“MALİYE POLİTİKASI – 1” 3 ... - Ders Notları · Doç. Dr. Süleyman BOLAT – Maliye...

22
Doç. Dr. Süleyman BOLAT – Maliye Politikası 1 – Ders Notları – 3. Bölüm 1 “MALİYE POLİTİKASI – 1” 3. Bölüm: Ekonomide Devletin Rolü ve Kamu Müdahalesi: Merkantilizm – Fizyokrasi – Klasik – Neoklasik Ekol – Keynesyen Görüş

Transcript of “MALİYE POLİTİKASI – 1” 3 ... - Ders Notları · Doç. Dr. Süleyman BOLAT – Maliye...

Doç.Dr.SüleymanBOLAT–MaliyePolitikası1–DersNotları–3.Bölüm

1

“MALİYEPOLİTİKASI–1”

3.Bölüm:EkonomideDevletinRolüveKamuMüdahalesi:Merkantilizm–Fizyokrasi–Klasik–

NeoklasikEkol–KeynesyenGörüş

Doç.Dr.SüleymanBOLAT–MaliyePolitikası1–DersNotları–3.Bölüm

2

EKONOMİK DÜŞÜNCEDE DEVLET MÜDAHALESİ

1929 Büyük Buhranı’na dek piyasanın işleyişinde fazla bir sorunla karşılaşılmamış,

ekonomilerde gerek iç denge gerekse dış denge korunabilmiştir. 1929 Büyük Buhran’ı ve onu izleyen dönemde ekonomik yaşamda oluşan derin krizin neden olduğu yaygın ve yoğun işsizlik sorunu ekonomistleri çare aramaya itmiştir.

Büyük Buhran’ın oluşturduğu olumsuz ekonomik koşullar ve o döneme dek

görülmemiş yaygın işsizlik sorunları ekonomistleri, ekonominin işleyiş süreci içinde sistemin denge sağlamada yeterli mekanizmalara sahip olduğu kanaatinden uzaklaştırarak, kamusal müdahale araçları ile iradî denge oluşturma fikrine yöneltmiştir.

Böylece, Keynes’in 1936 tarihli ünlü İstihdam, Para ve Faizin Genel Teorisi adlı

eserinde oluşturulmuş görüşler üzerinde yükselen yeni bir ekonomik teori ve özellikle de politika alanı açılmıştır. Bu süreçte, ekonominin mikro yapısını inceleyen mikroekonomi alanına koşut olarak, ekonominin makro işleyişini analiz eden ve ekonomide genel dengenin sağlanması amacıyla iradî müdahaleye yer veren makroekonomi alanı ve bu alanın iradî müdahale aracı olarak maliye politikası, ekonomi ve maliye yazınında özel yerini almıştır.Tüm bu gelişmeler maliye politikasının sistemleştirilmesine ve bir bilim dalı olarak kabul görmesine imkân vermenin yanında; harcama, vergi ve borçlanma ile devletin ekonomiye müdahalesi anlamına gelen maliye politikasının etkinlik alanını da genişletmiştir.

Önceleri iktisat politikasının bir alt dalı olan ancak kamu maliyesi alanında yaşanan

gelişmelerle birlikte bağımsız bir disiplin olarak uygulama alanı bulan maliye politikasının bu gelişimi iktisadi düşüncenin geçtiği evrelerden önemli düzeyde etkilenmiştir. İktisadi düşüncenin geçtiği evrelere paralel olarak devlet anlayışı ve devlete verilen görevler de değişmiştir. Bu değişim kamu ekonomisinin nitelik ve nicelik yönünden gelişimini doğrudan etkilemiştir. Dolayısıyla maliye politikasının ortaya çıkışının ve gelişiminin daha iyi anlaşılabilmesi için iktisat düşüncesinin geçtiği evrelerin devlet anlayışı ve maliye politikası üzerine olan etkisini açıklamak gerekmektedir. I. MERKANTİLİZM VE DEVLET MÜDAHALESİ

Batı Avrupa ülkelerinde Ortaçağın sonuyla Sanayi Devrimi arasındaki dönem,

feodalizmin yıkılışı ve güçlü merkezi devletlerin kuruluşuyla tanımlanmaktadır. Bu dönem ekonomik açıdan sermaye birikimi ve piyasa ekonomisi koşullarını hazırlayan ticari kapitalizmin geliştiği çağdır. Bu açıdan Merkantilizm, kapitalizmin kurumsallaşmış ilk aşamasını oluşturmaktadır. Merkantilistler, devleti siyasal açıdan incelemiş ve ekonomik olaylarla ilgili yeni düşünceler geliştirerek pratik öneriler sunmuşlardır. Merkantilistler, para, faiz dış ticaret, devletin ekonomik yaşamdaki yeri, sömürgecilik ve korumacılıkla ilgili yeni görüşler ileri sürmüşlerdir.

Doç.Dr.SüleymanBOLAT–MaliyePolitikası1–DersNotları–3.Bölüm

3

Bu doğrultuda Merkantilistlerin ele aldıkları başlıca konular siyasal iktidarın

vergilendirme yetkisinin içeriği ve sınırları, devlet borçlarının niteliği ve sınırları, korumacılık ve korumacılığa ilişkin gümrük düzenlemeleri gibi devletin doğrudan ekonomiye müdahalesini gerektiren hem siyasi hem de ekonomik yönü olan konulardır. Dönem itibariyle Avrupa da keşifler, ticaretin canlanması, merkezi krallıkların güçlenmesi ile önemli bir değişim göze çarpmaktadır. Özellikle artan ticaret yüzyıllardır kapalı tarım hayatı yaşayan Avrupa ekonomik düzenini kökünden değiştirmiştir. Bu süreç içerisinde ortaya çıkan ve gelişerek güç kazanan ticaret burjuvazisinin ekonomik zihniyetini yansıtan Merkantilist düşünce, zenginliğin kaynağını para olarak görmekte ve korumacı bir dış ticaret ile bunu uygulayacak korumacı bir devlet anlayışını savunmaktadır.

Merkantilistlere göre nasıl bir bireyin ekonomik gücü onun elinde bulundurduğu para

ve servet ile ölçülüyorsa aynı şey devlet içinde geçerlidir. Çünkü devlet, bireyler topluluğundan başka bir şey değildir. O halde devletin gücü, hazinesinde bulunan para ve servet ile ölçülmektedir. Par ise bu dönemde değerli madenlere, külçe halindeki altın ve gümüşün varlığına dayandığı için, devlet elindeki altın ve gümüş stokuna göre güçlü veya zayıf olarak kabul edilmektedir. Bu bağlamda devletin güçlü olmasının tek yolu mümkün olduğu kadar altın ve gümüşün elde etmesine bağlıdır. Merkantilistlere göre ülkelerin değerli madenlere sahip olmaları ise ticaret yapmaları ile olasıdır.

Bu açıdan bakıldığında Merkantilist görüşe göre zenginleşmenin yolu dış ticaretten

geçmektedir. Bir ülkenin zengin ve güçlü olabilmesi için en önemli şey ithal ettiğinden daha fazlasını ihraç etmesidir. İthalat ile ihracat arasındaki ihracat lehine olması gerek bu fark değerli madenlerin ülkeye girmesi ile sonuçlanacak ve hazine büyüdükçe devlet güçlenecektir. Bu nedenle Merkantilistlere göre dış ticareti ihracat lehine geliştirecek her türlü ekonomik, siyasi ve askeri önlemi almak zorundadır. Bu bağlamda Merkantilist sistemin devlet anlayışını korumacı devlet oluşturmaktadır.

Korumacı devletin bir sonucu olarak Merkantilistler özellikle siyasi birlik ve ulusal

gücün sürdürülebilmesi amacıyla korumacı ekonomik önlemler ve korumacı dış ticaret politikaları önermektedirler. Dolayısıyla devlet müdahalesi Merkantilist düşünce içinde önemli bir yer tutmaktadır. Bunun yanında ticarette uygulamada bir ülke kazanırken bir ülke kaybetmektedir. İşte bu nedenle Merkantilist düşünce ulusu zengin ve güçlü olarak ayakta tutabilmek için devletin ekonomik hayatta düzenleyici bir rol oynaması ve ekonomiye müdahale etmesini hem gerekli hem de yararlı görmektedir. Bu bakış açsının uygulamada ortaya çıkardığı sonuç ise ulus devlettir. Bu bağlamda ulusun gücünü temsil eden devletin (korumacı ulus devlet) her alanda güçlü olması şarttır. Merkantilist düşünceye göre güçlü devlet güçlü ordu ve donanmalara sahip olmayı gerektirmektedir. Güçlü ordu ve donanma ise ancak güçlü bir hazine sayesinde olasıdır.

Doç.Dr.SüleymanBOLAT–MaliyePolitikası1–DersNotları–3.Bölüm

4

Merkantilistlere göre devletin değerli madenler elde ederek gücünü ve zenginliğini arttırması her şeyden önce korumacı bir dış ticaret politikası ile mümkündür. Diğer bir deyişle Merkantilistlere göre devletin ihracatı arttıracak ithalatı ise sınırlandıracak şekilde düzenlemeler yaparak ekonomiye müdahale etmesi gerekmektedir. Bu bakış açısına göre devlet kendi ulusal tüccarının üstünlük sağlaması için her türlü ekonomik, askeri ve siyasi düzenlemeyi yaparak ihracatı arttırmalı; yüksek gümrük vergileri vb uygulamalar ile de ithalatı sınırlandırmalıdır. Bunun sonucunda devletler dünya ticareti içerisindeki paylarını arttırabilmek için bir yandan kendi ulusal tüccarlarını koruma önlemleri almakta diğer taraftan kendilerine yeni pazarlar bulmak için dünyayı sömürgeleştirme eylemlerine yönelmektedir. Korumacı dış ticaret politikaları ve dünyayı sömürgeleştirme uygulamaları sonucunda devlet eliyle sermaye birikimi gerçekleştirilmektedir. Kolonileşme ve gümrük korumalarının yanında, belli ticaret gruplarına belli yöre ya da mal konusunda ticaret tekelleri sağlanmakta, böylece ticaret alanında hızlı bir sermaye birikimi devlet eli ve desteği ile gerçekleştirilmektedir.

