Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)
description
Transcript of Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)
İÇİNDEKİLER
EDİTÖRDEN .............................................................................................................................................. 2
HATIRALARIN ŞEKLİ.................................................................................................................................. 3
MAZİNİN POLİTİKASI: GERİDE KAL(A)MAYANLAR ................................................................................... 6
FEMİNİST TARİHYAZIMI ÜZERİNE KİŞİSEL NOTLAR ................................................................................ 13
SANDIK LEKESİ ....................................................................................................................................... 16
ANNEMİN ÇEYİZ SANDIĞI ...................................................................................................................... 19
DORİS LESSİNG'LE KADIN KADINA BİR YOLCULUK: GERÇEKLER, HATIRALAR ve ANLATILAR ................ 22
GÖBEK BAĞIMIZDA YAZILI ..................................................................................................................... 29
ZAMANIN İÇİNDE BİR İLERİ BİR GERİ: VİŞNENİN CİNSİYETİ ................................................................... 31
ANNEANNE ............................................................................................................................................ 33
BİR MAZİYİ ÇAĞIRMA RİTÜELİ OLARAK GÜNLÜK OKUMA .................................................................... 36
2
EDİTÖRDEN
www.amargidergi.com 3
HATIRALARIN ŞEKLİ
ELİF E. AKŞİT
Birkaç hafta önce bizim köyde verandada yengem ve ablasıyla iki gün oturduk. Hasat mevsimi
geliyordu ve bütün köy o yoldan geçerek bahçelerine tarlalarına gidiyordu. Bazen elli yaşlarında bir
kadın annesiyle kantaron toplamaya gidiyor, bazen başka bir kadın civanperçemi toplamaktan da
geliyordu. Yengem babaannemi, dedemi, amcamı anlatıyordu. Biraz bildiğim biraz bilmediğim kişiler,
bilmediğim hikâyeler. Hatıralar. Anlattığı anda benim de hatıralarım haline gelen yengemin hatıraları.
Kalırsa toplayabileceğim kantaronlar. Arada hediye gelen sütler, salatalıklar, kabaklar... Yengemin
ablası aşağı köydendi, pek konuşmuyordu. Gelen geçen soruyordu ama onu olur da balkonda
bulunmazsa o anda, “burda bir koca teyze vardı, nerde?”
Hatıralar dediğimizde
aklımıza yukarıdaki gibi hikayeler
değil yazılı bir şeyler geliyor tuhaf
bir şekilde. Tam tersini yapmaya
çalışan kadın tarihi yaklaşımının
istenmeyen bir etkisidir bu belki
de... Bir zamanlar (2002) "Kadın
Hareketi, Halide'nin Salih'i ve
Hatıralar Kimin Tarihi" diye bir
yazı yazmıştım. Daha sonra da
üstünde duracağım feminizm-
milliyetçilik ilişkisine hatıralar ve
tarih ilişkisi babında bakan bir
yazıydı bu. Margaret McMillan,
Olympe de Gauge ve Halide Edib’in hatıralarını beraber düşünürken elit kimliklerinin, tutkulu kişiliklerin
de bir analizi gibiydi bir yerde. Kadınları görmek için geçmişe bakarken hatıralar önemli bir dal
gerçekten. Ama hatıralar sadece yazılı ürünlerden oluşmuyor. Başka alternatifleri akademik yazına
katabilecek olan sözlü tarih ise hikâyeden çok akademik bir yöntem olarak anılıyor. Sözlü tarih
feminizmin de hikâye olmaya yakın olmasıyla seçtiği ve sevdiği bir yöntem ama bu durum akademide
tutunmak için sürekli itibarlılaştırmak gereğinden kaynaklanıyor herhalde. İtibarlılaştırırken de
hikâyeliğinden, sütünden, kantaronundan bir miktar arınıyor ne yazık ki hikâyeler. Bu arada hikâyeyi
zimmetimize geçirip, diyaloğu görüşen ve görüşülen arasında eşitsiz bir ilişkiye dönüştürüp,
diyalojikliğine halel getirdiğimiz de oluyor...
4
Feminist epistemolojinin izini sürerken kadınlarla ilişkili her şeyin itibarsızlaştığını, feminist
tarihçilerin bile anca yazılı kaynaklar gibi “itibarlı” yerlere yöneldiğini görüyoruz. Bu itibarsızlaştırma
çok başarılı bir yöntem, çünkü bu şekilde sapla saman birbirine karıştığından hakiki bilgi kırıntılarıyla
uydurma hikayeler birbirine giriyor başka alanlara baktığımızda. Hatıralar hafızayı koruyor da otların
bilgisi korumuyor mu mesela? Koruyor ama koruyanını koruyamayanından ayırt edememeye razıysak
mesela…
Evlerde yer tutan koca sandıklar gibi, kurtulamadığımız yün yorganlar gibi geliyor bize
büyüklerin anlattığı hikayeler, tarifini verdiği yemekler, şuna iyi gelir dediği otlar. Sadece hatıra değil
bilgi, tecrübe ve hatıranın iç içe geçmiş hali halbuki bu reçeteler. Sonra sonra belki bazımız, "ama,"
diyor, "yün yorgan çok faydalıymış…" -neyse ki Funda Cantek ve Nurşen Güllüoğlu’ndan dahasını
dinleyebiliyoruz sandıkların bu sayıda.
İtibar derken mutlak, kadınlarınkinden farklı, itibarlı eril bir bilgi türü ya da yine aynı şekilde
erkeklerinkinden çok farklı bir kadınlık bilgisi var mıdır sorusu da önemli. Evet büyük harfli Tarih
erkeklerin hikayelerinden oluşuyor, hatıra ise herkesin. Ama kocakarı ilaçlarının mesela bilimsel bilgi
oluşumları tarafından tamamen küçük görülmesinin, okullarda da bilimsel bilginin bu küçük görme
üzerinden örgütlenmesinin de sorgulanması, anlamlandırması önemli.
Halide Edip’in hatıralarında çok dilliliğe bakmıştım. Makalenin adını "Halide’nin Salih’i, Hatıralar
Kimin Tarihi" koymuştum çünkü aynı sayfada milli mücadele anlatılarının temelini teşkil edecek
bilgilerle Edip’in eski eşine olan duygularının analizinin aynı sayfalarda yer alması beni etkilemişti.
Tarihin en tekdüze tek boyutlu görüneniyle hatıra aynı kaynaktan geliyordu, bu çok netti. Etkileyen bir
başka mesele de, özellikle bu vesileyle Halide Edib’in hatıralarına dışarıdan bakan bir hatıra olan Mina
Urgan’ın anılarını okurken Edib’in ani yaşlanması tarifi idi. Güzel giyinen, çekici bir kadınken sanki bir
gecede ameliyat geçirmemesine rağmen gözlüğünün içine mendil koyan yaşlı bir kadına
dönüşüvermişti Edib, Urgan’a göre. Edib’in geçmişini kendi büyüklerinden biliyordu da gözlüklü hali
sanki zaten karşılaşmalarına da sebep olan İngiliz Edebiyatı günlerinin bir ürünüydü... Ya da Laleli’de
edibelik günlerinin mi demeliyim? Aslında şöyle demiştim: “Kırk yaşında bu olayı anlatırken gençliğini
öldürdüğünü söyleyen Edib yıllar sonra Urgan'a, 'Öleceğimi sandım, ama insan kolay kolay ölemiyor.'
diyerek bu infazın başarısızlığından dem vurmuş olacaktır.” Edib’in gençlik ve yaşlılığıyla ilişkisi
gerçekten o gün bu gündür hâlâ kafamı kurcalayan bir konu. Zaten Salih Zeki değil ama bu gençlik
yaşlılık meselesi de bu sefer ilginç bir şekilde tarihin değil ama yazılı hatıraların da sözlü hatıraların da
en önemli ortak meselesi. Urgan’ın da bir koca teyze –kendisi gençliğin yüceltildiği bir ortamda
dinozorluk olarak görüyor bunu ama- olarak yazmış olması da sanırım bu noktanın altını çizmemiş de
olsa noktayı net görmemize yardımcı oluyor. Halide Edib de kendi yaşlılığını bir çeşit cinsiyetlerarası
geçebiliş avantajı olarak çerçeveliyor galiba en çok. Bu durum Woolf’un bizatihi biyografi türünün en
nadide örneği ve içini dışına çıkarıcısı olan Orlando karakterinin yaşlar, çağlar ve cinsler arası geçişindeki
www.amargidergi.com 5
letafeti anlayarak da daha iyi anlaşılabilir belki. Ama şu an ikisi de birbirinden mümkün ve birbirinden
zor gözüküyor bana. Vişnenin Cinsiyeti romanındaki Köpek Kadın böyle bir deneme gibi düşünülebilir
belki. Ama kadınların yaşlılık, irilik ve erkekliğini değil yaşlılığını ve kadınlığını beraber düşünmeyi daha
çok seviyorum kendi hesabıma, Orlando’nunki gibi. Gözlerim akademik veya değil, hikayelerde bir koca
teyze arıyor adeta artık... Anlatan, dinleyen, kenarda oturan, yoldan geçen arıyor. Akademik hikayenin
önemli bir avantajı izinin sürülebilmesi, referansları olabilir mesela ama biz sözlü tarihi akademiye
katmaya çalışırken bizim seslerimizi küçültmesine izin vermezsek herhalde....
6
MAZİNİN POLİTİKASI: GERİDE KAL(A)MAYANLAR
DEMET, ÖZGE, EZGİ, YELDA, DUYGU
Bir şekilde "mazi"ye merak
salmış beş kadın olarak bir oturup
konuşalım dedik. Bizi ne dürtüyor,
maziye arzu duymak ne anlama gelir?
Mazide ne umuyoruz, ne buluyoruz?
Beşimizin hikâyesinde akademik alandan
doğru gelişmiş durumda bu ilgi, fakat
politikayı anlayış şeklimizle dolaşıyoruz
mazilerde. Sonra yeniden kuruyoruz
politikamızı. Nerelerde ortaklaşıp
nerelerde farklılaştığımızı gördük bu
mazi gezmecesinde, mazinin verdiği
umudu konuştuk.
Keyifli okumalar...
Demet: Şöyle başlayalım, sizin tarihle,
tarih yazımıyla ilgilenmeniz nerden
başladı?
Yelda: Tarih benim için hala akademik bir çalışma alanı değil. Tarih yazımı gibi bir yere de
konumlandırmadım hala kendimi. Ama konumlandıracağım herhalde bir doktora tez süreci olacak,
orada biraz daha var olan literatürün araştırmaların içine gireceğim, şu anda benim için hala amatör bir
merak. O da öncesinde feminist aktivizm içerisinde yer almak, oradan kadınları fark etmek, tanımak,
merak etmeye başlamak, onların yaşadıklarını dinlemeye başlamak, dinledikçe kendini de anlatmaya
başlamak, o zaman da hiçbir zaman ortaya çıkmamış bir bilgi olduğunu fark etmek, ondan sonra kadın
çalışmalarında da biraz daha bunu üstüne gidebilmek, daha çok bilgi edinebilmek için kadın
çalışmalarına başladım. Orda da aldığınız dersler sizi böyle bir yere evriltiyor zaten. Dersler içerisinde
mesela çok hoşuma giden şey vardı, "Kadının Özyaşamını Yazarken" Carolyn G. Heilbrun'un kitabı, Eser
Köker hocadan böyle bir ders almıştık, bizim deneyim olarak yaşadığımız şeylerin berraklaşması gibi bir
şey oldu o kitap yani. Orda da "kadınlar neden bazı şeylere cesaret edemezler", yani bir sürü sebepten
cesaret edemezler ama bir şeyi denemek için bir şeyleri yapmak için kendileri için sınırlandırılmış alanın
dışına çıkabilmeleri için bir cesaret gerekiyor, bu cesareti birbirlerinden almaları lazım, birbirlerinin
hikâyelerinden, ama bu hikâyeler hiç ortada yok. Yani ben bir astronot kadın olacağımı hayal
www.amargidergi.com 7
edemiyorum, çünkü böyle kadınları hiç okumadım. Kendilerine verilen sınırları aşan kadınlar yok
muydu, tabii ki vardı, ama ben onları duymadım. O zaman da kendin için, örgütlenmek için, kendi
hayatını değiştirebilmek için başka kadınların hikâyelerini anlamak dinlemek, anlatmak gerekiyor.
Akademik olarak da bunu yapmak gerekiyor.
Duygu: Tarih eğitimi almış ve almaya devam eden birisi olarak benim için hem kolay hem de zor bir
soru oldu açıkçası. Ancak kadın tarihi yazımına olan ilgimin başlama noktası olarak cevaplandırmam
gerekirse lisans eğitimimin üçüncü sınıfında seçmeli ders olarak aldığım Türk Basın Tarihi dersinde
benim için yeni bir kıvılcım oldu diyebilirim. Dersimizin hocası Birten Çelik kendisi de kadın tarih
yazımında çalışan değerli bir akademisyendir ve bu derste ilk defa kadın dergilerinden, Osmanlı kadın
hareketinden bahsedince öyle bir ilgimi çekti ki; bir anda tüm planlarım değişti, okuduklarım,
ilgilendiklerim, araştırdıklarım değişti. Yelda’nın bahsettiği sınırları aşan kadınlar olayının bir benzeriydi
sanırım benimki de, hani bize hep öğretilmişti şu tarihte kadınlara şu haklar verildi diye, işte ben o
derste ilk defa ama bunların öncesi de varmış dedim kendi kendime. Sonra da devamı geldi zaten.
Mezun olacağım zamansa geleceğe dair iki isteğim vardı hem Kadın Çalışmaları hem de Tarih
alanlarında eğitimime devam etmek çünkü kadın tarihi çalışmak istiyordum ancak bunu yaparken de
feminist teorilerden ve o alana dair bilgiden mahrum kalmak istemiyordum ve bunu
gerçekleştirebildim.
