları karşılamayı garantileyemiyordu ve Konsolide Borç kupon ödemeleri yıllık yüzde 4’e indirilmişti.
Nisan 1880’de, Mısır’ın borç meselesini çözmek üzere Rivers Wilson başkanlığında bir Likidasyon (Tasfiye -çev.) Komisyonu kuruldu. Bu komisyon, 1878 Soruşturm a K om isyonunun önceki üyelerinden oluşuyordu (de Lesseps hariç), İngiltere, Fransa, İtalya ve Avusturya’ya ait temsilciler ve ayrıca Almanya’ya ait bir delege bulunuyordu. 17 Temmuz 1880’de komisyonun önerisiyle, M ısır’ın borçlarını 98.000.000£’da sa- bitleyen, ödeme için son bir tarihi şart koşan ve bu amaç için devlet gelirlerinin belirli bir bölüm ünü güvenceye alan bir Likidasyon Yasası y ü
rürlüğe koyuldu. Aşkın borçlar üç bölüme bölünmüştü: bir bölüm ü tam olarak kreditörlere ödenecek, İkincisinin yarısı nakit yarısı da imtiyazlı tahvillerdi, üçüncü bölüm ise bireysel kreditörlerle yapılan özel an laş
malara göre ödenecekti. “Temel eksiği, devletin tasarru funda kalan bakiyenin yetersiz olmasına rağmen, gelirlerin çok büyük bir bö lüm ünün (yüzde 66’sı) kredi verenlere ipotek edilmesiydi” diye yazmaktaydı yasanın derleyicilerinden biri olan Lord Cromer (L. Cromer, a.g.e., s. 173). İşin kötü yanı bir kez daha kırbaçlar fellahların sırtında patlayacak ve bir kez daha Mısırlı subaylar maaşlarını alamayacaktı. Üstelik ordudaki
adam kayırma “Çerkezlerin” yönetici kademelere getirilmesiyle büyük bir artış göstermişti. Ulusal bağımsızlık dalgası da bir kez daha kabarmaya başlayacaktı.
Ordunun Ön Plana Çıkışı
1880’de ulusal hareket öncü lüğünde yeni güçler belirmeye başladı. Şerif Paşa gibi liberal toprak sahiplerine ilave o larak A hm ed Arabi gibi radikal ve dem okra t subayların da liderliği oluşuyordu. 1880 ve1881 arasında ulusal hareket içinde bu iki grup arasında açık b ir farklılığın o lmadığı doğruydu. Şerif ve Arabi kendiler in i va tan îyun ola
rak tan ım lıyorla rd ı. 1881’de Ş er if’in takipçileri, yabancı egemenliğine
öfke duyan liberal toprak sahipleri ve tüccarlar, M u h am m ed Sultan Paşa’n m başkan lığ ında Ulusal P a r t iy i (Hizbul Vatan) kurdular. A rabi’n in takipçileri de, rad ika l subaylar ve onlarla bağlantılı entelektüeller, aynı yıl içinde kendi Ulusal Parti lerin i kurdular . Başlangıçta iki par ti b irb ir ine karşı değildi, fakat daha sonra ları a ra la r ında bazı
temel fa rk lık lar oluştu. Şerif ve M u h am m ed Sultan, Avrupalı kap italistlerle bir anlaşm a yapmayı yeğlivorken, Arabi ve takipçileri ise onlara karşı kararlı bir mücadele çağrısında bulunuyordu . Aynı şekilde Şerif ve M u h am m ed yarı-feodal toprak sahip lerin in egemenliğini sağlayacak ılımlı b ir anayasal m o n arş in in savunucu luğunu yaparken,
Arabi ve takipçileri H idivliğin ve Türk-Çerkez soyluların egem enliğ i
n in o r tadan ka ld ır ı lm asın ı ve dem okra t ik bir h ü k ü m et şeklin in k u ru lm asın ı savunuyordu. Yine Şerif ve M uham m ed , M ısır köylülerinin tarım sal taleplerine karşıydı; Arabî ve takipçileri de bu protestoları destekliyordu. Halk hareke tin in ilerlemesiyle, Şerif ve M u h am m ed
Sultan gerici kanada kayacak ve İngilizlerin M ıs ır’ı fethetmesine y ar
dım cı olacaktı; Arabî ve takipçileri ise kendiler in i bu ha lk hareketin in başında bulacak ve İngilizlere karşı M ısır bağımsızlığı için savaşacaklardı.
1880-81’de, henüz iki parti de gerici Riaz Paşa kabinesine ve Wilson- Baring mali planlarına karşı savaşıyorken, aralarındaki derin farklılıklar su yüzüne çıkmamıştı. Arabi ve takipçileri, Şerif Paşaya kendi adam ları ve Mısır bağımsızlık mücadelesinin avukatı olarak itibar ediyordu, oysa Şerif’in kendisi “isyancı askerlere” karşı kibirli bir nefret besliyor ve aynı zam anda da onlardan korkuyordu.
Milliyetçilerin Riaz Paşa Kabinesine Karşı Mücadelesi1880 yılının Mayıs ayında, bir grup vatanîyun subayı (milliyetçiler)
maaşların ödenmemesi ve Hidiv’in mülklerinde çalışmaya zorlandıkları için Savaş Bakanı Osm an Rıfkı’ya karşı, bir protesto düzenlediler. Fakat protestolar yanıtsız kalacaktı. Bilakis Osm an Rıfkı, Mısırlı subayların yerine bir grup Türk-Çerkez soylusunu gösterişli bir şekilde terfi ettirdi.
15 Ocak 1881’de 4. Piyade Alayı kom utanı Arabi Bey, diğer iki m illiyetçi Albay Abdul-Al ve Ali Fehmi ile birlikte Başbakan Riaz Paşan ın yanm a çıkıp, Savaş Bakanım, Mısırlı seçkin subayları es geçip, yalnızca kendi g rubunun üyelerini tercih etmekle suçlayan bir arzuhal sundular. Arabi ayrıca, son atamalar ilgili bir soruşturm a ve Osm an Rıfkı’n m kovulmasını talep ediyordu. Riaz başvuruyu kabul etmiş ve ard ından yapılacaklar için yabancılara akıl danışmıştı. Onlar da arzuhali sunan ların derhal tu tuk lanm asın ı salık vermişti. 1 Şubat 1881’de üç albay, a n laşma için her şeyin hazırlandığı Savaş Bakanlığına çağrıldı. Arabi ve arkadaşları, bakanlığa varm aların ın hemen ard ından tu tuklandıla r ve hazır bekleyen bir askerî mahkemeye teslim edildiler. İyi hazırlanmış bu tiyatro neyse ki amacına ulaşamayacaktı. İhaneti hisseden Kahire garnizonundaki asker ve subaylar alelacele liderlerini kurtarm aya çalıştılar. Savaş Bakanlığı iki alay tarafından kuşatıldı. Onlara, Kahire varoşlarında konuşlanan bir alay daha katıldı. Askerler m ahkem e salonuna zorla girdiler ve bu sahte davayı durdurdular. Savaş Bakanı Osman Rıfkı’yı pencereden aşağı attılar. “Sanıklar” bakanlığın dışına omuzlarda taşındı ve 2.000 kadar askerle birlikte, orduda eşitlik ve Osm an Rıfkı’n m acilen gönderilmesi talepleri için H idiv’in sarayına yürüdüler. Olaylardan dehşete düşen Tevfik bu kararlı direnişi görünce, tüm talepleri kabul etti, nefret edilen Savaş Bakanını hemen kovdu. Boşalan koltuğa ise ünlü
şair, ılımlı milliyetçi ve anayasacı ve Şerif Paşaya yakınlığı ile bilinen M ahm ut Sami el-Barudi getirildi. Askerler ve milliyetçi subaylar bu atamayı oldukça hoş karşılamıştı. M ahm ut Sami de onların güvenini boşa çıkarmayacaktı. Sadık bir milliyetçi olarak sonradan Şerif Paşa g u ru bundan kopmuş ve tam am en Arabi’nin yanında yer almıştı.
Tevfik, “Türk, Çerkez ya da Mısırlı olsun her sınıftan subayın, b u n dan sonra aynı mevkide muamele göreceğini” belirten deklarasyonu gönülsüz de olsa yayınlamak zorunda kaldı (L Cromer, a.g.e., s. 181). Osm an Rıfkı’m n gerçekleştirdiği terfileri soruşturm ak için Arabi’nin de içinde olduğu bir komisyon kuruldu. Fakat, milliyetçi subaylar tam bir zafer kazandıkların ı düşünüyorlarsa da, savaş henüz yeni başlam ıştı. O nlar ın lehine olan üstünlüğe rağmen, kendilerini sade profesyonel taleplerle sınırlandırmış, tek bir politik iddiada bulunm ayarak iktidarı, yabancı kontrolörlerin imtiyazlarını m uhafaza eden Riaz’m ve gerici danışm anların ın eline b ırakm ış ve Hidiv Tevfik’in zorbalığını hiçbir şekilde tahdit etmemişlerdi. Karşı tepkiler, milliyetçilerin hatasından yararlanm akta geç kalmayacaktı. Askerlerin heyecanı azalır azalmaz Hidiv Tevfik, M ahm ut Sami el-Barudi’yi kovdu ve milliyetçi liderlere karşı m isilleme hazırlığına başladı.
A r a b İ P a ş a A y a k l a n m a s i
Eylül 1881 Ayaklanması
M ısır’daki durum , Eylül 1881’de krize girecekti. Vatanîyun (milliyetçiler) subayları Riaz Paşa hüküm etine karşı yeni hamleler yapma niyetindeydi. Hidiv’e gelince, o da tü m devrimci zihniyetli alayları Kahire garn izonundan tek seferde yollamanın derdindeydi. Nitekim 9 Eylül 1881’de bu alayları çeşitli bölgelere dağıtacak bir kararnam e de yayınladı. Arabi ve Ali Fehmi de onlara eşlik edecekti. Maskelenmiş bir sürgün biçimi olm anın yanı sıra bu, ulusal devrim in Kahire’de toplanmış silahlı gücünü de dağıtmaya dair bir girişimdi. Vatanîyun liderleri vakit kaybetmeden saldırıya geçme kararı aldılar. H idiv’in kararnameyi çıkardığı gün olan 9 Eylül 1881’de kazan kaldırdılar. Arabi’nin kendisi tarafından yönetilen Kahire garn izonunun 2.500.000 askeri, Abidin Sarayının önündeki meydanda dizildi ve Hidiv’e şu talepleri sundu: (1) Riaz kabinesinin derhal görevden alınması, (2) bir anayasa, (3) orduda asker sayısında bir artış.
Bunlar, yalnızca profesyonel olm anın ötesinde, ayrıca politik taleplerdi. Tevfik de ordunun ayaklanması haberine oldukça şaşırmıştı. H ind is tan’dan ayrıldıktan sonra, M ısır’da Baring’in Kontrolör General olarak atadığı İngiliz subay Auckland Colvin’i çağırdı. Colviıı, H idiv’in bulabileceği bü tün güçleri hemen sarayına toplaması tavsiyesinde b u lundu. Dehşete düşmüş Hidiv’in, Arabi’n in taarruza geçebilecek süvari ve topçulara sahip olduğu yönündeki itirazını önemsemeyerek, onu bir arabaya bindirm iş ve Kahire’nin çevresini dolaşmaya başlamışlardı. Bu yolculuk sonucunda tek bir askerî b ir im in dahi Tevfik’i desteklemediği ve Hidiv’in tüm askerî desteğini yitirdiği görülecekti. Bunu tam am en idrak ettiğinde sarayına dönmekten başka çaresinin kalmadığını da an-
lamıştı. Fakat Colvin onu meydandaki asi askerlerin yanm a götürdü ve hiçbir askerî desteği bulunm asa da, liderleri Arabi’yi tu tuk lam a emri vermesini istedi.
“H adi” diye bağırdı İngiliz.“D ört tarafımız sarılmış halde” diye cevapladı korkudan m uzdarip
Hidiv.“Cesaretli ol” dedi İngiliz.“Ne yapabilirim ki?” diye sordu Hidiv. “Dört tarafımız sarılmış.
Hepimizi öldürecekler!”Bu tartışm a devam ederken Arabi çıkagelmiş ve isyancıların talep
lerini öne sürmüştü. “Ordu, buraya Mısırlıların bir parçası olarak, ta leplerini sunmaya geldi ve kabul görene kadar da çekilmeye niyeti yok” dedi Arabi. Colvin, o esnada kendine hâkim olamayan Hidiv’in sarayına gitmesine izin verdi ve görüşmeleri kendi üstüne devraldı. Arabi’ye bir anlaşma teklifinde bulundu. Şerif Paşa yeni başbakan olarak atanacak ve Riaz Paşa görevden alınacaktı. Arabi’nin diğer iki talebine gelince; Colvin bunların Babıali’ye bildirilene kadar askıda kalmasını önerdi. Arabi bu teklifleri m akul bulacaktı.
Yine, yalnızca parçalı bir zafere imza atılmıştı. İk tidar ipleri bu kez, halk hareketinin mutlak düşmanı ve bir aristokrat olan Şerif P aşan ın ellerine verildi. “İsyankar bir o rdunun adayı o larak” başbakan olmaya itiraz ediyordu (L. Cromer, a.g.e., s. 157). Britanya ve Fransa’n ın baskısıyla görevi kabul etmişti, fakat yalnızca “isyancı” o rdunun Kahire’den çekilmesi şartıyla. Arabi, 13 Eylül’de Ş erif i s ın ırlandırm a umuduyla Meclis-i Âyan’ı, Kahire’de toplantıya çağırdı. Mısır ulusal kam pındaki sınıf ayrım ın ın farkına hâlâ varamadığından, Âyan arasında destek bulabilmeyi um ut ediyordu. Şerifin , halk hareketine dair, bü tün toprak sahipleriyle aynı korkuları paylaştığını anlayamamıştı.
Meclis-i Âyan doğal olarak, Arabi’ye karşı Şerif Paşayı destekledi. Ayrıca isyancı alayı Kahire’den çekmesi için Arabi’ye baskı yaptı. Şerif iktidara geldiğinde, ikili kontrolü m uhafaza edecekti. Britanya ve Fransa, sırasıyla, Şerif Paşa hüküm etin i destekleyeceklerini açıkladılar.
Bütün bunlara rağmen, Eylül isyanının su götürm ez sonucu, vatan îyunun (milliyetçiler) prestijinin M ısır’da artm ış olduğuydu. Arabi henüz askerî bir gurubun lideri olmadan, tüm Mısır ha lk ın ın lideri ko num una gelmişti. İngiliz bir tarihçiye göre, Arabi birkaç hafta içinde m uazzam bir otorite sağladı. Adaletsizlikten yakm an herkes şikâyetini ona bildiriyordu. Fellahları, Türk yönetici sınıfının zulm ünden k u r ta r
m a şanına erişmişti. Ayrıca orduda hizmet eden fellahlarm da dostu olmuştu. Neden tüm ülkedeki fellahlarm olmasındı ki? Zira sonrasında popülaritesi köy şeyhleri ve fellahlar arasında da yayılacaktı.
Fellah, çağlar boyunca efendisinin boyunduruğuna karşı sesini yü k seltme cüretinde bulunam am ıştı. Fakat artık, bir şeyhin oğlu olan Arabi, fellah askerlerin şikayetlerini yüksek sesle dile getiriyor, ülke yöneticilerine karşı onların hakkın ı savunuyor ve bunu başarıyordu. Mısır halkı, ordudaki du ru m u n ülkedeki genel vaziyete göre biraz daha farklılaştığını fark etmişti. Arabi, onların idolü olmuştu. İçlerinden biri olan, onlara ezeli kölelikten ku rtu lm a ilhamı veren ve fellahları, şimdiye kadar rüyasını dahi görmedikleri, isyan ve direniş için cesaretlendiren bu k u r ta r ı cıya yüzlerini döndüler.
Vatanîyunların Şerif Paşa’ya Karşı Mücadelesi
Eylül isyanının cevabı olarak, Avrupalı güçler askerî bir m üdahale hazırlığına girişti. Fakat İngiliz-Fransız ihtilafları bu p lanların gecikmesine neden olacaktı. Fransa, Britanya’n ın ayrılıkçı eylemlerine karşı çıkmış ve ortak bir eylemde diretmişti. Eylül 1881’de, Kahire isyanı esnasında, Fransız Dışişleri Bakanı Barthelemy Saint-Hilaire, Britanya Dışişleri Sekreteri Lord Granville’e, Mısır üzerinde ikili bir askerî kontrol k u rm ayı teklif edecekti. Britanya ise bu öneriyi (İtalya’n ın altı süper gücün ortak m üdahale önerisini olduğu gibi) reddedecekti. Fransa ise, Almanya tarafından arka çıkılan Türklerin m üdahale önerisini, İngilizlerin çıkarına hizmet eder diye geri çevirdi. Bu yüzden Britanya sonunda, Mısır sorununda Fransa’ya katılm ak zorunda kaldı ve Babıali’ye “Osmanlı ordusunun M ısır’ı ele geçirmesine engel olmak amacıyla” baskıda b u lu n du. Hatta, Babıali tarafından M ısır’a gönderilen iki temsilci bile Britanya ve Fransa tarafında itirazlara neden oldu ve 6 Ekim 1881 tarihli bir notla Padişaha, “M ısır’a temsilci gönderdiği için şaşırdıklarını ve bunu teessüfle karşıladıklarını” belirttiler (L. Cromer, a.g.e., s. 197). Bu not, Türk temsilcilerin M ısır’dan çıkm asından sonra geri çağrılan Britanya ve Fransa güçlerine bağlı iki savaş gemisinin İskenderiye’ye gönderilmesiyle onaylandı (20 Ekim 1881’de).
İngiliz-Fransız güçlerinin gelişinden faydalanmak isteyen Şerif Paşa devrimci birlikleri ezmeye karar vermişti. Eylül isyanından birkaç gün sonra, Colvin: (1) devrimci alayın bölgedeki garnizonlar arasında dağıtılmasını, (2) ılımlı toprak sahiplerinin ve Âyan’ın, devrimci subaylara
karşı kullanılmasını, (3) Âyanin taleplerinin, Britanya’n ın mali kontrol ve finansal planlarıyla çelişmedikçe desteklenmesini, önerecekti.
Bu aslında, Şerif Paşa hük ü m etin in de benim sediği program dı. 1881 Ekim ’inde, Şerif P aşan ın emriyle, Arabi ve Abdul Al alayı Kahire’den çekildi, biri D im yata diğeri de Tel el-Kebir’e gönderildi. Fakat alayların çekilmesi beklenenden çok daha fazla tepkiye neden oldu. Arabi’n in Kahire’den gönderilmesi Şerif Paşa hüküm etine karşı m uazzam bir halk gösterisine yol açacaktı. Binlerce Kahire vatandaşı Arabi ve askerlerine veda etmek ve onlarla dayanışm alarım açıkça göstermek için m eydanlara çıktı. Alaylar gittikleri her yerde coşkuyla karşılanıyordu. Arabi’nin bölgeler boyu ilerlemesi adeta bir zafer yürüyüşü gibiydi ve İngiliz subaylar raporlarına üzüntüyle “Ü lkenin gerçek sahibi Arabi’ydi” diye yazmak zorunda kalacaklardı. Bu d u ru m d a Arabi’n in gönderildiği bölgelerde kalıcı olmak gibi bir niyeti yoktu. Karısının hastalığını bahane ederek, Şerif Paşa hüküm etine karşı mücadeleye devam edeceği K ahire’ye geri dönecekti. Süper güçler de devrimci birliklerin “dağıtılması” işini başaram am ıştı; hatta birliklerin boşaltılm asından sonra dahi Kahire garn izonundaki asker ve subaylar Arabi’yi desteklemeye devam edecekti.
Arabi açıkça Hidiv danışma ku ru lunun ve Türk-Çerkez soylularının zulmüne karşı çıkıyordu. Hidiv hanedanının , M emluk Devleti kadar baskıcı olduğunu öne sürüyordu. “Ne birey ne de mülk dokunulm azlığı var” diye çıkışıyordu. “Mısırlılar hapse atılıyor, sürgüne gönderiliyor, N il’de boğuluyor, açlıktan kırılıyor ve soyuluyorlar. En cahil Türk bile en iyi Mısırlıya tercih ediliyor!” (L. Cromer, a.g.e., s. 209)
Gerekli m üdahale konusunda Fransa’yla bir anlaşmaya varamayan Britanya, Arabi’n in tesirini göz önünde bu lundurarak taktiklerini değiştirme kararı aldı. M ısır’daki Britanya temsilcileri vatanîyunla bir uzlaşmaya varma hususunda girişimde bulunacaktı. 1 Kasım 1881’de, Bitanya’nın m ısır’daki mali kontrolörü Auckland Colvin, Arabi başkanlığında Mısır milliyetçilerinden bir delegasyonu kabul etti. Lord Granville’in 4 Kasım 1881’de, Kahire’deki Britanya diplomatik vekili Malet’e gönderdiği rapor, 15 Kasım’da Mısır’da yayınlandı. Raporda Lord Granville, Britanya’nın, M ısır’da taraflı bir hüküm et aram adığım beyan ediyordu. Yabancı bir gücün ya da M ısır’daki yabancı d iplomatik vekillerin desteği temelinde oluşturulacak bir hüküm etin aleyhinde konuşarak, milliyetçilerin özgürlük isteğinin Britanya ulusal gelenekleriyle uyuştuğunun ve İngiltere’nin bu isteği baltalamayacağının altını
çizdi. Bununla beraber, Granville m üdahale için açık bir kapı b ırakmıştı; “Majesteleri hüküm etin i bu davranış b içim inden ayırmak zorunda bırakacak yegâne durum , onun (Granville) belirttiği gibi, M ısır’da oluşacak olan bir anarşi d u ru m u d u r” diye de eklemişti(L.Cromer, a.g.e. s. 203).
Fakat mesele başlangıçtaki temaslardan çok da farklı gelişmeyecekti. Aralık 1881’de, Britanya Hükümeti, Auckland Colvin’den, milliyetçilerin yalnızca Hidiv’i değil aynı zamanda Fransa ve Britanya’n ın da bölgedeki konum unu tehdit ettiği uyarısında bu lunan bir gizli bir bildiri aldı. Mısır’da karşı koyulması gereken iki tehlikenin varlığından dem v u ru luyordu (1) Mısır’ın, finansal yüküm lülüklerini reddetmesi, (2) Avrupalı güçlerin yönetimine karışmasını engellemesi.
Bu bilgiler ışığında, Britanya m üdahale meselesini ajandasından çıkarm am a kararm a vardı ve bu yüzden, m üdahale için diplomatik hazırlıklar devam ettirildi. Bunun yanı sıra, Britanya, Mısır ulusal bağımsızlık hareketinin karşısında kalınca Fransa’yla anlaşmayı kabul etti.
14 Aralık 1881’de Fransız Başbakanı Gambetta , Britanya’ya M ısır’da o rtak bir eylem çalışması yürütm e önerisinde bulundu. “İki hüküm et de, sıkı sıkıya birleşmeli; bu birlik tamamıyla belirgin olm alıd ır” diyordu. Granville, Gambetta’nm teklifini kabul etti ve ortak bir İngiliz-Fransız notası gönderme kararı aldı.
Bu esnada Şerif Paşa, orduyu hâlihazırdaki mahiyetinden yoksunlaştırmak için Meclis-i Âyan’ı toplantıya çağırma kararı aldı. Ayrıca Meclis i Âyan’ın temsilci bir gövdeye dönüşeceğini ve Hidiv ve hüküm etin in bu sayede “ordu diktesine” karşı halk desteğine kavuşabileceğini ifade etti. Meclis’i, yapabildiği kadar gerici yapma isteğiyle, Şerif kendisinin iki yıldır hazırladığı anayasayı sunmayı reddedecekti. Arabi ve vatanîyim, Şerif in anayasasının yürürlüğe koyulması için ısrarda bulunuyordu, Şerif in kendisi ise Meclis üyelerinin, soyluların bölgesel toplantılarında seçildiği 1866 Seçim K an ununu muhafaza ediyordu.
Meclis 26 Aralık 1881’de toplantıya çağrıldı ve görünürde Şerif in um utların ı savunacak ibareler vardı. Ç ünkü nihayetinde meclis ılımlı toprak sahiplerinden oluşuyordu. Başkan M ııhammed Sultan Paşa, Ş erif in yakın bir dostuydu. Meclis o tu rum u , Hidiv’e bağlılığın vur- gulanmasıyla başlamıştı. Kahire’deki İngiliz Konsolos-General Malet’e göre, “Hidiv konuşmasını, delegelerin aşikar olan ılımlı eğilimlerinden ötürü memnuniyetle yapmıştı.”(L. Cromer, s. 224)
Meclis, çok geçmeden kendi fonksiyonları meselesine geldiğinde bu huzurlu resim bozulacaktı. Meclis Mısır Bütçesini ya da en azından,
M ısır H ü k ü m etin in masraflarıyla ilgili k ısm ını oylama hakk ın ı beyan etti. Mali Denetim’in hakları üzerinde yapılan bu “ham le” hem en süper güçlerin tepkisini uyandırdı.
Britanya ve Fransa Hükümetleri Sultan’m ferm anlarında belirttikleri haliyle ekselansların tah tta kalmasını, Britanya ve Fransa’n ın eşit ölçüde ilgilendiği Mısır’ın genel refahının geliştirilmesini ve ideal düzenin geçmişte ve gelecekte güvenceye a lınm asını resmen öngörmektedir. İki H üküm et de, M ısır’da inşa edilmiş düzene tehdit oluşturabilecek dahili veya harici tüm sorun kaynaklarına karşı, ortak çabayla karşı durm ak için çözümle yakından ilgilidir ve alenen sunulan resmî niyetlerin tem ina tından şüphe duymamaktadır, bu bağlamda Hidiv hüküm etin in m aruz kalabileceği tehlikeleri m uhakkak birleşerek önleme eğiliminde olacaktır ” (Cromer s. 223).
Bu nota, Mısır’da genel bir öfke uyandırd ı ve hatta geçici olarak olsa bile vatanîyunlarla, Âyan’ı bir araya getirdi. 1 Şubat 1882’de Britanya ve Fransa konsolosları Şerif Paşaya “Meclisin, İkili Kontrolü kuran kararnam eyi ihlal etmeden Bütçe oylaması yapamayacağını ve bu yüzden Meclis tarafından tartışılan yeniliğin Britanya ve Fransa devletlerinin onayı olmaksızın uygulanamayacağını” bildirdi (Cromer s. 223).
Şerif, süper güçlerin notasını kabul etti. Meclis’te Britanya ve Fransa’yla görüşmelerin başlaması teklifini yaptı, fakat Meclis hiddetli bir şekilde, Bütçe oylamasının yabancı güçlerin işi olmadığı cevabını verecekti. Meclisin talebiyle Şerif Paşa kabinesi istifasını sundu. 5 Şubat 1882’de, vatanîyunların baskın olduğu yeni bir kabine oluşturulacaktı. Şerif Paşa hüküm etinde savaş bakanı olan M ahm ut Sami el-Barudi de yeni başbakan olacaktı. O nun boş bıraktığı koltuğa ise, vatanîyun lideri Arabi Bey atanacaktı.
Mahmut Sami-Arabi Hükümeti (Şubat-Mayıs 1882)
7 Şubat 1882’de yeni hükümet, alelacele iktidara gelerek, Meclis-i Âyan tarafından derlenen ve onun haklarını güvenceye alan Anayasayı resmen ilan etti, dolayısıyla İkili Kontrole bir son verildi. Fransız Kontrolör De Bligniere bir protesto işareti olarak M ısır’ı gösterişli bir biçimde terk etti. M ahm ut Sami- Arabi hüküm eti daha da ileri giderek daha demokratik bir Seçim Yasası hazırlamaya başlamış; angaryanın ortadan kaldırılması başta olmak üzere birçok ilerici kanun taslağı hazırlamış ve bir tarım bankası kurarak karma mahkemelerde reforma gitmişti. Kırbacın
kullanılması hüküm et tarafından katiyetle yasaklandı ve özellikle yabancı danışm an ve uzm anla rın geniş ölçeklerde karıştığı rüşvet ve zimm etine para geçirme gibi kurumsal söm ürü biçimlerine karşı güçlü bir mücadele başlatıldı.
Yeni bir hüküm etin oluşturulması M ısır halkı arasında politik bir uyanışı beraberinde getirdi. Ayrıca, önceki hüküm et tara f ından atanan m üdürler (yöneticiler) bölgedeki tüm otoritesini yitirmişti. Aşağı M ısır’da, özellikle Zagazig bölgesinde, tarım sal bir köylü hareketi dev in im kazanmaya başlayacaktı. Köylü birlikleri toprak sahiplerinin mülklerine saldırıp yağmalıyordu. Zagazig’deki halka katılan ajitatör vatanîyunlar onlara, toprak beylerinin elinde bulunan arazilerin fellah- ların hakkı olduğunu anlatıyordu. Her yerdeki köylüler öşür borçların ın silinmesini ve ipotekli toprakların geri verilmesini talep ediyordu. Bunun yanı sıra, kamu borcunun da tasfiye edilmesini, vergilerin azaltılmasını ve mukabele kan u n u n u n yenilenmesini istiyorlardı.
Köylü hareketinin gelişimi, vatanîyunlarla birlikte ulusal kabineye katılmış birçok liberal toprak sahibine doğru yöneldi. Ayrıca Mayıs 1882’de, Ulusal Parti lideri Sultan Paşa, Britanya Konsolosuna “Şerif P aşan ın düşürülm esinde Meclis, Arabi’nin baskısına m aruz kaldı ve izlenen rotada ısrarcı olan birçok vekil aldatıldığını düşünüyor ve yönetim in düşürülm esinden kaygı duyuyorlar” diye bildirimde bulunm uştu (L. Cromer, s. 265)”
Hükümet ve Hidiv Arasındaki Çatışma
Tarımsal köylü hareketinin gelişimi, daha işin başında Sami-Arabi hüküm etine karşı düşm anca bir tavır geliştiren feodal sınıfın bir kısmını harekete geçirdi. Bu gruplar Hidiv’in ve danışm anlar g rub u n u n yard ım ına koştu. “Çerkez” subaylar, feodal karşı tepkinin şok müfrezeleri olarak, Arabi ve arkadaşlarına karşı terörist bir komplo için görevlendirildi. 11 Nisan 1882’de komplo gün yüzüne çıkarıldığında, 50 kadar “Çerkez” subay ve eski Savaş Bakam Osm an Rıfkı askerî bir m ahkemede yargılanacaktı. Fakat verilen ceza oldukça hafifti, komplocuların rü tbeleri düşürü lm üş ve Sudan’a sürgüne gönderilmişlerdi. Esas komplocular olan Hidiv Tevfik ve Şerif Paşa mahkemeye dahi çağrılmadı. Hal böyley- ken, Fransa ve Britanya konsoloslarının tavsiyesi üzerine, Hidiv 9 Mayıs 1882’de sürgünün yönünü Kahire’den, M ıs ır’ın diğer bölgelerine doğru değiştirdi. Bu, vatanîyunlara ve hüküm ete karşı açıkça bir meydan
okum aydı ve onlar da bunu aleni mücadele için bir işaret olarak kabul edeceklerdi.
Vataniyunlar, H id iv’i gönderme kararı aldılar. Buna göre, Meclis-i Âyan’ı 13 Mayıs’ta toplantıya çağırdılar. Arabi, Tevfik’in yönetimden uzaklaştırılmasını ve M ehm et Ali hanedan ına bir son vermeyi talep edecekti. Fakat Meclis bu talep karşısında tereddüde düşecekti. Delegeler H idiv’in tarafını tutuyorlardı, fakat Arabi M ısır’ın gerçek yöneticisiydi ve Âyan, askerden çekindiği için Hidiv’i açıkça desteklemeye cüret edemiyordu. Bu yüzden, bir aracı rolüne bürünerek Hidiv’le vataniyunlar arasında bir uzlaşı arayışına giriştiler. Hidiv ise Meclis’in toplantıya çağrılmasını illegal o larak addetti ve acilen dağılması talebinde bu lundu. M ahm ut Sami bunu protesto etm ek için istifasını verdi. Bu tam olarak, Hidiv’in ve onun arkasında du ran Britanya’n ın uğ runa çaba sarf ettiği şeydi. Fakat beklenmedik bir şekilde kendilerini oldukça zor bir d u ru m u n içinde bulacaklardı. H id iv’in vekillerinden hiçbiri, ordu hâlâ vatanîyunların elindeyken, hüküm et kurmaya cüret edemiyordu. Vataniyunlar, Meclis-i Âyan talepte bulunm adıkça geri çekilmeyeceklerini açıklayacaktı ve Meclis de böylesi b ir talepte bu lunm aktan çekiniyordu. 16 Mayıs’ta Hidiv, M ahmut Sami’yi görevde tutmaya razı etti.
10 Mayıs 1882’de bir İngiliz-Fransız filosu İskenderiye’ye vardı ve bir önceki gün, 19 Mayıs’ta Britanya Konsolosu Malet “Hidiv’e mevcut yönetim i kovmak ve Şerif Paşa ya da aynı güveni veren herhangi bir kişi altında yeni bir kabine oluşturm ak için filonun varışının yarattığı bu uygun andan yararlanması tavsiyesinde bulunacağı” talim atların ı aldı (L Cromer s. 271).
25 Mayıs 1882’de Britanya ve Fransa Hidiv’den resmî olarak: (1) Arabi Paşanın M ısır’dan geçici olarak ayrılmasını; (2) Ali Fehmi Paşa ve Abdııl Al’ın çekilmesini; (3) M ahm ut Sami el-Barudi yönetim inin istifasını talep etti. Hidiv bu ültimatomu kabul etti ve kabinenin azledildiğini duyurdu. Bu duyurudan haberi olan İskenderiye garnizonundaki subaylar 27 Mayıs’ta H idiv’e “Arabi Paşanın çekilmesini onaylamayacaklarını ve Ekselanslarına düşünm esi için 12 saat mühlet tan ıd ık ların ı ve aksi halde kam u sükunetinden daha fazla sorum lu olmayacaklarını” belirten bir telgraf çektiler. (L Cromer s. 276) Bu, açıkça bir isyan tehdidiydi.
Korkudan m uzdarip olan Hidiv Sultan Paşanın arabuluculuğuna m üracaat etti. 27 Mayıs günü Kahire’deki bir toplantıda, Sultan Paşa vatanîyunlara itaat çağrısı yaptı. O nlar da cevaben, açıkça yabancı güçlerle onların bir vekili gibi işbirliği yapan vatan haini H idiv’in azledil-
mesi talebinde bulundular. “Hidiv’e düşen tek şey, diğer herhangi bir yabancı gibi, bavulu toplayıp Shepherd O te l’in in yolunu tu tm a k t ı r” demişti Dışişleri Bakanı M ustafa Fehmi. M ısır’ı baştan başa bir gösteri ve toplantı dalgası sardı. Göstericiler Hidiv’in gitmesini ve Arabi ve diğer vatan îyun bakanların ın eski görevlerinin verilmesini istiyordu.
Acizliğinden ötürü b ir kez daha ikna olan Hidiv-pes etti, fakat bakan olarak yalnızca Arabi’yi göreve getirdi. Arabi M ısır’ın yegane ve mutlak yöneticisi oldu. Batılı güçler ve Flidiv bir kez daha yenilmişti. Üstelik şimdi bir açmaza girmişlerdi. 30 Mayıs’ta Fransa, Mısır meselesini ta rtışmak için uluslararası bir konferans çağrısında bulundu. Britanya, Osm anlı müdahalesi p lan ına geri döndü ve Fransa’nın haberi olmadan Hidiv’e, Padişah’ın yard ım ına müracaat etmesi tavsiyesinde bulundu.
D erviş’in Görevi
H idiv’in isteği üzerine Türk Padişahı, elçileri Derviş Paşa ve Şeyh es Said’i, Hidiv ve Arabi arasındaki anlaşmazlığı bir uzlaşı ruhuyla çözmeleri için Kahire’ye gönderdi. 7 Haziran 1882’de Mısır’a varan iki elçiye de hemen rüşvet teklif edildi. Hidiv onlara birkaç bin pound para verdi ve Britanya da, Derviş’in küçük m ülkünü inanılm az bir fiyatla satın aldı. Bunun üzerine Derviş, Arabi’ye, Osmanlı İm para to rluğunun merkezinde, yüksek bir kademede görevlendirilme sözüyle İstanbul’a gitmesi tavsiyesinde bulundu. Fakat Arabi’nin cevabı: “Ben iktidar için çaba sarf edemem. İçinde bu lunduğum m akam ı ben zorla almadım. Halk, bana bu sorum luluğu yükledi ve ben de bu halkın yanında olmalı ve onların şikayetlerini can kulağıyla dinlemeliyim” oldu. Böylece, Derviş’in görevi başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
İskenderiye’deki Karışıklıklar
Mayıs olaylarından birkaç gün sonra, Britanya Konsolosu Malet, M üslüm anlar ve H ıristiyanlar arasında her an patlak verecek çatışmalardan ö tü rü uyarıda bulunuyor; böyle bir d u rum da dış m üdahalenin kaçınılmaz olacağını belirtiyordu. Bu ipucu Hidiv Tevfik tarafından doğrudan algılanacak ve bundan ötürü İskenderiye’deki d u ru m provoke edip silahlı müdahaleyi hızlandıracaktı.
Karışıklık yaratmak oldukça kolay bir işti. Mısırlıların, İskenderiye’deki Avrupalı nüfusun “toplam ını” oluşturan yabancı tefecilerden, fırsatçılardan ve kom pradorlardan nefret ettiği biliniyordu.
Yabancı savaş gemilerinin gelişi de bu nefreti derinleştirmişti. Atmosfer oldukça gergindi ve ufacık bir kavga şehirde çıkacak olan çatışmalar için yeterliydi.
11 Haziran 1882’de, Britanya Konsolosluğunda uşak olarak çalışan bir Maltalı,.Arap bir arabacı tutmuş ve bir bara doğru yola çıkmıştı oraya vardıklarında arabacı ücret talep etmişti. Maltalı ise ödem e yapmak yerine ona kötü davranm ış ve bu yüzden çıkan kavgada Maltalı, Arap’ı öldürm üştü . Bir tak ım şüpheli görünüm lü Avrupalı, M alta lınm etrafını çevirmiş ve çevrede toplanan hararetli Arap kalabalığına ateş açmıştı. Bir sonraki adım Hidiv tarafından, civar çöllerden karışıklıklara katılm aları için özellikle getirilen bedevilerin varışıydı. İskenderiye’ye girişleri oldukça iyi zamanlandı. Sonrasında b ü tü n şehir, 50 Avrupalı ve 140 Mısırlının öldüğü bir savaş alanına dönecekti.
Fakat Arabi, birden patlayan ve provokasyona mahal veren karışıklıkları engellemeyi ve azmettiricileri m üdahale bahanesinden m ahrum bırakmayı başaracaktı. İskenderiye’deki so rundan sonra, Mısır içindeki güçlerin ayrışması daha net betimlenecekti. 13 Haziran’da Hidiv Tevfik, Britanya donanması eşliğinde devrimci Kahire’den İskenderiye’ye geçti. M ısır’ın en önde gelen gerici devlet adam ları Nubar, Riaz, Şerif ve Sultan da onunla beraber gitti. Britanya Konsolosu Malet, Türk elçisi Derviş Paşa ve Mısır feodal-bürokratik soylu sınıfının birçok temsilcisi, 20 Haziran 1882’de doğrudan Hidiv’e karşı sorumlu, Ragıp Paşa başkanlığında bir hüküm etin oluşturulduğu İskenderiye kentine geldi. Bu zam an zarfında, İskenderiye İngiliz-Hidivci gruplaşm anın merkezi haline geldi. Kahire’de ise ik tidar vatanîyunların ve hâlâ Hidiv’in Savaş Bakanı olarak görünen Arabi’nin ellerindeydi.
Binlerce yabancı, halkın gazabından korktuğu için M ısır’ı terk etm eye başladı. Onları yerel toprak sahipleri ve tefeciler izleyecekti. Haziran sonunda, Kahire’deki Britanya temsilcisi, Avrupalıların, Türklerin ve “onurlu Arapların” kitleler halinde göçünü rapor etmişti. Arabi’nin bu d u ru m la ilgili yegane tepkisi, ülkeyi kendi rızalarıyla terk etmiş Mısırlı göçmenlerin mallarını kam ulaştırm a em ri oldu.
İstanbul Konferansı
1882 yazında, Britanya müdahalesi tehdidi, Mısır u fk u n d a her zam an o lduğundan dah a büyük görünüyordu. Fransız M illet Meclisi, Jules Ferry’nin kolonyal politikasını ifşa etmişti ve O cak 1882’de,
Freycinet başkanlığ ındaki yeni Fransız H üküm eti o r tak bir İngiliz- Fransız müdahalesi p lan la r ın ı reddetti. Bu tam da Britanya dip lomasisinin beklediği adımdı. Üçlü Müttefikle karşı karşıya kalınca, Fransa, M ısır yüzünden Britanya ile ilişkilerini kötüleştirmeyi göze alamazdı. Fakat aynı zam anda en son istediği şey de Britanya’n ın M ıs ır’ı tek başına elinde tutmasıydı.
De Freycinet tek çıkış yolu olarak Mısır Meselesi üzerine bir konferans toplamayı gördü. Mevcut şartlar altında, en iyi seçeneğin M ısır’ın bağımsızlığını muhafaza etmesi ve Britanya’n ın avucuna düşm ekten sakınılması olduğuna kanaat getirmişti. H atta Arabi’yi desteklemeye bile hazırdı. Freycinet’in de fark ettiği gibi konferans kördüğüm olmuş meseleleri çözecek ve Britanya müdahalesini engelleyecekti.
Süper güçler Fransa’nın bu öncülüğüne arka çıktı. Mısır Meselesi Konferansı 23 Haziran 1882 günü İstanbul’da toplandı. Konferansa, Rusya, Avusturya, Almanya, Britanya, Fransa ve İtalya katıldı. Türkiye konferansa, egemenlik hakların ı ihlal ediyor gerekçesiyle katılmayı reddetti.
Fransa’nın önerisiyle, konferansa katılan süper güçler “M ısır’da herhangi b ir bölgesel kazanç gütmeyecek, olağanüstü ayrıcalıklar tanıyan imtiyazlar ve kendi vatandaşları için ticari avantajlar talep etmeyecekti”. Konferans devam ederken alınan bir diğer karar da, Batılı güçlerin, M ısır’da tek taraflı herhangi bir eylemden kaçınması gerektiğiydi. Fakat Britanya temsilcisi Lord Dufferin bu önergeye çekince koydu ve “Zorlayıcı bir sebep olm aksızın” ifadesini ekletti. Bu hüküm konferans kararların ı boşa çıkarmaya yetti.
Britanya’nın tek yapması gereken zorlayıcı bir sebep yaratmak ve Batılı güçleri bir oldubittiyle yüz yüze bırakm aktı.
İskenderiye B o m b ard ım an ı
İskenderiye kıyı tahk im atla r ı üzerine çıkan anlaşmazlık zorlayıcı bir sebep olarak kullanıldı. Mehmet Ali zam an ında yapılan tah k imatlar tam am ıyla kullan ım dışıydı ve özellikle Britanya d o n an m as ına ait savaş gemileri o lm ak üzere savunm a amaçlıydı. Fakat oldukça kötü durum daydılar . Yabancı donanm alar ın İskenderiye’ye v a rm as ın dan sonra, Mısırlılar, Arabi’nin emriyle kıyı şeridini onarm aya başladı. Britanya’dan gelen bir talep üzerine Babıali tüm tahk im atla rdak i
o n ar ım işinin du rd u ru lm as ın ı emretti. Fakat Tem m uz’da o n ar ım işi devam etti ve İngiltere bu n u hemen bir m üdahale bahanesi o larak ku llandı.
6 Temmuz 1882’de, M ısır’daki Britanya donanm asını komuta eden A m iral Seymour, İskenderiye garnizonu kom utanına tahk im at işlerini durdurm ası için bir ültim atom verdi. Mısırlılar, bir dış tehdit d u ru m u n da, sınırlarını korum a ve kendi bölgelerinde istedikleri inşa faaliyetine girişme hakkına sahip oldukları cevabını verdi. Gönderilen cevapta, Mısırlıların yalnızca onar ım işleri yü rü ttük le r in in ve yeni tahk im atlar, bataryalar gibi şeyler inşa etmeyeceklerinin altı çizildi. 10 Temmuz 1882’de Amiral Seymour, Mısır kıyı tahk im atla rın ın 24 saat içinde teslim edilmesi çağrısında bu lunan ikinci bir ü ltim atom gönderdi. Tereddütsüz bir ret cevabı alınca da askerî operasyonu başlattı. 11 Temmuz 1882’de Britanya gemileri İskenderiye’yi bombalamaya başladı ve kenti bir harabe yığ ın ına çevirdi.
Britanya parlamento üyesi Richards, Amiral Seymour’un eylemini şöyle karakterize ediyordu: “Evimin etra fında aleni kötü niyetle dolanan bir adama rastladım. Kilitleri ve sürgüleri telaşla hallettim ve pencerelerimi sağlamlaştırdım. O, bunun kendisi için bir hakaret ve tehdit olduğunu söyledi ve gelip kapımı yum ruklam aya başladı ve yaptıklarını meşru müdafaa olarak addetti” (Theodore Rothstein, M ısır’ın Yıkılışı, Londra, 1910 s. 214-215). 12 Temmuz 1882’de Arabi, birliklerine yanm akta olan şehirden geri çekilme emri verdi. İskenderiye’de yaşayan binlerce insan da onlarla birlikte ayrılacaktı kentten. D ört gün sonra, Britanya çıkarma birlikleri ıssız kenti ele geçirdi.
1882 İngiliz-Mısır Savaşı
İskenderiye’nin bombalanması 1882 yıllındaki İngiliz-Mısır savaşının başlangıcını da işaret ediyordu. 27 Temmuz’da Avam Kamarası Mısır seferi için gerekli krediyi oyladı. Britanya sefir birliklerinin komutası Sir Garnet VVolseley’e tevdi edilmişti. Yüzlerini Britanya’ya dönen Hidiv ve görevlileri İskenderiye’de kalmış, Seymour’dan tam zam anında uyarı aldıkları için, villa ve saraylarında o turarak bom bard ım anın bitmesini beklemişti.
Hidiv, İskenderiye’den çekildikten sonra, Britanya’ya karşı askerî faaliyetlerini hemen durdurm ası için Arabi’ye emretti. Arabi bu emri dinlemedi ve Mısır halk ına “Mısır ve İngiltere arasında uzlaşmaz bir savaş baş
göstermiştir ve vatana ihaneti kanıtlananlar ... harp yasalarına göre en şiddetli cezalara çarptırılacaktır” duyurusunu yaptı (L. Cromer s. 300)
22 Tem m uz’da Hidiv, Arabi’yi kanun kaçağı ilan etti ve Savaş Bakanlığı görevinden resmî olarak kovdu. Karşılığında Arabi de Hidiv’i vatan hainliğiyle suçladı. “Hidiv İngilizlere yakın duruyor, söylediği her şey onların çıkarına h izm et ediyor. Böylece ülkesinin ve h a lk ın ın çıkarlarını kurban etmekten im tina etmiyor. Bizse yaşadığımız müddetçe halktan vazgeçmeyeceğiz ” demişti 25 Temmuz 1882’deki bir hitabında.
Arabi daha fazla beklemeden bir savunm a örgütlemeye koyuldu. Binlerce köylü ve kentli orduya gönüllü olarak yazılmak için sıraya girdi. Fellahlar ellerindeki kıt b irikimleri son derece iyi niyetle bağışladılar, bu sayede Arabi bütün gönüllülere yeterince silah sağlayabilecekti. Arabi sonbahar itibariyle en az 100.000 silahlı eğitimli adama ulaşmayı u m u yordu.
Vatanîyunların hain olarak addettiği, İskenderiye’de kalan Ragıp Paşa Hiiküm eti’nin yerine, Kahire’de devrimci iktidarın yeni idari birimleri, Olağanüstü Hal Kurulu ve Askerî Kurul, oluşturuldu. Askerî Kurul vatanîyun general ve subaylarından oluşuyordu. Olağanüstü Hal Kurulu ise kısmen vatanîyunlardan ve kısmen de Ulemadan, Kahire’de kalan şeyhler ve ayandan oluşuyordu. İkinci kısım Arabi ve Hidiv arasında gidip geliyordu. Hatta daha sonraları içlerinden bazıları, ulusal o rdunun geri kalanını demoralize ederek İskenderiye’ye kaçtı. Arabi, hainlere devrimci şiddeti uygulayacaktı. H idiv’in gizli servisiyle bağlantısı olduğu ortaya çıkarılan 1000 kadar Kahire ileri geleni tu tuklandı.
M ısır’da savaş halinin yaygınlaşması süper güçleri m em nuniyetsiz kılmıştı. Rusya, bir protesto işareti olarak, delegelerini İstanbul K onferansından geri çağırdı. Almanya ve Avusturya, Britanya’nın, Avrupa’dan gönderilen talimatlarla değil de kendi başına risk üstlenip eyleme girişme özgürlüğünü onaylıyordu. Fransa’nın görüşlerinde de bir birlik yoktu. Afrika’daki Fransız kolonyal genişlemesinin avukatı olan Gambetta , Britanya’yla ortak m üdahale için ısrarda bulunuyordu. Almanya’ya karşı in tikam hazırlıklarını Fransa’nın dış politikasının temel amacı olarak düşünen Clemenceau ise Mısır macerasına katılm aktan yana değildi. De Freycinet ara bir duruş sergiledi. Fransız b irliklerinin M ısır’a gönderilmesini fakat askerlerin görevlerinin yalnızca Süveyş K analın ı korum akla sın ırlandırılmasını teklif ediyordu. Oysa Millet Meclisi, Mısır seferi için gerekli kredilerin oylanmasını reddetti ve Freycinet 29 Temmuz 1882’de istifa etti. Freycinet’in yerine Başbakan
olarak geçen Duclerc, Clemenceau’nun M ısır Meselesine katı lm a konusundaki itirazını paylaşıyor ve esasında Britanya’nın eylem serbestisin! onaylıyordu.
İstanbul Konferansına katılan süper güçler yine de Britanya m üdahalesini engellemek için Türklerin olaya dahil edilmesi ka ra rm a vardılar. 6 Temmuz 1882 gibi erken bir tarihte Sultana, M ısır’a belirli koşullar altında (statükoyu m uhafaza etmek, Mısır’ın içişlerine karışm am ak ve işi üç ayla sınırlandırmak) askerî birlikler göndermesi tavsiyesinde bu lundular. Sultan 20 Temmuz’da bu şartlara razı oldu ve uluslararası konferansa kendi temsilcilerini gönderdi. 26 Tem m uz’da Türkiye, M ıs ır’a askerî birlik göndermek için hazır olduğunu duyuracaktı. Britanya, Türkiye’yle işbirliğini kabul ederse, başladığı faaliyetlere devam edeceği cevabını gönderdi. Aslında Britanya Türkiye’yle işbirliğinden kaç ınm ak için her şeyi yapmıştı. İs tanbul’daki Britanya Büyükelçisi Lord Dufferin bir buçuk ay içinde bir İngiliz-Türk Askerî Anlaşması haberini sızdırdı. Ancak13 Eylül 1882’de, Britanya’n ın zaferiyle ve Kahire’nin ele geçirilmesiyle sonuçlanacak Tel-El-Kebir savaşının o lduğu gün, Granville (Britanya Dışişleri Sekreteri) DufFerin’e, İngiliz-Türk Askerî A nlaşm asın ın im zalanması onayım verdi. Fakat daha sonra, Lord Dufferin’e “herhangi bir acil du rum un kalmadığını, Ekselanslarının ve Sultan’ın a r t ık Mısır’a asker göndermeye gerek kalmadığını düşündüğünü ” belirten bir telgraf gönderdi (L Cromer s. 320). Sonrasında İngiliz-Türk görüşmeleri koptu ve Türklerin müdahalesi de gerçekleşmedi. Bundan tam bir ay önce, süper güçler İstanbul Konferansının, Britanya müdahalesini engellemekte etkisiz olduğuna ve bu yüzden de bir faydasının olmadığına inanm ış ve Konferansı 14 Ağustos 1882 günü sonlandırm a kararı aldı. Dolayısıyla Britanya diplomasisi m üdahalenin yalnızca kendi birlikleri tarafından yürü tü lm esin i sağladı ve M ısır’ı tek başına işgal etti.
Peki askerî kanatta ne olmuştu? İngilizler, Mısır’a kuzeyden Akdeniz yönünde ve doğudan Süveyş Kanalı boyunca saldırabilirdi. Kuzey rotası bataklıklarla engellenmişti ve bataklıklar arasındaki geçitlerde Arabi oldukça güçlü savunm a hatları kurm uştu . İngilizlerin Kafr-El-Davar (İskenderiye yakın larında bir kent) boyunca yaptığı bir yarm a hareketi başarısız olacaktı.
Mısır doğu s ın ırların ın içinde bulunduğu savunma hali daha az elverişliydi. Britanya kuvvetlerinin Süveyş Kanalı Bölgesinde karaya çıkacakları ve bunun da Batılı güçler ve Türkiye tarafından benimsenen kanalın tarafsızlığı ilkesini ihlal an lam ına geleceği bir gerçekti. Bunu
yanı sıra, İngilizler çölü geçmek zorunda kalacaklardı. Fakat Mısırlılar en iyi birliklerini Delta’da topladılar. Mısır o rdusunun sağ kanad ın ı ko rum ak için Kurmay Başkanı M ahmut Fehmi, Süveyş K analın ı faaliyet dışı bırakmayı ve temiz su kanallarını kesmeyi teklif etti. Bu iki önlem Mısır’ın doğu sınırlarını güvenceye alacak ve Mısırlıların düşm anlar ına karşı uzun süre direnebilmesini m ü m k ü n kılacaktı. Süveyş Kanalı Başmühendisi Ferdinand de Lesseps, M ahm ut Fehmi’nin planına itiraz edecekti. Şirketin kârından endişe duyduğu için, Kanalın düzenli bir şeklide işlemesinde ısrar ediyordu. Arabi’ye, İngilizlerin Kanal bölgesinden karaya çıkmalarına izin vermeyeceği şeref sözünü verdi ve Arabi de, de Leseeps’e güvenerek, M ahm ut Fehmi’nin üzerinde düşünüp taşındığı önlemlerini iptal etti. Bu kararla Arabi, ölümcül bir politik ve askerî hata yapmıştı.
Oysa VVolseley doğudan saldırdı ve bu sayede Akdeniz’deki Mısır tahkim at hatlarını devre dışı bıraktı. 2 Ağustos’ta İngilizler tek bir kurşun dahi atmadan Süveyş’i ele geçirdiler. Aynı zamanda Ağustos başlarında, Arabi’yi ana saldırı noktasından uzaklaştırmak için, İskenderiye yakınlarında bir karışıklık çıkardılar. De Lesseps’in sözüne rağmen İngilizler 20 Ağııstos’ta birliklerini Port-Said ve İsmailiye’ye çıkaracaktı. Nil vadisi, Mısır ordusunun en kötü birim lerin in konuşlandığı doğuya doğru uzanıyordu. Bu birliklerin çoğunluğu az eğitimli askerlerden ve düzensiz bedevi topluluklarından oluşuyordu. Britanya saldırısı başladığında, bedevi ordusu, İngilizlerin talimatıyla onların bölgesine nüfuz eden ve birçok şeyhi rüşvetle aldatan Sultan Faşa tarafından zaten mah- vedilmişti. Saldıran tarafın kesin saldırı için hazırlıkları üç hafta sürdü. 13 Fylül 1882’de bir gece yürüyüşünün ardından, beklenmedik bir şekilde Tel el-Kebir’deki Mısır saflarına saldırdılar. Her şey y irm i otuz dakika içinde gerçekleşti. Bedeviler hiçbir direniş göstermeden topukla- mıştı. Arabi, dağılan birlikleri toparlamak ve bedevileri çarpışma yerine geri çağırmak için aceleyle savaş alanına yetişti. Fakat bedevi şeyhleri onu taş atarak karşıladılar.
İkna çabalarının yarasız olduğunu anlayınca Arabi, mücadeleyi sürdürm ek ve Kahire’yi güçlendirmek için ısrarcı olduğu Olağanüstü Hal K uru lunun bir toplantısından hemen sonra şehri terk etti. Oysa Abdııl Al, Abdullah Nedim ve Kahire civarındaki bölgelere saldırıya geçmeyi öneren M ahm ut Sami de onun arkasında durm uştu . Olağanüstü Hal Kurulu’ndaki toprak sahipleri teslim olma yönünde oy kullandı ve Arabi kuru lun kararına uyarak ikinci hatasını yaptı. En iyi birimleri kuzeyde
konuşlanmış olan Mısır ulusal ordusu hâlâ sağlamdı. D üşm an yalnızca İskenderiye ve Süveyş Kanalı Bölgesini ele geçirmişti, geri kalan k ısım lar hâlâ Mısırlıların elindeydi. Direniş gayet m üm kündü, fakat hiç kimse de böyle bir öneride bulunm adı. Mısır ordusu, Britanya silahlarıyla değil; bedevi şeyhlerinin ve Kahire seçkinlerinin ihanetiyle, ayrıca böylesi k ritik b ir anda diktatoryal davranm a cesareti gösterememesi ve yüzünü düşm ana dönmüş Olağanüstü Hal K u ru lu n u feshedememesi yüzünden Arabi Paşan ın bizzat kendi tereddüdüyle yenilgiye uğramıştı.
Gericiliğin Zaferi
14 Eylül akşam ında İngiliz-Hint süvarileri Kahire’ye iyice yaklaştı ve Arabi de sonunda İngilizlere teslim oldu. Kafr ELDavar, Ebu Hur ve Dim yat’taki birlikler de silahlarını bırakacaktı. 24 Eylül 1882’de Hidiv Tevfik ve “bakanları” başkente geldi. Tutuklu karşı-devrimciler serbest bırakıldı ve gericiler zaferlerini kutlamaya başladılar.
İşgalciler, Mısır o rdusunu silahsızlandırıp terhis ettiler. Direniş gösterecek birimlerin üzerine cezalandırıcı birlikler gönderildi. Üstelik Mısır halkına 9.000.000 £’luk bir tazm inat kabul ettirilecekti. İstanbul Büyükelçisi Lord Dufferin, bağımsızlık mücadelesinde yer alanların cezalandırılması işlemini yönetmek için Kahire’ye geldi. Aralık 1882’de Arabi ve yardımcıları ölüm cezasına çarptırıldı, fakat Arabi’nin infazının yeni bir isyan doğurabileceğini fark eden Dufferin bunu ebedi bir Seylan sürgününe çevirdi. İsyanın altı lideri de Arabi’yle birlikte gönderildi. Çok sayıda vatanîyun Mısır’dan kovuldu. Asilerin çoğu suçlu olarak alındı ve İngiliz sorgucularca işkenceye tabi tutuldu. Askerî m ah keme çoğunu hapse m ah k u m etti ve uzak vahalara sürgüne yolladı.
Lord Dufferin raporunda esaret altındaki halkın ihtiyacı olan şeyin bir anayasal düzen değil, dem ir bir y u m ru k olduğunu yazacaktı. Bu ilke gereğince Lord Dufferin, Mısır’da kolonyal bir despotik rejim ve keyfi bir yönetim inşa etti. Britanya’nın 1883’te, M ısır’ın m utlak yöneticisi olarak atadığı Binbaşı Baring (Lord Cromer) ise bu rejimin önemli bir temsilciydi.
B R İ T A N Y A Y Ö N E T İ M İ A L T I N D A M l S I R
( 1 8 8 2 - 1 9 1 4 )
Britanya İşgalinin Süresi Meselesi
İngilizler Kahire’ye girdikten birkaç gün sonra, Fransa Başbakanı Duclerc, Britanya Dışişleri Bakanı Granville’e hüküm etin M ısır ile ilgili niyetini sordu. Granville, bu işgalin geçici olduğu ve M ısır’daki meseleler hallolur hallolmaz sonlanacağı cevabını verecekti. Aynı şekilde Britanya devlet adam ları da birliklerinin Mısır’dan, düzen sağlanır sağlanmaz çıkacağına dair kamuoyuna sık sık açıklama yapıyordu. Başbakan Gladstone 1884’te, Avam Kam arasında yaptığı söz konusu açıklamalardan birinde, Britanya birliklerinin Mısır’dan çekilmesinin bir g u ru r meselesi o lduğunu belirtti.
Britanya, Mısır’ı ciddi bir uluslararası krize neden olacak şekilde ilhak etmemişti. Fransa’nın böylesi bir ilhaka karşı geleceğinin ve Rusya’nın da onu destekleyeceğinin farkındaydı. Aynı şekilde Türkiye’n in de bu işgale karşı çıkacağı aşikârdı, fakat doğrusunu söylemek gerekirse, Fransa ve Rusya Mısır meselesine dahil olmasaydı, Britanya’nın Türkiye’yi çok da önemseyeceği söylenemezdi.
1884’te Fransa, Granville’den Britanya birliklerinin M ısır’dan geri çekilmesini talep etti. Britanya da 1888 başlarında bu eylemi zaten gerçekleştireceği sözünü verdi. 1885’te Fransa’nın da baskısıyla, Britanya, askerlerinin Mısır’dan tahliyesi konusunda İstanbul’la görüşmelere başlayacaktı. Fakat Britanya görüşmeleri m ü m k ü n olduğunca uzatm ış ve Mısır’a biri Türk diğeri İngiliz olmak üzere iki temsilci göndermeyi teklif etmişti. 1887 yılına dek bir İngiliz-Türk anlaşması tasarlanamayacak- tı. Britanya anlaşmanın yürürlüğe girdiği tarih ten sonra üç yıl içinde, bu dönem de Mısır’ın güvenliği için iç veya dış yeni bir tehlike vuku bul-
mazsa, bu ülkeden çekilmeyi taahhüt ediyordu. Bu önkoşul, anlaşmayı olağan dışı bir şekilde riskli kılıyordu. Bu haliyle bile Britanya anlaşm anın, harici ve dâhili bir tehlike durum unda, ülkeyi yeniden ilhak etme garantisini kendisine sağlamasını talep ediyordu. Sultan kati suretle an laşma taslağına itiraz edecekti.
Peki, süper güçlerin anlaşm a taslağına tepkisi neydi? 1882’de, Fransa ve Rusya’ya karşı bir savaş hazırlığında olan Almanya, Üçlü İttifak olarak bilinen ve Avusturya-Macaristan ve İtalya’yı da arkasına aldığı bir emperyalist blok oluşturmaktaydı. Öte taraftan Alman tehdidi Fransa- Rusya yakınlaşmasını beraberinde getirecekti. Bu d u rum da Britanya “m ükem m el yalnızlık” o larak bilinen politikayı gütmek için, bu iki blok arasında hakemlik rolü oynamayı deniyordu. İki bloğa da katılmadan, Avrupa siyasetinde egemen hale gelebilmek için, hakemlik rolünü sürdürüyordu. Fakat yine de içten içe Üçlü İttifak ı destekliyordu. Yani Üçlü İ t t i fak a karşı dostane bir tarafsızlık güdüyorken, Fransız-Rus bloğuna da düşm anca bir tarafsızlık sergiliyordu. Britanya’nın, Fransa’yla arasındaki ilişkilerin temel çerçevesi Afrika’daki anlaşmazlıklar üzerinden belirleniyordu, aynı şekilde Rusya’yla ara larındaki ilişki ise genel olarak O rta Doğu’daki çelişkiler temelinde çiziliyordu. Almanya, Avusturya- Macaristan ve İtalya, Britanya’yı m innetta r kılarak Mısır işgalini onayladılar. Diğer yandan, Fransa ve Rusya padişaha arka çıkıp, Britanya birliklerinin Mısır’dan tahliye edilmesini talep etti. Bu şar tlar altında padişah Britanya planlarını reddedecekti. Nihayetinde hiçbir şekilde bir anlaşmaya varılamadı ve Britanya ordusu Mısır’da kalmaya devam etti. Üstelik Mısır hâlâ Osmanlı İm para to rluğunun bir parçası olarak addediliyor ve Britanya bu ülkedeki güçlerini yakın gelecekte tahliye edeceğine dair güvenceler veriyordu. Ocak 1888’de bir Britanya devlet adamı, Fransız diplomat de Laboulaye’a ara larındaki ihtilafın yalnızca Mısır’dan kaynaklandığını ve Fransızların, Britanya’nın M ısır’da sonsuza kadar kalacağına dair yanlış bir düşünceye sahip o lduğunu söyleyecek ve İngiltere’de kalıcı bir Mısır işgalini program ına dahil etmiş tek bir politikacının dahi olmadığını da ekleyecekti. Britanya’nın ülkeden ayrılma niyetinin o lduğunu ve bunun ancak kesin bir düzen sağlanm asından sonra m üm kün olabileceği ifade ediliyordu.
Bu şekilde Britanya, Mısır Meselesi üzerinde diretmeye devam ediyordu. Teknik olarak M ısır’dan çekileceklerini ima ediyorlar fakat pratik o larak da bulundukları yerde kalmaya devam etmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. 1887’den sonra Fransız ve Türk diplomatlar
sürekli olarak Britanya birliklerinin M ısır’d an tahliyesi konusunu tekrarlayıp duracaktı. Britanya ise tüm sözlü ifade biçimlerinde cevaplar veriyor fakat yine de vazgeçmiyordu. Geniş kapsamlı bir değişikliğin meydana geldiği 1904 yılına kadar da böyle devam edecekti.
8 N isan 1904’te Britanya ve Fransa, İngiliz-Fransız İtilafı’n ın başlangıcını işaret eden bir dizi anlaşmaya im za attılar. Bunların arasında Mısır ve Fas üzerine, gizli ve açık maddeler ihtiva eden İngiliz-Fransız Deklarasyonu da bulunm aktaydı. Deklarasyonun açık k ı s m ı : “Britanya M ajestelerinin Devleti, M ıs ır’daki politik statüyü değiştirmek gibi bir niyetinin olmadığını aç ık lam ıştır” diyordu (Örneğin Mısır Britanya işgali a l t ında Osmanlı İm para to r luğunun bir parçası olarak kalacaktır -V. L.).
“Fransız Cumhuriyeti H üküm eti de kendi payına, Britanya’n ın bu ülkedeki eylemlerini, işgalin zaman sınırını sorgulayarak ya da başka herhangi bir şekilde engellemeyeceğini açıklıyordu”(L. Cromer op cit. Cilt II, s.391). Bu sayede Fransa, Britanya’nın M ısır’daki hareket özgürlüğünü onaylayarak, karşılığında kendisi de Fas’ta aynı serbesti kazanıyordu.
Deklarasyonun gizli maddeleri Britanya’nın Mısır’daki politikalarını değiştirme ihtimalini tasavvur ediyordu, örneğin Mısır’ı farklı biçimlerde ilhak etme ihtimallerini. Bunun yanı sıra, Britanya’n ın ko şulların zorlaması kaydıyla bunu icra edeceği göstermelik şartı oluşturuldu. Tabiatiyle şartları her zaman kendileri belirleyebiliyordu. 1904’te Mısır’ın işgali üzerine yürütülen İngiliz-Fransız ihtilafı çözülmüştü. Aynı zam anda Mısır’ın Kamu Borçları ve Süveyş Kanalı rejimi an laşmazlıkları da hallolmuştu.