Merkantilist öğretinin temel bakış açısını ve devlete olan yaklaşımını şu şekilde

özetlemek mümkündür; • Batı Avrupa ülkelerindeXVI. yüzyılın ikinci yarısından XVII. yüzyıla kadar

Merkantilist anlayış hâkim olmuştur. Bu dönemde yeni keşifler, gelişen ticaret ve zenginleşme isteği ile beraber zenginliğin değerli madenlere bağlı olduğu anlayışı yaygınlık kazanmıştır.

• Parasal, korumacı ve diğer ekonomik araçlar, büyük ölçüde ulus devletin oluşumuna katkıda bulunmak üzere kullanılmış, devlet müdahalesi Merkantilist öğretinin önemli bir parçası olarak yerini almıştır.

• Ulus devlete dayanan mutlaki rejimlerin hâkim olduğu bu dönemde devletin ekonomiye müdahale ederek ülkeye değerli maden girişini sağlamak ve çıkışını engellemek gerektiği vurgulanmıştır.

Doç.Dr.SüleymanBOLAT–MaliyePolitikası1–DersNotları–3.Bölüm

5

II. FİZYOKRASİ VE DEVLET MÜDAHALESİ Merkantilist politikalar sonucunda altın, gümüş gibi madenler az sayıda ülkenin elinde

toplanmış, bunun sonucunda değerli madenlerini kaybeden ülkelerin dış ticarete katılım oranı düşmüştür. Ticaretten kazançlı çıkarak sahip olduğu değerli madenleri arttıran ülkelerde ise enflasyon baş göstermiştir. Her iki nedenden ötürü ülkelerin karşılıklı ticaret hacimleri düşmüştür. Diğer bir deyişle tek taraflı çıkara dayalı Merkantilist uygulamalar sonucunda ticaret hacmi daralmış zenginleşen ülkelerde enflasyon baş göstermiş ve neticede Merkantilizm başarısız olmuştur.

Merkantilist sistemin başarısızlığına tepki olarak ortaya çıkan Fizyokrasi ticari

kapitalizmi temel alan Merkantilizmden farklı olarak girişimci çiftçiyi, büyük ölçekte tarımsal üretim yapan üreticiyi ön plana çıkarmıştır. Fizyokratlar da Merkantilistler gibi servetin kaynağını aramışlar, ancak onlardan farklı olarak servetin kaynağının ticaret (mübadele) değil, üretim olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu bakış açısıyla Fizyokratlar zenginliğin ve servetin kaynağının para değil dönemin en önemli üretim kaynağı olan doğa ve yine dönemin en önemli üretim faaliyeti olan tarım olarak görmüşleridir.

Fizyokratlara göre tarım dışında kalan diğer meslekler ve faaliyetler toplum için

faydalı olarak kabul edilse bile tarım gibi yaratıcı ve verimli değildirler. Tarım ve ticaret ancak kendi kendini devam ettirebilir, ortaya iktisadi anlamda net bir fazlalık çıkarmazlar. Buna karşın tarım, doğanın yaratıcı gücü sayesinde insanlara yoktan yeni nimetler sunmaktadır. İşte Fizyokratlar mevcut toplum düzeninin işleyişini, karşılıklı ilişkilerini, toplumsal sınıflar arası gelir ve servet dolaşımı ve bölüşümünü ve devletin toplum ve ekonomi içerisindeki rolünü bu görüşlerden hareket ederek açıklamaktadırlar.

Fizyokratlar tarımı ekonomik yaşamın merkezi durumuna getirmekle yetinmemekte

Merkantilistlerin ekonominin merkezine yerleştirdikleri ticareti önemsiz kabul etmektedirler. Diğer taraftan ticaretin karlı ve verimli bir alan olması nedeniyle yapılması gerektiğini ancak bu durumda korumacı uygulamaların olamaması gerektiğini savunmaktadırlar. Başka bir deyişle Fizyokratlar belirli koşullar altında serbest ticaretin yapılasına taraftar olmaktadırlar. Ticaretin serbest olmasına verdikleri desteğin altında yatan temel neden ise Fizyokratların, doğal düzenin, bireylerin özgür hareketleri ile kurulacağına inanmalarıdır.

Fizyokratlara göre nasıl ki dünya uyumlu ve dengeli bir doğal düzen içerisinde

işliyorsa, toplumlarda doğal düzen içerisinde varlıklarını sürdürmektedirler. Bu düzen içerisinde bireylerin ekonomik yaşamdaki çıkarları kendiliğinden uyum içerisinde olacağından yani ekonomik hayatta da doğal bir düzenin varlığı söz konusu olduğundan devletin ekonomik yaşama hiçbir şekilde müdahale etmesi gerekmemektedir. Eğer devlet ekonomiye müdahale etmezse, piyasanın doğal işleyişi, enflasyon ve dış ticaret sorununu kendiliğinden çözmektedir. Devletin faaliyetleri tümüyle düzenin, güvenin ve adaletin sağlanması ile sınırlı olmalıdır. Bunu aşan bütün devlet faaliyetleri özgürlük üzerine baskı

Doç.Dr.SüleymanBOLAT–MaliyePolitikası1–DersNotları–3.Bölüm

6

anlamına gelmektedir ki; bu durum doğal düzenin işleyişini engellemektedir. Fizyokratların benimsediği doğal düzen anlayışının sürmesini, işlemesini sağlayan bir diğer önemli şey ise özel mülkiyettir ve devlet müdahalesi özel mülkiyeti sınırlandıracağından dolayı Fizyokratlar tarafından istenememektedir. Fizyokratların doğal düzenin uyumlu bir toplumsal ve ekonomik yaşam yaratacağına olan inançları Klasik İktisat yaklaşımında “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” anlayışına dönüşmektedir.

Daha önce belirttiğimiz gibi Fizyokratlar tarımı tek üretim kaynağı olarak görmekte bu

nedenle yalnızca tarım sektörü üzerinden alınan tek bir vergi önermektedir. Onlara göre diğer sektörlere bir vergi konulsa dahi sonuçta konulan vergi tek verimli sektör olan tarım sektörüne yansıyacaktır. Diğer taraftan doğal düzen anlayışından yana olduklarından, girişim özgürlüğünü sınırlayan ve malların serbestçe dolaşımını engelleyen her türlü sınırlamaya ise karşı çıkmaktadırlar. Örneğin Merkantilistlerin aksine gümrük vergilerinin kaldırılarak ticaretin tamamen serbestleştirilmesini savunmaktadırlar. Son olarak şunu da belirtmek gerekir ki, ekonomide devlet müdahalesine karşı çıkan Fizyokratlar kamu harcamalarının adalet, güvenlik gibi temel hizmetlerle sınırlı tutulmasını ve devletin ekonomiye müdahalesini minimum düzeyde tutacak minimal bir yapıda olmasını savunmaktadırlar.

Fizyokratların temel bakış açısını ve devlete olan yaklaşımını şu şekilde özetlemek

mümkündür; • Fizyokratlar zenginliği tarıma bağlamışlardır. • Sektörleri üretken ve üretken olmayan olarak ikiye ayırmışlar ve tarımın üretken

olan sektör olduğunu kabul etmişlerdir. • Üretken ve üretken olmayan işgücü ayrımında, tarımda çalışan işgücünün üretken

olduğunu öne sürmüşlerdir. • Doğal düzen anlayışını benimseyen Fizyokratlar, bu düzenin sürmesinin özel

mülkiyetle mümkün olabileceğini kabul etmişler. • Bu yüzden de ekonomiye müdahale devlet tarafından edilmemesi gerektiğini

savunmuşlardır. • Devlete olan bu bakış açısı devletin ekonomi ve sosyal hayat içerisindeki rolünün

olabildiğince küçük olması sonucunu doğurmuştur.

Doç.Dr.SüleymanBOLAT–MaliyePolitikası1–DersNotları–3.Bölüm

7

III. KLASİK EKONOMİK DÜŞÜNCEDE DEVLET MÜDAHALESİ Ekonomik düşüncenin gelişiminde ve yazınında temel yaklaşım olan denge fikri,

ekonominin iç ve dış dengeleri olarak analiz edilir. İç denge kavramı fiyat istikrarı ve istihdam, dış denge kavramı ise cari denge olguları üzerine oturtulur. Klâsik dönem ekonomistleri, dönem koşullarına da dayandırdıkları varsayımlarla, sistemin işleyişinin otomatik dengeye yönelik olduğunu savunmuş, bundan dolayı ekonomiye devletin dışsal müdahalelerinin yerinde ve yararlı olmayacağı sonucuna ulaşmışlardır.

Klasik dönem ekonomi anlayışında tüm kural ve koşullarıyla piyasa varsayımı esastır.

