24.Kapi̇tali̇st Kentleşme Di̇nami̇kleri̇, Küreselleşme Ve Türki̇ye Kentleri̇

download 24.Kapi̇tali̇st Kentleşme Di̇nami̇kleri̇, Küreselleşme Ve Türki̇ye Kentleri̇

of 12

Transcript of 24.Kapi̇tali̇st Kentleşme Di̇nami̇kleri̇, Küreselleşme Ve Türki̇ye Kentleri̇

  • 8/19/2019 24.Kapıṫalıṡt Kentleşme Dıṅamık̇lerı,̇ Küreselleşme Ve Türkıẏe Kentlerı ̇

    1/12

    ADANA KENT SORUNLARI SEMPOZYUMU / 24 – 2008

    BU BİR TMMOB YAYINIDIRTMMOB, bu makaledeki ifadelerden, fikirlerden, toplantıda çıkan sonuçlardan ve basım hatalarından sorumlu değildir.

    KAPİTALİST KENTLEŞME DİNAMİKLERİ,KÜRESELLEŞME VE TÜRKİYE KENTLERİ 

    Doç. Dr. H.Tarık Şengül 

    ODTÜ, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi BölümüTMMOB, Şehir Plancıları Odası

    279

  • 8/19/2019 24.Kapıṫalıṡt Kentleşme Dıṅamık̇lerı,̇ Küreselleşme Ve Türkıẏe Kentlerı ̇

    2/12

    280

  • 8/19/2019 24.Kapıṫalıṡt Kentleşme Dıṅamık̇lerı,̇ Küreselleşme Ve Türkıẏe Kentlerı ̇

    3/12

    KAPİTALİST KENTLEŞME DİNAMİKLERİ, KÜRESELLEŞME VETÜRKİYE KENTLERİ 

    I. GIRIŞ: KAPİTALİST KENTİ ANLAMAK

    Kapitalist toplumlarda kent sorununu nasıl kavramalıyız. Günümüz kentlerini ve kentlerinsorunlarını çalışanların öyle ya da böyle yüzleşmesi gereken en temel sorular kapitalist kentinnasıl kavranması gerektiği ve bu çerçevede de kapitalist toplumsal ilişkiler içinde kentinözgünlüğünün ne olduğudur. Bazıları için kapitalist kent tarım dışı etkinlikler çerçevesinde birnüfus yoğunlaşmasıdır. Bazıları içinse kent giderek karmaşıklaşan ilişkilerin öbeğinde yatansiyasal/yönetsel bir birimdir. Son dönemde kentleri çalışanlar içinde ağırlıklı bir görüş  isekenti kültürel etkinlikler alanı olarak kavramaktır.

    Kuşkusuz bu tanımlamaların hepsinde bir gerçeklik payı vardır. Kırdan kente göç bir anlamdaköylüleri kentli işçilere dönüştürmekte, yığınlar halinde proleterleştirmekte ya da beyaz yakalıemekçilere dönüştürmektedir. Öte yandan kapitalist toplumların yazgısını belirleyen kararlarbüyük kentlerde alınmaktadır. Bunların ötesinde kent kültürel etkinliklerin yoğunlaştığıalanlardır. Ne var ki tüm bu tanımlamalar kısmi ve daha da önemlisi durağan tanımlamalardır.Kentsel süreçler yukarıdaki tanımlamaların ve süreçlerin hemen hepsini aynı andaiçermektedir. Bunun yanı sıra kapitalist kent durağan bir oluştan çok bir sürece karşılıkgelmektedir. Kapitalist toplumsal ilişkilerin sürekli dönüşümü kentin dönüşümü anlamında dagelmektedir. Kent her an yeniden tanımlanmakta, değişime uğramaktadır.

    Bu noktadan yola çıkarak kenti kapitalist toplumsal ilişkilerin bir yansıması olarak görmek

    dikkate değer ve önemli olumsuz sonuçlara yol açacak bir yanılgı olacaktır. Günümüzde kentkapitalist toplumsal ilişkilerin bir yansıması değil, bu ilişkilerin kurucu öğelerinden birisidir.Kapitalizm ortaya çıkışından bu yana sadece üretim süreçlerini değil, yeniden üretimsüreçlerini de kendi mantığına uydurma çabasında olmuştur. Diğer bir anlatımla, kapitalizmkendisini sadece üretim süreçleri aracılığı ile değil, aynı zamanda yeniden üretim süreçleraracılığı ile de var edebilmiştir. Fabrikada çalışan bir işçi bir işçi olarak sadece 8 saatlik birçalışma süresi içinde ortaya çıkmamaktadır. İş  dışı yaşamı dışında da işçinin kendisiniyeniden üretmesi gerekmektedir. Bir işçisinin kendisini yeniden üretmesinde eğitimin, sağlıkkurumlarının, ailenin önemli işlevleri vardır. Bu çerçevede, kent bir üretim birimi olmanınyanında, konut, eğitim, sağlık, ulaşım ve benzeri birimlerin yoğunlaştığı bir alan, yenidenüretim mekânı olarak da anlam ve işlevsellik kazanmaktadır (Castells, 1977). Bu nedenle,

    kapitalizm ortaya çıkışından itibaren, sadece üretim süreçlerine değil, aynı zamanda yenidenüretim süreçlerine de kendi damgasını vurma çabasında olmuştur.

