123€¦ · Kalb-i 06 Göklere 30 Selîm ... oralardaki endüstriyel oluşumlar ve kültürün...
Transcript of 123€¦ · Kalb-i 06 Göklere 30 Selîm ... oralardaki endüstriyel oluşumlar ve kültürün...
Kalb-iSelîm3006 Göklere
Uzanan Şehir
123
Dergisi Hediyesi...
O C A K 2 0 1 1Fiyat : 7 TLAYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ
Başyazı Sebahaddin ATEŞ
DAĞLARI AŞAN DUYGULARİnsanın hayat tecrübesinin artması biraz da seyahatle alakalıdır. Gezip gördüğümüz ülkeler, şe-
hirler, oralardaki endüstriyel oluşumlar ve kültürün tanınmasıyla yeni bilgiler elde edilir, görgü tecrübemiz zenginleşir.
Bir de şehirleri insan hafızasına kazıyan tabi güzellikler, manevî özelikler vardır. İşte bu sayı-mız da anlatılan Ağrı Dağı aynı zamanda bir şehrin sembolü olmuştur. Bundan birkaç yıl önce Va-kıf Başkanımızla birlikte Doğu Anadolu ve Karadeniz Bölgesine bir kültür gezisi düzenlenmişti. O zaman Ağrı Dağı’nı görme heyecanıyla gidildiğinde, bulutların bir tül perde gibi önünü kapattığını gördük. İkindi vakti yakındı, Vakıf Başkanımız, “İkindi namazını kılalım, inşallah yüzünü bize gös-terir” buyurdu. Namazlarımızı ifa ettikten sonra bulutların açılarak azametli Ağrı Dağı’nın ihtişa-mını iştiyakla seyrettik. Cenab-ı Allah’ın büyüklüğünü, her şeye kudretinin yettiğini, dağları sabit bir düzen ve denge içerisinde yarattığını bir kez daha yakinen Ağrı Dağı’nın yüzünde izledik. Her varlık kendi dilince Mevlâ’yı zikreder, Hakk’ın birliğine şehadet eder. Kendi lisanınca hakikati an-latır, şu beyitte dillendirildiği gibi:
Cûşa gelir dağ ile taş feryâd eder vakt-i seher / Her nesneyi kaplar telâş feryâd eder vakt-i seher
Dağlar aynı zamanda sevgiyle örülmüş şiirlerde, aşılması gereken merhaleler olarak önümüze çıkar. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.) Dîvân’ında şöyle buyurur:
Ey hûblar şâhı sen eylesen fermân / Cânımı yoluna eylesem kurbân / Gönlüm ârzûsu bu dildeki efgân / Dağları aşasım geldi sevdiğim / Sana kavuşasım geldi sevdiğim
Sevgiliye kavuşma arzusuyla canını feda edercesine dağları aşmanın bir sevgi nişanesi olduğu-nu görürüz. Ferhat da Şirin için dağları yarmadı mı?
Deldirir dağları Şîrîn leb ile Ferhâd’a / Aklı Mecnûn olânın kâkül-i Leylâ’da kalır
beytinde Mecnun gibi, Ferhat gibi sevenlerin aklının, fi krinin sevilende olduğunu, onun için dağların delindiği bir kez daha beyan edilir.
Şehirlerin dağları, tarihî yapıları elbette insanların dikkatini çeker. Ancak manevî merkezleri, camileri, medreseleri ve türbeleri de o şehrin manevî tapularıdır. Onun için de büyüklerimiz, hangi şehre gidileceğine dair izin talep edildiğinde sevenlerine o ildeki maneviyat erenlerinin veya tarihî mekânların ziyaret edilmesini tavsiye etmişlerdir.
Dergimizin bundan sonraki sayılarında değişik şehirlere yolumuz düşecek. Şehirlerimizi tari-hiyle, kültürüyle, manevî özellikleriyle dolaşmaya, tanımaya, tanıtmaya yardımcı olacağız.
Increasing the life experience is related with travelling to some extent. We have more knowledge
and become more experienced by means of the countries, cities we visit, and by learning the culture
and the industrial developments there.
In addition, there are natural beauties and spiritual features that make the cities unforgettable for
the visitors. Here, Ağrı Mountain we focus on in this issue has become a symbol of a city.
The mountains and the historical places of the cities precisely attract people. However, the spritual
places, mosques, madrassas and tombs are like the moral deedsof the cities. Therefore, when it is as-
ked for permission to visit a city, the historical places and the places of moral leaders in the city are es-
pecially suggested to visit.