Ezgi: Benim ilgim başka bir biçimde gelişti galiba. Doğrudan hikâyeleri duyma isteği değil de, sorduğum
başka sorular tarihe yönlendirdi beni diyebilirim... Örneğin kadın nedir, kadın kategorisi nedir gibi
sorular insanı nasıl Joan W. Scott ve onun “tarihsel bir kategori olarak toplumsal cinsiyet” makalesine
götürüyorsa, ben de bu ve bunun gibi soruların tarihe bağlandığını gördüm. Örneğin cinsellik alanına
dair sorular sorduğumda, bu sorular bazı kategoriler nedir, nasıl oluşturuldular, nasıl
kavramsallaştırıldılar, hayatımızı belirlediler ve deneyimlerimizi yapılandırdılar sorularına bağlandılar.
O yüzden de tarih nedir, tarih yazımı nedir, tarihsel temsil nedir sorularının kesiştiğini gördüm. Örneğin
Yelda'nın bahsettiği damarı, yani kadın tarihi yazımı damarını ben de çok seviyorum. Özellikle de o
damarın içindeki sürekli kendini yıkan halini daha doğrusu kendi kendini yıkabilme potansiyelini
seviyorum. Çünkü gerçekten kadın tarihi yazımı ister istemez hangi kadının tarihinin yazımı, kadın ne,
tarih ne sorularını soran bir üst-çerçeve sunduğu ve tarih yazımının kendisine çok temelden bir meydan
okuma içerdiği için, o sorularla iç içe kucağıma düştü. Yani tarihçi değilim, hiç öyle bir iddiam yok ama
alana dair bu soruların kendisi ilgimi çekiyor.
Demet: Tarihçi olmak şart değil herhalde feminist tarih yazımı için, kadınlar ne yaptı ne etti onu görmek
ya da merak etmek için, hem de belli bir sorgulamaya girmek için.
8
Ezgi: Tarihçi olmak, tarih disiplininin içinden çıkıp böyle bir doğrultuya girmek büyük bir avantaj sunardı
yalnız, bunu görüyorum. Fakat tarihçi arkadaşlarımla konuşuyorum bazen ve onlar "çok zor oluyor”
diyorlar.
Yelda: Hem de oradan çıkmak belki mümkün olmazdı.
Ezgi: Yani evet, katı bir disiplin ve bu katı disipliner sınırlara bağlı tarihçiler bizim tarih yazımı diye
baktığımız şeyi tamamen tarih dışı olarak görebiliyorlar. Bana bizim diğer disiplinlerde yaptığımız
çözümlemeleri çok daha az yapıyorlar gibi gelirken, tarihçiler de bize kızabiliyor bu kadar yorum
nereden çıkıyor diye.
Demet: Şu geldi aklıma, Kathi Weeks bir söyleşisinde 70'ler feminizminin iki şekilde ele alındığını
söylemişti: ya romantizasyon, ya da yerin dibine gömme. Ben bunu kendi tezim sırasında da gördüm
aslında. 80 sonrası feminist kadınlarıyla görüşme yaptığımda "Aa neler yapmışlar biz niye bilmiyoruz
bunu açığa çıkarmalıyız, herkes bilmeli bunları" diye hissettim. Bir yandan da tam o dönemde oluşan
bazı kalıpların bugün peşimizi bırakmayan sorunlara neden olduğunu düşünüp öfkelendim. Sonra, biraz
nefes alıp “eleştirel bir mesafeyle” hemhal olmaya çalıştım 80ler feminizmiyle.
Yelda: Yani hem kendi tarihinin merakına kapılıyorsun, açığa çıkarma dediğimiz şey, bir yandan da
sorular cevaplamak istediğinde de o soruların peşini bırakmaması iyi bir şey. İkisi tek başına yeterli
olmuyor aslında, derdimiz ikisini bir arada tutmak.
Ezgi: Öyle oluyor çünkü açığa çıkarma bir arzu bence. Bu arzu meselesi de ilgimi çekiyor, yani biz tarihsel
materyale karşı ne hissediyoruz? Okuduğumuz malzemedeki kadınlara bir arzu duyuyorsun, o arzuyu
biraz anlamaya çalışmak lazım. Ama bir yandan da malzeme de çıplak bir şekilde ortada durmuyor; onu
bir arkeolog gibi kazıp ortaya çıkarmıyorsun. Sürekli yorumluyorsun, o da seni dönüştürüyor, sürece
sen de dâhil oluyorsun. Kendi konumunu da sorgulatıyor: Ben ne oluşturuyorum, nasıl bir söylem
kuruyorum, nasıl bir tarihsel sahne yaratıyorum vs.?
Yelda: Kimleri aslında dışarıda bıraktın ve kimlere ulaşamadın. Bir yerde bir şey buldun ama bir sürü
şeyi de bulamadın, bana göre o dönemi bunlar yansıtıyor ama bana göre.
Ezgi: Tarihe bakarken bir yandan o kadının hayatını da düşünüyorsun; yaşını, içinde bulunduğu dönemi,
arkadaşlarıyla ilişkilerini düşünürken, hayatını yorumlarken buluyorsun kendini. Bir de şeyi düşündüm,
Yelda mesela Hamide Topçuoğlu'nun kitaplarını okurken sürekli ne kadar güzel şeyler yapmış diye
hayran oluyor, ben de İffet Halim Oruz'u okurken sürekli sinir oluyorum, böylece farklı mizaçlarımız da
ortaya çıkıyor.
Demet: O çok ilginç değil mi, hem arzu, okumak istiyoruz çok heyecanlanıyoruz ama bazen
öfkeleniyoruz. O arzunun yarattığı iki durum nerden ortaya çıkıyor sizce?
Ezgi: Bu çok zor bir soru bence. Tarihsel bir temsile duyulan bir arzu mu var orda, geçmişte kalmış bir
temsilini mi arıyorsun? Veya bugünkü “ben”i daha sağlam temeller üzerine inşa etmek için bir köken
www.amargidergi.com 9
mi arıyorsun? Sanırım bunlar değil benim hissettiklerim. Ama bir yandan kızıyor olsam da haz da
alıyorum. O karşılaşma anının içerdiği şey midir acaba hazzı yaratan?
Demet: Bir nedeni feminist olmamız olsa gerek diye düşünüyorum. Yani bu bizi biraz yönlendiriyor. Bu
herkeste böyle olur demiyorum tabii ama kadınların hayatına dair bir şey görmek daha büyük heyecan
yaratıyor sanki. Yani neden enginarın tarihine değil de kadınların tarihine ilgi duyalım ki!
Yelda: Benim açımdan şu an ilgilendiğim materyalle ilgili kesinlikle öyle. Daha önce de bir dönem için
gazete taraması yapmıştım, o zaman bu şekilde bir heyecan hissetmemiştim. Belki o an içinde olduğum
disiplinle bu kadar barışık olmamamdan, belki bu alanı sevdiğim için olabilir. 50'lerde kadınların
gündelik yaşantısını organize etmeye yönelik yayın yapan bir sürü kadın dergisi çıkıyor, şimdi ben onlara
baktığımda müthiş bir heyecan hissediyorum, işim de onlara bakmak değil aslında. Ama onlara bakmak
benim için annemi daha iyi tanımak, oradan kendimi, nasıl büyütüldüğümü, neden öyle
büyütüldüğümü daha iyi tanımak gibi anlamları oluyor.
Demet: Şuna katılır mısınız peki, hani 80ler feminizminde kadınlar son dönemde Osmanlı feminist
hareketini keşfettik diyorlar ya. Çok heyecanlandıktan sonra dedikleri söz, "biz büyükannelerimizi
bulduk". Onların bir mirası vardı ve bizim ortaya çıkmamıza neden olan, güçlendiren bir şekilde oydu...
Buna nasıl bakarsınız mesela? Böyle mi oluyor bizde de?
Ezgi: O heyecanı çok iyi anlasam da şu an ben öyle hissetmiyorum. Çünkü zaten büyükanneler
bulunmuşken biz devreye girdik. Ben okumaya başladığımda hem büyükanneleri bulanlar, hem de
bulunmuş büyükanneler vardı. Bunun üzerine bir şey yapmaya çalışırken, onunla da yüzleşiyorsun.
Büyükanne kim? Aradakilere ne oldu? Hangi büyükanneler peki dışarıda kaldı? Bunlar yeni eleştiriler
değil tabii ki, büyükanneleri bulan feministlerin de düşündüğü ve söylediği şeyler; örneğin Ermeni
büyükannelere Kürt büyükannelere ne oldu sorusunu onlar da sordular. Tam da bu sorular sonucunda
tarihyazımı sonuçlanmayan ve yeniden dikip, söktüğün bir şeye dönüşüyor. O nedenle tarihyazımı üst
üste biriken yığınlar gibi değil de teyellenen parçalar ve o teyellerin arasından sızan, onu söken şeylerin
bir bütünü gibi görünüyor... Queer tarih yazımı tartışmalarında karşımıza çıkan, Derrida'dan ilhamla
kullanılan hayaletsilik düşüncesi hoşuma gidiyor. Tarihsel olaylara, kişilere, belgelere birer anıt mezar
gibi değil de, sürekli bize dadanan, sürekli rahatsız eden birer hayalet gibi yaklaşmak. Biraz önce Yelda
da, ben aslında bana bugün dadanan şeyleri görüyorum oraya baktığımda dedi ya... Tarihle
kurduğumuz ilişkiyi düşünme açısından güzel bir metafor bence. Bugün büyükanneler yerine başka
metaforlar düşünebiliriz belki.
Duygu: Büyükkanne-torun ilişkisi olarak bakılan bu durumda Ezgi’nin bahsettiği aradakiler mevzusu kilit
nokta bence, arada Cumhuriyet’in ilk dönemlerine denk gelen bir anneler kuşağı var ve bu kuşak bize
hep tepeden verilen hakları elde etmeleri ile anlatıldı. Hani bizim klasik tarih anlatımımızda vardı lisede,
ortaokulda falan; sanki rejim değişikliğinden öncesi ilkel dönem –ki bu dönem de Kanuniye kadar
10
görkemli olarak anlatılıp gurur duyulur-, rejim değişti bizler bir sürü haklara, özgürlüklere kavuştuk diye.
(Hâlbuki bize bir imparatorluğun gerilemesi diye anlatılan şey aslında modernizasyona doğru gidecek
bir transformasyonun başlaması olarak değerlendirilir.) İşte 80’lerdekilerin keşfi bence hem bir
şaşkınlık, öğretilenlerin farklı olduğunu görme hem de bir meşruiyet, kendilerine bir temellendirme
arama olarak düşünülebilir bence.
Yelda: Geçmişte kalmış olduğunu düşündürdüğü için mi bu büyükanne-torun?
Demet: Biz oradan geldik ve gücümüzü oradan alıyoruz...
Ezgi: Biraz fazla anıtsallaştırıcı bir şey gibi.
Özge: Belki ilk etapta kendimize benzettiğimiz için öyle söylüyoruzdur. Yani benim Osmanlı
feministleriyle ilk karşılaşmamda tam 80'lerdeki kadınların heyecanı, "Aa çok benziyoruz, o zaman da
bunlar söyleniyormuş," falan, biraz daha kurcalayınca aslında ne kadar farklıymışız, o kadınlar
milliyetçiymiş mesela. Ama onlar için de belki stratejik bir durum, meşrulaştırmak derdiyle değil anlama
çabasıyla söylüyorum, onu deşelemek merakı var bende de mesela. Onların feminizmleri ve
milliyetçilikleri nasıl beraber yürümüş mesela? Bir benzetme kurgusuyla beraber benim anneannem
olamaz diyorum. Ama o farklılıklar, ortaklıklar, çelişkiler üzerine düşünmek de heyecan veriyor,
oralardan çıkıyor herhalde sorularımız.
Ezgi: Ben de şunu düşünüyorum; benim büyükannem kim olabilir? Öncelimi, kökenimi aramayı bırakıp
baktığımda büyükanne nedir, kimdir?
Özge: Hem de onlarla nasıl ilişki kuruyoruz? Arkadaş mı oluyoruz, kavga mı ediyoruz, çok mu seviyoruz,
örnek mi alıyoruz onları, yoksa yol mu gösteriyoruz?
Ezgi: Benzemekten söz etmiştik; büyükanneyi bana benzer kılan nedir? Veya büyükannelik gerçekten
benzemekle ilgili bir şey mi? Mesela ben büyükannemle benzemiyorum. Bunları hep beraber sormak
güzel olurmuş gibi geliyor.
Demet: Büyükannelikte hala işleyen şöyle bir şey varmış gibi geliyor bana, öyle ya da böyle hani mesela
Osmanlı kadınlarından milliyetçi bir şey duyduğunda bir rahatsızlık hissi "keşke öyle demeseydi" hissi
bilmiyorum sizde oluyor mu?
Ezgi: Aslında büyükanne demesek ona, öyle rahatsız da olmayız belki.
Yelda: Kendine bir tarih yazmaya çalışırken o çıkışa iyi oturuyor "büyükanne". Atalarımız demenin
başka versiyonu, yalnız hissederken yalnız değilmişiz, ilk hissederken ilk değilmişiz "Ne güzel biz bir
mücadele tarihinin parçasıyız," bunu keşfetmek için söylenilen bir şey olarak algılıyorum. Kendi adıma
öyle bir konumlandırmaya gitmedim.
Demet: Tüm bu anlattığımız hikâyelerin, sorduğumuz soruların politikayla ilgisi ne? Mesela hikâye
anlatımı, kime anlatılacağı, ne şekilde anlatılacağı vs. bunlar politik olarak bu alanı nasıl yaratacağımızla
ilgili şeyler sanki. Nasıl ilgili olabilir mesela sizce?
Ezgi: Sen nasıl düşünüyorsun? Bağlantıların çok net olduğu bir alanda çalıştığın için soruyorum.
www.amargidergi.com 11
Demet: Aslında bağlantıyı şuradan kurmuştum, hep tarihe duyduğumuz arzuyu vs. deşmeye çalıştık ve
bu sorularla feminist politikaya bakmak ya da hiç bunlarla ilgilenmeden feminizme bakmak arasında
bir fark olduğunu düşünüyorum. Bazı kavramların, savunduğumuz bazı argümanların nerelerden
geldiğini görmek, bazı hikâyelerini duymak ya da hangi ilişkilerden ortaya çıktığını deşmek vs. Bunlar
politikaya bakış açımızı değiştiren şeyler gibi geliyor bana. Bu farklılaşma acaba nasıl olabilir?