    Kapitalizmin kent mekânında yarattığı sonuçlara ilişkin ilk ve kapsamlı değerlendirmeEngels’ den gelmiştir. Engels kapitalizmin kendi mantığına ve imajına uygun bir biçimdekentleri nasıl dönüştürdüğünü, Manchaster kenti özelinde gösterirken, kapitalizmin yarattığısömürü ve sefaletin sadece işyerine özgü olmadığını, kent mekânında da benzer bir sefalet,yoksulluk ve ikililiğin ortaya çıktığını tüm çıplaklığıyla göstermiştir.

    Ancak kapitalizmin kentle olan ilişkisi sadece bu çerçevede kavranmamalıdır. Kapitalizmkenti kendi mantığı çerçevesinde dönüştürürken, kenti sadece bir yaşam mekânı olarak

    görmez. Belki daha da önemlisi, gelişimi içinde kapitalizm kentin bir değişim değerleri alanı

    281

  • 8/19/2019 24.Kapıṫalıṡt Kentleşme Dıṅamık̇lerı,̇ Küreselleşme Ve Türkıẏe Kentlerı ̇

    4/12

    olarak da önemini kavramış, daha doğrusu keşfetmiştir. Kapitalizm için kent mekânı dahasomut olarak da kentsel taşınmazlar alınıp satılır bir meta olarak merkezi bir konumkazanmıştır. Fransız marksist düşünürü Lefebvre göre, kapitalizmle kent arasındaki ilişkikapitalizm açısından yaşamsal bir öneme sahiptir. Diğer bir anlatımla kapitalizm bugünügörebilmişse bunu kent mekânını alınıp satılır bir meta olarak keşfetmesine borçludur

    (Lefebvre 1991).

    Bu tür bir değerlendirmenin gerisinde, kapitalizmin içine düştüğü krizlere bir yanıt olarakkent mekânını metalaştırma stratejisi vardır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasındadevletin öncülüğünde gelişmiş ülkelerde kent mekânı hızlı bir metalaşma sürecini yaşamıştır.Kentlerin dışındaki altkentlere kaçan orta sınıflar bir yandan konut ve altyapı alanında büyükyatırımları körüklerken, diğer yandan da bu yeni yaşam biçimi araba sahipliğinden yeniokullar, hastaneler ve benzeri türden yatırımları gerekli kılmıştır. Diğer bir anlatımla, üretimalanında ortaya çıkan sermaye fazlası kent mekânına yönlendirilerek, sermayenin aşırı birikimkrizi belli bir dönem için aşılabilmiştir. Kentlerin sermaye birikimi içinde oynadığı bumerkezi rol kentsel arsanın kendisinin kapitalizm için en önemli meta haline gelişinin de en

    çarpıcı örneklerinden birisini oluşturmaktadır (Harvey 1985, Harvey ve Molotch, 1987).

    Yukarıda yaptığımız tartışma bize kapitalist kentin nasıl kavranması gerektiği konusundaönemli ipuçları sağlamaktadır. Tarihsel gelişimi içinde kapitalizmin kent mekânı ile ikiönemli uğrakta etkileşiminin olduğu görülmektedir. Bu duruma paralel olarak kapitalistkentin kavranmasında iki temel rolün iyi anlaşılması gerekir. Birincisi, kent mekânınınemeğin yeniden üretiminin özgün bir odağı olmasıdır. İkincisi, ise kentin sermayeningenişletilmiş  yeniden üretiminde, diğer bir anlatımla, sermaye birikimi sürecinde oynadığıroldür. Kapitalist kentin değişim ve dönüşümü, sermaye birikim süreçlerinde kentin üstlendiğirol ve bu çerçevede ortaya çıkan çelişki ve mücadelelerle, emeğin yeniden üretimi sürecindeortaya çıkan çelişki ve mücadelelerin bir sonucudur.

    Bu nedenle, kent basitçe yapılı bir çevre ya da insan yoğunlaşması değil, kapitalist gelişmeniniçinde anlam kazanan bir süreçtir. İzleyen bölümde, bu tür bir bakış açısıyla, gerek gelişmiş gerekse de azgelişmiş kapitalist ülkelerde kentlerin yaşadığı dönüşüme Türkiye deneyimineözel bir vurgu yaparak baktıktan sonra sonuç bölümünde son dönemde Türkiye kentlerininiçinde düştüğü krizin ne tür sonuçları ve açılımları sağlayabileceğini tartışacağız.

    II. İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASINDA KENTLERİN DÖNÜŞÜMÜ

    Gerek gelişmiş  gerekse de azgelişmiş  ülkelerde, kentlerin İkinci Dünya Savaşı sonrasıyaşadığı dönüşüme ilişkin, iki temel dönem tespit etmek mümkündür. İkinci DünyaSavaşı’ndan 1970’ li yılların sonlarına kadar süren birinci dönemde, kentlerin üstlendiğiişlevler açısından birincil olarak   emeğin yeniden üretiminin ön plana çıkmıştır. 1980’lıyıllarda başlayıp halen süren ikinci dönem ise, sermayenin yeniden üretimi birincil olarak önplana çıkmıştır. İzleyen iki bölümde bu iki dönemi sırasıyla ele alacağız. Ancak hemenbelirtmek gerekir ki, gerek gelişmiş ülkeler gerekse de azgelişmiş ülkeler için yapacağımızdeğerlendirmeler, belli bir ülke deneyimine referans vermekten çok, genel eğilimleriyansıtmayı amaçlamaktadır. Bu nedenle her iki döneme ilişkin değerlendirmemiz de birerideal tipi temsil etmektedir.