EMOTIONS BEYOND THE MOUNTAINS
SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır
KurucusuA. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
YIL: 17 SAYI: 123 Ocak 2011 Basım Tarihi: 01 Ocak 2011
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın YönetmeniSebahaddin ATEŞ
Yazı İşleri MüdürüHulûsi YAYLA
Yayın Editörü Musa TEKTAŞ
Kapak İshak Paşa Sarayı / Ağrı
Yapım ARTWORKS
www.artworks-tr.com
Genel Sanat Yönetmeni İlhan SOYLU
Sanat Yönetmeni Volkan ZORBA
TashihAli YILMAZ - Vedat Ali TOK - Yusuf HALICI
ArşivMuharrem AKIN
Abone Bekir CANPOLAT
ReklamZiya TOKSÖZLÜ
Basım-Yayım-Dağıtım-PazarlamaVİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79www.somuncubaba.net - [email protected]
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım
CTP - Kalıp Çıkış Bizim Repro: (312) 341 10 20
Baskı & ÜretimKozan Ofset
Büyük Sanayi 1. Cadde Arpacıoğlu 2 İşhanı 95/11 İskitler / ANKARA Tel: (312) 384 20 03
Tek Sayı : 7 TL - Kurum Abone : 120 TL1 Yıllık (12 Sayı) Abone : 70 TL
Avrupa 1 Yıllık Abone : 72 EUROAvrupa Tek Sayı Fiyat : 6 EURO
Avrupa Harici Yurtdışı Abone : 102 USDPosta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111
Gönderilerin abone adına yatırılması gerekmektedir.
İBADETLERDE SAMİMİYET
Abdullah KAHRAMAN
Özellikle ibadetlerde samimiyetin emredilmesi, ibadetlerin dini ayakta tutma ve dindarlık zihniyetini oluşturma konusundaki öneminden kaynaklanmaktadır.
44
GÖKLERE UZANAN ŞEHİR AĞRI - Meryem Aybike SİNAN (06)
BİR ÖZGE CAN OLMAK - Abdülmecit İSLAMOĞLU (10)
El-AZÎM - Ramazan ALTINTAŞ (16)
İNSAN KALİTESİ VE ŞEHİR - Muhsin İlyas SUBAŞI (26)
KALB-İ SELÎM - Musa TEKTAŞ (30)
AİLEDE MERHAMET - Mehmet Zeki AYDIN (34)
ŞEHİR DÜĞÜMLEDİ BİZİ - Vedat Ali TOK (39)
HEP SENİ ARIYORUM - Bekir OĞUZBAŞARAN (47)
‘ÖZ’LEMEK - Recep AYIK (48)
ŞEFAAT - Mehmet DERE (50)
GÖNDER - Şeref TAŞLIOVA (53)
ÇIRAĞAN VE FERİYE SARAYLARI - Resul KESENCELİ (54)
KİBİRLİ - M. Doğan KARACOŞKUN (58)
ADANA 0 322 457 66 54ALANYA 0 242 518 26 18AMASYA 0 533 681 33 82ANKARA 0 312 324 40 75 ANTALYA 0 530 328 82 86BARTIN 0 378 227 30 64BOLU 0 374 217 42 02BURSA 0 532 766 92 56ÇAYCUMA 0 372 615 19 21ELBİSTAN 0 344 415 01 88G.ANTEP 0 342 321 43 34GEREDE 0 530 512 33 10GÖLCÜK 0 216 344 45 30 İSKENDERUN 0 326 615 73 56İSTANBUL 0 216 472 08 92
İZMİR 0 232 435 90 91K.MARAŞ 0 544 690 45 67KARABÜK 0 542 240 67 63KAYSERİ 0 352 336 03 29KONYA 0 332 233 38 74MALATYA 0 533 331 88 13MERSİN 0 324 336 31 09OSMANİYE 0 328 846 21 39SAKARYA 0 264 339 23 65SAMSUN 0 362 238 79 79SİVAS 0 346 222 08 46TOKAT 0 356 212 24 63TURHAL 0 356 275 86 00TÜRKELİ 0 368 671 24 50ZONGULDAK 0 372 253 24 74
TEVHİDE KARŞIŞİRK
12 Ali AKPINAR
Şirk, bir kısım şeyleri, kimseleri Yüce Allah’a ortak koşma, O’nun konumuna çıkarma, O’na ait sıfatları onlara vermektir. İnsanlık tarihi boyunca çok çeşitli şekillerde kendini göstermiştir şirk.