Bu varsayımda tüm piyasalarda tam rekabete yakın işleyiş koşullarının varlığı ileri sürülmüştür. Bu iddialar zamanın koşullarına da uygundu. Klasik dönemde faktör ve ürün fiyatlarında tam esneklik ve sektörler arası geçişlilik söz konusu idi. İhtisaslaşmanın henüz oluşmadığı ve emek piyasalarında örgütlülüğün ortaya çıkmadığı klasik dönemde fiyatlar yolu ile hem ürün hem de faktör piyasalarında denge sağlanabilirdi. Günümüzde görülen fiyat katılıkları ve sektörler arası geçişsizliklerin söz konusu olmadığı klasik dünyada, hiçbir devlet müdahalesine gerek kalmadan piyasaların iç ve dış ekonomik dengeyi sağlamada başarı olacağı savunulmuş, sistem de bu yönde çalışmıştır.

Klâsik dönem ekonomisi nispi fiyatlar mekanizmasına dayandırılmıştır. Klâsiklere

göre paranın iki işlevi vardır; birinci işlevi ürün ve faktör piyasalarında değişim aracı olması, ikinci işlevi ise servet biriktirme aracı olmasıdır. Bu sistemde para dışsal bir unsur olarak görülmüş ve ekonomide kaynak ve gelir dağılımı üzerinde etkili olmadığı savunulmuştur. Paranın ekonomik ilişkilerde reel değişkenleri etkileyememesi sistemin işleyişinin parasal değerlere bağlı olmayıp reel değerlere (ürünlerin aralarındaki değişim oranına) bağlı olmasının bir sonucudur. Şöyle ki, ekonomideki parasal değişmeler ürün ve faktör fiyatlarında parasal değişime yol açabildiği halde, mallar arasındaki değişim oranlarını, yani nispi fiyatları bozmamaktadır. Değerlerin parasal değişime uğrarken reel ilişkilerde değişim yaşanmaması, tüm ürün ve faktör fiyatlarının aynı yön ve şiddette değişime uğradığı anlamında homojenite varsayımına dayandırılmıştır. Örneğin, para tabanının genişletilmesitüm ürünlerin parasal değerini aynı yönde değiştireceğinden, ürünler arasındaki değişim oranı sabit kalacaktır. Aynı şekilde, parasal tabanın genişlemesiürün fiyatlarını yükseltirken, aynı derecede faktör gelirlerini de yükselteceğinden bireylerin parasal satın alma gücü yükselmiş gibi gözükürken, reel satın alma gücüsabit kalmış olacaktır. Şu hale göre, para tabanının genişletilmesi genel fiyat artışına, yani enflâsyona neden olurken, faktörler ve ürünler arasındaki değişim oranıdeğişmediğinden nispi fiyat değişiklikleri yaratmamakta ve ekonomik dengeler üzerinde etkili olmamaktadır. Klâsik dönemin bu görüşü, parasal sektör ve reel sektör ayırımı şeklinde ikili yapı (dikotomik yapı) olarak bilinir.

Ekonomide para tabanının genişletilmesi, homojenite varsayımı doğrultusunda reel

fiyatlarda bir değişikliğe yol açmaması yanında, bireylerin para rezervlerine gidenpara miktarı ile piyasada kullanıma sunulan para miktarı arasındaki reel değerleri de korur. Şöyle ki, belirli

Doç.Dr.SüleymanBOLAT–MaliyePolitikası1–DersNotları–3.Bölüm

8

reel değerde rezerv para tutmaya çalışan bireylerpara tabanının genişlemesi sonucunda ürünlerin parasal değerleri yükselince reeldeğer kaybına uğramış olduklarından reel depolarını takviye edebilmek için parasalpara depolarını yükseltme eğilimine girerler. Böylece, ürünlerin fiyat ortalamasıile bireylerin para depoları arasındaki reel denge korunmuş olur.

Tüm fiyat ve gelirlerin aynı yön ve şiddette hareket etmesi enflâsyonun kaynakve gelir

dağılımı üzerindeki bozucu etki algılamasını ortadan kaldırmaktadır. Klâsik dönem ekonomisi işleyişi ve algılanışı çerçevesinde; para tabanının genişletilmesi sonucunda parasal değerlerin yükseleceği, ancak reel değişim oranlarının, yani nispi fiyatların sabit kalacağı, bireylerin satın alma gücünde bir değişiklik olmayacağıve toplumun tüketim kalplarının da değişmeyeceği ileri sürülmüştür. Budurumda mutlak fiyat düzeyinin yükselmesine rağmen nispi fiyatlar ve reel gelirlersabit kalacağından ekonomide kaynak ve gelir dağılımında bir değişim söz konusuolmayacaktır.

Klâsik dönemde üretim sürecinde henüz yüksek düzeyde ihtisaslaşmaya ulaşılmamış

olmasının doğal sonucu olarak üretim faktörlerinin fiyat esnekliği ve farklı alanlara geçişliliği oldukça yüksek idi. Esneklik ve geçişkenlik varsayımlarına dayalı olarak işsizlik konusu da klâsik dönemde ciddi sorun olarak görülmüyordu. İşsizliğin yükseldiği alanlarda ücretlerin düşeceği ve buna bağlı olarak emek talebininyükselerek tam istihdam düzeyine ulaşılacağı düşünülmüştür. Sürecin muntazamişleyebilmesi için dışsal müdahalelerin, yani devlet müdahalesinin yapılmamasısavunulmuştur. Örneğin, kamusal otorite tarafından belirlenen asgarî ücretkoşulu, işsizlik dönemlerinde geriye doğru ücret ayarlamalarını sınırlayacağından, kamusal müdahalelerin işsizliği önlemede çare olmayacağı, tam tersine sorun yaratacağıileri sürülmüştür.

Klâsik ve neo-klâsik ekonomi temsilcilerince faktör piyasalarının otomatik

mekanizmalarısadece istihdamı sağlamada etkili olmakla kalmayıp, gelir dağılımı konusundada etkili sonuç ortaya koyarak faktör paylarının hakça oluşumunu sağlayacağısavunulmuştur. Faktör paylarının birbirine yakınlaştırılması da, yine faktörlerin sektörler arasındaki geçişliliği ve ücret düzeyinin esnekliğine bağlanmıştır. Farklı sektörlerde aşırı ücret farklılığının ortaya çıkması durumunda, düşük ücretli sektörde çalışan emek gücü zamanla yüksek ücret ödenen sektöre geçiş yaparken, düşük ücretler yükselme, yüksek ücretler ise gerileme içine girerek faktör getirileribirbirine yaklaştırılacak, böylece gelir dağılımında da nispi adalet sağlanmış olacaktır. Bu durumda, ekonomiye herhangi bir dış müdahalenin, ücret esnekliğinibozacağından, sistemin etkin çalışmasını engelleyeceği ileri sürülmüştür.

Klâsik ve neo-klâsikler, aynî ekonomi döneminden devraldıkları ve John Baptise Say

tarafından kavramsallaştırılan ve Say Yasası olarak bilinen “Her arz kenditalebini yaratır.” görüşüne dayalı olarak ekonomide arz ve talep dengesizliğininoluşmayacağı görüşüne bağlı kalmışlardır. Say Yasası olarak anılan yasanın işleyişi, piyasaya ürün arz eden ekonomik birimlerin aynı zamanda talep unsuru olarakdevreye girdiği tezine dayanmaktadır. Say kuralı

Doç.Dr.SüleymanBOLAT–MaliyePolitikası1–DersNotları–3.Bölüm

9

uyarınca ekonomide arz ve taleparasındaki dengenin sağlanabilmesi de ekonomiye dışarıdan herhangi bir müdahaleninyapılmaması koşuluna dayandırılmaktadır. Devletin arz miktarına ya da talepmiktarına müdahale ederek araya girmesi koşulunda arz talep dengesinin sağlanamamış olacağı savunulmuştur.

Klâsik görüşe göre, ekonomilerin büyüyebilmesinin koşulu tasarruftur.

Tasarrufyatırımı beslediği sürece hem üretim esnasındaki yıpranma ve aşınma maliyetlerinikarşılar, hem de ekonominin gelişmesi için gerekli yatırımlara kaynak oluşturur. Klâsik görüşün denge algılaması burada da karşımıza çıkar. Şöyle ki, ekonomikdengenin sağlanması açısından yatırımın tasarrufa eşit olması gerekmektedir. Klâsikleregöre, yatırım ile tasarruf arasındaki denkliği faiz oranı sağlar. Yatırım ile tasarrufarasında eşitliği sağlayan fiyat olarak faiz oranı, zamanlararası kaynak dağılımında optimum koşulu sağlayan bir tür fiyat olarak çalışır.

Klâsik dönemde iç istikrar alanında karşılaşılan en büyük güçlük “zorunlu kötülük”

olarak algılanan devletin devreye alınmasında ortaya çıkmıştır. Devletin, ekonomiyedüzenleyici müdahalesine gerek kalmadığının ileri sürülmesi yanında, zarurikamu hizmetlerinin görülebilmesi amacıyla zorunlu olarak kaynak kullanan ve hizmetlerinmaliyetini karşılayabilmek için de ekonomiden kaynak çeken bir birim olaraksisteme dahil edilmesi kaçınılmaz görülmüştür. Kamusal müdahalelerin nispi fiyatları bozmasının sistemin optimal koşullarda işlemesini engelleyeceği endişesi sonucunda, kamu faaliyetleri için, biri kamu harcamaları diğeri de kamu gelirleri alanında olmak üzere, iki önemli kısıtlayıcı koşul getirilmiştir. Kamu harcamaları alanındakikoşul, kamu faaliyetlerinin ve bu faaliyetlerin parasal ifadesi olan bütçenin küçükolmasıdır. Bütçe hacmi küçük tutularak zorunlu kamusal hizmetlerin görülmesinerağmen ekonomiye dış müdahalenin asgarî boyutta tutulabileceği düşünülmüştür.