    282

  • 8/19/2019 24.Kapıṫalıṡt Kentleşme Dıṅamık̇lerı,̇ Küreselleşme Ve Türkıẏe Kentlerı ̇

    5/12

    II. I. EMEK GÜCÜNÜN YENİDEN ÜRETİMİ VE KENT MEKÂNI: 1950-80

    İkinci Dünya Savaşını izleyen yıllarda, gelişmiş ülkelerde Keynesci birikim stratejileri hâkimhale gelirken, azgelişmiş ülkelerde ithal ikameci sanayileşme modelleri ağırlık kazanmıştır.Bu stratejilerin önemli farkları yanında, ortak özelliği devletin birikim sürecindeki merkezi

    rolüdür. İki deneyim arasındaki en önemli fark ise, gelişmiş ülkelerde devletin aşırı birikiminyarattığı sermayeyi yönlendirme rolünü üstlenişi karşısında, azgelişmiş  ülke devletleriningelişmeyi sınırlı bir sermaye birikimi ile gerçekleştirme sorunu ile karşı karşıya kalmalarıdır.Diğer bir anlatımla, birinci dönem boyunca, gelişmiş ülke devletleri aşırı biriken sermayeyinasıl kullanıp, birikim sürecini bunalımdan çıkaracağını kurgularken, azgelişmiş  ülkedevletleri, gelişmeyi sınırlı sermaye birikimiyle nasıl sürekli kılacakları sorunu ile karşıkarşıya kalmıştır.

    Bu durum devlet ve kent arasındaki, büyük ölçüde devlet tarafından kurulan, ilişkinin deoldukça farklı biçimlerde gelişmesine yol açmıştır. Aşırı birikim, yukarıda da değindiğimizgibi, gelişmiş  ülkelerde üretimi içeren birinci çevrimden, doğrudan üretken olmayan ikinci

    çevrime -ki kentsel yatırımlar bunun önemli bir parçasını oluşturmaktadır- kaynak aktarımınaolanak tanımıştır (Harvey 1985). Geniş ölçekli refah devleti uygulamaları bu aşırı birikiminikinci çevrime aktarılması ile mümkün olabilmiştir. Kuşkusuz kentsel alanlar bu tür biraktarımın ve de refah devleti uygulamalarının merkezinde yer almıştır. Castells’in çerçevesineilişkin yaptığımız tartışmanın gösterdiği gibi, bu tür bir kurguya sınırlamak gerekmese de, budönemde kentleri özgün kılan, birlikte tüketimin örgütlendiği alanlar olmalarıdır. Eğitim,sağlık, konut, ulaşım ve benzer alanlarda yapılan yatırımlar kentsel alanların bu hizmetleretrafında tanımlanmasının da en önemli nedeni olmuştur.

    Öte yandan azgelişmiş ülkelerde durum oldukça farklıdır. Sermaye birikiminin yetersizliğiningetirdiği sınırlama, gelişmeci devleti kentsel alanlara yapılan yatırımları olabildiğincesınırlamaya itmiştir. Kaynakların öncelikli olarak sanayileşmeye yönlendirilmesi, kentselaltyapı ve birlikte tüketime ayrılan kaynakların oldukça sınırlı kalmasına yol açmıştır. Ancakparadoksal bir durum olarak aynı dönem, bu ülkelerde kentlerin kırsal kökenli göçü en yoğunyaşadığı dönem olmuştur. Bunun anlamı, kentsel altyapı ve hizmetler konusunda yoğun birtalebin oluşmasıdır. Ancak, yukarıda sözünü ettiğimiz yapısal sınırlama, belli dönemler hariç,devletlerin bu taleplere duyarsızlığı ile sonuçlanmıştır. Diğer bir anlatımla, kentleşmesürecinde ortaya çıkan talepler karşılanmayarak, bu sürecin gerektirdiği çözümlerinbulunması yerel toplulukların inisiyatifine bırakılmıştır. Gecekondu, informal sektör vebenzeri türden oluşumlar, bu tür bir yerel topluluk temelli çözümler olarak ortaya çıkmıştır.

    Ancak bu ülke kentlerinde daha yapısal bir sorun, yukarıda da söz ettiğimiz gibi, devletinkente müdahalesinin sınırlılığının bir meşruiyet sorunu yaratmasıdır. Ancak çoğu durumda,devletin kentsel alanlara yetersiz müdahalesinin bir krize dönüşmesini önleyen bazı tamponmekanizmalar ortaya çıkmıştır. İşgal edilen gecekondulara verilen mülkiyet hakları bu tür birtampon mekanizmanın iyi bir örneğini oluşturmaktadır. Kentsel düzeyde ortaya çıkanpatronaj ilişkileri de kent yoksullarının siyasal sisteme dâhil edilebilmesine olanaksağlayarak, benzer bir işlevi yerine getirmiştir.