KENDİNE DÜŞMAN İNSAN
40
TÜRKÜ SÖYLEYEN ŞEHİRLER
HAYAT ALAN TOZLAR
Cemil GÜLSEREN
Haklarında şehrengiz oluşturulan şehirler ise daha çok eski medeniyet merkezleri olan İstanbul, Edirne, Bursa gibi yerleşim alanlarıdır.
Mustafa BECİT
Kadının tozlarla mücadelesi güneşin kırık pencereden girmesiyle başlar ve uzun bir mücadelenin ardından biterdi. Ancak biten toz olmaz, kadının enerjisi olurdu.
66 80
KAF DAĞI DÜLDÜL - Yunus GÜLDEMİR (61)
HİCÂZ NOTLARI / II - Fatih ERKOÇOĞLU (62)
AMR B. EL-ÂS - Bünyamin ERUL (70)
KIRK HADİS (71)
NE ZAMAN MUTLU OLURUZ - M. Emin KARABACAK (72)
ESKİDENDİ - Olcay YAZICI (75)
AĞRI EVLİYALARI - Yusuf HALICI (76)
SENİ SEVDİM TÜRKİYE’M - M. NİHAT MALKOÇ (79)
ÂHIM BENİM - Mehmet SERTPOLAT (83)
KURU MEYVE - Akın DİNDAR (84)
ÜZÜM ÇEKİRDEĞİ - Şifalı Bitkiler (86)
PİTİ - EKMEK AŞI - Mesude SARI (87)
Enbiya YILDIRIM
Başkasının başarısını hazmedemeyen bir insanın, kendisi dışındakilerin başlarına gelen sorunlardan ne kadar lezzet alacağı âşikârdır.
20
TASAVVUF EHLİ VEKUR’ÂN
Kadir ÖZKÖSE
Tasavvufun başlangıcı Hz. Peygambere kadar uzanmakta olup ilhamını, Kur’ân’da bildirilen Allah kelâmından alır.
Ocak 20114
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Kırkdokuzuncu Hutbe
Şeyh Hâmid-i Veli Minberinden
Hutbeler
55
Cemâat-i Müslimîn!
Müslüman kardeşlerim “Ve’l-
mü’minûne ve’l-mü’minât...”
nazm-ı kerîmi gösteriyor ki, bi’l-
umûm müminlerin arasında di-
nen pek kuvvetli, pek ulvî bir
velâyet, bir muzaheret mevcuttur.
Fi’l-hakîka, müminler birbiri-
nin dostu, dinen kardeşidir. Ara-
larındaki din râbıtası her şeyden
daha kuvvetlidir. Cihanın şark ve
garbında bulunan ve muhtelif ırk-
lara, unsurlara ayrılan beşer, ehl-i
İslâm arasında bugün bir din kar-
deşliği vardır ki, bu râbıta onların
nazarında her şeyden daha kıy-
metlidir.
Din kardeşliği, neseben olan
kardeşlikten daha yüksektir.
Bir insan, din kardeşini samîmî
bir halde sever. Fakat kendisiy-
le hem din, hem ahlâk bağı bu-
lunmayan ve neseben kardeşine,
evlâdına karşı bir husumet hisse-
der. Ve çok kere onların ademini
vücûduna tercîh eyler.
İşte uhuvvet-i diniyyenin
kemâli! Hâsılı uhuvvet-i diniy-
ye pek büyüktür. Buna riâyet
eden kimseler arasında adâvet,
bürûdet, huşûnet, gıybet, ha-
sed, iftirâ gibi fena haller bulun-
maz. Hakiki bir müminin kalbi,
bu gibi süfl î hissiyâta bir menba
olamaz. Artık birbirinin din kar-
deşi olan Müslümanlar için ya-
kışır mı ki aralarında, muhâsede
ve münâkaşa cereyân etsin! Bi-
ribirinden müddedlerce dargın
bir halde bulunsun! Yekdiğeri-
nin saâdetine felâketine ortak
olmasınlar! Evliyâ-i kirâmdan
meşâhir-i İslâmiyyeden birisi di-
yor ki: “İşittim ki: Allâh yolunun
erleri düşmanların bile gönülleri-
ni sıkmamışlar. Sana bu makâm
nasıl nasip olur ki? Sen dostlar ile
de cenk ve cidalde bulunur durur-
sun.”
Hâsılı Müslümanların arasın-
daki velâyet, uhuvvet pek kıymet-
lidir, bunu ihlâl edecek hallere
asla meydan vermemeli.
