Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

37
İÇİNDEKİLER EDİTÖRDEN .............................................................................................................................................. 2 HATIRALARIN ŞEKLİ.................................................................................................................................. 3 MAZİNİN POLİTİKASI: GERİDE KAL(A)MAYANLAR ................................................................................... 6 FEMİNİST TARİHYAZIMI ÜZERİNE KİŞİSEL NOTLAR................................................................................ 13 SANDIK LEKESİ ....................................................................................................................................... 16 ANNEMİN ÇEYİZ SANDIĞI ...................................................................................................................... 19 DORİS LESSİNG'LE KADIN KADINA BİR YOLCULUK: GERÇEKLER, HATIRALAR ve ANLATILAR ................ 22 GÖBEK BAĞIMIZDA YAZILI ..................................................................................................................... 29 ZAMANIN İÇİNDE BİR İLERİ BİR GERİ: VİŞNENİN CİNSİYETİ ................................................................... 31 ANNEANNE ............................................................................................................................................ 33 BİR MAZİYİ ÇAĞIRMA RİTÜELİ OLARAK GÜNLÜK OKUMA .................................................................... 36

description

Maziyi Çağırmak Amargi Dergi- 3 Aylık Feminist Dergi Internet Özel Sayı-1

Transcript of Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

Page 1: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

İÇİNDEKİLER

EDİTÖRDEN .............................................................................................................................................. 2

HATIRALARIN ŞEKLİ.................................................................................................................................. 3

MAZİNİN POLİTİKASI: GERİDE KAL(A)MAYANLAR ................................................................................... 6

FEMİNİST TARİHYAZIMI ÜZERİNE KİŞİSEL NOTLAR ................................................................................ 13

SANDIK LEKESİ ....................................................................................................................................... 16

ANNEMİN ÇEYİZ SANDIĞI ...................................................................................................................... 19

DORİS LESSİNG'LE KADIN KADINA BİR YOLCULUK: GERÇEKLER, HATIRALAR ve ANLATILAR ................ 22

GÖBEK BAĞIMIZDA YAZILI ..................................................................................................................... 29

ZAMANIN İÇİNDE BİR İLERİ BİR GERİ: VİŞNENİN CİNSİYETİ ................................................................... 31

ANNEANNE ............................................................................................................................................ 33

BİR MAZİYİ ÇAĞIRMA RİTÜELİ OLARAK GÜNLÜK OKUMA .................................................................... 36

Page 2: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

2

EDİTÖRDEN

Page 3: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

www.amargidergi.com 3

HATIRALARIN ŞEKLİ

ELİF E. AKŞİT

Birkaç hafta önce bizim köyde verandada yengem ve ablasıyla iki gün oturduk. Hasat mevsimi

geliyordu ve bütün köy o yoldan geçerek bahçelerine tarlalarına gidiyordu. Bazen elli yaşlarında bir

kadın annesiyle kantaron toplamaya gidiyor, bazen başka bir kadın civanperçemi toplamaktan da

geliyordu. Yengem babaannemi, dedemi, amcamı anlatıyordu. Biraz bildiğim biraz bilmediğim kişiler,

bilmediğim hikâyeler. Hatıralar. Anlattığı anda benim de hatıralarım haline gelen yengemin hatıraları.

Kalırsa toplayabileceğim kantaronlar. Arada hediye gelen sütler, salatalıklar, kabaklar... Yengemin

ablası aşağı köydendi, pek konuşmuyordu. Gelen geçen soruyordu ama onu olur da balkonda

bulunmazsa o anda, “burda bir koca teyze vardı, nerde?”

Hatıralar dediğimizde

aklımıza yukarıdaki gibi hikayeler

değil yazılı bir şeyler geliyor tuhaf

bir şekilde. Tam tersini yapmaya

çalışan kadın tarihi yaklaşımının

istenmeyen bir etkisidir bu belki

de... Bir zamanlar (2002) "Kadın

Hareketi, Halide'nin Salih'i ve

Hatıralar Kimin Tarihi" diye bir

yazı yazmıştım. Daha sonra da

üstünde duracağım feminizm-

milliyetçilik ilişkisine hatıralar ve

tarih ilişkisi babında bakan bir

yazıydı bu. Margaret McMillan,

Olympe de Gauge ve Halide Edib’in hatıralarını beraber düşünürken elit kimliklerinin, tutkulu kişiliklerin

de bir analizi gibiydi bir yerde. Kadınları görmek için geçmişe bakarken hatıralar önemli bir dal

gerçekten. Ama hatıralar sadece yazılı ürünlerden oluşmuyor. Başka alternatifleri akademik yazına

katabilecek olan sözlü tarih ise hikâyeden çok akademik bir yöntem olarak anılıyor. Sözlü tarih

feminizmin de hikâye olmaya yakın olmasıyla seçtiği ve sevdiği bir yöntem ama bu durum akademide

tutunmak için sürekli itibarlılaştırmak gereğinden kaynaklanıyor herhalde. İtibarlılaştırırken de

hikâyeliğinden, sütünden, kantaronundan bir miktar arınıyor ne yazık ki hikâyeler. Bu arada hikâyeyi

zimmetimize geçirip, diyaloğu görüşen ve görüşülen arasında eşitsiz bir ilişkiye dönüştürüp,

diyalojikliğine halel getirdiğimiz de oluyor...

Page 4: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

4

Feminist epistemolojinin izini sürerken kadınlarla ilişkili her şeyin itibarsızlaştığını, feminist

tarihçilerin bile anca yazılı kaynaklar gibi “itibarlı” yerlere yöneldiğini görüyoruz. Bu itibarsızlaştırma

çok başarılı bir yöntem, çünkü bu şekilde sapla saman birbirine karıştığından hakiki bilgi kırıntılarıyla

uydurma hikayeler birbirine giriyor başka alanlara baktığımızda. Hatıralar hafızayı koruyor da otların

bilgisi korumuyor mu mesela? Koruyor ama koruyanını koruyamayanından ayırt edememeye razıysak

mesela…

Evlerde yer tutan koca sandıklar gibi, kurtulamadığımız yün yorganlar gibi geliyor bize

büyüklerin anlattığı hikayeler, tarifini verdiği yemekler, şuna iyi gelir dediği otlar. Sadece hatıra değil

bilgi, tecrübe ve hatıranın iç içe geçmiş hali halbuki bu reçeteler. Sonra sonra belki bazımız, "ama,"

diyor, "yün yorgan çok faydalıymış…" -neyse ki Funda Cantek ve Nurşen Güllüoğlu’ndan dahasını

dinleyebiliyoruz sandıkların bu sayıda.

İtibar derken mutlak, kadınlarınkinden farklı, itibarlı eril bir bilgi türü ya da yine aynı şekilde

erkeklerinkinden çok farklı bir kadınlık bilgisi var mıdır sorusu da önemli. Evet büyük harfli Tarih

erkeklerin hikayelerinden oluşuyor, hatıra ise herkesin. Ama kocakarı ilaçlarının mesela bilimsel bilgi

oluşumları tarafından tamamen küçük görülmesinin, okullarda da bilimsel bilginin bu küçük görme

üzerinden örgütlenmesinin de sorgulanması, anlamlandırması önemli.

Halide Edip’in hatıralarında çok dilliliğe bakmıştım. Makalenin adını "Halide’nin Salih’i, Hatıralar

Kimin Tarihi" koymuştum çünkü aynı sayfada milli mücadele anlatılarının temelini teşkil edecek

bilgilerle Edip’in eski eşine olan duygularının analizinin aynı sayfalarda yer alması beni etkilemişti.

Tarihin en tekdüze tek boyutlu görüneniyle hatıra aynı kaynaktan geliyordu, bu çok netti. Etkileyen bir

başka mesele de, özellikle bu vesileyle Halide Edib’in hatıralarına dışarıdan bakan bir hatıra olan Mina

Urgan’ın anılarını okurken Edib’in ani yaşlanması tarifi idi. Güzel giyinen, çekici bir kadınken sanki bir

gecede ameliyat geçirmemesine rağmen gözlüğünün içine mendil koyan yaşlı bir kadına

dönüşüvermişti Edib, Urgan’a göre. Edib’in geçmişini kendi büyüklerinden biliyordu da gözlüklü hali

sanki zaten karşılaşmalarına da sebep olan İngiliz Edebiyatı günlerinin bir ürünüydü... Ya da Laleli’de

edibelik günlerinin mi demeliyim? Aslında şöyle demiştim: “Kırk yaşında bu olayı anlatırken gençliğini

öldürdüğünü söyleyen Edib yıllar sonra Urgan'a, 'Öleceğimi sandım, ama insan kolay kolay ölemiyor.'

diyerek bu infazın başarısızlığından dem vurmuş olacaktır.” Edib’in gençlik ve yaşlılığıyla ilişkisi

gerçekten o gün bu gündür hâlâ kafamı kurcalayan bir konu. Zaten Salih Zeki değil ama bu gençlik

yaşlılık meselesi de bu sefer ilginç bir şekilde tarihin değil ama yazılı hatıraların da sözlü hatıraların da

en önemli ortak meselesi. Urgan’ın da bir koca teyze –kendisi gençliğin yüceltildiği bir ortamda

dinozorluk olarak görüyor bunu ama- olarak yazmış olması da sanırım bu noktanın altını çizmemiş de

olsa noktayı net görmemize yardımcı oluyor. Halide Edib de kendi yaşlılığını bir çeşit cinsiyetlerarası

geçebiliş avantajı olarak çerçeveliyor galiba en çok. Bu durum Woolf’un bizatihi biyografi türünün en

nadide örneği ve içini dışına çıkarıcısı olan Orlando karakterinin yaşlar, çağlar ve cinsler arası geçişindeki

Page 5: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

www.amargidergi.com 5

letafeti anlayarak da daha iyi anlaşılabilir belki. Ama şu an ikisi de birbirinden mümkün ve birbirinden

zor gözüküyor bana. Vişnenin Cinsiyeti romanındaki Köpek Kadın böyle bir deneme gibi düşünülebilir

belki. Ama kadınların yaşlılık, irilik ve erkekliğini değil yaşlılığını ve kadınlığını beraber düşünmeyi daha

çok seviyorum kendi hesabıma, Orlando’nunki gibi. Gözlerim akademik veya değil, hikayelerde bir koca

teyze arıyor adeta artık... Anlatan, dinleyen, kenarda oturan, yoldan geçen arıyor. Akademik hikayenin

önemli bir avantajı izinin sürülebilmesi, referansları olabilir mesela ama biz sözlü tarihi akademiye

katmaya çalışırken bizim seslerimizi küçültmesine izin vermezsek herhalde....

Page 6: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

6

MAZİNİN POLİTİKASI: GERİDE KAL(A)MAYANLAR

DEMET, ÖZGE, EZGİ, YELDA, DUYGU

Bir şekilde "mazi"ye merak

salmış beş kadın olarak bir oturup

konuşalım dedik. Bizi ne dürtüyor,

maziye arzu duymak ne anlama gelir?

Mazide ne umuyoruz, ne buluyoruz?

Beşimizin hikâyesinde akademik alandan

doğru gelişmiş durumda bu ilgi, fakat

politikayı anlayış şeklimizle dolaşıyoruz

mazilerde. Sonra yeniden kuruyoruz

politikamızı. Nerelerde ortaklaşıp

nerelerde farklılaştığımızı gördük bu

mazi gezmecesinde, mazinin verdiği

umudu konuştuk.

Keyifli okumalar...

Demet: Şöyle başlayalım, sizin tarihle,

tarih yazımıyla ilgilenmeniz nerden

başladı?

Yelda: Tarih benim için hala akademik bir çalışma alanı değil. Tarih yazımı gibi bir yere de

konumlandırmadım hala kendimi. Ama konumlandıracağım herhalde bir doktora tez süreci olacak,

orada biraz daha var olan literatürün araştırmaların içine gireceğim, şu anda benim için hala amatör bir

merak. O da öncesinde feminist aktivizm içerisinde yer almak, oradan kadınları fark etmek, tanımak,

merak etmeye başlamak, onların yaşadıklarını dinlemeye başlamak, dinledikçe kendini de anlatmaya

başlamak, o zaman da hiçbir zaman ortaya çıkmamış bir bilgi olduğunu fark etmek, ondan sonra kadın

çalışmalarında da biraz daha bunu üstüne gidebilmek, daha çok bilgi edinebilmek için kadın

çalışmalarına başladım. Orda da aldığınız dersler sizi böyle bir yere evriltiyor zaten. Dersler içerisinde

mesela çok hoşuma giden şey vardı, "Kadının Özyaşamını Yazarken" Carolyn G. Heilbrun'un kitabı, Eser

Köker hocadan böyle bir ders almıştık, bizim deneyim olarak yaşadığımız şeylerin berraklaşması gibi bir

şey oldu o kitap yani. Orda da "kadınlar neden bazı şeylere cesaret edemezler", yani bir sürü sebepten

cesaret edemezler ama bir şeyi denemek için bir şeyleri yapmak için kendileri için sınırlandırılmış alanın

dışına çıkabilmeleri için bir cesaret gerekiyor, bu cesareti birbirlerinden almaları lazım, birbirlerinin

hikâyelerinden, ama bu hikâyeler hiç ortada yok. Yani ben bir astronot kadın olacağımı hayal

Page 7: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

www.amargidergi.com 7

edemiyorum, çünkü böyle kadınları hiç okumadım. Kendilerine verilen sınırları aşan kadınlar yok

muydu, tabii ki vardı, ama ben onları duymadım. O zaman da kendin için, örgütlenmek için, kendi

hayatını değiştirebilmek için başka kadınların hikâyelerini anlamak dinlemek, anlatmak gerekiyor.

Akademik olarak da bunu yapmak gerekiyor.