    Böylece, kentsel hizmetleri sağlamada devletin gösterdiği duyarsızlık, özellikle kentyoksullarının siyasal süreçlere aktif katılımını teşvik etmiştir. Bu kesim bir yandan kendiolanakları ile kentsel sorunlarını çözmeye yönelirken, diğer yandan da devletin ayırdığı sınırlı

    kaynaklardan olabildiğince pay alabilmek için kurumsal düzeyde de, katılım sağlamaya özen

    283

  • 8/19/2019 24.Kapıṫalıṡt Kentleşme Dıṅamık̇lerı,̇ Küreselleşme Ve Türkıẏe Kentlerı ̇

    6/12

    göstermiştir. Bu tür bir katılımın demokratik olup olmadığı kuşkusuz tartışmaya açıktır.Ancak, burada dikkat çekmek istediğimiz olgu, azgelişmiş  ülke kentlerinde, kentyoksullarının yoğun bir katılım isteği gösterip, bunun mekanizmalarını ya yarattıkları ya damevcut kanalları manipüle ederek kullandıklarıdır (Roberts 1995). Bu nedenle, Türkiye gibiülkelerde katılımı yetersizliği sorunundan çok katılımın içeriği ve hedeflerine yönelik bir

    sorun söz konusudur. Katılımın boyutuna bakıldığında ise, gelişmiş ülkelerden daha katılımcıbir siyasal yapılanmanın olduğu söylenebilir.

    Özetlemek gerekirse, İkinci Dünya savaşından 1970’li yılların sonuna kadar uzanan dönemde,gerek gelişmiş  gerekse de azgelişmiş  ülkelerde, kentsel gelişmenin merkezinde emeğinyeniden üretimi sorunu vardır. Gelişmiş  ülkelerde bu süreç devletin yoğun müdahalesi ileşekillenirken, azgelişmiş  ülkelerde bu sürecin asli aktörü yerel topluluklar olmuştur. Budönemde kentsel çelişkinin algılanışının merkezinde kentlerin orta sınıflarının ve onlarınyasal konut alanları ile bu alanları çevreleyen ve kırdan gelen yeni kent emekçilerinibarındıran gecekondular arasındaki ikililik vardır. Bununla birlikte, bu ikililiğin sistemi tehditeden bir çelişkiye dönüşmesi siyasal sistemin bu kesimlere yönelik bir dizi tavizle

    önlenebilmiştir. Bununla birlikte, kentlerde ortaya çıkan bu yapılanma, 1980’li yıllarda hâkimhale gelen neo-liberal gelişme stratejilerine paralel bir biçimde radikal bir dönüşümeuğramaya başlamıştır.

    II. II. SERMAYE MERKEZLİ KENTSEL GELİŞME: 1980 SONRASI

    Gelişmiş ülke kentleri ile azgelişmiş ülke kentlerinin ortak kılan bir başka nokta, 1980 sonrasıyaşadıkları dönüşümündür. Bu iki grup kent için de emeğin yeniden üretimini ön planaçıkaran kentleşme deneyimleri, Keynesci ve ithal ikrameci gelişme stratejilerinin 1970’liyıllarda içine düştüğü bunalım ve bunun sonucunda hâkim hale gelen neo-liberal politikalarlabirlikte, son bulmuştur.

    Gelişmiş  ülkelerde devletin içine girdiği mali kriz, azgelişmiş  ülkelerde ise izlenen ithalikameci politikaların tıkanışı giderek artan ve merkezden çevreye, IMF ve Dünya Bankasıgibi kuruluşların aracılığı ile yayılan neo-liberal politikaların uygulanmasına yol açmıştır.Ancak neo-liberal politikaların bir önceki dönemle ayrıştığı nokta sadece devlet merkezligelişme stratejilerinin ya da sosyal devlet uygulamalarının sona ermesi değildir. Aynızamanda sermaye birikim süreçlerinin coğrafyası da dikkate değer biçimde değişmeyebaşlamıştır. Ulus devletlerin bu süreçte oynadıkları rol marjinalleşmemekle birlikte, üretiminörgütlenmesinde ve sermayenin dolaşımında küreselleşmenin giderek güçlenen bir olgu

    haline geldiği açıktır. Neo-liberal politikaların ve küreselleşme sürecinin gerek gelişmiş gerekse de azgelişmiş kentler üzerindeki etkisi dramatiktir. Bu çerçevede kentlerde devletinüstlendiği rollerde de benzer dramatiklikte değişiklikler olmuştur.

    Devletin kentsel alana müdahalesine ilişkin olarak iki temel politika değişikliğinin ön planaçıktığı gözlenmektedir. Birinci değişim kentsel hizmetlerin sağlanmasından devletin hızlaçekilmesidir. Eğitim, sağlık, ulaşım ve benzeri türden hizmetlerin sağlanmasından devletdereceli olarak çekilirken, çekilmediği alanlarda da hizmetin sağlanmasını ihale ve benzeriyöntemlerle özel sektöre bırakmıştır. Bu yönelim bir anlamda refah devletinin çözülüşününkentsel düzlemdeki yansımasıdır. Benzer biçimde yerel devlet özellikle çalışan kesimlereyönelik kira ve işsizlik yardımı gibi uygulamalardan da dereceli olarak uzaklaşmıştır. Kent

    284

  • 8/19/2019 24.Kapıṫalıṡt Kentleşme Dıṅamık̇lerı,̇ Küreselleşme Ve Türkıẏe Kentlerı ̇

    7/12

    mekânına ilişkin düzenlemelerde de giderek gevşekleştirilmiş, planlama kurumları güçleriniönemli ölçüde yitirmiştir.