Müminler yekdiğeri hakkın-
da, son derece hayırhâh bulu-
nurlar. Allâhu Teâlâ hazretle-
ri, müminlerin evsâfı sırasında;
“Müminler birbirine ma’rûf ile
emreder. Yekdiğerini münker-
den nehye çalışırlar.” buyuruyor.
Yani müminler, biribirne ma’rûf
ile emr eder; yekdiğerini mün-
kerden nehye çalışır. Emr-i bi’l-
ma’rûf, nehy-i ani’l-münker ise
hayırhâhlık alâmetidir. Diğer en-
dişelik nişânesidir. Bir insan baş-
kasının iyiliğini istemezse, ona
iyiliği tavsiye eder mi? Onu fena-
lıktan men’e çalışır mı?
Hayfâ ki, bazı kimseler, bu
vazîfenin ehemmiyetini takdîr
edemezler. Böyle bir vazîfenin
îfâsını kendi hürriyetlerine bir
tecâvüz mahiyetinde telâkki et-
mek isterler. Ne yanlış telakki!
Bir zât bir şahsa usûlü dai-
resinde selâmet ve saâdet yol-
larını gösterirse, ona fenalık mı
etmiş olur? Bir zât, bir kimse-
yi içine düşmek üzere bulun-
duğu bir kuyunun kenarından
men’e çalışırsa onun hürriyeti-
ne tecâvüz mü etmiş olur?
Farz ediniz ki, bir kimse-
nin hırkası altında bir akrep
var; hemen hemen kendisini
sokup zehirleyecek. Şu tehli-
keyi karşıdan bir zât görüyor.
Derhal vâkî hâli haber veriyor.
Şimdi o kimse bu dostâne ih-
tardan memnun olmalı değil
mi? Bunu hoş görmezse kendi
hayâtına kast etmiş olmaz mı?
Halbûki insanların irtikâb et-
tiği ma’siyetler, şu maddî ak-
replerden daha tehlikelidir.
Zira bu muzur haşerât insanın
nihâyet maddî hayâtına tesir
eder. İrtikâb edilen ma’siyetler
ise insanın mânevî hayâtına te-
sir eyler. İnsanı ebedî saâdetten
mahrûm bırakır. Artık in-
san bu husûstaki tenbihât ve
ihtârâttan nasıl olur da mem-
nun olmaz? Allâhu Teâlâ haz-
retleri cümlemizi İslâmiyetin
ebedî feyzinden bi-hakkın müs-
tefi d buyursun. (Âmîn)
Ocak 20116
Şehir GüzellemesiMeryem Aybike SİNAN
GÖKLERE UZANAN ŞEHİR
AĞRI“Neyi arıyorum, kimi soruyorum bilmiyorum, zira öyle çok olaya tanıklık
ettin ki, öyle çok şey gördün ki hangi birini sorayım Ağrı? Ararat diyenlere
inat sen başı dumanlı, zirvesi yüksek heybetli Ağrı’sın! Sen bizimdin,
bizim olarak kalacaksın. Sınırlarımızı sana emanet ettik Ağrı…”
7
Güneşin üzerinden
ellerini çekme-
diği şehir Ağrı...
Ruhunu göklere, kalbini tari-
hin gizli sandukalarında sak-
layan, ellerini sınır boylarında
Hakk’a açan şehir Ağrı… Göğ-
sünü ve ruhunu Allah’a teslim
eden şehir… Uzak iklimlerin,
el değmemiş çiçekleri sendedir.
Rüzgârların en ferahlatıcısı, en
can alıcı fısıltıları senin bağrın-
da yâre ulaşıyor.
Ağrı Bir Şehir midir, Yoksa Bir Dağ mı?
Yoksa yüreğimin başkentin-
de kopan tufan mıydı? Nuh ız-
dırabının ve merhametinin zir-
ve yaptığı, çağların uyumaya
çekildiği, suların yükseğe çeki-
lip bütün mevcudatı içmeye ko-
yulduğu zamanların yokluğun
ve varlığın sergüzeştini şiirleş-
tirdiği şehir sen misin Ağrı?
Bütün sözlerimin burcunda
sen varsın şimdi. Uzak iklim-
lerin, masalımsı hatıralarım,
düne ait bütün hikâyelerimin
içindesin. Bin türlü efsanenin
içindeki gizemin peşine düş-
müş gelmişim, eteklerine tu-
tunmuşum.
Zirve yüksek, zirve zor, zir-
ve üşütür. Bütün dillere destan
olan, dağ dağ kelimelere yığılır-
sın her daim. Güneşin üzerin-
den atladığı onca dağın ardın-
dan sana uğramaya korktuğu
şafak vaktine yemin olsun, be-
nim yüreğim senin zirvene yer-
leşmeye yürüyor.