Kamu gelirleri alanında ise vergilerin piyasadaki nispi fiyatları bozmayacak

şekildetasarlanması önerilmiştir. Klâsiklerin önerdiği şekli ile ekonomide nispi fiyatlarıbozmayacak, dolayısıyla ekonomik birimlerin kararlarını etkilemeyecek vergileretarafsız vergiler anlamında nötr vergiler adı verilir. Nötr vergiler yükümlüüzerinde gelir etkisi oluşturan, fakat ikame etkisinin sıfır olduğu vergiler olarak tanımlanabilir. Nötr vergiye en tipik örnek baş vergisidir. Bireylerin ekonomik faaliyetlerive gelirlerinden bağımsız olarak saptanan ve tahsil edilen baş vergisinin, bireylerinekonomik kararları üzerinde etkili olmayacağı ileri sürülmüştür. Baş vergisininbile mutlak anlamda nötr olduğu ileri sürülemez. Gelir düzeyi ortalamasınınnispi olarak yüksek olduğu toplumlarda çok küçük miktarlarda uygulanan baş vergisininbireysel ekonomik kararlarda bir etki yapmayacağı savunulabilir. Ancak belirlidüzeydeki baş vergisinin düşük gelirli bireylerde oluşturacağı güçlü gelir etkisibireyin boş durma ve çalışma arasındaki tercihini etkileyerek, ekonomik kararlardadavranış değişikliği yaratabilir.

Doç.Dr.SüleymanBOLAT–MaliyePolitikası1–DersNotları–3.Bölüm

10

Klasik dönemde dolaylı vergilerin piyasada nispi fiyatları bozarak, kaynak dağılımı bozukluğuna yol açacağı iddiası da yaygın olarak ileri sürülmüştür. Özelliklebazı ürünler üzerine salınan dolaylı vergilerin nispi fiyatları bozacağı ve böylecekaynak dağılımını bozacağı iddia edilmiştir. Bu iddia klâsik görüş çerçevesindedoğru ve geçerli olmakla beraber tek yanlıdır. Şöyle ki, dolaylı vergilerin ürün piyasasında oluşturduğu bozucu etkinin benzerini dolaysız vergiler, faktör piyasasındaoluşturur. Klasik dönemde vergilerin ekonomi üzerindeki bozucu etkilerindençekinilmesi nedeniyle, ilk dönem maliye kitaplarında kamu harcamalarına çok azyer verilirken kamu gelirleri, özellikle de vergiler analizlere konu olmuştur.

Kamu gelir sistemi içinde borçlanma konusu da klâsiklerce ilke olarak reddedilmiştir.

Kamu borçlanma sistemine klâsiklerce karşı çıkılması da yine piyasadanispi fiyatların bozulmaması ve ekonomik dengenin sarsılmaması endişesindenkaynaklanmıştır. Şöyle ki, borçlanma bütçe açığını gösterdiği derecede ekonomidedengesizlik unsuru olarak görülmüştür. Henüz denk bütçe çarpanı kavramınınnetleşmediği dönemde, açık bütçe ya da fazla veren bütçe uygulamalarının aksinedenk bütçe uygulamasının, talep kalıplarını farklılaştırmakla beraber, toplam talebisabit tuttuğu, böylece ekonomide dengesizliğe yol açmayacağı düşünülmüştür.

Klâsiklerin kamu borçlarına karşı çıkışının ikinci nedeni de borçlanmanın

nesillerarasında kaynak dağılımını bozacağı düşüncesidir. Bu düşünceye göre, borçlanmaile gelecek nesillerin birikimlerinin bir bölümü şimdiki neslin tüketiminekatkı olarak kullanılacağından, gelecek nesillerin üretim ve tüketim kapasitesi zayıflatılmış olur. Durum böyle olunca borçlanma savaş ya da diğer benzeri zor toplumsalkoşullarda acil finansman aracı olarak kullanılabilir ya da yatırımın finansmanında devreye alınabilir. Borçlanma ile yatırım yapıldığında, ileriki dönemdeborçların itfası gündeme geldiğinde, yatırımın üretim kapasitesi de devreye girmişve borç itfa maliyetini karşılamış olur. Bu iki koşulun bulunmadığı durumda veklasiklerce tüketim olarak görülen bütçe açığının finansmanında devreye sokulanborçlanmaya, gelecek nesillerin üretim kapasitesini sınırlayacağı, dolayısıyla nesillerarası kaynak dağılımını bozacağı endişesi ile kuşkulu bakılmıştır.

Klâsik görüşe göre, dış denge, yani cari denge hakkındaki görüşler de iç

dengekonularında olduğu gibi, otomatik süreçlerle sağlanacağı şeklindedir. Dış dengedeotomatik düzenleyici faktör, o dönemlerde paranın, altın ya da gümüş veyabunların karışımından oluşan değerli madenlere bağlanmış olmasıdır. Söz konusudeğerli madenlerin arzı sınırlı olduğundan ekonomilerde para arzı da sınırlandırılmış olmaktadır. Klasik dönemde dış ödemelerde ekonomiler arasında değerli maden stoklarının yer değiştirmesi söz konusudur. Arzı sınırlı değerli madenler dış ticarethadlerinde yarattığı değişikliklerle uluslararası ticarete konu olan mallarınnispi fiyatları üzerinde etkili olarak dış ticareti ayarlıyordu. Sistem şöyle çalışıyordu.Bir ülke ithalat nedeniyle yaptığı ödeme nedeniyle değerli maden stoklarındaerime, buna karşın ihracat yapan ülke ise maden kaynaklarında zenginleşme yaşar.Maden kaynaklarındaki değişime bağlı olarak, ithalat yapan ekonomide

Doç.Dr.SüleymanBOLAT–MaliyePolitikası1–DersNotları–3.Bölüm

11

genelfiyat düzeyi gerileyecek, ihracat yapan ekonomide ise genel fiyat düzeyi yükselecektir.Bu işlem sonucunda, her bir ekonomide ürünler arasında nispi fiyatlar değişmemiş olmasına rağmen, ekonomiler arası karşılaştırmada, ekonomiler arasındaürünlerin nispi fiyatları değişir. Diğer bir deyişle, ithalat yapan ekonomide değerlimaden stokları gerilemiş olduğundan para tabanı daralacak, buna karşın ihracatyapan ekonomide maden stokları yükselmiş olduğundan para tabanı genişlemişolacaktır. Bu durumda, ithalat yapan ülke ürün fiyatları bir dönem sonra ihracatyapmış ülke ürün fiyatlarına göre ucuzlamış olacağından, dış ticaret işlemi ters dönecek, geçmişte ithalat yapan ekonomi bu kez ihracat, ihracat yapan ekonomi iseithalat yapar konuma gelecektir. Böylece, uluslararası ticarette denge koşulu daekonomilerin içsel ve karşılıklı dinamikleri ile sağlanmış olur. Devletlerin dövizkurları ya da diğer mekanizmalarla dış ticarete müdahale etmesi, ekonominin diğer denge koşullarında olduğu gibi, burada da dengenin oluşumunu sağlayamayıp, tam tersine dengenin bozulmasına yol açacaktır.

Klâsik ekonomistler bu dönem ekonomik alt yapının özelliği ve işleyişinin hemiç

ekonomide hem de dış ilişkilerde optimum dengeyi sağlayacağı, bu nedenleekonomi dışı müdahalelerin gereksiz olduğu, böylesi müdahalelerin sistemin işleyişdinamiklerini bozarak, dengeden uzaklaşılmasına neden olacağını savunmuşlardır. Klasikler parayı sistemin üzerinde bir peçe olarak algılamış ve para tabanıdeğişikliklerinin milli gelir, istihdam ve gelir dağılımı gibi reel dengeler üzerindeetkili olmadığı görüşünü savunmuşlardır.

Klâsik dönemde kabul edilen varsayımların ve sistemin bu varsayımları

doğrularnitelikte işlemesine bağlı olarak, devlet sadece küçük ve denk bütçe ile kamuhizmetlerini yerine getiren bir tür bekçi devlet ya da jandarma devlet işlevi ile sınırlı tutulmuştur. Ancak, zamanla sermaye birikimi güçlenip, parasal işlemlerin görüldüğü borsaların ortaya çıkmasıyla konjonktür dalgaları şiddetlenmiş ve sıklaşmıştır. Sermaye birikim süreci, bu gelişmelerle kapitalist sistemi 1929 Büyük Buhranı’na taşıdığında ise artık klasiklerin savunduğu devletin ekonomiye uzak durmasıgörüşü geçerliliğini yitirmeye yüz tutmaya başladı. Çünkü, yaşanan sorunlaraklasik yaklaşımlar yanıt üretemez oldu. Klâsik yaklaşım iki bakımdan önemlidir. İlk olarak klâsik yaklaşım, kapitalistsistemi en saf hali ve ekonomik aktörlerin karşılıklı rol ve işleyişleri ile ele almasıyönünden önemlidir. Sermayenin henüz büyük güce kavuşmadığı, ekonomik birimlerarasında aşırı asimetrik güç ilişkisinin yaşanmadığı dönemde ekonomik işleyişoldukça dengeli idi Klâsiklerin görüşlerinin bir başka açıdan önemi de sondönem görüşlere ilham kaynağı olması, hatta bazı durumlarda olduğu gibi günümüzpolitikalarının şekillendirilmesinde model işlevi görmeleridir. Yeni sağ görüşler ya da neo-liberal görüşlerin teorik temelleri klâsik görüşlere dayanır.

Doç.Dr.SüleymanBOLAT–MaliyePolitikası1–DersNotları–3.Bölüm

12

XIX. yüzyıl başında gelişen Klasik İktisat (Mali Gelenekçilik) düşüncesi ise piyasa düzenini ön plana çıkarmaya başlamıştır. Görünmez el kavramı ile beraber ekonomiye müdahale edilmemesi gerektiği düşüncesi hakim olmuştur.