    Birlikte tüketim kentleri özgün kılan faktör olmaktan çıkarken, kentler ekonomik gelişmeninodakları haline gelmektedir. Sermayenin hareketliliği ve ulus devletlerin bu alanlarda daha az

    müdahaleci hale gelmeleri, yerel girişimcilerin liderliğinde, yerel birimlerin kendisini aktiveetmeye başlamış, yerel birimler uluslararası mekânsal işbölümünde kendilerine daha iyi birkonum elde etmeye yönelik olarak birbirleriyle yarışmaya itilmiş, dünya kentleri hiyerarşisiolarak adlandırılan yapılanma içinde kentler kendilerine olabildiğince avantajlı bir yer eldeetmeye yönelik olarak stratejiler izlemeye başlamışlardır. Bu yeni oluşum içinde yerel devletekonomik büyümeye yönelik koalisyonların oluşturulmasına ve stratejilerin belirlenmesineyönelik yerel düzeyde oluşan, bu yeni eğilimin merkezinde yer almaktadırlar. Diğer biranlatımla, gelişmiş ülkelerde yerel yönetimler emeğin yeniden üretiminde üstlendikleri rolleriikinci plana iterken, sermayenin desteklenmesine yönelik bir müdahale anlayışınayönelmişlerdir.

    Gelişmiş ülke kentleri için özetlediğimiz bu eğilimler büyük ölçüde azgelişmiş ülke kentleriiçinde geçerlidir. Devletin, merkezi ve yerel yönetim düzeylerinde, birlikte tüketim alanındanözelleştirme ve benzeri politikalarla çekilirken, yine gelişmiş ülkelerdekine benzer biçimde,sermaye merkezli politikalara yöneldiği gözlenmektedir. Sermaye birikim süreçlerini uzunsüre belirleyen gelişmeci ideoloji ve stratejilerin sona ermesi, daha önce birinci çevrimeyönlendirilen kaynakların ikinci çevrimlere aktarılmasına da olanak sağlamıştır. Kamusektörünün elinde biriken kaynaklar özellikle daha önceki dönemde ihmal edilmiş  bulunankentsel altyapısının iyileştirmesine yönelik yatırımlara yönlendirilmiştir.

    Ancak hemen belirtmek gerekir ki, bu ülkelerde yaşanan dönüşüm kendi içseldinamiklerinden çok, Dünya Bankası ve benzeri uluslararası kuruluşların dayatmalarındankaynaklanmaktadır. Bu nedenle de, ortaya çıkan çelişkiler gelişmiş  ülkelerlekarşılaştırıldığında çok daha derindir. Hali hazırda yetersiz olan birlikte tüketimin daha dageri plana itilmesi, bu ülkelerde özellikle bu tür hizmetlerden yararlanan kent yoksullarınındurumunu daha da kötüleştirmiştir (Roberts 1995). Sermayeye yönelik kentsel politikalar ise,endüstriyel büyümeyi hedefleyen sermayenin sınırlılığı nedeniyle batıdakine benzer bir yerelyarışmacılık yerine zaten mevcut olan rant merkezli bir kentsel gelişme anlayışınıgüçlendirmiştir.

    Yerel devlet sermayeyi desteklemeye yönelik politikalara yönelirken, kent yönetimi anlayışıda önemli bir değişime uğramaktadır. Mevcut yazın bu değişimi yönetimden yönetişime geçiş 

    olarak adlandırmaktadır (Harvey 1989). Bu değişimin gerisinde kent yönetiminin artıkdevletin ötesinde bir boyut kazandığı vurgusu vardır. Devlet merkezli birikim stratejileriningeçerliliğini yitirmesinin, sermaye ve yerel toplulukları içeren biçimde, çok aktörlü biryönetim yapısına yol açtığı öne sürülmektedir. Bu anlayışa göre, kentlerin kendilerinipazarlamaları geniş katılımlı bir yönetsel yapı ve süreci de gerektirmektedir. Geçmişte olduğugibi devlet kurumlarının bu tür bir sorumluluğu tek başlarına yerine getirmeleri mümkündeğildir. Yerel aktörlerin desteğini almayan bir yönetim anlayışının kenti temsil edebilmesimümkün görülmemektedir. Bu tür bir yönelimin yerel devlet açısından en önemli sonucu,yönetim olgusunun kurumsal yapısının geçmişteki belirgin çizgilerle tanımlanmışlığınıyitirmesidir. Kamu ile özel arasındaki ayrışımın büyük ölçüde çöktüğü bir dönemde,yönetimin kurumsal yapısı da belirginliğini yitirmekte, kurumsal sınırları daha az belirgin

    yönetişim yapıları ortaya çıkmaktadır. Böylece kent yönetimi bir yandan daha geniş bir içerik

    285

  • 8/19/2019 24.Kapıṫalıṡt Kentleşme Dıṅamık̇lerı,̇ Küreselleşme Ve Türkıẏe Kentlerı ̇

    8/12

    kazanıp, devlet örgütlenmesinin dışına taşarken, bir yandan da enformel ve esnek bir yapıkazanmaktadır.

    Kuşkusuz bu tür bir yeni yapılanma geçmiştekinden oldukça farklı bir yönetim felsefesinitemsil etmektedir. Kuramsal düzeyde varsayılan devlet, kapitalist girişimciler ve yerel

    topluluklar etrafında oluşan bir ittifak ve bu temelde oluşacak bir çoğulculuktur. Ancakyönetişim örneklerinin birçoğunda ortaya çıkan durum bu varsayımın gerçekçi olmadığıyönündedir. Kamu-özel işbirliği kavramının varsaydığı güç birliği devlet ve girişimcilerarasında yaygın biçimde gerçekleşmektedir. Birçok durumda yerel toplulukların bu türkoalisyonlar içinde temsil edilmesi ya gerçekleşmemekte ya da sembolik düzeydekalmaktadır.