Ebu’l-Hasan el-Harakanî
Hazretleri ile yürüsem
Doğubayazıt’a varsam diyo-
rum. Soğuk rüzgârlar değme-
se düşlerime, acıtmasa hatı-
ralar yüreğimi. Ahmet-i Hâni
ile el-Harakanî bağdaş kurup
otursalar bir Selçuklu Camisi-
ne. Sonra zaman sussa, dervi-
şane sözler konuşsa, gönül cûşa
gelse, tefekkür şaha kalksa ne
olur!
Dualar dağın zirvelerini
aşsa ve değse yedi kat sema-
ya. Dualarım ellerimden tut-
sa beni götürse bir seher vakti
tan ağarmadan, serin meltem-
ler esmeden dost ülkesine. Ben
de dost meclisine vasıl olsam.
Ben böylesine sana gelmi-
şim Ağrı.
Şimdi bağrındaki çılgın ve
azgın rüzgârları sustur ve ses
ver bana!
Nuh Peygamber, sana ka-
vuştuğu andan beri başın ha-
valarda Ağrı! Ülkenin serhat
boylarında göğsünü gere gere
durduğun yerde bütün Anadolu
coğrafyasını gözler gibisin.
Çocukluğumun akça ve
pakça yıllarında bütün ma-
sallarımın içindeydin. Kimi
zaman Şahmeranlar çe-
virirdi yollarını, kimi za-
man perilerin uğrak yeriy-
din. Bütün Mecnunların ve
Leylaların sırlı sevdası sen-
de saklıydı. Aşk sendin, sev-
da sendin, bütün ayrılık-
lar, acısını senin omuzlarına
yüklerdi. Sen omuzlardın kı-
rık aşk hikâyelerinin ağırlığı-
nı. Sonra sır olup kaybolurdu
sevdalar, kaf dağına çekilirdi
bütün hayaller. Yoksa o Kaf
dağı sen misin?
“Ağrı dağından uçtum/ça-
yır çimene düştüm” türkü-
sünü yüreğime düşürdüğüm
gün böylesine ihtişamın ol-
duğunu düşünmemişti minik
aklım. Burhan Çaçan ne güzel
söylerdi bu türküyü, ne güzel
seni anlatırdı evladın. Sonra
anladık ki bütün türkülerin
yedi düvele sır olmuş!
Duman duman olmuş ba-
şınla pek gamlısın Ağrı! Se-
nin eteklerinden tutmak ve
ellerine asılmak sonra bağrı-
mı haşin rüzgârlarına vermek
muradım. Yitip gitmek Doğu-
bayazıt ovasında...
Ocak 20118
Çayır çimen üzerinde oy-
naşan ak kuzuların, işveli cey-
lanların arasında efi l efi l esen
rüzgâra tutunmak ve İshak
Paşa Sarayına revan olmak.
Şimdi İshak Paşa Sarayı yal-
nızdır, eski neşesini aramakta,
eski günlerin efsunlu şaşaasını
özlemektedir. Büyük bir boş-
luğa düşmüş gibi düşünceli ve
yalnızdır İshak Paşa Sarayı. Za-
man ne zaman geçmiş, gün ne
zaman yitip gitmiş, ayrılık niye
başlamıştır, bilmemektedir.
İshak Paşa’dan bir iz ara-
mak, geçmişin ayak izlerinde
yeni baştan yolculuğa çıkmak
muradım. Bir Selçuklu hüküm-
darı edasıyla yaslanmak sa-
rayın taş duvarlarına. Derin
düşüncelere kapılıp gitmek.
Atalar yadigârı hatıraların peşi
sıra sürüklenmek senin kuca-
ğında.
Zira Sen Pek Asil Bir Hansın Ağrı!
Dualara sığınıp yürümek ec-
dat yadigârı o şen avlulara. Zin-
danların sesini dinlemek sonra.
Kısmak bir süre hayatın curcu-
nasını, senin iklimine yaslan-
mak! Kimler gelip geçmiş senin
geçit vermez derbentlerinde.
Patnos Kalesinde Kral Menua
ile hasbıhal etmek ve kaleyi
yeni baştan fethetmek! Bir fı-
sıltı gibi tarih gelip geçse göz-
lerimden, sonra ben seni duy-
sam, sesine kulak versem, seni
anlasam, sen beni duysan Ağrı!