Bu yaklaşıma göre devlet sadece kendisini doğrudan ilgilendiren savunma, adalet

gibi temel hizmetleri üstlenmeli ve piyasanın işlemesine yardımcı olmalıdır. Bu nedenle klasik iktisat yaklaşımınınhâkim olduğu dönemlerde genellikle devlet

koruyucu bir işlev üstlenmiş ve ekonomik işleyişe müdahale minimum düzeyde tutulmaya çalışılmıştır.

• Klasikler, devleti üretici bir varlıktan çok bir tüketici olarak görmüş ve devletin zorunlu durumlar dışında piyasa yapacağı müdahalelerin görünmez el tarafından oluşturulan optimal dengeyi bozacağını ileri sürmüşlerdir.

• Ekonomide dengenin kendiliğinden meydana geldiği görüşünden hareket eden klasik iktisadi anlayışa göre devlet tarafsız olmalıdır. Dolayısıyla devlet ekonomik ya da sosyal hayata herhangi bir müdahaleden kaçınmalıdır. Harcama ve vergilerin de bu nedenle tarafsız olması gerekmektedir.

• Bu tarafsızlık, bireylerin tüketim, tasarruf ve yatırım kararlarında sapmalara neden olmayacak harcama ve vergi anlamına gelmektedir.

• Ekonomik ve sosyal hayata yukarıda esasları belirtilen iktisadi düşünce sistemi hakim olunca, kamu maliyesinin düşünce sistemi de piyasa ekonomisinin tabii düzenini değiştirmemek esasına dayanıyor ve mali gelenekçilik adını taşıyordu.

• Mali gelenekçilik, mali konularda bazı temel ilkeleri benimsemişti. Bu ilkeleri şöyle sıralamak mümkündür;

1. Kamu harcamalarının hacimce küçük olması 2. Devlet bütçesinin denk olması 3. Kamu giderlerinin dolaylı vergilerle karşılanması 4. Bütçe açıklarının uzun vadeli borçlanmalarla karşılanması 5. Bütçe açıklarının kısa vadeli borçlanmalarla karşılanmaması • Klasiklerin/Mali Gelenekçilerin savunduğu maliye politikasının bu temel

ilkelerine dayanak oluşturan varsayımları ise şu şekilde özetlemek mümkündür; 1. Tüketici devlet varsayımı 2. Kamu girişimlerinin özel girişimlerden daha az verimli olduğu varsayımı 3. Tarafsız kamu harcamaları ve tarafsız vergi varsayımı

Doç.Dr.SüleymanBOLAT–MaliyePolitikası1–DersNotları–3.Bölüm

13

IV. NEO-KLASİK DÜŞÜNCEDE DEVLET MÜDAHALESİ Klasik çizgi esasen piyasayı temel alır ve ekonomide kamu müdahalesi istisnadır.

Piyasa kendi haline bırakıldığı zaman ekonomide bütün aktörlerin tatmin olacağı bir işleyiş ortaya çıkar ve bu işleyin sonucunda ortaya çıkan gelir bölüşümü “olması gereken” düzeydedir. Ancak piyasa mekanizmasının etkin işleyebilmesi ve bu sonuçlara ulaşabilmesi için bazı koşulların sağlanmış olması gerekir. Bu koşullar ekonomik karar alıcıların tam ve simetrik bilgiye sahip olması, dışsallıkların olmaması, piyasa giriş ve çıkışların serbest ve maliyetsiz olması, faktör ve mal akışkanlığının sürtünmesiz olması ve azalan maliyetli üretim alanlarının yani doğal tekellerin olmaması gibi koşullardır. Bu koşulların sağlanması halinde piyasa mekanizması sorunsuz işler ve bu sonuçtan bütün üretici ve tüketiciler memnun olurlar. Piyasadaki fiyatın marjinal hasılata ve onun da marjinal maliyete eşitlendiği böyle bir ortamda üreticiler kar, tüketiciler ise faydalarını maksimize ederler. Bu durum Neo-Klasikler tarafından birinci en iyi olarak adlandırılır ve Neo-klasikler tarafından öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde ulaşılabilecek en iyi sonuçtur.

Ancak bu koşulların bir veya birden fazlasının gerçekleşmesine engel olan faktörlerin

varlığı halinde, bir tek piyasada bile ortaya çıkabilecek bir aksaklık ideal sonuca ulaşmayı engeller. Bu durum piyasa başarısızlığı olarak adlandırıl ve piyasa mekanizması tarafından kendiliğinden ortadan kaldırılamaz. Bu nedenle kamu otoritesi gibi görünür bir elin müdahalesi ile aksaklıkların giderilmesi Neo-klasik iktisatçılar tarafından meşru olarak kabul edilir.

Bu müdahale sonucunda ortaya çıkan yeni durum ikinci en iyi olarak adlandırılır.

İkinciye en iyiye ulaşmak için sadece piyasanın etkin çalışmayan taraflarına değil; bu kesimlerin etkinsizliğini giderebilmek için etkin çalışan kesimine de müdahale etmek gerekebileceğinden çok sayıda müdahale araç yöntemi ile karşı karşıya kalınır. Bu araç ve yöntemlerden hangilerinin kullanılacağını ise piyasa başarısızlığının neden kaynaklandığı belirleyecektir. Piyasa başarısızlığına tam rekabetin olmaması, doğal tekellerin varlığı, kamusal mallar, dışsallıklar, eksik bilgi, eksik kapasite kullanımı ve işsizlik ile erdemli malları varlığı sebep olabilmektedir. İşte Neo-klasik bakış açısı bu durumlarda piyasanın işleyişinin sorunsuz hale gelebilmesi ve böylelikle klasiklerin iddia ettikleri gibi “olması gereken” kaynak ve gelir dağılımını sağlayabilmesi için devletin ekonomiye minimal/sınırlı bir müdahalede bulunmasını kabul eder.

Tam Rekabetin Olmaması piyasa ekonomisinin uygulandığı ülkelerde oluşan piyasa

yapılarının tam rekabetten uzak olduğunu ifade etmektedir. Egemen piyasa yapıları, monopol, oligopol ve/veya monopollü rekabet gibi piyasalardır. Bir piyasada tam rekabetin olabilmesi, çok sayıda alıcı ve satıcının bulunması (atomizite), malların homojen olması, piyasaya giriş ve çıkışlarda engeller bulunmaması, üretim faktörlerinin akıcı (mobilite) olması, alıcı ve satıcıların piyasa ile ilgili tam bilgi (informed) sahibi olmaları gibi özelliklerin varlığı ile mümkündür. Bu temel özelliklerin çeşitli nedenlerle geçerliliklerini yitirdikleri görülmektedir.

Doç.Dr.SüleymanBOLAT–MaliyePolitikası1–DersNotları–3.Bölüm

14

Özellikle mal piyasalarında, firmalar aralarında anlaşma yapmak suretiyle kartel, tröst,

holding vb. yapılanmalara giderek çok sayıda satıcının olması koşulunu ortadan kaldırmakta ve dolayısıyla fiyatları istedikleri gibi belirleyebilmektedirler. Piyasa ekonomisi içinde üretilen mal ve hizmetlerin homojen olmaması da tam rekabeti engelleyen ve aksak rekabete yol açan nedenlerden birisidir. Aksak rekabet sadece firmalar arası anlaşmalar yoluyla değil, aynı zamanda aynı ihtiyacı karşılayan mallar arasında yoğun reklam kampanyaları ile “marka imajı” oluşturarak sağlanan ürün farklılaşması sonucunda da ortaya çıkabilmektedir.

Piyasa başarısızlığına (refah kaybına) yol açan bu gibi piyasa yapıları, kamu

ekonomisinin kaynakların etkin kullanımı amacıyla ekonomiye müdahale etmesinin gerekçelerinden birisini oluşturmaktadır. Devlete düşen görev, antitröst ve antikartel yasalarının çıkarılması, reklamların denetim altına alınması gibi, rekabet yapısını güçlendirici önlemleri alarak piyasa başarısızlığına yol açan nedenleri ortadan kaldırmaktır.

Bir firmanın ölçeğe göre artan getiriler nedeniyle tekelci konumuna gelmesi durumuna

doğal tekel denir. Piyasadaki bazı üretim dallarında, firma ölçeğinin büyümesi durumunda “ölçeğe göre artan getiriler” vardır. Bir üretim dalında minimum ortalama maliyetler çok yüksek ise, bu durumda bir firmanın tek başına piyasaya hakim olacak ölçekte kurulması ortalama maliyetlerin azalmasını sağlayacak ve dolayısıyla ölçeğe göre artan getiriler söz konusu olacaktır. Diğer bir deyişle, bu üretim dallarında birden fazla firmanın birbirleri ile rekabet içinde olması yerine, bütün üretimi tek bir firmanın yapması toplam maliyetlerin minimum düzeyde gerçekleşmesini sağlar. Bu üretim dallarında rekabetçi bir ortam olsa bile sonunda en güçlü firma ölçeğini büyüttükçe maliyetlerini minimize edeceği için tek başına kalır.