    Bu çerçevede temsiliyet kanalları ve biçimleri hızlı bir değişime uğramaktadır. Kısaca ifadeetmek gerekirse, yerel yönetişim yapıları daha çok örgütlü çıkarların temsiliyetine duyarlı birkurguya sahiptir. İşveren dernekleri ve odaları ve benzeri türden örgütlenmeler çoğu durumdayönetişim yapılarının meşru üyeleri haline gelmektedir. Aynı tür bir temsiliyet biçimi yerel

    topluluklar içinde geçerlidir. Yönetişim yapılarına çoğunlukla örgütlü gruplarulaşabilmektedirler. Diğer bir anlatımla, yeni yapılanma bireysel bir katılımdan çok, yereldüzeyde korporatist bir temsiliyet yapısını öngörmektedir. Bu tür bir oluşumun en çarpıcıolumsuz özelliği örgütsüz grupları tamamıyla dışlayıcı olmasıdır.

    Yerel yönetim yapılarındaki ve temsiliyet kanallarındaki değişim azgelişmiş ülkelerin kentleridikkate alındığında daha az çarpıcıdır. Çünkü yukarıda da değindiğimiz gibi, bu ülkelerdekentsel süreçlerin belirlenmesinde yerel topluluklar büyük ölçüde kendi sorunlarını çözerken,kurumsal olarak tanımlanmamış olsa da yönetim yapılarının bir parçası haline çok öncedengelmişlerdi. Bu nedenle, günümüzde gelişmiş ülkelerde yaygın hale gelen yönetişim anlayışıve modellerinin prototipleri çok daha önce azgelişmiş  ülkelerde ortaya çıkmıştı. (Yerel)devletin etrafında gelişen patronaj ilişkileri ve bu çerçevede yerel toplulukları saran siyasalağlar, ne derece demokratik oldukları tartışmalı olsa da, kamu-özel işbirliğinin ve de yereltoplulukların katılımının özgün bir ifadesi olmuştur.

    Bununla birlikte yeni yapılanmanın bu ülkelerdeki katılım kanalları açısından daha olumlu birdurum yarattığını söyleyebilmek zordur. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, kentsel süreçlerekatılım bu ülkelerde çoğulcu bir nitelikten çok patronaj ilişkilerine dayanmaktadır. Yenieğilimler ise bu durumu ortadan kaldırmak ya da zayıflatmaktan çok daha dinamik bir halegetirmiş, söz konusu ağlara yeni ve daha güçlü aktörlerin eklemlenmesine yol açmıştır. Dahada önemlisi, yönetişim anlayışı bu tür yapılanmalara meşruiyet kazandırmaya başlamıştır114.

    Özetlemek gerekirse, 1980 sonrası dönem hem gelişmiş  ülkelerde hem de azgelişmiş ülkelerde, kentlerin hızlı dönüşüme şahit olmuştur. Bu dönüşümün en önemli özelliği emeğinyeniden üretiminin önceliğini yitirmesi, buna karşın sermayenin desteklenmesine yönelikpolitikaların ön plana çıkması olmuştur. Bu süreç içinde kentlerin yönetimi de sınırları belliolan yerel devletin sorumluluğunun dışına taşarak, sermayenin de içinde aktif biçimde yeraldığı koalisyonların sorumluluğuna girmeye başlamıştır (Şengül 2001). Bununla birlikte,

    114 Kentlerin sermaye birikimi açısından önemli hale gelişi ve bu sürece eşlik eden neo-liberal söylemleeklemelendiğinde ise bu tür koalisyonlar geçmiştekinden çok daha yoğun biçimde kenti rant elde etmenin meşruaracı olarak kullanmaya başlamışlardır. 

    286

  • 8/19/2019 24.Kapıṫalıṡt Kentleşme Dıṅamık̇lerı,̇ Küreselleşme Ve Türkıẏe Kentlerı ̇

    9/12

    tersi yöndeki bir söylemin varlığına karşın, kentlerde yerel toplulukların temsiliyeti sınırlıkalmış, bunun gerçekleştiği durumda ise, katılımın çerçevesi, daha yaşanılır kentleryaratmaktan çok, daha fazla rant elde etme kaygıları tarafından belirlenmiştir.

    Hemen belirtmek gerekir ki, sermayenin kentlere olan ilgisindeki artış kentlerin yapılanmasını

    ve bu çerçevede oluşan ilişkileri dramatik bir biçimde değiştirmeye başlamıştır. Bu değişiminen çarpıcı boyutu kentsel kutuplaşmanın daha önce görülmedik düzeylere ulaşmasıdır.Sermaye kendi mantığına uygun bir biçimde kentleri dönüştürürken, kentsel çelişkileri dederinleştirmeye başlamıştır. Gerek gelişmiş  ülkelerde gerekse de azgelişmiş  ülkelerdekentlerde ortaya çıkan sınıfsal farklılaşmalar, Engels’in 1900’lerin sonlarına doğruManchaster kenti için çizdiği tabloya önemli benzerlikler göstermektedir.