Bütün kalelerin düşse ve
ben seni zapt etsem! Tokluca
Kalesinde sabah namazını kı-
lıp, Kızılziyaret Kalesinde kuş-
luk deyip, öğlene Küpkıran
Kalesinde “Vakit öğlen vakti-
dir” deyip Allah’a kulluğumu
sunsam. Pazı Kalesinde Eyüp
Paşa’yı ansam ve Toprakka-
le Camiinde Mirza bin Abdi
Paşa’yı yâd edip ikindi ezanına
kulak kesilsem!
Senin bağrındaki bü-
tün kalelerden en sevgiliye
“Selâm” göndersek cümle ka-
pısında! Senin bütün kalele-
rin susmayı yarıda kesse, ko-
nuşsa eski günleri, hatıralar
depreşse, zaman geriye sarsa.
Muhteşem Çaldıran’da Yavuz
Selim Han sultanlığını bildir-
se sağır sultana!
Sen bunu anlarsın, nice
sultanlara hanümansın!
Zira Sen Bir Cansın Ağrı!
Diyadin uzak mıdır cana-
na? Çaylar mı kesmiştir ırak
yolları? Akkoyunlu Beyi Uzun
Hasan’ın oğlu Ziyaeddin Bey,
(AA) Ali İhsan ÖZTÜRK
9
kaplıcalarda hayat vermiş-
tir tebaasına. Murat Nehri ne
güzel veryansın eder, ne telaş
eder böyle Ağrı? Kudret Köp-
rüsü ne güzel uymuştur Mu-
rat Suyuna…
Eleşkirt’ten Patnos’a,
Taşlıçay’dan Diyadin’e ka-
dar hiç durmadan karış karış
gezsem dağlarını bayırlarını.
Bu topraklarda hangi hatıra-
lar, hangi sevdalar ve hangi
elemler geldi geçti, kimler bu
yollara türküler yaktı, kim-
ler geldi, kimler geçti, bilmek
muradım.
Uzaksın Ağrı’m, öylesine
uzaksın ki! Serhat boyların-
da kale gibi duruşunla, sınır
ötelerine bile gözdağı veriyor-
sun heybetinle. Yavuz Sultan
Selim’in sesini duyar gibiyim
uçsuz bucaksız ovalarında.
Arkasında sanki yine tekbir
getiren akıncı beylerinin ya-
ğız atlarının kişneme sesleri
dolduruyor ovayı.
Gönlümdeki Ağrı
Hatıralara sığınmış sana
uzanmışım!
Sen gönlümün taraçaların-
da oturmuş bir cansın Ağrı!
Neyi arıyorum, kimi soru-
yorum bilmiyorum, zira öyle
çok olaya tanıklık ettin ki,
öyle çok şey gördün ki han-
gi birini sorayım Ağrı? Ara-
rat diyenlere inat sen başı du-
manlı, zirvesi yüksek heybetli
Ağrı’sın! Sen bizimdin, bizim
olarak kalacaksın. Sınırları-
mızı sana emanet ettik Ağrı…
Malazgirt’ten beri bizim-
sin! Aksak Timur, Cengiz Han
bile sana kalkıp gelmiş. Öyle-
sine büyülü, öylesine cansın.
Seni tozlu topraklı yolların-
la, karlı dağınla, üşüten aya-
zınla, sertçe esen rüzgârınla,
heybetli duruşunla, hudutlar-
da meydan okuyuşunla bildik
Ağrı.
Şimdi işte ellerini tutuyo-
rum, eteklerine gelmiş, zirve-
ne bakıyorum. Dumanlı başı-
nı göster bir bak aşağıya. Gör
beni. Zamanı aşır dağından
öteye. Gel beri. Sen bizimsin,
öyle kalacaksın.
Güneşin üzerinden koştu-
ğu şehir! Allah’a yükselen şe-
hir, devleşen şehir, başı du-
man duman bulutlu şehir
Ağrı’sın sen!
Sana geldim, duy sesimi
diyorum!
Duy sesimi!
“Çocukluğumun akça
ve pakça yıllarında
bütün masallarımın
içindeydin. Kimi
zaman Şahmeranlar
çevirirdi yollarını,
kimi zaman perilerin
uğrak yeriydin. Bütün
Mecnunların ve
Leylaların sırlı sevdası
sende saklıydı. Aşk
sendin, sevda sendin,
bütün ayrılıklar,
acısını senin...”