Şunu sormaya çalışıyorum, tarih sadece akademik çalışmanın bir parçası mı sizce, feminist tarih yazımı
açısından, yoksa politik alanımıza başka türlü dokunduğu bir bağ var mı?
Yelda: Benim konuşmanın başında söylediğim şeyin tam bir politik bağlamı var aslında, kadınların
önünü açmak için kadınların tarihini yazmak, bu başlı başına politik bir şey. Dolasıyla yazdığın ve
çalıştığın şeylerin yaygınlaştırılmasını istiyorsun. Bilmek kadınların önünü açıyor.
Demet: Nasıl önünü açıyor mesela?
Yelda: Ben diyelim ki küçüklüğümden itibaren dünyayı keşfetmek arzusunda bir insanım ama bunun
ismini koymuyorum çünkü bunun bir adı yok, çünkü kadın gezgin yok, bildiğim kadın gezgin yok, onların
yaptıkları yok, dolayısıyla benim için yok. Farklı profillerde bir sürü kadının hikâyesini dinlemek ve
yaygınlaştırmak gerekiyor o yüzden. Bunların hikâyeleriyle karşılaştığında kendinle
özdeşleştirebileceğin ve kendine örnek alabileceğin bir sürü dünya açılıyor. Bilgi ve deneyim
öğreniyorsun. Bunlar politik olarak kadınların hayatını değiştirmede önemli şeyler. Ve bu bilgiyi
yaygınlaştırmak...
Duygu: Bu konuda Yelda’ya tamamen katılıyorum, aslında yaptığımız şey tamamen politik, tamamen
bir görünürlük yaratma. Hemfikir olduğumuz bir konu var; binlerce yıllık bir birikim var ve o birikim
neredeyse her daim erkekleri anlatmış ya da erkekler tarafından anlatılmış, kadınlar bu anlatılar
içerisinde ya yoklar ya da femme fatale karakterler olarak varlar. İşte burada yapılan her yeni
çalışmanın önemi devreye giriyor; yanlışları düzeltip köklü bir geçmişi gözler önüne seriyor bu
çalışmalar. Bu bana geçmişi keşfetmek, sanki eski bir dili deşifre etmek gibi geliyor zaman zaman,
geçmişi keşfederek politik olarak geleceğe de etki ediyoruz aslında ve bunun bir parçası olmak
inanılmaz hoşuma gidiyor.
Demet: Ben de şuradan düşünüyorum galiba, hani Joan Scott diyor ya "Tarihin bana gösterdiği en güzel
şey başka bir dünyanın olabilme ihtimalini tahayyül edebilmemdi." Belki tüm bu geri dönüşlerin
getirdiği güzel şeylerden biri de bu. Bazen çok tanıdık hikâyeler görüyoruz ama başka formlarda oluyor.
Hem bir değişim var, hem de olabilir tekrar. Politikayla kurulabilecek en sağlam bağ bu gibi geliyor
bana.
Ezgi: "O zaman böyle bir şey olduysa yeniden olabilir" umudunu da veriyor. Bu kadar kötü bir durumda
bile bunlar yapılmış edilmiş diye düşünüyorsun. Mesela hayatta kalabilme hikâyeleri de çok önemli
12
geliyor bana veya savaş olup biterken aşkın anlatılması... Bu çok kötü, umursamaz bir tavır gibi gelebilir
ama bir yandan insanların o zaman âşık da olabildiklerini gösteriyor, bu da önemli bir şey.
Demet: Tarih politikaya ümit veriyor!
www.amargidergi.com 13
FEMİNİST TARİHYAZIMI ÜZERİNE KİŞİSEL NOTLAR
AYNUR DEMİRDİREK
Feminist tarihyazımı, geçmişte herhangi bir noktada kadınların nasıl yaşadığını merak edip,
"kadınlar o sırada ne yapıyordu?" sorusunu güçlü bir biçimde sormakla başlayabiliyor. Bunun
arkasından da, bir kadına ya da kadınlara ulaşabilmek için çok çeşitli ama sınırlı kaynaklar arasında çoğu
zaman iğneyle kuyu kazmayı gerektiren bir çalışma geliyor. Eviçlerinden kamusal alanlara, kadınların
hayatlarını ve uzandıkları her yeri önemli bularak kendi yöntemini yaratan bu arayış, bir süre sonra,
yakınlarda bir yerde öylece durup fark edilmeyen ama değerlendirilebilecek belgeleri görebilme yetisini
de geliştiriyor. Kadınlara görünürlük kazandırma çabası ile başlayan ama bununla kalmayan feminist
tarihyazımı, artık geçmişe toplumsal cinsiyet kategorilerini dışlamadan bakmak anlamını da taşıyor.
Benim feminist tarihyazımı terimi ve onun etrafındaki tartışmayla kavramsal ve kuramsal
düzeyde ilgilenmem, 1987’den sonra yükselen feminist hareketin içindeyken yaptığım araştırmanın
sonrasına rastlıyor. Cumhuriyet öncesinde Osmanlı’da haklarını arayan kadınları farkına varıp
araştırmaya başladığımda, 1960’larda Amerika’da, 70’lerde Avrupa’da feminist kadınların eril tarihi
sorgulayıp geçmişe kadınlar açısından bakarak elde ettiği birikimi henüz farkında değildim. Kadın tarihi,
feminist tarihyazımı çerçevesinde bir bakışım yoktu. Ama dünyanın pek çok yerinde belli dönemlerde
hem kadın hareketi içinde hem akademideki feminist kadınlar, kadınlarla ilgili basit soruların ardından
gittiklerinde, nasıl hep beklediklerinden fazlasına ulaştılarsa ben de aynı şeyi yaşadım.
Geçmişle, geçmişin hangi yüzüyle, geçmişte kimlerle ilgilendiğimizin arkasında yaşadığımız ânın
soruları ve o gün dert ettiklerimiz var elbette. 1988’te feminist bir grup içinde, Perşembe Grubu’nda
yaşadıklarımızı, bilgi üretilen alanları feminist bir bakışla değerlendirirken kadınlarla ilgili olarak
geçmişe ilişkin önceden sormadığım sorular sormam beni bu araştırmaya yöneltmişti. Sonuç olarak
14
1988’de o dönemde “geçmişteki benzerlerim” dediğim kadınların izinden gitmek, feminist politika
yapmanın bir parçasıydı.
O günlerdeki duygularımı “kütüphanede buluştuğum geçmişten gelen kadınlardan bir grubum
oldu” diye ifade etmiştim. Ağırlıklı olarak Osmanlı Türkçesi birincil kaynaklarla kendilerine ulaştığım bu
kadınlar, 1. Dalga feminizminin, yaşadığımız coğrafyadaki temsilcilerindendi. Önce, onların, dönemin
kadınlara yönelik yayınlarında yer alan sözlerini paylaşmıştım Perşembe Grubu’nda. “Hayat hakkı”
isteyen, tanımadığımız bu kadınların sözlerini paylaşmak, şurada, şu yıllarda bunları söylemişler, demek
işin kolay kısmıydı. Belgeleri, bilgileri yorumlayarak bir çerçeve içinde tarihsel anlatıya dâhil etmek söz
konusu olunca, biraz daha zorlandım. Yansıttıkları ölçüde onların kişiselliklerinin kaybolmasını
istemedim. Kendilerini nasıl tanımlıyorlardı, başkaları onları hangi kimlik altında görüyordu? Eldeki
belgelerin izin verdiği ölçüde bu soruları yanıtlamaya çalıştım. Kadınlara görünürlük kazandırırken, elde
ettiğimiz bilgileri, yazılmış tarihin var olan kategorilerini sorgulamaksızın, yeni başlıklar açmadan
eklemenin yetmediğini belirtmeliyim.
Feminist tarihyazımı, feminizmin tarihinden daha
fazlası elbette. Ama eril tarihe müdahale edip kendilerini
nasıl adlandırırlarsa adlandırsınlar kadınların çeşitli
dönemlerde ataerkiyle girdikleri pazarlıkları, özne olarak
ortaya çıktıkları anları, geri itilişlerini görünür kılmak,
feminist tarihyazımının çok önemli bir boyutu ve bu
alanda daha da yapılacaklar var. Feminist bakıştaki
araştırmacıların her dönemdeki birincil kaynaklara
ulaşması ve onları yeniden okuması önemli. Farklı
arayıştaki kadın bakış açıları, bir belgedeki ayrıntıyı
yorumlamaya değer bulabilir, kadınların izlerini taşıyan
gündelik yaşama ilişkin belgeleri yeniden gözden
geçirebilir. Örneğin, 1913’te İstanbul’da vapura
binecekken bir gazete satıcısının Kadınlar Dünyası1 diye
bağırdığını duyup dergiyi satın alan Rum cemaatinden
Loksandra Aslanidi ve onun dergiye yazı yazışı ya da matbaacılıkla uğraşan, kadınların işletmeler
kurması için somut önerilerde bulunan Atiye Şükran’ın küçük kızının elinden tutarak İstanbul’un çeşitli
yerlerine gidişinden söz edişi, sararmış sayfalarda duran ayrıntılardı önceden. Bunları anlatmaya değer,
diğer bilgilerle bir araya getirip kullanılacak bilgiler olarak ortaya koymak için genel olarak tarih
1 Kadınlar Dünyası, savaş yıllarındaki uzun kesintilerle 1913 ile 1921 yılları arasında çıkarılan, kadın haklarını savunucusu yayın. İlk 100 sayı günlük, daha sonra haftalık çıkıyor. Sahibi Ulviye Mevlan Civelek.
www.amargidergi.com 15
yazımında uzun süre dışlanmışları ve her toplumun “ötekileri”ni görmeyi öğrenmiş olmak yetmiyor her
zaman, kadın bakış açısı gerekiyor.
Önemli olan kadın deneyimlerini öğrenme isteği... O zaman başka görünmezler de
değerlendirilmeye dâhil edilecektir. Araştırmalarıma başladıktan çok daha sonra sık sık şunu
düşünmüştüm: Hadi iyice kenarda köşede kalmış kadın çabalarını bir yana bırakalım, Türk dili ve
edebiyatı eğitimi alırken Tanzimat döneminde ağırlığı itibariyle haklı olarak çokça üzerinde durulan
Ahmet Mithat Efendi’nin Fatma Aliye hakkında yazdığı “Fatma Aliye Hanım yahud Bir Muharrire-i
Osmaniye'nin Neş'eti [Osmanlı Kadın Yazarının Doğuşu]” başlıklı kitap hiç mi karşıma çıkmadı, öne
çıkaran kimse olmadıysa da karşıma çıkınca bile o zaman belirginleşmemiş feminist bakışımla
ilgilenmemiş miydim?
Bunun arkasından son yirmi - yirmi beş yılda bulup öğrendiklerimiz ve sahip çıktıklarımızı
düşününce kadın varlığının görünür kılınmamasının, belli bir dönemle ilgili “gerçeğin” kavranmasını ne
kadar eksik bırakacağını çok daha çarpıcı biçimde hissediyorum. Bunu, bir dönemi anlamak, tanımak
isteyen herkesin de önemli bulduğunu düşünüyorum.
Geldiğimiz noktada, feminist tarihyazımının, farklı kesimlerden kadınların değişik kalemlerce
yazılacak biyografilerine de ufuk açması ve kaynak sağlaması, beni heyecanlandırıyor. Biyografi
yazımındaki öznelliğin kaçınılmazlığını kabul edip, anlatıcıyla anlatılan arasındaki ilişkiyi merkeze koyan
bu feminist biyografilerin yolunu açmakta feminist tarihyazımının payı büyük bence.
16
SANDIK LEKESİ
FUNDA ŞENOL CANTEK
Çoğumuzun hafızasında, evin kuytu bir köşesindeki ahşap sandığın başına saygıyla oturmuş,
içindeki eşyaları incitmeye kıyamayarak, okşar gibi tutup birer birer çıkaran bir
anne/anneanne/babaanne/teyze figürü yok mudur? O yazmalar, çevreler, bohçalar, peşkirler,
gelinlikler havalandırma bahanesiyle, sıralı sırasız, iki el birden altlarına kaydırılarak çıkarılır, koklanır,
sağında solunda güve yeniği, leke var mı diye incelenir. Bir süre dalınıp gidilir. Kim bilir neler düşünülür?
Etrafta meraklı bir kız çocuk, torun, yeğen varsa onlara bu eşyaların hikâyesi anlatılır, ısrar üzerine
denettirilir, sonra bir iç çekilip aynı törensel hareketle sandığın koynuna bırakılır eşyalar.