Duygu: Tarih eğitimi almış ve almaya devam eden birisi olarak benim için hem kolay hem de zor bir

soru oldu açıkçası. Ancak kadın tarihi yazımına olan ilgimin başlama noktası olarak cevaplandırmam

gerekirse lisans eğitimimin üçüncü sınıfında seçmeli ders olarak aldığım Türk Basın Tarihi dersinde

benim için yeni bir kıvılcım oldu diyebilirim. Dersimizin hocası Birten Çelik kendisi de kadın tarih

yazımında çalışan değerli bir akademisyendir ve bu derste ilk defa kadın dergilerinden, Osmanlı kadın

hareketinden bahsedince öyle bir ilgimi çekti ki; bir anda tüm planlarım değişti, okuduklarım,

ilgilendiklerim, araştırdıklarım değişti. Yelda’nın bahsettiği sınırları aşan kadınlar olayının bir benzeriydi

sanırım benimki de, hani bize hep öğretilmişti şu tarihte kadınlara şu haklar verildi diye, işte ben o

derste ilk defa ama bunların öncesi de varmış dedim kendi kendime. Sonra da devamı geldi zaten.

Mezun olacağım zamansa geleceğe dair iki isteğim vardı hem Kadın Çalışmaları hem de Tarih

alanlarında eğitimime devam etmek çünkü kadın tarihi çalışmak istiyordum ancak bunu yaparken de

feminist teorilerden ve o alana dair bilgiden mahrum kalmak istemiyordum ve bunu

gerçekleştirebildim.

Ezgi: Benim ilgim başka bir biçimde gelişti galiba. Doğrudan hikâyeleri duyma isteği değil de, sorduğum

başka sorular tarihe yönlendirdi beni diyebilirim... Örneğin kadın nedir, kadın kategorisi nedir gibi

sorular insanı nasıl Joan W. Scott ve onun “tarihsel bir kategori olarak toplumsal cinsiyet” makalesine

götürüyorsa, ben de bu ve bunun gibi soruların tarihe bağlandığını gördüm. Örneğin cinsellik alanına

dair sorular sorduğumda, bu sorular bazı kategoriler nedir, nasıl oluşturuldular, nasıl

kavramsallaştırıldılar, hayatımızı belirlediler ve deneyimlerimizi yapılandırdılar sorularına bağlandılar.

O yüzden de tarih nedir, tarih yazımı nedir, tarihsel temsil nedir sorularının kesiştiğini gördüm. Örneğin

Yelda'nın bahsettiği damarı, yani kadın tarihi yazımı damarını ben de çok seviyorum. Özellikle de o

damarın içindeki sürekli kendini yıkan halini daha doğrusu kendi kendini yıkabilme potansiyelini

seviyorum. Çünkü gerçekten kadın tarihi yazımı ister istemez hangi kadının tarihinin yazımı, kadın ne,

tarih ne sorularını soran bir üst-çerçeve sunduğu ve tarih yazımının kendisine çok temelden bir meydan

okuma içerdiği için, o sorularla iç içe kucağıma düştü. Yani tarihçi değilim, hiç öyle bir iddiam yok ama

alana dair bu soruların kendisi ilgimi çekiyor.

Demet: Tarihçi olmak şart değil herhalde feminist tarih yazımı için, kadınlar ne yaptı ne etti onu görmek

ya da merak etmek için, hem de belli bir sorgulamaya girmek için.

Page 8: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

8

Ezgi: Tarihçi olmak, tarih disiplininin içinden çıkıp böyle bir doğrultuya girmek büyük bir avantaj sunardı

yalnız, bunu görüyorum. Fakat tarihçi arkadaşlarımla konuşuyorum bazen ve onlar "çok zor oluyor”

diyorlar.

Yelda: Hem de oradan çıkmak belki mümkün olmazdı.

Ezgi: Yani evet, katı bir disiplin ve bu katı disipliner sınırlara bağlı tarihçiler bizim tarih yazımı diye

baktığımız şeyi tamamen tarih dışı olarak görebiliyorlar. Bana bizim diğer disiplinlerde yaptığımız

çözümlemeleri çok daha az yapıyorlar gibi gelirken, tarihçiler de bize kızabiliyor bu kadar yorum

nereden çıkıyor diye.

Demet: Şu geldi aklıma, Kathi Weeks bir söyleşisinde 70'ler feminizminin iki şekilde ele alındığını

söylemişti: ya romantizasyon, ya da yerin dibine gömme. Ben bunu kendi tezim sırasında da gördüm

aslında. 80 sonrası feminist kadınlarıyla görüşme yaptığımda "Aa neler yapmışlar biz niye bilmiyoruz

bunu açığa çıkarmalıyız, herkes bilmeli bunları" diye hissettim. Bir yandan da tam o dönemde oluşan

bazı kalıpların bugün peşimizi bırakmayan sorunlara neden olduğunu düşünüp öfkelendim. Sonra, biraz

nefes alıp “eleştirel bir mesafeyle” hemhal olmaya çalıştım 80ler feminizmiyle.

Yelda: Yani hem kendi tarihinin merakına kapılıyorsun, açığa çıkarma dediğimiz şey, bir yandan da

sorular cevaplamak istediğinde de o soruların peşini bırakmaması iyi bir şey. İkisi tek başına yeterli

olmuyor aslında, derdimiz ikisini bir arada tutmak.

Ezgi: Öyle oluyor çünkü açığa çıkarma bir arzu bence. Bu arzu meselesi de ilgimi çekiyor, yani biz tarihsel

materyale karşı ne hissediyoruz? Okuduğumuz malzemedeki kadınlara bir arzu duyuyorsun, o arzuyu

biraz anlamaya çalışmak lazım. Ama bir yandan da malzeme de çıplak bir şekilde ortada durmuyor; onu

bir arkeolog gibi kazıp ortaya çıkarmıyorsun. Sürekli yorumluyorsun, o da seni dönüştürüyor, sürece

sen de dâhil oluyorsun. Kendi konumunu da sorgulatıyor: Ben ne oluşturuyorum, nasıl bir söylem

kuruyorum, nasıl bir tarihsel sahne yaratıyorum vs.?

Yelda: Kimleri aslında dışarıda bıraktın ve kimlere ulaşamadın. Bir yerde bir şey buldun ama bir sürü

şeyi de bulamadın, bana göre o dönemi bunlar yansıtıyor ama bana göre.

Ezgi: Tarihe bakarken bir yandan o kadının hayatını da düşünüyorsun; yaşını, içinde bulunduğu dönemi,

arkadaşlarıyla ilişkilerini düşünürken, hayatını yorumlarken buluyorsun kendini. Bir de şeyi düşündüm,

Yelda mesela Hamide Topçuoğlu'nun kitaplarını okurken sürekli ne kadar güzel şeyler yapmış diye

hayran oluyor, ben de İffet Halim Oruz'u okurken sürekli sinir oluyorum, böylece farklı mizaçlarımız da

ortaya çıkıyor.

Demet: O çok ilginç değil mi, hem arzu, okumak istiyoruz çok heyecanlanıyoruz ama bazen

öfkeleniyoruz. O arzunun yarattığı iki durum nerden ortaya çıkıyor sizce?

Ezgi: Bu çok zor bir soru bence. Tarihsel bir temsile duyulan bir arzu mu var orda, geçmişte kalmış bir

temsilini mi arıyorsun? Veya bugünkü “ben”i daha sağlam temeller üzerine inşa etmek için bir köken

Page 9: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

www.amargidergi.com 9

mi arıyorsun? Sanırım bunlar değil benim hissettiklerim. Ama bir yandan kızıyor olsam da haz da

alıyorum. O karşılaşma anının içerdiği şey midir acaba hazzı yaratan?

Demet: Bir nedeni feminist olmamız olsa gerek diye düşünüyorum. Yani bu bizi biraz yönlendiriyor. Bu

herkeste böyle olur demiyorum tabii ama kadınların hayatına dair bir şey görmek daha büyük heyecan

yaratıyor sanki. Yani neden enginarın tarihine değil de kadınların tarihine ilgi duyalım ki!

Yelda: Benim açımdan şu an ilgilendiğim materyalle ilgili kesinlikle öyle. Daha önce de bir dönem için

gazete taraması yapmıştım, o zaman bu şekilde bir heyecan hissetmemiştim. Belki o an içinde olduğum

disiplinle bu kadar barışık olmamamdan, belki bu alanı sevdiğim için olabilir. 50'lerde kadınların

gündelik yaşantısını organize etmeye yönelik yayın yapan bir sürü kadın dergisi çıkıyor, şimdi ben onlara

baktığımda müthiş bir heyecan hissediyorum, işim de onlara bakmak değil aslında. Ama onlara bakmak

benim için annemi daha iyi tanımak, oradan kendimi, nasıl büyütüldüğümü, neden öyle

büyütüldüğümü daha iyi tanımak gibi anlamları oluyor.

Demet: Şuna katılır mısınız peki, hani 80ler feminizminde kadınlar son dönemde Osmanlı feminist

hareketini keşfettik diyorlar ya. Çok heyecanlandıktan sonra dedikleri söz, "biz büyükannelerimizi

bulduk". Onların bir mirası vardı ve bizim ortaya çıkmamıza neden olan, güçlendiren bir şekilde oydu...

Buna nasıl bakarsınız mesela? Böyle mi oluyor bizde de?

Ezgi: O heyecanı çok iyi anlasam da şu an ben öyle hissetmiyorum. Çünkü zaten büyükanneler

bulunmuşken biz devreye girdik. Ben okumaya başladığımda hem büyükanneleri bulanlar, hem de

bulunmuş büyükanneler vardı. Bunun üzerine bir şey yapmaya çalışırken, onunla da yüzleşiyorsun.

Büyükanne kim? Aradakilere ne oldu? Hangi büyükanneler peki dışarıda kaldı? Bunlar yeni eleştiriler

değil tabii ki, büyükanneleri bulan feministlerin de düşündüğü ve söylediği şeyler; örneğin Ermeni

büyükannelere Kürt büyükannelere ne oldu sorusunu onlar da sordular. Tam da bu sorular sonucunda

tarihyazımı sonuçlanmayan ve yeniden dikip, söktüğün bir şeye dönüşüyor. O nedenle tarihyazımı üst

üste biriken yığınlar gibi değil de teyellenen parçalar ve o teyellerin arasından sızan, onu söken şeylerin

bir bütünü gibi görünüyor... Queer tarih yazımı tartışmalarında karşımıza çıkan, Derrida'dan ilhamla

kullanılan hayaletsilik düşüncesi hoşuma gidiyor. Tarihsel olaylara, kişilere, belgelere birer anıt mezar

gibi değil de, sürekli bize dadanan, sürekli rahatsız eden birer hayalet gibi yaklaşmak. Biraz önce Yelda

da, ben aslında bana bugün dadanan şeyleri görüyorum oraya baktığımda dedi ya... Tarihle

kurduğumuz ilişkiyi düşünme açısından güzel bir metafor bence. Bugün büyükanneler yerine başka

metaforlar düşünebiliriz belki.

Duygu: Büyükkanne-torun ilişkisi olarak bakılan bu durumda Ezgi’nin bahsettiği aradakiler mevzusu kilit

nokta bence, arada Cumhuriyet’in ilk dönemlerine denk gelen bir anneler kuşağı var ve bu kuşak bize

hep tepeden verilen hakları elde etmeleri ile anlatıldı. Hani bizim klasik tarih anlatımımızda vardı lisede,

ortaokulda falan; sanki rejim değişikliğinden öncesi ilkel dönem –ki bu dönem de Kanuniye kadar

Page 10: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

10

görkemli olarak anlatılıp gurur duyulur-, rejim değişti bizler bir sürü haklara, özgürlüklere kavuştuk diye.

(Hâlbuki bize bir imparatorluğun gerilemesi diye anlatılan şey aslında modernizasyona doğru gidecek

bir transformasyonun başlaması olarak değerlendirilir.) İşte 80’lerdekilerin keşfi bence hem bir

şaşkınlık, öğretilenlerin farklı olduğunu görme hem de bir meşruiyet, kendilerine bir temellendirme

arama olarak düşünülebilir bence.

Yelda: Geçmişte kalmış olduğunu düşündürdüğü için mi bu büyükanne-torun?

Demet: Biz oradan geldik ve gücümüzü oradan alıyoruz...

Ezgi: Biraz fazla anıtsallaştırıcı bir şey gibi.

Özge: Belki ilk etapta kendimize benzettiğimiz için öyle söylüyoruzdur. Yani benim Osmanlı

feministleriyle ilk karşılaşmamda tam 80'lerdeki kadınların heyecanı, "Aa çok benziyoruz, o zaman da

bunlar söyleniyormuş," falan, biraz daha kurcalayınca aslında ne kadar farklıymışız, o kadınlar

milliyetçiymiş mesela. Ama onlar için de belki stratejik bir durum, meşrulaştırmak derdiyle değil anlama

çabasıyla söylüyorum, onu deşelemek merakı var bende de mesela. Onların feminizmleri ve

milliyetçilikleri nasıl beraber yürümüş mesela? Bir benzetme kurgusuyla beraber benim anneannem

olamaz diyorum. Ama o farklılıklar, ortaklıklar, çelişkiler üzerine düşünmek de heyecan veriyor,

oralardan çıkıyor herhalde sorularımız.

Ezgi: Ben de şunu düşünüyorum; benim büyükannem kim olabilir? Öncelimi, kökenimi aramayı bırakıp

baktığımda büyükanne nedir, kimdir?

Özge: Hem de onlarla nasıl ilişki kuruyoruz? Arkadaş mı oluyoruz, kavga mı ediyoruz, çok mu seviyoruz,

örnek mi alıyoruz onları, yoksa yol mu gösteriyoruz?

Ezgi: Benzemekten söz etmiştik; büyükanneyi bana benzer kılan nedir? Veya büyükannelik gerçekten

benzemekle ilgili bir şey mi? Mesela ben büyükannemle benzemiyorum. Bunları hep beraber sormak

güzel olurmuş gibi geliyor.

Demet: Büyükannelikte hala işleyen şöyle bir şey varmış gibi geliyor bana, öyle ya da böyle hani mesela

Osmanlı kadınlarından milliyetçi bir şey duyduğunda bir rahatsızlık hissi "keşke öyle demeseydi" hissi

bilmiyorum sizde oluyor mu?

Ezgi: Aslında büyükanne demesek ona, öyle rahatsız da olmayız belki.

Yelda: Kendine bir tarih yazmaya çalışırken o çıkışa iyi oturuyor "büyükanne". Atalarımız demenin

başka versiyonu, yalnız hissederken yalnız değilmişiz, ilk hissederken ilk değilmişiz "Ne güzel biz bir

mücadele tarihinin parçasıyız," bunu keşfetmek için söylenilen bir şey olarak algılıyorum. Kendi adıma

öyle bir konumlandırmaya gitmedim.