Süveyş Kanalı Rejimi
Süveyş Kanalı rejimi meselesi yirmi yıldan beri Fransa ve Britanya arasında bir çatışma kaynağıydı. Fransa, Mısır’ın ilhakının Süveyş Kanalı’ndaki denizyolunu tehlikeye atacağı korkusuyla, uluslararası bir kontrol birliği oluşturulmasında ısrar ediyordu. 1885’de onun insiyati- fiyle, Süveyş K analının serbest kullanımını güvenceye alacak tedbirler üzerinde çalışan uluslararası bir komisyon kurulacaktı. Uzun süren çetin bir mücadelenin ard ından komisyon, kanalda serbest dolaşımı sağlayacak bir konvansiyon taslağı hazırladı. Bu sözleşme 29 Ekim 1888’de, Fransa, Rusya, Almanya, Avustıırya-Macaristan, İtalya, İspanya, Hollanda ve Türkiye’nin temsilcileri tarafından İstanbul’da imzalandı.
1888 İstanbul Sözleşmesi, “Süveyş Denizcilik K analın ın her zaman, savaşta ve barışta, tüm ticaret ya da savaş gemilerine bandıra ayrımı yapm aksızın açık ve serbest olması” şartını getirmişti. Sözleşmeye göre savaş gemileri Kanal Bölgesinde 24 saatten fazla oyalanmayacaktı. Dolayısıyla Britanya donanm asını Süveyş Kanalı sınırlarında tu tm a fırsatından m ah ru m kalacaktı. Bunun yanı sıra Sözleşme, yine Britanya’nın çıkarlarını etkileyecek olan, Kanal Bölgesinde tahk im at yapılanmalarını, askerî birlik konuşlandırılmasını ve m ühim m at depoları kuru lm asın ı yasaklıyordu.
Britanya Devleti 1888 Sözleşmesine karşı çıktı ve onun pratik uygulam aların ı engelleyebilmek için elinden geleni yaptı. Hatta sonunda Sözleşmeyi imzaladığında, imzasını geçersiz kılacak ve Sözleşmeye katılm am a anlam ına gelebilecek bir çekince formüle etti. Ancak 1904 yılında İngiliz-Fransız ilişkilerindeki genel düzenlemelerden sonra bu çekince kaldırılabildi, Britanya 1888 İstanbul Sözleşmesine gerçekten dahil oldu ve yürürlüğe koyulmasına rıza gösterdi. Uluslararası politik d u rum da Mısır’ın konum una dair bu kısa özetten sonra Britanya’nın 1906 yılında Sina Yarımadasını işgal ederek Mısır bölgesinin topraklarına kattığım belirtm ek gerekir. Bu olay, Babıali kanad ından nafile itirazlar yükselmesine neden oldu ve Fransa’nın artık m üdahil olm am asından ötürü, Britanya Süveyş K analın ın savunması için bir alan ve yaklaşan dünya savaşında Filistin'e saldırabileceği bir sıçrama tahtası yarattı.
M ıs ı r ’ın Mali D u ru m u Sorunu
20 Eylül 1882’de Britanya birlikleri Kahire’ye girer girmez, Fransa’yı M ısır’ın mali du rum undak i İkili Kontrol’ün sona erdiğine dair bilgilendirdi. Mısır üzerinde bütünüyle bir egemenlik kuram adığı için, Fransız mali kontrolörlerin Britanya yetkilileri ile birlikte varlık göstermesine izin vermek istemiyordu. Bunun yerine Fransa’ya Kamu Borçları
Komisyonu başkanlığını önerdi. Fransa ise “Fransa’nın asaletinde Kontrol’ün kaldırılmasına denk olarak, kasiyer gibi pozisyonu kabul etmek yok tur” diyerek reddetti (L. Cromer Cilt I, s. 340).
M ısır’ı ele geçirdikten sonra Britanya, burayı kendi sanayisi için bir p am u k merkezine dönüştürm eye başladı. Bunun için, Britanya’nın Mısır’daki masrafları üstlenmekte oldukça gönüllü davrandığı geniş ölçekli sulama kanalı inşaatları gerekliydi. Dahası, Britanya M ısır’a taz
minat ödemesi için baskıda bulunuyordu (İskenderiye’deki askerî operasyonlar sırasında oluşan zararlar için Britanya’ya yapılacak ödeme). Sonuç olarak, Mısır bütçesini açıksız bir vaziyette dengeleyemiyorlardı. Bu sorunları çözmek için Britanya, temel maddeleri aşağıdaki gibi olan bir finansal tedbir planı oluşturdu;
1) tahsis edilmiş ve edilmemiş gelirin bir kısmının likiditasyonunu öngören yasanın feshi; tahsis edilmiş gelir fazlasının Mısır bütçesine transferi
2) önceki kredilerin ödemesinin kısmi ya da geçici olarak d u rd u ru lması
3) M ısır’a yıllık yüzde 3 faizle 9.000.000 £’luk yeni bir kredinin tahsisi4) devlet ve Hidiv m ülklerini satma hakkı3) M ısır’daki yabancı sakinlerden vergi alm a hakkı.Tabi Britanya’nın bu planı Mısır kreditörlerinin onayı olmaksızın
sürdürmesi olanaksızdı. Aynı şekilde Fransa da kati surette bu tedbirlere itiraz etti. Bu yüzden Britanya sonrasında, Mısır Kamu Borçları üzerine Londra’da yapılacak bir konferans teklifinde bulundu. 1884 yılında Temmuzdan 1 iylüle kadar süren konferansta bir sonuca varılamadı. fakat Mart 1883 e kadar süren uzun görüşmelerden sonra Lransa, Britanya planlarını, yeni kredilerin uluslararası bir garantisi olması koşuluyla -ö rneğ in Fransa'ya krediler üzerinde kontrol hakkı tanıyarak- kabul edecekti.
18 M art 1885’te Londra’da, Mısır Kamu Borçları üzerine uluslararası bir sözleşme imzalanacak ve Britanya’nın talepleri karşılanmış olacaktı. Fakat Fransa’nın ısrarı üzerine sözleşmeye şu koşul da eklenecekti: eğer Britanya üç yıl zarfında M ısır’da bütçe denkliği sağlayamazsa, Mısır mâliyesinin donelimi uluslararası komisyonun kontrolüne geçecekti. Bu şart Britanya için oldukça tehlike arz eden bir durum du ve bu yüzden Mısır mâliyesini bir düzene sokmak için elinden geleni yapacaktı. Bir kur reformu gerçekleştirmiş (1885); öşür ve haraç topraklan ayrımını kaldırıp vergileri artırmış, devlet yönetimindeki birçok birimi, özellikle kamusal eğitim masraflarını keserek, ekonomikleştirmişlerdi. Böylece dolaylı vergilerin oranı bariz bir şekilde arttı. 1888 itibariyle sonuç, Britanya’nın Mısır bütçesini ayarlamış ve Fransa’yı Mısır’ın mali meselelerine m üdahale etmek için bir gerekçeden m ah ru m bırakm ış olduğu yönündeydi.
Britanya Mısır’ın mali d u rum unu güçlendirerek, 1890’da Kamu Borçlarını tahvile döndürdü ve faiz oranların ı devlet borçları seviyesine
indirdi. 1904’te İtilaf anlaşması imzalandığında, Fransa borçların dö nüştürülm esine rıza gösterdi ve Mısır g ü m rü k daireleri ve demiryolları üstünde yabancı kontrolünün, borçların ödenm esinde kullanılan gelirlerin tasfiyesi, Mısır bütçesini iki bölüme ayırm a pratiğinin askıya alınması, Caisse de la Dette (Kamu Borçları Komisyonu -çev.) fonksiyonlarının değiştirilmesi gibi Britanya m akam ları tarafından a lm an tedbirleri destekledi.
1898’de Britanya M ısır Ulusal Bankas’nı kurdu. Fakat ism ine rağmen banka ulusal değildi, Mısırlılara ait olmayan özel bir Britanya ban- kasıydı. Diğer Britanya banka la rın ın aksine bu bankaya merkez b an kası fonksiyonları atfedilmişti. Mısır b ankno tla r ı basmış ve tü m Mısır h üküm etlerin in parasını gözetmişti. Mısır Kamu Borcundan alm an gelirler düzenli bir şekilde kasalarına akmaktaydı. Toplam borç m iktarı da 100.000.000 £ seviyesinde sabidendi. Yabancı kreditörler yılda 4.500.000 £ ödeme alıyordu. Bunun yanında Mısır, Babıali’ye yıllık 600.000-700.000 £ arası haraç ödüyordu. Bu haraç da Türk ler in k re dileri için bir teminat o luşturuyor ve Avrupalı tefecilerin cebine gidiyordu. Mısır yabancı bankerlere toplamda, ilkin bütçenin yüzde 50’sine sonradan da 30’ıına tekabül eden yıllık 5.00().00()£’un üzerinde ödeme yapıyordu.
Britanya’nın Mısır’daki iktisadi Politikası
M ısır’da, Britanya bankaları ve onların temsilcileri tarafından sürdürülen iktisadi politika, Britanya finans kapitalinin (mali sermaye) bir yandan M ısır’ı tefecilik araçlarıyla bütünüyle sömürmek, diğer yandan da kendi sanayisi için bir pam uk üssüne dönüştürm ek için attığı ad ım ları yansıtıyordu. Bu du rum , ekonomik önlemlerde ve ayrıca Britanya işgali süresince yabancı sermaye yatırım ların ın sergilediği eğilimlerde gözlemlenebilir.
Süveyş Kanalı Şirketininkiler yeni sermaye yatırımları işgalin ilk yıllarında görece düşüktü. 1883-1897 arasında 6.600.000£ civarındaydı. Fakat sonra keskin bir artış gösterecekti. 1907 ekonomik krizini önceleyen 1897-1907 finansal patlaması esnasında Mısır’daki yabancı sermaye yatırımları 73.5()0.000£ gibi muazzam bir rakama ulaşacaktı. Krizden sonra ise yeniden azalacak ve 1907-14 arasında 13.000.000£ civarına inecekti.
Sanayi yatırım larının oranı öte yandan, önemsiz sayılabilecek ölçüdeydi. 1883-97 arasında toplam yatırımın yüzde 29u civarındaydı ve patlama yıllarında ise (1897-1907) daha da azalarak 9,3 oldu. Peki, bu m uazzam miktarlardaki yabancı sermaye nereye harcanmıştı? Temel olarak ticarete, bankalara, mortgage bankalarına, arazi şirketlerine ve kamu hizmetlerindeki imtiyazlı girişimlere. 1914 için sunulan hesaplara göre, 210.000.000£’un (M ısır’daki toplam yabancı sermaye yatır ım ları) 166.300.000’i ya da diğer bir değişle yüzde 79’u üretken olmayan yatırım lara (kamu borcu, ipotek ve bankalar), 26.500.000’i ya da yüzde 12,6’sı ulaşım ve ticarete ve yalnızca 10.500.000’i yani yüzde 5’i sanayi ve inşaata harcandı. Mısır’daki yabancı sermaye aşikar bir biçimde tefeci karakterliydi ve Mısır’ın üretici güçlerinin gelişimini teşvik etmiyordu. Pam uk yetiştiriciliği Mısır ekonomisinde, Britanya kapitalistlerinin ve işgal otoritelerinin ilgilendiği yegâne daldı. İşgal süresince, M ısır’daki bütün yaşam tek bir amaca kilitlenmişti: Britanya sanayisi için ham pamuk üretimi.
Pam uk yetiştirime niyetiyle Britanya otoriteleri geniş çaplı sulama işleri yürütüyordu. 1890-1914 döneminde birçok baraj ve sulama ağı inşa edilmişti, bilhassa 1912’deki eklemelerle 2.300.000.000 m etreküp suyu
tu tm a kapasitesindeki eski Aswan Barajı (1902). Bütün yıl sulama sistemi Aşağı Mısır’a ve ayrıca O rta Mısır’a yayıldı. Bunun bir sonucu olarak, ekilmiş toprak miktarı 1877’de 4.472.000 feddandan 1913’te 5.503.000 feddana yükseldi. Pamuk üretimi Britanya sermayesi tarafından hemen hemen tekelleştirilm işti.
Temel pam uk üreticileri Mısırlı fellahlardı. Pamuğun büyük bir bölümü, fellahlar tarafından işlenen küçük arazilere ekiliyordu, fakat toprağın önemsiz bir m iktarı onlara aitti. 1914 yılında örneğin, bütün arazilerin yüzde 44’üne tekabül eden 2.397.000 feddan arazi 12.500 top rak beyine aitken, yalnızca 1.954.000 feddan yani yüzde 35,8 arazi (on fedanda kadar toprağın sahibi) 1.491.000 köylünün payına düşüyordu. Köylülerin topraklarını parselleme işlemi aniden ivme kazandı. Yirmi yıl içinde (1894-1913) beş feddandan az toprağa sahip köylü sayısı üçe katlanmıştı. Mısır pam uk plantasyonlarının büyük çoğunluğu do ğ ru dan ya da dolaylı olarak yabancı sermaye tarafından kontrol ediliyordu. 1910’da yabancılar özel mülikyette bulunan tü m arazilerin yüzde 13’üne denk gelen 700.000 feddan araziye sahipti. Oysa yabancıların kontrolü
altında olan yerler yalnızca kendi mülkleri değildi. Dolaylı olarak, ipotekler aracılığıyla arazilerin yüzde 27’si mortgage bankaları ve şirketler ta ra fından rehin tutuluyordu.
Sulama sistemi, pam uklu sanayide Britanya egemenliğinin anahtar etmeniydi. Başlıca barajlar ve ana kanallar Mısır halkına m asraf edilerek inşa edilmişti fakat İngiliz müfettişler ta ra fından kontrol ediliyordu. Saçaklanmış perifer kanalları ve arazilere su tedarik eden dar su yolları, ana kanallardan gelen suyu dağıtıyordu. Periferik sulama ağı İngiliz özel sulama şirketleri ta ra fından yapılmıştı ve kullanımları karşılığında pam uk yetiştiricisi fellahlardan büyük meblağlar almıyordu. Britanya kontrolünde olan yalnızca toprak ve su değildi, temel pam uk ipliği işleme ve temizleme sanayisi de öyleydi.
Pam uk trenlerle, nehirler ve kanallar boyu da teknelerle ve benzeri yöntemlerle taşınıyordu. M ısır’ın içlerinden İskenderiye’ye pam uk taşıyan buharlı gemi hatları da İngilizlere aitti. Başlıca demiryolları Mısır devletine aitti ama kontrolü yine İngiliz müfettişlerin ellerindeydi. Dahası, Britanya ve bazı Fransız şirketleri perifer için bir dizi dar aralıklı demiryolları inşa ettiler ve pam uğu içlerden ana yollara buradan da İskenderiye’ye aktardılar. Bütün pam uk ticareti de, harici ve dahili, İngilizlerin elindeydi. M ısır’daki bankaların ın , iç ve dış ticarete krediler sağlayan pam uk departm anları vardı. Pam uk alımı yerel tüccarlar ta ra fından yapılıyordu, bun ların da tüm ü ilgili Britanya banka la rın ın ve ihracat şirketlerinin temsilcileriydiler. Aynı şekilde ihracat işlemlerin in de neredeyse tam am ı İngilizlerin kontrolü altındaydı. M ısır’dan Britanya’ya olan taşımacılığı Britanya buharlı gemi hatları gerçekleştiriyordu. İskenderiye pam uk pazarı İngilizlerindi. Diğer bir deyişle pam uk endüstrisinin, ekimden işlenmesine ve ihracına, bütün mekanizmaları İngiliz kapitalistlerin ellerinde yoğunlaşmıştı.
Mısır adeta bir tek ekin ülkesine dönüşm üştü. Pam uk tarlaları 1879’da 495.000 feddandan 1913’te 1.723.000’e çıkmıştı. Bu sürede, ekilebilir alanlardaki önemli genişlemeye rağm en pam uk üretim ine ayrılan topraklar yüzde 11,5’ten 22,5’e çıkmıştı. 1910-14 arasında pam uk, top lam tarım sal üre tim in yüzde 43’üne ulaştı. İhracatı ise 1884’te 3.500.000 kantardan , 1913’te 7.400.000 kantara çıktı ve Mısır ihracatın ın yüzde 85’ine tekabül ediyordu. İngiliz yetkililer p am uk ekimini geliştirip diğer tüm tarım sal dalları boğm uştu . 1879-1913 arasında buğdayın oranı yüzde 20,6’dan 16,9’a, a rp an ın k i ise 11,1’den 4,8’e düştü. 20. yüzyıl başlarında Mısır tahıl ve un ithal etmeye başlayacaktı. Ayrıca şeker kamışı ve
keteni de benzer bir süreç bekliyordu. 1883 yılında Mısır’da tü tü n ekimi yasaklandı ve bu sayede b ü tü n topraklar p am u k ekimine dönüştürüldü. M ısır’ın tü tü n fabrikaları, Türkiye ve Balkanlardan ithal edilen tü tü n lerle işletilecekti.
İngiltere, Mısır sanayisinin gelişiminin önünü kesmişti. Pam uk temizleme ve bir ölçüde de madencilik endüstrisi yegane istisnalardı. P am uğun endüstriyel işlenmesi, liflerin tohum lardan ayrılması, güya ekonom inin yararına hem en oracıkta gerçekleştiriliyordu, fakat geriye kalan bü tün evreler Brtianya’da yapdıyordu. Dünyadaki en iyi pam uğu yetiştiren ve dünya üre tim inde ikinci ya da üçüncü sırada olan Mısır, dahası pam uk diyarı olan Mısır tek bir pam uk fabrikasına sahip değildi ve ürettiği pam uğun tam am ın ı Britanya başta olmak üzere, dışarıya ihraç ediyordu. İşin daha da vahim yanı, pam uk diğer ülkelerde işlendikten sonra Mısır pazarlarına hazır ürünler olarak giriyordu. Mısır tek başına Britanya sanayisinin ihtiyaç duyduğu ham pam uğun üçte birini karşılıyordu.
Enerji mühendisliği ülkelerin sanayileşmesinde oldukça önemli bir role sahiptir. Mısır’da köm ür yatakları yolcu ve böyle bir d u ru m d a su enerjisi hayati bir öneme sahip oluyordu. Mısır barajları hidroelektirik santralleri inşa etmek için bir dizi fırsat sunuyordu. 1902 yılında eski Aswan Barajında bir enerji istasyonu ku rm a projesi oluşturuldu, fakat maalesef planlanma aşamasını geçemedi. M ısır’ı esas metropol ülkenin tarım sal ve ham m adde sağlayan bir eklentisi gibi tutarak Britanya, Mısır’ın endüstriyel gelişimini kendisi için kârlı olmadığı gerekçesiyle um ursam adı.
Mısır’ın Devlet Yapısı (1882-1914)
1882 yılında Mısır bir Britanya sömürgesi haline gelmiş olmasına rağmen 1914’e kadar uluslararası statüsünde herhangi bir değişiklik olmayacaktı. Emperyalistler arasındaki çekişmelerden ö türü Britanya, M ısır’ın ilhak edildiğini duyurm aktan ya da ülke üzerinde bir hamilik k u rm ak tan imtina ediyordu. Resmî olarak ülke hâlâ Osm anlı İm paratorluğunun bir parçası olarak görülüyordu ve Britanya sadece “geçici bir işgal g ücü” olarak hareket ediyordu.
Hidiv’in başkanlığını yaptığı önceki ik tidar organları varlığını sürdürm üş ve hüküm etin dizginleri 1892 yılma kadar Tevfik’in elinde olmuştu. O nun ölümünden sonra, yerine M ısır’ı 1914 yılına kadar yönete
cek olan oğlu II. Abbas H ilm i geçecekti. Hidiv Abbas yönetim inde altı bakanlı bir kabine kuruldu. Hidiv, 1 Mayıs 1883’te iki meclis binası, bir Yasama Konseyi ve bir Meclis-i Umumi inşa ederek anayasayı resmen ilan etti. Yasama Konseyi o tuz üyeden oluşuyordu. Bu üyelerin on dördü atanmıştı, diğer on altısı ise İl Meclisleri ta ra fından seçiliyordu. Meclis-i U m u m in in ise tüm bakanlar dahil, Yasama K onseyinin otuz üyesi ve ayrıca aşırı derecede valıklı k ırk altı delegeden oluşan seksen iki üyesi vardı. İki daire de iki yılda bir bir araya gelirdi. Yasama yetkisine sahip değillerdi, yalnızca hüküm et tarafından gönderilen hesaplar üzerin de tartışıyorlardı. Üstelik kararlar ın ın bir bağlayıcılığı yoktu. Meclis-i U m u m in in onayı da yalnızca doğrudan vergilerin takdimi sırasında gerekiyordu. Diğer hiçbir meselede Yasama Konseyi ve Meclis nüfuz sahibi değildi.
Kabine ve Hidiv’in kendisi de aynı durum daydı. Aslında, herkesin bildiği gibi Mısır’daki ik tidar İngiliz idarecinin elindeydi. Bu idarecinin gösterişli bir unvanı yoktu ve adı yalnızca Brtianya temsilcisi, başkonsolosu ya da başvekili o larak geçiyordu fakat gerçek otorite onun ellerin- deydi. Britanya işgal ordusu tarafından desteklenerek mutlak iktidarını Mısır üzerinde kullanıyordu. 1883’ten 1907’ye kadar Başkonsolos, Caisse de la Dette (Kamu Borçları Komisyonu) Britanya delegesi olan ve artık Lord Crom er olarak anılan Binbaşı Baring idi. Cromer rejimi olarak da bilinen kolonyal yasaları, Mısır Devleti adına tam am en zayıflık işareti ve Mısırlılar için de hukuksuzluk anlam ına gelmekteydi. Mısır’da, Britanya finans kapitalinin dik tatörlüğünü inşa etmiş ve Mısır ulusal bağımsızlık hareketini acımasızca bastırmıştı.
Ulusal Hareket. M uhammed Abduh.Abdurrahman El-Kevakibi. Mustafa Kamil
Arabi isyanının seksenlerde boğulm asından sonra, Mısır’da örgütlü bir ulusal hareket oluşmadı. Hareketin çekirdeği dağıtıldı ya da yer altına indi. Üstelik ele geçirilen gerillalara cezalar yağdıran olağanüstü hal mahkemeleri de hâlâ faaldi. Fakat doksanlarda, Mısır’daki ulusal örgüt ve topluluklar yeniden belirdi ve Mısır ulusal burjuvazinin ideologları faaliyetlerini yenilemeye başladı.
Bu yıllarda Mısır burjuvazisi, herhangi bir hareketliliğin Britanya tarafından derhal bastırılacağını düşündüğü için, kitlesel bir halk hareketi ihtim aline inanmıyordu. Bunun yanında, burjuvazinin bir kısmı,
Mısır’ın geleceği için mücadeleyi İngiliz işgalcilere ihbar ediyor ve bunu bir “lü tu f” olarak görüyordu. Yine de Mısır burjuvazisi yegane amacının, reformlar ve M ısır’daki yaşamın dönüştürülm esi için, savaşmak olduğunu düşünüyordu.
Bu hâletiruhiyenin en parlak temsilcileri, M ısır’da İslam reformu temellerini hazrılayan M uham m ed Abduh ve takipçileriydi. Abduh 1849 yılında köylü bir ailede dünyaya gelmiş ve sonrasında El Ezher’de eğitim almıştı. 1872’de kendisini etraflıca etkileyecek olan Cemaleddin Afgani ile arkadaş oldular. Abduh, Arabi isyanında yer aldığı için M ısır’dan kovuldu ve bir müddet Beyrut, Paris ve Tunus’ta yaşadı. 1889’da M ısır’a geri döndü ve 1899’da da Britanya otoritelerinin de desteğiyle Mısır M üftülüğüne atandı ve bu sayede bölgenin en yüksek dinî unvanını edindi. 1905 yılında da vefat etti. Öğretileri, 1898 yılında Ridah Paşa tarafından kurulan ve İslam reformunun temel yayın organı haline gelen El-Menar (Fener) dergisince yayıldı.
Abduh ve İslam reformcuları feodal beyler ve onlarla bağlantılı Müslüman ruhban sınıfın politik ve ideolojik egemenliğine karşı savaştı. Abdu ve takipçileri, bu grubu İslam’ı “bozm akla” suçluyor ve onları Mısır’ın geri kalmışlığının ve esaretinin müsebbibi olarak görüyorlardı. Özgün ve gerçek bir din tasviri yaparak, İslam’ın canlandırılması çağrısında bulunuyorlardı. Esasında, dinin burjuva ilişkilerine eklemlenmesini destekliyorlardı. Bir müftü olarak Abduh yayınladığı bir fetvayla faizle para borç verilmesini onaylamıştı. Batılı kapitalist medeniyetin benim senm esinin ve Arap ülkelerine, aydınlanm anın ve teknik bilginin yayılmasının avukatlığını yapıyordu. Hakiki İslam’ın bilimle bağdaşmaz olmadığı hissindeydi. Temel burjuva hak lar ın ın ve ayrıcalıklarının, dem okratik bir din olarak addettiği İslam’ın ilkeleri temelinde onaylanabileceği çağrısında bulundu.
Abduh ve Müslüman reform cular ıneylem leri ,M ısırM üslüm anlannın ahlak ve davranışlarında, düşünm e biçimlerinde ve Mısır’da sonradan gelecek bütün sosyal ve politik gelişmelerin üstünde derin izler b ırakacaktı. Fakat o zamanlar reformcuların eylemleri Mısır’da ekonom ik ve kültürel bir yenilenme ve ayrıca politik mücadelenin reddi olarak yorumlanacaktı. Tarafsızca düşünen İslam reform cularının gerici yönlerinde saklı olan bu reddiye, M ısır’da ulusal bağımsızlık hareketin in gelişimini engellemişti.
Arap milliyetçiliğinin fikirleri ve temelleri İslam reform hareketiyle geliştirdiği yakın bağlarla yükseliyordu. M uham m ed Abduh ve tak ip
çileri, Osm anlı İm para to rluğunun Arap nüfusu Türkleştirmesine karşı dirençli olma çağrısında bulunuyor, M üslüm an halkın tarih inde önem li bir yer teşkil eden klasik Arapça’nın canlandırılm asını savunuyor ve Arap ulusu fikrinin öncülüğünü yapıyordu. Fakat bu fikir, M üslüm an reformcuların değil de Arap milliyetçiliğinin babası olarak kabul edilen, Suriye kökenli Arap gazeteci A bdurrahm an el-Kevakibi’n in çalışm alar ında tam olarak temsil ediliyordu. Kevakibi 1849 yılında H alep’te doğmuştu. Gençlik yıllarında Bustani ve Cem aleddin el-Afgani’n in öğretilerinden etkilenmişti. T ürk yetkililer onu, Osmanlı yönetim in in bo- zulmuşluğu ve zorbalığına dair açık i tham larından dolayı hapse atmıştı. 1898’de serbest bırakıldığında doğduğu toprakları terk edip 1903’te an sızın öleceği Kahire’ye yerleşmişti.
A bdurrahm an Kevakibi M ısır’da iki kitap yayınladı. Taba’i el-İstibdad (Tiranlığm Özellikleri) Mısır basınında yayınladığı makalelerin yeniden (genişletilerek) bir basımıydı. Diğer kitap U m m el Kura (Kentlerin Anası), M ekke’nin K u ran d a belirtilen isimlerinden biri, Arap bir halife ve Mekke merkezli bir Arap devleti kurm a sorununu çözen M üslüm an bir meclisin hayalî faaliyetlerinden oluşuyordu. Bu kitabında, Kevakibi fakir ve mülksüzler adına tiranlığa saldırmaktadır. Fikirleri ve tartışm a sistemi, 18. ve 19. yüzyıl Fransız ve İtalyan aydınlanmacılarıyla birçok ortak noktaya sahipti. Skolastik teolojiyi ve dinî fanatizmi yeriyor, demokrasi öğütleri veriyordu ve bunların yanında tek bir Arap devleti ku rulması çağrısında bulunuyordu. Fakat Kevakibi de İslam’ı idealleştirme eğiliminden bağımsız değildi. Öyle ki, çalışmalarında din adam larına ve Pan-İslamizme övgüler yağdırıyordu. Kevakibi ve arkadaşlarının görüşlerindeki bu noksanlığa rağmen, bu seçkin filozofun faaliyetleri kuşkusuz ilerici bir öze sahipti. Dahası bu kişiler, ulusal bir rönesansın ideolojik temellerini o luşturdular ve Arap ülkelerindeki ulusal bağımsızlık hareketlerine yükseliş kazand ıran etmenlerin başını çektiler.
Kültürel canlanma (edebiyat ve basındaki) ulusal bağımsızlık hareketinin kabaran dalgasıyla kol kola ilerliyordu. Bu hareketin politik temelleri, ulusal örgütlenme ve politik mücadelede öncü bir rol oynayan, gazeteci ve aydın, seçkin Mısırlı vatansever Mustafa Kamil ta rafından atılmıştı. Yetenekli bir avukat olan Mustafa Kamil 1874’te Kahire’de, bir doktorun oğlu olarak dünyaya geldi. 1891’de henüz öğrenciyken, b ir genç milliyetçiler grubu örgütledi. Kamil eğitimini tam am lam ak için gittiği Fransa’da, İngilizlerin M ısır’dan kovulmasını savunan kitapçıklar yayınlayacaktı. Bu kitapçıklar, Britanya’nın kolonyal politikalarına karşı
olan Fransız kam uoyunun ilgisini uyandırdı. Bu yüzden Fransız basın ında makaleler yayınlamasına ve politik bağlantılar gerçekleştirmesine im kan tanıdı. Fashoda kahram anı Albay M archand ile, Fransız kolonyal yazar Leon Daudet, Pier Loti ve Britanya’ya karşı militan risaleler yayınlayan ve Mustafa Kamil’i yaşlanıncaya dek savunan yazar Juliette Adan ile arkadaş olmuştu.
Mustafa Kamil’in Fransız kolonyal yazar ve politikacılardan oluşan bu grupla tanışıklığı şans eseri değildi. Üstelik zam anın Mısır burjuvazisinin halk hareketinin gücüne ve potansiyeline karşı duyduğu inançsızlığı da paylaşıyordu. Emperyalistler arası, özellikle Fransa ve Britanya arasındaki, çekişmelerden yararlanarak ulusal bağımsızlığa erişme u m u dunu taşıyordu. Tüm direncini ve çabasını bu amaca adamıştı. Mustafa Kamil ayrıca aydınlanm anın ve ulusal fikirlerin propagandasının, özellikle İngiliz-Fransız ihtilafından faydalanma taktiklerinin geçersizliği ispat edildiktan sonra, M ısır’ın bağımsızlığı için mücadele araçları olarak kullanılabileceğine inanıyordu. Fashoda’daki operasyonlar cesaretini derinden yaraladı ve Fransız arkadaşlarına, M ısır’ı desteklemektense Britanya’yla bir olmayı seçen Fransa’dan ö tü rü hayal kırıklığına uğradığını yazacaktı. 1898’de Kahire’de ulusal bir okııl açtı ve 1900 yılında da Le-Lizera (Sembol) gazetesini devralıp ve burada sadece Britanya’nın Mısır politiklarını değil tü m emperyalist güçlerin eleştirisini yapmaya başladı. Yazılarında, Güney Afrika’daki Britanya politikalarına, Fas’taki Fransa politikalarına ve Ç in’deki Alman politikalarına şiddetle saldırıyordu. Bu esnada da Hidiv II. Abbas Hilmi ile dostluk kurmaya çalışıyordu.
Hidiv, Mustafa Kamil ile aynı yaştaydı. 11. Abbas hidivlik m akam ına on sekiz yaşında çıkmıştı ve yaşının genç olmasına nazaran, İngilizlerle birçok çatışmayı beraberinde getirecek bağımsız bir politika izlemenin yollarını bulm ak için gayret sarfediyordu. 1893’te başa geçtikten kısa bir süre sonra Arabi kabinesinde bulunan Mustafa Fehmi Paşa’yı bakanlık görevine yeniden atadı. Lord Cromer, Hidiv’i bu kararından ö tü rü p ro testo etti ve onun yerine İngiliz yandaşı bir aday önerdi. 1894 yılında II. Abbas Hilmi, Kitchener’in serdar (başkomutan) olarak atanm asına itiraz edince yeni bir çatışma baş gösterdi. İtirazlara kulak veren olmadı ve Kitchener serdar yapıldı, fakat İngilizlerle arasındaki ilişki bozulmuştu.
1904 yılında II. Abbas Hilmi, Mustafa Kamil ile arkadaş olmuş ve onun faaliyetlerini destekler olmuştu. Aynı yıl bu dostluk Lord C rom er’in ilgisini uyandırdı ve Mustafa Kamil ile ilişkilendirilebilecek illegal yazın
ve materyal bulabilme um uduyla Hidiv’in sarayında bir arama yapılması emri verildi. Mustafa K am il’in Hidiv’le dostluğunun dışında on u n Türk Sultanı Abdülham id ile olan arkadaşlığından da umudu vardı. Kamil, Fransa’n ın Hidiv’e ihanet edeceği ve bu yüzden dış desteğe ihtiyaç duyduğunda Türkiye ve Avrupa’daki müttefikleri Avusturya-M acaristan ve A lmanya’ya bağlı olabileceği yönünde akıl yürütüyordu. Mustafa Kamil Mısır’ın tam bağımsızlığını istemiyordu, aksine propagandasını yaptığı Pan-İslamizm doktrinleri ışığında Osmanlı İmparatorluğu ile yeniden birleşme taraftarıydı. 1904’te Sultan ona paşa unvanı verecekti. Sultan’la yakınlaşma politikası da herhangi bir fayda sağlamayacaktı.
Denşavay Hadisesi (13 Haziran 1906)
1905 yılına kadar Mustafa Kamil Paşa propaganda, aydınlanm a ve çeşitli diplomatik görüşme eylemlerini sınırlandırdı. O esnada M ısır’da kitlesel bir ulusal hareket de mevcut değildi. Bunun olması için 1906 yılı, yani Asya kıtasının uyanış çağı beklenecekti, bölgedeki uluslararası genel trendle bağlantılı olarak, Rus devriminin etkisiyle (1905-07) Mısır dahil Doğu’da bir dizi burjuva dem okratik hareket yükseliş gösterecekti.
Denşavay hadisesi Mısır ulusal bağımsızlık hareketinin gelişimini kışkırttı . Denşavay, Nil Deltasında Tanta şehri kenarında k ü çük bir köyün adıdır. Sıcak bir yaz günü olan 13 Haziran 1906’da, bir grup Britanya subayı güvercin avlamak için köye doğru yola çıkmıştı. Subaylar böylesi bir aktivitede alışılageldiği gibi ekinleri ezmiş ve buna kızan fellahlar da onlardan, tarladan çıkm aların ı istemişti. İngilizler de cevap olarak ateş açarak birçok köylüyü yaralamış ve çıkan çatışmada köylüler de odundan yapılma aletlerini kullanmıştı. Subaylardan biri hafifçe yaralanınca onu tren istasyonuna gö tü rm e kararı verilmişti. O günkü hava sıcaklığının 42 derece olduğu tah m in ediliyordu ve bu sıcak günde subay, yolda güneş çarpması sonucu ölmüştü. Üstelik, ölüm sebebi bir doktor tarafından da onaylanacaktı. Hal böyleyken Denşavay köylüleri subayın ölüm ünden sorumlu tutuldular. Dahası hemen tu tu k lanıp yargılanacaklardı. Köylülerden dördü idam cezasına, dokuzu ağır hapis cezasına ve diğerleri de kam çılanm a cezasına çarptırıldı. Denşavay infazları M ısır’da oldukça ciddi tepkilere neden olacaktı. Gösteriler ve protesto yürüyüşleri bü tün ülkeye yayıldı. Mısır basınında öfkeli yazılar ve Denşavay şehitlerinin on u ru n a şiirler yayınlanıyordu. Ülkenin dört bir yanında halk hapse gönderilenlerin affedilmesini talep ediyordu.
Denşavay rezilane bir hadiseydi ve sonunda İngilizlerin uzlaşm ak zorunda kalacakları uluslararası sonuçlar doğurdu. 1907’de köylüler affedildi. Lord Crommer, “İngiltere’nin en kötü düşm anı” olarak tan ım lad ığı Mustafa Kamil’i davet etti ve ondan yeni bakanlık için kendi arkadaş çevresinden birisini önermesini istedi. İsmi önerilenlerden biri de Wafd Partis in in gelecekteki başkanı Saad Zaglul idi. Zaglul (1860 doğumlu) Arabi hareketin in bir üyesi ve iyi yetişmiş bir avukat olarak önceleri avukat olarak sonra da hak im olarak görev yapmıştı. 1906’da Cromer onu eğitim bakanlığına atayacaktı.
Nisan 1907’de Cromer istifa etmişti. M ısır’daki yeni İngiliz başkan, Crom er’in emri altında Britanya elçiliğinin Dış İlişkiler Sekreterliğinde asistan olarak, örneğin yerel ulusal hareketin kontrolü ile ilgilenen sivil bir m em ur gibi görev yapmış Sir Eldon G ors t’tu. Mısır’da y irm i beş yıl yaşayıp Arapça öğrenmeyen ve Mısır halkıyla ilişkiler geliştirmeyen Lord C rom er’in aksine, Grost işinin doğasından ö türü , lisan öğrenm e ve Mısırlılarla iletişim kurm a mecburiyetine katlandı.
1907-08 Ulusal Hareketi.Siyasi Partilerin ve Sendikaların Ortaya Çıkışı
Eldon Gorst Mısır ulusal hareketinin saflarını ayırmaya başlama kararı verdi. Onun öncülüğündeki bir grup Mısırlı Anglofil (İngiliz Hayranı -çev.) 1907 yılında, Mısır ileri gelenlerinden, bürokratlardan ve Britanya ile dayanışma yanlısı entelektüellerden oluşan Hizbul Islah’ı (Reform Partisi) kurdu. Bıı parti, Britanya elçiliği tarafından desteklenmiş ve M ısır’ın en büyük gazeteleri olan El-Mukattam, El-Ahram ve bazı diğer gazeteleri yönetmeye başlamıştı. 1907’de Reform Partisi’ne karşılık olarak Mustafa Kamil, adı Arabi’nin partisiııinki gibi Hizbul Vatan (Ulusal Parti) olan kendi siyasi partisini kuracaktı. P a rtin in ilk kongresi7 Aralık 1907’de toplandı ve bu kongreye ulusal hareketin küçük burju va dem okratik unsurlarını temsilen 1.017 temsilci katıldı. 1906’da k u ru lan ve ulusal hareketin burjuva ve feodal unsurların ı betimleyen Hizbul Umma (Halk Partisi) bu iki parti arasında bir aracı rolü edindi.
İşçi sendikaları ve siyasi partiler, Mısır’da eş zamanlı olarak m eydana çıkıyordu. Bir sendika kurm aya dair ilk girişim 1899 yılındaki t ü tün grevi sırasında yapılmış fakat başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ekim 1908’de milliyetçiler ameleler için, Mısır’ın birçok kasabasında şubeleri açılan ve işçi hareketinin yöneticiliğini yapan bir sendika kurdular.
Ülkede 1911 itibariyle üye sayısı 7.000’e ulaşmış halihazırda on bir sendika bulunmaktaydı.
Mustafa Kamil’in ölümü ulusal bağımsızlık rüzgarlarını şiddetle es- tirmişti. Sağlığı, Denşavay hadisesinden sonraki politik faaliyetlerinin artan baskısı yüzünden yavaş yavaş eridi. Yorulmadan tüm M ısır’ı d o laşıp aynı gün içinde birkaç mitingde birden halka sesleniyordu. Üstelik aynı esnada bir gazete yayınlıyor, bildiriler yazıyor ve partin in işlerini gözetiyordu. Sonunda tüberküloza yakalandı ve 1908 Şubatında, otuz dört yaşındayken hayata gözlerini yumdu. Tabutuna onbinlerce insan eşlik etmişti. Cenazesi m uazzam bir anti-emperyalist gösteriye dönüşecek ve fakat ö lüm ünün üzerinden çok geçmeden halk hareketinin ateşi sönmeye başlayacaktı.
1908 Türk Devrimi ve 1876 Anayasasının yeniden düzenlenmesi, Mısır’da oldukça m emnuniyetle karşılandı ve hareketi bir süreliğine de olsa canlandırdı. Mısır’da, Britanya emperyalizmine karşı gösteriler tekrardan baş gösterir oldu. Ülkedeki tüm siyasi partiler anayasa talebinde bulunm uş ve Yasama Konseyi ve Meclis-i U m u m in in hakiki temsili ku- rumlarla değiştirilmesinde ısrar etmişti. Hizbul Vatan Partisi anayasal hareketin öncülüğünü yapıyordu. P art in in Genç Türklerle (İttihatçılar -çev.) bir bağlantısı vardı ve bu ipuçlarını da onlardan alıyordu. Diğer partiler de anayasa talebinde bulunm alarına rağmen Genç Türklere karşıydılar. Anayasal hareketin zayıflığı, kitlesel ulusal bağımsızlık hareketinin düşüşe geçtiği bir dönemde baş göstermiş olmasındaydı. Siyasi partiler, hareketi, anayasal reformlar için legal bir mücadele a lanına çektiler. Hatta küçük burjuva partisi Hizbul Vatan bile çalışmalarını pro- poganda, aydınlanma ve entelektüel araştırm a grupların ın örgütlenmesi gibi işlere indirgemişti.
Gericilik Dönemi (1909-14)
M ısır’daki kitlesel hareketlerin azalm asından faydalanan Britanya elçiliği milliyetçilere karşı düşm anca bir tavır benimsedi. 1907’de gerici bir Kıpti olan, Denşavay mahkemesi başkanı Butros Gali, Mısır Başbakanı olacaktı. Britanya politikasının itaatkar bir aracısı olan Ghali ulusal bağımsızlık hareketine karşı şiddetli önlemler aldı. Özellikle milliyetçilere karşı kullanılan 1909 olağanüstü hal yasaları kitlesel işkencelere “legal” bir temel sağlıyordu. Basın üzerine çıkarılan 25 M art 1909 Kanunu, Mısır basınını İngiliz yöneticileri eleştirme hakk ından tam am en yoksun
bırakıyordu. Şüpheli şahıslar üzerine olan 4 Temmuz 1909 K anunu ise yetkililere, milliyetçilik sempatisinden şüphelenilen bir kimseyi a raş t ırma yapılm adan ve davasız sürgüne gönderme hakk ı tanıyordu.
1909 olağanüstü hal yasaları milliyetçiler arasında paniğe neden oldu ve bir kısmı faaliyetlerini sürdürebilmek için iltica etmek zorunda kaldı. Hizbul Vatan Partis in in iki kongresi, biri Cenova (1909) diğeri Brüksel (1910) olmak üzere y u r t dışında yapıldı. Ülkede kalan milliyetçiler ise yer altına indiler. Yeraltı faaliyetleri esnasında milliyetçiler kitlelerle olan bağlarını yitirdiler ve bireysel terör taktiğine geçiş yaptılar.20 Şubat 1910’da milliyetçi bir terörist olan İbrah im Wardani Başbakan Butros Galiye suikast düzenledi. Bu olayın ard ından, Wardani yandaşları onu ulusal bir kahram an olarak ilan etseler de, onuruna şiirler yazılsa ve toplantılar yapılsa da bu terörist eylem bir şeyleri değiştirmekten ziyade İngiliz yöneticilere misilleme yapma şansı tanıyacak ve W ardani de idam edilecekti. H indis tan örneğinde olduğu gibi Gorst, bu suikastı meseleyi iki d inî topluluk arasındaki çatışmaya dönüştürerek, Kiptiler ve M üslüm anlar arasındaki düşmanlığı tahrik etmek için kullanmıştı.
Eldon Gorst 191 l ’de öldü. O nun yerine, Sudan ve Güney Afrika fatihi, sonrasında da (1914’te) Britanya Savaş Bakanı olan General Kitchener geçti. Kitchener de Gorst’un Mısır politikalarını aynen izleyecekti. Milliyetçilerin burjuva ve toprak beylerinden oluşan kanadıyla bir an laşmaya varmaya çalışıyordu ve bu yolla 1913 yılında Mısır Anayasasını reforme edecekti. Yasama Konseyi ve Meclis-i Umumi gibi iki daireli parlamento yerine temel olarak seçilmişlerden (on yedisi atanan, altmış altısı seçilen) mürekkep bir Yasama Meclisi oluşturuldu. Fakat Yasama Meclisi de, 1883 Anayasasının kurduğu önceki meclislerle benzer s ın ırlılıkta işlevlere tabiydi. Daha sonra Mısır bağımsızlık hareketi tarih inde önemli bir rol oynayacak olan Saad Zaglul Yasama Meclisine Başkan Yardımcısı olarak seçildi.
S u d a n ’d a M e h d i D e v l e t î
Avrupalıların Doğu Sudan’a Nüfuzu
M ehm et Ali Paşan ın ölüm ünden sonra D oğu Sudan Mısır yönetimi altında kalmıştı. İktidar Türk-Mısırlı paşa ve beylerin ellerindeydi. Bunlar, çok geniş mülkler edinmiş, Sudan’ın en temel ihraç ürünleri üzerinde tekeller kurm uş ve halkı aşırı vergilendirmeyle soyup soğana çevirmişlerdi. Köle ticareti, Mısır idarecisi M uham m ed Said’in 1857 yılında kaldırıldığını resmen duyurm asına rağmen, ziyadesiyle devam ediyordu. Sudan’daki tü m bölgeler büyük köle tacirlerinin nüfuz sahası haline geliyordu.
Yetmişli yıllarda Türk-Mısırlı paşa ve köle tacirlerinin b o y u n d u ru ğuna bir de Avrupalılarınki eklendi. 19. yüzyılın yetmişli ve seksenli yıllarına Afrika’nın ilhakı damgasını vuracaktı. Yalnızca on ila yirmi yıl içinde, Avrupalı güçler neredeyse bü tün Afrika kıtasını kendi aralarında bölüştü. Tabiatıyla Avrupalılar doğal kaynakları ve son derece kârlı trop ik ürünleriyle Doğu Sudan’a da göz koydular. Doğu Sudan’ı ele geçirme isteklerinin nedenlerinden biri de burasın ın O rta Afrika’ya n ü fuz edebilmek adına önemli bir konum işgal ediyor oluşuydu. Nil Nehri içlere doğru uzanan doğal bir rota sunuyordu zaten. Bunun yanı sıra, Doğu Sudan’ın işgali Mısır meselesi ile yakından bağlantılıydı. N il’in, Sudan’daki akışım kontrol edebilecek herhangi bir güç, otom atik olarak Mısır’da da hâkim hale gelecekti.
Peki, Afrika’nın bölüşülmesi nasıl gerçekleştirilmişti? Bireysel maceracılar kapitalist güçlerin Afrika’daki keşif kolu gibi hareket ediyordu. Güney Batı Afrika’nın ele geçirilmesi A lm an gezgin ve tüccar Luderitz ta rafından tek başına yapıldı. Aynı şekilde D oğu Afrika da A lm an istilacı Peters’in yönetimi altındaydı. Nijerya, sonradan Nijerya Şirketini
kuracak olan bir avuç İngiliz girişimci tarafından zapt edildi. Kongo, Belçika Kralı II. Leopold tarafından desteklenen kâşif Stanley ta ra f ın dan ele geçirilmişti. Eğer bu maceracıların planları başarısız olursa, unutulm aya terk ediliyorlardı. Ama eğer başarılı olursa, devletleri onları kanatları altına alıyor ve bölgeye hemen bir donanm a gönderip ele geçirdikleri yerde sömürge iddiasında bulunuyordu.
Teşebbüs, bireysel kolonyal kâr avcısı girişimciler tarafından geliyordu. Sudan’da da manzara aynıydı. Yetmişli yıllarda hiçbir Avrupa devleti kendi adına Sudan’da bir operasyonu göze alamazdı. Avrupalı güçlerin, Sudan’daki doğrudan mücadelesi, Britanya’nın 1881’de Mısır’ı ele geçirmesiyle başladı. Maceracıların Sudan’a nasıl nüfuz ettiği de yan ıt lanm ası gereken bir soruydu. Bu maceracılar, tüm Nil Havzasında egemenlik kurm ak için kendi pamuk politikasını oluşturan Hidiv İsmail’in a rzu sundan faydalanmışlardı. İsmail Mısır’da pam uk plantasyonları k u ru yor ve sulama sistemini genişletiyordu. Fakat aynı zamanda Mısır sulama sistemini yalnızca Nil Havzası ve kollarıyla besleyebileceğini de fark etmişti. İsm ail’in Etiyopya ve Ekvatoral Afrika’daki savaşları bundan dolayıydı. Hidiv’in bu saldırgan politikası bazı Avrupalı maceracıların dikkatini cezp etti. Bunların ilki İngiliz Samııel Baker’di. 1869 yılında İsmail, Baker’e Ekvatoral Bölgenin ve Lado şehrin in yönetimini verdi. Bölgeden geçen fildişi ticaretini ele geçirmesi ona kayda değer kârlar getiriyordu. Bu noktadan sonra Güney Sudan bölgelerine -Albert Gölü ve Unioro- bir dizi seter düzenledi ve buraları kendi topraklarına ekledi. Baker bütünüyle bu alanı beş yıl boyunca idare edecekti.
Baker’in yerine 1874’te bir diğer İngiliz -G enera l G ordon- geçmişti. Ekvatoral Bölge’nin yöneticisi olunca Gordon, Baker’in seferlerini devam ettirerek Victoria G ö lü n e kadar ulaştı ve Uganda yöneticisine bir elçi gönderip Beyaz Nil kaynaklarının olduğu bölgenin tam am ın ı ele geçirdi. O na geniş bir Avrupalı gurubu eşlik etmişti, İtalyan Romolo Gessi, Alman Eduard Schnitzer (Emin Paşa), Fransız Linan de Belfont, Amerikalı Loııg ve diğerleri.
Beyaz Nil bölgesindeki seferlerle eş zamanlı olarak, Mavi Nil kaynaklarını da, örneğin Etiyopya, ele geçirmek için bir rekabet baş gösterdi. 1874 yılında İsveçli Muntsenger, Mısırlıların elinde olan Massawa (şimdiki Eritre) l im anından Etiyopya’nın içlerine doğru gitmek için ayrıldı. Keren’i ele geçirmeyi ve Mısırlıların topraklarına katacağı H arra r bölgesinde Etiyopya’nın doğu bölüm ünü kendi nüfuzuna dâhil etmeyi başardı. 1875’te Mısırlılar Zeila ve Berbera şehirlerini (bugünkü Kuzey
Somali) ele geçirecekti. 1875-76’da Dane, Anderup kom utasındaki Mısır kuvvetleri Etiyopya’n ın dağlık bölgelerine doğru sokulmuş ve A dua’yı ele geçirmişlerdi. Fakat Etiyopyalılar onları geri püskürtm üş ve 1874- 76 Mısır-Etiyopya savaşı M ısır için Ekvatoral Bölge savaşı kadar başarılı sonlanmamıştı. Etiyopya’n ın içlerinden çıkartılm ış ve sadece bazı kıyı bölgelerini ellerinde tutabilmişlerdi.
Aynı esnada Mısır üçüncü bir yöne, D a rfu r’a doğru yayılmaktaydı. Sudan’ın batı yakasında bu lunan Darfur bölgesi 1874 yılında, Mısırlılar, Bahrül Gazal yöneticisi Zobeir’in komutasında bir sefer başlatana k adar bağımsız bir sultanlık o larak kalacaktı. Zübeyir görevini tam am ladı ve sonrasında paşa unvanıyla ödüllendirilmek ve onur nişanı verilmek üzere K ahire’ye çağırıldı. Fakat Sudan’a geri dönmesine izin verilmedi ve onun yerine D arfu r’a b ir Avrupalı gönderildi. Bu tutum, D arfu r ve Bahrül G azel’de, D arfur Sultanı ve Zübeyir’in oğlu Süleyman ta rafından yönlendirilen büyük bir isyanı tetikledi. İki feodal liderin eylemlerindeki koordinasyon eksikliği yüzünden, iki isyan da Mısırlıların hesabına çalışan G ordon Paşa tarafından bastırılacaktı. 1877’de General Gordon, Sudan’ın Genel Valisi olarak atandı. O da, A lm an Eduard Schnitzer’i Ekvatoral Bölge Valisi olarak tu t tu ve Avrupalı yandaşlarını diğer bölgelere idareci olarak atadı. Süleyman ibn Zübeyir’i yenilgiye uğratan İtalyan Romolo Gessi Kordofan Valisi, AvusturyalI Selatin Paşa D arfur Valisi, İngiliz Lupton Bahrül Gazal’ın yöneticisi ve Alman Gigler ise G ordon’un en yakın yardımcısı olmuştu. Bu yolla Sudan, resmî olarak Mısırlıların kontrolünde olsa da, ziyadesiyle girişimci ve açgözlü bir avuç uluslararası maceracının mülkü haline dönüştü. H alktan (ayni ve nakdî o lm ak üzere) oldukça ağır vergiler toplayıp bü tün nüfusu soydukları için Avrupalılara ve Avrupalı-Mısırlı yöneticilere karşı bir ayaklanma dalgası tüm Sudan’ı saracaktı.
M ehdici A yak lanm alar ı
1881’de Avrupa yönetimine karşı bir halk ayaklanması patlak vermişti. Ayaklanmanın başında kendisini Mehdi ilan eden gezgin derviş M uham m ed Ahmed bulunuyordu. M uham m ed A hm ed 1843 yılında Dongola yakınlarında Nil üzerindeki b ir adada dünyaya gelmişti. Babası b ir marangozdu. Kardeşleri de aynı işle meşguldü. M uham m ed Ahm ed kardeşleri ve babasıyla birlikte çocukluğundan itibaren Nil Vadisi ve Sudan’ı geziyordu ve bölge insanların ın tavır ve hareketleri
ne tam am en aşinaydı. M uham m ed Ahmed babasının ölüm ünden sonra teoloji eğitimi almak için Kuzey Sudan’daki Berber kentinin Semaniye Tarikatına katılmıştı. Medrese eğitiminden sonra fakir bir Derviş olmuş ve sonunda kardeşlerinin çeşitli zanaatlarla iştigal ettiği Beyaz NiFdeki H ar tu m ’un güneyindeki Abba Adasına yerleşmişti. Bu ada, onun öğretilerini Sudan’ın dört bir yanm a yayan gezgin dervişlerin merkezi olmuştu. Öğrencileri asketizmin savunuculuğunu yapıyordu. Sudan’daki ahlaki çöküntüden Tiirkleri, Mısırlıları ve Avrupalıları ortak olarak sorumlu tutuyorlardı. Mısırlıları ve Türkleri sahte M üslümanlık ve mür- tetlikle suçluyorlar ve halka ilk dönem İslam saflığına geri dönmeyi, evrensel eşitlik ve kardeşliği yeniden kurmayı, mülkiyeti ve toprağı eşit bir temelde paylaşmayı, Türk-Mısır ve Sudan feodal beylerinden gayri- menkullerini zorla almayı öğütlüyorlardı. Ayrıca Avrupalı yağmacılığa ve Türk-Mısırlı paşaların t i ran h ğ m a bir son vermek için isyan çağrısında bulunuyorlardı. “Bin mezar tek bir dirhem (Arap madeni parası) vergi vermekten evladır” mottosunıı dile getiriyorlardı.
Bu yüzden M uhammed A h m ed ’in öğütleri ahlaki ve dinî esaslara d ayandığı halde, ulusal bağımsızlık ve sınıf mücadelesi çağrısında b u lu n u yordu ve tüm ü Sudan’daki ekonom ik ve politik d u ru m u n bir sonucuydu.1881 Ağustosunda, Ramazan ayı esnasında, M uham m ed Ahmed kendisini Mehdi ilan etti ve Sudan halkını isyana davet etli. Bir isyan için gerekli koşullar olgunlaşmıştı. M ısır’da da politik bir kriz m ayalanm aktaydı. Avrupalı güçler ve Mısır endişeliydiler ve ortada Sudan’da kesin bir eylem için gerekli bir fırsat duruyordu. İsyanın tezahür edişi tanıklar ve o dönemde yaşamış kişiler taralında şöyle tanımlanıyordu. Ağustos 1881’cle Mısır Devletine bağlı bir subay H a r tu m ’dan Abba Adasına gelmişti. Subay kendisini M uham m ed Ahmed'e tanıtmış ve hüküm ete karşı gelme planları yapma gerekçesiyle yargılandığını, bu yüzden de ülkenin idarecisinden (ince H a r tu m ’a gidip aklanması gerektiğini an la tmıştı. M uham m ed Ahmed ise Allah’ın ve Peygamber’inin yardımıyla, kendisinin ülkenin efendisi olduğu ve H artu m ’a gidip kimseden özür dilemesi gerekmediği cevabını vermişti. Subay H arlum ’a gitmek için ayrılmış fakat gidişinden hemen sonra yalnızca bir topa sahip iki b ö lükten oluşan cezai bir birlik Abba Adasına varmıştı. Birliğin m uhtev iyatı, M uham m ed Ahmed hareketinin ciddiye alınm adığını sergiliyordu. Mehdiciler, birliği tamamıyla yok etmişlerdi.
Bu birliğin yok edilmesinden sonra M uham m ed Ahmed, takipçileri ile birlikte Kordofan’a geçme kararı verdi. Kordofan’da birliklerinin
sayısı yeni katılımcılarla a r tm ış ve binlerce kişilik bir isyan ordusuna dönüşmüştü. Peki, M ehd in in takipçileri kimlerdi? Mehdici isyanının itici gücü neydi? Takipçilerinin büyük çoğunluğu köylülerden, göçerlerden, kölelerden ve zanaatkârlardan oluşuyordu. M ehdin in sağ kolu A bdullah’a göre, yoksullar yığınlar halinde kendilerine katılırken, m ülklerinin derdine düşmüş zenginler tarafından dışlanıyorlardı, zira bu dünyevi pislikler onları cennetin gerçek m utlu luğuna ermekten alıkoyuyordu. Mehdi takipçilerine kutsal bir savaş çağrısı yapmıştı. M uham m ed Peygamber gibi o da takipçilerini Ensari (yardımcılar) olarak ad land ır ıyor ve savaşta ölenlere sonsuz mutluluk, hayatta kalanlara da ele geçirilen ganim etin beşte dördünü verme vaadinde bulunuyordu.
İsyanın ayrıntılı bir tasvirin i yapan Selatin Paşa, Sudan’ın 60 yıldan beridir Türklere ve Mısırlılara ait olduğunu ve bu dönem boyunca bazı kabilelerin vergi vermekten kaçındığını ve bu yüzden cezalandırıldığını fakat şimdiye dek hiç k im senin ülkenin yöneticilerine karşı isyan etmeye ve savaşmaya cesaret edemediğini yazmıştı. Ancak şimdi bir dilenci, adı sanı bilinmeyen bir fakir (keşiş) bir avuç yoksul, kötü donanım lı yan daşıyla birlikte belirmiş ve birbiri ardına başarılar kazanmıştı. Mehdi, Kordofan dağlarında kam p kurduğunda, Sudan’ın dört bir yan ından yoksullar, kadın ve çocuklarıyla birlikte başına üşüşmüştü. Burada gerilla birlikleri kuruyorlar, liderlerini seçiyor ve vergi toplamaya giden devlet m em urlarını, vergi toplayıcılarını ve silahlı birlikleri pusuya düşürüp yok ediyorlar ya da geri dönm ek zorunda bırakıyorlardı.
Mehdi ayaklanmasında ulusal unsur oldukça önemli bir rol oynam ıştı. Selatin Paşa Sudanlıların, aralarından bir m ehdi çıkmasından ve sonunda ülkelerinin kendilerinden biri tarafından yönetilecek olm asından dolayı gururla rın ın okşandığını yazıyordu. Sudan feodal beylerinin ve zengin köle tacirlerinin önemli bir kısmı bu ayaklanmaya karşı d üşm anca bir tavır içindeydi. Ç ünkü mülkiyetin ve toprağın ortak kullanılması öğüdü onların çıkarlarıyla taban tabana zıttı. Fakat isyancı güçlere sık sık itimat etmek zorunda kalıyorlardı. Hiçbiri M ehdi’yi desteklemiyordu fakat içlerinden bazıları m ülklerin in yeniden dağıtılmasına engel olmak ya da M ehdi’yi kendi çıkarları adına kullanm ak için onunla uzlaşmış ya da onun safında görünmüştü.
Daha sonrasında ise Kordofan’ın tümü M ehdi’ye katılmış ve birçok Avrupalı ve Mısırlı cezai birliğin seferi geri püskürtüldü. 1881 sonbaharında, a r tık Kordofan Valisi olan Gigler, Said M uham m ed Paşa kom utasındaki bir birliği Mehdi’ye karşı gönderdi. Bu birlik de tam am en yok
edilecekti. M art 1882’de Yusuf Paşa Şelali kom utasında 6.000 kişilik bir kolordu H a r tu m ’dan Kordofan’a doğru yola çıktı. Aynı yılın H aziran’ma gelindiğinde bu ordu da tam am en bozguna uğratılacaktı. Eylül 1882’de mehdiciler Kordofan’ın başkenti El-Obeid’i kuşattılar. Şehir 18 Şubat 1883’te düşecek ve Kordofan’m fethiyle sonuçlanacaktı. İsyan buradan Sudan’ın tüm diğer bölgelerine doğru yayılacaktı.
1883 senesi mehdicilerin kesin zaferler ed indiği yıl oldu. Aynı yılın baharında, İngiliz General H icks’in kom utasındaki geniş bir İngiliz- Mısrr gücü Kordofan’a varm ıştı . Bu ordu bölgede sekiz ay operasyonlarda b u lu n d u k tan sonra bütünüyle yenilgiye uğratıldı. İsyancılar, Hicks’e karşı savaşlarında, yakılm ış tarla tak tiğ in i (düşmana faydalı olabilecek her şeyi o r tadan kaldırm a -çev.) yeğleyecekti. Sığırları uzaklaştırm ış, barınakları ateşe vermiş ve kuyuları doldurm uşlardı. 5 Kasım 1883 günü El-Obeid’in kuzeyindeki bir ça rp ışm anın so n u cu n da Hicks’in zaten bitkin olan ordusu bozguna uğratıldı ve Hicks de öldürüldü. Hicks’in b irlik lerin in içinde, yalnızca bir yıl önce (1882) Arabi’n in ordusunda İngilizlere karşı savaşmış M ısırlıların da o lduğunu belirtm ekte fayda var. Bu askerler bir cezalandırm a biçimi olarak Sudan’a seferberliğe gönderilmişlerdi. Politik bakış açısından ise bu gücün cezai bir operasyon için elverişsiz olduğu aşikârdı ve C ro m er’in kendisi de bu askerlerin savaş a lan ında “Oh Efendimiz Arabi! Tevfik’in bizi içine ittiği konumu bir bilsen!” diye nasıl bağırdığını ve silahlarını attık ların ı betimliyordu.
Ağustos 1883’te isyan, mehdicilerin General Baker komutasındaki İngiliz-Mısır güçlerini bir dizi ağır yenilgiye uğrattığı Kızıl Deniz illerine de sıçradı. 1883 yılı itibariyle Sudan’ın tüm bölgeleri isyancıların eline geçmişti. Aralık 1883’te D arfur Valisi Selatin Paşa direnişe bir son verdi. 1884 başlangıcında Bahrül Gazal Valisi Lupton da teslim oldu. Böylece, Nil Vadisinde İngiliz-Mısır kontrolünde kalan dar bir kıyı şeridi hariç bütün ülke, Nil’iıı doğu ve batı yakası, M ehdin in kontrolüne geçti. Burada da durum oldukça ümitsizdi, çünkü Mehdiciler istedikleri anda vadiyi tecrit edebilir ve M ısır’la iletişimini koparabilirdi. Bu esnada Mısır’daki Britanya otoriteleri yeni m anevralar için hazırlık yapıyordu. İsyanlar doğrudan Mısırlılara karşı o lduğundan, Sudan’ın M ısır’dan bağımsız bir ülke olduğunu ilan ettiler fakat ayııı zamanda da Sudan’ın genel valisi olarak İngiliz G ordon’u atadılar. Diğer bir deyişle, M ehdiyle anlaşmaya varıp onun da desteğiyle Sudan’ı bir Britanya sömürgesi olarak yönetme niyetindeydiler.
18 Şubat 1884’te Gordon, yardımcısı Stewart ile birlikte, bu yeni politikayı yürütebilecekleri H a r tu m ’a vardı. Üstelik varır varm az Sudan’ın, M ıs ır’dan bağımsızlığını ilan etti. Akıllıca davranarak genel vali görevini kendisi için ayırıp M ehdi’yi de Kordofan Sultanı o larak atadı. Dahası, G ordon tü m geçmiş borçları kald ırd ı ve bu yüzden h a piste o lanları affetti. Ç ünkü vergilerini ödeyemediği için hapse atılmış önemli sayıda köylü bulunm aktaydı. İşte Gordon, bu köylüleri serbest bırakacaktı. Bu sayede M ehdi’yle bir uzlaşıya varabileceğini u m u y o rdu, fakat m ehdiciler bu düm ene inanm ayacaktı. Sudan’ın Britanya kontrolüne geçmesine izin vermeye hiç de niyetleri yoktu ve M art 1884’te G ordon’un teklifine cevap olarak H a r tu m ’u kuşatm ışlardı.1884 güzünde, Mısır fatihi General Wolseley kom utasında 7.000 kişilik bir ordu G ordon’un im dad ına yetişmek için yola çıktı fakat H a r tu m ’a erişemedi. 23 Ocak 1885’te etrafı çevrilmiş H a r tu m ’daki d ireniş sona erdi ve m ehdiciler şehri ele geçirdi. Taarruz sırasında beraberindeki diğer İngilizlerle birlikte G ordon da öldürüldü. Wolseley ve ordusu ise M ısır’a geri çekildi. 1885’in geriye kalan gün lerinde mehdiciler Nil V ad is in in tam am ın ın fethini gerçekleştirecekti.
Böylece dört yıl gibi bir sürede Doğu Sudan’ın tam am ını kapsayan (Dongola’nm kuzeyindeki küçük bir bölge ve Ekvatoral Bölge hariç) Mehdi Devleti kurulm uştu .
Mehdi Devleti’nin D âhili Düzeni
H a rtu m ’u n fethinden kısa bir süre sonra Mehdi öldü ve onun yerine sağ kolu olan ve halife unvanın ı üstlenen Abdullah geçti. Her şeye rağmen 1898’e kadar varlığını 13 yıl boyunca sürdüren bu yeni doğmuş devlet her tarafından düşm anlarla çevrelenmişti. Bu yüzden savunm a örgütlenmesi o luşturm ak Mehdi Devleti’nin yegâne görevi haline geldi. Halife Abdullah basit cephanelikler, fabrikalar ve tersaneler inşa ettirdi. Ayrıca Mısırlılardan kalan gemileri onardı ve hatta bir matbaa k u rd u rdu. Tutsak Avrupalıları o rdunun ve savaş sanayisinin düzenlenmesinde uzman olarak kullanmıştı. Kaldı ki, hizmetindeki Avrupalılar arasında Selatin, Romolo Gessi ve Lupton da bulunmaktaydı. Selatin yaptıkları sabotaj eylemlerini, ihmalkârlıklarını, gemi tam ira tlarım nasıl sü rüncemede bıraktık ların ı ve savaş fabrikalarındaki ekipmanları nasıl bozduk
larını açıkça anlatmıştı.