Sandık, çeyiz sandığı sadece kadına ait olan eşyalardan biridir. “Kız çeyiziyle doğar” sözü, bir
hanedeki tüm kadınların, özellikle de annelerin ellerinden düşürmedikleri danteller, iğne oyaları ve
örgü şişlerinin hikmetini açık eder. Nenelerin zamanında, hatta şimdi bile sandığa önce bir don konur,
donansın kız bebek diye. Çünkü donanımı, yani çeyizi az olan kıza "sen bize donsuz geldin" deme hakkı
vardır "elin evinde". Kızın çeyizine söz gelmesin diye, tel kırma, ajur, hesap işi, sıyırtma, sarma ve
ciğerdelen gibi ince işlerle örselenmiş parmakların, feri kaçmış gözlerin hesabını tutar sandıklar. Kızının
bahtını yapamayacağını bile bile tahtını yapmaya çalışır anneler. Elin evinde yüzü eğilmesin, sahipsiz
www.amargidergi.com 17
sanılmasın, ezilmesin diye sandığı tıka basa doldurmak için, kız bebek doğar doğmaz koyulmalıdırlar
işe. Kimi aile zaten varsıldır, gösterişli parçalarla doldurur sandığı, anne yapamıyorsa biri tutulup
yaptırılır çeyizlikler. Kimi ise mutfak masraflarından arttırdığı üç kuruşla veya sağdığı ineklerin sütünden
ayırdığı parayla dantel ipleri, kukalar, patiskalar, etaminler, yünler satın alır çeyiz sandığı için. Sonra da
başlar "ören bayan"lar telleri kırmaya, ipleri sarmaya, hesapları yapmaya ve adeta kendi ciğerlerini
delen, olağanüstü işçilik gerektiren nakışları işlemeye, örnekleri çıkarmaya. Hepten çileli değildir çeyiz
hazırlamak. Komşularla, akrabalarla bir araya gelmenin bahanesidir. El oyalar, yaratıcılığı besler. Bazen
tatlı bir rekabetin, bazen de hasedin aracısı olur. Bulduğu örneği gizli saklı çıkarır, gönül indirip istemek
yerine yan gözle bakarak aklına kazımaya çalışır bazen kadınlar. Kocalarının “Çula çapuda para
veriyorsun!” diye çıkışmalarına aldırış etmezler. Kıymetli mobilyalar, buzdolapları, televizyonlar ve dahi
su küpleri, oklavalar çıplak durur mu? Durursa itibarı olur mu? Hem o çul çapud, kızın omzundaki
melektir. Annesini hatırlatacaktır ona, gurbet ellerde teselli olacaktır kimi zaman. Gittiği yerde itibarını
arttıracaktır. Sandık içleri önce konu komşuya, dünüre gösterilir. Serilir, asılır çeyizlikler gelinin baba
evine. Etraftaki kadınların gözü, sözü değmeden girmez sandığa o çeyiz. O gözler, o sözler hep
peşindedir evlenecek kızın. Sandığın kapağı aralanınca sızarlar ev içlerine.
Her kız sevmez, istemez sandık içi ahalisini. Bilhassa şehirli, okumuş kızlar. Evcimendir el işi
çeyiz, demodedir. O çocukken daha, kendisine sorulmadan hazırlanmış şeyler onun zevkine
uymuyordur. Belki evlenmek istemiyordur, mecbur mudur? Ona sorulmuş mudur "Çeyiz ister misin?
İçinde neler olsun?" diye. Dantel örtü nedir ki? Bohça, kanaviçe yastık... O başka bir dünyaya aittir artık.
Annesini eve kapatan sandığa bu yeni dünyada yer yoktur. Oysa sandık gelinle birlikte mutlaka baba
evinden çıkmalıdır. İçindekiler gün yüzü görsün, görmesin. Gönülsüzce alır evlenen kadın sandığı
yanına.
Bir kadından diğerine emanettir artık sandık. İçindekiler, eşya demenin haksızlık olduğunu
düşündürecek kadar konuşkan, kimi zaman keyifli, kimi zaman huzursuz edici birer hayat arkadaşı
olurlar kızlara. Mahremiyetin yükünü taşıyan birer hamal. Sırları fısıldayan birer yoldaş. Güven veren
birer dost. Görevleri hatırlatan, haddini bildiren birer despot. O sebeptendir ki, bazı kadınlar, tıpkı
anneanneleri ve anneleri gibi sandıklarını kilitleyip, anahtarlarını ceplerinde taşırlar. Sandık içi
fısıltılarını başka kimse duymasın diye. Hep göz önünde olan görünmez olur ya, arada açılıp göz atılır
sandığa. Ki anılar daha ağır çeksin, daha fazla demlensin keder, özlem, öfke... Sandık odası olan evler
birer perili köşktür. Sandıktaki anılar kilit altındaki bu odaların kapılarını zorlar.
Kız çocuklara, genç kadınlara sırlarını kendiliğinden vermez sandık. Eşlikçisi olmadan açılamaz.
Sonraki kuşağa emanet edilene kadar annenin, anneannenin, babaannenin himayesinde uzanır başlar
sandığın içine. İzin çıkarsa 4-5 beden büyük ipek gecelikler, nişan tuvaletleri giyilip evin içinde salınılır.
18
İmitasyon inci küpeler veya hakiki elmas pandantifler tecrübe edilir. Yoksul sandıklardan nene yadigârı
çetikler, çevreler hovardaca işmar eder. Gözü kalanın çeyizini şenlendirme vaadiyle...
Sandığın mahremiyeti ona sahip olan ilk kadından sonra azalır ama. Bir sevdalık hikayesi
anlatan mektuplar, ipek geceliklerin kıvrımlarından akan gerdek gecesinin korkulu veya iç gıcıklayan
anıları, saten bir nişan tuvaletiyle veya eprimiş bir gelinlikle arz-ı endam eden ilk heyecanlar, bir ölüm
kağıdında yiten kayıplar, bir tapu senedinin teminatındaki birikimler, iki baş için işlenmiş tek yastık
kılıfında kokusu kalmış ölü kocalar en çok sandığın ilk sahibine gösterirler kendilerini. Sonra giderek
flulaşırlar. Ama yok olmazlar. Yırtık bir sayfa, kopmuş bir düğme, boş bir parfüm şişesi, güve yeniği bir
duvak, sandık lekeleriyle yaralanmış olsa da hala hayattadır. Anneannenin, annenin gençlik hikâyesini
anlatır torununa, kızına. Artık sandık her açıldığında, bu hikâyenin kokusu yayılacaktır odaya. Çünkü
sandık, hatıraları saklamak için çeyizi bahane eder. Hiç kullanılmamış, kullanılmayacak el işleri için göz
nuru döken anneler baştan bilirler bunu. "Konu komşu ne der?", diye sorarlar önce bir kendilerine,
sonra, "belki bir gün kullanır" diye avunur eğerler başlarını ellerindeki işe.
Bazı sandıklar evlilik hayallerinin de içine gömüldüğü sandukalara dönüşürler. Evlenmemiş
kadını tamamlanmamış bir proje olarak gören düzene yenik düşenler gömülür bu sandukalara. Artık
ümitleri tükendiğinde bile örmeye, işlemeye ve biriktirmeye devam ederler. Çünkü boş sandık
hezimettir. Rüyada görülse hayra yorulmayacak bir felaket habercisidir. Sandık lekesi, kırık hayallerin
nişanesidir.
Nurşen, Yeliz, Lale, Ece, Fidan, Nejla, Çağla, Atalet, Nilgün, Atiye, Nurten... Siz de anlattınız ya,
bir zamanlar bize Kırk Haramiler'in hazinelerle dolu mağarasının içi gibi görünen çeyiz sandıkları, aslında
bizi biz yapan kadınların hüzünleri, kahkahaları ve hayalleriyle dolu değil mi? Bu hayallerin kırılan
parçaları ara sıra içimize batmıyor mu? Annemin sandık nöbeti bana geçtiğinden beri, onun hayatını da
emanetime almış gibiyim. Ne vakit o yıpranmış, naftalin ve cila kokan sandığın kapağını aralasam
bıyıkları yeni terlemiş bir nişanlının özlemlerini, sert mizaçlı bir kaynananın kem sözlerini, tasasız çocuk
kahkahalarını duyuyorum. Gurbete giden mahzun bir gelinin telleri dolanıyor saçıma, sahte inci
gerdanlıkları boynuma takıyorum. Kapağı kırık bir parfüm şişesinde karı-koca kavgalarının şiddetini
görüyorum. Bir hatıra defterinin sayfalarında başka hayatlara duyulan özlemi keşfediyorum.
Selden kurtarılmış, sararıp solmuş fotoğraflarda anneannemle, annemle yaşıt oldum artık.
Sandığı aça kapata onlarla hesaplaştım. Tümden affettim mi onları? Hayır. Ama aynaya bakınca biraz
da onları görüyorum artık. Ara sıra sandığı açıp ellerimi yavaşça içine daldırıyor, geçmiş günlerden birini
çekip çıkarıyorum. Bir gençlik masasında, annemle ikimiz arasında...
www.amargidergi.com 19
ANNEMİN ÇEYİZ SANDIĞI
NURŞEN GÜLLOĞLU
Hangi eve taşınırsak taşınalım yatak
odasının değişmez eşyasıydı o ceviz sandık. Ceviz
miydi acaba, şimdi kararsız kaldım, daha çok
meşeye yakındı rengi, kalın bir cila tabakasıyla
kaplıydı ve el girebilecek gibi anatomik bir
tutamağı vardı. Oda ne kadar dar olursa olsun
mutlaka sığdırılırdı bir köşeye; karyola, gardrop,
tuvalet masası defalarca değiştiği halde o hep
sabit kalırdı. Benim için Alaaddin’in sihirli lambası
ya da Ali Baba’nın hazine mağarası gibi gizemli bir
şeydi. Elbise dolabı ya da çekmece değildi ki zırt
pırt açasın, hem açma ehliyetim yoktu, onu ancak
anneler açabilirdi. Babaların bile yaklaşması
yasaktı. İçinden bir şey alınacağı zaman
heyecandan boğazım kururdu. Annem sandığın
önüne diz çöker, törensel bir edayla kaldırırdı ağır sayılabilecek kapağı. İçinden ahşapla naftalin karışımı
bir koku yükselir, içeriği daha da esrarlı kılardı. Öyle bir saygılı el hareketiyle alırdı ki annem içindekileri
ibadet ediyormuş gibi gelirdi. O zamanlar çok gençti, bense küçük bir çocuk. İçinde annemin genç kızlık
hayallerinin, ana evinin sıcaklığının, anılarının, belki de kırılmış umutlarının yattığını düşünemez,
sandıktakileri görmek için sabırsızlanır, “haydi, haydi” diye dürterdim biteviye. Belki de acelemin ve
heyecanımın nedeni annemin benim doğmadığım zamanlarından bir ipucu ele geçirmekti.
Sandıkta benim için en çarpıcı eşya pembe bir kutuydu. Kalın kartondan yapılmış, üzerine
leblebi yiyen dalgalı saçlı, esmer bir kadının resmedildiği, Çorum’dan geldiği alt yanındaki leblebicinin
adresinden belli olan orta boy bir kutu. Annem sandığın içindekilere dalmışken fark ettirmeden kutuyu
açmış ve üst üste yığılmış bir sürü mektup görmüştüm. Babamın el yazısını tanımış ve müthiş merak
etmiştim neler yazdığını. Okumaya hiç muvaffak olamadım, sonraları sandık açma yasağımın sona
erdiği zamanlarda aklım kendime yazılmış mektuplara kaymıştı, merakım tekrar hayata geçtiğinde ise
gizemli pembe kutu sandıktan yok olmuştu. Hep şaşarım, annem gibi tutucu, romantik gönül
hikâyelerinin hayatında pek fazla yer almadığı bir kadının babamın muhtemelen askerden ve onsuz
birkaç ayını geçirdiği görev yeri Meriç’ten yazdığı mektupları niye bu kadar uzun süre sakladığına.
20
Pembe kutunun sırrına erememiştim ama sandıktan çıkan annemin hiç kullanılmamış, zamanla
sandık lekeleri oluşmuş çeyizlerine, eski giysilerine, kendimin çocukluk kıyafetlerine bakmaktan büyük
zevk alırdım. Bir sabahlık vardı mesela, pembe satenden, pek görkemli bir şey. Dikiş kursunda bizzat
dikmiş, işlemiş, su büzgüleriyle, kapitone dikişlerle süslemişti. Bir kere bile üstünde görmedim, ben
doğmadan ya da yeni gelinken giydiyse giymiştir, o kadar. Utanırdı annem öyle kadınsı giysilerle ortalık
yerde salınmaya. Üzerinde onca emeğin, ince işin olduğu o sabahlık sandık köşesinde ihtiyarlayıp gitti.
Sabahlığın takımı, daha ince bir satenden geceliği de vardı, onu bazen yalvar yakar bir süreliğine dışarı
alır, üzerime giyip şarkıcılık oynardım. Sonraları gecelik olarak ben giyip eskittim zaten, o sabahlık ablası
gibi sandıkta yaşlanmadı sayemde.
Üst sıralarda, mor üstüne sarı dallar işlenmiş bir bohçanın içinde nişanlığı ve gelinliği dururdu.
Nişanlığına bayılırdım, bir yüzü pembe, bir yüzü mavi, üzerinde minik çiçekler olan yine satenden bir
giysiydi. Elimi kaygan yüzeyinde gezdirir, “Annem bunu şimdi neden giymez ki?” diye düşünürdüm.
Gelinlik bohçadan çıkarkense nefesimi tutardım; kendinden desenli, verev etekli, beyaz bir tuvaletti.
Duvağı hiç yer etmemiş zihnimde ama kırmızı kurdeleyle bağlı bir yumak gelin telini hiç unutmadım.
Her seferinde birkaç tel koparır, o gün bebeklerimden birini mutlaka gelin ederdim. Sandığın kuytu
karanlığında uzun süre dinlenen iki giysiden birincisi zaman içinde yastık başına, ikincisinin kocaman
verev eteğinin bir kısmı bir aile dostunun oğlunun sünnetinde kardeşim için gelinliğe, bir başka kısmı
da bana şık bir bluza dönüşecekti.
Eski giysilere gelirdi sonra sıra; yeşilli-sarılı, belden kloş kaşe paltosu, eski fotoğraflarında
gördüğüm kahveli bejli, yarasa kollu kazağı, mavi jilesi, yakası el örgüsü dantelden beyaz bluzu çıkardı
ardı ardına. “Bunları niye giymiyorsun?” diye sorardım, gülerdi, “Demode oldu bunlar, hem dar geliyor”
derdi. Niye saklardı ki acaba bir daha giymeyeceğini bile bile?