Demet: Tüm bu anlattığımız hikâyelerin, sorduğumuz soruların politikayla ilgisi ne? Mesela hikâye

anlatımı, kime anlatılacağı, ne şekilde anlatılacağı vs. bunlar politik olarak bu alanı nasıl yaratacağımızla

ilgili şeyler sanki. Nasıl ilgili olabilir mesela sizce?

Ezgi: Sen nasıl düşünüyorsun? Bağlantıların çok net olduğu bir alanda çalıştığın için soruyorum.

Page 11: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

www.amargidergi.com 11

Demet: Aslında bağlantıyı şuradan kurmuştum, hep tarihe duyduğumuz arzuyu vs. deşmeye çalıştık ve

bu sorularla feminist politikaya bakmak ya da hiç bunlarla ilgilenmeden feminizme bakmak arasında

bir fark olduğunu düşünüyorum. Bazı kavramların, savunduğumuz bazı argümanların nerelerden

geldiğini görmek, bazı hikâyelerini duymak ya da hangi ilişkilerden ortaya çıktığını deşmek vs. Bunlar

politikaya bakış açımızı değiştiren şeyler gibi geliyor bana. Bu farklılaşma acaba nasıl olabilir?

Şunu sormaya çalışıyorum, tarih sadece akademik çalışmanın bir parçası mı sizce, feminist tarih yazımı

açısından, yoksa politik alanımıza başka türlü dokunduğu bir bağ var mı?

Yelda: Benim konuşmanın başında söylediğim şeyin tam bir politik bağlamı var aslında, kadınların

önünü açmak için kadınların tarihini yazmak, bu başlı başına politik bir şey. Dolasıyla yazdığın ve

çalıştığın şeylerin yaygınlaştırılmasını istiyorsun. Bilmek kadınların önünü açıyor.

Demet: Nasıl önünü açıyor mesela?

Yelda: Ben diyelim ki küçüklüğümden itibaren dünyayı keşfetmek arzusunda bir insanım ama bunun

ismini koymuyorum çünkü bunun bir adı yok, çünkü kadın gezgin yok, bildiğim kadın gezgin yok, onların

yaptıkları yok, dolayısıyla benim için yok. Farklı profillerde bir sürü kadının hikâyesini dinlemek ve

yaygınlaştırmak gerekiyor o yüzden. Bunların hikâyeleriyle karşılaştığında kendinle

özdeşleştirebileceğin ve kendine örnek alabileceğin bir sürü dünya açılıyor. Bilgi ve deneyim

öğreniyorsun. Bunlar politik olarak kadınların hayatını değiştirmede önemli şeyler. Ve bu bilgiyi

yaygınlaştırmak...

Duygu: Bu konuda Yelda’ya tamamen katılıyorum, aslında yaptığımız şey tamamen politik, tamamen

bir görünürlük yaratma. Hemfikir olduğumuz bir konu var; binlerce yıllık bir birikim var ve o birikim

neredeyse her daim erkekleri anlatmış ya da erkekler tarafından anlatılmış, kadınlar bu anlatılar

içerisinde ya yoklar ya da femme fatale karakterler olarak varlar. İşte burada yapılan her yeni

çalışmanın önemi devreye giriyor; yanlışları düzeltip köklü bir geçmişi gözler önüne seriyor bu

çalışmalar. Bu bana geçmişi keşfetmek, sanki eski bir dili deşifre etmek gibi geliyor zaman zaman,

geçmişi keşfederek politik olarak geleceğe de etki ediyoruz aslında ve bunun bir parçası olmak

inanılmaz hoşuma gidiyor.

Demet: Ben de şuradan düşünüyorum galiba, hani Joan Scott diyor ya "Tarihin bana gösterdiği en güzel

şey başka bir dünyanın olabilme ihtimalini tahayyül edebilmemdi." Belki tüm bu geri dönüşlerin

getirdiği güzel şeylerden biri de bu. Bazen çok tanıdık hikâyeler görüyoruz ama başka formlarda oluyor.

Hem bir değişim var, hem de olabilir tekrar. Politikayla kurulabilecek en sağlam bağ bu gibi geliyor

bana.

Ezgi: "O zaman böyle bir şey olduysa yeniden olabilir" umudunu da veriyor. Bu kadar kötü bir durumda

bile bunlar yapılmış edilmiş diye düşünüyorsun. Mesela hayatta kalabilme hikâyeleri de çok önemli

Page 12: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

12

geliyor bana veya savaş olup biterken aşkın anlatılması... Bu çok kötü, umursamaz bir tavır gibi gelebilir

ama bir yandan insanların o zaman âşık da olabildiklerini gösteriyor, bu da önemli bir şey.

Demet: Tarih politikaya ümit veriyor!

Page 13: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

www.amargidergi.com 13

FEMİNİST TARİHYAZIMI ÜZERİNE KİŞİSEL NOTLAR

AYNUR DEMİRDİREK

Feminist tarihyazımı, geçmişte herhangi bir noktada kadınların nasıl yaşadığını merak edip,

"kadınlar o sırada ne yapıyordu?" sorusunu güçlü bir biçimde sormakla başlayabiliyor. Bunun

arkasından da, bir kadına ya da kadınlara ulaşabilmek için çok çeşitli ama sınırlı kaynaklar arasında çoğu

zaman iğneyle kuyu kazmayı gerektiren bir çalışma geliyor. Eviçlerinden kamusal alanlara, kadınların

hayatlarını ve uzandıkları her yeri önemli bularak kendi yöntemini yaratan bu arayış, bir süre sonra,

yakınlarda bir yerde öylece durup fark edilmeyen ama değerlendirilebilecek belgeleri görebilme yetisini

de geliştiriyor. Kadınlara görünürlük kazandırma çabası ile başlayan ama bununla kalmayan feminist

tarihyazımı, artık geçmişe toplumsal cinsiyet kategorilerini dışlamadan bakmak anlamını da taşıyor.

Benim feminist tarihyazımı terimi ve onun etrafındaki tartışmayla kavramsal ve kuramsal

düzeyde ilgilenmem, 1987’den sonra yükselen feminist hareketin içindeyken yaptığım araştırmanın

sonrasına rastlıyor. Cumhuriyet öncesinde Osmanlı’da haklarını arayan kadınları farkına varıp

araştırmaya başladığımda, 1960’larda Amerika’da, 70’lerde Avrupa’da feminist kadınların eril tarihi

sorgulayıp geçmişe kadınlar açısından bakarak elde ettiği birikimi henüz farkında değildim. Kadın tarihi,

feminist tarihyazımı çerçevesinde bir bakışım yoktu. Ama dünyanın pek çok yerinde belli dönemlerde

hem kadın hareketi içinde hem akademideki feminist kadınlar, kadınlarla ilgili basit soruların ardından

gittiklerinde, nasıl hep beklediklerinden fazlasına ulaştılarsa ben de aynı şeyi yaşadım.

Geçmişle, geçmişin hangi yüzüyle, geçmişte kimlerle ilgilendiğimizin arkasında yaşadığımız ânın

soruları ve o gün dert ettiklerimiz var elbette. 1988’te feminist bir grup içinde, Perşembe Grubu’nda

yaşadıklarımızı, bilgi üretilen alanları feminist bir bakışla değerlendirirken kadınlarla ilgili olarak

geçmişe ilişkin önceden sormadığım sorular sormam beni bu araştırmaya yöneltmişti. Sonuç olarak

Page 14: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

14

1988’de o dönemde “geçmişteki benzerlerim” dediğim kadınların izinden gitmek, feminist politika

yapmanın bir parçasıydı.

O günlerdeki duygularımı “kütüphanede buluştuğum geçmişten gelen kadınlardan bir grubum

oldu” diye ifade etmiştim. Ağırlıklı olarak Osmanlı Türkçesi birincil kaynaklarla kendilerine ulaştığım bu

kadınlar, 1. Dalga feminizminin, yaşadığımız coğrafyadaki temsilcilerindendi. Önce, onların, dönemin

kadınlara yönelik yayınlarında yer alan sözlerini paylaşmıştım Perşembe Grubu’nda. “Hayat hakkı”

isteyen, tanımadığımız bu kadınların sözlerini paylaşmak, şurada, şu yıllarda bunları söylemişler, demek

işin kolay kısmıydı. Belgeleri, bilgileri yorumlayarak bir çerçeve içinde tarihsel anlatıya dâhil etmek söz

konusu olunca, biraz daha zorlandım. Yansıttıkları ölçüde onların kişiselliklerinin kaybolmasını

istemedim. Kendilerini nasıl tanımlıyorlardı, başkaları onları hangi kimlik altında görüyordu? Eldeki

belgelerin izin verdiği ölçüde bu soruları yanıtlamaya çalıştım. Kadınlara görünürlük kazandırırken, elde

ettiğimiz bilgileri, yazılmış tarihin var olan kategorilerini sorgulamaksızın, yeni başlıklar açmadan

eklemenin yetmediğini belirtmeliyim.

Feminist tarihyazımı, feminizmin tarihinden daha

fazlası elbette. Ama eril tarihe müdahale edip kendilerini

nasıl adlandırırlarsa adlandırsınlar kadınların çeşitli

dönemlerde ataerkiyle girdikleri pazarlıkları, özne olarak

ortaya çıktıkları anları, geri itilişlerini görünür kılmak,

feminist tarihyazımının çok önemli bir boyutu ve bu

alanda daha da yapılacaklar var. Feminist bakıştaki

araştırmacıların her dönemdeki birincil kaynaklara

ulaşması ve onları yeniden okuması önemli. Farklı

arayıştaki kadın bakış açıları, bir belgedeki ayrıntıyı

yorumlamaya değer bulabilir, kadınların izlerini taşıyan

gündelik yaşama ilişkin belgeleri yeniden gözden

geçirebilir. Örneğin, 1913’te İstanbul’da vapura

binecekken bir gazete satıcısının Kadınlar Dünyası1 diye

bağırdığını duyup dergiyi satın alan Rum cemaatinden

Loksandra Aslanidi ve onun dergiye yazı yazışı ya da matbaacılıkla uğraşan, kadınların işletmeler

kurması için somut önerilerde bulunan Atiye Şükran’ın küçük kızının elinden tutarak İstanbul’un çeşitli

yerlerine gidişinden söz edişi, sararmış sayfalarda duran ayrıntılardı önceden. Bunları anlatmaya değer,

diğer bilgilerle bir araya getirip kullanılacak bilgiler olarak ortaya koymak için genel olarak tarih

1 Kadınlar Dünyası, savaş yıllarındaki uzun kesintilerle 1913 ile 1921 yılları arasında çıkarılan, kadın haklarını savunucusu yayın. İlk 100 sayı günlük, daha sonra haftalık çıkıyor. Sahibi Ulviye Mevlan Civelek.

Page 15: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

www.amargidergi.com 15

yazımında uzun süre dışlanmışları ve her toplumun “ötekileri”ni görmeyi öğrenmiş olmak yetmiyor her

zaman, kadın bakış açısı gerekiyor.

Önemli olan kadın deneyimlerini öğrenme isteği... O zaman başka görünmezler de

değerlendirilmeye dâhil edilecektir. Araştırmalarıma başladıktan çok daha sonra sık sık şunu

düşünmüştüm: Hadi iyice kenarda köşede kalmış kadın çabalarını bir yana bırakalım, Türk dili ve

edebiyatı eğitimi alırken Tanzimat döneminde ağırlığı itibariyle haklı olarak çokça üzerinde durulan

Ahmet Mithat Efendi’nin Fatma Aliye hakkında yazdığı “Fatma Aliye Hanım yahud Bir Muharrire-i

Osmaniye'nin Neş'eti [Osmanlı Kadın Yazarının Doğuşu]” başlıklı kitap hiç mi karşıma çıkmadı, öne

çıkaran kimse olmadıysa da karşıma çıkınca bile o zaman belirginleşmemiş feminist bakışımla

ilgilenmemiş miydim?

Bunun arkasından son yirmi - yirmi beş yılda bulup öğrendiklerimiz ve sahip çıktıklarımızı

düşününce kadın varlığının görünür kılınmamasının, belli bir dönemle ilgili “gerçeğin” kavranmasını ne

kadar eksik bırakacağını çok daha çarpıcı biçimde hissediyorum. Bunu, bir dönemi anlamak, tanımak

isteyen herkesin de önemli bulduğunu düşünüyorum.

Geldiğimiz noktada, feminist tarihyazımının, farklı kesimlerden kadınların değişik kalemlerce

yazılacak biyografilerine de ufuk açması ve kaynak sağlaması, beni heyecanlandırıyor. Biyografi

yazımındaki öznelliğin kaçınılmazlığını kabul edip, anlatıcıyla anlatılan arasındaki ilişkiyi merkeze koyan

bu feminist biyografilerin yolunu açmakta feminist tarihyazımının payı büyük bence.

Page 16: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

16

SANDIK LEKESİ

FUNDA ŞENOL CANTEK

Çoğumuzun hafızasında, evin kuytu bir köşesindeki ahşap sandığın başına saygıyla oturmuş,

içindeki eşyaları incitmeye kıyamayarak, okşar gibi tutup birer birer çıkaran bir

anne/anneanne/babaanne/teyze figürü yok mudur? O yazmalar, çevreler, bohçalar, peşkirler,

gelinlikler havalandırma bahanesiyle, sıralı sırasız, iki el birden altlarına kaydırılarak çıkarılır, koklanır,

sağında solunda güve yeniği, leke var mı diye incelenir. Bir süre dalınıp gidilir. Kim bilir neler düşünülür?

Etrafta meraklı bir kız çocuk, torun, yeğen varsa onlara bu eşyaların hikâyesi anlatılır, ısrar üzerine

denettirilir, sonra bir iç çekilip aynı törensel hareketle sandığın koynuna bırakılır eşyalar.