Dört ta rafından düşm an güçleriyle sarılmış (içerideki düşm anları saymazsak) devlet, hainlere karşı sürekli bir şiddet kullanm ak zorunda kaldı. Bu da, Abdullah ve M ehdi Devletinin en önemli ikinci işleviydi. Fakat başlarda devletin bazı demokratik özellikleri yok değildi. Ordu, köylülerden, göçerlerden ve kölelerden oluşuyordu. Komutanların büyük çoğunluğu mütevazı ailelerden geliyordu. Vergiler kayda değer ölçüde azaltıldı, subaylar ve devlet m em urları asketik bir yaşam tarzını b en im sedi. Mehdi Devletinin baş kadısı ayda kırk taler (bir çeşit güm üş para -çev.) alıyordu ki bu bir zanaatkârınk ine eşitti. Diğer subaylar da ayda yirmi ila otuz taler kazanıyordu.
Mehdiciler bireysel zenginliğe karşıydılar ve evrensel bir eşitlik ar- zusundaydılar. Hatta yağmacı ve soyguncular bu anlayıştan ö tü rü katı bir şekilde cezalandırılıyordu. Mehdi, takipçilerine ata binmeyi yasaklamıştı ve tü m müminlere A llah’ın rızasını kazanm ak için yürüyerek gezinmeleri tavsiyesinde bulunm uştu . Altın ve mücevherat eşyalarının, Sudan’ın ekonom ik yaşamını düzenleyen Beytülmal’a (Hazine) teslim edilmesi em ri de verildi. Bir düğün töreninde en fazla bir koyun kesilmesine izin verilirken, geline ödenen para (Kalim [Başlık Parası -çev.})
bir kız için on, dul içinse beş talere indirilmişti.Tüm bu düzenlemelere ve dem okra tik eğilimlere rağmen bu h a re
ketin köylü bir doğası vardı ve bu sebeple Sudan’da hâlihazırdaki feodal ilişkileri tasfiye edemeyecekti. Tarihte bilinen birçok köylü hareketi m evcuttur ve birçok köylü hareketin in karak teris t ik doğası kendi öz sonuçlarını doğurm uştur. Fakat bun lar genellikle, kendi spontan karakterlerinden, kesin hatlı p rogram yoksunluğundan , am açların açıkça belirlenmemesinden, tak tik lerin dikkatlice o luştu ru lam am asından ve benzeri nedenlerden ö tü rü yenilgiyle sonuçlanm ıştır . Sudan’daki köylü hareketi kazanan taraftaydı, fakat savaştığı feodal ilişkileri tasfiye etm ekten de acizdi.
Engels Sudan mehdiciliğinin bu yönünü açıkça vurgulamıştı. Mehdiciliğin, O rta Çağ’da Afrika’daki dinsel halk hareketleriyle bağlantısına işaret etmişti. Bu tü r hareketleri yoksul göçebelerle, zengin “şehirliler” arasındaki çatışmalar olarak dikkate alırdı. “Şehirliler” d iyordu Engels “zenginleşir, konforlu yaşar ve “yasaya” (ahkâmı diniye V.L) um ursam az davranır. Bedeviler de zayıf ve bundan kaynaklı katı ahlaklarıyla bu zenginliğe ve keyfe haset ve aç gözlülükle bakar. Sonra bu mürtetleri cezalandırmak, ritüellerin ve im an ın gözetimini yeniden sağlamak ve döneklerin hâzinelerini yeniden tanzim etmek için bir nebi,
bir Mehdi etrafında toplanırlar. Tabiatıyla, yüz yıl kadar mürtetlerle aynı konum da kalırlar: sonra tek ra rdan dinsel bir ar ınm aya ihtiyaç duyulur, yeni bir M ehdi çıkar ve oyun en baştan tekrar başlar. Bu tam olarak, Afrika M urabıtların ın fetih seferlerinden, Ispanya’daki Muvahhitlere ve en son olarak da İngilizlere başarıyla karşı gelen H artum Mehdisine tezahür eden durum du.. . Tüm bu hareketlerin örtüsü dindir, fakat aslında kaynakları iktisadi nedenlere dayanmaktadır, hal böyleyken göçebeler, zafer kazandıklarında bile eski ekonomik sisteme dokunm am akta ısrarcı davranırlar. Böylece eski d u ru m değişmeden kalır ve çatışmalar periyodik olarak tekerrür eder.”(K. Marx ve F. Engels, D ün Üzerine, Moskova s. 282)
Bu açıklama, Mehdi devletinde her şeyin neden eskisi gibi kaldığını kavram am ızda anahtar bir işlev görür. Yüzyıldan çok daha az bir sürenin geçmesinden sonra hareketin liderlerinin dejenerasyonu gerçekleşecekti. Feodal yozlaşma oldukça çabuk başladı ve H ar tu m ’un ele geçirilmesinden yalnızca beş yıl sonra, esasında asketik bir derviş hayatı yaşayan baş yargıç, muazzam büyüklükte mülklere ve çok sayıda köleye sahip oldu. Mehdi devletinin köleliği kaldırmaması da tipik bir özellikti. Köle ticaretine sınırlamalar getiren bir dizi önlem den fazlası gerçekleştirilmemişti. Erkek köle ticareti yasaklanmıştı. Ayrıca esir alınan erkekler de satılamıyor, fakat halifenin ve yardım cılarının mülklerinde çalıştırılıyordu. Aynı şekilde halife, tutsakları ait olduğu diğer kabilelere köle olarak verebiliyordu. Oysa kadın köle ticareti devam ediyor ve köleliğin kendisi bir ku rum olarak m uhafaza ediliyordu. Mehdiciler, özgürlük umuduyla harekete dâhil olan kölelerin bu u m u d u n u boşa çıkarm ış ve böylece Mehdi devletine karşı çok sayıda köle ayaklanması patlak vermişti.
Mehdiciler, savaşlardan galip ayrıldıkça ahlaki ve politik yükse lme kabileler arasındaki bağlılığı ileriye taşıyabiliyordu, fakat zafer dönem inden sonra a ra lar ında uyuşm azlık işaretleri baş gösteriyordu. Özellikle Halife A bdu llah ’ın ait olduğu bazı Kordofan kabileleri ayrıcalıklı b ir konum a sahipken, M uham m ed A h m e d ’in geldiği Nil Vadisi kabileleri oldukça yoksuldu. G an im etle r in büyük çoğ u n lu ğ u na Kordofan kabileleri el koyuyordu. Nil kabileleri ise bu d u ru m d an oldukça m em nuniyets izd ile r ve bu yüzden ayrıcalıklılara karşı b ir m ü cadele yürü tüyorlard ı.
M eh d in in akrabaları, şerifler, H artum ’d a b i r ayaklanma çıkaracaktı. Nil Vadisi kabileleri, m arangozlar ve Sudan Nil filosundaki denizcile
rin ayaklanması, hareketteki dem okratik unsurla r ın yoz feodal liderlere karşı duruşuydu. İçsel olarak kabileler ve sınıflar arası mücadeleden zayıf düşen M ehdi Devleti diğer taraftan da dış düşm anların sürekli saldırılarını karşılam ak zorundaydı.
Batılı Güçlerin Mehdi D evleti’ne Karşı Mücadelesi
Mehdi Devleti dış düşm anlarına karşı sürekli b ir mücadele yü rü tm ek zorundaydı. Suakin ve Vadi Halfa bölgelerini tu tan İngiliz-Mısır o rdu suyla yapılan savaş 1885’den 1886’ya kadar devam etti. 1887 ve 1889 arasında mehdiciler doğuda Etiyopya Necaşi’sine (hüküm darı) batı da ise D arfur Su ltan ına karşı savaştılar. 1891’de Kızıldeniz kıyısında İngiliz- Mısır ordusuyla ve Kordofan ve D arfu r’da ise isyancılarla savaşmak zorunda kaldılar.
1896 yılında Mehdi Devleti’nin Avrupalı güçlere karşı savaşı oldukça kritik bir evreye girdi.
Mısır’ı zapt eden Britanya pam uk plantasyonlarını genişletme işine girişti; doksanlarda Asvan yakın larında devasa bir depo inşaatı çalışmaları başladı. Bu bağlamda İngilizlerin Nil kaynaklan üzerinde ayaklarını basacakları bir zemin kazanm a ve Mehdi Devletini tüm kıyı boyundan süpürme kararı alacaktı.
Ayrıca Fransa da Nil kaynakları üzerinde bir egemenlik ku rm an ın yollarını arıyor ve bu da Afrika’nın bölüşülmesinde İngiliz-Fransız rekabetini şiddetlendiriyordu. Fransa bir yandan, yeni Necaşi, Menelik üzerinde önemli bir etkiye sahip olduğu Etiyopya’daki konumunu güçlendirmek istiyor (Mavi Nil kaynakları üzerinde), öte yandan da Batı ve Orta Sudan’a uzanan bir basamak kazanmışken nüfuzunu Doğu Sudan’a kadar -Beyaz Nil kaynaklarına- yayma amacı güdüyordu. Doğu ve Batı Afrika’daki Fransız yayılması, Sudan seferini h ız land ırmaları hususunda İngilizleri zorluyordu. Britanya, Fransa’ya karşı m ü cadelesinde diğer güçleri de ku llanm aktan imtina etmeyecekti. Öyle ki, Fransızların Etiyopya’daki yayılmalarına karşılık, o esnada güçlü o lm ayan ve Britanya için bir tehdit teşkil edemeyecek İtalyanları destekleme kararı alarak İtalya-Fransa ihtilafından faydalandı. Ayrıca, Fransa’nın Beyaz Nil kaynaklarındaki bölgesini dengelemek için Belçika yayılmasını da (Kongo yönünden) teşvik etti. 1893-94 arasında İtalyanlar Eritre’de (Kızıldeniz kıyısında) bir tu tu n m a noktası edinerek Sudan’ı işgal etti ve Kassala’yı tam am en ele geçirdi.
1895 yılında İtalya, Etiyopya’ya karşı, bölgede büyük bir vatansever dalga yaratacak bir savaş başlattı. Halk İtalyanları geri püskürtm ek için tüm gücünü topladı ve 1 M art 1896’da Adua yakın lar ında zafer kazandı. Bu savaşta Etiyopya’ya, Rusya ve özellikle savaş sonrasında bölgedeki n ü fuzunu a r t ı ran Fransa yardım etmişti. 1894’te Britanya, Beyaz N il’in üst kısımlarındaki etki alanlarını belirlemek için Belçika ile bir anlaşmaya vardı. Sonra da Sudan’ın Ekvatoral Bölgesindeki Lado yerleşim m erkezini Belçikalı “Kongo Birliği’ne kiraya verdi. Bu bölge, 1910 yılında yeniden İngiliz-Mısır Sudan’ına dâhil edilene kadar Belçikalıların elinde kalacaktı. Üstelik 1894’te buraya yerleşen Belçika, Mehdi Devletini işgale girişti ve bu yüzden kıyı şeridinde İtalyanlarla savaşan mehdiciler ar tık güneyde de Belçikalılarla savaşıyordu.
Adua savaşından sonra Fransa, Sudan’a karşı bir sefer başlatm ak için Etiyopya’daki güçlendirilm iş k o n u m u n d an faydalanma kararı aldı. Bu arada Fransa, C ibuti’den Addis-Abba’ya bir dem iryolu inşa imtiyazı da almıştı. Demiryolu hattı Etiyopya s ın ır la rın ın ötesine taşıyor ve A frika’yı, H int O k y a n u su n d a n A tlan t ik ’e, boydan boya geçiyordu. Eş zam anlı olarak, A fr ika’daki Fransız K om utan Albay M archand ordusunu, O rta Sudan’dan N il’in yukarı k ıy ıla rına doğru kaydırm a ta limatı verdi. Britanya’ya gelince, o da M art 1896’da, Kitchener k o m u tasındaki b ir İngiliz-Mısır o rdusunu Doğu Sudan’a toplamıştı. Böylece Britanya ve Fransa, 1896 y ıl ında Mehdi Devleti’ne karşı doğrudan h a rekete geçmiş oluyordu. Kitchener’in emri alt ındaki Britanya birlikleri kuzeyden, M archand kom utasındak i Fransızlar ise batıdan ilerliyordu. 10 Tem m uz 1898’de M archand Fashoda’ya vardı ve orada durdu. Kitchener ise Nil’in diğer ta ra f ında H a r tu m ’un karşısında b u lunan ve Mehdi Devleti’nin başkenti olan O m d u rm a n ’a 2 Eylül’de ulaşabildi. Burada, mehdiciler ve İngiliz-M ısır o rdusu arasında oldukça sert çarpışm alar yaşandı. Bu savaşta Kitchener yeni silahı m akineli tüfeği kullanacaktı. Mehdiciler ise ellerindeki ta r ih i geçmiş tüfekler, m ız raklar ve hançerlerle ölüme m eydan okuyarak gövdelerini siper ettiler. Kitchener’in makineli tüfeği sayesinde 20.000’den fazla mehdici zail oldu. Bu, mehdici o rdusunun bütünüyle yenildiği an lam ına geliyordu, sağ kalan lar ise batıya K ordofan’a çekildi. Kitchener o esnada peşler inden g itm edi fakat b irliklerini hızlıca güneye kaydırdı ve 19 Eylül’de Fashoda’ya (şimdi Kodok) vardı.
Fashoda
Fashoda’da Britanya kendini Fransızlarla yüz yüze bulmuştu. Bu karşılaşma ünlü Fashoda Krizi’ni doğuran olaydı. Lenin güncesine Britanya’nın “Fransa ile savaşın eşiğine geldiğini” yazacaktı (Lenin, Toplu Eserler, Cilt 39, s. 686). Fransa Etiyopya Necaşi’si M enelik’ten yardım bekliyordu. Fakat söz vermiş olmasına rağmen Necaşi takviye güç göndermemiş ve Fransa M archand’a çekilmesi için emir gönderm işti. Mesele yalnızca Afrika’daki güç dengeleriyle alakalı değildi, aksine uluslararası bir boyut taşıyordu. Çünkü o sıralar, Britanya Almanya ile bir ittifak içindeydi ve Fransa iki tarattı bir savaş korkusundan ötürü , Britanya’ya karşı herhangi bir eylemi göze alamadı. 4 Kasım 1898’deki uzun görüşmelerden sonra Britanya ve Fransa, Afrika’daki etki alanı sınırlarını belirlemek için bir anlaşamaya vardı ve buna göre Doğu Sudan tam am en Britanya’nın etki alanına bırakıldı. Ayrıca bu anlaşma Afrika’nın bölüşülmesi üzerine asırlardır süren Britanya-Fransa m ü cadelesine bir son verdi. İngiliz-Fransız zıtlığı Fashoda’da doruğa çıktı. Fakat bu anlaşma aynı zam anda, İtilaf Anlaşm asına dek varacak bir Britanya-Fransa yeniden yakınlaşmasını da işaret ediyordu. Yeni bir ra kibin (Almanya) hızlı yükselişi de bu yakınlaşmanın diğer bir nedeniydi.
İngiliz-Mısır K ondom inyum u’
Britanya Doğu Sudan’da bir sıçrama noktası kazandıktan sonra, geriye yalnızca ülkenin fethi için geçerli bir bahane bulm ak kalmıştı. Doğu Sudan, resmî olarak Mısır’ın ve M ısırda hâlâ Osmanlı İmparatorluğıı’nun bir parçası olduğundan, nihayetinde hâlâ Türkiye’ye bağlıydı ve buraya yönelik doğrudan bir fetih girişimi bir dizi uluslararası komplikasyon doğurabilirdi. Britanya bu engeli sözde bir İngiliz-Mısır kondom inyumu aracılığıyla aştı ve işgali meşrulaştırdı.
19 Ocak 1899’da Kahire’de, Büyük Britanya adına Lord Crom er’in, Mısır adına ise Butros G a lin in bulunduğu bir anlaşma imzalandı. Anlaşmanın başlangıcında kondom inyum un gerekçesi olarak M ısır’ın kötü yönetim sonucunda Sudan’ı yitirmiş olması yer alıyordu. Mısır Fiükümeti, Britanya’nın, Sudan’a yardım etme amacıyla ülke yönetimine erişmesine “izin vermişti”. Bu anlaşmaya göre, Sudan’daki en üst yönetici mutlak sivil, askerî, yasal ve yönetsel iktidarı kullanabilen genel va-
5 K o m l o m i n y u m : U l u s l a r a r a s ı h u k u k a g ö r e iki ü l k e n i n e.şit h a k l a r a s a h i p o k l u ğ u b i rbölge . -ft 'V.
liydi. Genel vali Britanya H üküm eti tarafından belirleniyor ve bir H idiv kararnamesi ile atanıyordu. Görevden alınması da Britanya’nın onayını gerektiriyordu. Mısır yasaları Doğu Sudan bölgesine, genel valinin izni olmadan uygulanamazdı. Ayrıca genel vali Avrupalı güçlerin konsolosluklarını Sudan’a kabul etmişti ve adayları reddetm e hakkına sahipti.
Peki, Mısır Sudan’ın yönetim in in hangi k ısm ında yer almıştı? Britanya güçlerinin yanı sıra, Mısır da burada bir tabur bu lunduruyordu. B irtakım ikinci sınıf m emuriyetler de Mısırlılara bırakıldı. D aha da önemlisi, bu işgalin finansal mesuliyeti Mısır’a bırakılmış ve işgal m asrafları ve ü lkenin yönetimi için Sudan yönetimine her yıl, Mısır bütçesi için hiç de az bir meblağ olmayan 750.000 sterlini ödemek zorunda b ırakılmıştı. Öte yandan, Sudan illerinin tüm ünde İngiliz valiler bu lunm aktaydı. Bunun tek istisnası, ü lkenin en batısında yer alan D arfu r’du, b u rada ise iktidar, Britanya kolonyal yönetimine itaat teminatı veren yerel sultanların elinde kalmıştı. D arfu r Sultanlığı, sultanlardan b irin in an- ti-İngiliz b ir isyanı kışkırtması sonucu feshedilip, doğrudan Sudan’daki İngiliz valiye bağlandığı 1916 yılına kadar da varlığını sürdürecekti.
Sudan 1889 yılında resmî olarak İngiliz-Mısır Sudan’ı şeklinde yenide adlandırıldı. Britanya bu o rtak rejimi o luşturduktan sonra Kordofan steplerine kaçan ve aniden ortaya çıkabilecek son Mehdi güçlerini ha lletmeye koyuldu. Kasım 1899’da Kitchener birliklerini Kordofan’a to p ladı ve 25 Kasım’da da C ed id’de bulunan mehdicilerin üstüne yürüdü , Halife Abdullah bu savaşta öldürüldü. Mehdicilerin başkenti El-Obeid 17 Aralık 1899’da düştü. İsyan bastırılmış olsa da tek tük mehdici birlikler Sudan’ın değişik bölgelerinde direnişe yer yer devam etti.
Britanya, Sudan üzerinde kontrolü sağlamakta oldukça zorlanıyordu. 1900’den 1927’ye kadar Sudan’da tek bir yıl bile isyansız geçmeyecekti. Fakat bu isyanlar farklı bölgelerde farklı kabileler tarafından y ü rü tü l düğü, yerel bazda ve izole b ir karakterde olduğu için başarısız olmaya m ahkûm du.
1 8 7 0 - 1 9 1 4 Y i l l a r i A r a s i n d a C E Z A Y İ R
C ezay ir’de C u m h u riy e tç i le r in Başkaldırısı
Paris Komünü, Bonapart militaristleri ve büyük burjuvazi ta ra f ın dan ezilen cefakâr topraklar ülkesi Cezayir’de doğrudan bir etki yarattı. Paris Komünarların ın isyanı Cezayir’deki 1870-71 devrimci olaylarıyla yakından bağlantılıydı ve aynı zam anda 1871 büyük ulusal bağımsızlık isyanıyla da örtüşüyordu. Bu örtüşm e elbette rastlantısal değildi. İkinci Cum huriyetin çöküşü, Cezayir A raplanna ve Berberilerine, Fransız burjuva devletinin nasıl da yozlaşmış ve zayıf olduğunu göstermişti. Durum u kavram ış ve nefret edilen yönetimden k u rtu lm ak için yeni bir girişimde bulundular.
Bu çalkantılı yıllarda olayların gidişatı kısmen karmaşıktı. Fransız ordusunun teslim olduğuna, İm p ara to ru n pes ettiğine ve 4 Eylül 1870’te bir cum huriyetin kuru lduğuna da ir ilk haberler Cezayir’e aynı gece u laşmıştı. Nüfusun esas kütlesini o luşturan Araplar ve Berberiler (2.100.000 kişi) ani bir kalkışmaya hazır değildi ve üstelik Paris’teki olaylara ilk tepki Cezayir’de yaşayan ve sayıları 270.000’i bulan Fransızlardan geldi.
Cezayir’deki Fransız nüfusun sosyal yapısı homojen değildi. Fransız burjuva ve kolonyalistlerinin ortasında bir grup Fransız işçisi ve entelektüeli oluşmuştu. Cezayir’deki Fransız nüfusun bütün kesimleri, bir avuç banker ve imtiyazlı hariç, Bonapart rejimine karşıydı. Bununla beraber bankerler ve imtiyazlıların ezici bir çoğunluğu Cezayir’de değil, Paris’te yaşıyordu. Fransız sömürgeci ve burjuvalarını İkinci Cumhuriyet rejimine m uhalif kılan neydi? Bu so runun cevabı Cezayir doğal kaynaklarının tekelci sömürülmesi için yürü tü len mücadelede yatmaktadır. III. Napolyon büyük metropol burjuvazisi ve Parisli finansörler lehinde im tiyazlar tanıyor ve Cezayir’deki Fransız kapitalistlerine bu konuda ada-
letli davranmıyordu. Cezayir’deki Fransız söm ürü sisteminin tüm ü, te mel olarak Parisli büyük imtiyaz sahiplerinin çıkarlarına hizmet etmek için tasarlandı.
Yerel burjuvazi Cezayir’in yönetim inde d o ğ ru d an bir rol oynayamı- yordu ve ha t ta 1852 yılında Fransız Parlam entosu’na kendi vekillerini gönderme h ak k ın d an da m a h ru m bırak ılm ışlard ı (İkinci C um huriyet zam anında 1848 yılında tan ın an bir hakti bu). Genel valilik görevi genellikle, M arshall Pelissier, M arshall M acM ahon ve diğer söm ürgeciler gibi yüksek rütbeli Fransız militaristlere veriliyordu ve Fransız burjuvazisin in hoşnutsuzluğu doğ ru d an “apoletlilerin d ik ta tö rlüğüne” karşıydı. Bu çevreler “askerî re jim in” o r tadan kaldırılm asını, Cezayir yönetim in in yerel Fransız burjuvazisine devredilm esin i ve A m erikan m odelindeki gibi (yerli n ü fusun kökten imhası ve kovulmasıyla) göçmen yerleşikler için bir söm ürge ku ru lm asın ı talep ediyordu. H atta bazı sömürgeciler Cezayir’in (Arap Cezayir’i değil de yerli nüfusu t a mamen köleleştirilmiş Fransız Cezayir’i) Fransa’dan tam am en ayrılm asını öneriyordu.
Fransız sömürgecilerinin büyük çoğunluğu Orleanist (Burbonların bir kolu -çev.) ya da lejitimist’ti (legitimists: Meşrutiyetçi -çev.), yani m onarşinin muhafazası ve fakat hanedanın değişmesi taraftarıydılar. Geriye kalan lar da sözde ılımlı cumhuriyetçilerdi.
Bu burjuva sömürgecileri III. Napolyon’un tah ttan indirilmesini fırsat olarak görüp Cezayir’de iktidarı ele geçirme kararı aldı. İkinci İm paratorluk’un atadığı genel vali Duroc’tan çekiniyorlardı fakat hâlihazırda B onapart’m birçok m em urunun yerini liberal cum huriyetçilerle değiştirmeyi başarmışlardı. Bu gurubun temsilcileri, yerel yönetimlerde neredeyse bütün önemli görevleri ele geçirdi.
Fakat bu g u ru b u n haricinde, 1871 D evrimi siyaset sahnesine d e m okratik göçmenleri çıkardı. Bütün bun la r ın yan ında Cezayir’in, Fransa’daki m uhalifler için b ir sürgün yeri o lduğu da akıldan ç ık artılmamalı. 1848-49 arasında, 1848 Temmuz isyanına katılmış 20.500 Parisli işçin in sürgünü, b una örnek olarak gösterilebilir. B onapart’ın2 Aralık 1851 askerî darbesinden sonra da 9.530 ak tif cum huriye tçi, ağırlıklı o larak küçük burjuva devrimciler, Cezayir’e gönderildi. Sürülenler bu rada oldukça zor b ir hayatla karşılaştılar, birçoğu yoksulluktan, has ta l ık tan ya da sıcaktan öldüler. Fakat bu Fransız dem okra tla rın ın po li tik olayların d ış ında bırak ılm a gibi bir niyetleri hiç de yoktu. 5 Eylül 1870’te binlerce Fransız işçi ve k ü çük burjuva dem okrat,
kitlesel b ir gösteri düzenlediler ve tüm binalardaki emperyal k a r ta l la rı alaşağı edip, Genel Vali’n in avlusuna tepesinde D evrim ’in simgesi olan bir Frigya Başlığı taşıyan bayrağı diktiler. D em okratik bünyeler, savunm a komitelerini, Cezayir Cum huriyetçi Birliğini, ulusal m u h a fızları ve belediyeleri oluşturdu.
Savunma komiteleri, Cezayir’in Fransız nüfusu bulunan tüm kentlerinde kuru lm uştu . Bunların başında burjuva cumhuriyetçiler ve küçük burjuva dem okratların bulunduğu başkent Cezayir Savunma Komitesi bulunuyordu. T üm kurum lar Bonapartist öğelerden arındırıldığı ve askerî rejim hüküm süz kılındığı için, bu komite sömürgenin yönetiminde yer almayı talep edecekti. Tabi ki, yerel halk bu komitelerin h içbirinde temsil edilmiyordu. Üstelik burjuva cumhuriyetçiler, valiler ve yardımcıları üzerinde bir kontrol tayin etmek için savunma komitelerinin girişimlerini baltalamıştı. Cumhuriyetçi burjuvazinin lideri başkent Cezayir valisi Warnier, önceki iktidar mekanizmasını olduğu gibi korudu ve hatta savunma komitelerinden işçi sınıfının temsilcilerinin tasfiyesini gerçekleştirdi. Cezayir Cumhuriyetçi Birliği, ülkenin dört bir yanında kolları olan, devrimci işçilere ve küçük burjuva demokratlara ait politik bir kuruluştu. Genel mitinglerin hazırlanmasında ve gazete çıkarm akta oldukça işlevsel bir rolü vardı. Ayrıca Enternasyonal’in (Marxist değil, esasen Proudhonist) Cezayir seksiyonuna üye işçilerden oluşan bir organizasyondu. Cumhuriyetçi Birliği, Cezayir’deki ik tidarın seçimli belediyelere -kom ünlere devredilmesini ve ülkenin bu belediyelerden- komünlerden oluşan bir federasyona dönüşmesini istiyordu. Cumhuriyetçi Birliği gibi kom ünler de, Birlik tarafından, Arap-Berberi nüfusun tam am en göz ardı edilmesi umuduyla tasarlanıyordu. Ç ünkü nihayetinde küçük burjuva dem okratlar ve Proudhonistler de büyük Fransız burjuvazisi gibi şovenistti.
Arapların, Yahudilerin ve Fransız kökenli olmayan A vrupalılann Birlik’e tek tük kabul edildiği doğruydu. Cumhuriyetçi Birliği üyeleri kendi saflarına Arapları dâhil etseler dahi, yerli nüfusun ulusal bağ ım sızlık mücadelesine katılmasına kayıtsız kalıyorlardı. “Ulusal n ih i l izm leriyle” Proudhonistlerde olduğu gibi, ulusal meselenin çözümü olarak tüm Arapların birer Fransız’a dönüştürülmesi eğilimi güdüyorlardı. F’kim 1870’te, Cezayir Cumhuriyetçi Birliği ile bağlantısı olan Algerie Francaise (Fransız Cezayiri -çev.) gazetesi, Birlik üyelerinin etkin ka t ılımıyla o luşturulan ulusal m uhafızların görevlerini: 1) dış düşm anlara karşı savaşmak, 2) Fransa’da m onarşi geri gelirse, Cezayir’de bağımsız
bir cumhuriyet için mücadele etmek, 3) yerel isyanlara karşı savaşmak olarak tanımlamıştı.
Komutanı halk tarafından seçilen ulusal muhafızlar, savunma kom itelerine ve küçük burjuva Dem okratik P ar t in in çoğunlukta olduğu seçim belediyelerine destek sağlıyordu. Liderleri, devrim in ilk günlerinde Cumhuriyetçi Savunma K om itesin in başkanı ve Başkent Cezayir belediye başkanı olarak seçilen Avukat Romuald Vuiermoz’du.
Cezayir K o m ü n ü
Oran işçilerine karşı Eylül 1870’teki kanlı misillemesiyle nam yap mış monarşisi General Walsin Esterhazy 24 Ekim 1870’te geçici olarak Cezayir Genel Valiliğine atandı. Yeni Genel V alin in ülkeye varışından (28 Ekim 1870 ) hemen sonra Avrupalı işçiler, yoksul Araplarla birlikte valinin sarayını kuşattı. Vali görevinden feragat edip bir savaş gemisine sığındı, işçiler, ulusal m uhafız ların da yardımıyla, sarayı ele geçirdi. Bundan sonra, işçiler ve 4.000 civarında muhafız, 200 gemici tarafından korunan ve karşı-devrimcilerin son sığınağı olan Deniz Kom utanlığ ına karşı taarruz hazırlıklarına başladılar. Fakat amiralle görüşmeye o turan Vuiermoz saldırıyı önleyerek bu gerici kalesini koruyacaktı.
Metz’in kuşatıldığı ve Marshal Bazaine’in teslim olduğu haberleri30 F^kim’de Cezayir’e ulaştığında, Başkent Cezayir, O ran ve diğer k a sabalarda vatan hainlerine karşı devrimci tedhiş uygulanmasını talep eden yeni gösteriler düzenlendi. 7 Kasım’da Cezayir Cumhuriyetçi Birliği, ülke yönetim inin büsbütün savunma komitelerine geçmesini gerekli gördü. Bu karara rağmen, bir sonraki gün Cezayir belediyeleri ve Savunma Komitesi, Vuiermoz’u Cezayir’in geçici Olağanüstü Komiseri, yani ülkenin yöneticisi olarak seçmek için toplandı. Toplantı sonucunda “demokrasi ilkeleri temelinde kom ün” ilan edildi ve bü tün ülkede k o mün federasyonları olacağı duyuruldu.
Fakat bu heyecanlı patlama hiçbir şeye dönüşmeyecekti. Cezayir Komünü kararın ı “illegal gasp eylemi” olarak adlandıran Fransız Devleti, Cezayir’e Olağanüstü Sivil Komiseri olarak gerici Charles de Buzer’i (Vali yetkisiyle) atamıştı. Vuiermoz hemen iktidarı ona devretti (11 Kasım 1870). Buzer’in talebi üzerine ulusal m uhafız lar onun ko n tro lüne bırakıldı ve devrimci öğeler komuta kademesinden uzaklaştırıldı. Böylece, küçük burjuva uzlaştırıcılar sayesinde hareket irtifa kaybetm eye başladı.
D emokratik öğelerin başarısızlığının nedeni neydi? Elbette Vuiermoz’un hainliği denilebilir ki, bu asıl mesele değildi. Dar dem okratik katm anın , özellikle yerli nüfustan beslenen kitlesel bir arka planı yoktu. Cezayir Komünü n ün iktidarı yeniden ele geçirmek ve ulusal muhafızları kontrol etmek için sonrasında yaptığı girişimleri kolonyal burjuvazinin bastırabilmesinin esas nedeni buydu.
Paris K o m ü n ü n ü n 1871 M a r t ’ında ilan edilmesi, Cezayir’de yeni bir devrimci dalganın kabarm ası için fırsat yaratm ıştı . Ü lkenin dö rt bir yanında “Yaşasın Paris! K ahrolsun Versailles” sloganı ç ın lıyordu. Devrimci basın, Paris K o m ü n ü ’nün faaliyetlerini detaylı raporlar olarak yayınlıyordu. Cezayir Cum huriyetçi Birliği Fransa’ya delegeler gönderdi. Başkente giden Alexandre Lam bert gibi adam lar Paris K om ünü’ne katılmış ve ak tif birer savunucu olm uştu . C um huriyetçi Birlik’te ise b ir kez daha ik tida rı devralm a ta r t ışm ala r ı alevlendi. Fakat Birlik, bu kez küçük burjuva uzlaşmacıların etkisi altında kalarak yeni mücadeleyi reddetti. Bu karar bir Arap-Berberi isyanın ın patlak vermesine neden olacaktı. Cezayir’deki Fransız küçük b u r ju va dem okra tla r ve hatta proletarya Arap ulusal bağım sızlık hareketinin önem ini kavrayamıyordu. Yani, Fransız devrim cilerin in en temel hatası ulusal meseleyi ihmal etmeleriydi. Cezayir’deki karşı-devrimci Fransız burjuvazisini ancak yerli halkla ittifaka giderek yenebileceklerini göremiyorlardı. Başka ulusları ezen bir u lusun özgür olamayacağının farkında o lm adıkları halde Cezayir’in ulusal özgürlüğünde hayati bir öneme sahiptiler.
Sonuç olarak, 1871 M artında Cezayir’de yerli ha lk ın büyük bir k itlesel bağımsızlık isyanı patlak verdiğinde, yerleşik Fransızlar “süper güç” önyargılarıyla, işçi sınıfı hareketine kayda değer ölçüde çatışma ve düzensizlik tohum u ekmişlerdi. Vuiermoz ve diğer küçük burjuva liderlerinin Fransız m ürtecilerine yaltaklanm aları, büyüyen Arap isyanı korkusuyla, daha da belirginleşti. Ateşli bir m onarşist olan Gueydon ismindeki yeni genel vali, isyanları bastırm ak için Versailles ta ra f ın dan görevlendirildiği Cezayir’e Nisan 187l ’de vardı. Gueydon, küçük burjuva politikacıların korkaklığ ından ve onların “Arap tehlikesinden” duydukları korkudan faydalanarak, Cezayir belediyelerini ve u lu sal muhafız ları lağvetmekte herhangi bir zorlukla karşılaşmadı.
Kolonyal bask ılar Cezayir köylerine ciddi an lam d a ekonom ik za rarlar vermişti. 1868-70 arasında bölgede korkunç bir açlık baş gösterdi. İnsan lar yabani otları yemiş ve birçok yerde yam yam lık v ak a ları kaydedilecekti. Açlığın en büyük yoldaşı kolera binlerce can aldı. 1866’da 2.652.000 olan Cezayir nüfusu, 1872’de 2.125.000’e düşm üştü . 500.000’den fazla insan (toplam nüfusun neredeyse beşte biri) açlıktan, hastalık tan ve Fransız askerlerinin vahşe tinden telef oldu. Ü lkenin çeşitli bölgelerinde her yıl yeni isyanlar patlak veriyordu. Fakat bu isyanlar, yerel o lm an ın ve kendiliğ inden bir karak te r sergilemenin ö te sine geçememiş; mücadeleler ulusal bir boyutta örgütlenemediği için Fransız otoritelerince kolaylıkla bastırılmıştı. Bununla birlikte, d u ru m 1870 sonlarına doğru değişecekti. Cezayir A rap larm a yeni ufuklar açılacaktı. 1870-71 savaşında Fransızların zayıflık işaretlerini ve Fransız generallerin kabiliyetsizliklerini fark ettiler. Sedan felaketinden, Metz’in düşüşünden , Fransa’daki ve Cezayir Fransızları arasındaki sın ıf mücadelelerinden haberleri oldu. Araplar, a r t ık kesin bir mücadele vaktin in geldiğini anlamıştı. Kent merkezlerindeki, özellikle Başkent Cezayir’deki, temsilcileri Fransız işçilerini ak t if o larak destekliyordu. 1870’den beri köyler ve göçebe bölgeleri kaynamaktaydı. Cezayir’deki iktidarın valilerden ve Parisli bankerlerden, yerli nüfusu acımasızca sömüren büyük Fransız sömürgecilerine kaydırılm ası planları ortaya çıktığında her tarafta bir öfke artışı gözlemlenmişti. Çünkü bunlar, dolaysız ve gerçek zalimlerdi ve Cezayir köylüsü b u n la rd an özellikle nefret ediyordu. 1870 sonunda Cezayir Yahudilerine, Fransız v a tan daşların ın sahip olduğu tüm hak lar ın aynısını tan ıyan bir k a ra rn a m enin yayınlanması, oldukça büyük bir hoşnutsuzluk yarattı. Bunu yanı sıra, Cezayir’e A lsace-Lorraine m ültecilerinin varm ak üzere olduğunu bildiren raporlar ve F ransa’nın Prusya’ya ödediği tazminatlar, iki olayla da yeni vergiler ve el koym alar vasıtasıyla ilgisi olan Cezayir köylüsünü derinden etkiledi. M ecene’deki (Setif yakınlarında) Kabile bölgesinin reisi olan M u h am m ed el-Mokrani başkanlığ ındaki Berberi ve Arap kabileleri isyanı 14 M art 1871’de başladı. Eski feodal soyluların neslinden olan M okrani kendisin i bağımsız bir idareci olarak takd im edemediği için Fransızlar onu önemsiz bir sivil hizmetçiye d ö n ü ş tü r dü. Öte yandan Fransa’nın kendi toprak ların ı ve gelirlerini azalttığını ve emirlerini feshedip kendi vekillerini yardım cı olarak almaya zor-
ladığmı da unutam ıyordu. M okran i otuz kabileye hükm ediyordu ve 25.000’e yakın adamı bir araya toplam a potansiyeline sahipti.
Fakat ayaklanm anın esas gücünü M okrani’ye katılan feodaller değil; köylüler ve göçebeler oluşturuyordu. 8 Nisan 187Fde, 250’den fazla k a bile üzerinde, yani diğer bir deyişle 600.000 köylü ve göçebe (neredeyse Cezayir yerli nüfusunun üçte biri)üzerinde etkisi olan Rahmaniye ta r i katı harekete geçti. Bu tarikat, emri altında 100.000 adam b u lu n d u ru yordu. Ajitatörleri köylere, pazarlara ve göçebe kam plarına gidip halkı düşmana karşı kutsal savaş için topluyorlardı. Rahmaniye tarikatın ın başkaldırıda yer almasından sonra, tüm Doğu Cezayir kıyıları büyük bağımsızlık savaşının bir sahnesine dönüştü. İsyancıların askerî konsey başkanlığına getirilen Mokraııi’nin, Fransızların Cezayir’den tam am en kovulması gibi planı yoktu. Daha çok Arap ve Kabile reislerine bazı im tiyazlar tan ınm ası için Fransızlan zorlamayı öngörüyordu. Fakat bu plan onaylanmadı ve Fransızların Cezayir’den tam am en çıkartılması için savaşmaya karar verildi. M okrani’nin tavsiyesine rağmen isyancılar Fransızların Burc-bu-Arraric (Kabiliye’de) kalesine saldırıp burayı zapt ettiler. Nisan ve Mayıs arasındaki savaşlar boyunca isyancılar birbiri a r dına zafer kazandılar ve doğu yakasının tam am ını Fransızlardan a r ın dırdılar. Yalnızca on ay sonra kendi hanelerine 340 çarpışma kaydetmişlerdi. Fakat lider Mokrani Mayıs 187f deki bir savaşta öldürüldü. O nun yerine hemen kardeşi Ahmed I5ıı Mezrag geçecekti.
Paris komiinarları Versaycıların acımasız saldırılarına kahram anca karşılık verdiği için, Tiers hüküm eti Cezayir’e asker gönderemiyor ve bu yüzden isyancılar birbiri ardına zaferler kazanıyorlardı. Ancak ko- münarları bozguna uğratan Versaycılar, işgal o rdusunun sayısını 85.000 kişiye çıkarınca durum değişecekti. 1871 Temmuz itibariyle isyanın esas güçleri yenilgiye uğratıldı ve Şeyh Haddad kontrolündeki Rahmaniye tarikatının liderleri teslim oldu. Fransız askerî birlikleri köyleri yakmış, sığırları dağıtmış, kuyuları doldurm uş ve kadın ve çocukları bile katletmişti. Kabiliye gerillaları altı ay daha bu eşitsiz savaşı cesaretle sü rdürecekti. Fakat dirençleri kırıldığında Ahmed Bu Mezrag isyanın son çırpınışlarını sergileyeceği güneye çekildi. Ocak 1872’de direnişin son iki kalesi, Tuggurt ve Vargla vahaları da düştü. A hm ed Bu Mezrag h ap sedilmiş ve isyan da bastırılmıştı.
Versaycılar alaycı bir biçimde, Cezayirli isyancıların işini “Paris usulüyle” bitirdiklerini açıklamıştı. Binlerce kişi idam edildi, hapse atıldı ya da ağır cezalara çarptırıldıkları New Caledonia’ya sürgüne gönderildi.
İsyancı kabileler 36.000.000 frank tazm inat ödedi ve ayrıca arazilerinin en iyi 500.000 hektarı müsadere edildi. Geriye kalan arazilerini güvenceye alabilmek için de sömürgeci galiplere 27.000.000 frank daha ödeme yaptılar. Paris kom ünarları ve Cezayir köylüleri a r tık ortak bir düşm ana sahipti: Fransız burjuvazisi. Bu düşm ana karşı eş zamanlı savaşmış fakat güçlerini o rtak bir eylemde birleştirme şansına erişememişlerdi, böylece Fransız burjuvazisinin işini kolaylaştırmışlardı.
Fransız Emperyalist Boyunduruğu Altında Cezayir
Fransızların, Cezayir’de sonrasında rahat bir nefes aldığı 1871 isyanının yenilgisi yeni bir dönemeci işaret ediyordu. Aures kasabasındaki Göçebe (1879) ve Batı Cezayir’deki Şeyh Velid-Sidi (1881) isyanları, bağımsızlık mücadelesinde halkın son silahlı kalkışmasıydı. Üçüncü Cumhuriyet altında, bu parçalanmış ve köleleştirilmiş topraklarda geniş halk isyanları görülmeyecekti. Cezayir’in kolonyal sömürüsü ve em peryalist yağması en yüksek evresine ulaştı. İşgalcilerin temel politikası, her zaman olduğu gibi, toprağın tasarrufunu ele geçirmekti. Fransa’nın, Cezayir toprak mevzuatını oluşturan 1873 yasasına göre tüm klan ve ko- münal toprakları bölünmek ve özel mülkiyete geçmek zorundaydı. Yine bu yasaya göre bir komünün herhangi bir üyesi kendi payının kolektif mülkiyetten koparılıp, özel mülkiyet olarak kendisine verilmesini talep edebiliyordu. Böylece yasa, komünleri ortadan kaldırarak tefecilerin ve zengin sömürgecilerin toprak satın almasını kolaylaştırıyordu. 1887 y ılında yürürlüğe giren diğer bir yasa ise kabile toprakların ın klanlar ve hanehalkk.rı arasında bölünmesini ve Avrupalılarm bu komünal toprakları özel mülkiyete geçmeden de satın alabilmesini sağlayarak, köylü ko münal mülkiyetin Avrupalı sömürgecilerin eline geçmesini kolaylaştırdı.
Tüm bu önlemler Arap köylüsünü, insafsız Avrupalı dolandırıcı ve tefecilerin insafına bırakmıştı. 19. yüzyılın yetmişli yıllarında Fransız sömürgeciler, Araplardan müsadere edilen 400.000 hektar toprağa koydu, üstelik sonraki kırk yılda 500.000 hektara daha el koyacaklardı. 1917 itibariyle Fransızlar ülkenin kayıt altına alınmış toprakların ın yüzde 55’ine sahipti. Bunun yanı sıra Fransız sömürgeciler önceliği hâlâ büyük malikânelere veriyordu. Sömürgeleştirilen toprakların yalnızca yüzde 10’u küçük ve orta ölçekli sömürgecilere, geri kalan kısmı ise büyük ölçekli sömürgecilere (yaklaşık 10.000 kişi) gitti. Bu arada üzüm bağcılığı da hızlanarak gelişmeye devam ediyordu. Araplardan zorla alınan to p
rakların önemli bir bölümü bu amaca ayrılmıştı ve kapitalist bir ekonomi altında geliştirildi. Geriye kalan sömürge toprakları ise küçük parçalara ayrılıp Arap ortakçılara meşakkatli “kham m asa t” (ürünün beşte birinin ortakçıya, geriye kalanın da toprak sahibine verildiği bir kiralama biçimi -çev.) temelinde kiraya veriliyordu.
Fransız “uygarlaştırıcıların” toprakları ele geçirmedeki barbarca p o litikaları Arap köylülerin çiftliklerini harap etti. Galip işgalciler, isyancı kabileleri bastırm a girişimlerinde kuyuları tahrip edip yeşil vahaları çöle çevirmişlerdi. En iyi otlaklar sömürgecilerin eline geçmişti. Cezayir’in çorak ve engebeli bölgelerine sürülen göçebeler, koyun sürüleri için yem bulamamış ve hayvanlar açlıktan, susuzluktan, yaz sıcağından ve kış so ğuğundan ö tü rü telef olmuştu. Ayrıca, ülkenin zengin demir ve fosfor kaynakları da Fransız şirketleri tarafından zapt edilmişti. 1871 öncesinde keşfedilen dem ir yataklarının sömürülmesi başlangıçta, görece küçük bir ölçekte gerçekleşiyordu. 1879’da 438.000 ton kadar dem ir çıkarıldı. Fakat1913 itibariyle, kaynaklar Messrs, Schneider&Kreso ve diğer birçok m etalürji şirketine imtiyaz biçiminde verilince, bu rakam 1.230.000 ton cevhere yükseldi. Fosfor kaynaklarına da 1873 yılında Cezayir-Tunus sınırında rastlandı. Bu kaynakların çıkarılması da dört Fransız anonim ortaklığına devredildi. 1913 yılında 967.000 ton civarında fosfor elde edildi. Bakır ve çinko madenleri de ayrıca bu faaliyetlere konu edilmişti. 1871 sonrasında Cezayir’in sömürülmesine dair yeni bir biçim de, Fransız bankalarıyla bağlantılı tekellerin sürece m üdahil olmasıydı. Bu yüzden Cezayir’e birçok banka kuruldu. Bunların en büyüğü, Banque d ’Algerie (Cezayir Bankası -çev.) ve Crédit Foncier d ’Alger’i de (Cezayir Arazi Keredisi - çev.) yöneten Compagnie Algérienne (Cezayir Şirketi -çev.) idi.
Yetmişli yıllarda, iç ve dış ticarette ve aynı zam anda askerî ve s tratejik amaçlarla a r tan talepten ö tü rü demiryolu inşa çalışmalarına başlandı. 1870’te Konstantin-Philippville hattı tam am landı, 1871’de Başkent Cezayir-Oran hattı ve 1875’te ise Bone-Tebesa, Bone La Calle ve Başkent Cezayir-Konstantin arası üç hat tam am landı. 1881’de ise güneyin d e r in lerine doğru inen Oran demiryolları kuruldu. Cezayir üzerinde 1885 yılı itibariyle toplam olarak 2.030 km hat uzanıyordu.
Denizaşırı ticarette de d u ru m 1830-70 trendini sürdürüyordu. 1871-1914 arasında dış ticarette sergilenen artış, Cezayir’in bir pazar olarak ve Fransız sanayisi için ham m adde tedarikinde ar tan önemini işaret ediyordu. Cezayir’in ihracat ve ithalatına dair aşağıdaki tablo durum u özetlemektedir:
Yıllar (milyon frank olarak yıllık ortalama)
İthalat İhracat
Cezayir temel olarak Fransa’dan endüstriyel m allar satın alıyordu. 1874’te Cezayir’in Fransa’dan toplam 270.000.000 frank değerindeki ithalatının, 90.000.000 frankı, yani üçte biri, kumaşa ve 22.000.000 frankı da makine, m adeni eşya ve diğer malzemelere ayrılıyordu. Bu, ulusal bir imalat endüstrisi kurulabilmesinin araçlarının yavaş yavaş yok edildiği ve ülkenin Fransız kapitalist ekonomisinin ham m adde ve tarımsal ürünler tedarikçisi olma rolünü oynamaya m ah k û m edildiği an lam ına geliyordu. A m a yine de yol, lim an ve çeşitli proje inşaatları, ulaşım ve ta rım da kira lanan emeğin kullan ım ında olduğu kadar, yerel anlam da bir dizi küçük giriş imcinin dahi ortaya çıkmış olması (temel olarak ta r ım sal üretimde faaliyet gösteren) yerel bir proletaryanın oluşum una ve gelişimine katkıda bulundu. Esasen, bun lar ın neredeyse tam am ı Fransız ya da Avrupa doğumluydu. Bunlar yetmişli yılların matbaacıları, dem iryolu işçileri, inşaatçıları, madencileri ve benzeri işlerde çalışan işçileriydi. Fakat daha sonra Arap işçiler de yavaş yavaş limanlara, inşaatlara ve ta rımsal işlere (bir süre sonra da madenciliğe) alınmaya başladı. Kesin istatistiksel verilerin eksikliği, Cezayir’deki işçilerin 19. yüzyılın yetmişli ve doksanlı yıllarındaki sayısını tespit etmeyi zorlaştırıyor. Söylenebilecek tek şey sayıca çok büyük olmadıklarıydı. Cezayir işçi sınıfı, kendi zam anının politik ve sosyal hayatında önemli bir rol sahibi değildi. Belki de tek istisna, Fransız işçilerin Cezayir kom ününde etkin bir rol oynadığı 1870 yılı ve Arap tarım işçilerinin Cezayir ulusal bağımsızlık isyanında diğer katılımcılarla birlikte savaştığı 1871 yılıydı. Ülkede yıllarca bir işçi örgütü olmamıştı. Bu örgütler Fransa’dakilerden çok sonra oluşmuş ve yalnızca Fransız işçileri kapsamıştı. Çoğunlukla bu örgütler Araplara ve Berberilere karşı paternalist ve asimilasyoncu bir tu tu m benimsemişlerdi. İşin özü itibariyle Cezayir’deki işçi sınıfı hareketi ilk kez Rusya’daki 1917 Ekim Devrimi sonrasında sahneye çıkacaktı.
Fransız ve Cezayirli işçilerin arasındaki çeşitli farklılıklar ülkedeki sınıfsal birliğin önünde bir engel olarak duruyordu. Örneğin Cezayirli
işçiler Fransızca bilmiyordu ve bu da Avrupalı proletaryayla arasında bir ilişki kurm asın ı zorlaştırıyordu. Ayrıca Avrupalılarm birçok ayrıcalığı vardı. Daha yüksek ücretler alıyor ve daha temiz ve hafif işlerde çalıştırılıyorlardı. Dahası, Cezayirli işçilerin sahip olmadığı politik haklara sahiptiler. Fransız kolonyal yönetimi ve Fransız burjuvazisi bu faktörleri, ülkedeki proletarya saflarını bölmek maksadıyla, Cezayir ve Fransız işçileri karşı karşıya getirmek için kullanıyorlardı.
Cezayir’deki Fransız kolonyal politikasının başlangıcı ve sonu, ayrıcalıklı Fransız azınlığı desteklemek ve haklardan yoksun Arap-Berberi çoğunluğu baskı altında tu tm aktı. Tüm ülke nüfusu “vatandaşlar” (Fransızlar) ve “tebaa” (Cezayirliler) olarak ayrıldı. “Vatandaşlar” Fransız Parlamentosu’na, belediyelere ve 1898’den başlamak üzere yerel Cezayir bütçesiyle ilgilenen ve özerk bir idare olan Finansal Delegasyonlara kendi vekillerini seçiyorlardı. Delegasyonlardan biri Fransız kolonyalistle- rinden, biri kolonyalist olmayan Fransızlardan ve biri de (kısmen Genel Vali tarafından atanan en küçüğü) sömürgecilerin itaatkâr piyonu olan yerel feodal liderlerden oluşuyordu. Üstelik feodallerin birçoğu halkının genel çıkarlarına ihanet ederek Fransız vatandaşlığı, makam ve nişan aldı.
“ Tebaa” ise seçme hakkından m ahrum bırakıldı ve Fransız subay ve yetkililerinin keyfi kurallarına tereddütsüz uymak zorunda kaldı. Ayrıca “vatandaşlar” Fransa’dakilerle aynı vergi ödiiyorken, “tebaa” otoriteler tarafından koyulmuş ağır vergileri sırtında taşıyordu. “Vatandaşlar” Fransız hukukuna göre yargılanıyorken, “tebaa” için katı bir “yerel yasa” oluşturuldu. Bunun yanı sıra, “tebaa” yöneticiler tarafından m ahkem eye çıkarılmadan hapse atılabiliyor, işkence görebiliyor ve Sahra’nın uzak bölgelerine sürgüne gönderilip mallarına el koyulabiliyordıı. “Tebaanın” kendi dilinde gazete çıkarması, kendi siyasi partisini ya da sendikasını kurması ve resmî m akam ların izni olmadan bir araya toplanması yasaktı. Fransızlar tara lından getirilen yasaların en küçük ihlali, köylere, kabilelere ve bölgelere kolektif cezalandırma olarak geri dönüyordu. Savaş Bakanlığının yönetimi altında kalan ve Fransız militaristlerin iktidarı ellerinde tu ttuğu Cezayir’in güneyindeki “tebaanın” durum u daha da kötüydü. Burada “tebaa” yalnızca “yerel işler” yetkililerinin başkanlık ettiği “Arap büroları” tarafından gözetleniyordu.
Toprak gaspına, ölümcül sömürüye ve kolonyal otoritelerin tiranlığı- na cevaben, yerli Cezayirliler utanç verici “yerel yasanın” kaldırılması ve ülkenin politik sisteminin demokratikleştirilmesi için 19. yüzyılın son çeyreği ve 20. yüzyıl boyunca bir mücadele alanı yarattılar. Ulusal ö rgütlenmeler Cezayir’de ilk kez 20. yüzyıl başlarında, Asya halkların ın uyanış çağında D oğu’daki genel burjuva demokrat bağımsızlık hareketlerinin yükselmesi ile bağlantılı olarak ortaya çıktı. Fakat bu örgütler, yalnızca işçi sınıfının zayıf bir d u ru m d a oluşundan değil ama aynı zam anda faaliyetlerini yalnızca ticaretle sınırlandıran ulusal burjuvazinin de henüz oluşum aşamasında olmasından ötürü kitleler tarafında h erhangi bir destek görmemişlerdi. Yerel entelijansiyanın büyük çoğunluğu burjuvazi ile bağlantılıydı ve neredeyse tam am ı asimile olmuş veya her halükarda Fransızlaşmıştı. Cezayir’in ilk ulusal örgütü bağımsızlık için çaba sarf etmiyordu. Yalnızca Cezayir Arapları ile Fransızlar a rasında eşitliği ve “yerel yasanın” feshedilmesini talep ediyordu. Ayrıca, Cezayirlilerin Fransız vatandaşları ile aynı haklara sahip olmasını, ya da en fazla, yerli nüfusun geniş bir şekilde temsil edildiği yerel öz-yönetim organları sayesinde Cezayir’in özerkliğini talep ediyorlardı. Fransız d ilini benimsemiş, Fransız eğitimi almış M usul-frank’Iarın (Müslüman Fransızların kısaltılması) en ılımlı hareketi, Fransız kolonyal im paratorluğu çerçevesinde bir eşitlik talebi için baskıda bulunuyordu. Fransız- Yerli Birliği ya da benzeri kuruluşlar oluşturmuşlardı, fakat belirli bir örgüt biçiminden yoksundular. En kararlı mahiyeti olan Mağrip Birliği ve Cezayir-Tunus Bağımsızlık Komitesi, kendi adlandırmalarıyla, Mağrip Ulusu adına özerklik talebinde bulunuyordu. Ayrıca um utlarını Türk Sultanına bağlamış küçük bir feodal grup da vardı. Panislamizm propagandası tü m bu öğeler arasına yayılmıştı ama kitlesel bir taban yaratamadı.
1912 yılında Cezayir’de kolonyal rejime karşı, daha çok basın p ro testosu ve pasif sivil itaatsizlik biçiminde yalıtılmış direnişler baş gösterdi. Fakat hizipçi ve sınırlı doğaları gereği bu direnişler, ülkedeki Fransız egemenliğini sarsmamış veya ciddi bir değişikliğe yol açmamıştı.
T u n u s ’ u n F r a n s i z E m p e r y a l İ z m î
T A R A F I N D A N Z A P T E D İ L M E S İ
İtalya’nın Talepleri
Tunus, emperyalizm dönem inde sömürgeleştirilen ilk Arap ülkesiydi. 1881 yılında, yani İngilizlerin Mısır’ı ele geçirmesinden bir yıl önce, Fransızlar tarafından zapt edildi. Fakat Fransız burjuvazisi bu devralma işlemine, kolonyal yağmada rakipleriyle giriştiği onlarca yıl süren şiddetli mücadeleler süresince yavaş yavaş hazırlandı. Uzun zamanlardan beridir en önemli rakip de Britanya idi. 19. yüzyılın yetmişlerinde Tunus sahnesinde yeni bir aktör daha belirmişti; İtalya.
Bir ulus devlet olarak ortaya çıkmasından kısa bir süre sonra İtalya, sınırsız bir iştahla bir emperyalist güce dönüştü. Bismarck’a göre, İtalya’da yalnızca çürük dişleri olan bir çakalın iştahı vardı. İtalya daha güçlü yırtıcı hayvanlar tarafından her aşamada yerinden edilmiş zayıf ve küçük bir yırtıcı hayvan gibiydi. Fakat Tunus’ta, Britanya’nın da desteğini sağlayarak belirli bir başarı yakaladı. İtalyanlar Cebel-Recas’ta, Fransızların bir telgraf imtiyazı almalarını engellemek ve Britanya’dan Başkent Tunus-Goletta demiryolu imtiyazını satın almak için bir k u rşun madeni imtiyazını garantiye aldılar. Tunus’un İtalyanlar tarafından sömürgeleştirilmesi ve burada tarımsal yerleşim yerleri kurulması yetmişli yıllarda başladı. 18 71 ’ d e Fransızların Prusya’ya karşı yenilgisinden faydalanarak, İtalyan yerleşiklere özel ayrıcalıklar tanıyan bir anlaşmayı dayatma giriş im inde bulundular. Bey ise bu anlaşmayı onaylamamak üzere direnmeye karar verdi. Böylece İtalya, Tunus’a karşı bir deniz seferi hazırlıklarına başladı ve ancak Britanya, Fransa ve Türkiye ortak diplomatik girişimiyle planlarından geçici olarak vazgeçti.
Tunus’un Ele Geçirilmesi İçin Yapılan Hazırlıklar
Fransa, İtalyanların taleplerine karşı gelip Tunus’u kendisi için alıkoydu. Rakip şirketlerle şiddetli bir rekabetten sonra Fransız ya tır ım cılar topraklara ve imtiyazlara erişti. Başkent Tunus’tan Cezayir s ın ırına kadar uzanan bir demiryolu inşası, kurşun çıkarılması ve yine başkente bir lim an yapılması için imtiyazlar edinmişlerdi. Fransız Société Marseilles (Marsilya Şirketi) Enfida’dan 90.000 hektarı kaplayan m u azzam büyüklükte bir mülk satın aldı, Tunus içinde Fransızlar için bir mukavemet noktası olabilecek 350 mil kare (yaklaşık 900 km kare - ç e v )
genişliğinde bir arazi. Fransız kapitalistleri gün geçtikçe Tunus’un ya- rı-sömürge biçim inden tam am en bir Fransız sömürgesine dönüşmesi talebinde ısrarcı davranıyordu. Tunus’un ilhakının pratik yönleri 1878 Berlin Kongresinde zuhur etti. Aslında, kongrede görüşülen Osmanlı İm paratorluğunun süper güçler arasındaki bölüşümüydü ve Fransa da kendi payını talep ediyordu.
Fransa, Britanya ve Avusturya’n ın işgallerini (Kıbrıs ve Bosna Hersek) ve Rusya’nın Balkanlardaki genişlemesini tanımayı ve karşılığında da uygun bir tazm inat almayı kabul etti. Bu tazminat Berlin A ntlaşm asına yansıtılmadı am a Fransa, süper güçlerden, Tunus’u ele geçirmek için gayriresmî bir söz aldı. Fransız temsilci W addington’a hitaben Bismarck, meyvenin olgunlaştığını ve tek yapılması gerekenin toplama işlemi olduğunu açıklamıştı. Almanya, Fransa’nın Tunus işgalinde özellikle ısrarcı davranıyordu, çünkü Bismarck bunun A lm anya’ya çifte fayda sağlayacağını düşünüyordu. İlk etapta bu, Fransa’nın d ikkatin i Avrupa’daki rövanş p lan larından başka bir yöne çekecekti. Fransa’n ın Afrika meselelerinin içine bir kere daldı mı, Avrupa’daki savaş hazır lıklarından vazgeçmek zorunda kalacağı biliniyordu. İkinci etapta ise Fransa, İtalya ve Britanya ile Afrika meselesi yüzünden uzlaşmazlık yaşayacaktı. Bu da Bismarck’ın elini güçlendirecekti, Fransa Britanya ile düşman olacağı için bir süreliğine Avrupa’da savaşamayacak ve İtalya’ya olan öfkesinden ötürü de Almanya ve Avusturya-M acaristan’dan destek arayışına girecekti.
Fakat Britanya 1878’de, Fransa’n ın Tunus’u işgaline itiraz etmeyecekti. Salisbury, Britanya’nın Tunus’ta herhangi bir özel çıkarın ın olmadığını ve bunu meşru sayarak Fransa’nın ar tan nüfuzunu endişe ve kuşkuyla izlediklerini açıkladı. Aynı esnada Britanya da, M ısır’ı ele geçirmek için
hazırlıklar yapıyordu ve hem bu yüzden, hem de Kıbrıs meselesinden ötürü Tunus’u bırakmaya itirazı yoktu. Fransa’n ın Tunus’ta yegâne düşmanları olarak İtalya ve Türkiye kalmıştı, fakat Fransa ikisini de önem semeyebilirdi.
Fransız H am iliğ i
Tunus’un bilfiil işgal edilmesi üç yıl sonra 1881 yılında gerçekleşecekti. Her zam an olduğu gibi bir sınır hadisesi kışkırtılm ış ve Fransızlar, Tunus’a düzen sağlama bahanesiyle girdi. 1 Nisan 1881 tarih inde 30.000 kişilik Fransız ordusu Cezayir-Tunus sınırından geçti. Birkaç gün sonra da 8.000 asker Bizerta’da karaya çıktı ve hızlıca başkente yöneldi. 12 Mayıs’ta Fransız ordusu Bardo’da (Başkentin bir kenar mahallesi) bu lunan Bey’in sarayı Kasr-ı Said’i kuşatmıştı ve Kasr-ı Said Antlaşması (Sarayın adı) ya da Bardo Antlaşması (yerin adı) olarak bilinen an laşmayı imzalaması için Bey’i zorlamaktaydı. “H am ilik ” (protectorate) kelimesi Bardo Antlaşm asında geçmiyordu, gerçekte ise bu, Tunus’un kolonyal köleleştirilmesi için hazırlanmış bir anlaşmaydı. Bu antlaşmaya göre Bey, Tunus’un Fransız birlikleri tara lından “düzeni ve sınırda-sahil şeridinde güvenliği sağlamak” bahanesiyle işgal edilmesini kabul ediyordu. Böylece Fransa, kendisini Tunus’un dış ilişkilerinin yürütücüsü olarak belirlemiş ve Tunus Devletiyle Avrupalı güçler arasında neticelendirilecek anlaşm aların sürdürülm esini güvence altına almıştı. Ayrıca Tunus’un mali örgütlenmesini, kamu borçlarının ödenmesini sağlayacak ve devlete borç vermiş kreditörlerin haklarını koruyacak şekilde yeniden düzenleme hakk ım edindi. Antlaşm anın uygulanabilirliğini denetlemek için, Fransız Devleti ve Tunuslu yetkililer arasındaki yegâne görüşmeci olan bir genel vali Fransızlar tarafından atanacaktı. Neticede Fransa, Tunus Beyine, şahsi ya da hanedan olarak, tehdit edilmemesi için yardım taahhüdünde bulunacaktı.
Türkiye ve İtalya dışında bütün Batılı güçler Fransızların Tunus’u ele geçirmesini onayladı. İtalya ve Türkiye devletleri ise nafile bir çabayla itiraz ettiler. Türkiye, Tunus Beyinin kendilerine bağlı bir memur olduğunu ve uluslararası bir antlaşmaya ta ra f olabilecek bir yetkide o lm adığını beyan etti. Nitekim Türk padişahları, I. Dünya Savaşına kadar da kendilerini Tunus’un hüküm darı olarak sayıyorlardı ve yalnızca savaştan sonra varılan uluslararası resmî anlaşmalarda bu haktan vazgeçeceklerdi.
Fransızlara karşı tek gerçek direniş Tunus ha lk ından gelecekti. Bardo Antlaşm asının sonuçlanm asından hem en sonra yeni bir isyan patlak verdi ve bu yüzden Fransızlar ü lkenin her karesinde uzun süreler savaşmak zorunda kaldı. İsyancıların düzgün bir politik örgütlenmeleri yoktu. Eylemlerine O rta Çağ Haçlı Seferleri sloganlarıyla yön veren dinî bir cemaatin temsilcileri tarafından yönetiliyorlardı. Mücadele birkaç ay sürdü ve 15 Temmuz 1881’de, on günlük bir bom bard ım andan sonra, Fransızlar Sfax’ı ele geçirdi. E k im ’de Kayravan’ı ve 19 Kasım’da da Gafsa’yı zapt ettiler. Fransızlar 30 Kasım 1881’e kadar Gabes’i işgal edip sonunda isyanı bastırmayı başarmış ve ülkenin tam am ın d a kontrolü ele almıştı.
Fransa, Tunus’u fethederek tekelci sermayenin egemenliğini sağlam ak için burada kolonyal bir devlet ve yasal bir üstyapı yaratmaya k o yuldu. 9 Haziran 1881’de Bardo A ntlaşm asın ın detaylandırılması am acıyla Bey, Tunus’un Batılı güçlerle karşılıklı ilişkilerinde yegâne resmî aracı olarak Fransız temsilcisini atayan bir kararnam e imzaladı. Böylece dış ilişkilerde ü lkenin tüm bağımsızlığı hiçe sayıldı. 8 Haziran 1883’teI,a Marsa’da, iç işlerindeki bağımsızlıktan da feragat edilen bir Fransız- Tunus Anlaşması imzalandı. Bu Anlaşma, “ham ilik” ibaresinin ilk kez yazılı olarak geçtiği yerdi. La Marsa Anlaşması, 1881 Antlaşm asını onaylıyor ve Bey’e, Fransa Devletinin faydalı görebileceği idari, yasal ve mali reformları uygulamaya koyması için baskı yapıyordu.
Anlaşma ana borç miktarın ı (125.000.000 frank) ve kısa vadeli borçları sabitlemişti. Fransa kendisi kreditörlerin taleplerini layıkıyla karşılayacağı sözünü veriyordu. 2 Ekim 1884’te Uluslararası Finans Komisyonu feshedildi ve Tunus’un mali meseleleri Fransız genel valin in kontrolü altına geçti. 10 Kasım 1884’te Fransa Başkanı ta ra fından yayınlanan bir kararnam ede genel vali “Bey Ekselanslarının bildirdiği tüm kara rnameleri” tasdik etme ve uygulama yetkisiyle donatıldı. Daha sonra 23 H aziran’da ise, genel vali Tunus sınırları dâhilinde “Cum huriyet’in tüm otoritesi” ile yetkilendirildi. Tunus’taki tüm Fransız kara ve deniz güçleri ve hem Avrupalılarla hem de Tunus halkıyla ilişkileri yönlendiren tüm idari organlar onun emri altına verilmişti.