    Bu benzerliğin en çarpıcı boyutu kentin sınıfsal düzlemde ayrışması ve kutuplaşmasıdır. Üstve orta gelir grupları kentlerin içinde ve dışında kendi yaşam biçimine uygun mekânlaryaratmaya yönelip, kendisini kentin çalışan sınıflarından soyutlarken, emekçilerin yaşadığıalanlarda hem sosyal hem de mekânsal anlamda yoksullaşma sürecini derin biçimde

    yaşamaya başlamıştır. Diğer bir anlatımla, kentler, birbirinden hem sosyal hem de mekânsalanlamda kopmuş, zengin ve yoksul gettolarının yoğunlamasına sahne olmaya başlamıştır.

    Bu tür bir gettolaşma sürecinde en belirleyici öğelerinden birisi üst gelir gruplarının dahaönce yaşamayı tercih ettikleri kentin merkezi alanlarını terk ederek, kentin dış  çeperlerineyönelmeleri olmuştur. 1990’lı yıllar kentlerin dışında oluşan korunaklı zengin konutsitelerinin oluşumuna şahit olurken, bu gelişmeye paralel bir başka gelişmede, kentmerkezlerinin içinin boşaltılması olmuştur. Daha önceki dönemlerde belli bir sınıfsal ayrışmaçerçevesinde de olsa, kentin ticari ve idari merkezlerinin kent içinde yerleşmesi, konutdüzeyindeki farklılaşmalara rağmen, kentleri bir arada tutma işlevini yerine getirmiştir.Alışveriş  merkezleri ve diğer kent merkezi işlevleri giderek artan biçimde, kentlerinmerkezlerini terk ederek, kentin dışında alanlara yönelmişler, çoğu durumda yeni merkezodakları, aynı süreç içinde kentin dışında oluşan konut alanları içinde ya da etrafındayerleşmeye başlamıştır.

    Kentlerin varsılları kentleri terk edip içini boşaltırken, mevcut kent dokuları içinde kalan ikikesimden söz edilebilir. Bunlardan birincisi gecekondu alanlarında yaşayan emekçikesimlerdir. İkinci kesim ise, son dönemde yaşanan dönüşümden görece dışlanan gelenekselorta sınıftır. Bu kesimler içinde de son dönemde dikkate değer bir yoksullaşma süreciyaşanmaya başlanmış, daha önceki dönemden farklı olarak, kent yoksulluğu gecekondulularlaözdeşleşen bir olgu olmaktan çıkıp, bu kesimlerin yaşadığı apartman alanlarını da içeren bir

    nitelik kazanmıştır. Diğer bir anlatımla, ilk dönemin gecekondulu apartmanlı ikililiği giderekanlamını yitirmiş, yeni ikililik daha çok kentin mevcut dokusunda yaşayanlarla kentleri terkeden yeni orta-üst sınıf arasındaki bir çelişkiye doğru evrilmeye başlamıştır. Buraya kadaryaptığımız değerlendirme, Türkiye için olduğu kadar, Latin Amerika’nın azgelişmiş ülkelerinin kentleri de betimleyen bir nitelik taşımaktadır. Sonuç bölümünde, Türkiye’nin sondönemde yaşadığı krizin etkilerini de göz önüne alarak, kentlerin ve kentlerde ortaya çıkantoplumsal/siyasal krizin sonuçları üzerine bazı spekülatif değerlendirmeler yaparak yazıyısonlandıracağız.

    287

  • 8/19/2019 24.Kapıṫalıṡt Kentleşme Dıṅamık̇lerı,̇ Küreselleşme Ve Türkıẏe Kentlerı ̇

    10/12

    SONUÇ: KENTSEL BİR KRİZE DOĞRU

    Yukarıda 1980 sonrası değişen ekonomik ve siyasal süreçlerin neo-liberal politikalarçerçevesinde kentlerde de önemli dönüşümlere, bu çerçevede de dikkate değer birkutuplaşmaya yol açtığını vurguladık. Bununla birlikte, en azından son bir kaç yıla kadar,

    ortaya çıkan bu durumun siyasal bir krize dönüşmediğini söyleyebiliriz. Ancak, halen içindeyaşadığımız krizin kentlerde yaşanan bu çelişkili durumu bir kırılma noktasına taşıdığınısöyleyebiliriz. Sözünü ettiğimiz kutuplaşma, bir yanda kentlerde yeni varsıllar olarakniteleyebileceğimiz bir kesimin varlığı ile tanımlanırken, diğer yanda giderek artan vegeleneksel orta sınıfı da içine çeken bir yoksullaşmaya da işaret etmektedir. Son kriz ve bukutuplaşmayı daha da uç noktalara itmiştir. İşten çıkartmalar, ücret düzeylerindeki düşüş,işyeri kapanmaları, eğitim, sağlık ve benzeri alanlarda devlet tarafından sağlanan ve dolaylıücret anlamına gelen hizmet sunumlarından yapılan kesintiler çalışan sınıfların yaşamını dahaönceki dönemlerle karşılaştırılamayacak oranda olumsuz olarak etkilemeye başlamıştır.