Sandık, çeyiz sandığı sadece kadına ait olan eşyalardan biridir. “Kız çeyiziyle doğar” sözü, bir

hanedeki tüm kadınların, özellikle de annelerin ellerinden düşürmedikleri danteller, iğne oyaları ve

örgü şişlerinin hikmetini açık eder. Nenelerin zamanında, hatta şimdi bile sandığa önce bir don konur,

donansın kız bebek diye. Çünkü donanımı, yani çeyizi az olan kıza "sen bize donsuz geldin" deme hakkı

vardır "elin evinde". Kızın çeyizine söz gelmesin diye, tel kırma, ajur, hesap işi, sıyırtma, sarma ve

ciğerdelen gibi ince işlerle örselenmiş parmakların, feri kaçmış gözlerin hesabını tutar sandıklar. Kızının

bahtını yapamayacağını bile bile tahtını yapmaya çalışır anneler. Elin evinde yüzü eğilmesin, sahipsiz

Page 17: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

www.amargidergi.com 17

sanılmasın, ezilmesin diye sandığı tıka basa doldurmak için, kız bebek doğar doğmaz koyulmalıdırlar

işe. Kimi aile zaten varsıldır, gösterişli parçalarla doldurur sandığı, anne yapamıyorsa biri tutulup

yaptırılır çeyizlikler. Kimi ise mutfak masraflarından arttırdığı üç kuruşla veya sağdığı ineklerin sütünden

ayırdığı parayla dantel ipleri, kukalar, patiskalar, etaminler, yünler satın alır çeyiz sandığı için. Sonra da

başlar "ören bayan"lar telleri kırmaya, ipleri sarmaya, hesapları yapmaya ve adeta kendi ciğerlerini

delen, olağanüstü işçilik gerektiren nakışları işlemeye, örnekleri çıkarmaya. Hepten çileli değildir çeyiz

hazırlamak. Komşularla, akrabalarla bir araya gelmenin bahanesidir. El oyalar, yaratıcılığı besler. Bazen

tatlı bir rekabetin, bazen de hasedin aracısı olur. Bulduğu örneği gizli saklı çıkarır, gönül indirip istemek

yerine yan gözle bakarak aklına kazımaya çalışır bazen kadınlar. Kocalarının “Çula çapuda para

veriyorsun!” diye çıkışmalarına aldırış etmezler. Kıymetli mobilyalar, buzdolapları, televizyonlar ve dahi

su küpleri, oklavalar çıplak durur mu? Durursa itibarı olur mu? Hem o çul çapud, kızın omzundaki

melektir. Annesini hatırlatacaktır ona, gurbet ellerde teselli olacaktır kimi zaman. Gittiği yerde itibarını

arttıracaktır. Sandık içleri önce konu komşuya, dünüre gösterilir. Serilir, asılır çeyizlikler gelinin baba

evine. Etraftaki kadınların gözü, sözü değmeden girmez sandığa o çeyiz. O gözler, o sözler hep

peşindedir evlenecek kızın. Sandığın kapağı aralanınca sızarlar ev içlerine.

Her kız sevmez, istemez sandık içi ahalisini. Bilhassa şehirli, okumuş kızlar. Evcimendir el işi

çeyiz, demodedir. O çocukken daha, kendisine sorulmadan hazırlanmış şeyler onun zevkine

uymuyordur. Belki evlenmek istemiyordur, mecbur mudur? Ona sorulmuş mudur "Çeyiz ister misin?

İçinde neler olsun?" diye. Dantel örtü nedir ki? Bohça, kanaviçe yastık... O başka bir dünyaya aittir artık.

Annesini eve kapatan sandığa bu yeni dünyada yer yoktur. Oysa sandık gelinle birlikte mutlaka baba

evinden çıkmalıdır. İçindekiler gün yüzü görsün, görmesin. Gönülsüzce alır evlenen kadın sandığı

yanına.

Bir kadından diğerine emanettir artık sandık. İçindekiler, eşya demenin haksızlık olduğunu

düşündürecek kadar konuşkan, kimi zaman keyifli, kimi zaman huzursuz edici birer hayat arkadaşı

olurlar kızlara. Mahremiyetin yükünü taşıyan birer hamal. Sırları fısıldayan birer yoldaş. Güven veren

birer dost. Görevleri hatırlatan, haddini bildiren birer despot. O sebeptendir ki, bazı kadınlar, tıpkı

anneanneleri ve anneleri gibi sandıklarını kilitleyip, anahtarlarını ceplerinde taşırlar. Sandık içi

fısıltılarını başka kimse duymasın diye. Hep göz önünde olan görünmez olur ya, arada açılıp göz atılır

sandığa. Ki anılar daha ağır çeksin, daha fazla demlensin keder, özlem, öfke... Sandık odası olan evler

birer perili köşktür. Sandıktaki anılar kilit altındaki bu odaların kapılarını zorlar.

Kız çocuklara, genç kadınlara sırlarını kendiliğinden vermez sandık. Eşlikçisi olmadan açılamaz.

Sonraki kuşağa emanet edilene kadar annenin, anneannenin, babaannenin himayesinde uzanır başlar

sandığın içine. İzin çıkarsa 4-5 beden büyük ipek gecelikler, nişan tuvaletleri giyilip evin içinde salınılır.

Page 18: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

18

İmitasyon inci küpeler veya hakiki elmas pandantifler tecrübe edilir. Yoksul sandıklardan nene yadigârı

çetikler, çevreler hovardaca işmar eder. Gözü kalanın çeyizini şenlendirme vaadiyle...

Sandığın mahremiyeti ona sahip olan ilk kadından sonra azalır ama. Bir sevdalık hikayesi

anlatan mektuplar, ipek geceliklerin kıvrımlarından akan gerdek gecesinin korkulu veya iç gıcıklayan

anıları, saten bir nişan tuvaletiyle veya eprimiş bir gelinlikle arz-ı endam eden ilk heyecanlar, bir ölüm

kağıdında yiten kayıplar, bir tapu senedinin teminatındaki birikimler, iki baş için işlenmiş tek yastık

kılıfında kokusu kalmış ölü kocalar en çok sandığın ilk sahibine gösterirler kendilerini. Sonra giderek

flulaşırlar. Ama yok olmazlar. Yırtık bir sayfa, kopmuş bir düğme, boş bir parfüm şişesi, güve yeniği bir

duvak, sandık lekeleriyle yaralanmış olsa da hala hayattadır. Anneannenin, annenin gençlik hikâyesini

anlatır torununa, kızına. Artık sandık her açıldığında, bu hikâyenin kokusu yayılacaktır odaya. Çünkü

sandık, hatıraları saklamak için çeyizi bahane eder. Hiç kullanılmamış, kullanılmayacak el işleri için göz

nuru döken anneler baştan bilirler bunu. "Konu komşu ne der?", diye sorarlar önce bir kendilerine,

sonra, "belki bir gün kullanır" diye avunur eğerler başlarını ellerindeki işe.

Bazı sandıklar evlilik hayallerinin de içine gömüldüğü sandukalara dönüşürler. Evlenmemiş

kadını tamamlanmamış bir proje olarak gören düzene yenik düşenler gömülür bu sandukalara. Artık

ümitleri tükendiğinde bile örmeye, işlemeye ve biriktirmeye devam ederler. Çünkü boş sandık

hezimettir. Rüyada görülse hayra yorulmayacak bir felaket habercisidir. Sandık lekesi, kırık hayallerin

nişanesidir.

Nurşen, Yeliz, Lale, Ece, Fidan, Nejla, Çağla, Atalet, Nilgün, Atiye, Nurten... Siz de anlattınız ya,

bir zamanlar bize Kırk Haramiler'in hazinelerle dolu mağarasının içi gibi görünen çeyiz sandıkları, aslında

bizi biz yapan kadınların hüzünleri, kahkahaları ve hayalleriyle dolu değil mi? Bu hayallerin kırılan

parçaları ara sıra içimize batmıyor mu? Annemin sandık nöbeti bana geçtiğinden beri, onun hayatını da

emanetime almış gibiyim. Ne vakit o yıpranmış, naftalin ve cila kokan sandığın kapağını aralasam

bıyıkları yeni terlemiş bir nişanlının özlemlerini, sert mizaçlı bir kaynananın kem sözlerini, tasasız çocuk

kahkahalarını duyuyorum. Gurbete giden mahzun bir gelinin telleri dolanıyor saçıma, sahte inci

gerdanlıkları boynuma takıyorum. Kapağı kırık bir parfüm şişesinde karı-koca kavgalarının şiddetini

görüyorum. Bir hatıra defterinin sayfalarında başka hayatlara duyulan özlemi keşfediyorum.

Selden kurtarılmış, sararıp solmuş fotoğraflarda anneannemle, annemle yaşıt oldum artık.

Sandığı aça kapata onlarla hesaplaştım. Tümden affettim mi onları? Hayır. Ama aynaya bakınca biraz

da onları görüyorum artık. Ara sıra sandığı açıp ellerimi yavaşça içine daldırıyor, geçmiş günlerden birini

çekip çıkarıyorum. Bir gençlik masasında, annemle ikimiz arasında...

Page 19: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

www.amargidergi.com 19

ANNEMİN ÇEYİZ SANDIĞI

NURŞEN GÜLLOĞLU

Hangi eve taşınırsak taşınalım yatak

odasının değişmez eşyasıydı o ceviz sandık. Ceviz

miydi acaba, şimdi kararsız kaldım, daha çok

meşeye yakındı rengi, kalın bir cila tabakasıyla

kaplıydı ve el girebilecek gibi anatomik bir

tutamağı vardı. Oda ne kadar dar olursa olsun

mutlaka sığdırılırdı bir köşeye; karyola, gardrop,

tuvalet masası defalarca değiştiği halde o hep

sabit kalırdı. Benim için Alaaddin’in sihirli lambası

ya da Ali Baba’nın hazine mağarası gibi gizemli bir

şeydi. Elbise dolabı ya da çekmece değildi ki zırt

pırt açasın, hem açma ehliyetim yoktu, onu ancak

anneler açabilirdi. Babaların bile yaklaşması

yasaktı. İçinden bir şey alınacağı zaman

heyecandan boğazım kururdu. Annem sandığın

önüne diz çöker, törensel bir edayla kaldırırdı ağır sayılabilecek kapağı. İçinden ahşapla naftalin karışımı

bir koku yükselir, içeriği daha da esrarlı kılardı. Öyle bir saygılı el hareketiyle alırdı ki annem içindekileri

ibadet ediyormuş gibi gelirdi. O zamanlar çok gençti, bense küçük bir çocuk. İçinde annemin genç kızlık

hayallerinin, ana evinin sıcaklığının, anılarının, belki de kırılmış umutlarının yattığını düşünemez,

sandıktakileri görmek için sabırsızlanır, “haydi, haydi” diye dürterdim biteviye. Belki de acelemin ve

heyecanımın nedeni annemin benim doğmadığım zamanlarından bir ipucu ele geçirmekti.

Sandıkta benim için en çarpıcı eşya pembe bir kutuydu. Kalın kartondan yapılmış, üzerine

leblebi yiyen dalgalı saçlı, esmer bir kadının resmedildiği, Çorum’dan geldiği alt yanındaki leblebicinin

adresinden belli olan orta boy bir kutu. Annem sandığın içindekilere dalmışken fark ettirmeden kutuyu

açmış ve üst üste yığılmış bir sürü mektup görmüştüm. Babamın el yazısını tanımış ve müthiş merak

etmiştim neler yazdığını. Okumaya hiç muvaffak olamadım, sonraları sandık açma yasağımın sona

erdiği zamanlarda aklım kendime yazılmış mektuplara kaymıştı, merakım tekrar hayata geçtiğinde ise

gizemli pembe kutu sandıktan yok olmuştu. Hep şaşarım, annem gibi tutucu, romantik gönül

hikâyelerinin hayatında pek fazla yer almadığı bir kadının babamın muhtemelen askerden ve onsuz

birkaç ayını geçirdiği görev yeri Meriç’ten yazdığı mektupları niye bu kadar uzun süre sakladığına.

Page 20: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

20

Pembe kutunun sırrına erememiştim ama sandıktan çıkan annemin hiç kullanılmamış, zamanla

sandık lekeleri oluşmuş çeyizlerine, eski giysilerine, kendimin çocukluk kıyafetlerine bakmaktan büyük

zevk alırdım. Bir sabahlık vardı mesela, pembe satenden, pek görkemli bir şey. Dikiş kursunda bizzat

dikmiş, işlemiş, su büzgüleriyle, kapitone dikişlerle süslemişti. Bir kere bile üstünde görmedim, ben

doğmadan ya da yeni gelinken giydiyse giymiştir, o kadar. Utanırdı annem öyle kadınsı giysilerle ortalık

yerde salınmaya. Üzerinde onca emeğin, ince işin olduğu o sabahlık sandık köşesinde ihtiyarlayıp gitti.

Sabahlığın takımı, daha ince bir satenden geceliği de vardı, onu bazen yalvar yakar bir süreliğine dışarı

alır, üzerime giyip şarkıcılık oynardım. Sonraları gecelik olarak ben giyip eskittim zaten, o sabahlık ablası

gibi sandıkta yaşlanmadı sayemde.

Üst sıralarda, mor üstüne sarı dallar işlenmiş bir bohçanın içinde nişanlığı ve gelinliği dururdu.

Nişanlığına bayılırdım, bir yüzü pembe, bir yüzü mavi, üzerinde minik çiçekler olan yine satenden bir

giysiydi. Elimi kaygan yüzeyinde gezdirir, “Annem bunu şimdi neden giymez ki?” diye düşünürdüm.

Gelinlik bohçadan çıkarkense nefesimi tutardım; kendinden desenli, verev etekli, beyaz bir tuvaletti.

Duvağı hiç yer etmemiş zihnimde ama kırmızı kurdeleyle bağlı bir yumak gelin telini hiç unutmadım.

Her seferinde birkaç tel koparır, o gün bebeklerimden birini mutlaka gelin ederdim. Sandığın kuytu

karanlığında uzun süre dinlenen iki giysiden birincisi zaman içinde yastık başına, ikincisinin kocaman

verev eteğinin bir kısmı bir aile dostunun oğlunun sünnetinde kardeşim için gelinliğe, bir başka kısmı

da bana şık bir bluza dönüşecekti.

Eski giysilere gelirdi sonra sıra; yeşilli-sarılı, belden kloş kaşe paltosu, eski fotoğraflarında

gördüğüm kahveli bejli, yarasa kollu kazağı, mavi jilesi, yakası el örgüsü dantelden beyaz bluzu çıkardı

ardı ardına. “Bunları niye giymiyorsun?” diye sorardım, gülerdi, “Demode oldu bunlar, hem dar geliyor”

derdi. Niye saklardı ki acaba bir daha giymeyeceğini bile bile?