Genel vali otoritesini illerde, 4 Ekim 1884’te o luşturulan Fransız sivil kontrolör birimleri aracılığıyla sağlıyordu. Sivil kontrolörler doğrudan genel valiye bağlıydılar ve yalnızca onun onayıyla atanabiliyor veya azle- dilebiliyorlardı. Güney bölgeleri hariç, bü tünü Fransız ordusunun kesin kontrolü altında olan ülke otuz sivil kontrol b irim ine ayrıldı. Her bölge,
Bey tarafından atanm ış yerli Tunus memurlarının, kaidlerin, başkanlığını yaptığı bir veya birkaç k a i d a f tan (idari ve m ülki birimler) oluşuyordu. Resmî olarak kaidler, Bey hüküm etine bağlı olsalar da, aslında 22 Temmuz 1887 genelgesiyle “yerel am irlerin” idari faaliyetlerini denetleme ve onlara sözlü ya da yazılı em ir verme hakkına sahip olan Fransız sivil kontrolörlere tam am en bağlıydılar,
Kolonyal devlet ve yasal üstyapı, bu yolla bir dizi kararnam e çıkararak Fransız tekellerinin diktatörlüğünü ilan etmiş ve hamiliğin henüz ilk yılında onların çıkarlarına h izm et etmişti. Genel vali fiiliyatta m utlak iktidarı elinde tutuyordu. Tunus feodal devleti yok edilmemiş olsa da (bu noktada sıradan bir sömürgeyle ham ilik arasında duruyordu) yabancı iktidarın ın yardımcı bir aygıtına dönüştürülm üştü . Fn tepede Fransız genel vali ve onun altında da devlet yönetiminin çeşitli kollarını gözetleyen tamamı Fransız, güçlü idari patronlar duruyordu. Bey ise tahtta d u ruyor, fakat Fransız genel valisinin onayı olmaksızın hiçbir iş yapamadığı için bir ik tidar alameti sergileyemiyordu. Ayrıca, Fransız danışm anlar tarafından izlenen iki bakan ve birçok departm an da bırakılmıştı ona. Devletin tüm gelirleri de genel valinin elindeydi. Ülkesinin ulusal ç ıkarlarına ihanetin ödülü olarak Beye, ailesinin, sarayının ve hüküm etin in masraflarını karşılaması için yıllık 1.250.000 frank ödeniyordu.
İtalya ve Fransa Hamiliği
Fransa, İtalya’n ın ateşli fakat beyhude itirazlarına rağmen Tunus’u ele geçirdi. Fakat İtalya’nın da taleplerinden vazgeçme gibi bir niyeti yoktu. Her şeye rağmen, İtalyan Devleti temsilcilerini Tunus’a göndermeye devam ediyor ve İtalyan sömürgeciliğini teşvik ediyordu. İtalyan çiftçi ve tüccarlar Tunus’a yerleşmişti ve toprak birlikleri belirmeye başladı. Birçok İtalyan, iş bulmaya ve hızlı büyüyen bir sömürge şekillendirmeye gerçekten ihtiyaç duyduklarından Tunus’a göç ediyordu. Dış sahnede ise İtalya, Fransa’ya ve Fransa’nın Kuzey Afrika’daki kolonyal genişlemesine karşı bir dizi anlaşma neticelendirmişti. Tunus’ta Fransız hamiliği kurulm asına cevaben İtalya, 20 Mayıs 1882’de Almanya ve Avusturya Macaristan ile Üçlü İttifaka ismini yazdırdı. 1887 ve 1891 yıllarında, Fransa’nın M ağrip’teki taleplerine karşılık olarak İspanya ile Avusturya- Macaristan’ın da bağlı olduğu bir anlaşmaya vardı.
Fakat 19. yüzyıl sonuna gelindiğinde İtalya dış politikasını yeniden gözden geçirmeye başladı ve Fransa ile kolonyal meselelerde uzlaşma
kararı aldı. 1896’da, kendisi için çeşitli avantajlar sağladıktan sonra Fransa’nın Tunus üzerindeki ham iliğ in i tanıdığını açıkladı. Aynı y ıldaki anlaşmaya göre Fransa da, İtalyan yerleşimlerin T unus’taki özel d u ru m u n u kabul etmişti. Böylece İtalyanlar, Tunus’a yerleşme, mülk satın alma, kendi okul ve hastanelerini yapabilme hakkın ı aldılar. İtalyanların sayısal üstünlüğü ve işgal ettikleri konum un önemi, İtalyan göçmenleri asimde etmek ve göçü sın ır landırm ak için elinden geleni yapmış olan Fransızlar için sürekli bir endişe kaynağı olacaktı. Hal böyleyken Tunus’taki İtalyan nüfusun 1931 yılm a kadar sürekli olarak Fransızlara baskın gelmesi hali İtalyan milliyetçi propaganda ve diplomasisinde yaygın olarak kullanılmıştı.
Fransız Emperyalist Boyunduruğu Altında Tunus
Fransız hamiliği, Tunus halk ın ın sınırsız söm ürüsünün ve ulusal kaynaklarının Fransız tekelleri tarafından yağmalanmasının yolunu açmıştı. İnsanlar, kolay yoldan para kazanmak, topraklara, imtiyazlara ve taahhütnamelere konmak üzere Tunus’a akın ediyordu. Toprak yağmacılığı Cezayir’deki kadar yaygın olmakla beraber çok daha hızlıydı. Kolonyal otoriteler, Fransız söm ürüsünü teşvik etmek için ellerinden geleni yapıyordu. Elamiliğin ilk yıllarında Arap toprak ların ın toplu halde istimlak edilmesi için bir dizi kararnam e yayınlanmıştı. 1 Temmuz 1885 itibariyle, özel bir Arazi Kamulaştırm a Kurulu (Land Tribunal) aracılığıyla kamusal toprak kullanım h ak k ın ı zorunlu kılan “Torrens sistemine” göre (toprakları ve topraklar üzerinden yapılan ticari faaliyetleri kayıt altına alan bir sistem -çev.) toprak kaydı getiren b ir arazi yasası resmî olarak duyuru lm uştu . Bu yasa ayrıca arazi kaydını, boş ve hüküm süz olarak ilan edilen hakların iptali şartına bağlıyordu. Kayıt altına alma, yasal toprak istim lâkine bir kapsam kazandırıyor ve Fransız sömürgecilerin haklarını, eski sahiplerin iddialarına karşı koruyordu. Fransız arazi yönetmeliği, kayıt altına alınan topraklara uygulandı ve bankalar hâlihazırda bu toprakların teminatıyla kredi dağıtmaya başladılar.
Aslında Fransızlar arazilerin büyük çoğunluğunu, resmî m ak am ların herhangi b ir doğrudan yardımı olmaksızın şahsi olarak satın almışlardı (gayriresmî sömürgeleştirme). Fakat kabilelere ve özellikle de vakıflara ait olan komünal toprak lar (dini amaçlara adanmış devredilemez mülkler) yeni sahiplere devredilemiyordıı. İşte, buna bir son vermek ve Fransızlara istedikleri herhangi bir araziyi satın alabilmeyi
m üm kün k ılm ak için, hamilikten vakıf arazilerinin uzun dönemli k i ralanmasına, değiş-tokuş edilmesine veya satın alınm asına müsaade eden yeni yasalar çıkmıştı (1885, 1898 ve 1905). Bu yolla vakıf arazilerinin kullanım hakkı feshedilmemiş olsa da, sömürgecilere bu toprakları satın alabilmek için kâfi derecede fırsat yaratılmıştı. 1892 yılında ham ilik hüküm eti Cezayir’deki gibi resmî sömürgeleştirme sürecini başlatacaktı. Resmî sömürgecilik toprak kullanım hakk ın ın yeniden dağıtımı olarak tanımlanabilir. İlk olarak kolonyal otoriteler toprakları Arap sahiplerinden zorla alıp, ellerinde topluyor ve sonrasında bir hiç pahasına Fransız sömürgecilere satıyordu. Bu amaçla 1897 yılında özel bir sömürge fonu kurulmuştu. 1898’de ise kamu vakıf yönetimi, devlete her yıl 2.000 hektara kadar, özellikle ekime uygun yerlerde, toprak vermekle yükümlü tutulm uştu. O rm anlık ve boş araziler (mavat) üzerine çıkarılan 1890, 1896 ve 1903 kararnameleri, Tunus kabilelerinin kendi toprakları üstündeki haklarını bile tanımayarak, kolektif kabilesel to p rak sahipliği sistemini yürürlükten kaldırmıştı. Tunuslu göçmen ve yarı göçmenler daha önce sahibi oldukları toprakların artık sadece kullanıcısı olmuşlardı. Aynı zamanda, komünal topraklar “fazla arazi” olmaları bahanesiyle kabilelerden zorla alınm ış ve sömürge fonuna devredilmişti. Küçük bir grup Fransız işadamı ve spekülatör, Tunus köylülerini harap eden ve mülklerinden m ah ru m bırakan arazilerin “Cezayir’deki usulle” toplu gaspı ve satışı üzerinden şaşılacak derecede bir zenginlik elde etmişti. Fransızların, Tunus’ta sahip olduğu arazi miktarı 1881’de107.000 hektarken, 1892’de 443.000 ve 1912’de ise 882.000 hektara yükselmişti. Bunun yanı sıra, 1912 itibariyle 135.000 hektar da İtalyanlara ve diğer Avrupalılara aitti. Cezayir’in aksine Tunus’ta, adet olduğu üzere küçük çiftliklere sahip olan İtalyanlar dışında küçük sömürgeciler yoktu. Fransız sömürgeciliği spekülatif bir karakterdeydi. Jean Jaures’in de betimlediği gibi “çok hektar, az insan”. Fransız sömürgeciler ve anonim şirketler muazzam büyüklükte mülkleri satın alıp sonrasında diğer sömürgecilere hatta bazen Tunuslulara geri satıyordu.
Société Franco-Africaine (Fransız-Afrika Şirketi), Compaignie de Phosphate et de Chem in de Fer de Gafsa (Fosfat ve Gafsa Demiryolları Şirketi), Société de Ferme Française (Fransız 'Farım Şirketi) ve O m niom Immobilière Tunisienne (Tunus O m niom Gayrimenkul) gibi kapitalist firmaların payına oldukça büyük araziler düşmüştü. “Sömürgeciler” arasında, Tunus’u hiç görmemiş ve bu ülkedeki mülklerini vekilleri veya yardımcıları sayesinde yöneten Parisli bankerler, kapitalistler ve imtiyaz
sahipleri bulunmaktaydı. Tunus’un fethine katılan generaller ve burada ham iliğin kuru lm asında etkin olarak yer alan diplomatlar devasa araziler (latifundium) satın almışlardı. Yalnızca bir burjuva gazetesinin bu kanunları sergilemesi yeterliydi ve editöre sus payı o larak Tunus’ta bir m ülk verilirdi. Senatörler ve vekiller Tunus’ta istismar olup olmadığının araştırılmasını talep ettiğinde, Parlamento Komisyonunun inceleme yapacak üyelerine de mülkler tahsis edilirdi ve doğal o larak Komisyon istismar iddialarının asılsız olduğu yönünde görüş bildirirdi. Bu belki de, bunca burjuva devlet adamının, vekilin, senatörün ve gazete editörünün Tunus’ta nasıl m ülk edindiğini de açıklığa kavuşturur. Bu tip bir söm ürgecilik anlayışında ele geçirilen araziler mülklerini feodal yöntemlerle idare eden Tunuslu büyük kiracılara kiraya verilirdi. Tunuslu feodallerin mülklerinde olduğu gibi sömürgecilerin topraklarında da khammasat, ortakçılık ve m ugaras gibi sömürü biçimleri yaygındı. Bu yüzden kapitalist üretim ilişkileri oldukça yavaş gelişiyordu. Aynı zam anda söm ürgecilerin bireysel olarak, tahıl ve diğer tarımsal ü rünlerden üretmek için k iralanmış emek kullandıkları çiftlikler kurm a girişimleri de bir h ak ikatti. I. Dünya Savaşından önce bu çiftliklerin, üzüm yetiştiriciliği ve şarap üreticiliği faaliyetleri hariç, gelişmiş olduğu söylenemezdi. Ücretle tutu lan göçmen işçilere (temel olarak İtalyanlar) şarap üreticiliğinde iş veriliyordu. 1913’te üzüm bağları 17.942 hektar alana yayılmış d u ru m daydı ve yaklaşık 300.000 galon şarap üretiliyordu.
Tunus’u zapt eden Fransız tekelleri, onu aynı zam anda kendi endüstrileri için b ir pazara ve ham m adde kaynağına dönüştürm üştü. Fransız m alların ın akını Tunus zanaatçılığına ağır b ir darbe indirecekti. Örneğin, ham iliğin ilk yirmi beş y ılında Tunus’taki zanaatkâr sayısı altı- yedi bin civarından iki bine kadar düşmüştü. Fransız sömürüsü altında Tunus ekonomisinde hızlı bir gelişim gösteren tek sektör madencilikti. Kurşun cevheri işgalin ilk yıllarından itibaren ihraç edilmeye başlamıştı. 1899’da Fosfat ve Gafsa Demiryolları Şirketi, 1885 yılında keşfedilen fosforit kaynakların ın ticari an lam da işletimine başlamıştı. Demir cevherinin çıkarılması ve ihraç edilmesi için ise 1908 yılı beklenecekti.
Metal ve fosforit madenciliği, başkent tekelci sermayesi ile yakından bağlantılı olan Fransız şirketleri ta ra fından sürdürülüyordu. Almanlar, İtalyanlar ve Belçikalılar tarafından da görece büyük sermaye yatırım ları yapılmıştı. Tunus m adenlerinin hunharca söm ürülm esinden ulusal burjuvazinin eline geçen ise bir hiçti. Mali ve teknik zayıflığından ö türü arka plana itilen ulusal burjuvazi, yalnızca küçük çaplı müteşebbislerden
ibaretti ve büyük çoğunluğu tarım sal üretimle iştigal ediyordu. Maden endüstrisinin ve sömürgeciliğin ihtiyaçlarım karşılamak için dem iryolu inşaatları başlamıştı. Görece kısa bir sürede Tunus demiryollarının uzunluğu 1881’de 224 km ’den, 1909’da 1.375 km ye çıkmıştı. Bununla birlikte limanlar ve karayolları da inşa ediliyordu. Sömürgeci kapitalist çiftçiliğin, demiryolu ve liman inşaatlarının, madencilik ve ulaşım en düstrisinin tedrici gelişimi Tunus’ta bir işçi sınıfının ortaya çıkmasına ve biçimlenmesine yardımcı olmuştu. Çünkü bu işçiler oldukça yoksuldular ve onları koruyacak yasal mevzuattan yoksundular. Neredeyse tüm fabrikalarda emeğin düzenlenmesi tipik olarak kolonyal bir karakterdeydi. Yabancı işçiler ve idari personel “kolonyal bir p r im ” alıyordu ve yerel işçilerle kıyaslandığında onları ayrıcalıklı bir konum a taşıyacak bir cüzi hakka sahiptiler. Üstelik Tunuslu işçilerin bir sendikası da yoktu. Politik olarak ulusal burjuvazinin nüfuzu altında toplanıp, bu gurubun anti-emperyalist taleplerine arka çıkıyorlardı.
Yerel halkın da bütün hakları elinden alınmıştı. Fransızlar, devlet aygıtındaki hem en hemen tüm görevleri doldurmuştu. Kolonyal bürokratik tiranlık, ırksal ayrımcılık ve ulusal baskı bu talihsiz ülkede boydan boya hüküm sürüyordu. 1861 Anayasası tüm anlam ını yitirmiş ve sonrasında yenilenmemişti. Bir zam anlar Tunusluların elinde bulunan politik haklar göz göre göre kolonyal yönetim tarafından ihlal ediliyordu. 14 Ekim 1884’te Basın üzerine yayınlanan kararnam e gazetelerin “Bey Flkselanslarını, hanedanın prenslerini ve dinî kültlerini” eleştirmesini şiddetle yasaklamıştı. Ayrıca “Fransa C um huriye tin in Tunus’taki haklarını ve otoritesini” eleştirmeyi de yasaklamıştı. 15 Eylül 1888 Kararnamesi “hiçbir kurum un devletin izni olmadan oluşturulamaya- cağı” şartını getirmişti. 13 Mart 1905 K ararnam esinde ise, politik ve dinî meseleleri dile getirmedikçe “özgürce” toplantı yapılabileceği belirtiliyordu.
Tunus’ta uzun müddetler temsili kurum lar olmamıştı. Danışma Meclisinin (Tunus’taki Fransız nüfusun temsil benzeri organı) kuru lm ası için 1891 yılı beklenecekti. Bu Meclis Fransız ekonom ik örgütlerinin temsilcilerinden (ticaret ve tarım odaları) mürekkepti. Bazıları hüküm et tarafından atanıyor, diğerleri ise seçimle geliyordu. D anışm a Meclisi seçimlerinde yalnızca Fransız sömürgeciler oy kullanm a hakkına sahipti. Ayrıca 1907’de ham ilik tarafından a tanan on altı Tunuslu üye de kabul edilmişti. 1910 yılm a gelindiğinde ise Danışma Meclisi, Cezayir Mali Delegasyonu gibi, Fransız ve yerli olm ak üzere iki bölüme ayrılmıştı.
Ulusal Bağımsızlık Hareketi. Genç Tunuslular
Sömürgeleştirme, ulusal baskılar ve politik h ak la rd an yoksunluk T unus’ta, ulusal burjuvaziyi, bazı feodal klikleri ve ayrıca işçi sınıfı ve köylüleri de kapsayan genel bir hoşnutsuzluk dalgası yaratm ıştı. Hatta 19. yüzyılın son lar ında bile, köylülerin çıkardığı b i r tak ım karışıklıklara ve Genç Tunusluların , ham iliğe karşı çıkacak ve Tunus ulusal can lanm asın ı ortaya çıkaracak örgütlenm elerine ve b irliklerine rastlanıyordu. Ülkedeki ulusal hareketin kabarması Asya’daki genel uyanışla örtüşüyordu. 1905 yılı, Tunuslu ulusalcı entelektüeller ve Fransız küçük burjuva dem okra tla rı bünyesinde b ar ın d ıran Cum huriyetçi P a r t in in k u ru lu şu n a işaret ediyordu. D aha sonra bu parti bölünecek ve Abdülaziz Taalbi’n in başında b u lunduğu Arap ulusalcıları 1909 y ılında çekilip, Ali Baş Hamba ve Beşir Sfar’m 1907’de k u rduğu Tunus Partisine (Hizb ‘Tunisi) katılacaktı. Bu bölünme, milliyet meseles inden kaynaklı farklılıklar yü zü n d en olmuştu. C um huriyetçi Parti Tunusluların asimile edilmesi lehinde görüş bildirip, taleplerini eşitlik ile s ın ırlandırırken , Tunus Partisi geniş ölçekli anayasal reform ların ve son tahlilde bağımsızlığın savunuculuğunu yapıyordu. Tunus P ar t is in in sloganı “Cezayir-Tunus Ulusuydu” ve bu ulus için bir devlet o luşturm a çabasmdaydılar.
Tunus Partisi 191 l ’de, İtalyanların Trablusgarp’a saldırmalarıyla bağlantılı olarak geniş ölçekli bir politik seferberlik başlatmıştı. Tüm Tunus'tan para ve ilaç toplanmıştı. Birçok kasabada Avrupalılarla Araplar arasında çatışmalar yaşanıyor ve bu bazı yerlerde büyük gösterilere dönüşüyordu. 7-8 Kasım 1911 Jallaz hadisesi olayların doruk noktasıydı. Jallaz Başkent Tunus’ta bu lunan bir M üslüm an mezarlığıydı ve yerel m akam lar ın burayı kayıt altına alma kararı binlerce kişinin katıldığı protesto gösterilerine yol açmış ve Fransız askerleri ve polisleri tarafından kanlı bir şekilde bastırılmıştı.
Şubat 1912’de bir grup Tunuslu, Tramvay Ş irketinden Araplara karşı yapılan ayrımcılığı durdurması ve Avrupalılarla eşit şartlarda işe alınma ve eşit işe eşit ödem e alma talebinde bulunm uştu . Fakat şirket yönetimi bu talepleri uygulamayı reddedince kent nüfusu bir boykot başlatmıştı. Mesele gittikçe ciddi bir boyut kazanıyordu. Korkuya kapılan otoriteler Tunus’ta sıkıyönetim ilan etmiş, birçok gazeteyi kapatmış ve Tunus Partis in i yasaklayıp, liderlerini hapse atmıştı. 1912 y ılın ın M art ayında Abdülaziz Taalbi ve Ali Baş H am ba tutuklanıp sürgüne gönderilmişti.
Taalbi 1913’te ülkesine geri dönüp mücadelesine devam ederken Ali Baş Hamba faaliyetlerini yurt dışında sürdürm üştü.
Genç Tunusluların liderleri Fransa Devletiyle, bir “m utabakata” varabilme um udunu taşıyorlardı ve bu yüzden onları ulusal bağımsızlık hareketinin kabullenilmesi ve Türkiye ve Kayser Almanya’sına yardım etmek için ikna etmeye çalışıyorlardı. A lm anlar ise Tunus ulusal bağımsızlık hareketini memnuniyetle kullanm ak istiyordu. Alman General Staff tarafından 1914 yılı başlangıcında, Fransız egemenliğine karşı mücadele eden Kuzey Afrika M üslümanlarına tü m olası desteğin verilmesini, o n larla ilişkilerin normalleştirilmesini ve Müslüman ulusal birliklerinin faaliyetlerine yardımcı olunmasını özellikle belirten gizli bir protokol tanzim edilmişti. Aslında bu ilişkiler daha çok savaş sırasında geliştirilecekti, zira Fransızların bu bölgeyi ham madde ve işgücü kaynağı olarak kullanmasını engellemek için, birçok Alman ajanı Kuzey Afrika’ya gönderilmişti. Genç Türklerin ve Alm anların yardım ına güvenen Genç Tunuslu liderler Kuzey Afrika’da Fransa karşıtı bir başkaldırıya hazırlık yapıyorlardı. Dış yardımlara karşı duyulan bu umutlar, Tunus’un kendi içindeki kitlesel politik hareketin gücünün ve potansiyelinin küçüm senmesine ve bunun sonucunda da kitlelerden soyutlanmasına yol açmıştı.
F R A N S I Z L A R I N F a s ’i İ Ş G A L İ
Kapitülasyonlar
Fas 19. yüzyıl boyunca, Cezayir ve Tunus’un aksine biçimsel olarak bağımsızlığını sürdürm üştü . Fakat gerçekte, Avrupalı güçlerin bir ya- rı-sömürgesi haline gelmişti. Fas zapt edilmeyi engellemek için oldukça zayıf ve geri kalmış bir ülkeydi ve onun bir sömürgeye dönüşmesini e rteleyen yegâne şey de Avrupalılar arasındaki düşmanlıktı.
18. yüzyılın sonunda, Avrupa’da kapitalizmin hızlı b ir gelişimi gözlemlenmişti. Öte yandan Fas ise O rta Çağ durgunluğu ve feodal anarşi içinde debeleniyordu. Avrupalı güçlerin oldukça gerisinde kalmıştı ve onların taarruzlar ına karşı d u rm ak tan acizdi. A ra larında yapılan birçok savaşta Avrupalılara yenilmiş ve bir dizi eşitsiz anlaşmaya imza atmak zorunda kalmıştı. Henüz 1767 yılında Fransa ve Fas Sultanı arasında bir anlaşma imzalanm ış ve 1631 anlaşm asının aksine konsolosların yargısal yetkileri Fas’taki Fransız vatandaşları için tek taraflı o larak uygulanmıştı. Ayrıca bu anlaşm a ile kapitülasyonlar Fransız tüccarları ve yerleşikleri lehine oldukça genişletilmişti. Sadece yargısal değil aynı zamanda vergisel muafiyete de sahip olmuşlardı.
Türk kapitülasyonlarının bile sahip olamadığı bir k u ru m olan Protege de (birinin korum ası altında olan k imse -ç ev ) , vergiden m uaf tu tuluyordu. Protege’ler, Fransız yerleşimciler hizmeti için çalışan Fas Sultanının yerli tebaasıydı. Her tüccar Faslıları kendisine hizm et etmesi için tu tabiliyordu ve bu sayede onlar da kapitülasyonlardan etkileniyorlardı. Vergi ödemeyi kesip (anlaşmalarda geçmiyor bile olsa) zımni yargısal dokunulm azlık ediniyorlardı. Bu sayede yalnızca Fransız konsolosluğu tarafından yargılanabiliyorlardı. Bu tü r bir vergi ve yargı dokunulm azlığı, vergilendirmeden ve adaletsiz hüküm lerden kaç ınm ak ve kendilerini
konsolosun ve yerleşimcilerin çalışanı olarak tan ıtm ak için Fransız “ko rum asına” başvuran feodaller ve tüccarlar başta olm ak üzere, Paslılara oldukça çekici geliyordu. Bu yolla Fransa, Fas içinde Sultana bağlı olm ayan ve onun egemenliğinden yakayı kurta rm ış yerel feodallerden ve tüccarlardan m ürekkep geniş bir temsilci ağı kurm uştu. Kapitülasyonlar, Fransız tüccarlarla ilişkisi olan tüm Paslılara hatta ortakçılara bile uygulanmıştı. Bu ülkedeki Fransız tüccarların büyük çoğunluğu tarımsal faaliyetlerle özellikle de hayvan besiciliği ile uğraşıyordu. Kendi toprakları yoktu ve hayvanları ortakçılık sistemi esasına göre köylülerin h im ayesine bırakıyorlardı. Bu çobanlar bile Sultana vergi vermiyor ve onun mahkemelerini tanımıyordu.
Osmanlı İm paratorluğuna uygulananların bayağı bir kopyası olan bu kapitülasyonlar sonrasında diğer süper güçlere de tanınacaktı. İspanya da Fas ile aynı yıl (1767) bir kapitülasyon anlaşması imzalamıştı. Diğer güçlerin kapitülasyon edinmesi 19. yüzyıla kadar bekleyecekti. Güçlü devletlerin bazıları doğrudan kapitülasyonlar edinirken, bir kısmı da en ayrıcalıklı ulus anlaşmasını kabul edip kapitülasyonlara ulaşıyordu. Fransa ve Ispanya’nın dışında Avusturya, Sardunya (Sardunya’nın hakları sonrasında İtalya’ya temlik edildi), Amerika Birleşik Devletleri, Britanya, Hollanda ve Belçika da Fas’tan kapitülasyon edinmişti. 1880 yılında kapitülasyonlar uluslararası bir anlaşmanın konusu haline geldi. M adrid ’de 1880 yılında toplanan uluslararası bir konferans, Fas’taki kapitülasyonlar ve protege sistemi üzerine evrensel bir anlaşmaya varmaya çalışmıştı. Bu anlaşma temelinde, kapitülasyonlar adı geçen devletlerin dışında konferansa katılan Almanya, İsveç, Norveç, Danimarka ve Portekiz’e de tanınm ıştı . Dahası M adrid Anlaşm asına Rusya da 1881 yılında dâhil olarak kapitülasyon elde etmişti.
Kapitülasyonlarla birlikte Avrupalılar, Fas’ta toprak satın alma ve diğer gayrimenkullere sahip olma hakkı için baskı yapmaya başlamıştı. İspanya, 1799 barış anlaşmasına dayanarak bu hakka ulaşan ilk devletti. Onu, 1856’daki bir anlaşmadan güç alan İngiltere izleyecekti. Diğer güçler ise bu hakkı en ayrıcalıklı ulus işleyişi üzerinden sağlıyordu. Sonuç olarak, M adrid Anlaşması 1880 yılında kapitülasyon hakkını tüm Avrupa güçlerine vermişti.
Eşitsiz anlaşmalar sadece kapitülasyonlar sayesinde değil fakat aynı zam anda g ü m rük vergileri gibi araçlarla da yüriitülebiliyordu. Bilhassa, 1856 İngiliz-Fas Antlaşması, İngiliz tüccarların, sonrasında da en ayrıcalıklı ulus işlemi temelinde diğer Avrupalılann, herhangi bir engelle
karşılaşmadan m allarını Fas’a ihraç etme hakk ım m ü m k ü n kılmıştı. H atta Almanya g ü m rü k vergilerini kayda değer bir ölçüde düşüren (bazı durum larda yarı yarıya) daha kârlı anlaşmayı 1890’da elde etmişti. Bir kez daha en ayrıcalıklı ulus işlemi temelinde, bu şartlar diğer Avrupa devletlerine de yayılmıştı.
Mülki Zapt
Yeniçağın şafağında Avrupalılar, Fas’ta birçok bölgeyi ele geçirmişti. 15. ve 17. yüzyıllar arasında Portekiz, Fas’ın bütün batı yakasım elinde tutuyordu, Ispanya’n ın Kuzey yakasında bir dizi askerî üs ve prezidyo- su (garnizonlu küçük kale -çev.) bulunuyordu ve İngilizler de Tanca’ya sahiptiler. 19. yüzyılın başlangıcı itibariyle Portekizliler ülkeden atılmışken İspanyalılar hâlâ Ceuta Melilla ve Alhucemas ve Penon-de-Velez adalarındaki prezidyolarını koruyorlardı. Bunlar, İspanyollara Fas’ın içlerine kadar nüfuzların ı hissettirmek ve civar kabilelere karşı sefer dü zenlemek için sıçrama tahtası görevini görüyordu. Üstelik İspanya 1848 yılında Zafran Adalarını da ele geçirecekti. Engels’in, New York Daily Tribune’de yayınlanan askerî raporlarında detaylı bir şekilde tasvir e ttiği 1859-60 İspanya-Fas savaşı esnasında, İspanya Tetuan’ı da zapt etm işti. Fakat Britanya barış görüşmeleri sırasında, sürece müdahale etmiş ve İspanyanın zaferin meyvelerini toplamasına engel olmuştu. Böylece Tetuan Fas’a geri bırakılmış ve İspanya da İfni bölgesi ile yetinmek zorunda kalmıştı.
19. yüzyıl boyunca Fransızlar, Fas’ı birçok farklı noktadan işgal etmişti. Örneğin, Fransızlar 1844’te A bdülkadir’i kovalarken Fas sınırlarını ihlal edeceklerdi. Fransız donanm ası tarafından desteklenen Marshall Bugeaud, Tanca ve M ogador’u bombalayacaktı. Britanya’nın baskısı ile Fransızlar, galip çıktıkları çatışmaları bir bölgenin ele geçirilmesiyle taç- landıramayacaktı fakat Cezayir’deki bölgesiyle Fas sınırı arasında kesin bir hat çizmeyi de kesinlikle reddedecekti. Lalia-Marina anlaşmasına (1845) göre sınır hattı sadece kuzeydeki kısa bir şeritte sabitlenmişti. Güney’de ise toprak lar yerine göçer kabilelerin sınırların ın belirlenmesi süreci işlemişti. Bazı kabileler Fransız kontrolüne geçmişken bazıları Fas’ta kalmıştı. Fransa sınırlardaki bu müphem tan ım ı 19. yüzyıl boyunca kullanarak Cezayir’e komşu Fas vahalarını ele geçirmiş ve 20. yüzyıl başlangıcında ise sınır bölgesini kendi doğrudan kontrolüne dâhil etmişti. 20 Temmuz 1901’de, sınır boyunca Fransız ve Fas karakolları
ku rm ak ve sm ır bölgelerindeki nüfus arasında bir opsiyon belirlemek için ortak bir Fransız-Fas Komisyonu oluşturm ak adına iki ülke arasında bir anlaşmaya varıldı. Bu komisyonun faaliyetleri Başkent Cezayir’de, 20 Nisan 1902’de im zalanan yeni bir sınır anlaşmasına neden olmuştu. Yeni anlaşmaya göre Fas Devleti sınır bölgelerinde “otoritesini güçlend irm e” işine girişmiş ve Fransa bu sınırlara, birliklerini ve polis gücünü göndererek, yard ım etmeyi taahhü t etmişti. Öte yandan Fransa da g ü m rü k dairelerinde kendi askerî karakollarını ku rm uş ve ayrıca Fas topraklarında suçluları yakalama ve yargılama hakk ına erişmişti. Bütün bunların yanı sıra, Fas sınır bölgelerinde tüm kontrolü üstlenen Fransız sınır komiserleri getirilmişti. 1902’ye gelindiğinde an laşm anın sonuçları şöyle zuhur edecekti; General Lyautey komutasındaki Fransız birlikleri Fas sınır bölgesine girip, Colomb-Bechar vahasını Cezayir topraklarına kattı. Bu olay Fas’ın işgalinin ilk adımıydı. Fakat Fransa, emperyalistler dünyayı paylaşmak için amansız bir rekabete dalmışken, Fas’ı sessizce işgal edemiyordu. Bu, ancak Batılı güçlerin onayı ve uygun diplomatik hazırlıklarla m ü m k ü n olabilirdi. Bu nedenle 20. yüzyılın başlangıcında Fransa, Fas’ta her türlü hareket serbestîlerine söz verdiği Avrupalı güçlerle bir dizi gizli anlaşma yapmıştı.
Fransa’nın İtalya (1900), Britanya (1904) veİspanya (1904) ile Anlaşmaları
Bu tür bir anlaşm a ilk kez Roma’da, Fransa ve İtalya arasında yazılı bir formatta 14-16 Aralık 1900 ta r ih inde (resmî olarak 1902’de duyuruldu) sonuçlandırıldı. Bu anlaşma ile Fransa, o zam anlar Türkiye’ye bağlı olan Trablus vilayeti için İtalyanlara söz verecekti. Aynı şekilde, bu vilayet üzerinde herhangi bir iddiasının olmadığını ve burayı kendi nü fuz alanı dışında bırakacağını açıklamıştı. Diğer bir deyişle İtalyanlara Trablus’ta sınırsız bir hareket özgürlüğü vaat ediyordu. Karşılığında da İtalya, “Fransa’nın, kendilerine komşu bu imparatorluğun, Fas’taki faaliyetlerine ses çıkarmayacaktı. Bununla birlikte, Fas’ın politik ve bölgesel politikasında açıktan ilhak gibi bir değişim olma d u rum unda , “İtalya mütekabiliyet esasına göre nüfuzunu Trablus ve Sirenayka’ya kadar genişletebilecekti”. Böylece Fas’ın karşılığı Trablus olarak ödeniyordu. Trablus’un İtalya’ya olmadığı gibi Fas da Fransa’ya ait değildi, fakat yine de bu iki ülke kendilerinden güçsüz d u ru m d a bulunan uluslar hesabına anlaşmalar yapıyordu.
Benzer karakterde olan, fakat daha çok ehemmiyet arz eden bir diğer anlaşma, Îtilaf’m kuru luşuna yol açan ve 8 Nisan 1904’te Londra’da im zalanan ünlü İngiliz-Fransız anlaşmasıydı. Bu anlaşmaya göre, Britanya ve Fransa “karşılıklı olarak birbirlerinin günahların ı bağışlamışlardı”. Fransa, “Büyük Britanya’nın bu ülkedeki (Mısır -çev.) eylemlerini, işgal ta rih in i sınırlandırm a baskıları ya da herhangi yaptırım lar aracılığıyla engellemeyeceğini” taahhüt etmişti (L. Cromer Cilt II, s.391). Britanya ise karşılığında “Fransa’nın, Fas üzerinde geniş sınırlar oluşturmasını, bu ülkenin sükûnetin i denetlemesini ve idari, ekonomik, mali ve askerî reformlarda gücünü kullanm asını” kabul edecekti. Diğer bir şekilde belirtm ek gerekirse, Britanya, Fas’ı, ü lkenin ekonomik, askerî, mali ve polis kontrolünü devrettiği Fransa’n ın m erhametine bırakıyordu. Bir kam u açıklamasında iki ülke, Mısır ve Fas’ın statülerinde herhangi bir değişikliğe gitme niyetlerinin olmadığını açıklamışlardı fakat tasarladıkları an laşm anın gizli ibarelerinde, “şartların zorlaması üzerine, p o litikalarını değiştirmek mecburiyetinde kalabileceklerini” eklemişlerdi. Bu, zayıf uluslar aleyhine, dönemin bir diğer tipik emperyalist anlaş- masıydı. Fransa Fas’ı, Mısır’la “takas etm iş” ve burada hareket serbestîsi kazanmıştı.
İngiliz-Fransız anlaşmasının hayati öneme sahip bir özelliği de Fas’ı nüfuz alanlarına göre bölümlendirmesiydi. Bu özellik anlaşm anın gizli kısımlarında yer alıyordu. Kuzey Fas, İspanyolların etki alanına girerken Tanca uluslararası kontrole devrediliyordu. Dahası, Britanya Fas’ın Akdeniz ve Atlantik kıyılarının silahsızlandırılmasını talep etmiş ve Fransa da bu talebi kabul etmişti. Böylece Fransa ve İspanya bu bölgelerde herhangi bir tahk im at ku rm aktan im tina edecekleri sözünü vermişti. Fas’ın paylaşılmasında ısrarcı davranan Britanya, ü lkenin kuzey kesimlerini İspanyollara bırakması için Fransızları müzakereye teşvik ediyordu. Ekim 1904 tarih inde, Paris’te Fransa ve İspanya arasında, İngiliz- Fransız anlaşmasına benzer, kamuya açık ve gizli maddeleri olan bir a n laşma yapıldı. Gazetelerde basılan kamuya açık kısımda iki ülke de Fas İm paratorluğunun, Sultan’m egemenliği altında bütün lüğünden yana olduklarını açıklamıştı. Bu büsbütün takiye yapmaktı, zira anlaşmanın gizli maddelerinde sözde birleşik im paratorluk iki nüfuz alanına bölünüyordu: Fransız ve İspanyol. Gizli maddeler; Fas’ın politik durum u ve Şerifi hüküm etin in dirayetsiz bir varlık sergilemesinden ya da statükonun sürdürülm esinin , bu zayıf hüküm etlerden ve onların kanun ve n izam sağlamadaki yetersizliklerinden ö tü rü im kân dâhilinden çıkmasın
dan veya genel kabule uygun herhangi bir nedenden dolayı, İspanyanın şimdiye dek kendi nüfuz alanını biçimlendirdiği verili bölgede serbestçe hareket etmesi şar tın ı koşuyordu. İspanya, karşılığında, Fransa’nın nü fuz alanında serbestisini garanti ediyordu. Fakat bunu doğrudan değil de gizli bir biçimde yaptığı da doğruydu. Nitekim İspanya, Fransa’ya h areket özgürlüğü tanıyarak bir şekilde İngiliz-Fransız anlaşmasına dâhil olmuştu.
Bu sırada A lm anya’nın konumu Fransız diplomatlar için ciddi bir en dişe kaynağı yaratıyordu. Fransızlar, 1904 yılında A lm anlar ın Fas’a karşı tu tum unu analiz edebilmek ve her ihtimale karşı da anlaşmaya varmak için zemini yokluyordu. Almanlar, açıkça Fas ile ilgilenmedikleri cevabını vermiş ve Fransızlar da güvende oldukları hissine kapılmışlardı. Rusya’ya gelince, o da Fransa’nın müttefikiydi ve Fas’a karşı özel bir ilgisi bulunmuyordu.
1904 Kredisi ve Talandier’in Heyeti
Diplomatik hazırlıkların son bulmasıyla Fransa, Fas’ı çok denenmiş yöntemlerle ele geçirmeye koyulmuştu. İlk olarak Haziran 1904’te, Fransa bankaları Fas’a, ülkeyi felce uğratacak bir kredi tahsis etmişti. Fas Sultanı Abdülaziz’in bisiklet, gramofon, kabare gibi “medeniyet” icatlarına düşkünlüğü, ülke bütçesinin önemli bir kısmına mal oluyordu. Aynı zamanda büyük bir meblağ isyancı kabilelerle mücadele sırasında harcanıyordu. Kısacası Sultan borç batağına batmış ve tam bu esnada Fransa kendisine 62.500.000 franklık b ir kredi sunm uştu. Karşılığında da Fas güm rük daireleri gelirlerinin yüzde altmışı bu krediye teminat olarak alınmıştı. M ahzen (merkezi hüküm et Arapçada depo anlamına gelen Mahzen olarak anılırdı) hüküm etin in kredilerini denetlemek için bir borç idaresi kuru lm uştu . 1905 başlangıcında Rene Talendier başkanlığında bir Fransız heyeti Fas’a gelmişti. Talandier idari, polisiye, mali ve ekonomik “reform lar” hakkında görüşmeler yapmak ve bir “reformlar” planı o luşturm ak üzere görevlendirilmişti. Öneriler aşağıdaki gibiydi:
1) Fransız denetimi altında bir Fas polis gücü oluşturmak (İspanyolların nüfuz sahalarında İspanyol denetiminde olan)
2) Fas parası basacak, hazine tahvillerine teminat verecek, Fransız imtiyazlarını, kısmen de Tanca’dan Başkent Fas’a uzanan demiryolu inşaatını sübvanse edecek ve kredileri onaylayacak, Fransız bankaların ın kontrolünde bir Fas devlet bankası kurm ak
3) muhtemel bü tün alanlarda (demiryolu, liman, ormancılık, m adencilik ve diğer birçok alanda) Fransız vakıflarına imtiyazlar tanım ak
Bu “reform ların” gerçekleştirilmesi Fas’ın Fransız hamiliğine (protectorate) dönüşeceği anlam ına geliyordu. Başka bir çıkış yolu görm eyen Abdülaziz, Talendier heyetinin p lanını kabul etm ek üzereyken hiç beklenmedik bir olay gerçekleşecek, Kayser Almanya’sı Fas meselesine m üdahil olacaktı.
1905 Tanca A nlaşm azlığ ı
31 Mart 1905’te Kayser II. W ilhelm ’in yatı Tanca’ya yanaşmıştı. II. Wilhelm karaya çıkıp, beyaz bir at üstünde Tanca’yı dolaşmış ve etrafında toplanan Faslılara bir konuşma yapmıştı. Dostu olan Sultan’ı ziyarete geldiğini ve onun hüküm darlığ ını ko ru m an ın Almanya’n ın Fas’taki çıkarlarına hizmet edeceğini belirtmiş ve sonra yatına geri dönüp uzaklaşmıştı. Bu ziyaretin muazzam bir etkisi olmuştu. Zira Almanya, Fas’ı kendisine alabilir ya da nüfuzu altında tutabilirdi. Bağdat demiryolları ve bununla bağlantılı planların düşünü kuran II. Wilhelm, tüm Fas ziyaretinden ö tü rü belirgin bir hoşnutsuzluk yaşıyordu. İmparatorluk Şansölyesi Billow ile yazışmalarından anlaşılıyor ki, W ilhelm Tanca gezisini şansölyenin baskısı ve ısrarı sonucu yapmıştı. Hatta kendisini fiziksel olarak kork tuğu beyaz bir ata bindirdiği için Billow’a serzenişte bu lunm uş ve Tanca’da etrafını saran ipsiz sapsız kalabalıktan ö türü ya- kınmıştı.
Kayser’in ziyaretinden sonra A lm an diplomatlardan esinlenen Fas Sultanı, Talendier’in teklifini geri çevirmişti. Bu reform programını, m esele uluslararası bir önemde olduğu için, kendi başına kabullenemeyeceğini, bu yüzden uluslararası bir konferansa başvurulm ası gerektiğini açıklamıştı. Almanya, Sultanı resmî olarak destekleyecekti. Fransa’nın bu açıklamayı alenen reddetmesi ile Tanca anlaşmazlığı baş göstermişti. Fakat Fransa’n ın iki sebepten ö tü rü taviz vermek zo runda olduğu bu anlaşmazlık uzun sürmeyecekti. Birincisi, Fransız ordusu Almanya ile olası bir savaş için henüz hazır değildi, İkincisi müttefiki Rusya’nın Uzak Doğu’daki savaş ve filiz veren devrim ile başı beladaydı. Fas’taki politikaların faal bir savunucusu ve İ tilaf’ın oluşturulmasındaki etkin rollerden biri olan Fransa Dışişleri Bakanı Delcasse istifa etmeye zorlanmış ve Alman bankalarıyla yakından bağlantıları olan ve hatta bazı Fransız gazetecilerin A lm an ajanı olmakla suçladığı maliyeci Rouvier Fransa
Dışişleri Bakanı ve Başbakanı olmuştu. Rouvier, Almanya ile dört m adde üzerinde m utabakat gösterdiği uluslararası bir konferansa katılmayı kabul ettiği bir anlaşma imzalamıştı:
1) Fas Sultanının egemenliği ve bağımsızlığı2) im paratorluğunun bütünlüğü3) süper güçlerin ülkedeki ekonomik özgürlüğü ve eşitliği4) uluslararası bir anlaşma temelinde polisiye ve finansal reformlar.
Bu dört madde Fransa’nın p lanlarına şiddetli bir darbe indirmişti adeta. Almanya, Fransa’nın “Fas’taki kanuni çıkar ve hak lar ın ı” yukarıda sayılan esasları ihlal etmediği m üddetçe kabul edeceğini açıklamıştı, fakat bu deklarasyon da meselenin çözümü olmayacaktı.
1906 Algeciras Konferansı
15 Ocak 1906 günü Fas meselesini görüşmek üzere İspanyanın küçük bir kasabası olan Algeciras’ta (Gibraltar yakınlarında) uluslararası bir konferans toplandı. Fransa ve Almanya’nın yanı sıra, Britanya, Rusya, ABD, İtalya, İspanya, Avusturya-Macaristan, Belçika, Hollanda, İsveç, Portekiz ve Fas da katılımcı devletler arasındaydı. Konferans üç ay boyunca devam etti ve nihayet 7 Nisan 1906’da sona erdi. Konferansın süresi, Almanya’nın aleyhindeki güç dengelerinin diplomatik mücadelesinin oldukça yoğun olduğunun bir kanıtıydı. Fransa’nın talepleri Britanya, Rusya, ABD, İtalya ve İspanya tarafından destekleniyordu. Ç ünkü Fransa’nın, Fas üzerine Britanya, İtalya ve İspanya ile özel an laşmalarının ve Rusya ile de bir ittifakının olduğu biliniyordu. Ayrıca, Britanya ve Fransa’ya olan bağlılıklarından ötürü Belçika ve Portekiz de bu bloğa dâhil olmuştu. Almanya hemen hemen tek başına kalmıştı, hatta Almanya’nın müttefiki Avusturya-Macaristan bile onu savunmak için bir neden bulamamıştı. Bu konferansın Almanya tarafından toplanm ış olması diplomatik bir başarıysa da, Algerciras Konferansından çıkan Genel Senet diplomatik bir hezimetti. Genel Senet resmî olarak, Alm anya’nın üzerinde durduğu dört temelden oluşuyordu. Gerçekte ise Fas devleti ve ekonomisi Fransız m andası altına girmişti. Aslında Algeciras Konferansında oluşan tablo tam olarak şöyleydi; Fransa’nın reform planı benim senm iş ve bunun ifası için yine Fransa görevlendirilmişti. Konferans, Şerifi İm para to r luğunun bütün lüğünü ve bağım-
sizliğini resmî olarak ilan etmiş olsa da sonuçları, Fransa tarafından, Fas ülkesinin ele geçirilmesinin başlangıcının bir işareti olarak yorum lanacaktı. Genel Senet, Fas l im anların ın birçoğunu açık l im anlar olarak ilan etmiş ve bu lim anları AvrupalIların denetiminde bir polis gücüyle desteklemişti.
İspanya bölgesindeki polisler İspanyolların, Fransız bölgesindekiler de Fransızların denetimi altında olacaktı. Polis g ü cünün İspanyol- Fransız ortak denetim inde olduğu Tanca ve Kazablanka l im an lan birer istisnaydı. Konferans ayrıca Fas Devlet Bankasının kurum laşm asın ı da sağlayacak ve katılımcı tüm devletlerin bu bankanın yürü tü lm esinde söz hakkı olacaktı. Her katılımcıya bir banka hissesi verildiğinde Fransa’nın bu hisselerden üç adet alması kararlaştırılmıştı. Böylece hatalı iştirakten ve üçe bir avantajından ö türü Fransa, bankada mutlak hâkimiyeti kazanıyordu. Bunların yanı sıra konferans, Fas’a gayrıresmî yollardan silah ithal edilmesi ve g ü m rü k sistemindeki kaçakçılıkla mücadele düzenlemeleri üzerine de çalışmalar yapmıştı. Bu düzenlemelerin uygulanması, Cezayir s ınırında Fransa’ya, İspanyol bölgesindeki prezidyolara komşu alanlarda İspanya’ya ve limanlarda ise tü m diplomatik ve konsolosluk heyetlerine bırakılmıştı. Fas’a ait tü m demiryolları, limanlar, iletişim araçları ve benzeri yapılar M ahzene, yani Fas Devletine, tayin edilmiş ve bunlar için teklifte bulunanların uyruğuna bakılm aksızın tarafsız bir şekilde hükm e varılması karara bağlanmıştı. Bu noktadan biçimsel olarak anlaşılan “ekonom ik özgürlük ve eşitlik” ilkesiyle uyuştuğuydu. Oysa Kazablanka’daki liman imtiyazında olduğu gibi Tanca’dan iç bölgelere doğru yapılacak olan demiryollarındaki belirleyici rolü de Fransa kapacaktı.
Fransız ve İspanyol İşgali (1907-08). 1907 İsyanı
Algerciras Konferansından hemen sonra Fransa, Fas’ın başlıca bölgelerini işgale başladı. 1906 sonunda, sözde oradaki Avrupalıları koruma maksadıyla donanm asın ı Tanca l im anına gönderdi. Fransa’n ın buradaki her adımını aşırı b ir kıskançlıkla izleyen İspanya da Tanca’ya bir do n an m a gönderecekti. Bir Fransız doktoru olan Emile M aucham p 1907 M artında, M arakeş’te öldürülmüştü. Şüphesiz ki gelecekte açılacak olan gizli arşivler bu cinayeti aydınlatacaktır fakat bu olay Fransa tarafından bile düzenlenmiş olabilirdi. Sonuçta Fas’ın önemli bir kısm ını ele geçirm ek için bir dok torun hayatını harcam akta tereddüt etmezlerdi. Her
halükarda Fransa bu hadiseye misilleme olarak, Oujda kasabası da dâhil olm ak üzere bü tün Doğu Fas’ı işgal etmişti.
Ağustos 1907’de yeni bir provokasyon düzenlenecekti. Kazablanka’da bir liman imtiyazı alan Fransız Fas Şirketi, bir M üslüman mezarlığı bo yunca dar aralıklı bir demiryolu inşa ederken mezarların kutsiyetini ihm al etmişti. Bölge halkı zaten yabancıların tecavüzlerine karşı olağanüstü derecede hassastı ve bu olayda Avrupalılar hakikaten Müslüman mezarlığına saygısızlık yapıyordu. Bu saygısızlıktan ö tü rü çılgına dönen Paslılar, inşaatçılara saldırmış ve altı Fransız da dâhil olm ak üzere çok sayıda işçiyi öldürm üştü . Fransa bu hadiseyi Kazablanka ve Chaouia bölgesini zapt etmek için bir bahane olarak kullanmakta gecikmeyecekti. Bunu fırsat bilen İspanya da Melilla üzerindeki bir b u rnu ele geçirecekti. Fransızların karaya çıkışı Fas’ta bir galeyana neden olacaktı. Faslı kabileler, bir vatan haini olarak addettikleri Sultan Abdıılaziz’i, tüm bu felaketlerin ülkeyi sarıp sarmalam asından ötürü suçluyor ve ona karşı d inm ez bir öfke duyuyorlardı. Kazablanka’nın işgalinden yalnızca birkaç gün sonra, 16 Ağustos 1907’de, Marakeş’te toplanan kabile reisleri Abdülaziz’i azledip yerine kardeşi Mülaî Hafid’i Sultan olarak çıkarm ışlardı. Fas’ta Abdiilaziz’in taraftarlarıyla Mülaî Hafid’inkiler arasında bir iç savaş başladı. Hâlbuki düşmanın tarafında yer almış bir Sultana karşı mücadele etmek, ulusal bağımsızlık hareketine, taht üzerinde hak iddia eden iki kişi arasında kalmaktan bağlam olarak daha yakındı. Nitekim Abdiilaziz’in birlikleri Temmuz 1908’de bozguna uğratılacak, Sultan Fransa’ya kaçmak zorunda bırakılacak ve tüm ülke yeni Sultan ın kontrolü altında kalacaktı. Bununla birlikte Fransa bu karışıklıklardan faydalanarak ülkenin iki yakasında birçok bölgeyi topraklarına katacaktı.
1908 Kazablanka Anlaşmazlığıve 1909 Fransız-Alman Anlaşması
1908 Eylülünde yeni bir Fransız-Alman çatışması belirmişti. Fransa’nın sömürgelerdeki hizmetler için tuttuğu Yabancı Lejyon, birçok suçlu ve kum arbaz da dâhil dünyanın dört bir tarafından toplanan deklase unsurlardan oluşturulmuştu. Kazablanka’da konuşlanan bir lej- yoner birliğinde görev yapan iki Alman firar etmiş ve Almanya konsolosunun evine sığınmıştı. Konsolosun bü tün itirazlarına rağmen Fransız polisi eve girip, a ram a yaparak firarileri tutuklamıştı. Almanya bu olaydan ötürü Fransa’ya protesto çekmişti. Mesele, Uluslararası Lahey
M ahkem esin in hakemliğine sevk edilmiş ve burası da Hazreti Süleyman gibi karar vererek iki tarafı da suçlu bulm uş ve kimseye ceza verilmemesi gerektiğini belirtmişti. Fransa, konsolosun dokunulm azlığını ihlal ederek, Almanya ise firarileri koruyarak suça konu olmuştu. Uluslararası m ahkem enin bu kararı, elbette alevlenmiş Fransız-Alman ilişkilerini norm ale döndürmeyecekti. Fas meselesi üzerine Fransız-Alman görüşmeleri 9 Şubat 1909’da tekrardan başlamış ve Algeciras Senedinin dört ilkesini onaylayan am a ayrıca Alm anya’n ın Fas’taki ekonom ik çıkarlarını da tanıyan ve Fransa’nın bu ülkedeki politik nüfuzunu kabullenen bir anlaşma neticelendirilmişti. Bununla birlikte Almanya, Fas üzerinde herhangi bir politik çıkarının olmadığını da ilan etmişti. Ne var ki bu formül, ekonomik çıkarlarla, politik olanlar arasındaki çizginin oldukça muğlak olmasından ö tü rü esasen yanıltıcıydı. Ayrıca Fas üzerine büsbütün politik emelleri bulunan Almanya’nın gerçek niyetini yansıtmadığı için de güçlü bir takiye/riya unsuru barındırıyordu. Sözün kısası iki süper güç, Fas’ta Alman ve Fransız kapitalistlerinin işbirliğini geliştirme taahhüdünde bulunm uştu . Bazı d u rum larda Alman-Fransız ekonomik kondom inyumu olarak tanım lanan bu anlaşma temelinde bir dizi ortak şirket kurulacak fakat tamamı bir ilerleme kaydedemeden başarısız olacaktı.
Batılı G üçlerin M üla î H a f id ’i T an ım ası
Sultan Mülaî H afid’in zaferinden sonra, Batılı güçler ona karşı nasıl bir tu tum içinde olacaklarını kararlaştırm ak zorundaydılar. Mülaî Hafid, Kazablanka ve Oujda’daki Fransız birliklerinin işgaline bir son verme dileğiyle, Batılı güçlerle kendisini şu şartlar dâhilinde Sultan olarak tanıyacak görüşmelere katılmıştı:
1) Fransa ve İspanyaya tazminat ödeyecekti2) Fransa ve İspanya birliklerini daha önce işgal ettikleri bölgelerde
tutacaklardı3) Abdülaziz tarafından üstlenilen, Fransa’yla sınır anlaşması,
Algericas Senedi ve kredilere ait yüküm lülükler gibi uluslararası sorum lulukları kabul edecekti. Mülaî Hafid 1909 yılının Ocak ayında bu ko şulları kabullenmiş ve Batılı güçler de onu Sultan olarak tanımıştı.
1910’da Fransa ona, 1904 kredi koşullarından çok daha ağır şartlarda 100.000.000 franklık yeni bir kredi sağlayacaktı. Bu kredi evvela yeni-
den birikmiş olan kısa vadeli borçlara, sonra serbest l im anlarda bir polis gücü oluşturmaya ve son olarak da tazm inat ödemelerine harcanm ıştı. Krediye teminat olarak da M ahzen borç idaresi, güm rüklere ve Fas Devletin in diğer önemli gelirlerine el koymuştu. Üstelik Mülaî H afide ilave gelir yaratması için baskıda bulunuluyordu. O da kabileler üzerine yeni vergiler koyuyordu. Böylece, bu durum genel b ir hoşnutsuzluk yaratıyor ve aslında Abdülaziz’in politikalarını sürdüren Mülaî vatan haini olarak addediliyordu. Zira 1911 yılında, Fransa’nın Fas h interlandını işgal etmesine bir bahane yaratacak büyük bir kabile isyanı patlak vermişti.
Fas (Fes) Kenti’nin İşgali ve Agadir Krizi
Fransa’nın ilk tepkisi Başkent Fas (Fes)’a, Sultan Mülaî Hafid’in m akam ına doğru ilerlemek oldu. Yapılan resmî aç ıklam ada başkentin isyancılar ta ra f ın d an kuşatıldığı ve Fransız b irlik le rin in Sultan’ı ve Avrupalı yerleşimcileri k u rta rm ak için gönderildiği belirtiliyordu. Fakat yabancı konsoloslukların raporları, Fransız birliklerinin başkente gelişi esnasında bir kuşatm a d u ru m u n u n o lm adığ ın ı ve ne Sultanın ne de Avrııpalıların aleni bir tehlikeye m aruz kalm adık ların ı gösteriyordu. Belli ki bu bahane suni olarak üretilmişti. Fransızların b ir sonraki adımı M eknes’in işgali olacaktı. İspanya da geri kalmayarak Larache ve Ksar-es-Sagir’i işgal etm işti. İspanyollar, bir Fransız- İspaııyol çatışmasını körükleyen A lm an diplomasisi ta ra l ın d an k ışk ırtılıyordu. Tüm bun la rdan m em nun olmayan Almanya, Fas meselesine ferdi olarak m üdahale etme ve başkentin işgaline karşılık olarak M ogador ve A gadir’i alarak tepki gösterme kararı aldı. Böylece Alman Panter topçekeri 1 Tem m uz 1911 ’do Afrika kıyılarına inip, Agadir’e girdi. Basındaki ismiyle “Panter’in ham lesi” Lenin’in de üs tüne yorum yazciığı büyük bir uluslararası çatışmayı işaret ediyordu: “Fransa ve Britanya ile savaşın eşiğine gelen Almanya Fas’ı yağmalıyordu (bölüşüyordu)” (Lenin, Toplu Eserler, Cilt 39, s. 686).
Almanya 1 Temmuz 1911 ’de tüm süper güçlere yayınladığı resmî bir m em orandum da topçekerin Agadir’e inmesini üç etmene bağlıyordu:
1) Alman tüccarların can ve mal güvenliğine dair ısrarcı taleplerine. Bu ifade en şaşırtıcı olanıydı, zira Agadir’de tek bir A lman tüccarı dahi bulunmuyordu. Fakat açıklamanın hemen sonrasında bir Alman şirketi olan M anesm ann Bros. Agadir’de madencilik imtiyazı edindi ve
bu bölgenin ele geçirilmesini talep etti. Açıkçası Almanya Fas’ın bölüş- tü rü lm esinde taraflardan biri olma kararı vermiş ve ülkenin güneybatı yakasını kendisi için ayırmıştı;
2) Alman “kam uoyunun” Almanya’n ın Fas meselesinde dışarıda bırakılm asına duyduğu öfkeye
3) Fransa ve İspanyanın , Algeciras Senedini boşa çıkarm ış olmalarına. Üstelik Almanya, Fransız ve İspanyol birliklerinin Başkent Fas’tan çekilmesi halinde topçekeri geri çağıracağını açıklamıştı.
Fakat Almanya’nın, kendisi adına Fas’ın bir kısmını ele geçirme ya da diğer büyük kolonyal tazminatlar edinebilme ihtimali anlam ına gelecekse, görüşmeleri sürdürmeye bir itirazı yoktu. Zira A lm an diplomat Kühlm ann, Rus diplomat Bickendorf’a “pazarlık yapacağız” demiş ve sonunda 10 Tem m uz’da başlayan Fransız-Alman görüşmeleri tecrübeli diplomatlar ta rafından “emsalsiz pazarlık” olarak tanım lanm ıştı. Alm anya’nın istekleri oldukça fazlaydı; ilk olarak Fas’ın bir bölümünü istemiş ve Fransa reddetmişti. Sonra Fransız Kongo’sunun tam am ını talep etmiş ve Fransa bunu da reddedince görüşmeler kördüğüm e dönmüştü.
Görüşmeler esnasında iki taraf da kılıçlarını çekmişti. A lm an basını, “tarih in mürekkeple değil soğuk çeliğin keskisiyle” yazılması gerektiğini söyleyerek alenen Fransa’ya karşı bir savaş çağrısı yapıyordu. Aynı şekilde Fransız basını da görüşmelerin sonlandırılmasını ve “problemin çözümü için diğer araçların kullanılmasını” öne sürüyordu. Agadir krizi boyunca Britanya tam am en Fransa’nın yanında yer almıştı. O da kılıcına davranm ış ve Almanya’yı etki altına almak için askerî ve diplomatik baskı uygulamıştı. Britanya donanm asın ın yıllık tatbikatları askıya alınm ış ve gemiler üslerinde kalmıştı. M ısır’daki Britanya Genel Valisi Ford Kitchener, askerî operasyonlarda Britanya ordusuna bir çeki düzen vermesi için Londra’ya geri çağrıldı. Britanya’nın konumu, Almanya’nın geri çekilmesindeki en önemli faktördü. Fransız bankaların ın mimarı olduğu Berlin menkul kıymetler borsasının çökmesi de kayda değer bir önem taşıyordu. Hepsinden önemlisi Berlin’de savaş karşıtı proleter gösterilerinin patlak vermiş olmasıydı. Nihayetinde, Alman diplomatların taviz vermesi sağlandı ve 4 Kasım 191 l ’de Almanya’nın, Fas’taki Fransız hamiliğini tasdik ettiği yeni bir anlaşmaya varıldı. Fransa da güçlü devletlerin Fas’taki ekonom ik eşitlik ve özgürlüğünü gözeteceği taahhüdünü vermiş ve Kongo’da 275.000 kilometre karelik bir alanı Almanya’ya temlik etmişti.
Rusya ise bu anlaşmazlığın barışçıl b ir yolla sonlanması taraftarıydı. Rus ordusunun yeniden düzenlenmesi oldukça yavaş işliyor ve bu yüzden Almanya ve Avusturya-M acaristan’a karşı sürdürülecek bir savaş için kendisini hazır hissetmiyordu. Ayrıca Çar hükümeti, Fransız kolonyal çıkarları için girişilecek bir savaşın ülkesinde rağbet görmeyeceğinin farkındaydı.
4 Kasım 1911 Berlin Anlaşması bir dizi erken gizli-açık anlaşmanın en üst noktasıydı. Artık Almanya da Fransa’nın Fas’taki hareket serbestîsini tanımıştı. Süreç bir kez daha zayıf uluslar aleyhine işlemiş ve Kongo, Fas ile değiş-tokuş edilmişti. Fransız hamiliği kurulm asının yolu artık tam am en açıktı.
Hamilik Antlaşması
1911 Fransız-Alman antlaşması Fransa’nın elini güçlendirmiş ve yayılmacı emellerini gerçekleştirmek üzere hemen işe girişmişti. 30 Mart 1912’de Sultan Mülaî Hafid, Fransa’nın güçlü baskısı altında, Fransız temsilci tarafı Renault tarafından dayatılan hamilik şartların ı kapsayan bir antlaşmayı Başkent Fas’ta im zalam ak zorunda kalmıştı. Başkentten ayrılmak üzere olan Fransız birlikleri halk direnişini k ırm ak için geri dönecekti. Fas Antlaşması, 1881 Bardo Antlaşması’nın ve Tunus’ta bir Fransız hamiliği o luşturan 1883 yılındaki La-Marsa kararnamesinin temel hüküm ve esaslarım teyit ediyordu. Sultan tahtını koruyor fakat görünüşteki bu iktidarı gerçekte bir varlık gösteremiyordu. Çünkü tüm ik tidar Fransızların eline geçmişti.
Yeni anlaşma Fas’a, Sııltan’ın dinî statüsünü, geleneksel prestijini ve saygısını muhafaza eden “yeni bir rejim” getirmişti. Sultan da karşılığında, Fransa’nın gerekli gördüğü herhangi bir idari, tüzel, eğitsel, iktisadi, mali ya da askerî reformu hayata geçirecekti. Böylece Fransa, “Fas bölgesinin askerî ilhakı” ve Fas’ta “herhangi bir polisiye ön lem ” iistelene- bilme hakkını edinm işti . Üstelik Sultan’a, kişisel olarak kendisini ya da tahtın ı tehlikeden korum a ve bölgesinde barışı sağlama sözü vermişti. Fransız genel vali, Fas ve yabancı güçler arasındaki yegâne aracı olmuştu. Aslında genel vali, Fransız C um huriye t in in mutlak gücüyle donatılm ış bir yetkiliydi. Sultan’ın tüm k a ra r lan onun onayına sunulm adan gün yüzüne çıkarılmıyordu. Bunların yanı sıra, yurt d ışında bulunan Fransız diplomatları ve konsolosları ayrıca Fas’ı temsil ediyor ve diğer ülkelerde Fas halkını ve çıkarlarını korum akla yetkilendiriliyordu. Fas
Antlaşması, “dış kredilerin geri ödenmesini sağlayacak finansal bir yeniden düzenleme” tasarlamıştı. Fransız D evle tin in izni o lm adan Sultanin özel ya da devlet kredilerine başvurması ve herhangi bir kararnam e çıkarması yasaklanmıştı.
Ham ilik anlaşması tüm Fas bölgesine uygulanmıştı fakat Fransa, Tanca bölgesinin özel bir alan olarak ayrılması için İspanya ile görüşm elerde bulunm a hakk ın ı kendi çıkarları adına saklı tutuyordu. Bu sebepten Fas Antlaşması ülkeyi bağımsızlık ve bölgesel bü tünlükten yoksun bırakıyordu. 27 Kasım 1912’de, M ad r id ’de Fransa ve İspanya arasında, İspanyol hamiliğ in in bir parçası haline gelen güney bölgesiyle kuzey arasındaki sınırları sabitlemek için bir anlaşm a imzalanmıştı. Bu anlaşmayı imzalayarak Fransa, ele geçirdiği ü lkenin bir kısmını, emperyalistler arası anlaşmalar gereği İspanya ya tem lik etmiş ya da kiraya vermişti. Tanca rejimi üzerine Britanya, Fransa ve İspanya arasındaki görüşmeler ham iliğin kuru lm asın ın hemen ard ından başlamıştı. A ra larında beliren onca çelişki I. Dünya Savaşı patlak verdiğinde sonlanm am ış ve sonrasında 1923’e kadar sarkmıştı. Hatırı sayılır bir kolonyal tecrübeye sahip olan General Lyautey, Fransa tarafından Fas genel valiliğine a tanmış ve bu görevde 1925 yılma kadar o tuz yıl boyunca bu lunarak Fransız Fası’n ın kurucusu olarak anılmıştı.