Görüldüğü gibi neo-klasik ekonomistler bazı üretim dallarında çok sayıda firmanın

varlığının piyasa başarısızlığı anlamına geleceğini kabul etmektedirler. Ancak doğal tekel durumundaki bir firma da monopollü rekabet piyasasındaki bir firma gibi ve hatta ondan daha fazla refah kaybına neden olur. Bu durum, söz konusu üretim dallarında devletin müdahalesini haklılaştırır. Bu durumda devlet iki seçenekle karşı karşıyadır. Birincisi, devletin bu tür üretim dallarını kamusallaştırmasıdır. Bu, kamu iktisadi teşebbüslerinin varlık nedeni ile ilgili olarak yapılan neo- klasik açıklama tarzıdır İkincisi, devletin piyasadaki bu tür doğal tekelleri düzenlemesidir. Bu seçenekte devlet, söz konusu üretim dallarında faaliyette bulunma hakkını bir imtiyaz sözleşmesi ile piyasadaki tek bir firmaya verecektir. İmtiyaz sözleşmesi ile devlet, piyasadaki firmanın fiyatına müdahalede bulunur. Böylece imtiyaz sözleşmesi ile piyasadaki firmanın toplumsal refah kaybına neden olması önlenir.

Kamusal mallar (saf kamusal mallar) ortak tüketime konu olan (ortak tüketim),

tüketiminden kimsenin dışlanamadığı (pazarlanamama), bir kişinin tüketiminin başkasının faydasını azaltmadığı (bölünememe) ve dışsallıkları olan mallardır. Bütün bu özelliklerinden

Doç.Dr.SüleymanBOLAT–MaliyePolitikası1–DersNotları–3.Bölüm

15

dolayı kamusal nitelikli malların piyasa ekonomisi içinde etkin bir biçimde üretilmelerinin mümkün olmadığı, neo-klasik ekonomistlerce ifade edilmektedir.

Bu malların üretimi piyasaya bırakıldığında, ya hiç üretilmemeleri ya da aşırı

üretilmeleri söz konusu olacaktır. Piyasada üretilmeleri durumunda, eğer bireyler dışsallıkların farkında değillerse, her bireyin ayrı taleplerinin sonucu olarak toplum için yeterli miktarın üzerinde aşırı üretim söz konusu olur. Bireylerin dışsallıkların farkında olmaları durumunda ise, her birey diğer bireylerin taleplerinden faydalanmak (free-rider/bedavacı davranış) isteyip kendi talebini gizleyeceğinden kamusal mal piyasada hiç üretilmeyecektir. Kamusal malın piyasada hiç üretilmemesi veya aşırı üretilmesi sosyal açıdan bir etkinsizlik olduğu kadar ekonomik işleyiş açısından da ciddi aksaklıklar ortaya çıkacaktır. Neo- klasik bakış açısına göre bu malların üretimi buraya kadar açıklanan nedenlerden dolayı devlet tarafından gerçekleştirilmelidir

Kamusal malların sahip olduğu dışsallık özelliğinden farklı olarak, özel mal ve hizmetlerin piyasada üretilmeleri ve tüketilmeleri sonucunda ortaya çıkan dışsal ekonomiler söz konusudur. Bu tür dışsallıklar, piyasa ekonomisinin işleyişi içinde bazı üretici veya tüketicilerin ekonomik faaliyetlerinin sonucunda diğer üretici veya tüketicileri olumlu veya olumsuz etkilemeleri durumu olarak tanımlanır.

Piyasa süreci içinde ortaya çıkan olumlu ve olumsuz dışsallıklar nedeniyle piyasanın

gerçekleştirdiği, kaynak dağılımı etkin olmamaktadır. Üretici veya tüketiciler neden oldukları olumsuz dışsallıkların bütün maliyetlerini yüklenmediklerinden faaliyetlerini aşırı miktarda yapacaklar, tersine olumlu dışsallıklara neden olan faaliyetlerinin bütün faydalarını tatmadıklarından, bu faaliyetleri ise olması gerekenden az miktarda gerçekleştirmek isteyeceklerdir. Bütün bu nedenlerden dolayı, dışsallıkların varlığında devletin ekonomiye müdahalesi bir gereklilik olarak kabul edilmektedir.

Piyasa başarısızlığının nedenlerinden birisi de, piyasaların üretici ve tüketicilere tam

bilgi sunamamış olması yani eksik bilgi’dir. Piyasa içinde faaliyette bulunan bireylerin eksik bilgiye sahip olmalarının başlıca iki nedeni bulunmaktadır. Birincisi, geleceğin belirsizlik içermesidir. Geleceğin belli ölçüde belirsiz olmasından dolayı bireyler geleceğin tam bilgisine sahip olamazlar. Gelecekle ilgili olarak yaptıkları tahminlerde bir dereceye kadar yanılmaları söz konusudur. Eksik bilginin ikinci nedeni bilginin maliyetsiz olmamasıdır. O halde Neo-klasik ekonomistlere göre, devlet, eksik bilginin yol açacağı etkinsizlikleri ortadan kaldırmak için koruyucu önlemler almalı; eksik bilgi kaynaklı sorunları ortadan kaldırmalıdır.

Bir de kamusal olarak arz edilmesi etkin olan bazı bilgi türleri vardır. İlave bir bireye

sunulan bilgi, diğer bireylere verilen bilgi miktarını azaltmaz. Teknik ifadesiyle, marjinal maliyeti sıfırdır. Örnek olarak hava durumu ile ilgili bilgiyi verebiliriz. Hava durumunun bilgisi bir kez üretildiğinde, ek bir tüketiciye bu bilgiyi satmanın marjinal maliyeti sıfırdır. Bu nedenle her ülkede meteoroloji hizmetlerini devlet üstlenmiştir.

Doç.Dr.SüleymanBOLAT–MaliyePolitikası1–DersNotları–3.Bölüm

16

Bir diğer piyasa başarısızlığı ise eksik kapasite kullanımı ve bunun sonunda ortaya çıkan işsizliktir. Klasik ekonomiye göre tam rekabet piyasaları kaynakların hem tam hem de etkin kullanımını sağlamaktadır. Rekabetçi piyasaların her zaman tam istihdam dengesi içinde olduğu kabul edilir. Oysa piyasa ekonomisini uygulayan ülkelerde belli derecelerde işsizlik problemi ortaya çıkmıştır.

Neo-klasik ekonomistlere göre işsizliğin kaynağı, özelikle gerçek hayatta tam rekabet

piyasalarının oluşturulamamış olmasıdır. Neo-klasikler işsizlik sorununu, tekelci piyasalarda firmaların eksik kapasite ile çalışmasına bağlamaktadırlar. Neo-klasik ekonomide bir etkinsizlik nedeni olarak kabul edilen işsizliğin çözümü için devletin rekabet yapısını güçlendirici önlemler alması önerilmektedir.

Erdemli mallar, Neo-klasik kamu müdahalesinde en tartışmalı konulardan birisidir.

Bu tür malların tüketimi konusunda bireylerin kendileri için en doğru kararı veremeyecekleri kabul edilir. İnsanlar kendilerine zarar verdiğini bildikleri halde sigara içmeye devam edebilirler. Emniyet kemeri takmanın faydasını bilirler, fakat takmaktan kaçınabilirler. Bu gibi durumlarda devlet, tüketici egemenliğini kısıtlayabilmekte ve belli mallar hakkında iyi ve kötü değerlemesini yapabilmektedir.

Süt, kitap, temel eğitim ve emniyet kemeri gibi tüketilmesinin faydalı olduğu kabul

edilen mallar erdemli mallar (merit goods) olarak tanımlanır. Alkol, sigara ve eroin gibi mallar ise erdemsiz mallar (demerit goods) olarak isimlendirilir. Erdemli ve erdemsiz olarak nitelendirilen mallar ile ilgili bireysel tercih özgürlüğü sınırlandırılmakta, devlet bireyler adına tercihte bulunmaktadır.

Bununla birlikte neo-klasikler de bu gibi malların tüketimi konusunda tüketicilerin

kendileri hakkında en doğru kararı veremeyebileceklerini ve bu nedenle devlet müdahalesinin gerekli olduğunu kabul etmektedirler. Devletin erdemli ve erdemsiz malların üretimi ve tüketimi konusunda bütünüyle zorlayıcı ve yasaklayıcı tutum içine girmesi, aşırı paternalistik bir müdahale biçimidir. Oysa Neo-klasiklere göre devlet, piyasa temelli müdahale araçlarını kullanmalıdır. Örneğin, devlet içki üretim ve tüketimini tamamen yasaklama yoluna gitmemeli, vergilendirmeye başvurarak kontrol altına almaya çalışmalıdır. Görüldüğü gibi devletin, erdemli malları sübvanse ederek, erdemsiz malları ise vergilendirerek söz konusu malların fiyatlarını değiştirmesi ve bu yolla tüketici tercihini etkilemesi yöntemi savunulmaktadır. Ancak esrar ve eroin gibi uyuşturucu maddelerin üretimi ve tüketiminin yasaklanması konusunda devlete aşırı paternalistik bir rol verilmesi herkes tarafından kabul görmektedir.

Doç.Dr.SüleymanBOLAT–MaliyePolitikası1–DersNotları–3.Bölüm

17

V. KEYNESYEN DÜŞÜNCEDE DEVLET MÜDAHALESİ: MALİYE POLİTİKASININ DOĞUŞU

1. Olayların Gelişmesi 2. Düşünce Alanındaki Gelişmeler 1929 Büyük Buhran’ın merkez kapitalist ekonomilerde oluşturduğu ekonomik

krizyoğun işsizlik yaratarak derin sosyal sorunlara yol açtı. Gerek ABD’de gerekse Avrupaülkelerinde milyonlarca işçi işsiz kaldı ve sefalete sürüklendi. Bu dönemdegelişmiş merkez kapitalist ekonomilerde yaşanan işsizlik gelişmekte olan ekonomilerdegörülen yapısal işsizlik niteliğinde olmayıp krizin neden olduğu ve o dönemedek ileri kapitalist ekonomilerde görülmeyen ekonomik durgunluğun yolaçtığı işsizlik idi.