Derken beni güldüren ve sevindiren bebeklik giysilerim dökülürdü ortaya. Çiçekli basmadan

büzgülü bir tulum. Fotoğraflarımdan biliyorum, minik bir ayıya benziyorum onu giydiğimde. Annem her

seferinde aynı şeyi anlatırdı, bu tulumu giyer, Meriç’de düğün olup davul çaldığında oynamaya

başlarmışım, herkes beni izlermiş. Ayıya benzetmekte haksız değilmişim kendimi. Eflatunumsu pembe,

askılı bir etek, göğsünde ve etek uçlarında çiçek sepetleri işli, tabii ki annem işlemiş. Ve koleksiyonun

en nadide parçası, turuncu üstüne beyaz çiçekli 1 yaş elbisem. Kundak bezleri, kol bezleri, battaniyeler

sırayla dizilirdi halının üstüne. Bunların saklanma sebebi hatıra olsun diye miydi, yoksa yeni bir bebek

olur da giyer düşüncesiyle miydi, ne sordum, ne merak ettim. Yıllar içinde hepsi bir şekilde yok oldu

zaten.

Sandığın diplerine yaklaşırken yatak takımları, kumaşlar, yorgan yüzleri ve annemin işlenmesi

yıllar süren ara dantelinin bitmiş parçaları görünürdü. Şimdi o ara danteli kumaşa eklenmiş ve hiç

kullanılmamış bir yatak takımı olarak bende duruyor. Sandığım yok ama o da bir çekmecenin içinde

yaşlanmakta. Sandığın dibinden patiska ve kola kokusu yükselmeye başladı mı tören sona eriyor

Page 21: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

www.amargidergi.com 21

demekti. Son bir gayretle niye orada durduğuna akıl erdiremediğim takı kutusuna-altın falan değil,

sıradan bijuteri takıları-el atar, kulağımı boynumu doldururdum. Turkuaz rengi süngerden yapılma gül

biçimi klipsli küpeler gözdemdi, annemden çok ben takıp sonunda süngerlerini parçalayarak muradıma

ermiştim. İçinden çıkanlar yavaş yavaş geri konmaya başlarken kapanış ritüeli olarak pompalı, pembe

parfüm şişesini alır, boş oluşuna aldırmadan yüzüme boynuma fısfıs yapar ve gönülsüzce kalkardım

sandığın başından.

Annemin orta yaşlarına kadar sandığa gösterilen özen ve içindekiler hep aynı kaldı. Sonraları

benim sandığa olan ilgim azalmışken annem içini bana ve kardeşime yaptığı çeyizliklerle doldurmaya

başladı. Nikâhıma birkaç gün kala, eşyalarım yeni evime gidecekken sandık bir kez daha törenle açıldı

ve içindekiler kardeşimle aramızda paylaştırılmaya başlandı. Kardeşim çok küçüktü ve içinden her çıkan

parça, özellikle renkli ve süslü olanlar o kadar hoşuna gidiyordu ki sonunda anneme şöyle bir teklifte

bulundu: “Şimdi kapat bu sandığı, ablam işe gidince açarsın, o yokken ben istediklerimi alırım, kalanlar

onun olur”.

Page 22: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

22

DORİS LESSİNG'LE KADIN KADINA BİR YOLCULUK: GERÇEKLER, HATIRALAR VE ANLATILAR

SELDA TUNCER

"Kadınlar çoğu zaman hafızalardan, sonra da tarihten silinir giderler." Doris Lessing

Kadınların yazmayla ilişkisi her zaman çetrefilli olmuş ve hep bir yazma korkusu, yazdığını

beğenmeme veya ondan utanma ve gizlice yazsa bile kendini yazıyor saymama gibi duygularla baş

etmek zorunda kalmıştır. Yazma eyleminin kendisi her birey için çok zorlu bir süreç olsa da kadınların

yazı yazarken ve belki daha da önemlisi yazmaya başlarken kapıldıkları endişe, tedirginlik ve karmaşık

ruh halini erkeklerin bu denli yaşadığını sanmıyorum. Bu sorgulamaların altında yatan en temel

nedenlerden biri yazdığını, anlattığını ama en çok da kendini ve yaşadıklarını önemsememek duygusu

yatıyor. Hangimiz bir konuda yazmaya niyetlendiğimizde kendimizi şu sorulardan birini sorarken

bulmamışızdır: Anlatacak bu kadar önemli neyin var? Kayda değer ne yaşadın ki anlatmak istiyorsun?

Zaten senden önce onlarca kişi bunları en güzel şekliyle yazmış, sen yeni ve daha iyi üzerine ne

koyabilirsin? Bugüne dek çevremde yazarken ya da yazması için motive ettiğim kadınlardan bu

soruların en az birini dillendirmeyenine rastlamadım –Amargi Dergi bu hikâyelerle doludur. Kendimi

zaten hiç saymıyorum, derdi olmayan bu yazıyı niye yazsın ki!

Bu kendini önemsememe, yazmaya değer görmeme halinin bireysel, sadece kendine ait olduğu

yanılgısı –öyle ya bizim dışımızdaki herkes masanın başına oturdu mu sular seller gibi yazmaktadır-

ancak başka kadınların hikâyesini dinleyene kadar sürer. Aslında biricik sandığımız o deneyim bizden

önce ve şu an bizimle birlikte sayısız kadının yaşadığı ortak bir durumdur ve bunu görmenin en iyi yolu

kadın yaşam öykülerine bakmaktan geçer. İşte bu anlamda biyografi yazını bize çok değerli ve zengin

bir kaynak sunar. Biyografiler sayesinde başka kadınlarla temas etme imkânı bulur ama daha da

Page 23: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

www.amargidergi.com 23

önemlisi farklı kadınlık deneyimlerini okuyarak bir paylaşma ve ortaklaşma alanı açarız kendimize. Epey

zamandır bu alanın keyfine varmış bir okur olarak, en sevdiğim yazarlardan Doris Lessing’in

otobiyografisinin yayınlanmasına kayıtsız kalamazdım elbette. Altın Defter’i okuduğumdan bu yana

gözümde ayrıcalıklı bir yeri olan Lessing’in kendi sözcükleriyle anlattığı hayatına konuk olmak benim

için heyecan verici olduğu kadar, bir kadın olarak, çok besleyici ve güçlendirici bir deneyim oldu. İki

cildin bir arada yayınlanması sonucu 850 sayfalık bir kitap olması gözümü korkutmadı değil ama tam

da bu nedenle okumak için yaz tatilini bekledim. Ve şimdi evde, otobüste, uçakta ya da bir sahilde

elimden düşürmeyerek okuduğum zamana baktığımda beklediğime değdi diyorum, Lessing adeta

bütün yaz yanımda gezerek bana arkadaş oldu.

Bazı kitaplar sizi o kadar etkiler ve içine alır ki biri nasıl olduğunu sorduğunda ne kadar

anlatsanız da yeterince kelimelere dökemeyip bir noktadan sonra mutlaka okumalısın der bırakırsınız.

Açıkçası Lessing’i okurken ben de benzer bir hisle özellikle de kadın arkadaşlarıma bir an önce

okumalısınız diye defalarca telkinde bulundum. Okudukça sadece kendimden bir şey değil, hayatımdaki

kadınlardan da bir şeyler bulup bunları fark ettikçe onlar da okusun istedim. Peki, bir kitabı ya da daha

da özelleştirecek olursak bir oto/biyografiyi bu kadar iyi, bu kadar okunası yapan şey nedir? Biyografiyi

yarın karanlıkta düz ve çoğu zaman yorucu bir yolda yürümeye benzeten Lessing, gerçekten güzel

yazılmış bir biyografiden daha iyi ne olabilir ki diye sorar kitabın başlarında. Açıkçası ben

otobiyografisini okurken bu sorunun hakkını fazlasıyla verdiğini düşündüm. Kitapta beni etkileyen,

yazarın olağanüstü derecede sıra dışı bir hayat hikâyesi olmasının yanında bunu güçlü tespit ve

sorgulamalar eşliğinde çarpıcı bir biçimde anlatmasıydı. Şüphesiz her insanın, en sıradanımızın bile,

kendine göre sıra dışı bir hikâyesi vardır ama burada düşünün ki İran Kirmanşah’ta başlayıp kısa bir

zaman sonra bugün Zimbavbe olarak anılan Güney Rodezya’ya atlayan ve son olarak savaş sonrası

Londra’sına uzanan bir yaşam serüveninden bahsediyoruz. Bir de bunu, dönemin siyasi hayatına aktif

olarak katılan, Komünist parti üyesi ve Londra’ya geçmesinden kısa bir süre sonra ise tanınan bir kadın

yazarın tanıklığıyla dinlediğimizi düşünün.

1919-1962 yılları arasında kırk yılı aşkın zaman dilimini kapsayan kitapta, Lessing çocukluk

zamanlarından orta yaşlara kadar geçirdiği hayat hikâyesini, içinde bulunduğu dönemlerin koşullarını

büyük bir açıklıkla tartışarak ortaya koymaya çalışıyor. Yani, kişisel hikâyesini anlatırken okuyucuya

zamanın ruhunu verebilmek için büyük bir çaba sarf ediyor. Zaten, kendisini böyle bir otobiyografi

yazmaya iten sebeplerden birinin, olağanüstü bir dönemin, Afrika’daki Britanya İmparatorluğu’nun

sonunun bir parçası olduğunu giderek daha fazla hissetmesi olduğunu dile getiriyor. O zamanların nasıl

olduğunu bugün kimsenin, hatta Güney Afrika’daki insanların bile bilmediğine dikkat çekiyor –ki kendi

adıma bunun çok doğru olduğunu söyleyebilirim. Koloni Afrikası’ndaki zamanlarını anlattığı kısımları

adeta bir dönem filmi izliyormuş hissiyle okudum. Savaş sonrası Londra’ya ilişkin çizdiği detaylı

Page 24: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

24

manzaraysa daha önce Londra’da yaşamış biri olarak benim için çok etkileyiciydi, o dönemde feci halde

yoksul, harap haldeki Londra’yı güçlükle canlandırabildim zihnimde. Burada asıl çarpıcı olansa, savaş

atmosferinin şehirde her şeyi çılgınca etkisi altına almasını, Lessing’in deyişiyle adeta bir zehir gibi her

yere yayılmasını bu kadar içerden birinin anlatımıyla dinlemekti. Bununla ilgili Lessing, kitabı yazma

sürecinde en zorlandığı şeylerden birinin soğuk savaş atmosferini aktarabilmek olduğunu söyler.

Aslında bu noktada iyi bir oto/biyografinin nasıl olacağına dair ipuçlarını da vermektedir. Kendi hayat

hikâyesini anlatırken Lessing bir yandan da bu anlatının belkemiğini oluşturan hatırlama, unutma,

bellek ve gerçeklik gibi sorularla uğraşır. Ve bir yerde şöyle bir saptama yapar: “Gerçekler kolaydır.

Anlaşılması zor olan, bu gerçekleri mümkün kılan atmosferdir.” İşte Lessing’in kendi satırlarında

yapmaya çalıştığı ve bana kalırsa fevkalade şekilde yapmış olduğu tam da böyle bir şeydir.

Lessing’in Anılar’ında sevdiğim şeylerden biri de ne kadar dürüst olursa olsun, ne kadar

gerçekleri anlatmaya çalışırsa çalışsın yazar nihayetinde bunun bir anlatı olduğunun açıklıkla

farkındandır ve sürekli okuyucuya hatırlatır. Kimi zaman sesli düşünürcesine kimi zaman okuyucuyla

adeta sohbet eder gibi niye onu değil de bunu hatırladığını ya da niye hep belli anıları çağırdığını sorar:

“Hatırladığın şeylerin, hatırlamadıklarından daha önemli olduğunu nereden biliyorsun?” O’na göre bir

oto/biyografinin asla doğru olamamasının nedeni de bunda yatar; yani zamanın sübjektif olarak

yaşanıp hatırlanmasıdır. Ancak yine de bunu başkası yerine kendi yapmayı tercih eder ve bir

otobiyografi yazarak bir nevi kendi hayatına sahip çıkacağını düşünür çünkü Lessing’e göre yazarlar ne

derse desin hayatları kendilerine ait değildir. Ve bunun üzerine hayatına yön veren bazı “gerçek”lerden

bahsederek kendi anlatısını kurar. Bunlardan biri annesiyle çatışmalı ilişkisi diğeriyse çocukluğundan

itibaren her türlü otoriteye karşı olma isteğidir. Lessing, kişisel hayat hikâyesinde belirleyici olan bu iki

durumla ilgili anılarını anlatırken sürekli bir sorgulama, anlamaya çalışma ve yüzleşme içine girer;

özellikle annesiyle hiçbir zaman çözülemeyen ilişkisine hayatının farklı dönemlerinde nasıl baktığına

tanıklık ederiz. Annesiyle bıkıp usanmadan yaptıkları kavgaların nedenlerine yetmişli yaşlara gelinceye

kadar bir cevap bulamadığını itiraf eder.

Aslında bu durum, yani anneyle kurulan ilişki, çoğu kadın biyografisinde sıklıkla rastlanır. Ortak

ve birincil derecede önemli bir kadınlık deneyimi olarak anneyle ilişki, olumlu ya da olumsuz, kadınların

kişisel hayatlarında ve kendilik anlatılarında can alıcı rol oynar. Hele de Lessing’in durumunda olduğu

gibi hayat boyu çatışmayla süren bir anne-kız ilişkisiyse, bu bütün her şeyin önüne geçer ve hikâyeyi

belirler, hiç bahsi geçmediği anlarda bile satır aralarına siner. Lessing’in daha çocuk yaşlardan itibaren

annesine duyduğu öfke, nefret, acıma, iğrenme ve pişmanlık duygularıyla nasıl baş etmeye çalıştığını

okurken birçok kadın arkadaşımı düşündüm ve kendimi bir nebze de olsun şanslı saydım, yakın arkadaş

gibi olmasak da annemle böyle bir çatışma yaşamadığım için. Lessing’in gerçek bir acı ve ıstırap diye

tarif ettiği annesiyle yaşadığı bu durumu doktora araştırmam için yaptığım anne-kız görüşmeleri

sırasında çok daha yakından görme ve anlama şansım olmuştu. O’nun yazdıklarını okurken fark ettiğim

Page 25: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

www.amargidergi.com 25

bazı görüşmecilerimin söyledikleriyle arasındaki çarpıcı benzerlik, dünyanın farklı yerlerinde bambaşka

koşullarda yaşayan kadınların deneyimlerinin ne kadar ortaklaşabildiğini gözle önüne seriyordu.