Şeref şan kazanan şehirGöklere uzanan şehirDağ gibi bir yüreğin varKar ile bezenen şehir
Ocak 201110
CAN OLMAKBİR ÖZGE
Elest bezminde yaratıcısına verdiği
sözden sonradır ki insanoğlu bü-
yük bir özlem içerisinde yanıp tu-
tuşmaktadır. Sonsuzluğa özlem… Evvel ve Âhir,
Bâtın ve Zâhir olan Allah, insanı muhatap tutarak
ondan bir ahit almıştır. İnsanlığın serüveni/sına-
vı da zaten böylece başlamıştır.
Dünya ve ona ait olanlar, a’lây-ı illiyyîne/yü-
celerin yücesine çıkabilme kapasitesine sahip
olan insanı tam anlamıyla tatmin edememekte,
yarasına merhem olamamaktadır. Mâ-sivâ/sahte
varlıklar ona ağır gelmekte, yaşam salt maddey-
le sınırlı kaldığında yaşanmaz hâle gelmektedir.
Özünde yaratılışın sırrına vâkıf olan Âdemoğlu
yaşamı boyunca bu hakikati aramaktadır, arama-
lıdır.
Herkesin ve herşeyin bir anda anlamsızlaştığı,
daha doğrusu gerçek manada anlam kazandığı bu
hakikat bir beyitte şöyle ifâde edilir:
Kendi hüsnün hûblar şeklinde peydâ eyledin
Çeşm-i âşıkdan dönüp sonra temâşâ eyledin
Seyreden O’dur, seyredilen O. Maşuk da
O’dur, âşık da. Bir hazinedir O ve tüm yaratılmış-
lar bu hazineyi bilmekle vazifelendirilmiş, mut-
lak varlığa itaat etmekle görevlendirilmişlerdir.
Varlığı baş gözüyle değil de gönül gözüyle gören
Hulûsi Kalb’denAbdülmecit İSLAMOĞLU*
11
ve bir özge cân olma peşinde hayatı boyunca ko-
şan Hak âşıklarından birisi de Es-Seyyid Osmân
Hulûsî Efendi’dir. Kesret/çokluk âlemini Cenâb-ı
Hakk’ın tecellî ettiği ayna mesabesinde gören
Hulûsî Efendi varlık ötesine dâir duygu ve düşün-
celerini “olaydı” redifl i gazelinde şöyle dile geti-
rir:
1. Âh varlığı dağılıp gönlüm vîrân olaydı
Pervâne-tek şem’ine dostun sûzân olaydı
Âh beni meşgul eden sahte sevgiler, dünyevî
ilgiler yok olasaydı da gönlüm hakîkî aşkla dar-
madağın olsaydı. Kalbim pervaneler gibi gerçek
dostun ateşine yansaydı.
Çoğu kez bir şeylere sahip olduğumuzu zan-
nederiz. Hayatımız onlarla mamurdur bizce. On-
larla mutlu olur, onlarla seviniriz; onları severiz.
Ama hakikat hiç de öyle değildir. Gerçek sevgi,
hakîkî aşk, ezelî ve ebedî olanın aşkında yanıp tu-
tuşmaktadır. Ham iken pişmek ve nihayet yan-
maktadır.
2. Gayrılardan göz yumup dostu kendinde bulup
Cümle cihâna dolup bir özge cân olaydı
Gönlüm dışarıdaki sözde güzelliklere gözleri-
ni yumarak gerçek dostu kendi içinde bulabilsey-
di keşke. Tüm kâinâtla bir olup bambaşka bir cân
olabilseydi.
Sahte güzellere, aldatıcı güzelliklere
kanmamalı. Gözler sadece O’nu görmeli, kulak
sadece O’nu işitmeli. Zihinde, kalpte hep O ol-
malı. Başka, farklı, iyi biri olmalı.
3. Bakdıkça her yaneye dost yüzünü seyr edip
Dostun gözüne dostun yüzü seyrân olaydı
Gönül baktığı her yerde seviliyi görseydi;
O’nu seyretseydi. Bakan göz de bakılan yüz de
bir olsaydı.
Doğu da Allah’ın batı da. Bakılan her yönde
O. Gören göz O, görülen yüz O. Seven O, sevi-
len O.
4. Bu âlem-i kesretde gizli halvete erip
Vahdet ile bir olup ol bî-nişân olaydı
Gönlüm bu çokluk âleminde gizlice inzivâya çe-
kilseydi. Birliğe ulaşsa ve kendine dâir ne varsa yok
etseydi.