Bağımsız bir politika izlemek isteyen Sultan Mülaî Hafid Fransa tarafından bu göreve uygun biri olarak görülm em iş ve Ağustos 1912’de azledilmişti. Oldukça cesaretsiz ve Fransızların sadık bir piyonu olan kardeş Mülaî Yusuf onun yerine geçecekti. 1912 Eylülünde Fransa Marakeş’i ele geçirdi ve böylece Fas’ın işgali tam am lanm ış oldu. Fakat sonraki yirmi yıl boyunca, ülkenin dağlarında ve steplerinde bağımsızlık düşünden vazgeçmeyen Fas kabilelerinin şiddetli direnişlerine karşı kolonyal bir savaş yürü tm ek zo runda kaldılar. H am ilik yönetim inin kuru lm asın ı takip eden yirmi yıl içinde Fransa’nın “pasifleştirme” ve kontrol altında tu tm a süreci başarıyla işlemişti.
B Ö L Ü M X X I I I
İT A L Y A N L A R I N L İ B Y A ’YI İŞ G A L İ
Diplomatik Hazırlıklar
Fas’ın ele geçirilmesini Libya’nın işgali izlemişti. “Libya” ifadesinin m odern kullanımı, İtalyanlar tarafından antik coğrafyadan ödünç alın arak türetilmişti. Antik Yunanlılar Kuzey Afrika bölgesinin tamamına “Libya” adını vermişti; İtalyanlar ise Tunus ve Mısır arasındaki bölgeye -Tripolitania (Trablusgarp), Sireneyka (Barca) ve Fizan- referansla bu ismi kullanıyordu. O rta Çağ’da bu bölgelerin her birinin kendi tarihsel bağlantıları mevcuttu. Sireneyka Mısır’a doğru kaymış; Trablusgarp da Tunus’a bağlanmıştı. Bu bölgelerin tek bir idari birim olarak -Trablus paşalığ ı- bütünleşmesi ancak 16. yüzyıldaki Osmanlı fethinden sonra olacaktı.
Osmanlı İm paratorluğunu merkezileştirme politikaları güden SultanII. M ahm ut 1835 yılında Türk birliklerini Trablus’a gönderip Karamanlı yeniçeri hanedanını iktidardan uzaklaştırmış ve Trablus paşalığını tam am en kendi kontrolü altına almıştı. Paşalık önce eyalete ve sonrasında da merkezden a tanan valilerin yönettiği bir vilayete döndürü lm üştü. Türklerin ülke hinterlandına nüfuz etme, buraya bir garnizon ku rm a ve bu bölgeden vergi toplama girişimleri Türk yöneticilere karşı durm adan ayaklanan kabileler tarafında ciddi bir dirençle karşılaşmıştı. Mücadelelere, ismini kurucusu olan M uhammed-es-Senussi’den alan Senussi Tarikatı önderlik ediyordu. Cezayir Berberilerinden olan Senussi, Mostaganem ve Başkent Fas’ta eğitim görmüş ve Kahire ve M ekke’de uzun bir m üddet yaşadıktan sonra Senussi hareketin in merkezini ve kendi meskenini inşa edeceği Giarabub Vahası da (1855) dâhil o lm ak üzere çeşitli zaviyeler kurduğu Sireneyka’ya geçmişti. Senussi’nin
1859’daki ö lüm ünden sonra cemaatin başına oğlu M uham m ed el-Mehdi (1859-1901) geçecekti. M uham m ed el-Mehdi 1895’te hızla Kufra vahasındaki El-Jawf’a taşınacaktı. Çok sayıdaki zaviyenin (1894’te 100 adet) desteğine yaslanarak güçlü bir ordu ve Libya kabileleri ve vahaları üzerinde Senussi soylularının iktidarını güvenceye alan dinî bir örgütlenme kurm uştu . Senussi ileri gelenleri zaviyelerine komşu olan topraklardaki göçebelerin yanm a yerleştiler ve onları, kendi hesaplarına toprağı ekmek için, zorladılar. Ayrıca Afrika kıtasının iç bölgelerine nüfuz ederek ticareti teşvik ettiler.
El M ehdin in halefleri (özellikle M uham m ed İdris) yeni düşm an olan İtalya’ya karşı savaşmak zorundaydı. Afrika’nın bölüşüldüğü 19. yüzyıl sonunda iki süper güç Trablus üzerinde hak iddia ediyordu. Bunlardan ilki, Tunus sıçrama tahtasını kullanarak, komşu Trablus vahalarını yavaş yavaş topraklarına katan Fransa’ydı. Diğeri ise bölüşümde aldatıldığını hisseden ve Trablus’ta tazminat peşinde koşan İtalya. Alışılmadık olan ise İtalya’nın iddialarını ekonomik ölçütlerin dışında geliştirme- siydi. Ç ünkü Trablus’ta henüz hiçbir çeşit ham madde keşfedilmemişti. Ülkenin sunacağı yegâne şeyler hurma, deve kılı, balık ve deniz süngeriydi. Diğer taraftan Trablusgarp, Afrika’nın diğer bölgelerinin işgalinde İtalya’ya bir sıçrama tahtası olabilecek uygun bir üs konumundaydı. Burada egemenliği sağladıktan sonra, Fransız Tunusu’nu, Çad Gölü çevresini, Britanya M ısır ın ı ve Doğu Sudan’ı tehdit etmek m ü m k ü n hale gelecekti.
Nihayet İtalya 1880’de Trablusgarp’ın işgali için hazırlıklara başlamıştı. Fakat ilk başta diplomatik m anevralar yapılacaktı. İtalya 1887 yılında Britanya ve Avusturya-M acaristan ile Akdeniz’deki statüko üzerine bir anlaşma yapacaktı. Bu an laşm anın hedefinde doğrudan Fransa ve Fransızların Trablus ve Fas’taki talepleri duruyordu. Üç anlaşma ülkesi Akdeniz’deki mevcut statükoyu gözlemleyeceklerini taahhü t ettiler ve başka herhangi bir gücün, Kuzey Afrika’da bir mevzi elde etmesine de izin vermeyeceklerinin altını çizdiler. Diğer bir deyişle, Britanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya, Fransa’n ın Libya ve Fas üzerindeki iddiaların ı bir kenara ittiler. Dahası İtalya, Britanya’nın M ısır’daki amaçlarını destekleyeceği sözünü vermiş ve Britanya’dan kendisine, Kuzey Afrika kıyılarında, özellikle Trablusgarp ve Sireneyka’da arka çıkmasını talep etmişti.
Üçlü İttifak’ın yenilenmesi antlaşm asına eklenen 1887 Alman- İtalyan özel anlaşmasında şu şartlara yer verilmişti: A lmanya ve İtalya,
Fransa’nın Fas’ta ve Trablus’ta yerleşmesine izin vermeyecek ve şayet Fransa bu bölgede herhangi bir faaliyette bulunursa Almanya, Fransa ile savaşında İtalya’yı destekleyecekti. Eş zamanlı olarak İtalya Avusturya- M acaristan ile A kdeniz’deki s ta tükonun ihlali du rum unda , Akdeniz ülkelerinin, karşılıklı tazminat temelinde, anlaşma dışında paylaşıl- maması anlam ına gelen gizli bir anlaşm a imzalamıştı. Benzer bir an laşma 1887’de İtalya ve İspanya arasında da imzalanmıştı. Böylece 1887 itibariyle İtalya, Trablus’un işgali için Britanya’nın, Almanya’nın, Avusturya’nın ve Ispanya’nın müsaadesini almıştı.
1900 yılında İtalya, Akdeniz’deki nüfuz alanlarının sınırlandırılması için Fransa ile bir anlaşm a yapacaktı. Bu anlaşma ile Fransa Trablus’taki tü m iddialarından İtalya lehine feragat etmiş ve karşılığında da Fas’ta hareket serbestîsi edinmişti. Anlaşma 1902 yılında onaylanmış ve Ekim 1912’de, Fransa ve İtalya ele geçirilmiş bölgelerde birbirlerinin taleplerini kabul ettiklerinde, yenilenmişti. Trablus’un ele geçirilmesinde İtalya’nın onayını aldığı bir diğer Avrupalı güç de Rusya’ydı. Raccoııiji’de (Turin yakınlarında) nota biçiminde im zalanan 24 Ekim 1909 anlaşması gereği İtalya, Rusya’nın boğazlardaki taleplerini tanımış ve Rusya da, İtalya’nın Trablusgarp ve Sireneyka’daki iddialarını kabul etmişti. Fakat tüm b unlara rağmen Rusya, Fransa, Britanya ve Almanya’da kamuoyu ve basın İtalya’nın bu bölgedeki yayılmacı hareketlerine karşıydı. Gazeteler, İtalya’nın korsanca eylemlerinden ve uluslararası hukuku utanmaksızın ihlal ettiğinden bahsediyordu. Oysa bu ülkelerin hükümetleri Türk- İtalyan çatışmasına müdahale etmeme tavrını benimsemişti. Bu çatışma sonunda gün yüzüne çıktığında St. Petersburg, Londra, Paris, Berlin ve Viyana’daki Türk büyükelçileri arabuluculuk için Avrupa hüküm etlerine başvurdular, fakat dışişleri bakanların ın tam am ı bu meselenin kendilerini ilgilendirmediğini cevabım vermişti. “Bu, İtalya’yla aranızdaki şahsi meselenizdir,” “İstediğiniz gibi çözün” anlamında konuşmuşlardı.
İtalya, Trablus’un işgalini bir dizi gizli anlaşma ile garantiye alarak ve zayıf halklar aleyhine davranmıştı. Britanya, İtalyanları destekliyordu çünkü Mısır’ın yanında bu görece güçsüz devleti tercih ediyordu, ayrıca İtalyanların bölgedeki varlığı A lm anların ve Fransızların işgalini de bir bakıma dengeleyecekti (191 İ de Almanlar, Tobruk’ta deniz üssü ku rm ak için bir plan önerisinde bulunacaktı). Almanya ve Avusturya- Macaristan, İtalya’nın Üçlü İttifaka katılacağını ümit ediyordu, Fransa da aslında Üçlü İtlifak’tan çıkacağından ve Fas meselesine m üdahii olmayacağından ümitliydi ve Rusya ise Boğazlardaki eylemlerini destek
r
leyeceği sözünü üm it ediyordu. İtalya diplomatik hazırlıkların dışında Trablusgarpin içinde de yeterli hazırlık yapmıştı. Öyle ki, 1901’de bir İtalyan parlamenter heyeti Trablusgarp’ı ziyaret etmişti. Bu esnada İtalyan deniz subayları balıkçı kıyafetleri giyip Trablus k ıyılarında sünger avlayarak aynı zam anda kıyıların fotoğraflarını çekiyorlardı.
1900 yılında İtalyan basını, bu bölgenin aslında İtalya’ya ait olduğunu varsayarak hüküm eti Trablusgarp’ı işgal etmeye çağırıyordu. Bu çağrı o boyutlara varmıştı ki, bir İtalyan coğrafyacısı “Libya” kelimesini an tik tarih ten çekip alarak Trablus vilayetine karşılık olarak kullanmıştı. İtalyan bankalarının en büyüklerinden biri Trablus’ta şubeler açmıştı. İtalyanlar bölgeden var olmayan kişiler adına topraklar satın alarak tarım sal yapılar ku rm uş ve İtalyan buharlı gemi hatları Trablusgarp ve Avrupa arasındaki ulaşımı tekelleştirmişti. Ayrıca İtalyan m ühendisler Tobruk’tan İskenderiye’ye uzanan bir demiryolu hattı planlamıştı. İtalyanlar, Libya kıyılarının doğal bir liman için en uygun yeri olan Tobruk’ta kendi deniz üslerini k u rm a niyetindeydi. Yine aynı şekilde bölgede Katolik elçilikler ve İtalyan okulları açılmıştı. İtalya’da, Trablusgarp üzerine geniş bir edebiyat ortaya çıkmış ve coğrafyacılar burayı “Vaat Edilmiş Topraklar” olarak adlandırmıştı.
1911 Türk-İtalyan Savaşı
İtalya, 1911’de Trablusgarp üzerinde doğrudan bir ta sa r ru f edinmek için “Panter Hamlesi” ile bağlantılı olarak yükselen uluslararası krizi avantaj olarak kullanm a kararı almıştı. İşgal için bu lunan bahane tam bir komediydi. 28 Eylül 191 l ’de İtalya, Türkiye’ye Trablusgarp’m ilerlemesiyle ilgilendiğini belirten bir ü ltimatom sunm uştu fakat bu “yasal” eylem BabIali’nin muhalefetiyle karşılaşınca İtalya, Babıali’yle bu faydasız görüşmeleri daha fazla uzatmayacaktı. Kendi itibar ve çıkarım korumak için Sireneyka ve Trablusgarp’m askerî ilhakına karar verecekti. Bu nedenle, Türkiye de İtalyan işgaline karşı direnç göstermemeleri için subaylarına emir vermeliydi. Bu talebi kabul etmesi için Türkiye’ye 24 saat m ühlet tanınmıştı. Türkiye de meseleyle ilgili önce Avrupalı güçlerden aracı arayışına girmiş fakat herhangi bir destek bulamamıştı. İtalya’nın eylemlerine karşı üstü kapalı rıza gösteren Avrupalı güçlerle karşılaşan Türkiye son derece barışçıl bir dille cevap göndermişti. Yeni İttihatçı hüküm etin kendisinden önceki yönetimin yarattığı du rum lardan sorumlu tutulamayacağım ve İtalya’nın Trablusgarp ve Sireneyka’daki planlarına
karşı herhangi bir düşm anlık beslemediklerini beyan etmişti. Türk h ü küm eti ülkesinin itibarı ve çıkarlarıyla da bağlantılı olarak İtalya’nın taleplerini karşılamaya hazırlanıyor ve fakat kesin olarak İtalyan işgaline itiraz ediyordu.
İtalya bu cevabı aldığı gün Türk iye’ye savaş ilan edecek (29 Eylül 1911) ve bu savaş Türkiye’yi gafil avlayacaktı. Savaş başladığında Trablusgarp’ın ne valisi ne de başkom utan ı şehirde değildi ve Trablus vilayetinde yalnızca bir tüm en (7.000 kişi) silahlı T ürk gücü vardı. Üstelik çok geçmeden bir açlık da baş gösterecekti. Ç ü n k ü İtalyan d o nanm as ı Trablus’u denizden kuşatmış ve Türkiye’n in gıda maddesi ve takviye göndermesini engellemişti. A slında gerçek kuşatm a, Türk b irl ik le rin in M ısır’dan geçmesini engelleyen Britanya ta ra f ın d an karadan gerçekleştirilmişti. 34.000 kişiden oluşan İtalyan birlikleri 1912 yılında55.000 kişiye çıkarılacaktı. Bu ordu topçu sınıfı, telsiz ve savaş a lan ın da ilk kez kullanılan uçaklarla donatılmıştı . İtalyan donanm ası Türk k ıy ıla rın ı bombalayıp birliklerini On iki Ada’ya ç ıkard ığ ında Trablus vilayeti işgal edilmişti. İtalyan kara birlikleri 5 Ekim 1911’de Trablus kentin i, 18 Ekim’de Derna’yı, 19 Ekim ’de Bingazi’yi ve 20 Ekim ’de de H o rn s ’u zapt etmişti. 5 Kasım 1911’de yalnızca bu dört kıyı kasabasının hâkim iyetini ele geçiren İtalyan Devleti bundan böyle “Libya” diye anacağı Trablus’un ilhakın ı ve İtalya’n ın bu ülkedeki m utlak egemenliğini duyurdu.
Her açıdan güçlü olan İtalyanlar ivedi bir fetih gerçekleştirmeyi um uyordu. Fakat olaylar farklı bir seyir izleyecekti. Zira Libya kabileleri sert bir direniş sergileyecekti. Araplar 23 Ekim itibariyle Trablus’ta karaya inen ç ıkar tm a birlik lerin in büyük çoğunluğunu yok etm iş ve bağımsızlık yolunda uzun ve meşakkatli bir mücadeleye başlamıştı. Böylece İtalyanlar 1911-12 kışını adı geçen dört kasabada geçirmek zo ru n d a kalacaklardı. Ancak 1912 yazında birkaç yeni kıyı noktasın ı ele geçirebileceklerdi (8 Tem m uz M isurata, 6 Ağustos Z uara ve 20 Eylül Zenzur). Hatta 1912’de Tiirkler teslim o lduk larında bile İtalyanlar tüm kıyı şeridini ele geçirememiş ve ülkenin iç bölgelerine do ğ ru tek adım dahi a tamamıştı. “A frika’daki Türk egemenliğine göz d iken İtalya bir yıl önce başlattığı savaşı ‘kazanm ıştı’ ” diye yazacaktı Lenin İtalyan- Tiirk savaşının sonunda. “Bundan böyle Trablus İtalyanlara aitti... Savaşa neden olan neydi peki? İtalyan para babaların ın ve kapitalistlerin in açgözlülüğü... Ya da nasıl bir savaştı bu böyle? A rapların “en soıı” silahların yardım ıyla katledildiği m edeni bir k ıy ım dı.” (Ibid., s.
337-38) Lenin bu m akalesinde kadın lar ve çocuklar dâhil tü m aileleri katleden İtalyan em peryalis tlerin in vahşe tin i betimliyordu. Toplamda 14.800 Arap katledilm iş, 1000’i de idam edilmişti. Lenin devam eder: “ ‘Barışa’ rağmen savaş fiilen sürecek, A fr ika’nın kalbindeki kabileler, k ıy ıla rdan uzakta b u lu n an bölgeler teslim olmayı reddedecek. Uzun bir m üddet sonra da süngüler, mermiler, ilmekler ve tecavüzler vasıtasıyla ‘m edenileştirilecekler’ ”, (Lenin Toplu Eserler Vol 18, s. 337) L en in’in öngörüsü tam olarak doğruydu. Ç ünkü Afrika’n ın m erkezindeki Arap kabileleri teslim olmamıştı. T ürk iye’n in yenilgisinden 20 yıl sonra İtalyanlara karşı savaş yürütüyorlardı.
1912 Lozan Barış Antlaşması
Balkanlar’da patlak veren savaş, Türkiye’yi İtalyanlara karşı savaşı sürdürm ekten alıkoymuştu. 15 Ekim 1912’de geçici (gizli) ve 18 Ekim ’de de Lozan’da kalıcı bir anlaşma imzalamıştı. Türkiye resmî olarak İtalyanların Libya’daki egemenliğini hiçbir zaman tanım adı. Yalnızca birliklerini Libya’dan çekip subaylarını geri çağırmıştı. 15 Ekim İtalyan- Tiirk gizli anlaşmasına göre İtalya, Trablusgarp ve Sireneyka’daki egem enliğini ilan eden m addenin feshedilemeyeceğini varsayıyordu. Sonuç olarak, Türkiye, Trablusgarp ve Sireneyka nüfusuna “yeni maddelerle” getirilen tam özerkliği sağlamak için bir Padişah fermanı yayınlamayı kabul etmişti. İtalyanlar da genel bir af çıkarmayı, M üslüm anlık d in ine serbesti sağlamayı ve vakıfları m uhafaza etmeyi taahhü t ediyordu. Ayrıca bir Türk temsilci almayı ve bu bölgenin idari ve sivil örgütlenmesi için yerel seçkinlerin katılımıyla bir komisyon atamayı kabul ediyordu. Türkiye de Trablusgarp ve Sireneyka’ya asker göndermem e sözü vermişti. Padişahın Libya’daki temsilcisinin ve halife olarak onun emri altında bulunan M üslüman liderlerin İtalyan Devletini gelecekte onaylayacaklarına da karar verilmişti.
Libya üzerinde bir tü r İtalyan-Türk kondom inyumu kuran 15 Ekim1912 geçici antlaşmasının hükümleri fiiliyatta önemsenmemiş ve İtalya, Libya’yı sömürgesi o larak görmeye devam etmişti. Türkiye bunu hiçbir zam an tam olarak kabul etmemiş ve ancak I. Dünya Savaşı sonrasında 1923 Lozan Antlaşması ile Trablusgarp ve Sireneyka’daki hak lar ından ve egemenliğinden tam am en vazgeçmişti. Avrupalı güçler ise İtalyan-Türk savaşının ve 1912 Lozan anlaşmasının hem en ardından İtalyanların bölgedeki egemenliğini tanıyacaktı.
İtalya’nın Arap Kabilelerine Karşı Savaşı
Libya’da barış sağlanmış olsa da çatışmalar devanı ediyordu. 18 Aralık 1912’de îtalyanlar Tarhuna’yı ele geçirdiler ve 1912 sonu itibariyle de Sitre Körfezinin batı yakasını zapt ettiler. 1913 Nisanında İtalyan birlikleri kıyıdaki dağlara çıkartma yapıp üç ay kadar bu bölgeyi ellerinde tuttular. Eş zamanlı olarak, Cebel eb A h d ar’ı işgal ettiler (Sireneyka’daki dağlık bölge), fakat birçok bölgede Senussiler tarafından örgütlenen gerilla birlikleri tarafından ciddi bir şekilde yenilgiye uğratıldılar. Senussiler, İtalya’ya karşı kutsal bir savaş ilan ettiler ve İtalyanları Sireneyka’m n iç bölgelerinden çekilip, işgali kıyı şeridi boyunca tu tm ak zorunda bıraktılar. 29 Nisan 1913’te Tokra ve aynı yılın Ağustos ayında ise Bingazi’nin güneyi Sirte kıyıları işgal edildi.
1914 yılında Îtalyanlar Fizan’ı ele geçirmek ve Fizan’m başkenti M u rz u k ’a girmek üzereydiler. Fakat 1. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle geri çekilmek zorunda kaldılar ve 1916 itibariyle yalnızca Trablus ve Horns kasabalarını koruyabildiler, zira Libya’nın doğusunun tamamı Senussilerin kontrolüne geçmişti. Senussilerin, İtalyanlara karşı mücadelesi Türk-Alman komutasında yürütüldü. 1915 A ra lıkm da Alman- Türk güçleri, Mısır’daki İngiliz köprübaşma Salum yönünden saldırmak için de Seııussileri kullanacaktı. Ancak Britanya 1916’da saldırıların önünü kesmiş ve aynı yılın Temmuzunda İtalya ile Senussilere karşı birlikte savaşmak için Fransa’nın da 1917’de katılacağı bir anlaşm a imzalamıştı. Nisan 1917’de Britanya ve İtalya, em ir olarak addettikleri Senussi liderlerinden M uham m ed İdris-es-Senussi ile bir anlaşmaya vardılar. Buna göre M uham m ed İdris yiyecek ve silah sözüne karşılık Britanya ve İtalya’ya karşı savaşmayı durdurup Alman-Türk planların ın aksine hareket etmeyi kabul etmişti. Fakat A hm ed Şerif es-Senussi’nin liderliğindeki Doğu Libya Senussilerinin büyük çoğunluğu ve M uham m ed Abdulabid yönetimindeki Batı Libya Senussileri Britanya, İtalya ve Fransa’ya karşı savaşmayı sürdürdüler. İtalya’nın bu savaştaki katkısı oldukça cılızdı. Nihayetinde, Ocak 1917’de Zaura’yı ve yıl sonu itibariyle de Tripoli ve Zaura arasındaki bütün kıyı şeridini ele geçirmişlerdi, fakat başarıların ın tamamı bundan ibaret olacaktı.
Kasım 1918’de Avrupa’daki askerî faaliyetlerin kesilmesiyle, İtalya Trablus’a 80.000 kişilik bir ordu çıkarmış ve Batı Libya bedevileri ile teslim olmaları için görüşmeler başlatmıştı. Fakat görüşmeler başarısızlıkla sonuçlanınca İtalya yeniden düşm anca faaliyetlere girişmişti.
İtalyanların bu direnişi kırması için 13 yıla daha ihtiyaçları olacaktı. Libya halk ın ın sergilediği sebat ve k ah ram an lık ülkenin dö rt bir yanına yayılmış savaşın en belirgin özelliğiydi. Ne var ki 1932’de, özgürlük sevdalılarına karşı girişilen toplu katliam lardan ve vahşice misillemelerden sonra İtalyan militaristleri ülkeyi b o y unduruk altına almayı başarm ış ve Libya’n ın işgali tam am lanm ıştı .
1 9 . Y ü z y i l S o n u n d a S u r i y e ,
F İ l İ s t i n v e I r a k
Türkiye’nin Finansal Esareti
19. yüzyıla yaklaşıldığında Suriye, Filistin ve Irak hâlâ Osmanlı İm paratorluğuna bağlı idari bölgelerdi. Mısır ve Sudan’ın aksine bura ların Babıali’ye bağlılığı göstermelik değildi. Bu dönem boyunca, Ön Asya’daki (Anadolu) Arap ülkelerinin tarihi Türk tarihiyle yakından ilintilid ir ve Osmanlı İm parato rluğunun genel tarih inden bağımsız analizi m üm kün değildir.
19. yüzyıl sonlarına doğru Avrupa ve Kuzey Amerika’da kapitalizmin gelişimi, bu sistemi son evresine -em perya l izm e- taşımıştı. Öte taraftan feodal toplum yapısının çözülüşünün oldukça ağır ilerlediği Türkiye’de ve Arap bölgelerinde kapitalizmin esasları henüz başlangıç aşamasında ortaya çıkmıştı. Feodalizmden kapitalizme geçiş başlamış fakat bu süreç son derece çelişkili şartlarda işlemişti. Böylece Türkiye ilkin bir dış pazara ardından da Avrupalı kapitalist güçlerin bir yarı-sömürgesi- ne dönüştürü lm üştü . 1856 Hatt-ı H üm ayunu ile getirilen ve Paris Barış Antlaşması ile uluslararası bir yükümlülüğe dönüşen Tanzim at’ın ikinci dönem i yabancı sermayenin yolunu açmıştı. Türkiye yabancı yatırımcılara demiryolu, bankacılık, madencilik ve diğer bazı imtiyazları vermeyi kabul etmiş; İmparatorluk dâhilinde toprak satın almalarını sağlamış ve on ların yerel temsilcilerine (Ermeniler, Rum lar ve Hıristiyan Arap tüccarlar) ayrıcalıklar tanım ıştı. Zaten 1856 Paris Barış Anlaşması, Türkiye ve Arap bölgelerinin yabancı sermaye tarafından yarı sömürgeye dönüştürü lm esi sürecine önayak olmuştu.
Antlaşmayla sonuçlandırılan 1853-56 Doğu Savaşı, Türk iye’n in fi- nansal esaretinin hazırlığı niteliğindeydi. 1854 yılında, savaş esnasında askeri harcamaları karşılayabilmek için Türkiye ilk dış kredisine başvuracak ve en ağır şartlarda bir kredi sağlanacaktı. 75.000.000 frank toplam nom inal değerli krediden Türkiye’nin eline geçen yalnızca 60.000.000 frank olacak ve kredi tem inatı olarak M ıs ır’ın ödediği vergi gösterilecekti. Yine 1855 yılında askerî harcamaları karşılamak için İzm ir (Smyrna) ve Suriye güm rüklerin in teminat olarak gösterildiği ikinci b ir krediyle125.000.000 frank sağlanacaktı. Bunu 1858 yılında 125.000.000 franka imza atarak 95.000.000 frank ın alındığı bir başkası izleyecekti. Bu k redi de İstanbul g ü m rük dairelerinin gelirleri güvence gösterilerek alınabilmişti. Sonrasında ise 1860, 1862, 1863, 1865 (iki kredi), 1869, 1870, 1871, 1872, 1873 ve 1874’te olmak üzere on bir kredi daha gelmişti. Aynı sürecin Mısır’da da yalnızca daha geniş bir kapsamla işlediğini görm üştük zaten. 1874 itibariyle kredilerin toplam m iktarı 5.300.000.000 franka varmış ve bu rakam üzerinden Türkiye’nin eline geçen yalnızca3.012.000.000 frank yani nom inal değerin yüzde 56,8 olmuştu. Bankalar (çoğunlukla Fransız ve kısmen İngiliz) 2.000.000.000 frankı ya da no minal değerin yüzde 43,2’sini faiz, komisyon ve benzeri kesintiler olarak alıkoymuştu. 1856’da bir Britanya Bankası olarak kuru lup 1863’te İngiliz-Fransız bankasına dönüşen Osmanlı Bankası, Türkiye’n in mali esaretinde önemli bir rol icra etmişti. B ankanın kendisi de fahiş krediler sağlamış ve diğer bankalarla kredi anlaşm alarında aracılık yapmıştı. Ayrıca birçok yan şirket kurarak İm paratorluk topraklarında oldukça kazançlı imtiyazlar edinmişti.
Peki, Türkiye’yi ilk askerî kredi sonrasında bir dizi kredi anlaşmasına iten sebep neydi? Şüphesiz ki, bu sebep Mısır’dakiyle aynıydı. A ralarındaki tek fark M ısır’da alman paraların Süveyş Kanalının, inşasına gitmiş olması ve Türkiye’de ise k ilom etr ik garanti bazlı kuru lan dem iryollarına harcanm ış olmasıydı. Bu, Babıali’nin demiryolu inşasında imtiyaz dağıtırken, imtiyazlıların sabit getirisini, yapılan hatt ın her kilometresinden sağladığı an lam ına geliyordu. A lm an gerçek tu ta r ile gelirlerin garanti edilen tu tarı arasındaki fark Hazine tarafından karşılanıyordu. Bu kilometrik garantiler Türkiye ve Arap bölgelerinin faizle talan edilm esinin esas araçlarından biriydi. Kilometrik garantileri karşılayabilmek için devasa m ik tarlarda paralara ihtiyaç duyuluyor ve Türkiye’de bu yüzden yabancı kredi arayışına yöneliyordu. Bunun karşılığında da devlet gelirleri kredilere teminat olarak veriliyordu. İlkin M ısır vergileri
ve vergi dairleri daha sonra ağnam vergisi (küçükbaş hayvan vergisi), tuz ve tü tü n tekellerinden elde edilen gelirler ve benzerleri ipotek edilmişti. Kredi faizlerini kapatm ak için ihtiyaç duyulan gelirler a r tt ıkça yeni kredilere duyulan ihtiyaç da artıyordu. İm paratorlukta toplanan vergi m ikta r ında bir artış yaşanmasına rağmen, köylü ekonomisi tam am en harap olmuş ve küçük memurlar, askerler ver din adamları maaşlarını almakta güçlük çekmişlerdi.
1875’te Türkiye’n in toplam gelirleri 380.000.000 frank civarındaydı ve bunun 300.000.000’u yalnızca kredi ödemelerine ayrılıyordu. Bu koşullar altında, Babıali 6 Ekim 1875’te iflasım açıklamış ve ödemekle yüküm lü olduğu tu tarın yarısının peşin diğer yarısının da tahviller aracılığıyla ödeneceği açıklamasını yapmıştı.
Yeni Osmanlı Darbesi ve 1876 Anayasası
M ısır’da olduğu gibi, Osmanlı İm parato rluğunun iflası ülkeyi hem dışarıda hem de içeride zor durum da bırakmıştı. Hatta iflasın açıklanm asından önce Avrupalı bankerlerin boyunduruğu ve yabancı kredi- törlerin adeta bir hizmetçisine dönüşen İmparatorluk, nüfusun büyük bir çoğunluğu arasında derin memnuniyetsizlikler yaratmıştı. Özellikle Bosna, Hersek ve Bulgaristan’da olmak üzere Balkanda bir köylü hareketi şekilleniyordu. 1875 yazında Bosna ve Hersek köylüleri, Müslüman feodallere karşı bir ayaklanm a başlatmış ve tarımsal bir reform talebinde bulunm uştu . Sonrasında bu ayaklanma Rusya ve Sırbistan’ın da desteğiyle ulusal bir nitelik kazanmıştı. İsyancılar bu bölgelerin Türkiye’den ayrılmasını ve Sırbistan’a katılmasını istiyordu. 1876 Tem m uzunda Sırbistan ve Karadağ imparatorluğa karşı bir savaş başlatmış ve Türkleri daha da kötü du rum a sürükleyecek bir dizi yenilgiye uğratmıştı. İmparatorluğun dört bir yanında huzursuzluk belirtileri ve ülkeyi yabancılara satmakla suçlanan Sultan Abdülaziz’in aldığı önlemler baş göstermişti.
Mayıs 1876’da İs tanbu l’da bir halk gösterisi düzenlenm iş ve 22 Mayıs’ta birkaç bin sufist zanaatçı, tüccar ve küçük m em urun da katılımıyla Sultan’ın sarayına yürüm üştü. Korkuya kapılan Sultan alıkoyulan maaşların ödeneceği ve bir anayasanın getirileceği sözünü vermişti. Fakat birkaç gün sonra Sultan’ın yabancılarla gizli görüşmelere başladığı bilgisi ortaya çıkacaktı. Bunun üzerine bir grup subay o rdunun başına geçmiş ve 29 Mayıs’ta Sultan Abdülaziz’i azlederek yerine aklı kıt kardeşi V. Murat geçirmişti. Bu darbenin faal katılımcıları arasında bir grup
Türk subayı, liberal m em urlar ve kendilerini “Yeni O sm anlılar” olarak ad land ıran ve altmışlarda yeniden şekillenecek bir grup olan entelektüeller bulunuyordu. “Yeni Osm anlılar” im paratorluktaki durum dan , Tanzim at’ın içler acısı sonuçlarından ve yabancı sermayenin n ü fu zu n dan oldukça hoşnutsuzdular. Kendi program ların ı üç temel başlık a ltın da topluyorlardı:
1) Ulusal kapitalizmin gelişimi. “O sm anlılarm kendi ticari ve sanayi şirketlerini ku rm ala rına izin verin; yeni demiryolları inşa etmelerine izin verin” diye yazıyordu bir belgelerinde.
2) Anayasal ve parlam enter bir sistemin kurulması3) Bir burjuva k ü l tü rü n ü n geliştirilmesi ve Orta Çağ’a ait Türk yaşam
tarz ına ve geleneklerine karşı çıkılması.Başlangıçta “Yeni O sm anlılar” kendilerini büsbütün aydınlanm a ile
sınırlandırmışlardı. Bu amaçla 1860’ta bir çeşit ders bürosu olan ve yazarlara, bilim adam larına ve kamu ileri gelenlerine konuşm alar ayarlayan D a rü lfü n u n u kurm uşlardı. 1865 yılında ise iki temel engeli olan gizli bir politik topluluk kurm uşlardı. Öncelikle, baskın ulusun temsilcisi olarak “Yeni Osm anlılar” Osmanlı İm para to r luğunun tüm ünü Türk burju vazisi için bir pazar o larak görüyorlardı. Osmanlı İm parato rluğunun kendisine bağlı unsurları yönetmesi gerektiğini düşünüyor ve Osmanlı b oyunduruğundan kurtu lm aya çalışan halklara karşı düşm anca bir tavır benimsiyorlardı. Üstelik bu şovenist politikayı meşru k ılm ak için, Türklerin kendisi de dâhil olmak üzere İmparatorluğa tabi halklar arasındaki ulusal ayrımları yadsıyan “tek bir Osmanlı u lusunun” varlığı gibi anlamsız bir teoriyi icat etmişlerdi. Bu teori Avrupa’da “Pan- O sm anlıc ılık” olarak bilinecekti. İkinci olarak, “Yeni O sm anlıla r” halk kitlelerinden yalıtılmış bir vaziyetteydiler. Neticede saray devrim i (küçük bir çevrede yaşanan iktidar değişimi -çev.) taktik lerin in savunuculuğunu yapıyorlardı. Zira 1867 yılında Yeni Osmanlılar saray devrimi için bir girişimde bulunacaklardı. Fakat bu komplo polis tarafından boşa çıkarılmış ve bu gizli topluluğun üyeleri tu tuklanm ıştı . Bazıları ise yurt dışına kaçmayı başarmış ve 1873 yılında geri döndüklerinde İm paratorluğun farklı yerlerine sürgüne gönderilmişlerdi. 1869-71 arasında İrak Valiliği yapmış olan Mithat Paşa anayasal reform ların yılmaz bir savunucusuydu ve Yeni Osmanlılarla yakın ilişkileri bulunmaktaydı. Paşa 1872 yılında Vezir-i Azamlığa seçilmiş fakat daha sonra Sultan’la olan ihtilaflarından ö tü rü istifa etmişti. 1876 yılında, Mayıs devriminde Yeni O sm anlılarm lideri olarak aktif bir rol oynamıştı.
Yeni Osmanlılar ik tidara gelene kadar yüksek seviyede entrikalar çevirmeye devam ettiler. Devrimden üç gün sonra, 1 H az iran ’da öldürülen Sultan Abdülaziz’i devirmişlerdi. Resmî ölüm ilanında : “Padişah Hazretleri bir cinnet an ında kendisine sadık tebaasının büyük kederiyle in t iha r e tmiştir” diye yazmaktaydı. Böylece Ağustos 1876’d a persecution
m a n ia dan (herkesi kendisine düşman olarak görme hastalığı) mustarip V. M ura t’ın rahatsızlığı aşırı derecede ilerlediği için tah tta daha fazla kalamazdı. Mithat Paşa ve destekçileri V. M ura t’ın kardeşi Abdülham id için bazı düzenlemeler yapmış ve 31 Ağustos’ta onu padişah ilan etmişlerdi. Türk feodallerinin en gerici kesim lerinin çıkarlarını gözeten Sultan II. Abdülhamid geçici olarak “Yeni Osmanlıları” destekleyecekti. Zira Mithat Paşayı Vezir-i Azam olarak atayacak ve onu yeni bir anayasa hazır lam ak üzere görevlendirecekti. A bdülham id tarafından hafifçe değiştirilen Mithat Paşa anayasası padişaha birtakım önemli haklarını sürdürm e şansı tanıyordu. Bakanları seçme ve görevden alma, savaş ve barışa karar verme, parlamentoyu feshetme, sivil yasaları iptal etme ve politik olarak güvensiz addettiği kişileri yargısız sürgüne gönderme h akk ına sahipti. Parlamento iki meclisten oluşuyordu: padişah tarafınd an atanan Heyeti Âyan (Senato) ve mülkiyet ve vasıf yaşı temelinde seçilen Heyeti Mebusan. Dil ve din ayrımına bakılmaksızın padişah ın tüm tebaası “Osmanlı” olarak addedilmiş ve eşit yükümlülüklere ve haklara sahip olmuştu. Fakat yine de Türkçe resmî dil ve İslam da resmî din olarak kabul görmüştü.
Anayasanın resmî olarak duyurulması, imparatorluğun Balkan bölgesindeki reformlar üzerine İstanbul’da toplanan Uluslararası konferansla örtüşmüştü. 23 Aralık 1876’da konferansa katılan delegasyon bir araya geldiğinde bir top ateşi duydular. Türk delege katılımcılara bunun yeni anayasanın şerefine verilen bir selam olduğunu açıklamıştı. “Bu büyük olayın ışığında emeğimizin gereksiz olduğu kanaatindeyim” diye eklemişti. Maalesef bu m anevra amacına ulaşamayacaktı. Dahası Babıali’nin Balkan haklarının talepleri karşısındaki ilgisizliği Rus-Türk ilişkilerini daha da kötüleştirmiş ve 1877-78 Türk-Rus savaşma neden olmuştu.
Zulüm (Abdülhamid İstibdadı) 1878-1908
Türk-Rus Savaşı ile birlikte içeride ve d ışarıda cereyan eden olaylar II. A bdü lham id ’in anayasayı ve Yeni O sm anlıları bertaraf etmesini m ü m kün kılmıştı. Hâlihazırdaki anayasa kendisi için hiçbir şekilde uygun
değildi. Yalnızca diplomatik bir hamle olarak anayasayı kullanm ış ve sonrasında ihmal etmişti. 1877 Şubat’m da Mithat Paşayı görevden alıp başkentten sürgüne göndermişti (başlangıçta Suriye’ye ve sonra 1883 yılında katledileceği Hicaz’a). 13 Şubat 1878’de kendisine tereddütsüz b o yun eğen ve 1877 başında seçilmiş etkisiz parlamentoyu süresiz olarak askıya almıştı. Fakat anayasa resmî olarak kaldırılmamıştı. Aksine II. A bdülham id ’in saltanatı boyunca her yıl resmî Türk takvim inde devletin esas yasası olarak basılmaya devam edecekti. Parlam entonun ve anayasanın askıya alınm asından sonra Sultan, Zulüm (Abdülhamid İstibdadı) olarak bilinen katı bir otokratik rejim getirdi. Böylece A bdülham id O sm anlı İm para to r luğunun mutlak hâk im i oldu.
Lenin, Zulüm dönem inin anlaşılması babında “Dünya Tarihinin Yeni Bir Bölümü” adlı makalesinde ciddi katkılar sunmuştur: “Sosyal ve proleter gelişiminin önünde ciddi şekilde engel teşkil eden Doğu Avrupa’daki (Avusturya, Balkanlar, Rusya) Orta Çağ’a ait güçlü kalıntılar henüz ortadan kalkmamıştı. Bu kalıntılar rnutlakiyetçilik (sınırsız despotik güç), feodalizm (toprak beyleri ve feodal ayrıcalıklar) ve ulusların baskı altına alm- masıydı.” (Lenin Toplu Eserler Cilt 18, s.368) Bu üç temel vurgu Osmanlı İm paratorluğunun Zulüm dönemindeki politik ve sosyal sistemini karakteriz etmektedir. Toprak beyliği hâlâ toplumun temellerini oluşturuyordu. Büyük feodaller Abdülham id’in destekçisiydi ve devletteki tüm önemli noktaları ele geçirmişlerdi. Ayrıca Zulüm dönemi ölümcül ulusal baskı ve kitlesel pogromlar dönemiydi. Abdülham id Doğu Anadolu’daki Ermenilerin bağımsızlık hareketini 1894-96’da kanla boğmuş, 1896’da Girit Adasındaki Yunan ayaklanmasını hem en halletmiş ve Makedonya Hıristiyanlarının bağımsızlık hevesini bastırmıştı.
Zulüm döneminde ülke hükümet tarafından değil, bizzat Sultanın sarayı tarafından yönetiliyordu. A bdülham id’in etrafım en geri kalmış bölgelerin -Arabistan ve Kürdistan- feodal beyleri sarmıştı. Gerici Arap ve Çerkez kum andanların komutasındaki Kürtler, İmparatorluktaki Hıristiyan nüfus arasında terör estiren düzensiz süvari birliklerinin -ha- midiye alayları- omurgasını meydana getiriyordu. Aynı şekilde Çerkez, Arnavut, Kürt ve Arap feodaller sarayda önemli bir rol icra ediyordu. Adeta ülkenin gerçek hüküm eti gibiydiler. Sultanın herhangi b ir cariyesi bakanlardan daha büyük bir etkiye sahipti. Sarayın danışm an gurubu tam am en yozlaşmıştı ve yabancı kapitalistler yalnızca imparatorluğun ileri gelenlerini değil Sultanın kendisini bile satın alacak bir konum a gelmişti.
Zulüm döneminde, jurnalcilik ve karşılıklı casusluk Osmanlı
İm para to rluğunun dört bir yanına yayılmıştı. Sultan’ın çevresindekiler birbirlerini yakından takip ediyor ve birbirlerini jurnalliyorlardı. İmparatorluktaki tü m sosyal yaşam sürekli olarak polis ve ajanlarının gözetiminde geçiyordu. Hatta Abdülhamid, birisinin kendisini kablolar aracılığıyla öldürebileceği korkusuyla sarayında elektrik ve telefonu da yasaklamıştı.
Panislamizm gerici bir yorumuyla Zulüm döneminin resmî ideolojisi haline gelmişti. Abdülham id, Cemaleddin Afgani’nin tüm M üslüman halk lar ın birliği yönündeki öğretisini benimsemişti. Zira ideali tüm M üslümanları kapsayan ve imanın hüküm sürdüğü bir devletin başında olmaktı. Bu sebeple II. A bdülham id ik tidarın ı Mısır M üslüm anlarm a (Britanya’nın kontrolü altında bulunan), Kuzey Afrika M üslüm anlarm a (Fransızların kontrolü altındaki), Britanya Hindistanı’na ve Kafkasya, Orta Asya ve Volga M üslüm anlarm a (Rusya’nın egemenliği altında) yayma niyetindeydi. Bu şiddetli emperyalist planlar, İtilaf G üçlerine karşı mücadelesinde Türkiye’yi efe kullanmak isteyen Wilhelm tarafından da destekleniyordu.
Muharrem Kararnamesi
Zulüm rejimi, yabancı sermayenin Türkiye’yi ve Arap bölgelerini fi- nansal olarak esaret altına almak için nüfuz edebileceği en uygun devlet haliydi. Bu dönem boyunca A bdülham id’in nüfuz alan ların ın yarı- sömürgeleri sömürüsü iki şekilde etkilenmişti. Bir taraftan Türkiye ve Arap vilayetleri bir pazar ve ham madde kaynağı olarak kullanılıyor, öte yandan külfetli krediler ve kilometrik garantili demiryolu inşaatları vasıtasıyla yağmalanıyordu. İmparatorluğun dış ticaret hacmindeki artıştan da izlenebileceği gibi 19. yüzyıl sonunda Türkiye’nin bir pazar ve ham m adde sağlayıcısı olarak önemi artmıştı. Türk dış ticareti I. Dünya Savaşından önceki otuz yıl içinde iki kattan fazla artmıştı. Aşağıdaki rakam lar Türkiye’nin ithalat ve ihracatını göstermektedir (yıllık ortalama milyon lira olarak).
Yıllar İthalat İhracat
1880 17,8 8,51900 23,8 14,91913 40,8 21,4
Suriye, Irak ve Filistin im paratorluğun ithalatının çeyreğini ve ih racatın ın beşte birini gerçekleştiriyordu. Dış ticaretteki artış Türkiye’yi ve A rap bölgelerini dünya kapitalist ekonomisine eşit birer üye olarak değil de tarımsal ü rü n ve ham madde sağlayıcısı olarak sürüklemişti. İm paratorluğun ticareti eşitsiz mübadeleye dayanıyor ve özel b ir kolonyal karakter taşıyordu. Kumaş ve iplik ü lkenin temel ithalatını oluştururken ham yün ve ipekle beraber deri, tü tü n ve çeşitli astropikal meyveler ih racatın ın temel kalemleriydi. Üstelik Britanya sermayesi hâlâ Türk t icaretinde esas bir rol oynuyordu. Fakat 19. yüzyılın seksenlerinde ve doksanlarında du rum değişmeye başlayacaktı. Britanya ülke pazarındaki baskınlığını sürdürse de, Türkiye’ye ihracatım ciddi şekilde ar ttırm ış olan Almanya tarafından zorlanmaya başlamıştı. Almanya’n ın 1882’de ihraç ettiği mallar 6.000.000 mark değerindeyken bu rakam 1895’te35.000.000 marka çıkmıştı. Sermayenin a r tan ihracı emperyalist çağın belirleyici özelliklerindendir. Üstelik bu Osmanlı İm parato rluğunun ekonom ik gelişimini de teşvik etmeyecekti. Yabancı sermaye yatırımları sanayide değil aksine devlet tahvillerinde ve demiryolu inşasında kullanılıyordu. Zulüm döneminde, daha net b ir ifadeyle 1890-1908 arasında, Türkiye 45.000.000 lira değerinde on iki adet yeni kredi aldı. I. Dünya Savaşı öncesinde toplam dış borç 152.300.000 liraya ulaşmıştı. Kamu borçları Türkiye’deki yabancı sermaye yatırım ların ın en temel alanıydı. Diğer yabancı sermaye alanları arasında bankacılık ve demiryolu inşası da bulunmaktaydı. 1914 yılı itibariyle, krediler haricinde Türkiye’deki yabancı yatırımların 63.400.000 £ civarında olduğu tahm in ediliyordu. Bu tu tar ın 39.100.000’i demiryolu inşasına ve 10.200.000’i de bankalara gitmişti. Endüstriyel yatırım lar 5.500.000 £, yani yabancı yatırım ların yalnızca yüzde 8’i civarındaydı.
Türkiye’nin yabancı sermaye tarafından tefecilikle sömürülmesi, ülke mâliyesini tüketm iş ve onu tam bir çöküşe sürüklemişti. 1875’teki ilk iflası 1879 yılındaki bir diğeri izleyecekti. Süper güçlerin talebiyle Sultan, 1881’de Osm anlı İmparatorluğu mâliyesi üzerinde yabancıların kontrolünü m ü m k ü n kılan “M uharrem Kararnam esini” yayınlayacaktı. M uharrem ism ini taşıması hicri takvim e göre 28 M uharrem (20 Aralık 1881) günü olmasmdandı. M uharrem Kararnamesi Osmanlı İm para to rluğunun borçlarını teminat altına alıp 2.400.000.000 frankta sabitlemişti. Borç m ik tarı yarısından fazla indirilmiş fakat buna rağm en Babıali’nin gerçek borç m iktarı olan 300.000.000 frankın çok üstünde kalmıştı. O sm anlı kamu borçlarını denetlemek için özel bir
idare oluşturulmuştu. Resmiyette bir Türk K urum u gibi görünse de aslında Osmanlı Düyun-u Umumiye İdaresi Fransız, Britanya, İtalyan, A lm an ve Avusturya-Macaristan bankaların ı temsil eden yabancıların elindeydi. Rusya bu idarede temsil edilm em işti fakat 300.000.000 ru b le (802.000.000 frank) savaş tazminatı Borçlar İdaresi ta ra fından tahsil edilecekti. Türkiye’n in Düyun-u Umumiye İdaresindeki temsilcisinin ihtiyatlı oy hakkı oldukça önemsizdi.
D ü yun-u Umumiye İdaresi im para tor luğun ikinci maliye bakanlığı haline gelmişti. Öyle ki Türk devlet m ekan izm asına paralel faaliyetlerde bu lunan ve daha geniş yetkilerle donatı lm ış 5.000’den fazla m em u ru is t ihdam ediyordu. Ayrıca im para to r luğun en önemli gelirleri bu İd a re n in kontrolü alt ına girmişti. T ü tü n ve tuz tekellerinden, pul isp ir todan , çeşitli vilayetlerin aşar vergisinden gelen gelirler, Bulgaristan haracı, Doğu Rumeli ve Kıbrıs’tan gelen gelirler, güm rüklerdek i artı tu tarlar (artış du ru m lar ın d a ) ve benzeri tü m gelirler İdare’n in kasasına akıyordu.
İdare’nin gasp ve yağm a yöntemleri yalnızca imparatorluğun vergilerinde yoğunlaşmıştı. Ayrıca aynı yabancı sermaye gurubu tarafından kontrol edilen ve yüksek faizle tefecilik yapan bir dizi çevre de Osmanlı Borçlar İdaresinin üstünden filizlenmişti. 1883 yılında oldukça kârlı olan tü tü n tekeli bağımsız bir imtiyaz olan Osmanlı Tütün Rejisine devredildi. Bu imtiyaz ayrıca tü tü n üretme, satın alma ve satma hakkını da edinmişti. Rejinin tiranlığı başta Suriye’dekiler olmak üzere tü tün yetiştiricilerinin d u ru m u n u ciddi şekilde etkilemişti.
A lm an N üfuzu
19. yüzyıl sonlarında, yabancı kapitalistlerin olağanüstü kârlar ed in mek için bir araç olarak gördükleri demiryolu inşası, sonrasında bütünüyle politik bir karaktere bürünecekti. Yani demiryolu inşası politik nüfuzun ve emperyalistler arası yoğun bir rekabet aracına dönüşm üştü. Alman m ilitarizm inin en büyük teorisyen ve uygulayıcılarından biri olan Kont Moltke demiryolu inşasın ın önem in i ilk kavrayan kişilerdendi. 19. yüzyıl ortalarında yazdığı bir m akalesinde Osm anlı İm paratorluğunu boydan boya geçecek bir dem iryolu ku rm a teklifini yapmaktaydı. Bu demirden kolların yayıldığı om uzlar Birleşik Alm an İm paratorluğu’dur diye yazmaktaydı. Bu kollar sonra A nadolu’yu kesmeli ve parm akların ı Kafkasya, İrak ve İran sın ır larına k ad a r uzatmalıydı.
19. yüzyılın altmışlı yılları itibariyle A lm an iktisatçılar ve sosyologlar O sm anlı İm paratorluğuna gelecekteki sömürgeleri gözüyle bakıyorlardı. A lm an iktisatçı Rodbertus, Türk m irasın ın Almanya’ya geçeceği ve A lm an askerî taburların ın Boğazlar kıyılarında konuşlanacağı günleri görecek kadar yaşamayı um ut ediyorum diye yazmaktaydı. A lm anya’nın yeniden birleşmesinden sonra Alman junkerler (Alman Asilzadeler - çev.) ve kapitalistler bu yayılmacı planları uygulamaya koymaya başladılar. Osmanlı İm paratorluğu Almanya’n ın sömürge bölgesine ve Irak tahıl ambarıyla pam uk plantasyonlarına dönüştürülecekti. A lm an d ip lomasisi, Türkiye’nin tam am ıyla Almanya’n ın kontrolü altına gireceği ve bu yüzden imparatorluğu paylaşma planları için herhangi b ir eylemde bu lunm am an ın hesabını yapıyordu.
A lm an nüfuzu, askerî, ekonom ik ve poli tik kanalla rdan ilerliyordu. 1882’de Baron von der Goltz’un askerî heyeti Türkiye’ye davet edilmiş ve b u rad a on dört yıl geçirmişti. Albay von der Goltz’a T ü rk paşalığı verilm iş ve o da o rduyu yeniden düzenlemişti. Üstelik T ürk askerî okulları bu heyetin dene tim ine bırakılm ıştı . A lm an askerî gelenekleri Sultan’m ordusuna tan ıt ılm ıştı . Birçok Türk subayı askerî eğit im lerini tam am lam ak üzere A lm anya’ya gönderilmişti. Eş zam anlı olarak A lm anya von M oltke’n in demiryolu p lan lar ın ı uygulamaya koym uştu. Deutsche Bank ve W urtem berg B an k ’m talimatlarıyla faaliyette bu lu n an Alm an kapitalist Alfred Kaulla 4 Ekim 1888’de, Boğaz’dan A nkara’ya kadar bir dem iryolu inşasının imtiyazını almıştı. Bu hat Ü sküdar H aydarpaşa is tasyonundan başlıyordu. İzm ir’e kadar olan başka b ir hat halihaz ırda bir İngiliz-Yunan şirketi ta ra f ın d an inşa edilm işti . Devlet bu ha tt ı İngilizlerden satın alıp A lınanlara devretmiş ve Alfred Kaulla ha tt ı devam e tt irm e görevini üstlenm işti . Bunu Bağdat’a kadar uza tm a planı henüz o rta lık ta yoktu fakat em peryalizm çağında uluslararası ilişkiler tarih inde önemli bir role sahip Bağdat D em iryo llar ın ın temelleri atılmıştı.
Kaiser II. Wilhelm A lm an etkisini a r t t ı rm ak için D oğuya iki ih tişam lı gezi düzenlemişti. Bu gezilerden ilki 1889 Kasımında, II. W ilhelm ’in tah ta çıkışından kısa b ir süre sonra gerçekleşmişti. Tüm her şey inanılmaz bir görkem içinde hazırlanmıştı. Sultan ın kendisi sarayının ön ü n deki tüm sekten top atışlarıyla Kaiser’i karşılamış ve yine Sultan’m em riyle, Kaiser onuruna özel bir nişan bastırılmıştı. Wilhelm, Bismarck a çektiği bir telgrafta “İs tanbu l’a olan ziyaretim cennete ait b ir düş gibiydi” demişti.
A lm an diplomatlar, sürekli olarak diğer Avrupalı güçlerin Türkiye’ye karşı takındıkları düşm anca tavrı vurgulayarak Babıali ile diğer Avrupalılar arasındaki ihtilafları ustaca kullanıyordu. Britanya Mısır ve Kıbrıs’ı zapt etmiş, Fransızlar Cezayir ve Tunus’a zorla el koymuş ve Rusya Kars ve Ardahan’a girip Balkanların bağımsızlığını kazandırmıştı. Böylece Alman diplomatlar kendi ülkelerinin, Türkiye’nin topraklarına el koym ak ya da onu zayıflatmak gibi bir niyetin in olmadığını iddia ediyor ve Sultanı diğer güçlerin gerçek ya da hayalî saldırı p lan lan ile korkutuyorlardı. Bu strateji Türk-Alman yakınlaşm asında ve Almanya’nın Türkiye üzerinde politik kontrol sağlamasında kesin bir etkiye sahipti.19. yüzyılın seksen ve doksanlı yıllarında Britanya lehine olan eski yönelimin Almanya tarafına kaydığı gözlemlenebilirdi. Almanya, Babıali’nin “dostu ve müttefiki” olmuştu.
Kaiser U. YVilhelm’in D oğuyu Ekim 1898 tarihindeki ikinci ziyareti Alman diplomasisinin başarısını garantiye almıştı. Hatta bu ziyaret ilkini gölgede bırakacak bir ihtişam ve görkem dâhilinde gerçekleşmişti. Kaiser ziyaretini yalnızca İstanbul’la sınırlandırmamış, Kudüs ve Şam’ı da ziyaret etmişti. Müslümanların savunucusu ve koruyucusu olduğunu iddia ederek, bazı evliyaların türbelerini ziyaret etmiş ve Selahaddin’in mezarına bir çelenk bırakmıştı. Selahaddin’in mezarın başında “Sultan Hazretleri ve ona Halife olarak saygı duyan üç yüz milyon Müslüman emin olmalıdır ki, Alman İmparatorluğu’nda her daim bir dostlan olacaktır” (George Antonius, Arap Uyanışı, I. s. 77) diye bir konuşma yapmıştı.
Kaiser’in ikinci ziyareti demiryolu imtiyazları için verilen mücadelelerin oldukça yoğunlaştığı bir dönemle örtüşüyordu. 1892’de, A nkara’ya uzanan hattın tam am lanm asından sonra, A lm anlar hattı devam ett irmek için yeni bir imtiyaz teklifinde bulunacaktı. Hat A nkara’ya girmeden önce güneye doğru bir kola ayrılıyor ve doğuya, Konya yönüne doğru dönüyordu. Fakat bu imtiyaz Britanya, Fransa ve Rusya tarafında protestolarla karşılanmıştı. A lmanlar imtiyaz konusunda ısrarcı davranarak, Britanya’yı Mısır meselesinde muhalefet yaratmakla tehdit ediyordu. Böylece Britanya aldığı pozisyonu değiştirmek zorunda kalmış ve Alman şirketleri imtiyazı almıştı.
Demiryolu 1894 yılında Konya’ya ulaştığında, Bağdat’a kadar devam etme meselesi gündeme gelmişti. Bunun için oldukça yoğun bir diplomatik mücadeleye girişilecekti. Türkiye kilom etrik garanti sağlama n iyetinde olsa da bunun için yeterince kaynağa sahip değildi, bu yüzden Almanya ithalat vergilerini ad valorem (malın değeri üzerinden) yüzde
8 ila 11 artırabileceğini önerisini yapmıştı. Fakat bu öneri, Türkiye’yi ticari anlaşmalarla bağlı olduğu Britanya, Fransa ve Rusya’n ın yap tır ım ları ile karşı karşıya b ırakm ak anlam ına gelecekti. Britanya bu g ü m rü k artışını yalnız Britanya sermayesinin Bağdat Dem iryollarının yapımına davet edilmesi şartıyla kabul edeceğini açıklamıştı, Fransa da aynı yolu benimsemiş ve nihayetinde Bağdat Demiryolları meselesinin uluslarara- sılaşması sonucu doğmuştu. Rusya ise bu hatt ın inşasına bütünüyle karşı çıkıyordu.
1899’da Alman kapitalistleri inşaatı uluslararası teşebbüslerle yapmayı kabullenmişti. Britanya ve Fransız sermayelerine katılım için d avet gönderilecek fakat A lm anlar yönetim hisselerini ve dem iryolunun tüm den işletim hakkını ellerinde tutacaktı. Daha sonra hisselerin paylaşılması, işletme ve idari yetkiler üzerine uzun uzadıya bir tart ışm a baş gösterecekti. Neticede ise Fransız Devleti Almanlarla bir uzlaşıya varam am ış ve demiryolu inşasında yer almayı reddetmişti. Diğer güçlerle bir anlaşmaya varamayan Almanya hattın ilk 200 kilometresini yapmaya karar vermişti. 1903’te inşa için nihai bir imtiyaz sözleşmesi yapılmış fakat A lm anların , diğer güçlerin güm rük vergisi artışı ve dem iryolunun uzatılması hususundaki onaylarını alması 191 l ’i bulmuştu.
Britanya ve Fransa’nın İmparatorluğunArap Bölgelerindeki Konumu
A lm anya’nın yoğunlaşan nüfuzuna rağm en Britanya ve Fransız kapitalistleri Osmanlı İm paratorluğu’nda, ücra Arap bölgeleri başta olmak üzere önemli konum lar işgal etmeye devam ediyordu. Suriye ve Lübnan, Fransa’n ın etki alanındaydı ve Irak, bir raddeye kadar da Filistin, İngilizlerin. Bilhassa Fransa, kendi etki alanların ı ucuz tarım sal ü rün kaynağına dönüştürm üştü . 20. yüzyılın başlarında Suriye ihracatının yaklaşık üçte biri buraya gidiyordu. Fransız yatırımcılar, Suriye ham ipeğinin üretimi ve satılmasını neredeyse tam am en kontrol ediyor ve bu ipeğin tam am ına yakınını Lyon tekstil imalathanelerinde kullanıyordu. İpek işlemenin birincil aşaması Fransız sermayesi ve onun komprador temsilcileri tarafından tekelleştirilmişti. Bunun yanı sıra Suriye tü tün yetiştiricileri de bütünüyle, Fransız sermayesinin baskın olduğu Reji’ye bağlıydı. H am madde tedarik işlemini h ız landırm ak için Fransızlar Beyrut’ta büyük bir lim an kurm uş ve iç bölgelerle kıyıları birleştiren bir dizi demiryolu ha tt ın ı buraya kadar döşemişti (Yafa’dan Kudüs’e ve
Beyrut’tan Şam’a). Dahası ülkenin finansal esaretinde önemli rolü bulunan Credit Lyonnais gibi bazı Fransız banka la rın ın şubeleri Suriye ve Filistin’de birbiri ard ına açılıyordu.
Britanya malları için bir pazara ve tarım sal ü rü n tedarikçisine dönüşen I rak ’ta ise Britanya sermayesinin ağırlığı söz konusuydu. 20. yüzyılın başlangıcında Britanya, Irak ithalatının yaklaşık üçte ikisini karşılıyordu. Yine Irak ihracatın ın üçte biri de Britanya’ya ve onun H in d is tan ’daki nüfuz bölgesine gidiyordu. Irak tarımsal ü rün ler in in üre tim i ve satılması, Basra ve Bağdat’taki İngiliz ihracatçıların kontrolü altındaydı. Britanya 1861’den beri Fırat ve Dicle üzerindeki nehir taşımacılığı im tiyazını elinde tutuyordu. Gelgelelim, Britanya ve Fransız kapitalistleri Arap bölgelerindeki yegâne patronlar değildi. Zira Belçika, Avusturya- M acaristan ve İtalya kapitalistleri ile rekabet etmek zorundaydılar ama O sm anlı İm para to rluğunun diğer her yerinde olduğu gibi esas rakipleri A lm anya’ydı. Alman Deutsche Doğu Bank ve Deutsche Filistin B ank’ın, Suriye ve Filistin’de birçok şubesi mevcuttu. Alman em peryalizm inin teorisyenlerinden biri olan Paul Rohrbach, A lmanya’nın D oğu’daki geleceğinin Anadolu, Suriye, Mezopotamya ve Filistin’de yattığını yazmıştı. “D ünyanın en zengin petrol yataklarından biri Bağdat dem iryollarının işlediği Ninova yakın larında bulundu. Toros Dağlarının kalbinde devasa m ik tarda bakır madenleri ve diğer metaller yatmakta. Babil ovaları dünyanın en büyük buğday ve pam uk depolarına dönüştürülebilir. M ezopotam ya’da milyonlarca koyunu besleyebilecek çayırlar mevcut. İşte burası en çok ihtiyaç duyduğumuz kaynakların büyük çoğunluğuna sahip olan yerler. Daha da iyisi hepsinin bir yerde toplanmış olması”.
Arap Halklarının Zulüm Rejimine Karşı Mücadelesi
Yabancı sermayenin nüfuzu ve Zulüm dönem inin polis rejimi genel bir hoşnutsuzluk dalgası yaratmıştı. Osm anlı İm para to rluğunun halkları yabancı kapitalistler ve Türk paşalarının çifte baskısına m aru z kalıyordu. Fakat halk sorunlar ın esas sebebi olarak Zulüm rejimini ve onun baskıcı feodal-bi'ırokratik ve vergi ödeme sistemini görüyordu. Hatta yabancı esaretinin başlıca kaynağı olarak yine bu rejimi suçluyorlardı. Rejime karşı baş gösteren hoşnutsuzluk ulusal burjuvazinin temsilcilerine, entelijansiyaya ve ayrıca geniş halk-köylü, zanaatçı ve doğm akta olan işçi sınıfı kitlelerine de yayılmıştı. Memnuniyetsizliğin boyutları Arap entelektüellerinin devlet karşıtı düşüncelerinde ve kendiliğinden gelişen
halk hezeyanlarında da görülebiliyordu. 1886 yılında, Dürzi Tepelerinde, Dürzi kabilelerinin soylu temsilcilerinden biri olan Şibli Atraş ta ra f ın dan yönetilen bir köylü ayaklanması patlak vermişti. Şibli Atraş fellahla- rın dostu olarak adlandırılm ış ve Dürzi köylülerin tam desteğini almıştı. İsyan, ancak Türk otoriteleri uzlaşmaya ve Şibli Atraş’ı, Dürzi Emiri olarak atamayı kabul etmeye yanaştığı zam an dinecekti.
Aynı şekilde 1896 yılında, Türklerin zorunlu askerlik h izm etin i getirm e girişiminde bulunduğu esnada, Dürzi Tepelerinde yeni b ir isyan daha çıkmıştı. Bu isyan 1899’da, Türk otoriteleri Süveyda’da bir kışla ve Dürzi Tepelerinde idari bir yapı inşa etmeye başladığında, yeniden alevlenmişti. İsyanın bastırılmasında devlet 500 kadar kayıp vermişti. Fakat1906 senesinde aynı bölgede yeni karışıklıklar yeniden baş gösterecekti.
Kentli nüfus arasındaki asıl büyük karışıklıklar ve kargaşalar Halep (1895) ve Beyrut’ta (1903) yaşanmıştı. Fakat bunlar da kendiliğinden ve yerel karakterli ayaklanm alar oldukları için kitlelerin koordinesiz eylemlerini bastırm akta zorluk çekmeyen T ürk yöneticilerine karşı büyük bir tehdit oluşturamamıştı. 1875’te derin kökleri olan benzeri bir m em nuniyetsizlik Arap entelektüellerinin Beyrut’ta gizli bir topluluk k u rm asına yol açmıştı. Bu, İb rah im Yazıcı ve Faris N im r’in başkanlığını yaptığı Şam, Trablus ve Suweida’da kolları olan bir topluluktu. Topluluğun do laşımda olan broşüründe amaç ve hedefleri tanıtılıyordu. 1880’de oluştu ru lan programda, Suriye ve Lübnan’ın bağımsızlığı, A rapçanın resmî dil olarak tanınması, is tibdadın ve ifade özgürlüğünün önündeki diğer engellerin kaldırılması ve Suriye ve Lübnan sınırlarındaki yerel askerî birliklerin kullanılm asının yasaklanması çağrısında bulunuyorlardı. Fakat topluluğun faaliyetleri yavaş yavaş kitlelerden kopmuş, azalmaya yüz tu tm uş ve 1885 dolayında bütünüyle son bulmuştu.