Lessing’in annesinin ölümü ardından yazdığı bu satırların benzerini daha birkaç yıl öncesine kadar bir

görüşmecimden dinlemiştim: “Annemle benim bu uzun, acıklı hikâyemizin hangi noktasında farklı

davranabilirdim? Farklı şeyler yapabilirdim. Ancak hiçbir şeyin farklı olamayacağı sonucuna varmak

zorunda kaldım. Eğer canlanıp Londra’ya gelse ve cesur, alçakgönüllü ve anlamayan bir tavırla, “Ama

tek istediğim beraber olmamız,” dese, kesinlikle aynı şekilde davranır, aynı şeyi söylerdim. O halde acı

çekmenin ne yararı var? Üzülmenin? Pişmanlığın?” Şüphesiz, Lessing için -ve birçok kadın için- bu

sorgulama hayatı boyunca sürecek, peşini bırakmayacaktı.

Lessing, Anılar’ında anneyle ilişkisinin dışında birçok farklı kadınlık deneyimine yer verir.

Hayatına giren birbirinden farklı kadınlarla teması, onlarla kurduğu dostluk yanında hamilelik, kürtaj,

cinsellik ve taşrada kadın olmak gibi çok çeşitli konularda yaşadıklarından anlatmaya değer bulduklarını

çekinmeden paylaşır. Bu noktada yeri gelmişken bir parantez açıp feminist biyografiyle ilgili bir şeyler

söylemek iyi olur. Bana kalırsa Lessing’in otobiyografisi çok iyi bir feminist biyografi örneği, her ne kadar

kendisi bu tanımdan hoşlanmayacak olsa da, maalesef feministleri çok sevmediği için. Feminist

biyografinin en önemli özelliklerden biri kadın olmaktan dolayı yaşanan farklı kadınlık deneyimlerini

ortaya çıkarmasıdır. Böylelikle, bir yandan erkekler dünyasında bir kadın olmanın ne demek olduğunu

açığa çıkarırken diğer yandan klasik anlatılarda önemsenmeyen ev alanı ve özel hayata dair gündelik

deneyimleri hikâyeye dâhil eder. İşte Doris Lessing Anılar kitabında bunu muazzam bir şekilde

Page 26: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

26

gerçekleştirdiği söylenebilir. Feminist biyografi yazımında izlenmesi gereken bazı ilkeler şüphesiz bir

biyografiyi okurken de bize yol gösterebilir. Catherine Heilbrun, Kadının Özyaşam Öyküsünü Yazarken

kitabında feminist bir yaşam öyküsü yazımı için hatırlama, itiraf ve bilinçlenme aşamalarının önemine

dikkat çeker. Yukarda kimi örneklerde de bahsettiğim üzere, Lessing’in kitabını güçlü yapan, kendilik

anlatısını bu söz konusu aşamalar üzerine inşa etmiş olmasıdır.

Şüphesiz, feminist biyografi yazımında bir nevi kendini deşme, yüzleşme diyebileceğimiz

süreçlerin en önemli uğraklarından biri kişisel tarihimizdeki kadınlarla karşılaşma ve

ilişkilenmelerimizdir. Annesiyle ilişkisinin aksine, Lessing Anılar’ında hayatına giren kadınlarla kurduğu

ilişki ve arkadaşlıklardan sıkça bahseder: annesinin arkadaşları, kocasının iş arkadaşlarının eşleri,

hastalandığında yanında kaldığı yaşlı Afrikalı kadın, ilk hamileliklerini beraber geçirdikleri Ivy, Londra’da

bir süre beraber yaşadığı ve Altın Defter’deki mutfak sohbetlerinin kaynağı Joan, taşındığı dairede

kendisine bütün mahallenin tarihini bir çırpıda anlatan kapı komşusu Lil Pearce ve daha niceleri.

Lessing’in çocukluğundan itibaren karşılaştığı tüm bu kadınları anlatımında, kendisinden çok farklı bile

olsa onları tanıma ve sevme çabası açıkça hissedilir. Bütün kitap boyunca, Lessing sadece kadınların

değil erkek, çocuk demeden sayısız insanın hikâyesini anlatır ama hayatının her döneminde ona bir

yanıyla eşlik eden kadınlarla arkadaşlıkları tüm bunların arasından parlar. O’na göre kimi zaman sizden

bambaşka bir hayatı olan bir kadınla bile, bir kadın olarak ortak bir yönünüz olabilir: “Bu kadınları sevip

sevmemeniz ya da onların sizi sevmemesi önemli değil. “Ortak hiçbir yanımız yok.” Beni güldürmeyin,

ortak yanınız biyolojik temeliniz. Birlikte vakit geçiren genç kadınlarsınız ve bu yeter.” Ancak bunları

yazdıktan hemen sonra Lessing gençliğinde ilk çocuğundan sonra kocasının iş arkadaşlarının çocuklu

eşleriyle sabah çaylarına gitmeyince özlediğini ama özlediği için de kendinden nefret ettiğini itiraf eder.

Aktif siyasi ve entelektüel hayatın içinde olan Lessing, ilk çocuğuyla birlikte Koloni’de orta sınıf ev kadını

beyaz kadınların hayatın dâhil olur ve buradaki paylaşımdan genç bir anne olarak keyif almayı kendine

yakıştıramaz. Bu anlamda, üstteki satırlarda yetmişli yaşlardaki Lessing, adeta genç Doris’le

konuşmaktadır.

Anılar’da öne çıkan ve burada üzerinde durulmayı gerektiren bir diğer konu ise yazarın

hamilelik ve çocuk sahibi olmayla ilişkisidir. Lessing erken yaşta iki evlilik yapmış ve ilk eşinden iki, ikinci

eşinden bir tane olmak üzere üç çocuğu olmuştur. Bu bir cümleye sığdırdığım basit ‘gerçek’ Lessing’in

bütün anlatısını etkileyecek karmaşıklık ve derinlikte bir yaşam hikayesine tekabül eder. Açıkçası, şu an

-kendi isteğiyle- evli ve çocuklu olmayan bir kadın olarak, benim için Lessing’in doğurma ve çocuk sahibi

olmayla kurduğu bağ oldukça sıra dışı ve yer yer anlamakta zorlandığım bir ilişkiydi. Bu, basitçe benim

çocuk yapmamam ve O’nun yapmış olması gibi bir ayrımla açıklanamayacağı gibi sadece kendimin değil

okuduğum, bildiğim başka kadınların deneyimine dayanarak da düşündüğüm bir şey. Belki de,

Lessing’in savaşla ilgili atmosferi bugünkü gençlerin anlayamayacağı kaygısını haklı çıkaracak şekilde

bununla ilişkili olarak o dönemde yaşanan bazı duygu ve deneyimlerini de anlamakta zorlanıyorum. İlk

Page 27: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

www.amargidergi.com 27

çocuğunu kazara hamile kalıp kürtaj için de geç kalması sonucunda yapan Lessing, üzerinden daha bir

yıl geçmeden ikinci bebeği istemesini Zeitgeist’le açıklar. Etrafının çocuk yapmak konusunda çok istekli

genç çiftlerle sarılmasıyla bir yerden sonra O da bu atmosferde birkaç yıl önce sarf ettiği “bu dünyaya

çocuk doğurmayacağım” sözlerini unutarak ikinci çocuğunu yapar. Ancak Lessing’in doğurmak, çocuk

yapmak konusunda bu kadar istekli olması sadece çevrenin etkisiyle açıklanabilecek kadar basit

değildir; bunun arkasında çok güçlü ve derin içgüdü vardır ve bunu Lessing çocukluğundan itibaren

bütün hayatını ciddi derecede etkileyen savaş ve ölümlere verdiği bir tepki olarak yorumlar. Gerçekten

de bu durum, Lessing’in donanmaya katılan kardeşinin öldüğünü sandığında eşine söylediği sözlerde

bütün açıklığıyla görülür: “Frank’e sıkıca sarıldım ve hemen bir çocuk daha yapmamız gerektiğini

söyledim. Bundan daha ilkel ve de esaslı bir tepki olabilir mi? Ölüm haberine, ölüme, haberleri her

dinleyişimizde duyduğumuz binlerce ölüye burun kıvırıyordum.” Burada, babasının Birinci Dünya

Savaşı’nda sakat kalmasına rağmen annesinin oğlunu donanmaya göndermeyi istemesine ve

kardeşininse buna karşı çıkmayıp gitmesine karşı öfkeli olan bir genç kadın vardır ve Lessing etrafını

saran bunca ölüme hayatla, yaşatma güdüsüyle cevap vermek ister.

Ancak, buraya kadar anlatılan Lessing’in çocuk sahibi olmayla ilişkisinin sadece bir kısmıdır;

hikâyenin kalan kısmında yaşananlar –yani kendisinin aktardığı kadarıyla- Anılar’ın ilk cildinin

yayınlanmasından sonra epeyce tartışmaya yol açacaktır. Lessing iki çocuk sahibi olduktan birkaç yıl

sonra ilk eşini terk eder ve çocukları da ona bırakır. Kendi deyişiyle, yaşadıkları bu çirkin dünyayı

değiştirmek ve onların ilerde ırk nefreti ve haksızlık olmayan bir dünyada yaşamaları için gitmesi

gerekmektedir. Evini terk edip aktif siyasete katıldıktan sonra Lessing, yakın bir arkadaşı vasıtasıyla

çocuklarla ilgili düzenli bilgi almakla beraber onlarla çok sınırlı görüşür. Burada asıl beklenmedik olan,

Lessing’in yaklaşık beş yıl sonra ikinci eşinden bir bebek daha yapmaya karar vermesidir. Bu sırada, aktif

üyesi olduğu Komünist grup dağılmış, İkinci Dünya Savaşı sona ermiş ve Hitler’den kaçmayı başarmış

olan Yahudi asıllı komünist eşiyle Londra’ya gitmek için plan yapmaktadırlar. Eşinin İngiliz vatandaşlığı

için beklemeleri gereken birkaç yıllık sürede de çocuk yapmaya karar verirler. Lessing Anılar’ını

yazarken bu dönemi tekrar düşündüğünde bu durumun çok da mantıklı ve akıllıca konuşmalarla

ilgisinin olmadığını, aynen diğer hamileliklerinde olduğu gibi benzer bir güdüyle hareket ettiğini ifade

eder: “…sanırım Tabiat Ana milyonlarca ölüyü telafi ediyordu. Burada bu sağlıklı ve doğurgan genç

kadın duruyordu ve işe yarardı. Ayrıca, ben bir bebek daha istiyordum. Çok istiyordum.” Açıkçası,

kitabın bu kısımlarında Lessing’i anlamakta çok zorlandığımı itiraf etmem gerek. Tekrar çocuk yapma

isteğini karmaşık hisler içinde okurken nasıl bir tepki vereceğimi ve daha da önemlisi, neyden dolayı bu

kadar zorlandığımı bilemedim. Bu satırları yazarken de, Lessing’in kendisinin de yer yer belirttiği gibi,

bazı sorulara hala bir cevabım yok; belki de o yüzden bu kadar ayrıntılı yazma ihtiyacı duyuyorumdur,

kim bilir. Ama zaten feminist biyografi okuma pratiği biraz da böyle bir şey değil mi; yani bir kadının

Page 28: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

28

yaşadıklarını okurken kendi hayatına dönmek ve hikâyesini okuduğun kişiyle birlikte kendini de

sorgulamak?

Tam bu noktada Heilbrun’un altını çizdiği itiraf ve yüzleşme konusuna dönmenin önemli

olduğunu düşünüyorum. Lessing, otobiyografisinin ilk cildinde yer yer açıktan kimi zaman da üstü kapalı

olarak iki çocuğunu terk etmesiyle ilgili yaşadığı suçluluk hissini okuyucuyla paylaşır ve bazı noktalarda

bu, kendini sorgulayarak bir nevi itirafa dönüşür: “Geri dönüp baktığımda ifadesinin arkasında ne kadar

karmaşık süreçler yatıyor. “Ama o zaman olayları öyle görmüyordum” diyebilir bir yaşlı kadın diğerine.

“O zaman çok toydum. Pişmemiştim... Gelişmemiştim… Olgunlaşmamıştım... Açıkçası daha

doğmamıştım.” Şunu bilin. Pişmemiştim.” Lessing adeta okuyucuya seslenerek yaşadıklarını içtenlikle

itiraf etmektedir; yine de buna rağmen Lessing’in bu konuda çok tepki almasının bir nedeninin kitabın

ilerleyen kısımlarında, özellikle Londra’daki hayatını anlatırken terk ettiği çocuklarından neredeyse hiç

bahsetmemesi olması çok muhtemel. Ancak, bunun da ötesinde asıl sorun bana kalırsa, iki küçük

çocuğu terk etmiş bir anneden hayatının kalanını büyük pişmanlıkla geçirmesi ve bu yazdıklarından çok

daha duygusal, kendini delicesine suçlayan bir itiraf beklenmesiydi. Şüphesiz, Lessing’in son çocuğunu

alıp Londra’da yeni bir hayat kurması ve ikinci eşinden de ayrılarak özgür bir kadın olarak hayatına

devam etmesinin de eleştirilerin hedefi olmasında büyük etkisi vardır. Oysa burada hatırlanması

gereken nokta, Lessing’in kendi anlatısında ısrarla ifade ettiği gibi, yaşanan gerçeklerle yazılanlar bir

değildir ve oto/biyografi yazmak daha en başta gerçeğin ne kadarını anlatmalı sorusuyla başlar.

Gerçekten bu kadar ağır ve zor bir deneyimi yazmanın ne kadar acı verici olabileceğini tahmin etmek

çok zor olmasa gerek; bunu uzun uzun anlatmayı istememekten daha insani ne olabilir? Lessing’in

Anılar’ının ikinci cildinde eleştirilere cevap olarak, bu konuyla ilgili mutsuz olduğunun çok bariz

olduğunu ve her aklı başında okuyucunun anlaması için dövünmesine gerek olmadığını söylemesi bu

durumu adeta özetler niteliktedir.