1929 Büyük Buhran yıllarındaki ekonomik yapılar yakından incelendiğinde, gelişmiş

kapitalist ekonomilerin, geçmiş dönemlerdeki yapısal özelliklerindenepey uzaklaşmış, borsa işlemlerinin olağanüstü gelişmiş olduğu bir sürece girmiş olduğu görülür. Yeni dönemde para sadece ekonomik mübadele ve servet saklamaaracı olarak görülmeyip bağımsız meta olarak da işleme sokuluyordu. Para ileborsada tahvil ya da özellikle hisse senedi adı altında çeşitli kâğıtlar alınıyor ve birsüre sonra, piyasa koşullarının elverdiği ortamlar oluştuğunda eldeki kâğıtlar alış fiyatlarının üzerinde değerle satılarak spekülatif kâr sağlanıyordu. Bu durum açıklamayamuhtaç yeni bir gelişme olarak algılanıyordu.

1929 Büyük Buhranı, ABD’ninbatı kıyılarında ön ödeme sistemi ile yapılan yazlık tipi

evlerin bir fırtınada yıkılmasısonucunda finans dünyasında yaşanan sarsıntının oluşturduğu panik havasının üretici sektöre yansıması ile piyasaların kilitlenmesi, stokların yığılması ve üretiminnerede ise durma noktasına gelmesi ile oluşmuştu. Üretimin durması, doğalolarak istihdamda gerileme ve genel yoksullaşma yarattı.

O döneme dek klâsik ve neo-klâsik ekonomistlerin ağızlarından düşürmediği piyasa

işleyişinin otomatik olarak ekonomik dengeyi sağlayacağı, oluşabilecekherhangi bir dengesizliğin dahi piyasa süreçlerince ortadan kaldırılacağı görüşü1929 Büyük Buhranı ve oluşturduğu sonuçlarla geçerliliğini yitirdi. Serbest piyasa kuralı olarak bilinen “laisses faire, laisses passe” (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) görüşü böylece yaşanan gerçeklerle yıkılmış oluyordu.

Diğer bir husus da, kapitalist dünyada yaşanan 1929 Büyük Buhran’ının yanında,

kapitalistlerin 1917 Sovyet Devrimi ile oluşan sosyalist sistem nedeni ile aşırıtedirginlik yaşıyor olmasıdır. Sovyet Devrimi’ne karşı mücadele yapma durumundaolan kapitalist dünyanın derin kriz ve işsizlikle sarsılması komünizmin lehinebir gelişme olarak görüldü. Büyük Buhran Marksizm’in kapitalist sistemin kaçınamayacağıkrizler sonucunda son bulacağı görüşünü haklı çıkarır bir görüntü sergiliyordu.

Doç.Dr.SüleymanBOLAT–MaliyePolitikası1–DersNotları–3.Bölüm

18

1914-18 yıllarında bir büyük dünya savaşı geçirmiş ve 1929’da da derin birkrize girmiş olan kapitalist dünya, komünist bir devletin de kurulmuş olduğu birdönemde bu krizden hızla çıkmanın yollarını aramak durumunda idi. İşte, Keynesböyle bir ortamda, sistemin kurtarıcısı olarak devreye girmiş ve böylece de maliyepolitikası kavramı ve uygulaması, sonraki dönemlerde alternatif görüşlerle günümüzedek sürmüştür. Keynes’in kapitalist sistemin kurtarıcısı olarak ortaya çıkması, bir yandan, teorik yaklaşımı bağlamında ekonominin işleyiş kurallarının açıklanmasında ortaya attığı yeni ve klâsiklerden çok farklı görüşlerle; diğer yandan dabu teorik yaklaşımı destekler nitelikteki pratik yaklaşımı ile devlete ekonomide aktifgörev vermesi ile açıklanabilir.

1929 Büyük Buhran’ından etkilenerek, ekonominin işleyişi üzerine yeni görüş

getirmiş olan Keynes, 1936 yılında yayınlamış olduğu İstihdam, Para ve Faizin GenelTeorisi adlı ünlü eserinde, ana fikir olarak, şunlara ağırlık vermiştir. İlk olarak, Keynes’in üzerinde durduğu ilk sorun işsizliktir. İşsizliğin çözümü ise klâsik görüş sahiplerinin savunduğu gibi rekabetçi serbest piyasa güçlerinde değil, toplam talebiyükseltmede rol oynayabilen kamu müdahalesindedir. İkinci olarak, Keyneseserinde bir yanda istihdam diğer yanda da para ve faiz konularını ele alarak, yineklâsik görüş sahiplerinin ekonomide dikotomi görüşünün aksine, parasal ve reelsektörler arasındaki etkileşimi vurgulamıştır. Böylece para sadece peçe işlevinigören dışsal ve yansız bir veri olmayıp ekonomik işleyişle organik bağ içinde birmeta konumuna getirilmiştir.

1929 Büyük Buhran dönemine gelene dek ağırlıklı olarak mikroekonomi alanıiçinde

kalan ekonomistler, fiyat mekanizması göstergelerini öne çıkarmışlar, makroekonomialanına geçememiş olup, milli gelir düzeyi üzerinde etkili olduğu düşünülentasarruf ve yatırım fonksiyonlarını dahi bir fiyat sürecine, faiz oranına bağlamışlardı. Bu konuda Keynes’in önemli teorik katkısı, makroekonomiyi mikroekonomitemellerinden anlatmak değil, tam tersine, ekonominin işleyişini makroekonomitemelinden açıklamak olmuştur. Ona göre, tasarruf yolu ile milli gelirinbüyütülmesi doğru bir görüş olmayıp, yatırımların yükseltilmesi ile milli gelirinyükseltilip, böylece elde edilen yüksek gelirden yüksek tasarruf potansiyeli sağlamaksistemin işleyiş dinamikleri açısından daha doğru bir yaklaşımdır. Böylece, ekonomi alanında dikkatler makroekonomi alanına kaydırılıyor ve makro büyüklüklerinmakro değişkenlerle yönlendirilmesi gündeme gelmiş oluyordu. Bu bağlamda, yatırımların belirlenmesinde klâsik dönemde kabul edildiği üzere sadecefaiz oranı değil, faiz oranı yanında yatırımların marjinal etkinliğinin de dikkatealınması gerektiği ileri sürülmüştür.

Keynes’in makroekonomi alanında diğer önemli bir katkısı da toplam talebintoplam

arza eşit olduğu denge koşulunda ekonomide tam istihdam düzeyinin sağlanamıyor olmasını işaret etmesidir. Keynes’e göre, mikroekonomi düzeyinde dengeninsağlandığı ve yatırım tasarruf eşitliğinin oluşturulduğu denge durumundatam istihdam sağlanamıyor olabilir. Tam istihdamın sağlanamamasının genel nedeni, klâsiklerin aksine, fiyat ve ücret sertliğine bağlı olarak işsizlik koşulunda ücretleringeriletilmesinin mümkün olmaması (kaldı ki ücretlerin

Doç.Dr.SüleymanBOLAT–MaliyePolitikası1–DersNotları–3.Bölüm

19

geriletilmeside arzuedilmemektedir), çünkü ücret baskılamasının talep kısılması yoluyla, milli geliridaha da gerileteceği düşüncesidir.

Bu durumda, işsizlik durumunda ücret ayarlamalarıile istihdamı yükseltmek mümkün

olmamaktadır. Eksik istihdam koşulundada klâsiklerin iddia ettiği gibi rekabetçi piyasanın dengeyi sağlaması söz konusuolmayacağından Keynesyen sistemde toplam talebin yükseltilmesi işlevi devlete verilir. Keynes’e göre, devletin ekonomiye müdahalesi sistemin işleyişini bozmayıp tersine, tam istihdamı sağlayıcı işlev görür. Tam istihdamın sağlanmasına yönelikolarak kamu talebi ile destekli toplam talebe efektif talep adı verilir. Tam istihdamısağlayan efektif talep, özel kesimin tüketim ve yatırım harcamaları toplamıile kamu kesiminin tüketim ve yatırım talebi toplamından oluşur.

Keynesyen teorinin çok önemli diğer bir yaklaşımı da para hakkındaki görüşleridir. O

döneme gelene dek paranın, işlem aracı ve servet saklama aracı olarakiki işlevi var iken paraya üçüncü işlev olarak spekülatif işlev verilmiştir. Paranınspekülatif işlevi, paranın da diğer metalar gibi kendi değişim değeri olan bir metaolarak algılanmasını ve işleme sokulmasını açıklar.

Spekülatif para talebinin para arzı ile kesiştiği noktada piyasa faiz oranının belirlendiği

şeklindeki Keynesyen görüş, tasarruf ve yatırım fonksiyonlarının faiz oranını belirlediği klâsik görüşten farklı olarak, dönemin parasal ve borsa işlevleriniaçıklamada geçerli teorik yapıyı oluşturmuştur. Şöyle ki, borsada işleme sürülenparanın faiz karşısındaki negatif eğimi, borsa işlemindeki kâğıtların değerleri ile ters ilintili olarak şekillenmektedir. Borsada kâğıt alma dönemi değerlerin düşük, satma dönemi ise yüksek olduğu aşamalara denk düşer. Borsada kâğıtların değerleridüşük olup yükselmeye başladığında oyuncular alımlarını yavaşlatır. Bu durum, borsada kâğıt alımlarının giderek yavaşladığını ve bireylerin taleplerinin gidereknakde döndüğünü gösterir. Tersinden okursak, borsada kâğıtların değer kazanmasıfaiz oranı ile ters geliştiğinden, kâğıtların değerlerinin yükselmesi, faizlerindüştüğü, bireylerin kâğıt almak yerine nakit kalmayı tercih ettiği anlamına gelir.