Ölümcül polis baskısı ve geniş ölçekli casusluk faaliyetleri ulusal bağımsızlık fikirlerinin şekillenmesi ve yayılması önünde engel teşkil ediyordu. Arap entelijansiyasmm temsilcileri Mısır, Avrupa ve Kuzey A m erika’ya kaçmış, A bdü lham id’in zu lm ünden sığınacakları yer arayışına girmişti. Sürgünde fikirlerini, vatanperver um utların ı daha özgürce ifade edebiliyorlardı. Faris Nimr, A bdurrahm an Kavakebi ve diğerleri faaliyetlerini Mısır’da sürdürecekti.
Birçok Arap milliyetçisi, despotik Zulüm rejimine karşı m ücadelede Türk devrimcilerinin (İttihatçılar) desteğine güveniyordu. İttihatçılarla ittifaklarında A bdülham id’i tah t tan indirmeyi ve Osmanlı İmparatorluğu temelinde Arapların ulusal tu tkuların ı gerçekleştir
meyi planlıyorlardı. Bir diğer grup da Arap ülkelerinin ayrılması ve tam am en bağımsızlaşması taraftarıydı. Bunun gerçekleşmesi için de Avrupalı güçlerin yard ım ın ı gözetiyorlardı. 1904’te Hıristiyan bir Arap olan Necip Azuri, Paris’te Arap Memleketi Cemiyetini kurm uştu . Bu ö rgü tün neredeyse tek üyesi kendisi olmasına rağmen oldukça ak tif çalışmış ve Cemiyet nam ına birçok yayın yapmıştı. 1905’te Fransızca Arap U lusunun Uyanışı adlı bir kitap (Le Revell de la Nation Arabe) yazmış ve 1907’de ise L’Independence Arabe başlıklı aylık bir dergi çıkarmıştı. Sloganı “Arap ülkeleri Araplara” idi. Yayınlarında, Arapları im para torluğun onlara ait topraklarında kendi devletlerini kurmaları için isyana davet ediyordu. Fakat Mısır ve Kuzey A frika’yı birleşik Arap devleti p lanlarına dâhil etmiyordu. Zira Azuri süper güçlerle arasın ın bozulmasını istemiyordu. Dahası tasarıları ve planları Suriye burjuvazisinin Arap liderliğindeki heveslerini yansıtıyordu. Azuri yabancıların çıkarlarına saygılı olacağı sözünü vermiş ve Türklere karşı mücadelede onların yard ım ına bel bağlamıştı. Necip Azuri’n in programı bir burjuva dem okrat devrim in talepleri için yeterli olmamış; kurduğu Arap Cemiyeti kitlelerden soyutlanmış ve kitlesel halk hareketlerinin gücüne hiçbir zam an inanm am ıştı.
Kitlelerden soyutlanma ve onlarla iletişime geçme yeteneksizliği 19. yüzyıl sonundaki Arap milliyetçiliğinin karakteristik bir özelliği ve aciz kalm asının da temel nedenlerinden biriydi. Arap milliyetçilerinin bü yük çoğunluğu yurt dışında yaşıyor ve faaliyetlerini milliyetçi fikirlerin propagandasını yapmakla sınırlandırıyorlardı. Fakat yine de zayıflıklarına ve eksikliklerine rağm en faaliyetleri Arap ulusal uyanışın ın yolunu açmış ve Asya’daki genel uyanış çağında Arap ülkelerindeki ulusal bağımsızlık hareketinin yükselmesindeki en önemli faktörlerden birini meydana getirmişti.
Jö n T ü r k D e v r i m i v e A r a p Ü l k e l e r i
Türkiye’de 1908 D evrim i
1908 T em m uzunda Türkiye’de, 1894 yılında kuru lan İttihat ve T erak k in in örgütlediği silahlı bir ayaklanma patlak vermişti. Bu kom itenin üyeleri, Türk burjuvazisinin çıkarlarını temsil eden ve Osmanlı İm para to rluğunu burjuva-anayasal bir devlete dönüştürm ek isteyen ilerici aydın ve subaylardan oluşuyordu. En temel talepleri anayasanın yeniden yürürlüğe girmesiydi. Başlangıçta eylemelerini komplo taktikleriyle sınırlandırıyorlardı fakat sonrasında provokatörler A bdü lham id’in hafi- yelerinin Jön Türk yer altı örgütlenmesini açığa çıkarmasına ve liderlerinin tu tuklanm asına yardımcı olmuştu. Komite üyelerinin yargılanması 1897’den 1899’a kadar sü rm üş ve bu süreçte birçok komite destekçisi göç etmek zorunda kalmıştı.
Y urtd ışm da Jön T ürk hareketinde bir ayrışm a m eydana gelmişti. 1902’de İttihat ve Terakki Paris K ongresinde, bir grup O sm an lı liberali Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet C em iyetin i kuran. Prens Sabahattin önderliğinde ön plana çıkmıştı. Sabahattin kendisin i bir anarşist ve P. K ropotk in ve E. Reclus’un takipçisi olarak addediyordu. A narşist teoriyi, Türk ta r ih in e uygulama çabasıyla bireysel inisiyatifin geliştirilmesini savunuyordu. O na göre, tü m bu musibetlerin kökenleri T ürk iye’n in O rta Çağ ekonom isinde ve bireysel teşebbüsün yok luğunda yatmaktaydı. İm paratorluk tak i bir diğer musibet kaynağı olarak da baskı altına a lm an ulusların yarattığı karış ık lık ve kargaşaları ve im para to r luğun çok uluslu yapısını görüyordu. Selahattin ve destekçileri, T ürk devrim cilerin d ikkatin i ulusal meseleye çekiyor ve ilk kez
az ın lık ların politik örgütleriyle ilişki kurm aya çalışıyorlardı. Fakat tam bu meselede Jön T ürk ler arasında ih tilaflar bulunuyordu. Prens Sabahattin ve Teşebbüs-i Şahsi ve Adern-i Merkeziyet Cemiyeti ulusal meseleleri Ademimerkeziyetçi bir temelde özerk bölgeler k u ra rak çözme taraftarıydı. Bu eğilim, Yunan ve Ermeni burjuvazisi ve diğer u lusların -A rap la r ve bazı d u ru m la rd a A rn av u tla r- feodalleri ta ra f ında da faal olarak destek buluyordu. Oysa ulusal bölgeler için genel özerklik savunuculuğu yapan Sabaha tt in ’in jön T ürk hareketi içinde h içbir zam an belirg in bir ağırlığı o lmamıştı, n itekim sonrasında siyasetten de tam am en çekildiği görülecekti. Ayrı bir par ti kuran destekçileri ise daha sonra Jön Türklere muhalefet yapmış ve sonunda da karşı-dev- rimci tarafa sapmışlardı.
İttihat ve Terakki partis in in çevresinde toplanan Türk devrimcilerinin büyük çoğunluğu merkezi ve tek bir Türk devleti kurm a taraftarıydı. Türklerin ülkedeki baskın milliyet olduğu varsayımından yola çıkıyorlardı. Fakat birincil amaçlan Hamidiye Zulüm rejimini devirmek o lduğundan beri, diğer ulusal azınlık örgütleriyle, bu görevin icrası esnasında, bir blok oluşturulabileceğini düşünüyorlardı. 1905-07 Rus Devrimi Türkiye’deki devrimci hareketi de canlandırmıştı. Zira Türk entelektüelleri ve devrimci zihniyetti subaylar arasında oldukça geniş bir etki yaratmıştı. 1906 yılında bir grup Türk subayı, 1905 Sivastopol isyanının başında bulunan Lietııtenant Schıııidt’in yakınlarına, “mukaddes sivil özgür lük” ve “insan gibi yaşamak” için savaşacaklarına dair yemin ettikleri bir mektup göndermişti. İttihat Terakki Partisi 1906’da m erkezini Selanik’e kaydırmış ve büyük bir devrimci örgütlenme ağı k u r ma çalışmalarına başlamıştı. Jön Türkler Makedonya’yı hareketlerinin merkezi olduğu gibi feodalizm karşıtı mücadelenin sürekli bir deney sahası olarak da seçmişlerdi. Aynı zamanda bu bölgedeki tüm devrimci güçleri birleştirme kararı almışlardı. Bu amaçla 1907 sonunda Osmanlı İm paratorluğunun tüm m uhalif parti ve grupların ı Paris’te toplantıya çağırmışlardı. Bu toplantıya İttihatçıların yanı sıra, Prens Sabahattin’in Cemiyeti, Makedonya Devrimci Örgütü, FTmeni Taşnaksutyun Partisi ve Arap milliyetçilerinin temsilcileri iştirak etmişti.
Paris Kongresinde, ortak ve acil hedefler temelinde ulusal-devrimci güçlerin birleşik bir cephesi oluşturuldu. Jön Türkler ve ulusal azınlıkların temsilcileri ortak bir karara varmıştı. Jön Türkler politik ve kü ltü rel özerklik (self determinasyon) prensibini kabul ederken, ulusal az ın lıkların temsilcileri de O sm anlı İm paratorluğunun sınırları dâhilinde
bir özerklikte karar kılmıştı. Kongrede yer alan katılımcılar, ordudaki yemini reddetme, sivil ha lk arasında provokasyonla karmaşa çıkarma, devlet aygıtını işlevsiz kılacak subay ve polislerin greve gitmesi, vergi ödememe, otoritelere karşı silahlı direniş gösterme ve silahlı ayaklanma başlatm a gibi çok çeşitli mücadele biçim lerin in hesabını yapıyordu. Fakat nihayetinde kongreden çıkan sonuç isyanın esas olarak silahlı güçler ta ra f ından yürütülm esi olmuştu. İsyan ta rih i için de 1908 Ekiminde karar kılınmıştı.
Uluslararası olayların seyri isyanın patlak vermesini teşvik etmişti.3 Temmuz 1908’de M akedonya’daki Resna o rm an ın ın komutanı Niyazi bir isyana önayak olmuş ve kendisine sonradan Enver, Mustafa Kemal, Cemal ve diğerlerinin birlikleriyle birlikte katılacağı dağlara çıkm ıştı. Devrimci birlikler kısa bir süre sonra Birinci Ordu’nun merkezinin bu lunduğu M anastır’ı (Bitolj) ele geçirmiş ve İstanbul’a doğru ilerleme tehdidi doğurm uştu. Başkent ve Anadolu’daki askeri kıtaların da lön Türklerin tarafında o lduğunu hisseden Sultan II. Abdülhamid uzlaşma kararı vermişti. 24 Temmuz 1908’de anayasayı yeniden yürürlüğe sokmuş ve seçimlere gitme kararı almıştı. D aha sonra ifade ve basın özgürlüğünün ve toplantı h ak k ın ın önünü açan kararnameler yayınlamıştı. Ayrıca sansürü kaldırarak, politik tutukluları da atfetmişti.
Jön Türk Devrimi başarılı olmuştu. Fakat bu yalnızca kısmi bir zaferdi. Jön Türkler kitlelerin devrimci inisiyatifinden korkmuş ve önceki hüküm etle bir anlaşmaya varmıştı. Yeni bir kabine oluşturmak yerine, yalnızca en uzlaşmaz üyeleri ihraç ederek, ik tidarın Sultanın ve kabinesinin elinde kalmasına izin vermişti. “Bu yalnızca yarım kalmış bir zaferdi” diye yazmaktaydı Lenin “hatta yar ım dan da az, Türkiye’nin II. Nicholas’ı meşhur Türk anayasasını yeniden yürürlüğe koyma sözü vererek şimdiye dek yakasını kurtarmayı başarm ıştı” (Lenin Toplu Eserler. Vol 15 s. 183)
Araplar ve Jön Türk D evrim i
D evrim in başarıya ulaştığı ve anayasanın yeniden yürürlüğe girdiği haberi İm paratorluğun Arap bölgelerinde coşkuyla karşılanmıştı. Hatta Araplar, Devrime kendi öz zaferleri gibi sevinmişler ve her tarafta ku tlam alar ve şenlikler başlatmışlardı. Dönemin tanıklarından biri bu olayların tüm Suriye çapında büyük bir coşku yarattığını yazmıştı. Hıristiyanlar ve Müslümanlar, hatta papazlar ve mollalar kutlamalar
da birbirlerine yarenlik etmişlerdi. Yazıcılar yeni bir özgürlük, eşitlik ve dostluk çağını selamlıyordu.
D önem in diğer bir tanığı halkların coşkusunu tan ım lam ak imkânsızdı diye yazmaktaydı. “Tüm engeller çabucak düşm üş ve çağlardır süren dinsel düşm anlık yok olmuştu. İnsanlar sokaklarda b irbirlerine yarenlik ediyordu. D aha düne kadar kalabalıklara yabancı olan
gençler temsili kürsülere çıkıp halkı ateşli konuşmalarıyla coşturuyordu. Cesaretleri engel tan ım ıyordu .. .”
D evrim tüm dikkatleri kitlelerin aldığı inisiyatifin üzerine toplamıştı. Halk zalimlere karşı ayak diriyordu. Beyrut’ta, Beyrut ve Bekaa Vadisi’ni özerk Lübnan topraklarına katm ak için makamı Beyteddin’de (dağlık Lübnan’ın merkezi) bulunan m utasarrıfa karşı kitlesel bir hareket başlamıştı. Bu hareketin başında oldukça iyi eğitimli ve soylu kökenli olan ve insanın sahip olabileceği en büyük tu tkunun kendi ülkesinin iyi bir köylüsü olmak olabileceği sözünü düstu r edinen Selim A m m un bulunuyordu. A m m un Eylül 1908’de İdari Konsey’in başkanlığına getirilmiş, birçok reform gerçekleştirmiş ve Demokratik Birliği k u rm u ştu. Fakat 1909’da, İs tanbul’dan Nisan darbesi (coup d ’état) haberinin gelmesinden sonra hayatını kaybetti ve Lübnan demokratik hareketi de yenilgiye uğradı.
1909 yılında başka bir bölgede bir köylü hareketi patlak vermiş ve Dürzi köylüler bir kez daha ayaklanmıştı. Hareketin merkezi H avran’dı. İsyancılar Busra kentini kuşatarak ele geçirmiş ve Bekaa Vadisi’ne girmişti. Savaş hali iki yıl boyunca gerilla mücadelesi şeklinde sürm üş ve asiler bu sürede nakliyelere el koymuş ve trenleri, küçük garnizonları ve Türk askerî kıtalarını pusuya düşürmüştü. Bu mücadeleler esnasında
isyan bastırılana dek 6.000 Dürzi, Dürzi Tepeleri’ndeki nüfusun yaklaşık onda biri, öldürülmüştü.
Irak’taki köylü hareketi imparatorluğun diğer bölgelerine göre geç başlamıştı. Hareket, 1913-14 yılları arasında, T ürk otoritelerinin devlet toprakların ı yabancılara satması ile bağlantılı olarak ehemmiyetli bir boyut kazanmıştı. Köylülerin vergi ödemeyi reddetmesi hali sıklaşmış ve otoriteler taşradaki karışıklıkları bastırm ak için cezalandırıcı birlikler göndermek zorunda kalmıştı.
Arap ülkelerindeki dem okratik hareketlerin zayıflığının temel sebebi köylü isyanlarıyla, kent nüfusunun faaliyetleri arasında hiçbir bağlan
t ın ın kurulamamasıydı. Köylüler genellikle feodal beylerin ya da kabile şeyhlerinin liderliğinde hareket ediyordu. Ö te taraftan, kentlerde (özellikle Suriye ve Lübnan’da) ortaya çıkan küçük demokratik gruplar da hâlâ köylülerle ortak bir iletişim dili bulamıyor; halk kitlelerine dayanamıyor ve ulusal burjuvazi ve feodallerin ulusal bağımsızlık hareketindeki liderliğinden yararlanamıyordu.
“A rap-O sm anlı Kardeşliği Cem iyeti”
D evrim in ilk günlerinde Arap ulusal burjuvazisinin büyük kısmı radikal reformların yapılma ve yenilenmiş bir Türkiye’n in sınırları dâhilinde Arapların ulusal özgürleşmesi ihtimali illüzyonuna kapılmıştı. Arap milliyetçileri, Jön Türklerin işbirliğine bel bağlamış ve Arap ülkelerinin sorunların ı onların yardımıyla çözmeyi um ut etmişti. Devrimden sonra, ulusal hareketin merkezi sürgün yerlerinden Arap halkı subayları, öğrencileri ve m em urların ın en faal öğelerinin yoğunlaştığı İs tanbul’a kaymıştı. İs tanbul’da 2 Eylül 1908’de düzenlenen Arap halkı toplantısında İha-El Arabi-El-Osmani (Osmanlı Arap Kardeşliği Cemiyeti) adlı iyi kötü ilk kitlesel örgütü kurmuşlardı. Cemiyet kendi broşürlerini basmaya ve imparatorluğun neredeyse tüm Arap bölgelerinde şubeler açmaya başlamıştı.
A rap-Osmanlı Kardeşliği Cemiyeti, Jön Türklerin tavırlarını ben im semişti. Öyle ki Cemiyet’in Kurucu Meclisine, İttihat Terakki P artis in in üyeleri de katılmıştı. Cemiyet liderleri Pan-Osmanlıcı teoriyi devam ettiriyor ve Osmanlı u lusunun varlığını kabul ediyorlardı. O sm anlı ulusunun birçok millete bö lündüğünü ve im paratorluk halklarının en önemli öğelerinden biri olan A rapların da bu milletlerden biri o lduğunu ifade ediyorlardı. P rogramlarında ayrı bir Arap u lusuna istinaden tek bir kelime dahi yoktu. Sadece bağımsızlık ifadesinden değil, daha da ilginci, Arapların self-determinasyon ve özerk k u ru m la r oluşturma hakk ından bile dem vurulm am ıştı . Aksine Arap-Osm anlı Kardeşlik Cemiyeti esas görevi olarak İttihat ve Terakki Partisi ne yardım cı olmayı belirlemişti. Programlarındaki yegâne ulusal vurgu, ulusal eşitlik talebi, Arapça eğitim dili ve Arap geleneklerinin icrası üzerineydi.
Cemiyetin liderleri aynı zam anda Jön Türklerin partisine de üyeydi. Hatta Cemiyetin başkanı Sadık Paşa El-Azm İttihat ve Terakki Partis in in örgütleyicilerinden, Türk Genelkurm ayının eski subaylarından ve d ip lom atlarından biriydi. Sürgünde yaşadığı sırada bir Jön Türk gazetesini
Arapça olarak yayma hazırlıyordu. 1908 D evrim i’nden sonra İs tanbu l’a dönm üş ve Jön Türk hareketin in liderlerinden biri haline gelmişti.
Parlamentoya Arap Tem silci. Jön Türklerin Uluslar Politikası
T ürk Meclisi için seçimler ve 1908 sonbaha rında ilan edilen ve daha önceki tü m p ro g ram la rından ve vaatlerinden daha ılımlı o lan Jön Türk program ı, Arap m illiyetçilerinin düş tü ğ ü Jön Türk yanılgısına ciddi b ir rüzgâr taşıyacaktı. “Jön Türkler ı l ım lıl ık la r ından ve it ida llerinden ö tü rü övülüyordu” diye yazmaktaydı Lenin Ekim 1908’de “yani T ürk devrimi övülüyordu, çünkü kitleleri gerçek bağım sız bir eylem için uyandıram am ıştı ; çünkü O sm anlı İm p ara to r lu ğ u n d a başlayan proleter mücadeleye düşm and ı” (Lenin, Toplu Eserler, Cilt 15 s. 222). Bu “ılım lılığın” ve “it ida lin” bir örneği de iki aşam ada gerçekleştirilen parlam ento seçimleriydi. Gerçek ha lk temsilcileri sancaklardaki seçmen m itinglerine katılmam ıştı . Bütün seçim m ek an izm ası adayları belirleyen ve parlamentoya girm elerin i sağlayan İ t t iha t ve Terakki Partis i’nin kom ite lerin in elindeydi. Sonuç, Araplar için tam bir hayal kırıklığıydı. Toplam 245 vekilin, 150’si Türk ve yalnızca 60’ı Arap’tı, oysa 22.000.000 toplam nüfuslu O sm anlı İm p ara to r lu ğ u n d a10.500.000 Arap ve 7.500.000 Türk bulunuyordu.
Arap heyeti Parlamento’da herhangi bir inisiyatif sergileyememiş, Jön Türklerin yanında ve destekçisi olmuşlardı. Fakat Arap nüfusun büyük çoğunluğu memnuniyetsizdi. 1908 sonu itibariyle birçok Arap feodali ve hatta milliyetçisi, Liberal Partiy i (Hizbul Ahrar) k u rm a ta raftarıydı. Feodal kom prador çevrelerin çıkarlarını vurgulayan bu parti, gerici bir duruş sergilemiş olsa da ulusal meselelerde Prens Sabahattin’in Teşebbüs-i Şahsi ve Ademi-i Merkeziyet Cemiyeti geleneğini devra lm ıştı. Bu partin in , M üslüman d in adamlarının, medrese öğrencilerinin ve M uhafızlarının yardımıyla, Sultan II. A bdülham id bir darbe tasar lam ıştı. 13 Nisan 1909’da isyancılar birçok devlet binasını ele geçirmiş ve Jön Türkleri baskı altına almıştı. Arap hareketinin öne çıkan isimlerinden biri olan M uham m ed Arslan da çıkan olaylarda öldürülenlerin a ras ın daydı. Jön Türkler nihayetinde çabucak bir geri püskürtm e gerçekleştirebilmişlerdi. M ahm ut Şevket Paşa ve Mustafa Kemal komutasındaki “Hareket Ordusu” sokaklarda süren şiddetli çarpışmalardan sonra isyancıları bastırmayı başarmıştı. 27 Nisan 1909’da II. A bdülham id tah ttan indirilecekti. Jön Türkler onun yerine, kardeşi 64 yaşındaki M ehm et
Reşat’ı tah ta çıkarmıştı. Ayaklanma bastırıld ık tan sonra Jön Türkler, kendilerini devlet aygıtını kontrol etmek ve bizzat kendileri için bir h ü küm et k u rm ak la sınırlam aktan vazgeçmişti.
İk tidarı ele geçirmekteki başarıları üzerine Jön Türkler tam am en yozlaşmış ve kitlelerden kopm uştu. Türkiye’deki şovenist çevrelere karşı uzlaşıcı davranm ış ve devrimci harekete karşı açıktan bir mücadele başlatmışlardı. Yurt içinde feodal toprak imtiyazını muhafaza etmiş, köylülerin lehine olan vergi reform undan vazgeçmiş ve başta 1910 grev yasası olmak üzere işçilere karşı birçok tedbir almışlardı. Uluslararası sahada ise ülkeyi her türlü yabancı etkiden kurtarm ayı reddetmiş ve A lm an em peryalistler ile anlaşmışlardı. A bdülham id’in A lm an eğilimine yönelmiş ve tü m ülkeyi Alman Kaiser’in varsıllığına dönüştürmüşlerdi. A lm an diplomatlar, Britanya, Fransa ve Rusya’ya karşı mücadelelerinde, Jön Türklerin Panislamizm ve Pantürk izm esaslarına duydukları tu tkuyu ve Türkçe konuşan herkesi tek bir ulus olarak gören maceracı teorilerini akıllıca kullanmıştı.
Jön T ürk ulusal politikası esasında gericiydi. Öyle ki, 1907 Paris Kongresinde ulusal az ınlıklar adına verdikleri sözlerden geri d ö n m ü şlerdi. Erm eni pogromu II. A bdülham id’in dönemindeki gibi devam etmiş, Arap, Arnavut ve diğer gayri-Türk dernekler kapatılmıştı. 1909 Nisanında Arap-O sm anlı Kardeşlik Cemiyeti de bu rüzgârdan nasibini almış ve yasaklanmıştı. Jön TiirkJer kendilerini Pan-Osm anlıcılığm dok trin in in Türk yorumuyla donatmış ve T ürk olmayan ulusların zorla Türkleştirilmesi politikasını izlemeye başlamıştı. Ulusal okullar kapatılmış ve Türkçe imparatorluğun yegâne resmî dili yapılmıştı.
Edebiya tç ıla r K ulübü ve K ahtaniye
Jön T ürk hüküm et politikaları ulusal az ın lık lar arasında m u h a le fet dalgası yaratm ıştı ve Arap ulusunu da bu rejime karşı d u rm ak için zorluyordu. A rap-O sm anlı balayı sona ermiş ve hareket aşikâr bir Türk karşıtı karaktere b ü rü n m ü ş tü . Yasal ö rgütlerin yasaklanması Arap h a reketin in liderlerini tak t ik değiştirm ek zo ru n d a bırakm ıştı. Yasal m ü cadeleyi yer altı çalışmalarıyla birleştirmeye ve y u r t dışında faaliyetler tertiplemeye başlamışlardı. 1909 senesi yazında yasaklanan Arap- O sm anlı Kardeşlik C em iyetin in yerine İs tan b u l’da, Edebiyatçılar K ulübünü (El-Muntada El-Arabi) kurdular. Kulübün resmiyetteki am açları alenen politik değildi ve bu yüzden Jön Türkler buna, k ü l
türel ve eğitimsel bir ö rgüt olarak tolerans gösterdi. Edebiyatçılar K ulübü’n ü n sosyal temeli önceki cemiyetle aynıydı fakat liderleri b ü tünüyle değişmişti. Bunlar, kendilerini büsbü tün Türk b o y u n d u ru ğ u na karşı savaşmaya adam ış kişilerdi. Kulüp Komitesinin altı üyesi I. Dünya Savaşı sırasında T ürk ler ta rafından asılacaktı.
Kulübün birkaç bin üyesi vardı ve bun ların büyük çoğunluğu öğrenciydi. Aynı şekilde birçok Irak ve Suriye kentinde kolları vardı. Bu şubeler ilerici Arap entelektüellerinin bir araya geldiği bir merkeze dönüşmüştü. İllegal yazınlar M ısır’dan ve Am erika Birleşik Devletlerinden kaçak olarak geliyordu. En önemlisi Kulüp, Arap milliyetçilerinin illegal örgütlerinin üzerini örtüyordu. 1909 sonunda Kulüp’ün başkanı Kerim el-Halil yasal örgütlenmeye paralel olarak gizli bir politik dernek de ku rmuştu. Bu gizli derneğin adı, Arapların efsanevi atalarından biri olan Kahtan’dan sonra, El-Kalıtaniye olmuştu. Dernek temel olarak Türk ordusunda hizmet eden ve Aziz Ali El-Mısri’n in liderliğindeki Arap subaylardan müteşekkildi. Mısır doğumlu olan Mısri, Türk ordusunda hizmet etmiş ve Jön Türk D evrimi’nde yer almıştı. 1909’da bu Türk karşıtı derneğe girmiş ve tüm gidişatı kontrolü altına almıştı. Kahtaniye’nin görevleri oldukça m üphem sözlerle ifade edilmişti: “H akikatin esaslarını, gayretlerini kazanm ak ve saflarını birleştirmek istediğimiz halkın evlatları arasında yaymak” gibi ifadeler. Derneğin üyeleri Arap Osmanlı Kardeşlik Cemiyetinin Pan-Osmanlıcı esaslarını reddediyor ve Arapları ayrı bir ulus olarak kabul ediyordu. Am açlan Osmanlı İmparatorluğu’nıı yeniden düzenlemek ve Avusturya-Macaristan çizgisinde bir Arap-Türk Devleti kurm aktı. Türk Padişahı aynı zam anda Arapların da Kralı olacaktı. Arap bölgeleri bu imparatorluk içinde ayrı bir krallık oluşturacak ve kendi parlamentosu, yerel hüküm eti ve resmî dili Arapça olacaktı.
Gizli derneğin merkezi İs tanbul’daydı ve diğer beş kentte daha kolları vardı. Bu coşkulu başlangıca rağmen hiçbir zaman etkin işlere giri- şememişlerdi. İçlerinden hainler çıkmış ve polis müdahalesinden evvel dağıtılma kararı alınmıştı.
Genç Araplar Derneği
Eğitimlerine Fransa’da devam eden Edebiyatçılar Kulübü üyesi bir grup öğrenci 19îl’de, Paris’te Arap ulusal bağımsızlık hareketinde önemli bir rol oynayacak olan gizli bir Genç Araplar Derneği (El Camiya El-Arabiya FT-Fatat) kurdular. Derneğin üyelerinin çoğu I. Dünya Savaşı
esnasında Türk cellâtların ellerinde mahvolacaktı. Geriye kalanlar Arap ülkelerinin önde gelen politikacı ve devlet adam ları (Cemil M ardam , Rüstem Haydar, Avni Abdul Hadi) haline gelecekti. Derneğin kurucu la rı kendilerini somut bir amaca kilitlemişti. Jön Türkler, Türkiye’de ne ise o olmak istiyorlardı. Sonrasında yavaş yavaş Arap bağımsızlığı tem elinde daha somut bir program ortaya çıkacaktı. Genç Araplar başlangıçta Arap halkaların ın Rönesans’ı hakkında genel ifadelerle konuşuyor ve Osmanlı İm para to rluğunun Ademimerkezileşmesini tercih ediyorlardı. Fakat sonra Arap ülkeleri için bağımsızlık talep edip, Arapların bağ ım sızlığı için Türklerle ve diğer tüm yabancı otoritelerle mücadele etmeye başlayacaklardı.
Genç Araplar Derneği tam anlamıyla komplocuydu. Üyeleri üç g u ru ba ayrılıyordu: 1) altı liderli yönetici bir grup 2) bir izleme dönem inden geçen üyelerden oluşturulan faal bir grup; 3) deneme ve ispat evresinde olan ve diğerlerinin kimliğinden bihaber adaylar gurubu. Genç Araplar belgelerinde her türlü şifrelemeyi ve sembolü kullanıyordu. Birbirlerine “kardeşim” diye hitap ediyor, gün batımı ve gün doğum u hakkında, aşk ve iman hakkında yazıyor ve Masonik terminolojiyi kullanıyorlardı. Tüm bunlar komplocııluktan ötesi değildi. Anavatanlarına döndüklerinde gizli derneğin üyeleri politik mücadelede ak tif bir rol üstlenmişti. 1913 yılında tüm Arap partilerini ve örgütlerini birleştirme eylemine girişmişti.
F ransa’n ın Suriye ve L ü b n an ’dak i Talepleri
Fransa ve Britanya Babıali’nin Arap bölgelerindeki ayrılıkçı eğilim leri destekliyordu. Kendi ilgili nüfuz alanlarında faaliyet göstererek Arap milliyetçileri kendi taraflarına kazanmaya gayret gösteriyorlar ve dolayısıyla kendi konumlarını imparatorluğun bölüştürüleceği zam an için güçlendiriyorlardı. Şam ve Beyrut’taki Fransız konsolosu birçok Arap milliyetçisiyle bağlar kurm uş ve Lübnan’da çeşitli gazetelerin basımını finanse etmişti. Fransız H üküm eti, Suriye ve Lübnan’da 25.000 öğrencisi bu lunan Fransız okulların ın ve her türlü bilimsel, kültürel, eğitimsel ve hayır ku ru m u n u n masrafları için kayda değer tutarlar ayırmıştı.
1912’de Türk-İtalyan savaşı sırasında İtalyan savaş gemileri Beyrut kıyılarında belirmiş ve l im anda demirlemiş bu lunan Türk gemilerini bombalamıştı. Bu bombalama, Suriye ve Lübnan’da oldukça büyük bir heyecan yaratmış ve Fransızlara talepleriyle birlikte ortaya çıkm a ba
hanesi sunm uştu . Aralık 1912’de Fransa Başbakanı Raymond Poincare, Meclis’te Fransa’nın, Suriye ve Lübnan’da özel ç ıkarlarının o lduğunu ve bu ülkelerdeki geleneksel konum undan, yerel ha lk ın “sevgisinden” ve bu konum ve hakları savunm aktan asla feragat etmeyeceğini açıklamıştı. Eş zamanlı olarak Fransa, 1861 ve 1864 kararnameleriyle kuru lan önceki özerkliğin önemli bir ölçüde genişletildiği yeni bir protokolün neticelendirilmesini garantiye almıştı.
Britanya Hükümeti adına Dışişleri Sekreteri Grey Poincare’in açıklamasına hemen arka çıkmıştı. Fakat daha sonra “açıklığa kavuş- tu ru ld u ğ u n d a” Grey, Parlam ento’da 1912’de verilen tem inatın yalnızca demiryolu inşaatında uygulanacağını ve Britanya’nın Osm anlı İm paratorluğunun bü tünlüğünü tercih ettiğini açıklayacaktı.
A dem im erkeziyetçi P a r t i
1912-13 yılları arasında uluslararası konjonktür Arap milliyetçilerinin lehine bir gelişim göstermişti. Yemen ve A rnavu tluk’taki isyanlar, Türklerin İtalyanlara karşı yenilgisi (1911-1912) ve Balkan devletlerinin koalisyonu (1912-13) Osmanlı İmparatorluğu’nu zayıflatmış ve Balkan Yunanlarının ve Slav nüfusunun Türk boyunduruğundan ku r tu lm as ının yolunu açmıştı. 1912’de Arnavutluk kendi bağımsızlığını k azan m ıştı. Bu olayların her birinin halkların özgürlük mücadelesinde müstesna bir önemi vardı. Lenin, Balkan savaşlarına “Asya ve Doğu Avrupa’daki Orta Çağ’a ait gidişatın çöküşünü simgeleyen küresel olay zincir inin bir halkası” olarak bakıyordu” (Lenin Toplu Fserler, Cilt 19, s. 39).
Jön Türklerin yurt dışındaki yenilgileri, ulusal meseleler üzerine gerici politikaları ve halkın çıkarlarına karşı duydukları katıksız u m u rsa mazlık Türkiye’de Sağ ve Sol kanat arasında beliren derin bir hoşnutsuzluğa neden olmuştu. Türk feodal-komprador sınıfın çıkarlarını savunan ve Jön Türklerin tersine dış politikada İtilaf Devletlerine göz kırpan Sağ kanat muhalefeti 1911 de, Hürriyet ve İtilaf Partis inde birleşmişti. Ulusal meselelerde ise Sabahattin’in geleneğini devralıp ilerici bir tu tum sergiliyorlardı. Bunun yanı sıra Hürriyet ve İtilaf Partisi im para tor luğun Ademimerkezileşmesi taraftarıydı. Hatta îtilafçı 1ar “Balkan ülkeleri Balkan halk lar ına”, “Arap ülkeleri Araplara”, “Ermenistan Erm enilere” ve “K ürdistan Kiirtlere” sloganlarını bile benimsemişler ve Osm anlı İmparatorluğu içinde bu bölgelere özerklik talebinde bulunmuşlardı. Temmuz 1912’de İtilafçılar bir devlet darbesiyle iktidara gelmişlerdi.
Fakat Türkiye’n in sıkışmış iç ve dış problemlerini çözmekte yetersiz kalmış ve kendileri de bir darbenin kurbanı olmuşlardı. 23 Ocak 1913’te Jön Türkler tek ra rdan iktidarı ele geçirmişti. Devletin dizginleri aslında, ü lkeyi A lm an em peryalizm inin verasetine dönüştüren üçlü otorite Enver, Talat ve C em al’in ellerindeydi. Almanlar, Osm anlı İm paratorluğuna şaka yollu “Enver ülkesi” ismiyle hitap ediyordu.
Türklerin askerî olarak yenilgisi, Balkan halkaların ın özgürlüğü, Hürriyet ve İtilaf Partisinin iktidara çıkışı ve ayrıca Batılı güçlerin baskıları gibi olaylar 1912-14 yılları arasında Arap ülkelerinde ulusal harekette bir yükselişe neden olmuştu. Tüm bu gelişmeler Osm anlı İm para to rluğunun y ıkılm anın eşiğinde olduğunu gösteriyordu. Bilhassa hüküm et darbeleri dizisi Türkiye’nin içinde bulunduğu üst düzey krizin bir işretiydi. Devrimci ruh, Arap bölgeleri arasında yayılmaya devam ediyordu. Birbiri ardına yeni politik ve devrimci birlikler meydana çıkıyordu. Ulusal talepler halk lar ın günlük yaşam ının bir parçası haline geliyordu.
Arap milliyetçileri 1912 yılında, I. Balkan Savaşı esnasında, K ah ire’de Osm anlı İdari Ademimerkeziyetçi Partisini (Hizbul Lamarkaziya El- İdariya ei-Osmanî) kurm uşlardı. Bu parti Türk partisi olan H ürriyet ve İtilaf ile yakın ilişkiler geliştirmiş ve o r tak birçok noktaya işaret etmişti. Ademimerkeziyetçi Parti tahm inen 10.000 civarı üyeye sahipti ve Suriye ve Filistin’in neredeyse tüm kasabalarında kollan vardı. Parti yirmi kişilik bir merkez kom ite ve altı kişilik b ir yürü tm e kuru lu ta ra fından yönetiliyordu. Parti’nin Başkanı ise seçkin bir Arap gazetecisi, sosyolog, filozof ve Kavakebi’nin Kahire cam iasından olan Refik el- Azm’dı. Başkan Yardımcısı olan Şeyh el-Zehravi de Hama şehrinden m eşhur b ir gazeteci ve T ürk Parlamentosu vekili olan Kavakebi’n in bir diğer öğrencisiydi.
Parti, im para tor luğun idari kadrolarında, senatoda ve parlam entoda en yüksek Arap katılım ını sağlam ak adına baskı yapıyordu. A rap çam n resmî dil olarak kabul edilm esini ve okullarda zorunlu bir ders olarak oku tu lm asın ı talep ediyorlardı. Aynı şekilde Ademimerkeziyetçi parti, Arap vilayetlerinin yerel hüküm etler ve il meclisleriyle özel bir özerk bölge o larak ayrılması lehinde propaganda yapıyordu. Özerk bölgelerde, kendi takd ir yetkilerini ku llanarak yabancı dan ışm anlar çağırmak, dış kredi anlaşm aları yapm ak ve imtiyazlar vermek gibi geniş h ak la rın tan ın m as ı tem inat altına alınmalıydı. Ademimerkeziyetçi Parti bu um utla r ın ı gerçekleştirmek için süper güçlerin m üdahalesine bel bağ
lamıştı. H a tta bu sebeple Suriye ve Lübnan’da Fransız kontrolü, Irak ve Filistin’in büyük bir b ö lüm ünde de Britanya kontrolü k u ru lm as ı h u susunda hem fik ir olm uşlar ve coşkulu bir seferberlik başlatmışlardı. Broşürler bastırmış, m iting ler ve gösteriler düzenlemiş, şarkı ve şiirler yaymışlardı. Edebiyatçılar K ulübü’yle, Suriye ve Iraklı reformcu topluluklar başta olmak üzere diğer Arap ulusal dernekleriyle yakın ilişkiler kurm uşlardı.
Suriye ve Iraklı Reformcu Dernekler
O sm anlı İm para to rluğunun çatısı altında yapılacak olan reform ların tarafını tutan ve Ademimerkeziyetçi P a r t in in öne sürdüğü özerklik esaslarını temel alan yasal dernek ve komitelerin sayısı Suriye, Lübnan ve Irak ’ta artış göstermişti. Bunların en önemlileri Beyrut Reform Komitesi (El Camiya El-İslahiye), Lübnan Uyanış Derneği (Nagda el-Lubnaııiya), Bağdat Ulusal Bilim Kulübü (An Nadi El-Vatani El-İlmi), Basra Reform Derneği (El-Camiya El-İslahiye) ve Beyrut Reform D erneğinin Basra şu- besiydi.
Suriye ve Lübnan burjuva kom prador öğelerinin güçlü etkisi ken disini Suriye reform derneklerinde, özellikle de Lübnan Uyanış D erneğinde, hissettiriyordu. Beyrut Reform Komitesi ve Lübnan Uyanış Derneği Mısır, ABD ve Fransa’daki göçmen merkezleriyle d a i mi bir irtibat kurm uş ve Fransız konsolosluğuyla sıkı bir işbirliği içine girmişlerdi. Hatta 1913 yılında Fransız Devleti’ııe, Suriye ve L übnan’ı ele geçirmesi ve bu ülkelerde hamilik kurm ası için bir m ektup yazmışlardı. Suriyelilerin aksine feodal-kom prador öğelerden daha çok etkilenm iş olan İraklı re form cular başlama işaretlerini Britanya’dan almışlardı. Irak reform istlerinin liderlerinden biri olan Seyyid Talip, Britanya’nın reformları denetlem esinin ve hatta bir ham ilik k u rm as ının savunuculuğunu yapıyordu.
Bu toplulukların reform program lan bir şekilde benzerlik ihtiva ediyordu. İçlerinde en etkin program olan Beyrut Reform Komitesinin programı aynı şekilde en çok önemi teşkil ediyordu. Öyle ki, bu p rograma göre yerel yönetimlerle ilgili her türlü meselenin Beyrut vilayeti özerk hüküm etine devredilmesi gerekliliği vurgulanıyordu. Merkezi hüküm et sadece savunm a, dış ilişkiler, emperyal iletişim güzergâhları ve devlet mâliyesi gibi hususları kontrol etmeliydi. Bir vilayetten askere a lm anlar başka bir vilayete hizmet için gönderilemezdi. Arapça resmî dil olarak
tan ınm alı ve parlamento ve resmî belgelerde Türkçeyle eşit ağırlıkta ku llanılmalıydı. Komite reform planın Şubat 1913’te yayınlayacaktı.
Program Şam, Halep, Akka, Nablus, Bağdat ve Basra’da kitlesel gösterilerle desteklendi. Fakat Ocak 1913’te, İtilafçılarm hakk ından gelen Jön Türkler, Arap milliyetçilerine karşı tam am en farklı bir tu tum sergileyecekti. Beyrut reform cularının taleplerini kesinlikle reddetmiş ve 8 N isan 1913’te Reform Komitesini yasaklamış ve liderlerini tutuklamışlardı. Bu tedbirler Beyrut’ta oldukça büyük kargaşalara sebebiyet vermişti. Beyrut halkı milliyetçilerin genel protesto grevine cevap vererek pazarları, dükkânlar ı ve zanaatçı tezgâhlarını kapatmış ve Arapça gazeteler siyah çerçevelerle bastırılmıştı. Karışıklıklar kısa süre içinde Suriye’nin diğer kentlerine de sıçramış ve dayanışma mitingleri düzenlenm işti. Bu kızgınlık dalgası Jön Türkleri ödün vermek zorunda bırakmıştı. Tutuklanan komite liderlerini serbest bırakmış ve vilayet yönetimlerinin reformlarını sürdürme sözü vermişti.
5 Mayıs 1913’te Jön Türk hüküm eti, önceki vilayet konseylerine daha fazla yetkiler veren fakat reformcuların ve Ademimerkeziyetçi Partin in taleplerini karşılamakta yetersiz kalacak olan Yeni Vilayetler K an u n u n u resmî o larak duyurmuştu. Ne var ki bu kan u n birçokları tarafından Osmanlı İm para to rluğunun merkezileşmesinin ö r tük bir adımı olarak görülmüştü.
Vilayetler Kanunu, vilayet idareleri reformu için geniş seferberliklerin zaten başlamış olduğu birçok Suriye ve Irak kentinde yeni bir gösteri ve protesto mitingleri dalgasını uyandırmıştı.
Birinci Arap Kongresi
Bu olaylar vuku bulduğu esnada, Paris’te bu lunan bir grup Arap öğrenci (Genç Araplar Derneğinin liderleri olarak kendilerini k om plocu olarak addeden) tüm ulusal güçlerin, T ürk Devletine baskıda bulunm a maksadıyla birleştirilmesi için bir hamlede bulunm uştu . 4 Nisan 1913’te bu grup, Paris’te Birinci Arap Kongresini toplamak için Ademimerkeziyetçi Parti’ye başvuruda bulunm uştu .
Fransız Devleti, kendi talepleriyle çakıştığı ve Suriye ve Lübnan’a daha kolay m üdahale edebilme şansı yaratacağı için bir kongre toplama fikrine oldukça sıcak bakmıştı. Bu yüzden Arap milliyetçilerine kongre için bina sağlamış ve belgelerini basma fırsatı tanımıştı. H üküm etin yarı-resmî organı Temps gazetesi kongrenin detaylarını vermiş ve dele
gelerin konuşmalarını sü tunlarına taşımıştı. Kongre sekreteri olan Arap gazeteci Hayrullah, Temps gazetesiyle doğrudan bir temas kurm uş ve bir katılımcısı olarak kongre belgelerini yayınlatmıştı.
Kongre nihayet 1913 H aziran ında gerçekleştirilmiş ve resmî o tu rum lar ise 15-23 Haziran arasında yapılmıştı. Kongrede yirm i dört delege (Lübnan ve Suriye’den on dokuz, I rak ’tan iki ve üç de ABD Arap topluluklarından) ve 200’den fazla konuk yer almıştı. Çözüm önerileri, Ademimerkeziyetçi Parti ve Beyrut Reform Komitesinin p rogram ları çerçevesinde sunulmuştu. Kongre Arap ulusal hakların ın tan ınm ası çağrısında bulunm uş ve ilkin Osmanlı İm para to rluğunun merkezi h ü küm etinde daha çok yer a lm ak ikinci olarak da Arap bölgelerine özerklik sağlamak adına taleplerini dile getirmişti. Nihayetinde de kongrenin önerileri Fransız Dışişleri Bakanlığına, süper güçlerin konsolosluklarına ve Türk H üküm etine gönderilecekti.
Bu sırada bir kredi olasılığı üzerine Türklerle görüşmeler yürü ten Fransa, Türkiye üzerinde çok güçlü bir baskı oluşturuyor ve İ t t ihat ve Terakki Partis inin Sekreteri Mithat Bey’i Paris’e davet ediyordu. Mithat Bey Jön T ürk Partisi adına, Birinci Arap Kongresi o turum başkanı El- Zehravi ile bir anlaşma neticelendirmişti. Bu anlaşma ile Jön Türkler kongrenin belirlediği tü m çözüm önerilerini uygulama taahhüdü veriyordu. Bu arada 1913 yazında Fransa ve Türkiye arasında, bir dizi d em iryolu ve lim an imtiyazı için bir anlaşma yapılmıştı. Fakat ne birinci ne de ikinci anlaşm a uygulanmayacaktı.
Jön Türkler, Arap-Türk anlaşmasını baltalamak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. İki aylığına bir tiyatro oyunu tasarladılar. 15 Ağustos 1913’te İs tanbu l’a gelen kongre delegasyonuna bir hoş geldin merasimi düzenlemişlerdi. “Arap-Türk Yeniden yakınlaşm asının” işareti olarak Jön Türk bakanların ın da katılımıyla bir dizi toplantı ayarlanmıştı. 18 Ağustos 1913’te Jön Türkler, Arap hakları üzerine, Arapları m em nun etmekten oldukça uzak ve bir üçkâğıt olarak yorum lanan bir k a ra rn a me yayınladılar. Kaçınılmaz sonu erteleme çabası olarak Türkler çeşitli Arap şahıslarına rütbe ve n işan dağıtmaya başladı. Aynı şekilde, El- Zehravi hariç tam am ı büyük feodal ve tüccar olan ve ulusal hareketle alakası olmayan beş Arap senatör atadılar. Ne “Arap-Türk yeniden y ak ın la şm as ın ın iki yüzlü görünüşü ne de zaten hiç uygulanmayacak olan yetersiz reformlar elle tu tu lu r bir sonuç doğurm am ış ve d u ru m eskisi gibi kalmıştı.
El-Ahd (Yemin). Bir Arap İsyanı İçin H azırlıklar
1913 yazında Arap-Türk tem aslarının başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından milliyetçiler, Jön Türklerle bir anlaşmaya varabilme ümitlerin i tüm den yitirdiler. Bazılarının görüşmeleri yeniden başlatma çabalarının olduğu doğruydu fakat geriye kalanların büyük çoğunluğu bu guruba hain gözüyle bakıyordu. Edebiyatçılar K u lübünün genç üyeleri bile Şeyh el-Zehravi’n in senatörlük görevine kabul edilmesini protestolarla karşılamıştı. 1913 yılının Ağustos ve Eylül ayları geçtikten sonra Arap m illiyetçiler Türklerle bir anlaşmaya varabilme girişimlerini ciddi olarak sonlandırıp silahlı bir ayaklanma hazırlıklarına başlamışlardı.
28 Ekim 1913’te Binbaşı Aziz el-Mısri İs tanbu l’da, El-Ahd (Yemin) adlı gizli bir dernek kuracaktı. El-Ahd bir diğer gizli cemiyet olan El- Kahtaniye’yle aynı temeller üzerine kurulm uş, yapı ve amaç benzerliği sergilemişti. Fakat Kahtaniye’n in aksine bu, başta Iraklı feodal ailelerden gelenler olmak üzere Türk ordusundaki Arap subayları kucaklayan tam am en askerî bir cemiyetti. Bu yeni derneğin yaklaşık 4.000 üyesi vardı ve Bağdat, Musul, Şam ve Halep’te birçok şubeleri açılmıştı. N uri as- Said ve Cemil Madfai gibi şahsiyetlerin de bu dernekle bağlantıları vardı. El-Ahd’in, Aziz Ali el-Mısri de dâhil, üyelerinin Britanya İstihbaratı ile bağlantıları vardı ve işaretleri oradan alıyorlardı.
El-Ahd, Jön Türklerle bir anlaşma ve barışçıl bir oluşum u m u tla r ını tüm den yitirmişti. Türk hâkimiyetini zorla defetme çağrıları yapıyor ve Irak merkezli bir ayaklanm anın hazırlıklarını sürdürüyordu. 1914 başlarında Türk otoriteleri de askerî entrika rüzgârına kapılıp Aziz Ali el-Mısri’yi tutuklayıp, vatana ihanetle suçlamıştı. Bu tu tuklam a 1914 M artında, başta Mısır o lm ak üzere tüm Arap ülkelerinde bir protesto dalgasına neden olmuştu. M ahkeme Aziz Ali’yi ölüm cezasına m ah k û m etmiş ve Britanya sefaretinin müdahalesi sayesinde infaz engellenmişti. 21 Nisan 1914’te Aziz Ali serbest bırakılmış ve M ısır’a gönderilmişti.
Amaçları Türklere karşı silahlı bir mücadele örgütlemek olan d iğer bir dizi küçük cemiyetin etkinliğinde de El-Ahd’a paralel bir artış gözlemlenmişti. Bayrak Cemiyeti (Cemiyet el-Alanı) M usul’da ve Arap Devrimi Cemiyeti (Cemiyet El-Thwra El-Arabiya) de Kahire’de k u ru lmuştu. Arap Devrimi Cemiyeti, Arap ülkelerinin tam bağımsızlığının ve doğrudan doğruya Türk karşıtı silahlı bir isyanın savunuculuğunu yapıyordu. 1914 itibariyle politik Arap örgütlerinin ve gizli cemiyetlerinin büyük çoğunluğu uzlaştırıcı reform taktik lerinden vazgeçmiş ve silahlı
bir ayaklanm a hazırlığına başlamıştı. Jön Türklerin şovenist politikaları herhangi bir uzlaşma olasılığı yanılsamasını da dağıtmıştı. A raplar a rasındaki ayrılıkçı eğilimlerden dehşete kapılan Jön Türkler O cak 1914’te, tüm politik Arap örgütlerini kapatma ve Arap subayları farklı garnizon ve askerî birliklere dağıtm a k a ra n vermişti. Bu kararın yegâne sonucu, somut bir eylem için propaganda yapmayı yasakladığı müddetçe devrimci zihniyetli insanların görüşlerini güçlendirmek olmuştu.
Arap milliyetçiler isyana hazırlanmak için Batılı sefirlerin temsilcileriyle ve Britanya, Fransa istihbaratlarıyla irtibatlar kurmuştu. 1914 başlangıcında Ademimerkeziyetçi parti adına Şefik el-Müeyyed, Arap isyanında tinansal ve politik destek sağlaması için Fransız sefiri Bompard ile görüşmeler başlatmıştı. I. D ünya Savaşının patlak vermesinden kısa bir süre önce, Ademimerkeziyetçi Parti, Fransa ile 20.000 tüfek ve eğ itm enlerin tedariki ve benzeri şeyler için bir anlaşma imzalamıştı. Benzeri irtibatlar Britanya’yla da sağlanmıştı. 1914 N isanında Abdullah el-Haşimi, Mısır Başkonsolosu Kitchener ve diğer İngiliz yetkililer ile görüşmüştü. Abdullah, İngilizlerden makineli tüfekler ve Hicaz’daki isyan sırasında destek talebinde bulunm uştu . Böylece I. Dünya Savaşı eşiğinde Arap hareketinde birbirine m uhalif iki temel eğilim gözleniyordu. Arap m illiyetçilerinin çoğu Türk karşıtı bir ayaklanm adan yana tavır almış ve bu, onları İtilaf Devletleri’yle birleşmeye kadar götürmüştü. Diğerleri ise hâlâ Türklerle bir uzlaşı arayışı içindeydiler. Başlatılacak bir isyanın, Arap ülkelerinin Britanya ve Fransa tarafından işgalinin yolunu açacağı için daha tehlikeli olduğunu düşünüyorlardı.
B Ö L Ü M X X V I
1 8 7 0 - 1 9 1 4 Y i l l a r i A r a s i n d a A R A B İ S T A N
Genel B ir Bakış
19. yüzyıl sonunda, Arap Yarımadası ülkeleri, Arap dünyasının en geri kalmış bölgelerinden bir iydi. Arabistan ülkelerinin gelişimi oldukça yavaş seyrediyordu. Türkiye ve Britanya’ya bağlı çok sayıda küçük devletçiğe bölünmüş durumdaydılar.
Feodal üretim tarzı tüm Arabistan boyunca hâlâ hüküm sürüyordu. Doğal ekonomi iç bölgelerde baskın olan biçimdi. Feodal sosyoekonomik formasyonun genel çerçevesi içinde kervan ticaretinde ve para-mal ilişkilerinde önemli bir gelişme baş göstermediği için iç pazar çok yavaş şekilleniyordu. İç Arabistan kelimenin tam anlamıyla bir O rta Çağ ü lkesiydi ve dış etkenler (Şam, Bağdat ve Aden ticareti ve hac kervanları) sosyal ve ekonomik kalkınmayı değiştirmek için hâlâ oldukça zayıftı.
Üstelik İlkel-Komünal ilişkilerin ve köleci toplum un direngen k a l ın tıları, egemen feodal üre tim biçimi dâhilinde var olmaya hâlâ devam ediyordu. Yarım adanın kuzey kesimlerinde, Necid, Hicaz ve Ş am m ar’da kölelik yerel bir karakter taşıyordu. Köleler, feodal efendilerin h izm etçisi ya da korum ası olarak kullanılıyordu. G üney’de, Yemen, U m m an ve Bahreyn’de ise köle emeği ta r ım da ve inci-dalgıçlığında (sualtı işlerinde) yaygın o larak kullanıla gelmekteydi.
19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Arap ülkeleri bir kez daha uluslararası politika anaforuna tu tu lm uş ve süper güçlerin emperyalist yayılmacılığının hedefi haline gelmişti. Britanya, Arap Yarımadası üzerindeki nüfuzunu ar tt ırm ak ve güçlendirmek için çaba sarf ediyor; bu geniş topraklarda ve Arabistan kıyılarında mutlak hâkim güç olmak için girişimde bulunuyordu. Fransa ve Rusya gibi Almanya da, Britanya yayıl
macılığını engelleyebilmek ve Arabistan’da bir tu tu n m a noktası kazanabilmek için tüm gücüyle çabalıyordu. Aynı şekilde Türkiye de Arabistan ülkeleri üzerindeki iktidar ve prestijini sağlamlaştırmak için hum m alı gayretler sergiliyordu.
Tersine, Arabistan içindeki güçler de faaliyetlerini Yarımadayı m erkezileştirmek üzere sürdürüyordu. Bu amaca ulaşmak ve Arabistan’da nüfuz sahibi olmak için süper güçler arasındaki rekabeti ve mücadeleyi etraflıca kullanıyorlardı.
Aden ve Hadramaut
Aden sömürgesi, Britanya’nın Arap Yarımadasındaki kilit mevzilerinden biriydi. Süveyş Kanalı’nın açılışı (1869) da bu bölgenin stratejik ve ticari önem ini güçlendirmişti. Aden, Avrupa ve Hindistan deniz hattında öne çıkan bir kömür ikmali istasyonu ve transit ticaret merkezi haline gelmişti. Britanya burayı serbest bir lim an olarak ilan etmiş ve mallarını buradan Güney A rabistan’ın tüm köşelerine ve Afrika’nın Babiil M endep kıyılarına göndermişti.
Kanalın açılışından sonra Britanya’nın Aden h in terland ındak i yayılmacı politikası olgunlaşmıştı. Yetmişlerde ve seksenlerde Britanya, Güney Arabistan nüfuzunu önem li ölçüde genişletti. Güney Arabistan kıyılarını kana bulayarak, silahsız kasabaları ve köyleri bombalayarak ve yoz feodal prensleri ayarta rak bölgeleri birbiri ardına ele geç irm işti. 1869 yılında Lahey Sultanlığı’m zapt e tm iş ve kısa bir süre sonra da Aden’e kom şu olan dokuz Güney Arabistan prensliğini to p rak la rına katm ıştı . Yerel mülk sahiplerine eşitsiz an laşm alar im zalam ak ve Britanya ham iliğ in i kabul etm ek için baskılar yapılıyordu. 1873’te ise Babıali’yi bu fetihleri resmî olarak tanıması için zorlamış ve 1905’te Ycmen’deki Türk nüfuz bölgesi ile Aden’deki Britanya bölgesi sınır hatlarında özel bir anlaşma imzalamıştı. Fakat 1904-11 isyanıyla ik t i darı devralan Yemen Devleti, İngiliz-Türk s ın ır hatt ın ı tanım ayı red dedecekti. Britanya eş zam anlı olarak H a d ram u t’u işgal etmeye h az ır lanıyor ve Britanya gemileri H adram ut su larında devriye geziyordu. Köle ticaretin i önlemeye yönelik insancıl sloganları kapsam ında cezai birlikler tertipliyor ve hoşlanm adık ları idarecileri görevden alıyorlardı. Britanya topların ın n am lu su n u n ucunda b u lunan H adram ut şeyh ve sultanları birbiri ard ına Britanya ham iliğ in i kabul ediyordu. 1886
yılında Sokotra Adası’nı zapt e tm iş ve nüfuz sahasına katmıştı. 1888’de Kuveyt h an ed an ın d an gelen ve H a d ram u t’taki en büyük m ülkün sahibi olan M ukalla Sultanı h am il ik anlaşm asını imzalamıştı. I. D ünya Savaşının başlamasıyla Britanya, Güney A rab is tan ’daki yirmi üç k ü çük sultan lık ve şeyhliğe, toprak la rı üzerinde b ir ham ilik o luş tu rarak ve tam am ın ı Aden sömürge yönetim i altında birleştirerek eşitsiz an la ş m alar dayatacaktı.
U m m an
Britanya, 1871 ’e gelindiğinde, Arabistan Yarımadasındaki en eski sömürgesi olan U m m an’da, neredeyse on yıl boyunca süren kitlesel halk ayaklanmasını bastırmayı başarmıştı. İsyancıların lideri Azzan ibn Kais savaşta ö ldüğünde Britanya M askat’ı ele geçirmiş ve kendi kuklası olan Sultan Turki’yi (1871-88) tah ta çıkarmıştı. Britanya donanması ve se- poy süngülerin in yardımıyla isyancı kabilelere ve kendi ülkelerinin bağımsızlığı için mücadele eden unsurlara karşılık verebilmişlerdi. Fakat 1866’da yeni bir isyan daha patlak vermiş ve isyancılar M askat’ı kuşatmıştı. Turki tekrardan Britanya’ya başvurmuş ve onların yardımıyla isyanı bastırmıştı.
Turki, Britanya’nın sadık b ir “dostuydu” ve ona birçok imtiyaz ve hak tan ım ıştı . 1862 İngiliz-Fransız deklarasyonuna rağmen, Britanya U m m an üzerinde ham ilik k u rm uştu . Bu h am il ik T ürk i’n in oğlu ve halefi Sultan Faysal’m (1888-1913) hüküm darlığ ı sırasında, 20 M art 1891’de im za lanan yeni bir dostluk, ticaret ve denizcilik anlaşm ası ile daha da güçlenmişti. Bu anlaşm aya göre, Faysal kendisi ve varisleri adına toprak la r ın ı üçüncü bir güce devretmeyeceğine dair söz verm işti. Rusya ta ra f ından da desteklenen Fransa bu ham ilik anlaşm asına karşı çıkm ıştı . Britanya’yı U m m a n ın “bağım sızlığ ın ı” tem inat altına alan 1862 deklarasyonunu ihlal etmekle ve Fransa’n ın haklar ına saygılı dav ranm am ak la suçluyordu. Fransa 1893’te, Sur’da bir köm ür ikm al istasyonu k u rm a g iriş im inde bu lundu fakat Britanya’nın kararlı bir muhalefetiyle karşılaştı. Fransız Temsilciler Meclisi bu d u ru m a oldukça öfkelenmişti. K ararlıl ık la rın ı göstermek için Fransız ve Rus savaş gemileri sık sık Osmanlı su larında görünm eye başlamıştı. 1893’te Rus kruvazörü Nizhny Novgorod U m m a n a vard ığ ında Sultan ta ra f ından hoşlukla karşılanm ıştı . 1894’te Fransa M askat’ta bir konsolosluk k u r du ve O sm anlılara silah tedarik etmeye başladı. Fransız konsolosu bir
“protege” kaydı o luşturm uş ve O sm a rıh fe lu cca (M ısır’da ku llan ılan bir tü r yelkenli gemi - ç e v ) kap tan la r ına Fransız bayrağı dağıtmaya başlamıştı.
D urum , ciddi bir çatışma doğurm ak üzereydi ve Sultan Faysal iki ateş arasında kalmıştı. 1898’de bir Fransız k ruvazörünün silahını d o ğ ru lt tu ğu Sultan onlara bir köm ür ikmal istasyonu imtiyazı vermişti. Britanya da hemen 1891 anlaşmasını ihlal ettiği için Faysal’ı suçlamıştı. Şubat 1899’da Britanya filosu U m m an kıyılarında belirmiş ve nam luların ı Maskat S u ltan ın ın sarayına doğrultmuştu. Fikrinden ötürü korkuya kapılan sultan teslim olmak için telaşa kapılmıştı. 16 Şubat’ta Fransızlara sağladığı imtiyazı feshetti ve İngilizlerin emrettiği her şeyi yerine getirdi. Britanya ve Umman arasında “samimi ilişkiler” geliştirildi. Fakat Fransa ve Rusya’nın vazgeçmeye hiç de niyeti yoktu. 1900 yılında Fransız kruvazörü Drome ve Rus topçekeri Gilyak M askat’a varmıştı. O nların hemen arkasında Rus kruvazörleri Varyag, Askold ve Boyarin b u lu n maktaydı. Yine Fransız kruvazörü Inferne ve Rus kruvazörü Boyarin Maskat’a “Britanya saldırısı tehdidi altında bulunan bir halka cesaret telkin e tm ek ” için ikinci kez uğrayacaktı.
Tüm bunlara rağmen Britanya donanması U m m an’da kalmaya d e vam etti. Dahası Rus-Fransız ortak deniz gösterisine cevaben Britanya, Fransız bayrağı taşıyan bir Osmanlı felucca'sma saldırıp ele geçirmişti. Fashoda’da olduğu gibi ciddi bir silahlı çatışma tehlikesi Fransızları geri çekilmeye zorlamıştı. İmtiyaz üzerine süren bu anlaşmazlık Uluslararası Fahey M ahkemesi’ne devredilmiş ve 1904’teki İtilaf anlaşmasından sonra önemini yitirmiş ve arka planda kalmıştı. Zira Fahey Mahkemesi de Britanya lehine karar vermişti. Fransa Umnvan’daki iddialarından vazgeçmiş ve M askat’ta bir köm ür ikmal istasyonu yerine Mukalla’da hazır bulunan birini kullanma hakkı edinmişti. Ayrıca 1916 yılında köm ür ikmal istasyonundaki hakkından feragat etmiş ve 1920’de de M askat’taki konsolosluğunu kapatmıştı.
Maskat Sultanının Britanya’ya olan itaatkâr tu tum u bu bölgede geniş çaplı bir memnuniyetsizlik doğurmuştu. 1913’te Faysal’ın ölüm ünü ve yerine, bir diğer Britanya kuklası olan halefi Taym ur’un geçişini fırsat bilen Osm anlılar bir ayaklanma başlatacaklardı. Bu ayaklanmaya M üslüman bir mezhep olan İbadiler liderlik yapıyordu. Selim ibn Raşid el-Harusi’yi imamları olarak seçen isyancılar Nezva kenti başkent olmak üzere bağımsız bir devlet oluşturm uştu . İsyancılar kısa bir süre içinde Britanya donanm ası tarafından savunulan, İngi 1 izlere ve Sultana k a r
şı uzun sürecek inatçı mücadelelerin başlayacağı Maskat ve kıyı bölgeleri hariç U m m an ’daki her yeri özgürlüğüne kavuşturm uştu. 1920’de Maskat Sultanı bir barış anlaşması imzalamak ve U m m an İm am lığ ın ın bağımsızlığını tan ım ak zorunda bırakılmıştı.
Basra K örfezinde Britanya N üfuzu
19. yüzyıl sonunda Britanya, Basra Körfezi’ndeki konum unu güçlendirmek ve genişletmek için elinden gelen her şeyi yapmıştı. D onanm asın ın da yardımıyla, Bahreyn ve Trucial U m m an Prenslikleri (Korsan Kıyısı) (Birleşik Arap Emirlikleri - çev.) ile “dostane ilişkiler” geliştirmişti. 1871’de bir Britanya kuklası olan Bahreyn Valisi Şeyh İsa önceki an laşmalarla dayatılan tüm yüküm lülükleri onaylamıştı. İngilizler ise onu kendi halk ına ve Bahreyn A da la rında egemenlik iddiası olan T ürk ve İran devletlerine karşı “savunacakları” sözünü vermişti.
Britanya 1880’de, “ham ilik” sözü geçmese de tam olarak bu anlam a gelen Birinci İmtiyaz Anlaşması’nı Bahreyn’e dayatacaktı. Bu anlaşmaya göre, Bahreyn Şeyhi diğer Batılı güçlere herhangi bir imtiyaz ta n ım a yacağı, köm ür ikmal istasyonu kurm alarına izin vermeyeceği, h e rh an gi bir diplomatik görüşmelerine katılmayacağı, konsolosluk ilişkileri geliştirmeyeceği ve Britanya dışında herhangi bir süper güçle anlaşma imzalamayacağı sözünü vermişti. Ayrıca 1882 yılında Britanya Katar Yanmadası’m ele geçirmiş ve buranın valisini kendileriyle “dostane ilişkiler” kurm ak için zorlamıştı. Nihayetinde Katar da Britanya kontrolüne geçmiş ve resmî bir hamilik haline gelmişti.
1892’de ise Bahreyn ile 1891 İııgiliz-Umman anlaşm asın ın izinde Son İmtiyaz Anlaşması imzalanmıştı. Bu anlaşmaya göre de Bahreyn Şeyhi toprakların ın te k b ir parçasını bile başkasına kiralayamayacağını kabul ediyordu. Aynı yıl Trucial Um m an şeyhi de benzeri bir anlaşm a im zalayacaktı.