Derken beni güldüren ve sevindiren bebeklik giysilerim dökülürdü ortaya. Çiçekli basmadan
büzgülü bir tulum. Fotoğraflarımdan biliyorum, minik bir ayıya benziyorum onu giydiğimde. Annem her
seferinde aynı şeyi anlatırdı, bu tulumu giyer, Meriç’de düğün olup davul çaldığında oynamaya
başlarmışım, herkes beni izlermiş. Ayıya benzetmekte haksız değilmişim kendimi. Eflatunumsu pembe,
askılı bir etek, göğsünde ve etek uçlarında çiçek sepetleri işli, tabii ki annem işlemiş. Ve koleksiyonun
en nadide parçası, turuncu üstüne beyaz çiçekli 1 yaş elbisem. Kundak bezleri, kol bezleri, battaniyeler
sırayla dizilirdi halının üstüne. Bunların saklanma sebebi hatıra olsun diye miydi, yoksa yeni bir bebek
olur da giyer düşüncesiyle miydi, ne sordum, ne merak ettim. Yıllar içinde hepsi bir şekilde yok oldu
zaten.
Sandığın diplerine yaklaşırken yatak takımları, kumaşlar, yorgan yüzleri ve annemin işlenmesi
yıllar süren ara dantelinin bitmiş parçaları görünürdü. Şimdi o ara danteli kumaşa eklenmiş ve hiç
kullanılmamış bir yatak takımı olarak bende duruyor. Sandığım yok ama o da bir çekmecenin içinde
yaşlanmakta. Sandığın dibinden patiska ve kola kokusu yükselmeye başladı mı tören sona eriyor
www.amargidergi.com 21
demekti. Son bir gayretle niye orada durduğuna akıl erdiremediğim takı kutusuna-altın falan değil,
sıradan bijuteri takıları-el atar, kulağımı boynumu doldururdum. Turkuaz rengi süngerden yapılma gül
biçimi klipsli küpeler gözdemdi, annemden çok ben takıp sonunda süngerlerini parçalayarak muradıma
ermiştim. İçinden çıkanlar yavaş yavaş geri konmaya başlarken kapanış ritüeli olarak pompalı, pembe
parfüm şişesini alır, boş oluşuna aldırmadan yüzüme boynuma fısfıs yapar ve gönülsüzce kalkardım
sandığın başından.
Annemin orta yaşlarına kadar sandığa gösterilen özen ve içindekiler hep aynı kaldı. Sonraları
benim sandığa olan ilgim azalmışken annem içini bana ve kardeşime yaptığı çeyizliklerle doldurmaya
başladı. Nikâhıma birkaç gün kala, eşyalarım yeni evime gidecekken sandık bir kez daha törenle açıldı
ve içindekiler kardeşimle aramızda paylaştırılmaya başlandı. Kardeşim çok küçüktü ve içinden her çıkan
parça, özellikle renkli ve süslü olanlar o kadar hoşuna gidiyordu ki sonunda anneme şöyle bir teklifte
bulundu: “Şimdi kapat bu sandığı, ablam işe gidince açarsın, o yokken ben istediklerimi alırım, kalanlar
onun olur”.
22
DORİS LESSİNG'LE KADIN KADINA BİR YOLCULUK: GERÇEKLER, HATIRALAR VE ANLATILAR
SELDA TUNCER
"Kadınlar çoğu zaman hafızalardan, sonra da tarihten silinir giderler." Doris Lessing
Kadınların yazmayla ilişkisi her zaman çetrefilli olmuş ve hep bir yazma korkusu, yazdığını
beğenmeme veya ondan utanma ve gizlice yazsa bile kendini yazıyor saymama gibi duygularla baş
etmek zorunda kalmıştır. Yazma eyleminin kendisi her birey için çok zorlu bir süreç olsa da kadınların
yazı yazarken ve belki daha da önemlisi yazmaya başlarken kapıldıkları endişe, tedirginlik ve karmaşık
ruh halini erkeklerin bu denli yaşadığını sanmıyorum. Bu sorgulamaların altında yatan en temel
nedenlerden biri yazdığını, anlattığını ama en çok da kendini ve yaşadıklarını önemsememek duygusu
yatıyor. Hangimiz bir konuda yazmaya niyetlendiğimizde kendimizi şu sorulardan birini sorarken
bulmamışızdır: Anlatacak bu kadar önemli neyin var? Kayda değer ne yaşadın ki anlatmak istiyorsun?
Zaten senden önce onlarca kişi bunları en güzel şekliyle yazmış, sen yeni ve daha iyi üzerine ne
koyabilirsin? Bugüne dek çevremde yazarken ya da yazması için motive ettiğim kadınlardan bu
soruların en az birini dillendirmeyenine rastlamadım –Amargi Dergi bu hikâyelerle doludur. Kendimi
zaten hiç saymıyorum, derdi olmayan bu yazıyı niye yazsın ki!
Bu kendini önemsememe, yazmaya değer görmeme halinin bireysel, sadece kendine ait olduğu
yanılgısı –öyle ya bizim dışımızdaki herkes masanın başına oturdu mu sular seller gibi yazmaktadır-
ancak başka kadınların hikâyesini dinleyene kadar sürer. Aslında biricik sandığımız o deneyim bizden
önce ve şu an bizimle birlikte sayısız kadının yaşadığı ortak bir durumdur ve bunu görmenin en iyi yolu
kadın yaşam öykülerine bakmaktan geçer. İşte bu anlamda biyografi yazını bize çok değerli ve zengin
bir kaynak sunar. Biyografiler sayesinde başka kadınlarla temas etme imkânı bulur ama daha da
www.amargidergi.com 23
önemlisi farklı kadınlık deneyimlerini okuyarak bir paylaşma ve ortaklaşma alanı açarız kendimize. Epey
zamandır bu alanın keyfine varmış bir okur olarak, en sevdiğim yazarlardan Doris Lessing’in
otobiyografisinin yayınlanmasına kayıtsız kalamazdım elbette. Altın Defter’i okuduğumdan bu yana
gözümde ayrıcalıklı bir yeri olan Lessing’in kendi sözcükleriyle anlattığı hayatına konuk olmak benim
için heyecan verici olduğu kadar, bir kadın olarak, çok besleyici ve güçlendirici bir deneyim oldu. İki
cildin bir arada yayınlanması sonucu 850 sayfalık bir kitap olması gözümü korkutmadı değil ama tam
da bu nedenle okumak için yaz tatilini bekledim. Ve şimdi evde, otobüste, uçakta ya da bir sahilde
elimden düşürmeyerek okuduğum zamana baktığımda beklediğime değdi diyorum, Lessing adeta
bütün yaz yanımda gezerek bana arkadaş oldu.
Bazı kitaplar sizi o kadar etkiler ve içine alır ki biri nasıl olduğunu sorduğunda ne kadar
anlatsanız da yeterince kelimelere dökemeyip bir noktadan sonra mutlaka okumalısın der bırakırsınız.
Açıkçası Lessing’i okurken ben de benzer bir hisle özellikle de kadın arkadaşlarıma bir an önce
okumalısınız diye defalarca telkinde bulundum. Okudukça sadece kendimden bir şey değil, hayatımdaki
kadınlardan da bir şeyler bulup bunları fark ettikçe onlar da okusun istedim. Peki, bir kitabı ya da daha
da özelleştirecek olursak bir oto/biyografiyi bu kadar iyi, bu kadar okunası yapan şey nedir? Biyografiyi
yarın karanlıkta düz ve çoğu zaman yorucu bir yolda yürümeye benzeten Lessing, gerçekten güzel
yazılmış bir biyografiden daha iyi ne olabilir ki diye sorar kitabın başlarında. Açıkçası ben
otobiyografisini okurken bu sorunun hakkını fazlasıyla verdiğini düşündüm. Kitapta beni etkileyen,
yazarın olağanüstü derecede sıra dışı bir hayat hikâyesi olmasının yanında bunu güçlü tespit ve
sorgulamalar eşliğinde çarpıcı bir biçimde anlatmasıydı. Şüphesiz her insanın, en sıradanımızın bile,
kendine göre sıra dışı bir hikâyesi vardır ama burada düşünün ki İran Kirmanşah’ta başlayıp kısa bir
zaman sonra bugün Zimbavbe olarak anılan Güney Rodezya’ya atlayan ve son olarak savaş sonrası
Londra’sına uzanan bir yaşam serüveninden bahsediyoruz. Bir de bunu, dönemin siyasi hayatına aktif
olarak katılan, Komünist parti üyesi ve Londra’ya geçmesinden kısa bir süre sonra ise tanınan bir kadın
yazarın tanıklığıyla dinlediğimizi düşünün.
1919-1962 yılları arasında kırk yılı aşkın zaman dilimini kapsayan kitapta, Lessing çocukluk
zamanlarından orta yaşlara kadar geçirdiği hayat hikâyesini, içinde bulunduğu dönemlerin koşullarını
büyük bir açıklıkla tartışarak ortaya koymaya çalışıyor. Yani, kişisel hikâyesini anlatırken okuyucuya
zamanın ruhunu verebilmek için büyük bir çaba sarf ediyor. Zaten, kendisini böyle bir otobiyografi
yazmaya iten sebeplerden birinin, olağanüstü bir dönemin, Afrika’daki Britanya İmparatorluğu’nun
sonunun bir parçası olduğunu giderek daha fazla hissetmesi olduğunu dile getiriyor. O zamanların nasıl
olduğunu bugün kimsenin, hatta Güney Afrika’daki insanların bile bilmediğine dikkat çekiyor –ki kendi
adıma bunun çok doğru olduğunu söyleyebilirim. Koloni Afrikası’ndaki zamanlarını anlattığı kısımları
adeta bir dönem filmi izliyormuş hissiyle okudum. Savaş sonrası Londra’ya ilişkin çizdiği detaylı
24
manzaraysa daha önce Londra’da yaşamış biri olarak benim için çok etkileyiciydi, o dönemde feci halde
yoksul, harap haldeki Londra’yı güçlükle canlandırabildim zihnimde. Burada asıl çarpıcı olansa, savaş
atmosferinin şehirde her şeyi çılgınca etkisi altına almasını, Lessing’in deyişiyle adeta bir zehir gibi her
yere yayılmasını bu kadar içerden birinin anlatımıyla dinlemekti. Bununla ilgili Lessing, kitabı yazma
sürecinde en zorlandığı şeylerden birinin soğuk savaş atmosferini aktarabilmek olduğunu söyler.
Aslında bu noktada iyi bir oto/biyografinin nasıl olacağına dair ipuçlarını da vermektedir. Kendi hayat
hikâyesini anlatırken Lessing bir yandan da bu anlatının belkemiğini oluşturan hatırlama, unutma,
bellek ve gerçeklik gibi sorularla uğraşır. Ve bir yerde şöyle bir saptama yapar: “Gerçekler kolaydır.
Anlaşılması zor olan, bu gerçekleri mümkün kılan atmosferdir.” İşte Lessing’in kendi satırlarında
yapmaya çalıştığı ve bana kalırsa fevkalade şekilde yapmış olduğu tam da böyle bir şeydir.
Lessing’in Anılar’ında sevdiğim şeylerden biri de ne kadar dürüst olursa olsun, ne kadar
gerçekleri anlatmaya çalışırsa çalışsın yazar nihayetinde bunun bir anlatı olduğunun açıklıkla
farkındandır ve sürekli okuyucuya hatırlatır. Kimi zaman sesli düşünürcesine kimi zaman okuyucuyla
adeta sohbet eder gibi niye onu değil de bunu hatırladığını ya da niye hep belli anıları çağırdığını sorar:
“Hatırladığın şeylerin, hatırlamadıklarından daha önemli olduğunu nereden biliyorsun?” O’na göre bir
oto/biyografinin asla doğru olamamasının nedeni de bunda yatar; yani zamanın sübjektif olarak
yaşanıp hatırlanmasıdır. Ancak yine de bunu başkası yerine kendi yapmayı tercih eder ve bir
otobiyografi yazarak bir nevi kendi hayatına sahip çıkacağını düşünür çünkü Lessing’e göre yazarlar ne
derse desin hayatları kendilerine ait değildir. Ve bunun üzerine hayatına yön veren bazı “gerçek”lerden
bahsederek kendi anlatısını kurar. Bunlardan biri annesiyle çatışmalı ilişkisi diğeriyse çocukluğundan
itibaren her türlü otoriteye karşı olma isteğidir. Lessing, kişisel hayat hikâyesinde belirleyici olan bu iki
durumla ilgili anılarını anlatırken sürekli bir sorgulama, anlamaya çalışma ve yüzleşme içine girer;
özellikle annesiyle hiçbir zaman çözülemeyen ilişkisine hayatının farklı dönemlerinde nasıl baktığına
tanıklık ederiz. Annesiyle bıkıp usanmadan yaptıkları kavgaların nedenlerine yetmişli yaşlara gelinceye
kadar bir cevap bulamadığını itiraf eder.
Aslında bu durum, yani anneyle kurulan ilişki, çoğu kadın biyografisinde sıklıkla rastlanır. Ortak
ve birincil derecede önemli bir kadınlık deneyimi olarak anneyle ilişki, olumlu ya da olumsuz, kadınların
kişisel hayatlarında ve kendilik anlatılarında can alıcı rol oynar. Hele de Lessing’in durumunda olduğu
gibi hayat boyu çatışmayla süren bir anne-kız ilişkisiyse, bu bütün her şeyin önüne geçer ve hikâyeyi
belirler, hiç bahsi geçmediği anlarda bile satır aralarına siner. Lessing’in daha çocuk yaşlardan itibaren
annesine duyduğu öfke, nefret, acıma, iğrenme ve pişmanlık duygularıyla nasıl baş etmeye çalıştığını
okurken birçok kadın arkadaşımı düşündüm ve kendimi bir nebze de olsun şanslı saydım, yakın arkadaş
gibi olmasak da annemle böyle bir çatışma yaşamadığım için. Lessing’in gerçek bir acı ve ıstırap diye
tarif ettiği annesiyle yaşadığı bu durumu doktora araştırmam için yaptığım anne-kız görüşmeleri
sırasında çok daha yakından görme ve anlama şansım olmuştu. O’nun yazdıklarını okurken fark ettiğim
www.amargidergi.com 25
bazı görüşmecilerimin söyledikleriyle arasındaki çarpıcı benzerlik, dünyanın farklı yerlerinde bambaşka
koşullarda yaşayan kadınların deneyimlerinin ne kadar ortaklaşabildiğini gözle önüne seriyordu.