Piyasa faiz oranı, para talebinin sabit olduğu koşulda para arzının

yükseltilmesisonucunda da yükselir. Veri faiz oranı koşulunda para arzında meydana gelenartışın faiz oranını düşüreceği ifade edilir. Bu durumun borsa ile ilişkisi ise şöyledir. Başlangıç para arzı ile belirli fiyattan kâğıt almaya razı olan oyuncular, para arzıartınca bir miktar daha kâğıt almaya yönelerek eskiye oranla daha fazla para tutmanın faiz maliyetinden kaçınmaya yönelirler. Borsada daha fazla kâğıda talepgösteren oyuncular, bu rolleri ile kredi talep edenlere daha ucuz nakit sağlıyor olmaktadır. Görülüyor ki, borsada işlem gören kâğıtların değeri faiz oranı ile ters ilişkiiçinde değişir.

Doç.Dr.SüleymanBOLAT–MaliyePolitikası1–DersNotları–3.Bölüm

20

Keynes’te borsa işlemlerinin, yani parasal sektörün, yatırım işlemleri ile yanireel sektörle irtibatlandırılması ve yatırım ile faiz oranı arasındaki ilişki bağlamındaklasik görüşten ayrıldığı ve teknik anlamda maliye politikasının oluşumuna yolaçan temel nokta, yatırımların teşvik edilmesinde para politikasının tıkandığı yerdedevletin devreye sokulmasıdır. Şöyle ki, klasik görüşte tasarrufları teşvik edebilmekiçin faiz oranının düşürülmesi gerekmektedir. Bu amaca yönelik olarak paraarzının artırılması faiz oranını düşürür, fakat bir noktadan sonra bireyler nakittutmayı tercih ederek para tabanının genişlemesine rağmen faiz oranının daha fazladüşmesini engelleyebilir. Keynes’in “mutlak nakit tercihi” olarak ifade ettiği, ancak teoride, Robertson’un tanımı ile likidite tuzağı olarak bilinen bu nokta, parapolitikasının etki alanının bittiği yerdir. Likidite tuzağının bulunmadığı ve para talebininfaiz esnekliğinin yüksek olduğu alanlarda para tabanının genişletilmesi yoluylafaiz oranının düşürülebildiği koşulda da yatırım taleplerinin faiz karşısındaesnekliği çok düşük veya sıfır olabildiğinden yatırımlar yapılmayabilir. Diğer birdeyişle, bu durumda faiz düşüşlerine karşı yatırımlar olumlu tepki vermemektedir.

İşte böyle koşullarda devlet otonom yatırım olarak bilinen ve piyasa

göstergelerindenbağımsız olarak gerçekleştirilen kamu yatırımlarına yönelir. Keynes borsaların işlevlerini öne çıkarmış olmakla beraber, her koşulda borsaişlemlerini benimsememektedir. Keynes, borsada işleme sürülen kâğıtların, temsilettikleri ekonomik birimlerin gerçek değerlerinden uzaklaştığı derecede borsa işlemlerinekumarhane işlemi adını vermiştir. Kumarhane tipi borsalarda sağlanankazançlar gerçek ekonomik katkıyı yansıtmadığından, toplumda haksız gelir dağılımına yol açarak, etik kurallar çerçevesinde meşruiyetini yitirir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ileri kapitalist ekonomilerde uygulanmış olansosyal

demokrat politikalar Keynesyen teori üzerine inşa edilmiştir. Keynes’in ana görüşü tam istihdamı sağlayacak efektif talebi yüksek düzeyde tutmak olduğundan, toplumda gelir dağılımını olabildiğince düzeltici sosyal politikalar uygulamakKeynes politikalarına uygun düşüyordu. Amaç efektif talebi oluşturacak düzeydetalep oluşturmak olduğundan, Keynesyen maliye politikasının gerekli koşullardaaçık piyasa işlemleri ya da Hazine’nin Merkez Bankası’ndan borçlanma yoluyla paratabanı genişletilerek para politikası ile desteklenmesi de savunulmuştur. Çünkü, deflasyonist dönemde bütçe açığının para arzı ile desteklenmesine simetrik olarakenflasyonist dönemde de bütçe fazlasının para tabanının daraltılması ile güçlendirilmesi politikaların etkinliği açısından olumlu görülmüştür. Örneğin, otonom yatırımlar yapılırken özel kesim yatırımları üzerinde dışlama etkisi yaratabilecek faizyükselişinin para tabanının genişletilmesi yoluyla önlenmesi politikanın etkinliğiaçısından tercih edilir durumdur.

Doç.Dr.SüleymanBOLAT–MaliyePolitikası1–DersNotları–3.Bölüm

21

Ekonomide Keynes’in önemi sadece maliye politikasının temellerini atarak, ekonomileremakro açıdan yaklaşımın önemini göstermekten ibaret olmamıştır. Keynes, ekonomilerin işleyiş mekanizmalarını bir bütünsellik içinde modelleyerek, kantitatifaraştırma yapanlara alt-yapı hazırlamıştır. Keynes modelinde ekonomi, parasal ve reelkesimlerin tam bir etkileşimi içinde bütünsel bir yapı olarak çalışmaktadır. Böylece, kurulan modeller yardımı ile ekonomideki herhangi bir değişkenin ne tür sonuçdoğuracağı kestirilebilir konuma gelmiş olmaktadır. Keynes’in teoriye yaptığı diğerönemli bir katkı da sonraki aşamalarda çok farklı ve çeşitlendirilmişşekilde kullanılacak olan ekonomik olgularla ilgili beklentiler yaklaşımını getirmiş olmasıdır.

1929 yılında yaşanan dünya ekonomik bunalımına kadar olan süreç içerisinde

klasik anlayış ve mali gelenekçilerin maliye politikası ilkeleri varlığını güçlü bir biçimde sürdürmüştür.

Ancak bunalımın ortaya çıkışıyla beraber klasik iktisat düşüncesinde devlete

verilen minimalist koruyucu işlev sorgulanmaya başlanmıştır. • 1929 krizi il birlikte ortaya çıkan işsizlik ve önemli boyutlardaki ekonomik

daralma, ekonominin kendi doğal işleyişinin her zaman mümkün olamayacağını göstermiştir.

• Bu süreç sonunda Keynes’in katkılarıyla oluşmaya başlayan yeni yaklaşıma göre ekonominin her zaman kendiliğinden dengeye gelemeyeceği ve devlet müdahalesinin bazı devrelerde kaçınılmaz olduğu kabul görmeye başlamıştır.

• Klasiklerin iddia ettiği gibi ekonominin kendiliğinden dengeye geleceği yönündeki görüşü reddeden Keynes, efektif talep, likidite tercihi ve sermayenin marjinal etkinliği kavramlarını ön plana çıkarmış ve aşağıdaki ilkeleri önermiştir.

― Tasarruflardaki bir artış geliri daraltır ve ekonomik büyümeyi düşürür. Tüketim yatırımları teşvik etmede üretimden daha önemlidir. Dolayısıyla Say Kanunun tersine “her talep kendi arzını yaratır”

― Ekonomik durgunluk dönemlerinde kamu bütçesi bilinçli olarak açık vermelidir.

Devlet tarafsızlık politikasını terk etmeli ve gerektiğinde piyasaya müdahale etmelidir

• Ekonomi klasik iktisatçıların iddia ettikleri gibi her zaman tam çalışma seviyesinde değildir. Keynes ekonominin, devletin müdahale etmediği durumda bazen ve tesadüfen tam istihdam dengesine ulaşabileceğini ileri sürmüştür.

• Keynesyen yaklaşımda talep önemlidir ve Keynes mevcut üretim kaynaklarının tam olarak kullanılmama nedenini efektif talep yetersizliğine bağlamıştır. Efektif talebi etkileyecek en etkin araç ise kamu harcamalarıdır. Bu nedenle çarpan ve hızlandıran mekanizmaları da göz önüne alındığında devletin ekonomiye müdahalesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla Keynes kamu harcamalarının israf olduğu yönündeki klasik var sayımı reddetmiştir.

Doç.Dr.SüleymanBOLAT–MaliyePolitikası1–DersNotları–3.Bölüm

22

• Keynes denk bütçe düşük vergi, düşük kamu harcaması başka bir deyişle tarafsız devlet ilkesi, Say Kanunun geçerliği ve ekonominin kendiliğinden dengeye gelmesinin özel bir durum olduğunu ileri sürmüş ve tam istihdama ulaşabilmek için devletin ekonomiye aktif müdahalesinin gerekli olduğunu savunmuştur.

• Devletin yapacağı aktif müdahalenin tek etkin aracını ise likidite tuzağı ve sermayenin marjinal etkinliğinin faiz oranından daha hızlı azalması nedeniyle para politikasının efektif talebi genişletme etkisinin olmayacağını savunduktan sonra maliye politikası olacağını ileri sürmüştür.

• Sonuç olarak, işsizlik ve önemli boyutlardaki ekonomik daralma, ekonominin kendi doğal işleyişinin her zaman mümkün olamayacağını göstermiş Keynes’in katkılarıyla oluşmaya başlayan yeni yaklaşıma göre ekonominin her zaman kendiliğinden dengeye gelemeyeceği ve devlet müdahalesinin bazı devrelerde kaçınılmaz olduğu kabul görmeye başlamıştır.

• 1929 bunalımından sonra kaynak ve gelir dağılımının piyasa tarafından her zaman beklenen yönde gerçekleşmeyeceği ve devletin müdahale ederek bunu düzeltmesi gerektiği savunulmuştur. Devlet harcama yaparak talep yetersizliğini aşmaya yardım etmelidir. Modern maliye politikası anlayışının doğuşu da bu yıllara denk gelir.