Lessing’in Anılar’ını okurken çok sevdiğim bir kadınla uzun keyifli bir yolculuk yapmış gibi

hissettim. Kimi zaman kendime yakın bulduğum yanlarını gördüğümde gülümsediğim, kimi zamansa

anlamakta zorlandığımda hayali sohbetler yaptığım zeki, içten bir kadın arkadaş oldu benim için bu

sürede. Feministlerle ilgili olumsuz yorumlarında hayal kırıklığına uğrayıp ama neden diye az sormadım

değil. Acaba otobiyografisinin sonlandığı 1962 yılından sonra feminist hareketle ilişkili kimlerle temas

etmişti, ne gibi olaylar yaşamıştı ki bu şekilde düşünüyordu? Bu tür sorular bir süre daha zihnimi meşgul

edecek gibi duruyor ama yine de dostluğumuza gölge düşürecek bir şey değil. Çünkü bu sorular,

Lessing’in kadınlarla kurduğu güzel dostlukları hatırlayınca solup gidiyor. Misal, sevdiği kadın yazarlarla

ilgili şu yazdıkları hangi kadının, feministin içini ısıtmaz ki: “İki ablam varmış gibi hissediyordum.

Etrafımdaki insanlar beni anlamasalar da, Virginia ile Olive anlardı. Acaba Virginia Woolf, Olive

Schreiner hakkında ne düşünürdü? Ya da Olive, Virginia hakkında? İnsan bunu düşünerek oyalanabilir.”

Page 29: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

www.amargidergi.com 29

GÖBEK BAĞIMIZDA YAZILI

ZEYNEP CEREN EREN

‘Göbek deliği annemizin hatırasıdır.’ Ninelerimiz mezarsız. Bize ninelerimizi anlatın. İki bacağımızın arasını.

Venüs. En sıcak gezegen. Kendi ekseni etrafında, güneş sistemindeki diğer tüm gezegenlerin

aksi istikamette döner. Hem sabah yıldızı hem akşam yıldızı. Venüs. Bir tanrıçanın adını taşıyan tek

gezegen. Roma’nın Venüs’ü, Yunan Afrodit istemeden, zorla Ares’le beraber olduğunda mı başlamış

kadersizliğimiz? O yüzden mi doğurduklarının adı Korku, Dehşet ve Uyum?

Babası Arnavut’un ‘Neden erkek değil de kız?’, ‘Kedi doğsun kız doğmasın!’ diye karşıladığı bir

bebek: Nereye doğacağına bir türlü karar verememiş, İstanbul’un karanlık ve derin sularının orta

yerinde, hem göbek bağından kurtulmuş doğarken, hem de sıkı sıkı bağlanmış kendinden önceki kadın

atalarına ve kadim aile sırlarına. Ne de olsa ‘Bir ailede bir kişinin gördüğünü yedi göbek ötesi görür.’ Ve

biz gördüklerimizi bir lanet gibi taşırız.

Kadın atalarımız. Onların yüzü suyu hürmetine olan bitenler. Onlar ‘güç verdi de ayağa

kalkabildik.’ ‘Lekeler, hastalıklar, izler, kusurlar’ ile bağlandığımız kadın atalarımız. ‘Lekeleri, hastalıkları,

izleri, kusurları meziyetten mi sayıyorsun a aptal?’ diyene karşılık ‘Kusurlarımız meziyetlerimizdir

esasında, kusursuzluk var olmamaktır bir bakıma.’ cevabını verenler. Bu cevapları bir dövme gibi

vücudumuza nakşetmiş, kuşaklar öteden bize seslenen, bizi biz yapan kadın atalarımız. Venüs’ün gizli

sakinleri.

Bize hem isyan etmeyi, hem idare etmeyi öğreten kadınlar. Hem yük taşımayı, hem yükten

kurtulmayı. Boynumuza dünyanın, kadınlığın en zarif tasmasını takan atalarımız. İşte onların hikayeleri

var, Şebnem İşigüzel’in Venüs, Bir Aile Tarihçesi, Bir Yaşamöyküsü romanında. Hikaye anlatıcımızın

kısacık hayatının içinde çoğalan başka hayatlarda, Şekina, Zühre, Nergis ve daha nicesi var. II.

Abdülhamit saltanatıyla başlayıp 2. Dünya Savaşı zamanlarına kadar uzanan Venüs’ün anlattıkları

aslında bu zaman diliminin fersah fersah ötesine geçiyor. Ve bütün o tek hikayeler bir oya gibi incelikle,

zariflikle bağlanıyor birbirine, kadınlığın o tek hikayesine dönüşüyor yavaş yavaş.

‘Ama ben erkek cinsine mensubum. Bir kadın ölene kadar ebeveyniyle yaşamaya mahkumdur.

Ebeveynleri ölmüşse cemiyet ona kocasından, ağabeyinden, kardeşinden, olmadı eniştesi, dayısı,

amcası, dış kapının mandalı kuzeninden ebeveyn tayin eder. Kadın ona şikayet edilir, onun iznini alır .

Bre ne sıkıcı şey, iyi ki kadın doğmamışım.’ deyip arsızlık edene kusmuğunu buyur eden Şekina’nın

Page 30: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

30

hikayesi: ‘Erkek cinsinin aşağılamaları içimdeki kadınlığı kabarttıkça kabarttı, kabaran kadınlığımın

küçük dilime değmesiyle...’ Allah’ın kadınların susmasını buyurduğunu söyleyene, ‘Hangi Allah?’ diye

soran, Cennet’in yerini yanlış tarif edenleri ‘Cennet insanın iki bacağının arasında ve ağzının içindedir.’,

‘Zevk cennetin göbek adıdır!’ diyerek düzelten cesur Şekina’nın hikayesi.

Ve Nergis’in. Hiç ağlamamış Nergis’in. ‘Fesuphanallah derler ki, ömrü boyunca çile çekip

ağlamayanın gözünden düşen ilk damla, şayet bu yeryüzünde çok çile çektiyse ve buna rağmen susup

şimdi Allah’ın hikmetiyle ağlıyorsa yakut, güzel günler görmüş de şimdi ağlayacağı tuttuysa yeşim,

sudan bir sebeple sırf ağlamak nasıl bir şeymiş diye merak edip ölmeden önce gözyaşı dökmeye

niyetlendiyse, elmas olarak düşermiş.’ diyen Nergis. Ömrünün sonu bir yakut tanesi olan Nergis.

Neden kadınların ömrünün sonu bir yakut tanesi? Neden içleri bunca gözyaşı? Neden akmaz

bu gözyaşları? Neden mi? ‘Bre çünkü analarının sırlarını, babalarının sırlarını, erkeklerin sırlarını,

cemiyetin sırlarını ve kendi sırlarını mezara kadar götürmek üzere eğitilmişlerdir.’ Sırları koruyan

kadınların bıçak açmaz ağızlarını. Ya da ancak bıçak açar kadınların ağızlarını...

Kadınlar muhafızlığını yapar aile sırlarının. İçine doğdukları sırlara, kendi sırlarını katarak, kimi

zaman sırları açık edip kurtularak, kimi zaman kilitlere bir kilit de kendileri vurup iyice sıkılaştırarak

yaşarlar. Sessizce, açıkça, mırıldanarak, yüksek sesle, gözlerini kapatıp, doğrudan gözlerinin içine

bakarlar sırların. Kendi sırlarının. Başkalarının sırlarının. Ortak sırlarımızın daha çok, kadınlık sırlarının.

Bu sırlar ki kadınlığın en berrak halinden başka da bir şey değildir en nihayetinde! Ölümcül

sırlarımız. ‘İhanet, yasak aşk, onay görmeyen merak, umutsuz eylemler, zorunlu eylemler, karşılıksız

aşk, kıskançlık ve reddedilme, intikam ve öfke, başkalarına ya da kendine zulmetme, kabul edilmeyen

arzular, istekler ve düşler, kabul edilmeyen cinsel ilgiler ve hayat tarzları, plansız gebelikler, cesaretin

kaybedilmesi, öfke nöbetleri, bir şeyin eksik kalması, bir şeyi yapamama, ihmal, istismar ve daha neler

neler...’ İşte bunlar kadınlık durumuyla ilgili sırlardır, kadınların bunları sarıp sarmalamaya, gözlerden

uzak tutmaya, sessizde korumaya, bir ömür bekletmeye, kendinden sonra gelene devretmeye

erkeklerden daha çok ihtiyacı vardır. Utanç ve ayıp, kadınlığımızın mayasıdır.

İşte Venüs’ün o yüzden bir kahramanı yok; kitabın kahramanı kadınlık halleri. Uzaktan,

yakından, tanıdık tanımadık o hallerimiz. Yaşamasak da bildiğimiz. Ortak hallerimiz. Ortak suçlarımız ve

hayallerimiz. Bizi göbek bağlarımız bağlıyor birbirimize. Kadınların alnında değil, belki de göbek

deliğinde yazılı kader.

Ama kadere razı olmaya değil, sırları paylaşmaya çağırıyor bu kitap: anlatmaya, haykırmaya,

ağlamaya, boynumuza asılanları mezara kadar götürmemeye çağırıyor. Ninelerimizin, kadın

atalarımızın, cadıların elleri karnımızda. ‘Dilinden bülbül, kalbinden katil’ olanların sırları varsın onlarla

kalsın.

Hadi ifşa edelim ne varsa. Sonra da hem ‘şeytanlı’ hem ‘melekli’ tarafımızdan öptürelim.

Page 31: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

www.amargidergi.com 31

ZAMANIN İÇİNDE BİR İLERİ BİR GERİ: VİŞNENİN CİNSİYETİ

EDA AĞCA

Geçmişin tuhaf bir yanı var: Hiçbir zaman orada olmamış olabiliriz ve hiçbir zaman oraya geri

dönemeyeceğiz. Fakat bir yaşam boyunca, çoktan bitmiş yaşamlardan insanlarla tanışmak mümkün.

Kendi hikâyelerini onların ağzından dinliyoruz kimi zaman. Bir öykünün başka bir öyküyle birleşip, yeni

bir öykü doğurduğu ve aslında arananın kendi öykümüz olduğu zamanın içinde bir ileri bir geri seyahat

ediyoruz. İşte Vişnenin Cinsiyeti’nde de tam olarak bundan söz

ediliyor.

Mucizeler olmadan dünyanın gerçek bir dünya

olmadığına inanan Jeannette Winterson’ın kaleminden,

gerçekliğe meydan okuyan Jordan ve annesi Köpekli

Kadın’ın postmodern anlatısı Vişnenin Cinsiyeti. Köpekli

Kadın idealleştirilmiş güzellik standartlarına aykırı masalsı

bir dev. Onun için pasaklılık adeta bir aksesuar. Erkek

egemen dünyanın yalnız ve korkusuz kadın kahramanı.

Jordan ise bitmeyen yolculukların ve birbirinin içine geçmiş

hikâyelerin büyüttüğü bir çocuk.

17. yüzyılda, tarihsel bir arka planla kurgulanan

roman, bizi içine çeken masalsılığının yanında bugün hâlâ

güncelliğini koruyan birçok konuyu ele alıyor. Toplumsal cinsiyet, aşk, ahlak, din, beden ve bilhassa

zamanı okuyucuyu afallatacak bir kurguyla sorguluyor Winterson. Prensle prensesin sonsuz evliliğiyle

biten, klişeleşmiş “mutlu sonlara” muhalif Dans Eden Oniki Prensesin Öyküsü’nde kocasının görmezden

geldiği prensesin kendini, onun çevresindeki herhangi bir nesne

gibi hissetmeye başlaması derin bir fantezinin içinde barınan

çarpıcı gerçekliğe ikna ediyor bizi. Buradan bakınca yazarın zaman,

gerçeklik ve bütünlükle büyük bir derdi olduğunu görebiliyoruz

fakat bu gerçeklilik, aynı zamanda yitirilebilen bir kavram.

Çapraz zaman anlatımıyla ilerleyen Vişnenin Cinsiyeti, bir hikâyeyi anlatmanın en güzel yolunun

maziden çağırdığı hikâyelerle harmanlamak olduğuna inanıyor. Ve anlattığı hikâyeyi canlı tutabilmek

için maziye her döndüğünde kendisini yeni yan hikâyeler, karakterler ve nesnelerle çevreliyor.

Vişnenin Cinsiyeti Sel Yayıncılık

Yazan: Jeanette Winterson Özgün Adı: Sexing the Cherry

Çeviren: Pınar Kür

Page 32: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

32

Böylelikle Winterson’ın ortaya çıkarmaya çalıştığı şey biraz da birbirinden bağımsız görünen hikâyelerin

en nihayetinde bir bütünü oluşturduğu. Vişnenin Cinsiyeti’nin temel imgelerinden biri olan muz

karşımıza ilkin Köpekli Kadın’ın bebekken Jordan’ı görmeye götürdüğü Londra’ya yeni gelmiş bir cennet

meyvesi olarak çıkıyor. Jordan’ın mazisinde yatan bu anı, zamanla yerini bu cennet meyvesinin geldiği

uzak yerlere yolculuk etme arzusuna bırakacak.

“YALANLAR 8: İlk gördüğü şey o değildi, nasıl olabilirdi? Benim ilk gördüğüm şey de üstüne sis

inen tarlalar değildi. Ama daha önceden ikimiz de hayaller kuran, yaşamın içinden gölge gibi geçenler

gibiydik. Dolayısıyla size anlattıklarımız doğru olmasa da doğrudur” diyor Winterson Vişnenin

Cinsiyeti’nde. Geçmiş zaman dilimi, olduğu gibi naftalinli bir hurca koyup sandıklara kaldırdığımız ve

şimdiki zamanda bıraktığımız gibi bulabileceğimiz bir şey değil. Zira mazide saklı onca insan, mekân ve

nesne hikâyelerle bütünleştiği vakit hatırlanması oldukça zor ve karmaşık bir hal alıyor. Bu da maziyi

yaşandığı kadar değil, hatırlandığı kadar doğru kılıyor. Bu yüzdendir ki, maziyi çağırmak muazzam bir

kurgu ve gerçeklikle fantezinin ördüğü eşsiz bir düğüm. Bu düğümü Winterson’ın oyunbaz dilinden

okuma, sorgulama ve çözmeye çalışmanın ise bambaşka bir tadı var.