Doksanlı yılların ortalarında Almanya ve Rusya’n ın , Basra Körfezine inme p lan larından korkan Britanya dikkatin i, güneyde Basra ve Şattülarap’a komşu, verimsiz bir çöl şeridi olan Kuveyt üzerinde yoğunlaştırmıştı. Kuveyt, bölgede herhangi bir Türk gücü bulunm am asına rağmen Babıali’nin egemenliğine tabiydi. Britanya 1895’te Kuveyt Şeyhi M uham m ed ibn Sabaha, Basra Körfezi’ndeki diğer prenslikler gibi ken disiyle “dostane ilişkiler” geliştirmesi tavsiyesinde bu lunm uştu . Fakat Şeyh M uham m ed Britanya’nın bu teklifini reddetm iş ve bunun üzeri
ne bir komploya kurban gitmişti. Şeyh M uham m ed ve beraberindekiler katledilmiş ve devletin yönetim i kardeş Şeyh Mübarek ibn S abaha geçmişti. Mübarek, Güney I rak ’m güçlü M untafık aşireti lideri Saadun Paşa ile sıkı bağlar kurm uş ve Basra’nın Türk valisine itaat etmeyi h emen hemen kesmişti. 23 Ocak 1899’da da Britanya ile gizli bir an laşma imzalamıştı. Anlaşmanın gizliliği, M übarek’in bir m utasarrıf olarak görüşmelere katılamayacağından ve uluslararası anlaşmalarda söz hakkının bulunm am asındandı. Yani bu du rum da kendi yetkisini aşmış ve bölgesini Britanya dışında hiç kimseye açm am ak için gizli bir an laşma imzalamıştı. Kuveyt üzerinde de kontrol sağlayan Britanya, Basra Körfezindeki nüfuz sahasının etrafını kapatmıştı. Bu, Basra Körfezini bir “Britanya Gölüne” çevirecek olan son halkaydı.
Kuveyt A nlaşm azlığı
Kuveyt’in tam am en Britanya’nın kontrolü altına geçmesi yeni bir uluslararası anlaşmazlığa yol açmıştı. 1899’da Almanlar, Bağdat d emiryolu için bir başlangıç imtiyazı almış ve dem iryolunun rotasını ha- ritalandırması için Irak’a araştırm acı bir ekip göndermişti. Kuveyt’in son durak olması planlanıyordu ve 1900 başlarında Alman araş t ırm acı heyet olay yerine varacaktı. Britanya, Alman heyetin gelişini Basra Körfezindeki konumu için bir tehdit olarak algılamıştı. İstanbul’daki Britanya Sefiri O ’Connor, Türkiye’yi demiryolu ha tt ın ın Kuveyt’e kadar ulaşması d u ru m u n d a “yerel zorluklara” neden olacağı ve hatta “u luslararası güçlerin müdahalesine” yol açacağı hususunda uyarmıştı. Bu arada, H indistan Genel Valisi Lord Gurzon bütün ciddiyetiyle İngiliz H indistanı’nın batı sınırının Fırat Nehri olduğu açıklamasını yapm ıştı. İngiliz-Hindistan basınında, Curzon’dan ilham alan bir ses aniden Kuveyt üzerinde Britanya hamiliği kurulmasını talep etmişti.
Alman basını, hatta sadece basın değil Alman diplomatları da Britanya’nın Kuveyt’te hamilik kurm a planlarını protesto etmişti. Yapılan açıklama, Kuveyt’in Türk toprağı olduğu ve bu yüzden pad işahın egemenliğinde kalması gerektiği yönündeydi. 1900 Nisanında O ’Connor, A lm an Sefiri M arschall’a, Britanya’nın Kuveyt Şeyhi Mübarek ile üçüncü taraflara imtiyaz vermesini engelleyen bir anlaşma im zaladığı bilgisini vermişti. Aynı yılın Haziran ayında benzeri bir açıklama Berlin’deki Britanya Sefiri Lascelles tarafından da yapılacaktı. A lm anlar bunun, bir çeşit Britanya imtiyazı, “özel bir yasal anlaşm a” meselesi ol
duğunda ve Deutsche Bank’m bu imtiyazı İngiliz işadam larından satın alma fikrinde karar kılmıştı. Fakat meselenin iç yüzünü öğrendiklerinde İstanbul’daki sefirlerine “Türkiye’n in Kuveyt’teki haklarını güçlendirmesi için önlemler alınması” em rin i verdiler. “Kuveyt’te, Britanya ya da Rusya olsun, herhangi bir G ücün varlığı bizim aleyhimizedir” diye yazmaktaydı A lm an Dış işleri Bakanı Yardımcısı Baron Richthofen. Diğer bir deyişle durum , Almanya’n ın Kuveyt ve Bahreyn’de benzeri ayrıcalıklı hak lar için baskı yapmasından ibaretti.
Ağustos 1901’de Almanya, Britanya’nın Kuveyt’teki iddialarını tanım adığını açıklamış ve karşılığında da Britanya, Kuveyt m eselesini Türkiye ile kendi arasında çözüme kavuşturacağını ve b u n u n Almanya’yı ilgilendirmediğini söyleyecekti. Britanya, A lmanların bu meselede Sultan ın kendisinden bile daha çok T ürk olmasından ö tü rü şaşkınlığa kapılmıştı. Dahası Britanya Dışişleri Bakanı, Almanya ile aralarında Kuveyt meselesi üzerine karşılıklı bir anlayışın olmadığını ve olamayacağını ifade etmişti. Ç ünkü diye eklemekteydi, iki devlet de birbirine zıt bakış açılarına sahip.
Görüşmeler sürerken Kuveyt’in kendisinde de bazı olaylar vuku bu lacaktı. Türkler 1901 Ağustosunda, Almanya’n ın isteği üzerine, Sultan ın hüküm darlığ ın ı beyan etmek için Kuveyt’e deniz yoluyla askerî bir birlik göndermişti. Birlikleri taşıyan gemiler Kuveyt’e vardığında, bir Britanya kruvazörünün limanda demirlemiş olduğunu fark ettiler. Kruvazörün komutam, tek bir Türk askerinin dahi kıyıya çıkması durum unda ateş açarak bü tün nakliye gemilerini batıracağı konusunda Türkleri uyaracaktı. Bunun üzerine Türk gemileri de geri dönecekti.
6 Eylül 1901’de Britanya ve Türkiye, Kuveyt üzerine bir anlaşmaya vardılar. A nlaşm a şartları şöyleydi: Britanya, Türklerin Kuveyt üzerindeki egemenliğini, yalnızca askerî birlikler göndermediği du rum da kabul edecekti. Karşılığında da Türkiye, Britanya’nın Kuveyt’teki özel çıkarlarını ve 1899 İngiliz-Kuveyt anlaşmasını tanıyacaktı. Böylece Türkiye’nin gu ru ru , Kuveyt resmî olarak kendi egemenliği altında kaldığı için k ırılm am ış ve Kuveyt’in gerçek kontrolünü devralan Britanya da m em nun kalmıştı. Bu arada, Almanya da geriyi çekilmeye ve Kuveyt üzerinde bir İngiliz-Rus ihtilafı kurm aya karar verecekti.
Rusya, Kuveyt meselesinde Britanya ve Türkiye arasında bir uzlaşı için baskı yapıyordu. Bir yandan, A lmanya’nın Basra Körfezine giriş hakkı kazanması tereddüdünü paylaşıyor fakat öte yandan da Britanya’nın Kuveyt üzerinde doğrudan bir ham ilik oluşturmasını hoşnutsuzlukla
karşılıyordu. Aralık 1901’de İngiliz-Rus ihtilafını ağırlaştıracak bir olay meydana gelmişti. 6 Eylül İngiliz-Türk anlaşm asının üzerinden yalnızca üç ay geçtikten sonra Britanya statükoyu (mevcut durum u -çev.) ihlal edecekti. Kuveyt’e düzenli olarak çağrılan bir Britanya savaş gemisinin komutanı, Şeyh M übarek’in sarayındaki Türk bayrağının indirilmesi ve yerine adı henüz duyulm am ış Kuveyt bayrağının çekilmesi em rini vermişti. Eş zam anlı olarak M übarek’in nüfuz bölgesinde Britanya hamiliği ilan edilmişti.
Britanya’n ın bu hareketi, Rus basınında bir protesto tufanına neden olmuştu. İs tanbu l’daki Rus Sefiri LA. Zinovyev, Babıali’ye Uluslararası Lahey M ahkemesi’ne başvurması tavsiyesinde bulunmuştu. Bu arada 1902 başlarında Rusya kruvazörü Varyag ve Fransız kruvazörü Inferne Kuveyt’e varacaktı. Bağdat’taki Rus konsolosu Şeyh M übarek’i ziyaret ederek Rus nişanı ve bazı hediyeler sunmuştu. Rusya’nın baskısına m aruz kalan Britanya kendi deniz subayının eylemini reddetmiş ve Türkiye ile aralarında yapılan anlaşmaya katı bir şekilde uyduğunu ve statükoyu muhafaza ettiğini açıklamıştı.
Fakat Britanya’nın Kuveyt planlarından vazgeçmek gibi bir niyeti yoktu. 1903 sonlarında Ford Curzon, Basra Körfezi ve Kuveyt’e gösterişli bir tur yapmıştı. Bu ziyaretin amacı, Britanya'nın Basra Körfezi ve kıyılarındaki konum unu savunm aktaki kararlılığını ispatlamaktı. 1904 İtilal Antlaşması ve 1907 Rus anlaşması, uzun zam andır beklediği ha re ket serbestisini Britanya’ya sağlayacaktı. Britanya 1904 yılında Kuveyt’e bir politika temsilci atamış ve 1907’de M übarek’e, Türkiye’yi de yabancı bir güç olarak varsayan yeni bir anlaşma dayatmıştı.
Nihayetinde Türkler bunu bir oldu bitti olarak tanımak zorunda kalmıştı. 29 Temmuz 1913’te ise, Britanya ile Basra Körfezi üzerine, Kuveyt’i kendi bayrağı olan özerk bir kaza olarak tanıdığı bir anlaşma imzalamıştı. Türkiye, Kuveyt’in içişlerine müdahalede bulunm am a ve İngiliz-Kuveyt anlaşmasını tan ım a taahhüdünde bulunacaktı. Aynı zam anda Türkiye, Katar ve Bahreyn’deki haklarından da feragat ediyordu. Britanya da bunun karşılığında, o sıralar Vahhabilerin elinde bulunan Fl-Ahsa’da Türklerin haklarını meşru kabul edecekti.
I. Dünya Savaşının patlak vermesinden kısa bir süre sonra, Kasım 1914’te, Britanya, Kuveyt’i “kendi hamiliğinde bulunan bağımsız bir prenslik” olarak ilan etti.
Suudi ve Raşidi’lerin M ücadelesi.Vahhabi D evleti’nin Yeniden Kurulması
Süper güçlerin Kuveyt mücadelesi, Vahhabi hanedanları Raşidi ve Suudilerin Kuzey Arabistan’daki hegemonya mücadelesiyle yakından bağlantılıydı. Türkler ve A lm anlar Şammar yöneticisi Raşidilerin tarafını tutuyordu. Böylece onların da yardımıyla, Suudileri ve Britanya ta ra f ın dan arka çıkılan Kuveyt Şeyhi M übarek’i devirebilmeyi umut ediyorlardı. 19. yüzyıl sonundan itibaren Şammar, Kuzey Arabistan’daki en güçlü devlet haline gelmişti. “Koca” diye anılan Şam m ar Emiri M uham m ed (1871-97) bu yıkıcı çekişmeye bir son vermiş ve Cebel-Şammar ve Kasım’ı kendi otoritesi altında birleştirmişti. 1876’da ise kendisini Türklerin vas- salı ilan etmiş ve onların da yardımıyla Suudi Kraliyet ailesinin Riyad Emirlerine karşı amansız bir mücadele başlatmıştı. 1884’te Şammarîler, Necid birliklerini bozguna uğratmış ve Riyad’ı ele geçirerek kendi vekillerini buraya yerleştirmişti. Suudi Emiri A bdurrahm an Eaysal’m k ü çük oğlu, Şammarîlerin egemenliğini tanımış ve Arid (Necid bölgesinin merkezi şehri) yöneticisi olarak Riyad’da kalmıştı.
1890’da Necid ve Kasım’da bir isyan patlak verecekti. İsyancılar Riyad’ı ele geçirmiş ve Kasım feodallerinin üzerine doğru harekete geçmişti. Bu feodaller Anay/.a, Zam il, Burayda ve Elasan emirleriydi. Ocak 1891’de Kasım askerleri, Mulayda yakınlarındaki savaşta tam am en yok edilmiş ve onlara yardıma yetişen Emir A bdurrahm an önce El-Ahsa’ya sonrasında da Kuveyt’e kaçmıştı. Suudi emirliği tam am en tasfiye edilmiş (Şammarîler, kendisini çiçek yetiştirmeye adayan Suudi Emiri M uham m ed’i, Vahhabi Necid’inin sembolik lideri olarak tu tmuştular) ve Necid büyük Şam m ar Devleti’nin bir ili haline gelmişti.
Kuveyt krizi doruğa çıktığında Türkler, Kuveyt’i ele geçirmek için Şammarîleri kullanma kararı vermişti. Britanya ise Kuveyt Şeyhi Mübarek, Saadun Paşa liderliğindeki Irak m üntafık kabilesi ve Suudilere sadık kalan nıutair ve banu-m urra Vahhabi kabilelerini kapsayan Şammar karşıtı bir bedevi koalisyonu oluşturarak misilleme yapm ıştı. Vahhabilerin başında ise ailesinin İbn Suud ismiyle bilinen, Emir A bdurrahm an’ın oğlu Abdülaziz bulunuyordu. Fakat o da Şammarîlerin Riyad’da kendi otoritelerini kurm asından sonra babasıyla birlikte ü lkeyi terk edecekti. Bu esnada İbn Suud henüz yedi yaşındaydı, fakat 1900 yılına gelindiğinde, genç bir delikanlı olarak babası tarafından m ücadelenin başına geçirilmişti. Aynı yılın sonbaharında Şeyh Mübarek ta ra
fından kom uta edilen 10.000 kişilik bir müttefik ordusu, Şam m ar Emiri Abdülaziz’e (1897-1906) karşı bir seferberlik başlatmıştı. Riyad y ö n ü n den yanıltıcı bir hareket yapma görevi de İbn Suud’a bırakılmıştı. 1901 Şubatında Şammarîler müttefikleri ve İbn Suud’u bozguna uğratmış ve çöldeki bozgundan haberleri olunca da Riyad kuşatm asını kırıp Kuveyt’e dönmüşlerdi.
Şammarîler 1901 yazında, Britanya savaş gemilerinin korum asındaki Kuveyt’e varm ış ve kendilerine çevrilmiş nam luları fark edince de geri dönmüşlerdi. Geri dönüş yolunda, Britanya silah ve parasıyla desteklenen Şam m arit karşıtı isyanların alevlendiği Necid ve Kasım’dan geçeceklerdi. Aralık 1901’de de Britanya, İbn Suud komutasında küçük bir silahlı birliği R iyada göndermişti. Raşidi feodalleri tarafından baskıya m aruz tu tu lan Riyad halkı, kendilerini Şammarîlerden kurtaracak h erhangi bir hareketi destekleyecek ve İbn Suud’un küçük birliği herhangi bir zorlukla karşılaşmadan şehri ele geçirecekti. (15 Ocak 1902)
Philby, R iyad’ın ele geçirilişini betimlerken İbn Suud ta ra f ından anlatıldığı zannedilen fantastik bir hikâyeyle bağlantı kuruyordu. Bu anlatı, Binbir Gece Masalları’ndaki hikâyeler tarz ında O ryantal bir efsane izlenimi vermekteydi. Philby, İbn Suud’un yanına altmış gözü pek bedevi aldığını ve kendisinden yirmi dört saat içinde haber alınamadığı takd irde yardım için hızlıca Kuveyt’e gidebilecek otuz atlıyı Riyad yak ın lar ındak i tepelerde b ıraktığını yazıyordu. Aynı şekilde y irmi atlıyı da Riyad vahasının çevresindeki ağaçlık a landa bekletiyordu. Geriye kalan on atlı ise a tından inerek gece şehre girecekti. R iyad’ın Raşidi idarecisi Aclan’ın kaldığı kaleye yaklaşmışlardı. İbn Suud h e men kalenin yanında bulunan bir evin kapısını çalmış ve kapıyı açan kadını ölüm tehdidi ile sus tu rm uştu . Ev sak in lerin i arkadaki bir o d a ya kapatan Suud ve arkadaşları uyanık kalabilmek için kahve içerek, birbirlerine savaş hikâyeleri an la ta rak ve K u ra n okuyarak sabaha k a dar beklemişti. Şafak vaktinde kalenin kapılar ın ın açıldığını, Açlan ve çevresindekilerin camiye nam aza gittiklerini gören bedeviler pencereden üzerlerine atılarak hepsini katletmişlerdi. Kapıların açık olmasını fırsat bilerek kaleyi ele geçirmiş ve Suudi h an ed an ın ın yeniden c a n la n dığını ilan etmişlerdi.
Riyad’ı ele geçiren İbn Suud kenti güçlendirmeye ve Şanımarîlere karşı savaşmaya başlamıştı. 1902-03 yılları arasında İç Arabistan’ın g ü ney kesiminin tam am ını ele geçirmiş (El-Harc, El-Eflac, Vadi-Davasir) ve 1904 yazında ise Vasim, Sudair ve Kasım’ı zapt ederek Vahhabi Suudi
devletini eski sınırlarına kavuşturm uştu . İbn Suud 1904 yılında öyle bir güce erişecekti ki, Raşidiler yard ım için Türkiye’ye yönelecekti. Böylece aynı yılın Mayıs ayında, A hm et Faizi Paşa komutasındaki sekiz kıta Türk askeri N ecide gönderilmiş fakat bu askerlerin büyük çoğunluğu çölde açlıktan, susuzluktan ve hastalıklardan ölmüştü. 1904 sonunda seferi birliklerin komutanı ve askerlerinin geri kalanları Yemene sevk edilmişti. Yeniden tek başına kalan Şammarîler bir m üddet daha m ü cadele etmiş ancak 1906 N isanında Suudilere karşı ağır bir yenilgi a lmıştı. Raşid Emiri Abdülaziz de bu çarpışmalar sırasında öldürülmüştü. Halefi Mitab çatışmaları barışla neticelendirmek için ivedi davranm ış ve Suudilerin Necid ve Kasım’daki haklarını tanım ıştı . Türk Sultanı Abdülhamid de bu anlaşmayı tanıdığım açıklamış ve Suudi Vahhabi devleti yeniden kurulm uştu.
İbn Suud’un İç ve Dış Politikası
Türkler ve onların Şammarî müttefikleri İbn Suud’un baş düşm anlarıydı ve onlara karşı savaşı Raşidi Şammarî em irliğinin tam am en tasfiye olmasına kadar devam etmişti. Arkasında Britanya desteği olmasına rağmen, Vahhabi devletinin bu denli hızlı büyümesi ve başarısı İngilizleri de kaygılandırmaya başlamıştı. Zira Britanya Arabistan Y arımadasının birliğinden yana değildi ve geleneksel “böl ve yönet” politikasına geri d ö nüş yapmıştı. Bu politika gereği her yerde küçük prensleri destekliyor ve feodal ayrılıkçılığı provoke ediyordu. Yarımadayı kontrol altına alm ak için zayıf prenslikleri de hesaba katm ak gerekiyordu. İbn Suud etkili bir güç haline geliyor ve İç A rabistan’ın birleştirilmesi ve Şammar emirliğinin yok edilmesi yönündeki tu tku la rın ı gizlemiyordu. İngilizler yeniden canlanan Suudi devleti içindeki her türlü feodal isyanlara arka çıkarken ortaya garip bir du rum çıkmıştı.
Suudi devletini kurm ak için mücadeleye başladığında İbn Suud ile birlikte yürüyen feodal şeyh ve emirler ar tık ona karşı dönm üş ve isyan koalisyonları o luşturm aya başlamıştı. Tabi iki tarafta da Britanya ajanların ın olduğu bilinen bir gerçekti. İngiliz bir istihbarat yetkilisi olan C aptain Lichman, İbn S uud’la birlikte hareket etmiş ve onu desteklemişti. D aha sonra M ezopotam ya’da da önem li bir rol icra edip 1920 y ılında Albay rütbesine yükseltilen başka bir istihbarat yetkilisi olan G ertrude Bell ise Ş am m ar Emiri ile bağlantılıydı ve açıkça onu destekliyordu.
Britanya’n ın entrikaları, Vahhabi karşıtı koalisyon ve isyanlar Suudi devletini y ıkam am ış fakat sürekli savaşlar ve isyanlar ülkenin k a lk ın masını engellemişti. Üstelik İbn Suud I. Dünya Savaşının sonrasına kadar da Şam m ar emirleriyle tam olarak başa çıkamamıştı. Cebel-Şammar ancak 1921 yılında fethedilebilecekti. Öte yandan İbn Suud, Britanya’nın da onayını alarak, sınırlarını doğuda Basra Körfezi kıyılarına kadar genişletmişti. 1871 yılından berid ir Türklerin kontrolünde olan El-Ahsa,1913 yılında Vahhabiler tarafından fethedilmiş ve Suudi devletine dâhil edilmişti.
Britanya’nın, Türklere karşı Vahhabileri desteklemesinin iki nedeni vardı. Birincisi, bir dünya savaşının kapıda olmasıydı. Ç ünkü Jön Türklerin yönetimindeki Türkiye, savaşa A lm anların tarafında katılıyordu. Ayrıca El-Ahsa’da Türk birliklerinin görünmesi aynı zam anda Almanların da görüneceği an lam ına geliyordu. Basra Körfezi’ndeki bu Alman-Türk nüfuzu yok edilmeliydi ve İbn Suud da bu iş için biçilmiş kaftandı. İkinci olarak İbn Suud, El-Ahsa’mn fethi için Britanya’ya m u azzam bir karşılık teklif etmişti. Bir Britanya hamiliği için karar kılmış ve savaşta Britanya’yı destekleyeceği sözünü vermişti. Aralık 1915’te, İbn Suud’un Britanya karşıtı tüm eylemlerden kaçınacağına, dış politikasını onunla birlikte hazırlayacağına, topraklarını diğer Batılı güçlere açm ayacağına ve Britanya’nın Arap Yarımadasındaki konum unun b ü tü n lüğüne saygı duyacağına dair bir anlaşma imzalanmıştı. Vahhabileriıı Necid’i anlaşma süresinin sona erdiği 1924 yılına kadar Britanya’nın ko ruması altında kalacaktı.
Britanya hamiliği, İç A rab is tan’da birleşik ve merkezi bir feodal devlet k u rm a am acında olan İbn Suud’u özellikle rahatsız etmiyordu. Zira İngilizler de Suudi em irin in iç işlerine m üdahalede bu lu n m u y o rdu. Kayıp zam anların ı telafi e tm ek isteyen ve yenilenen enerjileriyle, dogmaları olan lan hidi (birlik) yaymaya girişen Vahhabiler, feodal ayrılıkçılıkla başa çıkan ve leodal-göçebe karakterli geleneksel Arabistan toplumum ın radikal bir yeniden düzenlemesini üstlenen ve kendiler ine itaatkâr b ir kul olan İbn S uud’un şahsında hazır bir destek b u lm u şlardı.
İbn Suud yurt içindeki politikalarında ilkel-komünal kalıntılara kasten karşı çıkmıştı. Göçebe kabilelerin birleşik bir Arabistan’ın önündeki en yıkıcı öğe olduğu kanısını taşıyordu. 191 İ de, Vahhabi mürşitlerinin de öğütleriyle, göçebe kabilelere karşı ihvan (kardeşler) hareketini başlattı. Katı bir disipline tabi olmaları için onlara baskı yaptı, aynı şekilde
onları yağmacı eylemlerde bu lunm aktan ve bağımsız kabilelerden h a raç alm aktan men etti. Özgür ve m adun kabilelerin arasındaki engelleri kaldırdı ve hepsine eşit, ihvanlar olarak, davrandı. Aynı zam anda İbn Suud yerleşik olmaları için baskıda bulunduğu göçebeler için cemiyetler oluşturmaya başladı. Bu politikalar I. Dünya Savaşı sonrasında da geniş ölçekli olarak devam ettirildi. Hatta ilk birkaç cemiyet 1918 öncesinde kurulm uştu. Göçebe ihvanlar önceki yaşam tarzlarını terk ettiklerinde kabileleriyle olan bağları da koparıyorlardı. Kan bağı yerine, ihvan k o münleri içinde karşılıklı ekonom ik çıkara dayalı yeni ilişkiler geliştiriyorlardı.
ihvan kom ünleri arasında ve sonrasında da Vahhabi devletinde bir dinsel hoşgörüsüzlük ruhu h ü k ü m dürüyordu. Öyle ki, akraba dahi olsa Vahhabi olmayanlarla yakın ilişki kuru lm asına izin verilmiyordu. Vahhabiler yabancılarla tanışam ıyor ve V ahhabilik’in ahlak ve manevi kurallarına katı bir şekilde uym ak zorunda kalıyordu. Böylece Vahhabi toplumu yavaş yavaş kendisini dışarıya kapatmış ve bir çeşit yalnızlığa doğru savrulmuştu.
İhvanlar, mürşitlerle birlikte İbn Suud’un iç ve dış politikasının temel ens trüm anı haline gelmişti. İhvan yerleşimleri İbn Suud’un yeni ordusunu üzerine kurduğu temelleri oluşturmuştu. O nların da yard ımıyla isyanları bastırmış, komploları açığa çıkarmış, isyancı kabileleri silahsızlandırmış ve ayrıca tek bir Vahhabi devletinin yanı sıra birleşik Arabistan’ın mücadelesini yürü tm üştü .
Yemen ve A s ir ’de İsyan lar
Süveyş Kanalının açılmasından sonra Türkler, Yemen ve Asir’deki otoritelerini yeniden sağlamıştı. Bunun öncesinde, Arap stepleri ve çölleri boyunca uzanan kapsamlı iletişim ağları Türkiye’nin, Güney Arabistan’daki birliklerini desteklemesini ve ikmal etmesini neredeyse imkânsızlaştırıyordu. Üstelik Türk garnizonları yalnızca T iham a’daki birkaç kıyı bölgesinde konuşlanmıştı. Yemen ve Asir aslında bağımsız gibiydiler. Süveyş Kanalının açılışı Türklere de deniz iletişimi ku rm a fırsatı vermişti. Öyle ki 1869’da bölgeye gönderdikleri seferi bir birlikle Yemen ve Asir Tihaması’m zapt etmişlerdi. Asi kabilelerle başa çıkmakta sorun yaşayan San’a İm am ı Ali ibn Mehdi (Zeydilerin ruhan i ve dünyevi lideri) bu du ru m d an faydalanarak yard ım için Türk birliklerine başvurdu. Türk birlikleri 1872 yılında Yemen bölgesindeki dağlık
alana nüfuz etmeye başladı ve başkent S an ay i ele geçirerek her tarafa garnizon kurdu. Yemen bir Türk vilayeti olarak ilan edildi ve San’aya Türk paşalar gönderildi. Türklerin çıkarılmasından 230 yıl sonra Yemen tekrardan bağımsızlığını yitirmiş ve bir Türk ili haline gelmişti. Ayrıca bundan çok kısa bir süre sonra, idarecisi teslim olup idam edilen Asir de Türklerin eline geçecekti.
1891’de, Yemen’de Türk egemenliğine karşı oldukça büyük bir u lu sal ayaklanm a baş gösterdi. Ayaklanmaya Raşidilerin Zeydi h a n e d a n ının temsilcisi olan İmam M u h am m ed liderlik ediyordu. İsyancılar San’ayı kuşa tm ış ve birçok şehirdeki Türk birl ik le rin in etrafını çev irmişti. İsyancıları demoralize etmeyi um an Faizi Paşa kabile şeyhlerine rüşvet vermiş ve ayrıca uymayı reddedenlerin acımasızca katledileceği genel bir a f sözü vermişti. İsyanın bastırılması esnasında Türkler 300 yerleşim yerini sakinleriyle beraber yok etmişti. 1891 ve 1897 yılları arasında, A hm et Faizi ülkeyi katışıksız bir terörizm yardımıyla sak in leştir inişti.
1904 Mayısında, M uham m ed’in ölümünden sonra, oğlu Yahya Zeydi imamı olmuştu. Yahya başa geçer geçmez etrafındaki insanları yeni bir isyan için bir araya toplayacaktı. Kuraklık, açlık ve Türk subaylarının baskılarından /.arar görmekte olan Zeydi kabileleri bu çağrıya coşkuyla karşılık vermiş ve Türk garnizonların ın bulunduğu köy ve kasabaları kuşatıp ele geçirerek hep birlikte bir isyan dalgası oluşturmuştu. Başkent Sana da İmam Yahya tarafından kuşatılmış fakat buradaki Türk garn izonunu serbest bırakarak ölümcül bir hata yapmıştı. Çünkü Yahya kabi- lesel çekişmeleri çözmeye çalışırken Türk Hükümeti Yemene Faizi Paşa komutasında takviye birlikler göndermişti. Faizi, M anaka’ya kadar h erhangi bir sorunla karşılaşmadan ilerlemiş, Sana da bırakılan birliklere katılmış ve tek bir el ateş dahi etmeden başkenti geri almıştı. Bununla beraber Türk Paşası beklenmeyen yeni bir olayla karşı karşıya kalmıştı. Türk ordusundaki Arap askerler Yemenli kardeşlerine karşı savaşmayı reddetmişti. Aksine isyancılarla dostça ilişkiler kıırup, onların tarafına geçmeye başlamışlardı. Böylece, Yemen’de savaşmaya gönderilen Arap birlikler arasında isyanlar çıkmaya başlamıştı. Yemen’de savaşın tahripkâr etkilerine ek olarak, kuraklık , çekirge sürüleri ve kentli n ü fu sun neredeyse yarısının ölümüyle sonuçlanan korkunç bir açlık hüküm sürüyordu. Hu yıkıcı etkiler aynı zam anda Türk ordusunu da vurm uştu , nitekim Türklerin İm am a barış için neden ricada bulundukların ın cevabı da burada saklıydı.
Barış anlaşması 1908 yılında imzalanacaktı. Babıali, İm am Yahya t a rafından dayatılan temel şartları kabul etmiş ve esas itibariyle Yemen’in içsel özerkliğine razı olmuştu. Fakat iki yıl sonra askerî operasyonlar kaldığı yerden devam etmişti. 1911’de Yahya, Sanayi yeniden ele geçirmiş ve Türkleri bir kez daha barış için zorlamıştı. Ancak İtalyan-Türk savaşının patlak vermesiyle, Türkler Yemene fazla önem gösterememiş ve tüm mücadeleler nafile kalmıştı. Yemen’in tam özerkliğini tanım ış ve içişlerine karışm am a sözü vermişti. Yahya da S u ltan ın hüküm darlığ ını onaylamış ve Yemen’de Türk Paşası ve küçük bir askerî birliğin varlığına razı olmuştu. Uzlaşma iki tarafın da işine gelmişti. Türklerin de desteğine itimat eden Yahya, Yemen’in güney sınırlarında Britanya en trika larıyla mücadeleye girişmişti. A nlaşm anın Türk tarafına da bazı faydalan olmuştu. Zira Yemen I. Dünya Savaşında Türkiye’yi destekleyen birkaç Arap bölgesinden biri olacaktı.
Asir’de olayların farklı bir seyri vardı. Asir, 1872 Türk işgalinin a r dından, Yemen vilayetinin bir k ısm ını teşkil eden bir sancağa (mutasarrıflık) dönüştürü lm üştü . 1909’da İmam Yahya’nın da arka çıkmasıyla, hareketin başında Asir’i 18 yüzyıl sonuna kadar yönetmiş olan Fas h a n e danının bir üyesi olarak dünyaya gelen Emir M uham m ed el-İdrisi’nin b u lunduğu bir isyan başlatılmıştı. İsyancılar 1910’da T iham a’dan Türkleri tamamen çıkarmayı başarıp, birkaç aylık kuşatm adan sonra düşecek olan dağlık Asir’in başkenti Ahba’ya yönelmişlerdi. Fakat Türkler 1911 yazında, II. Hüseyin’in (Mekke Şerifi) yardımını arkalayarak Asir’deki isyanı bastırmıştı. Gelgelelim aynı yılın sonbaharında, İtalyanların da desteğiyle, İdrisi bir kez daha isyan denemesinde bulunacaktı. İdrisi’nin Askerleri I. Dünya Savaşı patlak verene kadar mücadeleye devam edecek ve faal olarak 1915’te “dostluk anlaşması” imzalayacağı Britanya’nın yanında yer alacaktı.
Hicaz
Mısırlıların kovulmasından sonra Hicaz bir Türk ili haline gelmişti. Osmanlı İm paratorluğunu uzak bir köşesi olmasına rağmen Türkler, kendilerini Arap Yarımadasının hiçbir yerinde hissetmedikleri kadar güvende hissediyorlardı. Büyük Ş erif in yönetimi altındaki feodal idarecilerin, İslam’ın bu “kutsal kentlerin in” teokratik liderlerinin, Türk yöneticilerle işbirliği içerisinde olduğu bu şehirde de Türk memurları ve garnizonları bulunmaktaydı. Türkler Mekke şerifliğini muhafaza etmiş
fakat düşük bir mevkide tu tmuşlardı. Hatta uygun görüldüğü anda valiler atanıp, şerifler azledilmişti.
İtaatkâr görünmeye çalışan şerifler Hicaz’da kendi du rum ların ı güçlendirme gayretindeydiler. Bu amaçla gizliden gizliye Türklere m u halefet yapıyor ve yöneticilere karşı kabile isyanlarını destekliyorlardı. Hicaz’ın birçok bölgesi aslında, Türklerin bölgedeki varlığı için tehlike arz eden bedevilerin kontroliindeydi.
1900 y ıl ında Osmanlı İm paratorluğu Hicaz’daki iktidarını güçlendirm ek için demiryolları inşasına başlayacaktı. Hat Şam’dan başlayıp, Eski Ürdün boyunca Mekke ve M edine’ye varıyordu. Hatta bu hat t ın daha da güneyde San’aya kadar uzatılması planlanıyordu. Hicaz d e miryolları resmiyette hacıların rahatı için düşünülerek kutsal bir eylem olarak sunulm uş ve bu sebeple tüm M üslüm an ülkelerden yapımı için bağışlar toplanmıştı. D em iryolunun kendisine ise bir vakıf malı gözüyle bakılıyordu, oysa A lm an m ühendisler ta ra f ından inşa ed iliyorlardı. Baş inşaatçı ise Hicaz’da Meissner Paşa o larak bilinen m ühendis Meissner’di. Hicaz demiryolları kesin stratejik am açlar peşindeydi ve Hicaz, Yemen ve Kızıl D eniz’de Alman nü fu zu n u n güçlenmesiyle so nuçlanmıştı.
Britanya, Hicaz demiryollarının arz ettiği önem in farkındaydı ve bu inşaatı engellemek için elinden gelen her şeyi yapmıştı. Bedeviler ve Mekke Şerifi Aun ar-Refik (1882-1905) 1904 yılında başlayan inşa çalışmalarına şiddetle karşı çıkmıştı. Britanya da fırsattan istifade gizlice Aun’un en trikalarım ve bedevi isyanlarını destekliyordu. İsyancıların başlıca talebi bu inşaatın sona ermesiydi. 1905 yılında Şerif Aun ar- Refik ölmüş, büyük ihtimalle maksatlı olarak ortadan kaldırılmıştı. Halefi Şerif Ali (1905-1907) kendisinden önceki engelleyici politikaları devam ettirm iş ve bu yüzden Türkler tarafından görevi elinden alınarak Kahire’ye sürülm üştü.
1908 yılında Osmanlı İmparatorluğu demiryollarını Hicaz’dan Medine’ye kadar uzatmış fakat hiçbir zaman Mekke’ye kadar götüreme- miş ve San’a da bir hayal olarak kalmıştı. Yeni Mekke Şerifi II. Hüseyin inşa faaliyetlerini durdurm ak için elinden gelen her şeyi yapmıştı. II. Hüseyin el-Haşimi 1908 yılında altmış yaşındayken Şerif olmuştu. Ö m rünün önceki yıllarım Hicaz bedevileri arasında fakat daha da çok Sultan’ın esiri olarak İstanbul’da geçirmişti. Hüseyin, Hicaz’ın bağımsız idarecisi olm a ve otoritesini Arap Yarımadasının diğer bölgelerine de yayma düşleri kuruyordu. Kontrol edilemez bağımsızlık arzusu Türkleri
kızdırıyor ve zam an geçtikçe şiddeti ar tan anlaşmazlıkların temel kaynağı haline geliyordu.
Türklere karşı mücadelesinde II. Hüseyin, Arap milliyetçilerinin ve Britanya’nın desteğine güveniyordu. 1914’te Hüseyin’in oğullarından biri olan Faysal, Genç Araplarla ve Şamlı reformistlerle bağlantı k u rm u ştu. Öte yandan Ademimerkeziyetçi P a r t in in temsilcileri II. Hüseyin’e ve diğer Arap idarecilere bir ziyarette bulunacaktı. Aynı yılın baharında, Türk karşıtı bir isyan hazırlamak üzere birleşik Arap cephesi oluşturma girişimlerinin yapıldığı esnada, Şam m ar emirliğinin başkenti H a il’de Arap milliyetçilerinin temsilcileri ve Arap yöneticilerden müteşekkil bir toplantı düzenlenmişti
1914 Şubat’ı ve N isan ı arasında, Hüseyin’in diğer oğlu olan Abdullah, Mısır’daki Britanya Başkonsolosu Kitchener ve Britanya diplomatik ajanı Storrs ile görüşmelere başlamıştı. Britanya herhangi somut bir sözden kaçınsa da bu gibi irtibatların I. Dünya Savaşında ve büyük Arap isyanı esnasında hayati bir rol oynayacak olan İngiliz-Haşimi yakınlaşmasının temellerini attığı görülecekti.
I . D ü n y a S a v a ş i ’ n d a ( 1 9 1 4 - 1 8 )
A r a p Ü l k e l e r i
Emperyalist Savaşta Arap Ü lkelerinin Duruşu
1914 yılında tüm Arap ülkeleri, dünyanın ve etki a lanlarının yeniden bölüşülmesi amacıyla yapılan emperyalist savaşa çekilmişti. 1. Dünya Savaşı’nııı nedenlerinden biri de Arap ülkelerindeki egemenlik müca- delesiydi. Almanya, Türk Sultaıu’nın topraklarında bir tu tunm a noktası kazanmak istiyor ve bu sebeple Britanya’nın Orta D oğu’daki konum unu tehdit ediyordu. Fransa ise Türk iye’den Suriye ve Kilikya topraklarını gasp etme niyetini taşıyordu. Aynı şekilde Britanya da Irak ve Filistin’i zapt etmek ve Mısır’da sağlam bir basamak kazanm ak istiyordu.
Lenin I917’de “Savaş, dünyanın yeniden bölüştürülmesi için en güçlü iki multimilyoner grup -A lm an la r ve Ingiliz-Fransızlar- arasındaki çatışmadan çıkmıştı. İngiliz-ITaıısız kapitalist grup ilkin Almanya’yı soymaya, (neredeyse tamamı ele geçirilmiş) sömürgelerinden m ahrum bırakmaya ve sonra Türkiye’yi yağmalamaya niyetlenmişti. Alman grup ise Türkiye’yi kendisi için almak ve yitirdiği sömürgelerini telafi etmek adına etrafındaki küçük devletleri (Belçika, Sırbistan ve Romanya) zapt etmek istiyordu.” (Lenin Toplu Eserler, Cilt 23, s.335).
İki tarat da kendilerine bağlı olan Arap ülkelerinin topraklarını, ü s lerini, iletişimlerini, doğal kaynaklarını ve insan gücünü kullanıyordu. İngiliz-Eransız blok Mısır, Sudan, Cezayir, Tıımıs, Fas ve Arabistan’daki Britanya nüfuz sahasını kullanırken, Alman-Türk bloku ise Filistin, Suriye, Lübnan, Irak ve Arabistan’ın bir kısmının doğal kaynaklarını ve insan gücünü kendi hesabına göre kullanıyordu. Fakat ne var ki, Arap ülkelerinin resmî olarak iki taraftan savaşa katılmaları halkların asıl tu-
tum unu belirlemiyordu. Esasında iki m uharip güce de d ü şm an d ı la r ve iki bloğun da desteği istikrarsızdı. Arap halkları ecnebi bask ıc ıla r ından nefret ediyorlardı ve emperyalist gruplar bu nefreti b irb ir le r ine karşı oldukça maharetle kullanıyorlardı.
Her m uharip güç düşm anın ın arkasından ulusal bağ ım sız lık h a re ketlerini ve isyanlarını destekliyor ve bunları kendi ih tiyaçları d o ğ ru l tu sunda yönlendiriyordu. Britanya, Fransa ve İtalya em p ery a lizm in e karşı Mısır, Sudan ve Kuzey Afrika ülkelerinde mücadeleler baş gös term işti. Hatta bu mücadeleler Libya ve Fas’ta oldukça şiddetliydi. Fransızlar Arap ve Berberi kabilelerin kendilerini dağlık bölgeden kovm aya çalıştığı Fas’a “ikinci cephe” olarak bakıyorlardı (birinci cepheleri Batı cephesiydi). İtalya ise 1915 itibariyle, yalnızca Libya k ıy ı la r ın d ak i izole noktaları elinde tutuyordu. Dahası, A lmanya ve Türkiye, Libya A rap la r ım Britanya’ya karşı mücadelede kullanıyor ve Libya’d a n M ıs ır’a b ir dizi bedevi saldırısı örgütlüyordu.
Britanya ve Fransa ise karşı blokla mücadelesinde, T ürk iye’ye tabi olan Arap ülkelerindeki ulusal hareketleri kullanıyordu. A rap m illiyetçileri keşif faaliyetleri yürütüyor, Türkiye’ye sabotaj düzenliyor ve Tük karşıtı isyanları kışkırtıyordu.
Türkiye’n in Arap V ilayetlerindeki Politik ve E konom ik D urum
29 Ekim 1914’te Türkiye, imparatorluk üzerinde ö lüm cül sonuçları olan dünya savaşına miidahil olmuştu. Türkiye’nin, A lm an k u m a n d a n lar tarafından da onaylanan askeri planı Kafkasya ve Süveyş Kanalı bölgesinde saldırgan manevraları öngörüyordu. Türk ler in gözü k a ra planı esasında M ısır’ı ele geçirip askerî operasyonları Kuzey ve O r ta A frika’ya kaydırmak yönündeydi. Kanal Bölgesine düzenlenecek olan sa ld ır ı la rda yer almak için toplanan birlikler, Jön Türklerin üçlü yöneticilerinden (triumvir -çev.) A hm ed Cemal Paşa komutasındaki 4. O rd u ’yu o lu ş tu ru yordu. Esasında askerî operasyonlar, Liman von Sanders’in askerî heyetine dâhil olan bir yığın Alman subay tarafından denetleniyordu. 4. Ordu Karargâhının amiri Şam askerî ateşesi Albay Kress von K ressenstein idi. Uygulamada ise o rdunun komutanıydı. Ahmed Cemal esasen “a rkan ın korunm ası” ile meşguldü. Uzun bir savaş için hazırlıksız olan 4. Ordu Suriye ve Filistin’de konuşlanmıştı. İyi yolların eksikliğinden ö tü rü çokça zarar görmüşlerdi. Arkadaşlarına İskenderiye üzerinden İs tan b u l’a deniz yoluyla geleceğinin sözünü veren Cemal Paşa yo lcu luğuna bir b a
taklık denizinden başlamıştı. H alep’teki demiryolu istasyonunda t ren den askerlerin sırtında taşınarak çıkm ak zorunda kalmıştı. D urum her yerde ümit kırıcıydı.
Suriye ve Filistin ekonomisi savaş tecrübesini taşıyacak kadar güçlü değildi. Askerî gereklilik bahanesiyle Türk otoriteleri, sivil nüfusu soyup soğana çevirmeye başlamıştı. Köylülerin sığır ve yiyeceklerine büyük ölçeklerde el koyuluyordu. 1915’te Suriye ve Lübnan’daki hasadın onda dokuzuna el koyulmuştu. Meyve ağaçları da dâhil her yerdeki ağaçlar yakıt için kesilmiş ve sulama sistemi tamamen ihm al edilmişti. Binlerce köylünün topraklarından a lınarak her türlü askerî projelerde çalıştırılması yanı sıra angarya oldukça yaygın olarak kullanılmıştı.
Tarımsal ve endüstriyel üre tim keskin bir düşüş göstermişti. Hatta savaştan önce bile Suriye’de yerli üretim buğday açığı görülmüş ve savaş esnasında buğday ithalatı tam am en askıya alınmıştı. Türk otoriteleri yaklaşmakta olan açlığı engellemek için hiçbir tedbir almamış ve hatta A lm anya’ya gıda ihracı gerçekleştirmişti. Temel malların fiyatları fahiş m iktarlara yükselmiş ve birçok malın satışından vazgeçilmişti. “Karaborsanın” gelişen kralları muazzam servetler elde etmişti.
1915-16 arasında, Lübnan, Suriye, Filistin ve I rak ’ta, özellikle büyük kentlerin yerleşiği olan, yüz binlerce insan açlığın eşiğine gelmişti. Tifüs ve diğer hastalık salgınları her yerde baş göstermişti. 1915 ve 1916 baharında Lübnan ve Suriye’de on binlerce insan hayatını kaybetti. Hatta 1917 itibariyle Suriye’de nüfusun neredeyse onda biri hastalıktan ve açlıktan kırılmıştı. Yalnızca Lübnan’da ölen insanların sayısı 100.000’in üstündeydi. Aynı şekilde Bağdat ve Müslim vilayetlerinde on binlerce kişi ölmüştü.
Savaş, ekonom ik zorluklar ve iktisadi bozukluk ülke çapında kendiliğinden bir hoşnutsuzluk dalgası yaratmıştı. Türk Hükümeti, im paratorluk bünyesindeki Arap nüfusa güvenmiyor ve ondan korkuyordu. Kasım 1914’te hüküm et Cemal Paşa’yı özel bir yetkiyle donatmıştı. 4. Ordu kom utanlığından ayrı olarak Olağanüstü Komiser hakları edinm iş ve mutlak askerî ve sivil iktidarı eline almıştı. Bunun hemen ard ından Arap illerinde sıkıyönetim ilanını duyurmuş, vilayet konseylerini ve sivil mahkemeleri kaldırmış, Dağlık Bölge özerkliğini ilan etmiş ve uluslararası anlaşmalar temelinde çeşitli dinsel gruplara taahhüt edilen her türlü hak ve ayrıcalığı tasfiye etmişti. Ayrıca Cemal Paşa, Arap ulusal bağımsızlık hareketine rahat vermemiş ve çirkince Türkleştirme politikası uygulayarak, Arap kültürünü insafsızca baskı altına almıştı.
Arap halk lar ın ın büyük çoğunluğu savaşa karşı düşm anca bir tavır benimsemişti. Türklerden nefret eder bir durum a gelmiş ve bu yüzden Sultan’ın cihat ilan eden bildirilerine karşı kayıtsız kalmışlardı. Araplar, Alman-Türk ordular ın ın yenilmesinden oldukça m em nun olmuş ve mülteci merkezlerinden Türklerin askerî çabalarını sabote etmeye yö nelik çağrılara hem en cevap vermişlerdi. Cemal Paşa ordusunun yarıya yakınını bir isyan d u rum unda ku llanm ak üzere geride tutuyordu. Fakat bu birliklerin kendileri de çok güvenilir değildi. Üç tüm en askerin ik isi Musul K ürtlerinden ve A raplarından oluşuyordu. Cemal Paşa Türk askeri b irim lerinin dağıtılmasını talep etmişti. T ürk ordusu içindeki Arap askerler arasında savaş karşıtı düşünceler hızlıca yayılıyordu. Kitlesel firar, gönüllü teslim olma ve çarpışmalarda yer almayı reddetme vakaları da oldukça yaygındı. Ayaklanmalar birçok kasabayı yakıp y ık ıyordu. 1916 N isan ında M usul’daki bir garnizon ve birçok Arap garn izonu kazan kaldırmıştı.
1915’te insanların ekmek ve barış için gösteriler düzenlediği Suriye ve Filistin kentlerinde karışıklıklar yaşanıyordu. Kendiliğinden patlak veren isyanlar her yanı kaplıyordu. Nihayet 1916 yılında Cebel-Dürzi’de, Kuzey Lübnan ve Şam’da, Türklere karşı silahlı gerilla mücadelesi başlatılmıştı. Şiilerin kutsal şehirleri olan Necef ve Kerbela’da patlak veren isyanlara 1916 baharında yenileri ekleniyordu.
Arap M illiyetçilerin in Savaşa Karşı Tutumu
Arap milliyetçileri savaş patlak verdiğinde, muhariplere karşı tu tum larında iki kam pa ayrılmıştı. İki alternatife sahiptiler: Ya İtilaf Devletlerinin desteğini ve İngiliz-Fransız işgali ih tim alin i kabul edecek ya da savaşa Türkiye tarafında girip, Osmanlı İmparatorluğu çerçevesinde ulusal talepleri ta tm in edeceklerdi. Milliyetçilerin büyük çoğunluğu Britanya ve Fransa’nın yanında yer alırken, görece küçük ama etkili bir grup da (A bdurrahm an Şahbandar, M uham m ed Kürd Ali ve diğerleri) İngiliz-Fransız işgalinin potansiyel tehlikesini açıkça kavramış ve Panislâmcı “kutsal savaş” sloganıyla Türkiye’nin yanında savaşmayı seçmişti. Cemal Paşa bu grupla irtibata geçmiş ve onlara hemen savaş sonrasında özerk sözü vermişti. Britanya ve Fransa karşıtlığı temelinde Arap-Türk bloğu bir tür o luşturulmuştu. Arap basını cihat (kutsal savaş) sloganını benim sem iş ve Türklerin lehine propaganda yapmıştı. Fakat yine de 1915 ilkbaharı itibariyle bu blokta çatlaklar belirmeye başlamış
tı. Cephedeki yenilgiler, Türklerin şovenist politikaları, açlık ve savaş karşıtı hislerin kitleler arasında yayılması Şahbandar ve arkadaşlarının yanılsamasını dağıtmıştı. Üstelik Cemal Paşa ve Türk H ü k ü m etin in samimiyetini de çoktandır sorgulamaya başlamışlardı. Ayrıca Türkiye’nin çaresizliğinden ve hızlıca bir A lm an sömürgesine dönüşmesinden hayal kırıklığı yaşıyorlardı.
Bu gurubun içine girdiği tereddüt ve milliyetçilerin çoğunluğu ta rafından beslenen Türk karşıtı duygular Ademimerkeziyetçi P a r t in in yerel şubelerine ve Türk karşıtı derneklere dayanan Britanya istihbaratı tarafından sonuna kadar kullanılacaktı. Ademimerkeziyetçi P a r t in in Kahire’deki liderleri Türkiye’den tamamıyla ayrılma ve isyan hazırlıklarına başlama çağrısı yapmıştı. Vekillerini ve propaganda malzemelerini Suriye ve Filistin’e de göndermişlerdi. Britanya uçaklarından atılan bildiriler vergi ve benzeri ödemeler yapmamaları için Arapları çöle çağırıyordu.
Türk karşıtı propaganda, gelişmeleri Kahire’den takip etmeye başlayan Arap nüfusu arasında artan bir ilgiye mazhar olmuştu. Osmanlı illüzyonuna indirilen son darbe 1915 baharında Arap milliyetçilerine karşı toptan bir baskı başlatan Cemal Paşanın bizzat kendisi tarafından gerçekleştirilecekti. Savaş başlangıcında Araplar yanlış tarafta yer alm aktan korku duyuyorlardı. Fakat nihayetinde yapılan seçim Türkiye’nin lehine olmamıştı.
Hatta savaşın ilk aylarında bile, Arap entelektüelleri ve subayları Cemal Paşa ta rafından rahatsız edilmeye başlamıştı. Fransız konsolosluğunda aram a yaptırmış ve Arap ulusal hareketinin birçok seçkin üyesini suçlayacağı materyaller bulm uştu . 1915 H aziranında, cihat sloganının tam am en başarısızlığa uğradığı anlaşıldığında, Araplar Türk karşıtı bir isyanı desteklemeye hazırdılar. Bunun karşılığında Cemal Paşa da bir dizi gazeteyi kapatarak ve Arap ulusal derneklerinin üyelerini kitlesel olarak tu tuklatarak Arap milliyetçilerine karşı kanlı bir mücadeleye başlamıştı. 1916’cla bu mücadele insafsızca devam ediyordu. Yine 1915-16 arasında birçok Arap ulusal askerî mahkemeye ç ıkartılıyordu. Âdenıimerkeziyetçi par tin in liderleri, Genç Arap Derneği, Lübnan Uyanış Derneği ve Arap hareketinin diğer seçkin üyeleri, Britanya ve Fransa ile olan bağlan ve insanları isyana teşvik etmeleri hasebiyle vatana ihanet ile suçlanmıştı. Soruşturm alar esnasında sanıklar işkenceye m aruz kalmış ve tehdit edilmişlerdi. Yargıçlar yasal mevzuatları bir kenara bırakarak Cemal Paşa’nın talim atlarına kenetlen-
inişlerdi. M ahkem e yüzlerce milliyetçiyi ölüm cezasına diğer birçoğunu da çeşitli cezalara m ahkûm etmişti. Abdülkerim Halil, Ridah es-Sulh, M uham m ed M ihm isani, Şeyh el-Zahrawi, Şefik el-Mu’aid, el-Ureisi, selim el-Cezairi ve diğer birçoğu Beyrut ve Şam m eydanlarında asılmıştı.1916 orta la rında savaş mahkemesi toplam olarak 800 Arap ulusal bağımsız hareketi eylemcisini ölüm cezasına çarptırm ıştı .
Yasal cezalandırmaların haricinde Türk otoriteleri, kendilerine sadakatinden şüphelendikleri Arapları kitleler halinde tehcire tabi tuttular. On binlerce insan, özellikle de Arap entelijansiyası, H ıristiyan ve Şii d inî önderler ve seçkin milliyetçilerin aileleri çöllerdeki toplama kam plarına gönderilmişti. Bu sürgünlere bir de soygunlar, katliam lar ve diğer şiddet eylemleri bulaşmıştı. Bu kam plara sürgün edilen insanlar açlıktan ve hastalıktan telef olmuştu.
Böylece Cemal Paşa Arap ulusal cemiyetlerini ezmeyi, liderlerini o rtadan kaldırmayı ve Lübnan, Suriye, Filistin ve Irak nüfusunu terörize etmeyi başarmıştı. Türklerin, Arap ulusal bağımsızlık hareketine 1916 yılında indirdiği darbe en şiddetli ve güçlü olanıydı. Dolayısıyla önder kadroları ve örgütleri yok ederek, imparatorluğun Arap vilayetlerindeki Türk karşıtı isyanları ertelemiş oluyorlardı.
M ısır Ü zerinde Britanya H am il iğ i
Britanya’n ın O rta Doğu’daki temel üssü olan M ısır’daki konum u Filistin, Suriye ve I rak ’taki A lm an-Türk konum u kadar istikrarsızdı. Zira Mısır, hâlâ O sm anlı İm para to r lu ğ u n u n bir parçası olarak g ö rü lüyor ve Britanya tarafından geçici o larak işgal edildiği varsayılıyordu. Bununla beraber Britanya, M ısır’ı diğer sömürgeleri gibi savaşa sokmuştu. 5 Ağustos 1914’te Britanya, Mısır Başbakanı Hüseyin Rüştü Paşa’ya kendilerine düşm an olan tü m güçlerle ilişkilerin tam am en k o parıldığını ilan etmesi için baskıda bulunuyordu. Bu açıklama, Mısır halk ın ın Britanya’nın karşısında savaşa giren h içbir ülke vatandaşı ile ticari ya da diğer herhangi bir ilişki geliştiremeyeceği an lam ına geliyordu. Ayrıca Mısır gemilerinin düşm an l im an la r ın a uğraması da yasaklanmıştı. Bununla beraber M ısır halkına, Britanya’ya tü m olası yardım ları yapm ak üzere çağrıda bulunulm uş ve Britanya ordu ve d o nanm asın ın M ısır toprakların ı ve l im anların ı ku llanm asına razı o lu n muştu. Savaş esnasında işgal b irlik lerinde h izm et eden İngiliz yazar Yarbay F lgood’a göre bu b ild ir in in sonucu işgal güçlerine karşı d u y u
lan derin b ir güvensizlik ve M ısır h a lk ın ın tü m sın ıfları arasında b ü yüyen fakat şimdiye dek gizlenmiş olan büyük bir nefret hissi olmuştu. Sonuçta, Britanya ile olan bağları M ısır’ı, h akk ında hiçbir şey b ilm ediği bir savaşa çekmişti. Savaşa girer girmez Britanya 1888 A nlaşm asın ı ihlal ederek Süveyş Kanalı Bölgesini işgal etmiş ve b ir dizi acil politik önlemler tahsis etmişti. Aynı şekilde 18 Ekim 1914 K ararnam esi’yle, savaş süresince halk hoşnutsuzluğunu bastırabilirle an lam ına gelen parlam ento an laşm ası iki aylığına askıya alınacaktı. Benzeri erte lem eler diğer birçok özel d u rum da da gerçekleştirilmiş ve parlam ento savaş süresince bir kez dahi toplanam am ıştı.
20 Ekim 1914’te hüküm et “illegal toplantı” üzerine bir kararnam e de yayınlamıştı. Yetkililerin izni o lm adan dörtten fazla Mısırlı bir a ra ya gelirse suç işlemiş kabul edilirdi. 2 Ekim 1914’te de sıkıyönetim ilan edilecekti. Ülkedeki en üst o torite Britanya kuvvetlerin in b aşk u m an danı olan General Maxwell’in eline geçmişti. Askerî d iktatörlük rejimi artan bir terörizm le yerleşiyordu. Ulusal harekete katılan binlerce burjuva entelektüel, doktor, avukat, öğretmen, subay ve öğrenci hapse ya da toplama kam plarına atılmış, uzak vahalara ve M alta’ya sürgüne gönderilmişti. Hizbul Vatan Partis i’nin lideri Ali Kamil tu tuk lanm ış ve milliyetçilerin gazeteleri kapatı larak diğer tü m gazeteler de sıkı bir sansüre uğramıştı.
Britanya savaştan faydalanarak, M ısır’ın zaptını meşru kılmaya karar vermişti. 18 Aralık 1914’te Britanya Dışişleri Sekreteri, Mısır’ın Türkiye’den ayrıldığını ve Britanya hamiliğinin sağlamlaştırıldığını ilan etmişti. Kolonyal yönetimin başına “diplomatik” temsilci olarak atandığı halde ülkeyi bir sömürge valisi gibi yöneten Genel Konsolosun yerine Yüksek Komiserlik m akam ı getirilmişti. Bu yetki 1914 yılında M cM ahon’a verilmiş ve Kasım 1916’da da VVingate’e devredilmişti. Sıkıyönetim yürürlükte olduğu esnada bu komiserler başkomutanın astı olarak kalmış ve adeta askerî yönetimin elindeki bir araç o lm uştu. 19 Aralık 1914’te İstanbul’da bulunan ve kolonyal otoritenin çıkarlarıyla ters düşen Hidiv II. Abbas görevden alınmıştı. Yerine de yamağı olan Hüseyin Kamil Paşa getirilerek sultan unvanı ile ödüllendirilmişti. Hüseyin Kamil 1917’de öldüğünde oğlu Kemaleddin bir Britanya kuklası olmayı reddedeceğinden tahta çıkmayı da kabul etmeyecekti. Böylece Britanya taht için, İtalya’da yetişmiş ve İtalyan ordusunda hizmet etmiş olan İsmail’in küçük oğlu Prens Ahm et Fuat’ı bulm uştu . Üstelik hemen savaşın arifesinde İtalya, Ahmet Fuat’ı Arnavutluk kralı olarak ilan et
mişti. 9 Ekim 1917’de de Britanya ta rafından Mısır tah t ına getirilmişti. Valentine Chirol, A hm et Fuat’ın Britanya tarafından seçilmesinin nedeni onun olağanüstü yetenekler sergilemesi değil aksine Mısır’da çok az çevresinin olması ve Britanya desteğine güvenmek zorunda bırakılma- sıydı diye yazmaktaydı.
Savaş ve M ısır Ekonomisi
Britanya, Türkiye’ye karşı savaşa girdiğinde, resmî olarak “mevcut savaşın yüküm lü lüğünü kendisinin” üstleneceğini ve M ısır’ın yardım ına başvurmayacağını açıklamıştı. Fakat gerçek oldukça farklıydı, Britanya Mısır’ın doğal kaynaklarını ve insan gücünü hoyratça kullanmıştı. Henüz savaşın ilk günlerinde M ısır topçu birliği Süveyş Kanalın ı k o rum ak üzere görevlendirilmişti. Mısırlılar savaş sırasında da, yardımcı kuvvetlerde ve işçi kam plarında da kullanılmıştı.
Mısırlılara bu işçi kam plarında yılda iki ya da üç kez görev veriliyor ve her seferinde 135.000 kişiye kadar toplanıyordu. Resmî olarak bu to p lama bir gönüllü katılım görünüm ündeydi fakat aslında önemli bir idari baskı ve yozlaşma söz konusuydu. O m dis (köyün yaşlıları) rüşvet karşılığında köylüleri a l ıkonulmaktan m uaf tutuyor ve kendileriyle bağlantısı olmayanları da ücra köşelere gönderiyordu. 1917’de gönüllülük sistemi kaldırılmış ve Britanya asker toplama yetkilileri alenen çalışmaya başlamıştı.
Peki, bu işçi kampları tam olarak neye benziyordu? Neden köylerin bütün erişkin erkek nüfusu, bu kam plar yüzünden, çöllere kaçıyordu? Açlıktan ölen bu insanlar “gönüllü” o lm anın m üphem şerefinden neden uzak duruyordu? Polis ve asker neden kaçak “gönüllülerin” topraklarını arayıp tarıyor ve onları m uhafızlar eşliğinde kışlalara getiriyordu? Çünkü işçi kam plarında hizmet etmek en ağır ceza türüydü ve savaşın tüm pis işleri bu kamplarda yaptırılıyordu. Hendek kazıyor, tahkim atlar kuruyor, çöl boyunca su şebekeleri ve demiryolları inşa ediyor ve sırtlarında inanılm az ağır yükler taşıyorlardı. Genellikle düşman saldırısıyla ilk karşılaşan da bu birliklerdi. Britanya, Sina Çölünü aşıp Filistin’e yöneldiğinde Mısırlılar önde giderek bedenleriyle ve emekleriyle yol açmıştı. “Bedensel güvenlik açısından bakıldığında, Filistin seferinde ön cephelerde bu birliklerle İngilizler arasında çok da fark olmadığı g ö rü lecekti” diye yazmaktaydı Yarbay Elgood. İkisi de düşm anın bombaları ve ateşiyle yüz yüzeydi (P. G. Elgood, Mısır ve Ordu, Oxford Üniversitesi
Yayınları, 1924 s. 86-87). Öyle ki bu işçi kamplardaki kayıplar 30.000’i geçiyordu. Dahası, yaklaşık olarak bir milyon M ısır fellahı bu cehennemden geçecekti, işçi kam plardaki hizmet süresi 6 aydı. Bu süre so nunda birliklerdeki insanlar yaralandıkları veya bitkin düştükleri için Britanya bunları taze insan gücüyle değiştirmeyi tercih ediyordu.
Britanya işçi kamplarını yalnızca Süveyş hattı boyunca kullanmadı. Ellerindeki kürekleriyle Mısır fellahlarma Gelibolu’da, Mezopotamya’da veya Lorrain’de rastlanabilirdi. Resmî verilere göre sadece 1916’da 10.000 fellah Fransa’ya, 8.000’i de M ezopotamya’ya gönderilmişti.
Mısır limanları, ulaşım, endüstri ve tarım araçları, Britanya ordusunun emri altına geçmişti. Mısır ekonomisi tam am en yeni bir doğrultu üzerinden düzenlenmişti. Halkı ve Mısır’da konuşlanmış 275.000 kişilik Britanya ordusunu beslemek için bir dizi acil önlem alınmıştı. İngiliz yetkililer 2 Ağustos 1914’te temel malların ihracım yasaklamış ve fiyatlar üzerinde kontrol mekanizmaları kurmuştu. Savaş, buğday ithalatını zorlaştırmış ve bir yiyecek kıtlığıyla yüzleşen İngiliz yetkilileri tahıl ü re timini hızlandırmıştı. 1915’te pam uk için ayrılmış alanları zorla sınırlayıp buğday ve pirinç için geniş alanlar açmışlardı. Zira pamuk plantasyonlarının kapladığı alan 1914’te 1.775.000 feddandan 1915’te 1.186.000 fe d dan a düşmüştü.
Fakat çok geçmeden, Britanya savaş endüstrisi için pamuk kıtlığı yaşamaya başlamış ve tüm kısıtlayıcı tedbirleri feshetmek zorunda kalm ıştı. Pamuk üretimi yeniden eski seviyelere ulaşmış ve liyatlar da yaklaşık üç katına çıkmıştı; 1913 yılında kantarı 14 liradan 1917’de 38 liraya. Pamuk yetiştiricileri, tüccarları, dolandırıcıları ve her türlü aracıları bu p a 11 a m a d a n /, e n g i n 1 e ş m i ş t i.
Savaş ve kopan uluslararası ticaret bağlan yerel Mısır endüstrisinin gelişimini teşvik etmişti. Savaş, yerli sermayenin ihtiyaç duyduğu korunm a için başarılı bir ikame sağlıyordu. Endüstriyel ü rünler artık yurt dışından ithal edilmiyor ve ortaya çıkan boşluğu doldurm ak için de ulusal sermaye harekete geçiyordu. Böylece tekstil, d ikim , deri, ayakkabı, şeker, ispirto, mobilya ve diğer endüstrilere ait yüzlerce küçük yerli veya yarı-yerli zanaat işletmesi açılacaktı. Sanayide istihdam edilen insan sayısı 1907’de 367.000’ken bu rakam 1917’de 231.000’i ücretli işçi olmak üzere 489.000’e çıkacaktı.
Mısırlı toprak sahipleri, tüccarlar ve işadamları savaş sayesinde daha önce hiç olmadığı kadar zenginleşmiş ve Mısır ulusal sermayesinin konum unu önemli ölçüde güçlendirmişti. Fakat Mısır burjuvazisinin
zenginleşmesi yine de onu Britanya finans kapitalinin ve sömürge yönetim inin vesayetinden kurtaram am ıştı. Aksine savaş sırasında M ısır’ın finansal ve ekonom ik bağımlılığı artmıştı. 2 Ağustos 1914’te Britanya otoriteleri Mısır Ulusal Bankası ta ra fından çıkarılan tahvillerinin tak asını durdurdu ve piyasaya zorla kâğıt para sürdü. Ulusal B ankan ın altın rezervleri Britanya Hâzinesine devredilmişti. Yetkililer tü m altın ve g ü müş paraları dolaşım dan çekmiş ve bunları kâğıt parayla değiştirmişti.1916 Ekim inde altın karşılıklı M ısır banknotlar ı geri çekilmiş ve yerine Britanya Hazine tahvilleri ve sterlin karşılığı getirilmişti. Mısır poundu, Britanya poun d u n a bağımlı hale gelmiş ve böylece Mısır da sterlin bölgesine dâhil olmuştu. Bu sayede Britanya, Mısır’daki savaş harcam alarını bir gram altın ku llanm adan ödeyebilecekti.