Lessing’in annesinin ölümü ardından yazdığı bu satırların benzerini daha birkaç yıl öncesine kadar bir
görüşmecimden dinlemiştim: “Annemle benim bu uzun, acıklı hikâyemizin hangi noktasında farklı
davranabilirdim? Farklı şeyler yapabilirdim. Ancak hiçbir şeyin farklı olamayacağı sonucuna varmak
zorunda kaldım. Eğer canlanıp Londra’ya gelse ve cesur, alçakgönüllü ve anlamayan bir tavırla, “Ama
tek istediğim beraber olmamız,” dese, kesinlikle aynı şekilde davranır, aynı şeyi söylerdim. O halde acı
çekmenin ne yararı var? Üzülmenin? Pişmanlığın?” Şüphesiz, Lessing için -ve birçok kadın için- bu
sorgulama hayatı boyunca sürecek, peşini bırakmayacaktı.
Lessing, Anılar’ında anneyle ilişkisinin dışında birçok farklı kadınlık deneyimine yer verir.
Hayatına giren birbirinden farklı kadınlarla teması, onlarla kurduğu dostluk yanında hamilelik, kürtaj,
cinsellik ve taşrada kadın olmak gibi çok çeşitli konularda yaşadıklarından anlatmaya değer bulduklarını
çekinmeden paylaşır. Bu noktada yeri gelmişken bir parantez açıp feminist biyografiyle ilgili bir şeyler
söylemek iyi olur. Bana kalırsa Lessing’in otobiyografisi çok iyi bir feminist biyografi örneği, her ne kadar
kendisi bu tanımdan hoşlanmayacak olsa da, maalesef feministleri çok sevmediği için. Feminist
biyografinin en önemli özelliklerden biri kadın olmaktan dolayı yaşanan farklı kadınlık deneyimlerini
ortaya çıkarmasıdır. Böylelikle, bir yandan erkekler dünyasında bir kadın olmanın ne demek olduğunu
açığa çıkarırken diğer yandan klasik anlatılarda önemsenmeyen ev alanı ve özel hayata dair gündelik
deneyimleri hikâyeye dâhil eder. İşte Doris Lessing Anılar kitabında bunu muazzam bir şekilde
26
gerçekleştirdiği söylenebilir. Feminist biyografi yazımında izlenmesi gereken bazı ilkeler şüphesiz bir
biyografiyi okurken de bize yol gösterebilir. Catherine Heilbrun, Kadının Özyaşam Öyküsünü Yazarken
kitabında feminist bir yaşam öyküsü yazımı için hatırlama, itiraf ve bilinçlenme aşamalarının önemine
dikkat çeker. Yukarda kimi örneklerde de bahsettiğim üzere, Lessing’in kitabını güçlü yapan, kendilik
anlatısını bu söz konusu aşamalar üzerine inşa etmiş olmasıdır.
Şüphesiz, feminist biyografi yazımında bir nevi kendini deşme, yüzleşme diyebileceğimiz
süreçlerin en önemli uğraklarından biri kişisel tarihimizdeki kadınlarla karşılaşma ve
ilişkilenmelerimizdir. Annesiyle ilişkisinin aksine, Lessing Anılar’ında hayatına giren kadınlarla kurduğu
ilişki ve arkadaşlıklardan sıkça bahseder: annesinin arkadaşları, kocasının iş arkadaşlarının eşleri,
hastalandığında yanında kaldığı yaşlı Afrikalı kadın, ilk hamileliklerini beraber geçirdikleri Ivy, Londra’da
bir süre beraber yaşadığı ve Altın Defter’deki mutfak sohbetlerinin kaynağı Joan, taşındığı dairede
kendisine bütün mahallenin tarihini bir çırpıda anlatan kapı komşusu Lil Pearce ve daha niceleri.
Lessing’in çocukluğundan itibaren karşılaştığı tüm bu kadınları anlatımında, kendisinden çok farklı bile
olsa onları tanıma ve sevme çabası açıkça hissedilir. Bütün kitap boyunca, Lessing sadece kadınların
değil erkek, çocuk demeden sayısız insanın hikâyesini anlatır ama hayatının her döneminde ona bir
yanıyla eşlik eden kadınlarla arkadaşlıkları tüm bunların arasından parlar. O’na göre kimi zaman sizden
bambaşka bir hayatı olan bir kadınla bile, bir kadın olarak ortak bir yönünüz olabilir: “Bu kadınları sevip
sevmemeniz ya da onların sizi sevmemesi önemli değil. “Ortak hiçbir yanımız yok.” Beni güldürmeyin,
ortak yanınız biyolojik temeliniz. Birlikte vakit geçiren genç kadınlarsınız ve bu yeter.” Ancak bunları
yazdıktan hemen sonra Lessing gençliğinde ilk çocuğundan sonra kocasının iş arkadaşlarının çocuklu
eşleriyle sabah çaylarına gitmeyince özlediğini ama özlediği için de kendinden nefret ettiğini itiraf eder.
Aktif siyasi ve entelektüel hayatın içinde olan Lessing, ilk çocuğuyla birlikte Koloni’de orta sınıf ev kadını
beyaz kadınların hayatın dâhil olur ve buradaki paylaşımdan genç bir anne olarak keyif almayı kendine
yakıştıramaz. Bu anlamda, üstteki satırlarda yetmişli yaşlardaki Lessing, adeta genç Doris’le
konuşmaktadır.
Anılar’da öne çıkan ve burada üzerinde durulmayı gerektiren bir diğer konu ise yazarın
hamilelik ve çocuk sahibi olmayla ilişkisidir. Lessing erken yaşta iki evlilik yapmış ve ilk eşinden iki, ikinci
eşinden bir tane olmak üzere üç çocuğu olmuştur. Bu bir cümleye sığdırdığım basit ‘gerçek’ Lessing’in
bütün anlatısını etkileyecek karmaşıklık ve derinlikte bir yaşam hikayesine tekabül eder. Açıkçası, şu an
-kendi isteğiyle- evli ve çocuklu olmayan bir kadın olarak, benim için Lessing’in doğurma ve çocuk sahibi
olmayla kurduğu bağ oldukça sıra dışı ve yer yer anlamakta zorlandığım bir ilişkiydi. Bu, basitçe benim
çocuk yapmamam ve O’nun yapmış olması gibi bir ayrımla açıklanamayacağı gibi sadece kendimin değil
okuduğum, bildiğim başka kadınların deneyimine dayanarak da düşündüğüm bir şey. Belki de,
Lessing’in savaşla ilgili atmosferi bugünkü gençlerin anlayamayacağı kaygısını haklı çıkaracak şekilde
bununla ilişkili olarak o dönemde yaşanan bazı duygu ve deneyimlerini de anlamakta zorlanıyorum. İlk
www.amargidergi.com 27
çocuğunu kazara hamile kalıp kürtaj için de geç kalması sonucunda yapan Lessing, üzerinden daha bir
yıl geçmeden ikinci bebeği istemesini Zeitgeist’le açıklar. Etrafının çocuk yapmak konusunda çok istekli
genç çiftlerle sarılmasıyla bir yerden sonra O da bu atmosferde birkaç yıl önce sarf ettiği “bu dünyaya
çocuk doğurmayacağım” sözlerini unutarak ikinci çocuğunu yapar. Ancak Lessing’in doğurmak, çocuk
yapmak konusunda bu kadar istekli olması sadece çevrenin etkisiyle açıklanabilecek kadar basit
değildir; bunun arkasında çok güçlü ve derin içgüdü vardır ve bunu Lessing çocukluğundan itibaren
bütün hayatını ciddi derecede etkileyen savaş ve ölümlere verdiği bir tepki olarak yorumlar. Gerçekten
de bu durum, Lessing’in donanmaya katılan kardeşinin öldüğünü sandığında eşine söylediği sözlerde
bütün açıklığıyla görülür: “Frank’e sıkıca sarıldım ve hemen bir çocuk daha yapmamız gerektiğini
söyledim. Bundan daha ilkel ve de esaslı bir tepki olabilir mi? Ölüm haberine, ölüme, haberleri her
dinleyişimizde duyduğumuz binlerce ölüye burun kıvırıyordum.” Burada, babasının Birinci Dünya
Savaşı’nda sakat kalmasına rağmen annesinin oğlunu donanmaya göndermeyi istemesine ve
kardeşininse buna karşı çıkmayıp gitmesine karşı öfkeli olan bir genç kadın vardır ve Lessing etrafını
saran bunca ölüme hayatla, yaşatma güdüsüyle cevap vermek ister.
Ancak, buraya kadar anlatılan Lessing’in çocuk sahibi olmayla ilişkisinin sadece bir kısmıdır;
hikâyenin kalan kısmında yaşananlar –yani kendisinin aktardığı kadarıyla- Anılar’ın ilk cildinin
yayınlanmasından sonra epeyce tartışmaya yol açacaktır. Lessing iki çocuk sahibi olduktan birkaç yıl
sonra ilk eşini terk eder ve çocukları da ona bırakır. Kendi deyişiyle, yaşadıkları bu çirkin dünyayı
değiştirmek ve onların ilerde ırk nefreti ve haksızlık olmayan bir dünyada yaşamaları için gitmesi
gerekmektedir. Evini terk edip aktif siyasete katıldıktan sonra Lessing, yakın bir arkadaşı vasıtasıyla
çocuklarla ilgili düzenli bilgi almakla beraber onlarla çok sınırlı görüşür. Burada asıl beklenmedik olan,
Lessing’in yaklaşık beş yıl sonra ikinci eşinden bir bebek daha yapmaya karar vermesidir. Bu sırada, aktif
üyesi olduğu Komünist grup dağılmış, İkinci Dünya Savaşı sona ermiş ve Hitler’den kaçmayı başarmış
olan Yahudi asıllı komünist eşiyle Londra’ya gitmek için plan yapmaktadırlar. Eşinin İngiliz vatandaşlığı
için beklemeleri gereken birkaç yıllık sürede de çocuk yapmaya karar verirler. Lessing Anılar’ını
yazarken bu dönemi tekrar düşündüğünde bu durumun çok da mantıklı ve akıllıca konuşmalarla
ilgisinin olmadığını, aynen diğer hamileliklerinde olduğu gibi benzer bir güdüyle hareket ettiğini ifade
eder: “…sanırım Tabiat Ana milyonlarca ölüyü telafi ediyordu. Burada bu sağlıklı ve doğurgan genç
kadın duruyordu ve işe yarardı. Ayrıca, ben bir bebek daha istiyordum. Çok istiyordum.” Açıkçası,
kitabın bu kısımlarında Lessing’i anlamakta çok zorlandığımı itiraf etmem gerek. Tekrar çocuk yapma
isteğini karmaşık hisler içinde okurken nasıl bir tepki vereceğimi ve daha da önemlisi, neyden dolayı bu
kadar zorlandığımı bilemedim. Bu satırları yazarken de, Lessing’in kendisinin de yer yer belirttiği gibi,
bazı sorulara hala bir cevabım yok; belki de o yüzden bu kadar ayrıntılı yazma ihtiyacı duyuyorumdur,
kim bilir. Ama zaten feminist biyografi okuma pratiği biraz da böyle bir şey değil mi; yani bir kadının
28
yaşadıklarını okurken kendi hayatına dönmek ve hikâyesini okuduğun kişiyle birlikte kendini de
sorgulamak?
Tam bu noktada Heilbrun’un altını çizdiği itiraf ve yüzleşme konusuna dönmenin önemli
olduğunu düşünüyorum. Lessing, otobiyografisinin ilk cildinde yer yer açıktan kimi zaman da üstü kapalı
olarak iki çocuğunu terk etmesiyle ilgili yaşadığı suçluluk hissini okuyucuyla paylaşır ve bazı noktalarda
bu, kendini sorgulayarak bir nevi itirafa dönüşür: “Geri dönüp baktığımda ifadesinin arkasında ne kadar
karmaşık süreçler yatıyor. “Ama o zaman olayları öyle görmüyordum” diyebilir bir yaşlı kadın diğerine.
“O zaman çok toydum. Pişmemiştim... Gelişmemiştim… Olgunlaşmamıştım... Açıkçası daha
doğmamıştım.” Şunu bilin. Pişmemiştim.” Lessing adeta okuyucuya seslenerek yaşadıklarını içtenlikle
itiraf etmektedir; yine de buna rağmen Lessing’in bu konuda çok tepki almasının bir nedeninin kitabın
ilerleyen kısımlarında, özellikle Londra’daki hayatını anlatırken terk ettiği çocuklarından neredeyse hiç
bahsetmemesi olması çok muhtemel. Ancak, bunun da ötesinde asıl sorun bana kalırsa, iki küçük
çocuğu terk etmiş bir anneden hayatının kalanını büyük pişmanlıkla geçirmesi ve bu yazdıklarından çok
daha duygusal, kendini delicesine suçlayan bir itiraf beklenmesiydi. Şüphesiz, Lessing’in son çocuğunu
alıp Londra’da yeni bir hayat kurması ve ikinci eşinden de ayrılarak özgür bir kadın olarak hayatına
devam etmesinin de eleştirilerin hedefi olmasında büyük etkisi vardır. Oysa burada hatırlanması
gereken nokta, Lessing’in kendi anlatısında ısrarla ifade ettiği gibi, yaşanan gerçeklerle yazılanlar bir
değildir ve oto/biyografi yazmak daha en başta gerçeğin ne kadarını anlatmalı sorusuyla başlar.
Gerçekten bu kadar ağır ve zor bir deneyimi yazmanın ne kadar acı verici olabileceğini tahmin etmek
çok zor olmasa gerek; bunu uzun uzun anlatmayı istememekten daha insani ne olabilir? Lessing’in
Anılar’ının ikinci cildinde eleştirilere cevap olarak, bu konuyla ilgili mutsuz olduğunun çok bariz
olduğunu ve her aklı başında okuyucunun anlaması için dövünmesine gerek olmadığını söylemesi bu
durumu adeta özetler niteliktedir.