Page 33: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

www.amargidergi.com 33

ANNEANNE

ZUHAL ESRA BİLİR

Amargi’nin çağrı yazısını okuduğumda farklı zamanlarda ve koşullarda yaşamış, hayatta

olmayan, tanımayı en çok istediğim kadın kim diye düşündüm birkaç gün boyunca. Çok uzaklardan

kadınlar geldi önceleri aklıma ancak onlara dair içimde eksik ve yavan bir taraf kalıyordu. Nasıl

ortaklıklarım nasıl farklılıklarım olduğunu keşfedeceğim, mazimden çağırabileceğim bir kadının

olabileceğini söylüyordu Amargi. Aslında kime işaret ettiği çok belliydi: Anneannem Lütfiye Postacı.

Ama biliyorum ki anneannemi yeteri kadar tanımıyorum aslında. İstedim ki bu yazı vesile olsun, ben

anneannemi anlattırayım anneme, teyzemlere ve onu tanımış kuzenlerime.

Yirmi sekiz kadınız biz annemin ailesinde: bir anneannem, bir annem, beş teyzem, iki kız

kardeşim, dokuz kadın kuzenim ve onların da dokuz tane kız çocuğu var. Şimdilerde hamile olan

ablamın cinsiyeti belli olmayan bebeği de kız olursa yirmi dokuzuncumuz yola çıkmış olacak.

Teyzelerimin hepsi gurbetlik çekmiş, kocalarından pek de hayır görmemiş, çokça yokluk görmüş,

hayatın yükünü hep bacılarıyla dayanışarak sırtlamış kadınlar. Bugün durduğum yerden baktığımda

feminizm adına söylenebilecek her şeyi bulabiliyordum onların hayatlarında. Feminizmin tüm bu

yaşananlar için söylediği büyük laflar var elbette. Ama esas olan ve bana kalan çekilen acıların ötesinde

An

na d

i Pro

spero

Page 34: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

34

bir şeydi. Mücadele etmenin, güçlü kadın olmanın hayatın içinde nasıl bir yere denk geldiğini anladım

hep anlattıklarından.

On üç yaşında evlenen ve iki kaynanalı, bol görümceli bir eve gelin giden en büyük teyzeme, bu

evde kimse yemek vermediği için nasıl zafiyet geçirdiğinin anlatıldığı hikâyenin hemen ardından evlerin

damlarından atlaya zıplaya –sokaklarda gezmelerine izin verilmediği için- nasıl anneannemin hazırladığı

yemekleri gizlice götürdükleri hikâyeyi hala aynı coşku ve muziplikle anlatmalarından inandım hayatta

çıkar bir yolun varlığına.

Bir başka teyzemin doğum yaptığı gece anlatanın deyimiyle zamparalığa gitmiş kocası evde

olmadığından nasıl kadın başına açık hava sinemasında dâhiliye doktoru -memleketteki tek doktor

dâhiliyeci olduğundan- aradığını anlatan bacısının gurur dolu gözleri şu hayatta istediğim her şeyi

başarabileceğime inandırmış beni meğer.

80’li yıllar, darbe sonrası sıkıyönetim zamanları Adıyaman’da öğretmenlik yapan teyzem

Hakkâri’ye sürülmekle tehdit edildiğinde “Hakkâri de memleket toprağı değil mi? Ben memleketin her

yerinde çalışırım!” karşılığını tek nefeste, dimdik veriyor vermesine de hemen aklına Siverek’ten birlikte

geldiği ve yeni bir hayat kurmaya çalıştığı annesi düşüyor. Annem de benimle birlikte tüm bu güçlükleri

yaşamak zorunda kalacak diye düşünüp kaygılanırken kızının içten içe kafasını kurcalayan bir şey

olduğunu hemen fark eden anneanneme olan biteni tereddütle anlatıyor. Anneannemden aldığı “Ne

diyorsun kızım sen? Sen neredeysen ben oradayım. Sürerlerse sürsünler! Ben senin arkandayım. Çok

iyi yapmışsın!” cevabının ona verdiği güveni anlatan teyzemin otuz beş yıl öncesine gidip mutluluktan

parlayan gözleriyle karşılaşınca bu hikâyeleri dinlemekle ne iyi bir şey yaptığımı düşünüyorum.

Anlatılan onca acının hep bir mücadeleye ve güçlenme hikâyesine dönüşünü fark etmem

elbette ki feminizm sayesinde olmuştur. Daha dinlenecek çok hikâyeleri var ama anlattırmak da bir

meziyet ister. “Amman eski zaman karıştırma hiç şimdi onları!” cevabını aldığım çok olmuştur. Ama bir

taraftan da anlatılan her şeyin sonuna illa ki “Bunları hep yazmak lazım aslında!” iliştiriverirler. İşte ben

bu istekten alıyorum bu yazıyı yazarken gücümü.

Bizim ailedeki her kadının hayatının en zoru, en az konuşulan bir olayı vardır ki, acısı hala bıçak

gibi kesiverir ortalığı: dedemin intiharı. Yaşamı boyunca dürüst olmanın ve onurlu bir hayat

sürdürmenin mücadelesini vermiş bir adam olan dedem hayırsız bir erkek evlat yüzünden iflas etmiş,

tefecilere borçlanmış, varını yoğunu kaybetmiş. Yaşadığı utanca daha fazla dayanamayarak yaşamına

son vermiş. Geçmişe dair ne anlatılırsa anlatsın hep bu ölüme gelir dayanır anlatılanlar, bir yumruk

oturur boğazına anlatanında da dinleyeninde de. Cenazesi nasıldı diye sorduğumda teyzemin “Kurşun

sıksalar hiç birimizin kanı akmazdı.” cümlesinden daha iyi bir cümlem yok o acıyı anlatmak için. Keşke

anneannemden dinleyebilseydim kocasının intiharını; ona duyduğu öfkesini, acısını, özlemini, sitemini

onun cümlelerinden yazabilseydim. Bütün kızlarının büyük bir hayranlık, sevgi, saygı ile bahsettiği

kocasını ondan dinlemeyi ne çok isterdim!

Page 35: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

www.amargidergi.com 35

Anneannemi on üç yaşımdayken kaybettim. Ona dair çok az şey bildiğimi bundan tam bir yıl

önce, Kadın Çalışmaları’nda okumuş on bir kadının, on yedi yıl evvel bir seminer dersinde birbirlerine

anneannelerini anlattıkları “Anneanne Sırlarını Eskitmiş Aynalar” kitabını okurken fark ettim. Onu

gerçekten tanımaya başlamaya ise bu yazıyı yazarak başlayabildim. Başlayabildim diyorum çünkü

henüz tamamlayamadım. Dedim ya benim ve onun dışında yirmi altı kadın daha var hadi son kuşağı

çıkar nerden baksan on beş kişi kalıyor. On beş kadın on beş farklı anneanne anlatısı eder. Üstelik

Diyarbakır’dan İzmir’e memleketin başka başka yerlerinde yaşayan kadınlar. En kolayından -ya da öyle

sandığım-, annemden başladım anneannemi konuşmaya. Daha sonra yine Ankara’da yaşayan iki

teyzemle konuştum şimdilik.

Bu yazı benim ilk adımım. Devamı gelecek bir anlatının ilk cümleleri. İlk sorulan sorular.

Anneannemin biyografisini yazma yolundaki ilk soluklanışım. Anlatanlar için geçmişi çağırma,

bugünden yorumlama, gözden geçirme, yaşanan onca duygudan geriye kalanları ayıklama oluyor bu

görüşmeler. Benim için kendimi eşelemenin, didiklemenin, anlamanın yolu. Anneyle yarım kalan

hesaplaşmalar da çıkıyor ortaya, iç hesaplaşmalar da. Haliyle ağır geçiyor hepimiz için. Acemiyiz

hepimiz. Başa çıkamadığımız anlar da oluyor, kahkahalarımızın çınladığı da. Dedim ya bu bir başlangıç

yazısı. Konuşmaya, hatırlamaya başlamanın yazısı. Benim için de anneannemi ve ailedeki diğer kadınları

tanıma, keşfetme yolunda bir ilk adım. Yol uzun. Anlatılacak, yazılacak, düşünülecek çok şey var. Ama

içim çok rahat; çünkü bu yol her şeyiyle benim.

Page 36: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

36

BİR MAZİYİ ÇAĞIRMA RİTÜELİ OLARAK GÜNLÜK OKUMA

EDA SERAS

Günlüklerim önümde… Ben maziyi böyle çağırırım, geçmişimi okuyarak. Çünkü maziyi

çağırmanın sebeplerinden biri güçlenme ihtiyacıdır. Bir işi yapmaktan korktuğumuzda o işi bizden daha

önce yapmış olan var mı diye bakarız. Varsa o zaman korkumuz biraz azalır, hatta yapan kişi bize

benziyorsa korku neredeyse ortadan kalkar.

Ben de kendime güvenimi her kaybettiğimde, bir işe başlamakta sıkıntı çektiğimde, hayallerimi

gerçekleştirmeye çalışma konusunda isteksiz davrandığımda (yani sık sık) eski günlüklerime

başvururum. Ne aradığımı bilmesem de bir şeyler bulurum ve arkadaşlarımın söyledikleri

cesaretlendirme sözlerinden, övgülerden, bana güvenen tüm kişilerden daha çok güçlendirir bulduğum

şey. Bu bir söz de olsa olaya karşı bir tutumum da olsa, onu çoktan unutmuş olduğum halde bende

bıraktığı iz dışında etkilendiğim çok şey olur. Ne de insanı en çok anlayan yine kendisidir… Ve nasıl ki

bir filmi ya da kitabı aradan zaman geçtikten sonra tekrar izleyince ya da okuyunca farklı şekilde

yorumlar, yeni şeyler fark edersiniz, kendi günlüğümü de her yeni okuyuşumda kendim hakkında farklı

şeyler fark ederim (özellikle psikanaliz kitapları sonrasında).

Mesela günlüğümü açıyorum ve 10 yaşında yazmış olduğum sıradan günlük rutinimi okuyorum.

Yarın sınav var ders çalışmam lazım, bugün de çok sıkıcıydı, insanlarla anlaşamıyorum vs… Ama nasıl

şaşırıyorum! Tanrım ne kadar da aynı şimdiki gibiyim! İnsan nedense sonradan kendi olduğunu ve

Page 37: Amargi Dergi- Güz 2015 (Maziyi Çağırmak)

www.amargidergi.com 37

başına gelen şeylerin kişiliğini çok değiştirdiğini düşünür hep. Oysa ki değişen sadece düşünceleri

oluyor, olaylara karşı takındığı tutum ise zannettiğinin tersine hep aynı. Bu sanırım öz denilen hani o

hiç değişmeyen şey. Ben de hep güvensizlikle yaklaşırım psikoloji kitaplarına, sorgulayarak ve

kuramlarını kendi hayatımda deneme yoluyla test ederek. Bu öz meselesini de geçici olarak kabul

ediyorum. Belki ileride kişiliğimi aynı kalmış bulamazsam o zaman öz denen şeyin varlığını inkâr

edebilirim.

Aradan geçen yedi defterlik yaşam süreci boyunca değişen bir sürü fikre rağmen, iç sesimi bir

başka deyişle içimdeki çocuğu böyle koruduğumu görmek beni güçlendiriyor. İçimdeki sesin

özgünlüğünü seviyorum. Yeniden kendimi seviyor ve atlattığım şeylere bakıp şu an içinde bulunduğum

zor durumla baş edebileceğimden emin oluyorum. Varoluş sancısının en yoğun hissedildiği

ergenliğimdeki korkunç yürek acılarından nasıl kurtulduysam şu an içinde bulunduğum (kaynağı varoluş

olan) acılardan da öyle kurtulacağım. Tüm maddi sıkıntıları çözmek zorunda kaldığım zaman çok

şaşırtıcı bir biçimde çözdüğüme göre ileride çekeceğim maddi sıkıntılardan korkmam için hiçbir neden

yok. Manevi sıkıntıları da okuyarak, yazarak ve korkularımın üzerine giderek çözeceğim. Eskiden kalbimi

ağrıtan acılarım şimdi bana komik geldiğine göre şu an önemsediğim acılarım da ileride benim için

çocuk oyuncağı olacak. Öğrenmek istediğim şeyleri öğrenecek ve sorduğum soruların cevabını

bulacağım. Önemli olan soru sormaktan ve öğrenmek istemekten vazgeçmemek.

İşte böylece, birisinin okuma korkusundan çoğu şeyi yazmasanız bile günlük ihtiyacınız

olduğunda yeniden depolamak üzere bir özgüven deposudur. Tabi korkularının üzerine giden,

insanlıktan umudunuzu kesseniz de iyi olmaya çalışan biriyseniz… Belki böyle olmasanız da işe yarar,

kendi tecrübemden yola çıktığım için genelleme yapamayacağım.

Günlük okurken kendimi yeniden gördüğüm gibi hayatımda olan insanları da geçmişteki

halleriyle görüyorum. Bu sayede şimdi unutmuş olsam da yaptıklarının bende bıraktıkları zararlarını

fark ediyorum. Böylece o zamanlar insan doğası hakkındaki eksik bilgimden dolayı yanlış yorumladığım

şeyleri şimdi daha doğru olduğunu bildiğim biçimde yorumlayarak onların kötü etkisinden kurtulmayı

başarabiliyorum. Virginia Woolf’un Yazılmamış Bir Roman adlı hikâyesinde dediği gibi “ …çünkü bir

neden varsa ve ben bu nedeni biliyorsam izler yaşamdan silinmiş oluyordu.”

Velhasıl, kendini tanımanın ve iyileştirmenin yollarından biri olarak günlük tutmayı hepinize

tavsiye ederim. Hafife almayın ve ne kadar sıkıcı da gözükse gözünüze, gününüzü yazmaktan

vazgeçmeyin. Çünkü o satırlar sizin geleceğe bıraktığınız ekmek kırıntıları. Ben “iyi ki yazmışım” dedim,

umuyorum ki siz de dersiniz…