Savaş sırasında dolaşımda olan para m iktarı keskin bir artış sergilemişti. 1914 sonunda dolaşımda yalnızca 8.250.000 £ kâğıt para vardı. 1919 sonuna gelindiğinde ise bu rakam yaklaşık o larak sekiz katma çıkmıştı. Enflasyon sayesinde ürün ler in ama özellikle de temel malların fiyatları artmıştı. Toptan eşya fiyatları endeksi 1913’te 100’den, 1918’de21 Te çıkmıştı. Bu fiyat artış larından en çok zarar görenler elbette Mısırlı çalışanlar olmuştu. Resmî bir Britanya raporu fiyatlardaki, özellikle de ekmek, giysi ve yakıt gibi temel m alların fiyatlarındaki daha önce görülmemiş sürekli artışın, gelirleri, a r tan yaşam maliyetlerini karşılamayan alt sınıfların sırtına çok ağır yükler yüklediğini yazıyordu. Asgari geçim maliyetleri o rta lam a ücret seviyesinin oldukça üstündeydi.
Köylüler de oldukça yoksullaşmıştı. Savaşın ilk aylarında Britanya, köylülerin tahıl ve sam anına el koymaya başlamıştı. El konulan m allara piyasa fiyatlarının altında ve oldukça geç ödemeler yapılıyordu. Tabi bu oyunda yozlaşma da hemen yerini alacaktı. Resmî toplayıcılar köylülerden vergiyle sabitlenmiş m ik ta rların üstünde buğday alıp, piyasada spekülatif fiyatlardan satıyordu. Koşum hayvanlarının, eşeklerin ve develerin de toplanması, durum u köylüler için bir felakete dönüştürm üştü . Bunun için b ir karşılık temin etmek neredeyse imkânsızdı. Üstelik uzun çilelerden sonra alınacak olan karşılıklar yeni hayvanlar almak için yeterli olmayacaktı.
Kızılhaç ve Kızılay için yapılan zorunlu toplamalar fellahların nefretle dolmasına neden oluyordu. T ü m Britanya yetkilileri şantaj rekoru kırıyordu ve toplanan meblağlar Kızılhaç’a u laşm adan şantajcıların ceplerine gidiyordu.
Savaş Esnasında M ısır U lusal B ağım sızlık Hareketi
Buğdaya ve hayvanlara el koyulması, gasplar, seferberlik, Mısır taşrasının talan edilmesi, terörist rejim ve askerî diktatörlük ülkenin dört bir yanında derin bir hoşnutsuzluğa neden olmuştu. Fakat bu öfke, örgütlü bir politik mücadelede kendisine çıkış noktaları bulamıyordu. Mısır ulusal bağımsızlık hareketi ciddi bir krizin eşiğindeydi. Çünkü Mısır büyük burjuvazisi ve feodalleri savaş sebebiyle gittikçe zenginleşiyor ve bu yüzden Britanya’nın yanında yer almaya devam ediyordu. Gazeteler ve siyasi partiler geçici olarak da olsa Britanya hâkimiyetine eklemlenmiş ve işgal güçleriyle herhangi bir uzlaşmazlığa girmekten özellikle kaçınmıştı. Ne hüküm et, ne de Parlamento ülkeleri üzerindeki Britanya hamiliğini protesto etme girişiminde bulunuyordu. Anti-emperyalist mücadeleyi sürdüren ve Ulusal P a r t in in etrafında toplananlar yalnızca küçük burjuvalar ve milliyetçi görüşlülerdi. Askerî terör rejimi, tu tuk lamalar, sürgünler ve milliyetçi gazetelerin kapatılması wataneunlarin eylemlerini önemli ölçüde engelliyordu. Aslında bu unsurlar da kendilerini yurt d ışındaki (Cenova ve Berlin) protestolarla ve tertipledikleri terörist eylemlerle sınırlıyordu. 8 N isan ve 9 Temmuz 1915’te Britanya kuklası olan Sultan Hüseyin K am ile , 10 Ağustos’ta Başbakan Hüseyin Rüştü Paşaya ve 4 Eylül’de de vakıflar bakanına suikast girişiminde bulunmuşlardı. Bu başarısız terörist saldırı dizisi M ısır’da hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Aksine milliyetçiler kendilerini halk tan ve gündelik ihtiyaçlarından soyutlayarak kabuklarına çekilecekti. Hoşnutsuzluğun kendiliğinden ortaya çıkan belirtileri bir yol göstericiden yoksundu ve bu sebeple anti-emperyalist mücadeleye aktarılamıyordu. İngiliz tarihçi Young’a göre her eğitim kurum u ve üniversite katı bir Britanya karşıtı propagandaya ev sahipliği yapıyordu. Mısırlılar, diye yazıyordu Young, küçük milletlerin (minor nations) bağımsızlığı için ilan edilen savaşın, aslında bu milletlerin Batılı güçler arasında paylaştırılması olduğunun bilincine varmıştı. Mısır sadakatinden ötürü bağımsızlık sözüyle ödüllendirilmemiş hatta aksine, hamilikle bağımlılığın altı çizilmişti.
Britanya is tihbarat servisi K ahire’deki ulusal hareketle mücadele edebileceği bir Arap Bürosu ku rm uştu . Arap Bürosu, Albay Lawrence (o zam anlar üsteğmen), Britanya İs tihbara tına T ürk ordusu hakk ında detaylı bilgiler sağlam ak için savaş arifesinde Jön T ürk ler in yönetici çevresiyle yakın ilişkiler geliştirmiş olan İs tanbu l’dak i eski Times m u habiri Philip Graves, W inston C h u rch il l ’in yakın dostu ve sonrasında
da Mısır Yüksek Komiseri olan Lord Lloyd, Arap u zm an ı H ogarth ve savaş öncesinde, askerî operasyonların bir tiyatrosuna dönüşecek olan Güney Filistin’in topografik a raş t ırm ala r ın ı yapan Binbaşı Newcombe gibi ünlü Britanya istihbarat subaylarından oluşuyordu. Bu casus y u vasının başında ise Albay Clayton bulunm aktaydı. Arap Bürosu Mısırlı milliyetçilere eziyet çektirirken aslında aynı zam anda Suriye ve Filistin milliyetçileri ile olan bağları vasıtasıyla Türklerin a rkasından yıkıcı eylemler düzenliyordu. Hatta M ekke Şerifi Hüseyin el-Haşimi ile g ö rüşmeler başlatıp 1916 yılında Hicaz Arapları aras ında T ürk karşıtı bir isyan tertiplemişlerdi.
Askerî Operasyonlar (1914-16)
O rta Doğu’daki askerî faaliyetler Kasım 1914’te başlamıştı. Britanya ve Türkiye arasında savaş ilan edilmesinden iki gün sonra, 7 Kasım 1914’te Britanya ve Hindistan birlikleri Şattülarap ağzında kıyıya inip kuzeye doğru saldırıya geçmişti. 21 Kasım’da Basra’yı ve 9 A ra lık’ta da El-Kurna’yı ele geçirerek güney I rak ’m işgalini tamamlamışlardı. Fakat bu, aynı zam anda İngilizlerin bu bölgedeki başarısının da sonuydu. 1915’te Bağdat’a doğru ilerlemek için yaptıkları girişim tam am en hezimetle sonuçlanacaktı. Aynı yılın Kasım ayında Ctesiphon’da yenilgiye uğramış ve A ra lık’ında da Kut el-Ammara’da bulunan Generel Townshend’in 10.000 kişilik birliklerinin etrafı kuşatılmıştı.
Fakat İngilizler bu yenilgiden kurtu lup, kolayca toparlanarak 1916 yılının ikinci yarısında tekrardan saldırı pozisyonuna geçmişti. Sina Yarımadasındaki hareket sahasında kontrol Türk-Alman kum anda- sındaydı. Ayrıca Türkler, uzun bir hazırlık dönem inden sonra, Süveyş Kanalı bölgesine geniş kapsamlı bir saldırı başlatmıştı. 10 Ocak 1915’te sekiz Türk bölüğü Sina Yarım adasında Gazze-Kantara ve Ma’an-Süveyş yönlerine doğru iki kola ayrıldı. O n altı günde yürüyerek 400 km yol katettikten sonra kanalın doğu kıyısında pozisyon almışlardı. İngilizler onları, Fransa ve Britanya savaş gemileri ve deniz uçaklarıyla desteklenen, Yeni Zelandalı, AvustralyalI ve İngiliz-Hindistan birliklerinden oluşan 50.000 kişilik bir güçle karşılamıştı. İngilizler Y arım adanın ta m am ını savunm a girişiminden ziyade, Süveyş K ana lın ın acil savunusu planını benimsemişlerdi. 2 Şubat 1915 gecesi Türkler, sonunda tam am en yenilgiye uğrayacakları bir saldırı başlatacaktı. Kanalın batı kıyısına geçen öncü birlikler bozguna uğratıldı. İki hafta sonunda m ühim m at ve
yiyecek kıtlığ ından ö tü rü Gazze ve Ma’an’daki başlangıç üslerine geri çekildiler.
Kanala düzenlenen ilk sa ld ır ın ın başarısızlığa uğram asın ın a r d ın d an A lm an-Türk kom utasındaki düzenli bedeviler, doğudan ve batıdan M ısır’a saldırd ılar fakat bu saldırılar da bir etki yaratamadı. Üstelik politik arenada da bir sonuç alınam am ıştı. Cemal P aşan ın 4. O rd u su n d a son derece isteksiz savaşan bedeviler, M ıs ır’da hiçbir destek bulam am ıştı. Türklerin Arap desteği kozu tu tm am ış t ı . İngilizler, Süveyş Kanalı bölgesinde tah m ik a tla r oluşturm uş ve 1916 yılı itibariyle bu bölgede 275.000 kişilik bir ordu toplamıştı. 1916 yılın ın Nisan ve Ağustos ayları aras ında Türk güçleri Süveyş K a n a l ın a sa ld ırm ak için iki girişimde d a h a bulunacaktı. Kress von Kressenstein kom utas ındaki Alman subaylar operasyonları denetliyor ve A lm an-A vusturya b irlikleri de bu seferde doğrudan bir rol oynuyordu. Fakat bu saldırılar İngilizler ta ra f ın d an geri püskürtü lm üştü . Türkiye denizde de benzeri b ir başarısızlık sergiliyordu. İngiliz-Fransız donanm ası Suriye kıyılar ına demirlemiş ve küçük birlikler ve kıtalar halinde kıyıya inm işti ve Britanya gemileri Arabistan’ın Kızıldeniz kıyılarını geçişe kapatmıştı. Britanya 1915 yılında, Arap Y arım adasında d o n an m ala r ın ın da desteğiyle, Türk-Yemen birlik lerin in A den’i ele geçirmek için yaptığı tüm sald ırıları başarıyla geri püskürtm üştü . M uham m ed el-İdrisi’n in Asir’de eylemlerde b u lu n an isyancı birlikleri, iki ya da üç T ürk kıtasını d u rd u ra rak ve Yemen’i kuzeyden taciz ederek İngilizlere kayda değer bir y a rd ım da bu lunm uştu . Britanyalıların Kuzey A rabis tan’daki faaliyetleri de etkili oluyordu. Yıkıcı çatışmaları k ışk ır ta rak Ş am m ar Raşidilerini etkisiz kılmış ve bu sayede I rak ’ta b u lu n an işgalci Britanya birlik lerin in sol kanadın ı güvenceye almışlardı. Sina cephesi Britanyalılar için hayati bir öneme haizdi. Aslında Süveyş K analındak i ça tışm aların so nucunu, İskenderiye’ye askerî b irlik le rin i indirerek ve Suriye’de bir isyan k ışk ır tarak etk ilem e niyetindeydiler. Fakat Cemal Paşa milliyetçi liderleri acımasızca cezalandırm ış ve Fransa, Britanya’n ın kendi nüfuz a lan ın ı tek taraflı işgal etmesine i tiraz etmişti. B unun üzerine Britanya güçleri Sina Y arım adasına sald ıracakları başka bir alternatife yönelmişlerdi. Bu yeni plan gereği H aşim ilerin , Hicaz’da k ışk ırt ılacak bir isyanda sergileyeceği tavır özel bir önem e kavuşmuştu. T ürk güçlerinin yönünü sap tırm an ın yanı sıra olası b ir isyan, Britanya o rdusunun sağ k an ad ın ı koruyacak ve Filistin’e karş ı düzenlenecek bir seferi oldukça kolaylaştıracaktı.
H icaz’da Arap İsyanı İçin H azırlıklar
1915 ile 1916 ydları arasında, İngiliz diplomatları ve istihbarat ajanları, Hicaz’da bir isyan için hazırlıklarını hızlandırdılar, İngilizlerle Abdullah el-Haşimi arasında irtibat, savaşın patlak vermesinden önce kurulmuş, kısa süre sonra tekrarlanmıştı.
İngilizler, H aşimileri teşvik edip bir isyan çıkarm ak suretiyle d u ru m dan istifade etmeyi amaçladılar. Hicaz’da şartlar İngiltere’n in lehineydi. Hicaz valisi Şerif Hüseyin el-Haşimi ile Türk H üküm eti arasındaki gerilim hızla tırm anıyordu. Hüseyin, savaşı ihtiraslı p lanların ı gerçekleştirmek için kullanm aya hevesliydi. Cihat ilan etmeyi reddetti ve savunma tedbirlerinin uygulanm asına yönelik tü m girişimleri baltaladı. Üstelik 1915’te Türklere karşı bir gerilla savaşı başlatmış olan Hicaz aşiretlerini de arkasına almıştı.
Hüseyin yine de kararsız kalmış ve bencil p lan lar ın ın iç yüzünü gördüğü İngilizlere güvenmemişti. Örs ile çekicin arasında kaldığının farkındaydı. Nispeten geniş Türk birlikleri Hicaz’da konuşlanmıştı, öte yandan Kızıl Deniz’de ise Hicaz’daki l imanları ablukaya alıp, gıda tem in in i durdurması an meselesi olan İngiliz savaş gemileri bulunmaktaydı. Bu yüzden Hüseyin, kendisi açısından doğru olan zam anı bekledi. 18 ay boyunca kaçamak, zikzaklı bir politika izleyerek, bir yandan İngilizlerle pazarlığı sürdürürken, diğer taraftan da özel temsilcilerini aşiret liderlerine ve Suriyeli milliyetçilere gönderiyordu.
1915’in ilkbaharında, Hüseyin’in oğullarından Em ir Faysal Şam’a gitmiş ve orada Cemal Paşa tara f ından karşılanmıştı. Faysal bu sırada Suriyeli milliyetçilerle de irtibat kuracaktı. Özel olarak da, Genç Arapların temsilcileri ve subayların gizli teşkilatı olan ve daha sonra kendisinin de katılacağı El-Ahd ile görüşmeler yaptı. Kaderin bir cilvesi sonucu, bu m üm taz milliyetçi, bir grup Suriyeli milliyetçi liderin infazına onur konuğu olarak davet edildi.
Suriyeli milliyetçiler Faysala Türk lere karşı İngil iz lerin safına geçmesi için baskı yapıyordu. N ihayetinde İngiliz-Arap işbirliğ in in şa r tların ı ortaya koyan bir protokol haz ır lanm ıştı . Şam Protokolü olarak bilinen bu belge 1915 M ayısında yazıya döküldü. Şam Protokolü’ne göre, İngiltere A rap devletini “doğal sın ırları” içinde tanıyacak ve onun bağım sızlığ ın ı garanti edecekti. Burada “doğal s ın ır la r” ile kastedilen bölge, kuzeyde 37. paralele dek uzanıyor ve Suriye, Filistin, Irak ile Aden haric indek i b ü tü n Arap Y arım adasın ı kapsıyordu.
İngiltere aynı zam an d a kap itü lasyonların kald ır ı lm asın ı da g a ran ti edecekti. B unun karşılığında, milliyetçiler, İngilizlerle m üstakbel bağım sız Arap devleti arasında b ir savunm a ittifakı imzalam ayı ve İngiltere’ye 15 yıl süreli ekonom ik ayrıcalıklar tan ım ay ı kabul edeceklerdi. Şam Protokolü, Arap ulusal özgürlük h a rek e tin in ta r ih in de önemli bir d ö n ü m noktasıydı. Aynı zam anda A rap feodalleri ile Suriye, Irak ve F ilistin burjuvazisi a rasında bir it tifakı da simgeliyordu. İttifak, H aşim iler’in Arap d ü nyas ındak i k o n u m u n u daha da sağlam laştırarak , on la ra aynı zam anda İngiltere ile d ip lom atik oyunda kullan ılacak yeni kozlar sağladı. Faysal’m Hicaz’a dönüp Şam ziyare tinde yaşananları nakletmesiyle birlikte, H üseyin İngilizlerle - a r t ık kendisiyle M ıs ır ’dak i İngiliz yüksek komiseri M cM ahon a ras ın da bir m ektup değiş tokuşu şeklini a la n - pazarlık lara kaldığı yerden devam edecekti. 14 Temmuz 1915 ta r ih l i m ek tubunda , Hüseyin, Şam P ro to k o lü n d e belirlenen maddelere bağlı kalınm ası şartıyla, işbirliği önerm işti . O sırada müttefikleri ile T ürk iye’nin savaşın a rd ın d an paylaşılmasına ilişkin görüşmeler y ü rü tm ek te olan İngilizler, H üseyin’in istekleri, özellikle de toprak talepleri karşısında afalladılar ve tü m bun la ra yanıtları d ip lom atik bir red oldu.
Hüseyin ise bir İngiliz-Arap m utabakatında ısrar ederek, müstakbel Arap devletinin sın ırlarının tan ınm asın ı da bu m utabakatın vazgeçilmez bir şartı olarak öne sürmüştü. 1915 yılının sonunda, Aden’deki k u şatm anın seyri ve Mezopotamya’da ve Çanakkale’deki yenilgilerin sonucunda İngiltere’n in aleyhinde bir m anzara ortaya çıkıyordu. Bu ise Araplardan gelecek işbirliği ve yard ım ı son derece değerli hale getirdi. Bunun üzerine İngilizler, Haşimiler’in muhtelif talepleri karşısında bir tak ım ödünler vermeye karar verdiler. Londra’da yürü tü len m üzakerelerin ardından, 24 Ekim 1915 tarih inde McMahon, Hüseyin’e, sonradan M cM ahon-Hüseyin Antlaşması olarak bilinecek bir m ektup göndermişti. Bu mektupta McMahon, Hüseyin’e onun Şam Pro toko lüne uygun olarak teklif ettiği sınırlar içerisinde bir Haşimi Arap devletinin bağım sızlığının tan ınacağına dair söz veriyordu. Ancak aşağıdaki bölgelerin hariç tutulmasını şartıyla: (a) Arap Yarımadasındaki İngiliz bağlı devletleri, (b) Halep-Ham a-H um us-Şam hattın ın batısındaki bölge; diğer bir deyişle Fransa’n ın üzerinde hak iddia ettiği Batı Suriye, Lübnan ve Kilikya.
Basra ve Bağdat vilayetleri sınırlarındaki bölgeler Arap devletinin egemenliği altında kalacaktı, ancak İngiliz denetimine girdiler. Son ola
rak, İngiltere, Arap devletine dan ışm anlar gönderme imtiyazı elde etme ve onu dış saldırılardan “korum a” hususlarında ısrarcı olmuştu.
M cM ahon’un 24 Ekim 1915 tarih li mektubu Hüseyin’i m em nun etmeyecekti. Hüseyin, Arap devletinin sınırları ve İngiltere ile gelecekteki ilişkileri gibi ihtilaflı hususların çözümünde diretse de sonunda pes ederek tartışmayı savaş sonrasına ertelemek zorunda kaldı. İngilizler, Hüseyin’e silah ve ekipm an desteğinin yanı sıra ona ve oğullarına aylık60.000 sterlinlik ödenek taahhüdünde bulunm uştu
Türklerin tu tum u, Haşimiler’in bocalamalarına son verdi. Babıali, Hüseyin’i Hicaz’ın bağımsız ve verasete dayalı hâk im i olarak tanımayı reddetti, Arap milliyetçilerinin affedilmesi için yaptığı ricayı da geri çevirdi. Nisan 1916’da, Türk askeri mahkemesi, bir dizi ö lüm cezasını daha onaylayacak ve çok yakında sıra Hüseyin’e de gelecekti. Türkler ayrıca Hicaz’a geniş takviye birlikleri sevk etmeye hazırlanıyorlar ve bunların eşliğinde yeni b ir Mekke emiri yolluyorlardı.
1916, H icaz İsyanı
Tüm bu şar tlar ın da zorlamasıyla son tereddütlerinin de üstesinden gelen Hüseyin’in çağrısıyla harekete geçen Araplar 5 Temmuz 1916’da Türklere karşı bir isyan başlattılar. Hüseyin’in oğulları Abdullah, Faysal ve Z ahit’in komutasındaki aşiret birlikleri hızla Cidde şehri ile Yenbo ve U m m Leji l im anların ı ele geçirerek, Mekke’de Türkleri 3 ay sonra teslim olacakları kaleye sıkıştırdı. Taif’teki Türk garnizonu Eylül 1916’da düştü. Bu zam ana kadar Medine’deki Türk güçlerinin bir kısmı ablukaya alınmış, geri kalanlarsa Hicaz dem iryolunun güvenliğiyle uğraşmak zorunda bırakılmıştı. Asir ve Yemen’deki Türk birlikleriyse bütünüyle bağlantısız hale getirilmişti.
Hüseyin’in bu ilk başarısının sırrı baskın fak töründe yatıyordu. 10.000’den az adam la Hicaz’da 50.000 asi bedeviyle boy ölçüşen Türkler gafil avlanmıştı. Bununla birlikte asilerin eğitimi ve örgütlülüğü yetersizdi. Ancak at s ırtında savaşabiliyor, süngü savaşı hakkında hiçbir şey bilmiyor, toplar ve makineli tüfekler karşısında çaresiz kalıyorlardı. Ayrıca disiplinden de yoksunlardı. Piyade ya da topçu sınıfına sahip değillerdi ve sahip oldukları tüm silah 10.000 eski model tüfekten ibaretti. Pek çoğu yalnızca kendi bölgelerinde savaşacak, aşiretlerin bir bölümü ise isyanda yer almayı reddedecekti.
Tüm bun ların sonucunda, ilk galibiyetleri yenişememeler takip etti. Türkler asileri M ed in e’den uzak laştırd ılar ve bu kent savaş boyunca teslim olmadı. Suriye’den Hicaz dem iryo luna takviye güçler sevk edildi ve Türkler b un la r içerisinden, u zu n siper savaşlarına yönelik özel Hicaz kıtaları o luşturm aya başladı. Bu gelişmelerin etkisiyle Hüseyin İngilizlerden yard ım isteyecekti. Buna karşılık Ingilizler, onun yard ım ın a gitmek için acele etmediler, zira onlara göre isyanın amacı İngiliz birliklerini değil, Türk b irlik lerin i Hicaz’a yöneltmekti. Üstelik İngiltere isyancıların esas gücü elde etm esine karşıydı, zira bu güç onu daha sonra Arapların ulusal taleplerini kabul etmeye zorlayabilirdi.
Hüseyin’in uçak, top ve piyade tugayı gibi istekleri geri çevrildi. İngilizlerin Hicaz’a silah nam ına tü m gönderdikleri, ufak çapta sevki- yatlarla ve ciddi gecikmelerle gelen hafif ve eski silahlardı. 1916 yılının sonunda Faysal ve Z ah it’e bağlı güçler içinde beş adama yalnızca bir tüfek düşüyordu. Silah yerine İngiliz ve Fransız askerî eğitmen ve danışm anlar yollanıyordu. Bunlar Arapların gerilla savaşından başka bir tarza uygun olmadıkları sonucuna ulaştılar. Bu danışmanlar, Hicaz demiryoluna sabotaj amaçlı gerçekleştirilecek gerilla baskınları için bir plan hazırlamış ve M edine’yi ele geçirmek için hazırlanmış olan esas p landan da vazgeçmişlerdi. Türk kurmayı bu m anevranın amacını fark ederek birliklerine Hicaz’dan Filistin’e çekilme talimatı verecekti. Buna karşın M edine’deki Türk garnizonunun komutanı Fahri Paşa bu emre uymayınca, her şey olduğu gibi kalmaya devam etti.
Hicaz isyanı Britanya ve Hüseyin arasındaki politik sürtüşmeyi dindirmeye yetmedi. İsyanın patlak vermesinden yalnızca birkaç gün sonra, bu ikili arasında keskin farklılıklar belirdi. 27 Haziran 1916 tarihinde Hüseyin, tü m dünya M üslümanlarına hitaben Arapların bağımsızlığım ilan eden ve kendi program ını duyuran bir bildiri yayınlayacaktı. İngiltere, bildirinin, başta kendi nüfuz alanları olmak üzere Arap topraklarında özgürlükçü isteklerin kabarmasına yol açmasından çekindi ve dolaşımını yasakladı. Ancak Britanya korkularında haksızdı. Hüseyin’in bildirisi özü itibariyle son derece gericiydi ve Arap ulusal özgürlük hareketine yabancıydı. Fmir, Türkleri, sözüm ona İslam düşmanı “reformları” yaymakla suçluyor ve şeriata dayalı geleneksel Müslüman k u rum larm ı geri getirm e sözü veriyordu.
Bu olayın ard ından , Hüseyin bir Arap devleti ku rm a fikrini hayata geçirmeyi denedi. Savaşın bitim ini beklemeden, 2 Kasım 1916’da, M ekke’de Arap feodal liderlerinin b ir araya geldiği ve kendisini Arap
ulusunun kralı ilan eden bir toplantı düzenledi. Mekke merkezli bir Arap hüküm eti kuruldu. Geleneğe uygun biçimde, yüksek m akam lar em irin oğullan ta ra fından dolduruldu. Abdullah Dışişleri ve Faysal ise İçişleri bakanı oldu.
Bağımsız bir A rap krallığının ilan edilerek bir A rap hüküm etin in oluşturulması İngilizleri zor bir d u ru m a sokmuştu. Hüseyin’e kızgınlık dolu bir mesaj gönderen McMahon, basının Arap hüküm eti hakkında ya da onunla ilişkili haberler yayınlamasını yasakladı. İngiliz ve Fransız hüküm etleri Hüseyin’in yeni unvanını tan ım adık ların ı ilan ettiler ve böylelikle ona, Haşimi H ü k ü m etin i Osmanlı İm paratorluğundaki bü tün Arapların temsilcisi olarak kabul etme niyetinde olm adıkların ı gösterdiler.
Sonunda çatışma karşılıklı ödünlerle çözüldü. İngiltere ve Fransa Hüseyin’i Hicaz kralı olarak tanıdılar. Bu, 600.000 nüfuslu, geri kalmış Hicaz onlar için tehdit niteliğinde o lm adığından önemsiz bir tavizdi. Babıali’ye bağlı Arap tebaasının yüzde 95’ini kapsamayan bu yeni kra llık, diğer Arap bölgeleriyle yakm bağlara sahip olm adan ayakta kalamazdı. Öte yandan, İngiltere ve Fransa hükümetleri, Hüseyin’i kral ve müttefik olarak tanım akla, onun savaşa İtilaf D evletlerinin tarafında katılım ım garanti altına almış oluyorlardı.
Tüm bunlar olurken cephelerde ibre Britanya’dan yana dönüyordu. Türklerin başlıca kuvvetleri Kafkaslar ve Balkanlara yönelmişti. İngiliz ordusu tedricen ilerleyerek Sina Y arım adasının neredeyse tam am ını işgal altına aldı. Mısır işçi kıtaları bünyesindeki askerler tarafından çöl boyunca birer demiryolu ve su şebekesi hattı kuruldu. 21 Aralık 1916’da, İngilizler Fl-Ariş’e girerek, geniş bir Filistin savunma cephesi oluşturma hazırlıklarını başlattılar.
Türkler, Gazze ile Berşeba arasında güçlü bir savunm a hattı k u rm uşlardı. İngilizler bu hattı, ilki Mart, İkincisi ise Nisan 1917’de olmak üzere iki kez yarmaya çalışsalar da sonuç alamadılar. Cephedeki birliklerin işini kolaylaştırmak için, İngiliz kurm ayı Arap gerilla savaşını Hicaz’dan kuzeydeki Filistin ve Ürdün’e kaydırm a kararı alacaktı. Bu amaca ulaşm ak için, İngiliz gizli servis elemanı teğmen T. F. Lawrence Emir Faysala bir ziyarette bulundu. Faysal’ın güvenini kazanan Lawrence, onun askerî şefi ve siyasi dan ışm anı konum una geldi. Aslında Lawrence, Hicaz b irliklerinin kuzey bölüm ünün tam am ın a kum anda etmişti. Mayıs ve Haziran 1917 arasında çöl boyunca derin bir baskın tertipleyerek arka tarafına geçtiği A kabe’yi 5 Temmuz 1917’de ele geçirmeyi başardı. Akabe
hem elverişli bir l im an hem de Filistin’e yönelik İngiliz taa rruzunun sağ kanadım koruyacak stratejik bir noktaydı. Akabe’nin ele geçirilmesiyle, Araplar Türkleri Kızıldeniz sahilinden bütünüyle uzaklaştırmış ve İngiliz ordusunun yanında cepheye katılmış oldular.
Arapların, Türk boyunduruğundan kurtu lm aların ı sağlayacak bir isyanın önünü açacağı düşüncesiyle, Lawrence’tan derhal Şam’a ilerlemesini istemeleri son derece önemli bir gelişmeydi. A raplar böylelikle kendilerini kendi çabalarıyla özgürleştirecek, ülkenin yabancı birliklerle işgaline mahal vermemiş olacaklardı. Ama İngiliz politikacılarının ya da askerî yetkililerinin istediği bu değildi ve Lawrence da itirazlarım dile getirmişti. Zira İngiliz gizli servisi adına hareket ederek, Arap isyancı ordusunu İngiliz ordusu cenahında saf tutacak destek birlikleri haline getirecekti.
Arap Ü lkelerinin Paylaşımı Üzerine Gizli Görüşmeler
Arap isyancılar bağımsız bir Arap devleti kurm a hakların ın tan ınması uğruna mücadele ederlerken, İtilaf Devletlerinin serin ve konforlu bakanlık ofislerinde ülkelerinin paylaşılmasına dair gizli görüşmeler tüm hızıyla devanı ediyordu. Büyük güçlerin taleplerinde pek bir değişiklik yoktu; yeni olan, savaşın patlak vermesiyle birlikte bu talepler ve aralarındaki somut anlaşmalar üzerinde mutabakata varmaya ihtiyaç duymalarıydı.
Savaşın en başından beri, İngiliz hükümeti, Ruslara Boğazlar sorununun Rusya’nın lehine çözülmesine hazır olduğunu bildirmeyi gerekli görmüştü. Bu konuda 4 Mart 1915 tarihinde bir taahhüt alan Çar’ın Dışişleri Bakanı S. D. Sazonov, St. Petersburg’daki İngiliz ve Fransız büyükelçilerine bir mektup yazarak Boğazların Rusya’ya bırakılacağına dair yazılı bir onay vermelerini teklif etti. Bu teklif, müttefiklerce, özellikle de Fransızlar tarafından memnuniyetle kabul edildi. 8 M art’ta Fransız Büyükelçisi Paleologue, Fransız hüküm etinin Rusya’nın talebini -R usya’nın da Fransa’nın Suriye, Lübnan ve Kilikya üzerindeki haklarını tanıması şartıy la- onayladığını duyurm uştu . Rusya uzlaşmaya hazırdı. Bununla birlikte Ermenilerin Kilikya üzerindeki taleplerinden kaynaklı bir şerh koyacak ve buna ilaveten Filistin’deki “kutsal yerlerin geleceği sorununu” gündem e getirecekti. Daha tedbirli davranan İngiltere, sınırları daha sonra netleşmek üzere, bir Arap devletinin kurulm asının hükm e bağlanmasını talep etmişti.
10 Nisan 1915’te, İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan an tlaşmayla, Boğazların Rusya’ya verilmesi ve Arabistan’da bağımsız bir M üslüman devletin kurulması karara bağlandı. Buna karşın, Suriye ve Filistin’in kaderi çözüme kavuşmadı. Bu konuda İngiltere ve Fransa arasında 1915 sonunda ve 1916 başında ek görüşmeler yapıldı. 1916 başlarında, görüşmelere, Rusya’n ın Kafkaslardaki taarruzu göz önünde bu lunduru larak hız verildi. İngiltere, Halep-Ham a-H um us-Şam hatt ın ın batısındaki bölgeyi Fransa’ya bırakmaya razı olmuştu. Fransa bu bölgenin bir Fransız sömürgesi, Doğu Suriye’n in ise Fransız nüfuz alanı olarak kabul edilmesinde diretecekti.
Bu sırada, Cemal Paşa ile İs tanbul’daki merkezi hüküm et arasındaki sürtüşmelerden haberdar olan Rusya, Arap so ru n u n u n çözümü için yeni bir plan sundu. Planda özetle, Cemal Paşanın Babıali’yle köprüleri atarak cepheyi İtilaf Devletlerine açm asının sağlanması öngörülüyordu. Bunun karşılığında, Cemal Paşan ın dördü Arap vilayeti olmak üzere altı özerk vilayetten oluşacak bağımsız bir sultanlığın başına getirilmesi öneriliyordu. S. D. Sazonov’un Cemal Paşayla gizli görüşmeler yürü tm eyi önerdiği esas buydu, ama batılı güçler Arap ülkelerini Cemal Paşaya devretmek gibi bir niyetten kesinlikle uzaktı. Bu yüzden, Fransa, planın ancak Fransa’nın hak iddia ettiği bölgelerin Cemal Paşaya verilmemesi şartıyla uygulanabileceğini açıklayacaktı. İngiltere Mezopotamya ve Arabistan için benzer bir şerh koydu. Batılı güçlerin itirazları sonucunda plan uygulanamaz hale gelmişti.
Mart 1916’da İngiltere ve Fransa’n ın özel temsilcileri Sykes ve Picot, ünlü Sykes-Picot A ntlaşm asının imzalanmasıyla sonuçlanacak görüşmeler için Petersburg’u ziyaret ettiler. Fransa ile Rusya (9 Mayıs 1916) ve İngiltere ile Fransa arasında (15 Mayıs 1916) antlaşm alar im zalanmıştı. Antlaşmayla, Fransa’nın Batı Suriye, Lübnan ve Kilikya ile birlikte güneydoğu Anadolu’nun mavi bölge diye tabir edilen bir bölümünü; İngiltere’nin ise orta ve güney Irak’a ek olarak Kızıl Bölge olarak adlandırılan Filistin l im an lan Hayfa ve A kka’yı ilhakı öngörülüyordu. Geri kalan bölgenin, yani Filistin’in Kahverengi Bölge olarak tabir edilen k a lan kısmının, Rusya ve diğer ülkelerle de anlaşılarak, özel bir uluslararası yönetimin kontrolüne b ırakılm asına karar verildi. Doğu Suriye ile Musul vilayetinin (A Mıntıkası) Fransız nüfuz alanı; Ü rdün ile Bağdat vilayetinin kuzey kısm ınm sa (B Mıntıkası) İngiliz nüfuz alanı olması kararlaştırıldı.
Antlaşmayla, Fransa ve İngiltere’ye, bu bölgelerde ticaret, demiryolu yapımı ve silah ihracatı hususlarında tan ın an öncelik hak k ın a ek olarak; gelecekteki Arap yönetim inin yabancı subay, danışm an ve benzeri ihtiyaçlarının da bu devletlerce karşılanm asına dair imtiyaz sağlandı.
Britanya ile 1916 sonbaharında anlaşmaya varan Rusya’ya, Arap ülkeleri üzerinde hak iddia etmemesine rağmen, antlaşmaya bağlılığı ka rşılığında, Türkiye’n in Ermeni vilayetleri ve kuzey K ürdistan taahhüt edilmişti. Bunlara ek olarak, İstanbul üzerindeki hakları ve Filistin’deki Ortodoksların çıkarlarını koruma hakk ı teyit edildi. Dolayısıyla, haritada sarı renkli bir m ıntıka, Van Gölü, belirdi.
Bir süre sonra İtalya antlaşmadan haberdar olmuş ve böylece Yeşil Bölge (güneybatı Anadolu) ve C Bölgesi (Batı ve O rta Anadolu’nun bir kısmı) ortaya çıkmıştı. 20 Nisan 1917’de, Fransa ve İtalya mutabakata vardı. İngiltere ise İtalya’nın antlaşmaya bağlılığının öncelikle Rusya tarafından onaylanmasını şart koşuyordu.
İngiliz diplomasine ait deyimlerden biri “istediğini taahhü t edebilirsin, çünkü d u ru m değişmeye m ecburdur” şeklindedir. İngiltere’nin Babıali’ye ait Arap bölgelerinin paylaşımında cömertçe verdiği tavizler, bu söze bağlılığın bir örneği olarak alınabilir.
Irak’ın İşgali. O rtadoğu’da İngiliz-Fransız A nlaşm azlığı
İngilizlerin, müttefiklerle yapılan gizli antlaşm alardan caymanın m ü m k ü n olabileceğine dair hesaplarının temelinde, İngiliz ordusunun yavaş ama emin adımlarla Arap bölgelerini birer birer ele geçirmekte olduğu gerçeği yatıyordu. İngilizler, Aralık 1916’da, Mezopotamya’da taarruza geçtiler. Türklerin güçlüce desteklenmiş mevzilerini Kut-ül A m ara’da yardılar ve Türk nehir filosunu yıkıma uğrattılar. Türk b irliklerini Dicle nehrine yönelterek, hızlıca kuzeye doğru ilerlemeye başladılar. 25 Şubat 1917’de Kut-ül Amara’yı ele geçiren İngiliz kuvvetleri; 11 M a r t’ta Bağdat’a girdi. Eylül’de taarruza yeniden başlayan İngilizler, 28 Eylül 1917’de Fırat kenarındaki Ramadi’yi, 6 Kasım’da ise Dicle kıyısında yer alan Tikrit’i ele geçireceklerdi.
Taarruz, M ezopotam ya’nın neredeyse tü m ü n ü İngiliz denetim ine sokm uştu . Bu işgal hareketi, İngiliz em peryalis tlerin in Arapları Türk b o y u n d u ru ğ u n d a n k u r ta rm a isteklerinden göstermelik biçimde b ah settik le rin i ispatlamıştı. Aslında, sömürgeci bir ilhak politikası gü tmekteydiler. I r ak ’ı işgal eden İngilizler, yeni bölgeleri zor yoluyla zapt
etm ek için yola koyuldular. İng iliz-H int h ü küm etine bağlı İngiliz askerî kurm ayına ve sivil idareye sınırsız güç bahşedilm işti . Yönetimin baş ında bulunan Percy Cox, H in d is tan ’daki İngiliz söm ürge servisinde ve Basra Körfezi’ndeki İngiliz yerleşiminde görev yapmış eski bir subaydı. 1917’de yerini, İngiliz-Hint o rd u su n u n bir subayı ve aynı zam an d a İngiliz is t ihbarat ajanı olan A rnold W ilson’a b ırakm ıştı . Bu sivil yetkililer, bölgelerde yetki sahibi olan İngiliz siyasi komiserlerden de sorumluydular.
Eski Türk m em urlar ın ın yerini, İngiliz-Hint kam u görevlileri aldı. T ürk lirası tedavülden kaldırılarak, İngiliz-Hint para birimiyle değiştirildi. Yönetim sistemi ve gemi yapım sanayii de Hint usullerine göre düzenlendi. Diğer bir ifadeyle, İrak adeta İngiliz H indis tan ı’n m bir eyaletine dönüştürülm üştü .
Iraklı feodaller ve komprador burjuvazi, derhal İngilizlerin safına geçerek onlarla işbirliğine girişti ve tü m politikalarım ak tif olarak destekledi.
Politik konum ların ı güçlendirmek isteyen İngilizler, feodaller ve aşiretler bünyesindeki soylu sınıfına ek olarak, M üslüman d in î önderleri (özellikle de Şiileri) ödenek, hediye ve arpalıklarla ayartarak yönetime katmıştı. Yalnızca bir avuç üst düzey Sünni din adamı ile birkaç feodal lider muhalefette kalacaktı. İngilizler, aşiret politikasına özel bir ihtim am gösteriyordu, bedeviler ise b irlikten yoksundu. Bazıları İngiliz, bazıları ise Türk yanlısıydı. Şeyhler de politikalarını sıklıkla değiştiriyorlardı. İngilizler, asi aşiretlere karşı caydırıcı harekâtlar düzenleyecek ve bu harekâtlar sık sık İngiliz güçleri ile bedeviler arasında ciddi çatışm alara dönüşecekti.
Fakat genel olarak bakıldığında, İngiliz gizli servisi savaş boyunca Iraklı aşiretlerin sadakatini sağlamayı başarmıştı.
İşgal altındaki Arap bölgelerinin İngiliz denetim ine girmesi Fransa’nın hâkim sınıflarında ciddi bir a larm a yol açmıştı. Bu, aynı zam anda İngilizlerin müttefiklerine olan taahhütlerini hiçe sayacağına, Suriye’yi işgal edeceğine yönelik endişeleri su yüzüne çıkarmıştı. Bu nedenle Doğu A kdeniz’de gelişen hadiselere kayıtsız kalmayacağını göstermek isteyen Fransızlar, ivedilikle, hatta İngiliz-Arap birlikleri Suriye ve Filistin’e henüz girmemişken, ad ım lar atmaya başladı. Doğudaki Fransız temsilcileri, -K ah ire ’ye “Fransız C um huriye t in in Doğu’daki Yüksek Komiseri” sıfatıyla gelen Picot ve Hicaz’daki Fransız misyonu
n u n başı Brem ond- Fransız birliklerinin Filistin’e sevk edilmesinde ısra r etti. Picot, en az 10.000 kişilik harekât birliklerinin doğuya yollanm asını talep edecekti ve “aksi halde bize hiçbir şey bırakm ayacaklar” diye de uyarıda bulunacaktı.
Bunun haricinde, Fransızlar Suriyeli ve Lübnanlı göçmenler arasında yoğun bir siyasi kampanya başlattı. Paris’te, Lübnanlı göçmen Dr. Michelle Sam ner’in liderliğinde ku ru lan Merkezi Suriye Komitesi, Fransız-Suriyeli yakınlaşmasını sağlamak için çalışmalara başladı. Nisan 1917’de, Picot Kahire’de Lübnanlı göçmenleri toplantıya çağırmış ve onlara Fransa’n ın Lübnan’da ku rm a niyetinde olduğu m anda idaresi hakk ında bilgi vermişti.
Bu önlemler ve Fransız birliklerinin Lübnan’a harekât ve çıkarma yapacağına dair söylentiler, Arap milliyetçilerini ciddi şekilde alarma geçirdi. Fransız planlarını öğrenen Em ir Faysal, üzüntü lü biçimde, Arapların Türklerle savaşı bitirdikten sonra Fransızlarla savaşmak zoru n d a kalacağını açıklamıştı. Arap isyanının liderleri izahat talep etm eye başladılar.
Hâlihazırda Filistin’e nihai bir taa rruz için hazırlıklara başlamış olan müttefikler, Arapların güvenini tazeleyebilmek için ellerinden geleni yapacaklardı. Mayıs 1917’de Sykes ve Picot, Hüseyin ve Faysal’la görüşmek üzere Hicaz’ı ziyaret etti. Sıkı bir gizlilik içinde, Filistin, Suriye ve Irak’ın kaderini tartıştılar. Bremond’un kitabında, İngiltere, Fransa ve Hicaz arasında gerçekleşen görüşmelere ışık tu tan pek çok ilgi çekici detay bu lunm akta, Hüseyin ve Faysal’ın, Arap sorununa ilişkin İngiliz-Fransız antlaşmaları hakkında yanlış bilgilendirildiği görülmektedir. Hüseyin sahte vaatlerin etkisiyle, itilaf kuvvetlerinin safında savaşmaya devam etm e kararı almıştı.
1917 Filistin T aa rru zu . Balfour D eklarasyonu
Tem m uz 1917’de, Allenby, F il is t in ’deki İngiliz b ir l ik le r in in k u m an d as ın ı teslim aldı ve aynı z a m a n d a Arap o rd u su n u n Faysal- Lawrence b ir im le r in in de başına getirildi. Allenby’ın operasyon p lan ında , geniş b ir cephede birleşik b ir İngiliz-Arap ta a r ru z u öngörü lüyordu . İngiliz ve Fransız d o n an m as ın a ait gemi ve uçak la r ın desteğiyle, İngilizler Ü rdün neh r in in batıs ına operasyon düzenlerken, A rap lar da doğuya m üdahale edeceklerdi. İngiliz o rd u su n u n sağ ce n a h ın ı koruyan A rap ordusu, Ü rd ü n ’ü yerel gerilla b irlikleriyle b ir
l ik te temizlemek, A m m a n ’ı işgal e tm ek ve Şam ’a giden yolu açmakla görevlendirilm işti.
İngilizler nicelik bak ım ından üstün durumdaydı. Gazze-Berşeba cephesinde, 95.000 süngü, 20.000 kılıç ve 500 silaha sahiplerdi. Türklerde ise 50.000 süngü, 1.500 kılıç ve 300 silah mevcuttu. T ürk ordusu aç ve neredeyse bütünüyle moralsiz haldeydi. Yıldırım O rdu la rından ve A lm an Asya kolordusundan Filistin cephesine takviyeler gönderilmesi için adım lar atılmıştı. Fakat yol eksikliği ve arka plandaki kafa karışıklığı bu birimlerin şevkini bir hayli geciktirmişti.
Allenby yeni T ürk birlikleri ulaşmadan, taarruzla ilerlemeye kara r verdi. 31 Ekim 1917’de cepheyi Berşeba bölgesinde yaran İngilizler, Gazze-Berşeba ha t t ındak i Türk savunm asını kısa sürede yerle bir ettiler. Sayıca üstünlükleri, daha iyi du rum dak i silahları, çok daha iyi ikmal organizasyonları ve güvenilir iletişim sistemleri sayesinde, İngilizler Türkleri tam am en bozguna uğratarak savaşın gidişatını Filistin cephesinde değiştirecek ve kuzeye doğru hücum a kalkacaklardı. 16 Kasım’da Yafayı işgal etmiş, 9 A ra l ık ’ta ise Kudüs’e girmişlerdi
İngiliz işgalinin a rd ından Filistin’in geleceği sorunu ivedilik gerektiren bir meseleye dönüştü. İngilizler iki farklı antlaşma nedeniyle m üttefiklerine bağlı kalm ak durum undaydı. 1915 tarihli M cM ahon-Hüseyin Antlaşması ile İngilizler Filistin’i Arap devletine dâhil etme sözü vermişlerdi. Rusya ile 1916’da imzaladıkları antlaşmada ise, Filistin’de uluslararası kontrol kuru lm asın ı taahhüt etmişlerdi. Ama şimdi, Filistin’i işgal etmişken, vaatlerini yerine getirmeye niyetli değillerdi ve ülkenin kendi kontrollerinde kalması için tüm güçlerini kullanacaklardı.
İngiltere, taahhütlerinden kaçmak için, 19. yüzyılın sonunda yaygınlık kazanan Siyonist hareketten istifade etmeye karar verdi. 1882’de Yafa yakınlarında, bir grup Rusya doğum lu Yahudi tarafından ilk Yahudi tarım kolonisi kuru lm uştu . 1908 yılında ise gene Yafa’da çeşitli Siyonist topluluk ve örgütler tarafından gönderilen göçmenlerin ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla Siyonist bir büro kurulm uştu. Rotschild’den ve birçok Siyonist fondan gelen cömert ödeneklere, Yahudi kolonizasyo- nunu engellemek için hiçbir şey yapmayan Türk yetkililerin lehte tarafsızlığına rağmen, Siyonistler savaştan önceki otuz yılda ciddi bir başarı elde edememişlerdi. Filistin’de, savaşın hem en öncesinde, yalnızca 44 Yahudi yerleşimi mevcuttu ve bun ların toplam nüfusu 13.000 civarındaydı. 1882 ile 1914 yılları arasında 45.000 göçmen ülkeye giriş yapmış ve 1914’te Filistin’deki toplam Yahudi nüfusu 90.000’i bulmuştu.
1897’de Dünya Siyonist Örgütü, hareketin örgütsel ve siyasal m erkezi haline gelecekti. Bir ham i arayışına giren örgüt, büyük güçlerin h ü kümetleriyle ilişki kurmaya çalıştı. I. Dünya Savaşı öncesinde, Siyonist hareket Kayzer Almanyası’na sıcak bakıyor, bu ülkenin yardımıyla Filistin’i sömürgeleştirme planlarını hayata geçirebilmeyi um ut ediyordu. Dr. W eizmann öncülüğündeki küçük bir grup ise İngiltere’ye yakın duruyor, İngiliz emperyalizmiyle işbirliğine bel bağlıyordu.
1917 başlarında Filistin’i ele geçirmeye hazırlanan İngiliz H üküm eti, Siyonistlerin taleplerini hatırlamış ve Filistin’in Arap devletinden ayrılm asını haklı ç ıkarm ak için o n la r ın h izm etinden yararlanm aya kara r vermişti. İngiliz H üküm eti’n in talimatıyla Sykes, Şubat 1917’de Siyonist liderlerle irtibata geçti. Aynı y ılın yazında, yeniden pazarlığa o tu ru ldu ve görüşm eler neticesinde, her iki tarafın da aynı görüşlere sahip olduğu ortaya çıktı. 2 Kasım 1917’de, İngiliz H üküm eti Filistin politikasına ilişkin bir deklarasyon yayınlayacaktı. Deklarasyon esasen, İngiliz Dış İlişkiler Sekreteri Balfour’dan İngiliz Yahudisi banker Rotschild’e yollanan bir m ektuptu . Deklarasyonda, “Majestelerinin hüküm eti, Filistin’de Yahudi halkı için ulusal bir y u r t kuru lm asın ı uygun bu lm aktad ır ve bu hedefe ulaşılmasını m ü m k ü n k ılm ak için e lin den gelen tüm çabayı sarf edecektir” denilmekteydi.
Balfour Deklarasyonu, İngiliz-Siyonist pazarlık ların ın başarılı olmasında birçok bak ım dan katkısı olan Amerika Birleşik Devletleri hü küm etinden derhal destek görmüştü. Fransız ve İtalyan hükümetleri de 1918’de Balfour Deklarasyonuna bağlılıklarım ilan edeceklerdi.
Gizli Pazarlıkların Açığa Çıkm ası
Balfour Deklarasyonu, İngilizlerin ihanetiyle neye uğradığını şaşıran Araplarda muazzam bir öfke uyandırmıştı. Arap ülkelerinin paylaşımına ilişkin tüm gerçekleri öğrenmeleri ise, bu öfkeyi çok daha ileri boyutlara taşıyacaktı. Kasım 19f7’de, Sovyet Rusya hükümeti, Osmanlı İmparatorluğunun paylaşımına ilişkin gizli antlaşmaları yayınladı. Bunların arasında Sykes- Picot da vardı. Doğal olarak Araplar, topraklarını Türk vilayetlerinden Avrupalı emperyalist güçlerin sömürgelerine dönüştürecek bu planları hoş karşılamadılar. 3 Aralık 1917’de, Sovyet Rusya hükümeti, “Rusya’nın ve doğunun tüm Müslüman emekçilerine” hitaben bir çağrı yayınladı. Doğunun Müslümanlarım kendi kaderlerini kendi ellerine almaya çağıran bu çağrı da Araplar üzerinde muazzam bir etki bırakacaktı.
Balfour Deklarasyonu ve Sykes-Picot Antlaşm asına ilişkin haberler, isyancı ordusunda İngiliz karşıtı duyguları ateşledi. Böylece Faysala bağlı gerilla ve askerler, savaşta İtilaf güçleri safında yer almayı reddetmeye başladılar.
Subaylar İngiltere’n in ikiyüzlülüğüne karşı öfkelerini açıkça dile getirdiler. Arap isyanının önderleri Türkiye ile müzakerelere girişerek, bu ülkeyle bağımsız bir barış antlaşması yapma tehdidinde bulundular.
Türklerle Araplar arasında ilk temas Kasım 1917’de kuruldu. Babıali’yi temsilen Cemal Paşa, Akabe’ye gönderdiği özel temsilcisi aracılığıyla Faysal’ı barış görüşmeleri için Şam’a davet etti. 1918 yazında, görüşmelere yeniden başlandıysa da, Arapların ulusal taleplerini tan ımayı redde varan T ürk saygısızlığından dolayı bir sonuç elde edilemedi. T ürk hükümeti, ancak Eylül 1918’de Arapların barış için koştuğu şartları kabule yanaştı, am a artık çok geçti. Türk güçleri bozguna uğruyor ve İtilaf kuvvetlerinin zaferi yadsınamaz bir gerçeğe dönüşüyordu.
Emperyalist güçler gerçeğin sesini bastırm ak için bir kez daha d ip lomasi düzenbazlığ ına başvurarak deklarasyonları hasıraltı ettiler. Sovyet h ü k ü m etin in Sykes-Picot A ntlaşm asın ı yayın lam asın ın hemen a rd ından , Balfour, antlaşmayı “Bolşevik hayal g ü cü n ü n kötücül bir ü r ü n ü ” olarak nitelendirdi. Kısa süre sonra, 4 Aralık 1917’de, Başkan W ilson kongrede O sm anlı İm paratorluğu bünyesindeki ha lk lar ın kendi kaderlerini tayin hak k ın a sahip o lduğunu ilan edecekti. 27 Aralık 1917’de ise, Fransız Dışişleri bakanı Pichot kendi kaderin i tayinden ve baskı altındaki Türkiye Ermenileri, A raplar ve benzer durum dak i halk lara yönelik duygudaşlık tan söz etmişti. 5 Ocak 1918’de, İngiltere Başbakanı Lloyd George savaşın am açların ı konu ed indiğ i konuşm asında Araplar ve E,rmeniler için özel ulusal şar tla rdan uzun uzadıya bahsetti. W oodrow Wilson, 8 O cak 1918’de kongreye gönderdiği b ir mesajında ün lü “14 m adde”sini formüle edecekti. W ilson’m barış şa r t la r ın ın 12 . maddesi, Türk egemenliğini yalnızca T iırklerin yerleşik olduğu bölgelerle sınırlıyordu. Başkan Wilson ayrıca daha küçük u lusların hak lar ın ı koruyacak bir Milletler C em iyetin in o luş tu ru lm asından söz ediyordu. 1918’de, Oxford Üniversitesinde Arap dünyası uzm anı olan Profesör Hogarth, H üsey in ’in endişelerini yatış t ırm ak ve İngiltere’n in O rta D oğu politikasını Arap liderlere “aç ık lam ak ” üzere C idde’ye gitmişti. Hogarth , 4 O cak 1918 tarih inde H üseyin’e, İtilaf D evletlerinin A rap lar ın dünyada değerli bir yere yerleşerek kendi devletlerini k u rm ala r ın a rıza gösterme niyetinde o lduklarına dair bir bil
diri sunm uştu . İngiltere ayrıca, F ilistin’de, hiçbir u lusun bir diğerinin altında olmayacağı özel bir denetim re jim inin kuru lacağ ın ı aç ık lam ıştı. Bununla birlikte, Hüseyin’e Siyonıstlerle işbirliği yapması y ö n ü n de baskıda b u lu n an Hogarth, İngiliz yetkililerin de mevcut nüfusun ekonom ik ve politik özgürlüğünü tehdit edecek bir seviyeye yükselmediği sürece Yahudi göçüne göz yum acağını belirtiyordu. Aslında, H o g a r th ’m bildir is indeki etkileyici b ir dille kaleme a lınm ış laf kalabalığı, Filistin’in A rap devletinden ayrılm asın ın üzerin i örtm eye yönelik bir tu tam bal an lam ın a geliyordu.
H ogarth ’ın bildirisi ve İtilaf Devletlerince hazırlanan diğer deklarasyonlar başarılı oldu. Araplar savaş alanını terk etmemiş, bununla birlikte İngiltere’nin politikasından dolayı derin bir memnuniyetsizlik ve güvensizlikle baş başa kalmışlardı. Haziran 1918’de Refik el-Azm ve A bdurrahm an Şahbandar liderliğindeki bir grup Suriyeli milliyetçi Kahire’de İngiltere’n in Arap ülkelerine yönelik politikasına açıklık getirmesini talep ettiler. Bir yanıt vermek zorunda kalan İngiliz hükümeti, 16 Haziran 1918’de, Arap politikasıyla ilgili olarak yayınladığı deklarasyonda Arap ülkelerini 3 kategoriye ayırıyordu: (1) Arapların kendilerinin kurtardığı bölgeler (Hicaz), (2) İngiliz birliklerinin kurtardığı bölgeler (güney Filistin ve Irak) ve (3) Halen Türk hâkimiyetinde bulunan bölgeler (Suriye, Lübnan ve Kuzey Irak). İngiltere, birinci kategoride bulunan bölgelerin bağımsızlığına saygı göstereceğini, ikinci kategorideki bölgelerin geleceğine yerel halkın isteklerine uygun olarak karar verileceğini ve üçüncü kategoride yer alan bölgelerin özgürlüğü için mücadele edeceğini taahhüt ediyordu. Aslında bu, İngiltere’nin, işgali altındaki Arap topraklarının birliği ve bağımsızlığını garanti etmeye yanaşmadığı an lam ına geliyordu.
İngiltere’nin deklarasyonu, Hüseyin’in Süveyş Kanalı’m n doğusundaki tüm Arap toprakların ı kapsayacak bağımsız bir Arap devletini ilan etmesini isteyen Arap milliyetçilerini m em nun etmekten çok uzaktı.
Hüseyin, 30 Ağustos 1918’de, İngilizlerin Mısır yüksek komiseri VVingate’ten, savaştan sonra bir Arap devleti kurulm asını öngören ve bu devletin sınırlarını garanti eden M cM ahon antlaşmasının teyit edilm esini istedi. Bunun yanında, İngiltere ile danışıklı dövüş halinde hareket ettiğini ima eden “iftira” niteliğindeki söylentilerin de yalanlanmasını istedi. Hem şikâyet ve hem de tehditte bulunarak, M cM ahon’la yaptığı antlaşm anın teyit edilmemesi d u ru m u n d a İngiliz karşıtı bir isyanın söz konusu olabileceğini ima etti.
Buna karşın, H üseyin’in şikâyetlerinin etkisi çok az oldu. Bunun sorum luluğu, büyük ölçüde, İngilizlere güvenmemelerine rağmen diğer Arapları İngilizlerin kendilerine karşı dostça yaklaştığına inanmaya teşvik eden Hüseyin ve Faysala aitti.
Türkiye’nin Askerî Çöküşü ve Arap Ülkelerindeİngiliz-Fransız İşgali
İngiliz diplomasisinin ayak oyunları sayesinde A raplar savaş bitene dek İtilaf Devletlerinin tarafında kaldılar ve savaşın son aşamasında önemli bir rol oynadılar. 1918’e gelindiğinde Türkler yık ılm ak üzereydiler. Ne Cemal P aşan ın Aralık 1917’de görevden alınması, ne de tüm askerî ve siyasi gücün doğrudan A lm an kontrolüne geçmesi hiçbir şeyi değiştirmeye yetmedi. Türklerin cephe gerisi param parça olmuştu. Arap gerilla birlikleri her yerde etkiliydi. T ürk birliklerini Havran, Huta ve Baalbek bölgesinde pusuya düşürmüşlerdi. 1917 yazında Suriye’nin ve Ü rd ü n ’ün neredeyse bü tün aşiretleri Türklere karşı ayaklanmıştı. Arap askerleri Türk ordusundan firar edip topluluklar halinde gerillalara katılıyorlardı. I rak ’ta Arap ve Kürt düzensiz birlikleri cepheyi terk edip silahlarını Türklere doğrultuyorlardı. O rta ve Yukarı Fırat civarındaki aşiretler Türklerin iletişim araçlarına kesintisiz saldırılarda bulunuyorlardı. Ülkede açlık ve yıkım kol geziyordu. Hâlâ cepheyi tutmaya çalışan Türk ordusu kelimenin tam anlamıyla çıplak ve yalınayak durumdaydı. İkmal organizasyonu işe yaramaz haldeydi. İngiliz tarihçi Liddell Hart, Allenby’ın elini kald ırm asının bile Türk ordusunun olgun bir meyve gibi ayaklarının önüne düşmesine yeteceğini yazıyordu.
1918 ortalarında, Lawrence ve Faysal’ın ordusu M a’an ’ı ele geçirdi. Faysal harekâtları Suriye’ye çekerek orada genel bir isyanı teşvik etmek üzereydi. Ama Arapların kendi ülkelerini kendi elleriyle özgürleştirmelerinden ölesiye korkan İngilizler tereddütsüz biçimde karşısına dikildi. Sonuç olarak isyanın Dürzi D ağında, İngiliz birliklerinin Suriye’ye girişiyle birleştirilmesine karar verildi. Faysal’ın temsilcisi Bahri ve önde gelen Dürzi şeyhlerinden Sultan el-Atraş aylardır isyan için hazırlık yapıyorlardı. Eylül 1918’de başlayan isyan, Selanik ve Filistin cephelerinde başlatılan ve tüm İtilaf güçlerinin katıldığı genel taarruzla aynı zamana denk geldi.
Filistin’de Türkler üç orduya ve Alm an Asya kolordusuna bağlı b irimlere sahipti. 8. Ordu cephenin batı bölümünü tutarken, Mustafa
K em al’in kum andasındaki 7. Ordu merkezde, 4. Ordu ise Ü rdün’de ko nuşlanmış durum daydı. Alman General Liman von Sanders, tüm faaliyetlerin başı durum daydı. Alman-Türk kuvvetlerine, süvari ve hava destekli iki İngiliz kolordusu ve Faysal’m başında bulunduğu Ü rdün’deki Arap ordusu ta ra fından karşı koyuldu. Güç dengelerinde, İtilaf kuvvetlerin in bire üç o ran ında üstünlüğü söz konusuydu. Bununla yetinmeyen Allenby, cephenin belirleyici nitelikteki batı kanadına azami gücü yığdı ve Türk güçlerinin bir k ısm ının Ü rdün’e yönelmesini sağlayarak, belirleyici bölümde 5’e l ’lik bir avantaj sağlamayı başardı. 19 Eylül 1918’de saldırıya geçen İngilizler cepheyi Nablus’un güneyinde yardı. 24 saat sonra Alman-Türk kurm ayın ın karargâhı Nasıra’ya giren İngiliz öncü birlikleri neredeyse Liman von Sanders’i esir alıyordu. Türk birimleri kuzeye doğru düzensiz bir biçimde geri çekilmeye başladılar. A m m an ve Şam arasında yer alan Dera bölgesinde ortaya çıkan Faysala bağlı birlikler, Türklerin 4. O rdusunun geri çekilişini baltaladılar. Yerleşim düzeni darmadağın olan Türk b irimlerinin etrafı çevrildi. İngilizler 72.000 Türk ve yaklaşık 4.000 A lm an’ı esir aldı. Küçük birlikler ve münferit Türk g rupları, kuzeye doğru kaçmaya çalıştıkları sırada İngiliz hava kuvvetleri ve Arap gerillalar tarafından imha edildiler.
İngiliz ve Arap birlikleri, bozguna uğrayan Türklerin peşinden süratle kuzeye doğru ilerledi. Faysala bağlı birlikler, İngilizlerden bir gün önce, 30 Eylül 1918’de Şam’a girmişti. 8 Ekim’de Beyrut’u, 18 Ekim’de Tripoliyi işgal altına alan İngiliz güçleri, 26 Ekim 1918’de Kuzey Suriye’nin en büyük şehri olan Halep’e girdi.
30 Ekim 1918’de Ege’deki Linini Adası kıyısındaki Mondros L im an ında demirlemiş bulunan İngiliz savaş gemisi A gememnon’a giden Babıali temsilcileri, bir İngiliz am irali tarafından dikte edilen m ütarekeyi imzalamışlardı. Mondros M ütarekesinin 16. maddesinde, tüm Türk güçlerinin İtilaf kuvvetlerine teslim olması ve Lübnan, Suriye, Filistin, Irak, Hicaz, Asir ve Yemen’de Türk egemenliğinin ortadan kaldırılması karara bağlanıyordu. Arap ülkelerinde 400 ydd ır süren Türk hegemonyası son buluyordu.
Ancak, Arapların gücü zaferin meyvelerini toplamaya yetmiyordu. Arap birliklerinin Şam’a girdiği 30 Eylül 1918 tarihinde, Londra’da, İngilizlerle Fransrzlar arasında Arap topraklarında bir işgal rejimi kurulm asını öngören bir antlaşma imzalanacaktı. Mareşal Allenby, İngiliz sıkıyönetim hukukunun bir barış antlaşması yapılana kadar yürürlükte kalacağı işgal altındaki Arap top rak lan üzerindeki en yüksek yetkili
konum una getirilmiş ve işgal bölgelerinin mülki idaresi İtilaf kuvvetleri arasında bölüşülmüştü. Sykes-Picot A ntlaşm asında Mavi Bölge olarak geçen Lübnan ve Batı Suriye’de ise Fransız yüksek komiseri Picot başa geçmişti. Aynı antlaşm adaki A ve B bölgelerini oluşturan Doğu Suriye ve Ürdün, Kral Hüseyin’in temsilcisi olarak hareket eden Em ir Faysal’m denetim ine geçecekti. Kahverengi Bölge olarak nitelenen Filistin’in de dâhil olduğu geriye kalan topraklar İngilizlere bırakılmıştı. Hicaz ise Hüseyin’in kontrolünde kaldı.
Araplar hoşnutsuzdu. Özellikle de kendi denetimlerine geçen bölgelerde bütün Arap bayraklarını indiren, Beyrut’taki Arap valiyi kovan ve Arap birliklerinin ele geçirdiği Lazkiye ve Suriye’n in kuzeybatı bölgelerinde Arapları buraları terk etmeye zorlayan Fransızlara karşı öfke duyuyorlardı. Araplar, henüz zaferin ilk anlarında, İtilaf devletlerinin McM ahon-Hüseyin A ntlaşm asındaki yüküm lülüklerin yerine getirilmesine ya da birleşik bir Arap devleti kurulm asına dair bir niyet taşım adıkların ı anladılar. Sonunda Türk boyunduruğundan kurtu lm uş olm alarına rağmen, uzun süre bekledikleri bağımsızlıktan hileler sonucunda m ahrum kalarak İngiliz ve Fransız sömürgecilerinin etkisi altına girdiler.
I. Dünya Savaşının son bulmasıyla Arap halkının tarih inde yeni bir dönem başladı: Arap ülkelerinin m utlak ulusal özgürlüğü için İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı mücadele dönemi.
Sovyet Arap tarihçileri okulunun kurucusu olarak kabul edilen, önde gelen Arap tarihi uzmanlarından Vladimir Borisoviç Lutskiy'nin (1906- 1962) kaleme aldığı Arap Ülkelerinin Yakın Tarihi, Arapların sistematik bir tarihinin yazılmasına yönelik ilk girişimlerden biridir. Lutskiy bağımsız bir tarih disiplini olarak Arap ülkelerinin modern tarihi alanındaki eğitimine 1930'larda başladı. Kendisini tamamen konusuna adamış hevesli biri olarak, yeni yollar denemekten hiçbir zaman çekinmeyen yazar, haklı olarak Sovyet Arap tarihçileri okulunun kurucusu olarak kabul edilir.Lutskiy, Arap ülkelerinin tarihinin 16. yüzyıldan 20. yüzyıl başındaki I. Dünya Savaşı'na kadar uzanan yaklaşık 500 yıllık bir dönemini ana hatlarıyla ele alır, nirengi noktalarını verir; Arap tarihini sistematikleştirir ve genelleştirir. Lutsky Marksist bir bakış açısıyla yazar. Avrupa devletlerinin sömürgeci politikalarını şiddetle eleştirir ve bu onların Doğu'daki varlıklarının bölgenin kaderi üzerindeki olumsuz etkisini ortaya koyar.