Lessing’in Anılar’ını okurken çok sevdiğim bir kadınla uzun keyifli bir yolculuk yapmış gibi
hissettim. Kimi zaman kendime yakın bulduğum yanlarını gördüğümde gülümsediğim, kimi zamansa
anlamakta zorlandığımda hayali sohbetler yaptığım zeki, içten bir kadın arkadaş oldu benim için bu
sürede. Feministlerle ilgili olumsuz yorumlarında hayal kırıklığına uğrayıp ama neden diye az sormadım
değil. Acaba otobiyografisinin sonlandığı 1962 yılından sonra feminist hareketle ilişkili kimlerle temas
etmişti, ne gibi olaylar yaşamıştı ki bu şekilde düşünüyordu? Bu tür sorular bir süre daha zihnimi meşgul
edecek gibi duruyor ama yine de dostluğumuza gölge düşürecek bir şey değil. Çünkü bu sorular,
Lessing’in kadınlarla kurduğu güzel dostlukları hatırlayınca solup gidiyor. Misal, sevdiği kadın yazarlarla
ilgili şu yazdıkları hangi kadının, feministin içini ısıtmaz ki: “İki ablam varmış gibi hissediyordum.
Etrafımdaki insanlar beni anlamasalar da, Virginia ile Olive anlardı. Acaba Virginia Woolf, Olive
Schreiner hakkında ne düşünürdü? Ya da Olive, Virginia hakkında? İnsan bunu düşünerek oyalanabilir.”
www.amargidergi.com 29
GÖBEK BAĞIMIZDA YAZILI
ZEYNEP CEREN EREN
‘Göbek deliği annemizin hatırasıdır.’ Ninelerimiz mezarsız. Bize ninelerimizi anlatın. İki bacağımızın arasını.
Venüs. En sıcak gezegen. Kendi ekseni etrafında, güneş sistemindeki diğer tüm gezegenlerin
aksi istikamette döner. Hem sabah yıldızı hem akşam yıldızı. Venüs. Bir tanrıçanın adını taşıyan tek
gezegen. Roma’nın Venüs’ü, Yunan Afrodit istemeden, zorla Ares’le beraber olduğunda mı başlamış
kadersizliğimiz? O yüzden mi doğurduklarının adı Korku, Dehşet ve Uyum?
Babası Arnavut’un ‘Neden erkek değil de kız?’, ‘Kedi doğsun kız doğmasın!’ diye karşıladığı bir
bebek: Nereye doğacağına bir türlü karar verememiş, İstanbul’un karanlık ve derin sularının orta
yerinde, hem göbek bağından kurtulmuş doğarken, hem de sıkı sıkı bağlanmış kendinden önceki kadın
atalarına ve kadim aile sırlarına. Ne de olsa ‘Bir ailede bir kişinin gördüğünü yedi göbek ötesi görür.’ Ve
biz gördüklerimizi bir lanet gibi taşırız.
Kadın atalarımız. Onların yüzü suyu hürmetine olan bitenler. Onlar ‘güç verdi de ayağa
kalkabildik.’ ‘Lekeler, hastalıklar, izler, kusurlar’ ile bağlandığımız kadın atalarımız. ‘Lekeleri, hastalıkları,
izleri, kusurları meziyetten mi sayıyorsun a aptal?’ diyene karşılık ‘Kusurlarımız meziyetlerimizdir
esasında, kusursuzluk var olmamaktır bir bakıma.’ cevabını verenler. Bu cevapları bir dövme gibi
vücudumuza nakşetmiş, kuşaklar öteden bize seslenen, bizi biz yapan kadın atalarımız. Venüs’ün gizli
sakinleri.
Bize hem isyan etmeyi, hem idare etmeyi öğreten kadınlar. Hem yük taşımayı, hem yükten
kurtulmayı. Boynumuza dünyanın, kadınlığın en zarif tasmasını takan atalarımız. İşte onların hikayeleri
var, Şebnem İşigüzel’in Venüs, Bir Aile Tarihçesi, Bir Yaşamöyküsü romanında. Hikaye anlatıcımızın
kısacık hayatının içinde çoğalan başka hayatlarda, Şekina, Zühre, Nergis ve daha nicesi var. II.
Abdülhamit saltanatıyla başlayıp 2. Dünya Savaşı zamanlarına kadar uzanan Venüs’ün anlattıkları
aslında bu zaman diliminin fersah fersah ötesine geçiyor. Ve bütün o tek hikayeler bir oya gibi incelikle,
zariflikle bağlanıyor birbirine, kadınlığın o tek hikayesine dönüşüyor yavaş yavaş.
‘Ama ben erkek cinsine mensubum. Bir kadın ölene kadar ebeveyniyle yaşamaya mahkumdur.
Ebeveynleri ölmüşse cemiyet ona kocasından, ağabeyinden, kardeşinden, olmadı eniştesi, dayısı,
amcası, dış kapının mandalı kuzeninden ebeveyn tayin eder. Kadın ona şikayet edilir, onun iznini alır .
Bre ne sıkıcı şey, iyi ki kadın doğmamışım.’ deyip arsızlık edene kusmuğunu buyur eden Şekina’nın
30
hikayesi: ‘Erkek cinsinin aşağılamaları içimdeki kadınlığı kabarttıkça kabarttı, kabaran kadınlığımın
küçük dilime değmesiyle...’ Allah’ın kadınların susmasını buyurduğunu söyleyene, ‘Hangi Allah?’ diye
soran, Cennet’in yerini yanlış tarif edenleri ‘Cennet insanın iki bacağının arasında ve ağzının içindedir.’,
‘Zevk cennetin göbek adıdır!’ diyerek düzelten cesur Şekina’nın hikayesi.
Ve Nergis’in. Hiç ağlamamış Nergis’in. ‘Fesuphanallah derler ki, ömrü boyunca çile çekip
ağlamayanın gözünden düşen ilk damla, şayet bu yeryüzünde çok çile çektiyse ve buna rağmen susup
şimdi Allah’ın hikmetiyle ağlıyorsa yakut, güzel günler görmüş de şimdi ağlayacağı tuttuysa yeşim,
sudan bir sebeple sırf ağlamak nasıl bir şeymiş diye merak edip ölmeden önce gözyaşı dökmeye
niyetlendiyse, elmas olarak düşermiş.’ diyen Nergis. Ömrünün sonu bir yakut tanesi olan Nergis.
Neden kadınların ömrünün sonu bir yakut tanesi? Neden içleri bunca gözyaşı? Neden akmaz
bu gözyaşları? Neden mi? ‘Bre çünkü analarının sırlarını, babalarının sırlarını, erkeklerin sırlarını,
cemiyetin sırlarını ve kendi sırlarını mezara kadar götürmek üzere eğitilmişlerdir.’ Sırları koruyan
kadınların bıçak açmaz ağızlarını. Ya da ancak bıçak açar kadınların ağızlarını...
Kadınlar muhafızlığını yapar aile sırlarının. İçine doğdukları sırlara, kendi sırlarını katarak, kimi
zaman sırları açık edip kurtularak, kimi zaman kilitlere bir kilit de kendileri vurup iyice sıkılaştırarak
yaşarlar. Sessizce, açıkça, mırıldanarak, yüksek sesle, gözlerini kapatıp, doğrudan gözlerinin içine
bakarlar sırların. Kendi sırlarının. Başkalarının sırlarının. Ortak sırlarımızın daha çok, kadınlık sırlarının.
Bu sırlar ki kadınlığın en berrak halinden başka da bir şey değildir en nihayetinde! Ölümcül
sırlarımız. ‘İhanet, yasak aşk, onay görmeyen merak, umutsuz eylemler, zorunlu eylemler, karşılıksız
aşk, kıskançlık ve reddedilme, intikam ve öfke, başkalarına ya da kendine zulmetme, kabul edilmeyen
arzular, istekler ve düşler, kabul edilmeyen cinsel ilgiler ve hayat tarzları, plansız gebelikler, cesaretin
kaybedilmesi, öfke nöbetleri, bir şeyin eksik kalması, bir şeyi yapamama, ihmal, istismar ve daha neler
neler...’ İşte bunlar kadınlık durumuyla ilgili sırlardır, kadınların bunları sarıp sarmalamaya, gözlerden
uzak tutmaya, sessizde korumaya, bir ömür bekletmeye, kendinden sonra gelene devretmeye
erkeklerden daha çok ihtiyacı vardır. Utanç ve ayıp, kadınlığımızın mayasıdır.
İşte Venüs’ün o yüzden bir kahramanı yok; kitabın kahramanı kadınlık halleri. Uzaktan,
yakından, tanıdık tanımadık o hallerimiz. Yaşamasak da bildiğimiz. Ortak hallerimiz. Ortak suçlarımız ve
hayallerimiz. Bizi göbek bağlarımız bağlıyor birbirimize. Kadınların alnında değil, belki de göbek
deliğinde yazılı kader.
Ama kadere razı olmaya değil, sırları paylaşmaya çağırıyor bu kitap: anlatmaya, haykırmaya,
ağlamaya, boynumuza asılanları mezara kadar götürmemeye çağırıyor. Ninelerimizin, kadın
atalarımızın, cadıların elleri karnımızda. ‘Dilinden bülbül, kalbinden katil’ olanların sırları varsın onlarla
kalsın.
Hadi ifşa edelim ne varsa. Sonra da hem ‘şeytanlı’ hem ‘melekli’ tarafımızdan öptürelim.
www.amargidergi.com 31
ZAMANIN İÇİNDE BİR İLERİ BİR GERİ: VİŞNENİN CİNSİYETİ
EDA AĞCA
Geçmişin tuhaf bir yanı var: Hiçbir zaman orada olmamış olabiliriz ve hiçbir zaman oraya geri
dönemeyeceğiz. Fakat bir yaşam boyunca, çoktan bitmiş yaşamlardan insanlarla tanışmak mümkün.
Kendi hikâyelerini onların ağzından dinliyoruz kimi zaman. Bir öykünün başka bir öyküyle birleşip, yeni
bir öykü doğurduğu ve aslında arananın kendi öykümüz olduğu zamanın içinde bir ileri bir geri seyahat
ediyoruz. İşte Vişnenin Cinsiyeti’nde de tam olarak bundan söz
ediliyor.
Mucizeler olmadan dünyanın gerçek bir dünya
olmadığına inanan Jeannette Winterson’ın kaleminden,
gerçekliğe meydan okuyan Jordan ve annesi Köpekli
Kadın’ın postmodern anlatısı Vişnenin Cinsiyeti. Köpekli
Kadın idealleştirilmiş güzellik standartlarına aykırı masalsı
bir dev. Onun için pasaklılık adeta bir aksesuar. Erkek
egemen dünyanın yalnız ve korkusuz kadın kahramanı.
Jordan ise bitmeyen yolculukların ve birbirinin içine geçmiş
hikâyelerin büyüttüğü bir çocuk.
17. yüzyılda, tarihsel bir arka planla kurgulanan
roman, bizi içine çeken masalsılığının yanında bugün hâlâ
güncelliğini koruyan birçok konuyu ele alıyor. Toplumsal cinsiyet, aşk, ahlak, din, beden ve bilhassa
zamanı okuyucuyu afallatacak bir kurguyla sorguluyor Winterson. Prensle prensesin sonsuz evliliğiyle
biten, klişeleşmiş “mutlu sonlara” muhalif Dans Eden Oniki Prensesin Öyküsü’nde kocasının görmezden
geldiği prensesin kendini, onun çevresindeki herhangi bir nesne
gibi hissetmeye başlaması derin bir fantezinin içinde barınan
çarpıcı gerçekliğe ikna ediyor bizi. Buradan bakınca yazarın zaman,
gerçeklik ve bütünlükle büyük bir derdi olduğunu görebiliyoruz
fakat bu gerçeklilik, aynı zamanda yitirilebilen bir kavram.
Çapraz zaman anlatımıyla ilerleyen Vişnenin Cinsiyeti, bir hikâyeyi anlatmanın en güzel yolunun
maziden çağırdığı hikâyelerle harmanlamak olduğuna inanıyor. Ve anlattığı hikâyeyi canlı tutabilmek
için maziye her döndüğünde kendisini yeni yan hikâyeler, karakterler ve nesnelerle çevreliyor.
Vişnenin Cinsiyeti Sel Yayıncılık
Yazan: Jeanette Winterson Özgün Adı: Sexing the Cherry
Çeviren: Pınar Kür
32
Böylelikle Winterson’ın ortaya çıkarmaya çalıştığı şey biraz da birbirinden bağımsız görünen hikâyelerin
en nihayetinde bir bütünü oluşturduğu. Vişnenin Cinsiyeti’nin temel imgelerinden biri olan muz
karşımıza ilkin Köpekli Kadın’ın bebekken Jordan’ı görmeye götürdüğü Londra’ya yeni gelmiş bir cennet
meyvesi olarak çıkıyor. Jordan’ın mazisinde yatan bu anı, zamanla yerini bu cennet meyvesinin geldiği
uzak yerlere yolculuk etme arzusuna bırakacak.
“YALANLAR 8: İlk gördüğü şey o değildi, nasıl olabilirdi? Benim ilk gördüğüm şey de üstüne sis
inen tarlalar değildi. Ama daha önceden ikimiz de hayaller kuran, yaşamın içinden gölge gibi geçenler
gibiydik. Dolayısıyla size anlattıklarımız doğru olmasa da doğrudur” diyor Winterson Vişnenin
Cinsiyeti’nde. Geçmiş zaman dilimi, olduğu gibi naftalinli bir hurca koyup sandıklara kaldırdığımız ve
şimdiki zamanda bıraktığımız gibi bulabileceğimiz bir şey değil. Zira mazide saklı onca insan, mekân ve
nesne hikâyelerle bütünleştiği vakit hatırlanması oldukça zor ve karmaşık bir hal alıyor. Bu da maziyi
yaşandığı kadar değil, hatırlandığı kadar doğru kılıyor. Bu yüzdendir ki, maziyi çağırmak muazzam bir
kurgu ve gerçeklikle fantezinin ördüğü eşsiz bir düğüm. Bu düğümü Winterson’ın oyunbaz dilinden
okuma, sorgulama ve çözmeye çalışmanın ise bambaşka bir tadı var.
www.amargidergi.com 33
ANNEANNE
ZUHAL ESRA BİLİR
Amargi’nin çağrı yazısını okuduğumda farklı zamanlarda ve koşullarda yaşamış, hayatta
olmayan, tanımayı en çok istediğim kadın kim diye düşündüm birkaç gün boyunca. Çok uzaklardan
kadınlar geldi önceleri aklıma ancak onlara dair içimde eksik ve yavan bir taraf kalıyordu. Nasıl
ortaklıklarım nasıl farklılıklarım olduğunu keşfedeceğim, mazimden çağırabileceğim bir kadının
olabileceğini söylüyordu Amargi. Aslında kime işaret ettiği çok belliydi: Anneannem Lütfiye Postacı.