    Bu duruma paralel bir başka olumsuzluk kırda yaşanan krizden kaynaklanmaktadır. Son

    yıllarda tarımsal üretimi caydırıcı İMF ve Dünya Bankası güdümlü politikalar, kırda dayoksullaşma sürecini hızlandırmıştır. Bu tür bir gelişmenin sonuçları kuşkusuz kentlerdekendisini gösterecektir. Kırda tutunamayan nüfusun özellikle büyük kentlere yönelmesi büyükolasılıktır. Bu tür bir göç dalgasının hâlihazırda işsizlik ve yoksullaşma sürecinin derinleştiğikentleri daha da büyük bir krize itmesi kaçınılmazdır. Mevcut işsizler ve yoksullar yığınınakırdan kaynaklanan büyük ölçekli katılımlar kentlerdeki kutuplaşmayı daha da uç noktalaraitip, kent sorununu siyasal huzursuzlukların ve mücadelenin merkezine yerleştirmesi oldukçaolasıdır.

    Diğer bir anlatımla, özellikle büyük kentlerin yakın gelecekte birer saatli bombayadönüşeceklerini öngörmek yanlış  olmayacaktır. Bununla birlikte, yoksulluğun veeşitsizliklerin kendiliğinden siyasal bir mücadeleye ve radikal dönüşümlere yol açmayacağınıgeçmişteki deneyimlerden biliyoruz. Bu noktada, en önemli belirleyicilerden birisi, ortayaçıkacak siyasal hoşnutsuzluklara liderlik sağlayabilecek bir oluşumun etkili biçimde bu süreceağırlığını koyabilmesidir. Geçmişte yaşanan kentsel krizlerle ve hoşnutsuzluklarlakarşılaştırıldığında, içinde bulunduğumuz dönemin iki açıdan önemli farklılık taşıdığınısöyleyebiliriz. Birincisi, siyasal sistem, içinde bulunduğumuz dönemde, İkinci Dünya Savaşısonrasında ortaya çıkan ikililikler ve yoksulaşma süreçleri karşısında geliştirdiği tamponmekanizmalara benzer mekanizmalar geliştirebilme yetisini kaybetmiş  görünmektedir. Bunedenle, çalışan kesimleri ve kentin yeni yoksullarını sistemle bütünleştirme geçmişteolduğundan çok daha güç hale gelmiştir. İkincisi, orta sınıfın geleneksel kesimleri,

    geçmiştekinden farklı olarak, yoksullaşma ve proleterleşme sürecinin içine çekilmeyebaşlamıştır. Biliyoruz ki orta sınıflar, diğer kesimlere göre daha kolay örgütlenebilme yetisineve olanaklarına sahiptir. Son dönemde memur sendikalarının ortaya çıkışı bu durumun en iyiörneklerinden birisidir.

    Ancak bu gelişmelerin siyasal önderlik sorununu çözdüğünü söyleyebilmek mümkün değildir.Çalışan sınıfların perspektifinden bakan bir liderliğin sağlanmaması durumunda, iki türgelişme olası görünmektedir. Birincisi, siyasal islamın önderlik ettiği bir tepkininörgütlenmesidir. Bu tür bir altyapının kentlerde var olduğu bilinen bir gerçektir. İkinci olasıbir gelişme ise, Arjantin örneğinde olduğu gibi, orta sınıfların ve kent yoksullarınınkendiliğindence ve anlık tepkileridir. Bu tür bir tepki biçimininse ilerici bir çözümden çok

    kaos ortamını yaratan gelişmeleri birlikte getirdiği açıktır. Önümüzdeki dönemin bütün bu

    288

  • 8/19/2019 24.Kapıṫalıṡt Kentleşme Dıṅamık̇lerı,̇ Küreselleşme Ve Türkıẏe Kentlerı ̇

    11/12

    olumsuz koşullara ve olasılıklara karşın, çalışan sınıflar açısından önemli potansiyelleri içindebarındırdığını ve bu çerçevede de çalışan sınıfları merkezine alan bir siyasal örgütlenme içinverimli bir zemin oluşturduğunu öne sürebiliriz. Ancak, bu tür bir önderliğe soyunan güçlerinkentlerin sınıf mücadelesi açısından taşıdığı bu potansiyelleri iyi analiz etmeleri ve bu yöndeaçılımlar sağlayabilmeleri söz konusu önderliğin hegemonyasının kurulabilmesi açısından bir

    ön şarttır.

    KAYNAKÇA

    Castells, M. (1977) Urban Question. Londra: ArnoldHarvey, D. (1973) Social Justice and the City. Londra: ArnoldHarvey, D. (1985) Urbanisation of Capital. Baltimore: John Hopkins University PressHarvey. D. (1989) ‘From Managerialism to Urban Entrepreneurialism: the transformation ofurban governance’. Geografisker Annaler  71B, 3-17

    Lefebvre, H. (1991): The Production of Space. Oxford: Blackwell.Logan, J. ve Molotch, H. L. (1987):  Urban Fortunes: The Political Economy of thePlace.Kaliforniya: California University Press.Roberts, B. (1995) The Making of Citizens: cities of peasants revisited. Londra: Arnold.Sassen, S. (1991) The Global City: New York, London, Tokyo. Princeton University Press:Princeton NJ.Şengül, H. T. (2001) Kentsel Çeli şki ve Siyaset: Kapitalist Kentle şme Süreçleri ÜzerineYazılar . İstanbul: WALD Yayınları

    289

  • 8/19/2019 24.Kapıṫalıṡt Kentleşme Dıṅamık̇lerı,̇ Küreselleşme Ve Türkıẏe Kentlerı ̇

    12/12

    290