Ama biliyorum ki anneannemi yeteri kadar tanımıyorum aslında. İstedim ki bu yazı vesile olsun, ben
anneannemi anlattırayım anneme, teyzemlere ve onu tanımış kuzenlerime.
Yirmi sekiz kadınız biz annemin ailesinde: bir anneannem, bir annem, beş teyzem, iki kız
kardeşim, dokuz kadın kuzenim ve onların da dokuz tane kız çocuğu var. Şimdilerde hamile olan
ablamın cinsiyeti belli olmayan bebeği de kız olursa yirmi dokuzuncumuz yola çıkmış olacak.
Teyzelerimin hepsi gurbetlik çekmiş, kocalarından pek de hayır görmemiş, çokça yokluk görmüş,
hayatın yükünü hep bacılarıyla dayanışarak sırtlamış kadınlar. Bugün durduğum yerden baktığımda
feminizm adına söylenebilecek her şeyi bulabiliyordum onların hayatlarında. Feminizmin tüm bu
yaşananlar için söylediği büyük laflar var elbette. Ama esas olan ve bana kalan çekilen acıların ötesinde
An
na d
i Pro
spero
34
bir şeydi. Mücadele etmenin, güçlü kadın olmanın hayatın içinde nasıl bir yere denk geldiğini anladım
hep anlattıklarından.
On üç yaşında evlenen ve iki kaynanalı, bol görümceli bir eve gelin giden en büyük teyzeme, bu
evde kimse yemek vermediği için nasıl zafiyet geçirdiğinin anlatıldığı hikâyenin hemen ardından evlerin
damlarından atlaya zıplaya –sokaklarda gezmelerine izin verilmediği için- nasıl anneannemin hazırladığı
yemekleri gizlice götürdükleri hikâyeyi hala aynı coşku ve muziplikle anlatmalarından inandım hayatta
çıkar bir yolun varlığına.
Bir başka teyzemin doğum yaptığı gece anlatanın deyimiyle zamparalığa gitmiş kocası evde
olmadığından nasıl kadın başına açık hava sinemasında dâhiliye doktoru -memleketteki tek doktor
dâhiliyeci olduğundan- aradığını anlatan bacısının gurur dolu gözleri şu hayatta istediğim her şeyi
başarabileceğime inandırmış beni meğer.
80’li yıllar, darbe sonrası sıkıyönetim zamanları Adıyaman’da öğretmenlik yapan teyzem
Hakkâri’ye sürülmekle tehdit edildiğinde “Hakkâri de memleket toprağı değil mi? Ben memleketin her
yerinde çalışırım!” karşılığını tek nefeste, dimdik veriyor vermesine de hemen aklına Siverek’ten birlikte
geldiği ve yeni bir hayat kurmaya çalıştığı annesi düşüyor. Annem de benimle birlikte tüm bu güçlükleri
yaşamak zorunda kalacak diye düşünüp kaygılanırken kızının içten içe kafasını kurcalayan bir şey
olduğunu hemen fark eden anneanneme olan biteni tereddütle anlatıyor. Anneannemden aldığı “Ne
diyorsun kızım sen? Sen neredeysen ben oradayım. Sürerlerse sürsünler! Ben senin arkandayım. Çok
iyi yapmışsın!” cevabının ona verdiği güveni anlatan teyzemin otuz beş yıl öncesine gidip mutluluktan
parlayan gözleriyle karşılaşınca bu hikâyeleri dinlemekle ne iyi bir şey yaptığımı düşünüyorum.
Anlatılan onca acının hep bir mücadeleye ve güçlenme hikâyesine dönüşünü fark etmem
elbette ki feminizm sayesinde olmuştur. Daha dinlenecek çok hikâyeleri var ama anlattırmak da bir
meziyet ister. “Amman eski zaman karıştırma hiç şimdi onları!” cevabını aldığım çok olmuştur. Ama bir
taraftan da anlatılan her şeyin sonuna illa ki “Bunları hep yazmak lazım aslında!” iliştiriverirler. İşte ben
bu istekten alıyorum bu yazıyı yazarken gücümü.
Bizim ailedeki her kadının hayatının en zoru, en az konuşulan bir olayı vardır ki, acısı hala bıçak
gibi kesiverir ortalığı: dedemin intiharı. Yaşamı boyunca dürüst olmanın ve onurlu bir hayat
sürdürmenin mücadelesini vermiş bir adam olan dedem hayırsız bir erkek evlat yüzünden iflas etmiş,
tefecilere borçlanmış, varını yoğunu kaybetmiş. Yaşadığı utanca daha fazla dayanamayarak yaşamına
son vermiş. Geçmişe dair ne anlatılırsa anlatsın hep bu ölüme gelir dayanır anlatılanlar, bir yumruk
oturur boğazına anlatanında da dinleyeninde de. Cenazesi nasıldı diye sorduğumda teyzemin “Kurşun
sıksalar hiç birimizin kanı akmazdı.” cümlesinden daha iyi bir cümlem yok o acıyı anlatmak için. Keşke
anneannemden dinleyebilseydim kocasının intiharını; ona duyduğu öfkesini, acısını, özlemini, sitemini
onun cümlelerinden yazabilseydim. Bütün kızlarının büyük bir hayranlık, sevgi, saygı ile bahsettiği
kocasını ondan dinlemeyi ne çok isterdim!
www.amargidergi.com 35
Anneannemi on üç yaşımdayken kaybettim. Ona dair çok az şey bildiğimi bundan tam bir yıl
önce, Kadın Çalışmaları’nda okumuş on bir kadının, on yedi yıl evvel bir seminer dersinde birbirlerine
anneannelerini anlattıkları “Anneanne Sırlarını Eskitmiş Aynalar” kitabını okurken fark ettim. Onu
gerçekten tanımaya başlamaya ise bu yazıyı yazarak başlayabildim. Başlayabildim diyorum çünkü
henüz tamamlayamadım. Dedim ya benim ve onun dışında yirmi altı kadın daha var hadi son kuşağı
çıkar nerden baksan on beş kişi kalıyor. On beş kadın on beş farklı anneanne anlatısı eder. Üstelik
Diyarbakır’dan İzmir’e memleketin başka başka yerlerinde yaşayan kadınlar. En kolayından -ya da öyle
sandığım-, annemden başladım anneannemi konuşmaya. Daha sonra yine Ankara’da yaşayan iki
teyzemle konuştum şimdilik.
Bu yazı benim ilk adımım. Devamı gelecek bir anlatının ilk cümleleri. İlk sorulan sorular.
Anneannemin biyografisini yazma yolundaki ilk soluklanışım. Anlatanlar için geçmişi çağırma,
bugünden yorumlama, gözden geçirme, yaşanan onca duygudan geriye kalanları ayıklama oluyor bu
görüşmeler. Benim için kendimi eşelemenin, didiklemenin, anlamanın yolu. Anneyle yarım kalan
hesaplaşmalar da çıkıyor ortaya, iç hesaplaşmalar da. Haliyle ağır geçiyor hepimiz için. Acemiyiz
hepimiz. Başa çıkamadığımız anlar da oluyor, kahkahalarımızın çınladığı da. Dedim ya bu bir başlangıç
yazısı. Konuşmaya, hatırlamaya başlamanın yazısı. Benim için de anneannemi ve ailedeki diğer kadınları
tanıma, keşfetme yolunda bir ilk adım. Yol uzun. Anlatılacak, yazılacak, düşünülecek çok şey var. Ama
içim çok rahat; çünkü bu yol her şeyiyle benim.
36
BİR MAZİYİ ÇAĞIRMA RİTÜELİ OLARAK GÜNLÜK OKUMA
EDA SERAS
Günlüklerim önümde… Ben maziyi böyle çağırırım, geçmişimi okuyarak. Çünkü maziyi
çağırmanın sebeplerinden biri güçlenme ihtiyacıdır. Bir işi yapmaktan korktuğumuzda o işi bizden daha
önce yapmış olan var mı diye bakarız. Varsa o zaman korkumuz biraz azalır, hatta yapan kişi bize
benziyorsa korku neredeyse ortadan kalkar.
Ben de kendime güvenimi her kaybettiğimde, bir işe başlamakta sıkıntı çektiğimde, hayallerimi
gerçekleştirmeye çalışma konusunda isteksiz davrandığımda (yani sık sık) eski günlüklerime
başvururum. Ne aradığımı bilmesem de bir şeyler bulurum ve arkadaşlarımın söyledikleri
cesaretlendirme sözlerinden, övgülerden, bana güvenen tüm kişilerden daha çok güçlendirir bulduğum
şey. Bu bir söz de olsa olaya karşı bir tutumum da olsa, onu çoktan unutmuş olduğum halde bende
bıraktığı iz dışında etkilendiğim çok şey olur. Ne de insanı en çok anlayan yine kendisidir… Ve nasıl ki
bir filmi ya da kitabı aradan zaman geçtikten sonra tekrar izleyince ya da okuyunca farklı şekilde
yorumlar, yeni şeyler fark edersiniz, kendi günlüğümü de her yeni okuyuşumda kendim hakkında farklı
şeyler fark ederim (özellikle psikanaliz kitapları sonrasında).
Mesela günlüğümü açıyorum ve 10 yaşında yazmış olduğum sıradan günlük rutinimi okuyorum.
Yarın sınav var ders çalışmam lazım, bugün de çok sıkıcıydı, insanlarla anlaşamıyorum vs… Ama nasıl
şaşırıyorum! Tanrım ne kadar da aynı şimdiki gibiyim! İnsan nedense sonradan kendi olduğunu ve
www.amargidergi.com 37
başına gelen şeylerin kişiliğini çok değiştirdiğini düşünür hep. Oysa ki değişen sadece düşünceleri
oluyor, olaylara karşı takındığı tutum ise zannettiğinin tersine hep aynı. Bu sanırım öz denilen hani o
hiç değişmeyen şey. Ben de hep güvensizlikle yaklaşırım psikoloji kitaplarına, sorgulayarak ve
kuramlarını kendi hayatımda deneme yoluyla test ederek. Bu öz meselesini de geçici olarak kabul
ediyorum. Belki ileride kişiliğimi aynı kalmış bulamazsam o zaman öz denen şeyin varlığını inkâr
edebilirim.
Aradan geçen yedi defterlik yaşam süreci boyunca değişen bir sürü fikre rağmen, iç sesimi bir
başka deyişle içimdeki çocuğu böyle koruduğumu görmek beni güçlendiriyor. İçimdeki sesin
özgünlüğünü seviyorum. Yeniden kendimi seviyor ve atlattığım şeylere bakıp şu an içinde bulunduğum
zor durumla baş edebileceğimden emin oluyorum. Varoluş sancısının en yoğun hissedildiği
ergenliğimdeki korkunç yürek acılarından nasıl kurtulduysam şu an içinde bulunduğum (kaynağı varoluş
olan) acılardan da öyle kurtulacağım. Tüm maddi sıkıntıları çözmek zorunda kaldığım zaman çok
şaşırtıcı bir biçimde çözdüğüme göre ileride çekeceğim maddi sıkıntılardan korkmam için hiçbir neden
yok. Manevi sıkıntıları da okuyarak, yazarak ve korkularımın üzerine giderek çözeceğim. Eskiden kalbimi
ağrıtan acılarım şimdi bana komik geldiğine göre şu an önemsediğim acılarım da ileride benim için
çocuk oyuncağı olacak. Öğrenmek istediğim şeyleri öğrenecek ve sorduğum soruların cevabını
bulacağım. Önemli olan soru sormaktan ve öğrenmek istemekten vazgeçmemek.
İşte böylece, birisinin okuma korkusundan çoğu şeyi yazmasanız bile günlük ihtiyacınız
olduğunda yeniden depolamak üzere bir özgüven deposudur. Tabi korkularının üzerine giden,
insanlıktan umudunuzu kesseniz de iyi olmaya çalışan biriyseniz… Belki böyle olmasanız da işe yarar,
kendi tecrübemden yola çıktığım için genelleme yapamayacağım.
Günlük okurken kendimi yeniden gördüğüm gibi hayatımda olan insanları da geçmişteki
halleriyle görüyorum. Bu sayede şimdi unutmuş olsam da yaptıklarının bende bıraktıkları zararlarını
fark ediyorum. Böylece o zamanlar insan doğası hakkındaki eksik bilgimden dolayı yanlış yorumladığım
şeyleri şimdi daha doğru olduğunu bildiğim biçimde yorumlayarak onların kötü etkisinden kurtulmayı
başarabiliyorum. Virginia Woolf’un Yazılmamış Bir Roman adlı hikâyesinde dediği gibi “ …çünkü bir
neden varsa ve ben bu nedeni biliyorsam izler yaşamdan silinmiş oluyordu.”
Velhasıl, kendini tanımanın ve iyileştirmenin yollarından biri olarak günlük tutmayı hepinize
tavsiye ederim. Hafife almayın ve ne kadar sıkıcı da gözükse gözünüze, gününüzü yazmaktan
vazgeçmeyin. Çünkü o satırlar sizin geleceğe bıraktığınız ekmek kırıntıları. Ben “iyi ki yazmışım” dedim,
umuyorum ki siz de dersiniz…