Halk içinde Hak’la olabilmek. Çokluk içerisinde
birliği bulmak. Yaratıcı ile başbaşa manen konuş-
mak, rûhen sohbet etmek. Adsız, sansız bir şekilde
fenâ makâmına ermek, belirsizlik mertebesine ulaş-
mak…
5. Görünen ol gören ol aralıkda kimse yok
Yokluk ilinde varlık cümle cânân olaydı
Gören de görünen de O; başka kimse yok. Yok-
luklar âleminde var olduğunu zanneden her ne var-
sa hepsi sevgiliyle olsa, O’nunla var olsa. O’ndan
başka hiçbir şey olmasa.
Çokluğu, değişmeyi ve bölünmeyi kabul etme-
yen mutlak varlığın O olduğu, evrenin ise kendi ba-
şına bir varlığı ve gerçekliği olmadığı anlaşılsa. Tüm
kâinâtın Allah’ın varlığı nedeniyle var olduğu bi-
linse. Herşeyin/hepimizin Allah’tan geldiği ve yine
O’na döneceği hakikati bir an olsun unutulmasa…
6. Hulûsî’yi bu sırra mahrem kılıp Sultânı
Gizli bu sırlar ana cümle ayân olaydı
Sultân’ı Hulûsî’yi varlığın gizli hakikatlerine sır-
daş kılsaydı da tüm sırlar açıklansa, bilinmeyenler
ortaya çıksaydı.
Gazelin son beytinde geçen “Sultân” kelimesi ile
Cenâb-ı Hak da kastedilmiş olabilir, mürşid-i kâmil
de. Ancak her hâl ü kârda Hulûsî Efendi’nin tale-
bi bellidir: Gönül ehlinden ve keşif sahibi kimseler-
den başkasının idrâk edemediği gerçeklere tâliptir
o. Sırlara mahrem olmak istemekte, O’ndan gayrı ne
varsa unutmak istemektedir:
Bir güzeli sever ki cân cümle güzelden göz yumar
Bir sırra erer ki nihân gayrı ne var unutulur
*Dr.
İlim ve HayatAli AKPINAR*
TEVHİDE KARŞI
ŞİRKTEVHİDE KARŞI
ŞİRKOcak 201112
13
Büyük günahları genel olarak
işliyoruz, pek çok insan da
bunları biliyor, ama yine de
kendini bu günahlardan alamıyor, şu veya bu şe-
kilde bunların içerisine düşüyor. Mü’min olduğu-
nu söylediği halde pek çok insan, bid’at ve hura-
felere kanabiliyor, şirke bulaşabiliyor… Gözünü
kırpmadan bir cana kıyabiliyor… Harama bir şeyi
yapmaktan çekinmiyor… Alkol ve uyuşturucu ba-
taklıklarına yuvarlanabiliyor… Kul hakkına teca-
vüz edip hırsız olabiliyor… Dürüstlük gibi bir er-
dem varken, yalan söyleyebiliyor…
Bütün bunlarda inanç zayıfl ığı kadar, bu gü-
nahların getireceği dünya ve âhiret kayıplarını,
bunlara karşılık helâllerin dünya ve âhirette ka-
zandırdıklarını bilmemek etkilidir. Bu yüzden bu
yılki yazı serimizde bu günahlardan, onların dün-
ya ve âhiret kayıplarından bahsedeceğiz. Bu şe-
kilde bu günahlarla ilgili bilgi eksikliğini bir öl-
çüde gidermeye, bilginin eyleme dönüşmesine
katkıda bulunmaya gayret edeceğiz. Başarıya
ulaştıran Yüce Allah’tır. Bu ne-
denle biz, bize düşeni yaptıktan
sonra, başarı için O’ndan yar-
dım diliyoruz.
Şirk, Fıtrata Yabancılaşmadır
Şirk, bir kısım şeyleri, kim-
seleri Yüce Allah’a ortak koşma,
O’nun konumuna çıkarma, O’na
ait sıfatları onlara vermektir. İnsanlık tarihi bo-
yunca çok çeşitli şekillerde kendini göstermiştir
şirk. Kimi zaman olmuş insanlar, taştan ağaçtan
kendi elleriyle yaptıkları putları; kimi zaman da
kendi elleri yahut düşünceleriyle ürettikleri şey-
leri O’na ortak koşmuşlar: Yüce Allah’ın emirle-
rine boyun eğmek varken, o putların güdümüne
girmişlerdir. Kimi zaman da Yüce Allah’ın isim ve
sıfatlarını pasifi ze ederek, onları başkalarına ver-
mişlerdir.
Şirk, Yüce Allah’ı somutlaştırmadır. Tevhîd,
insanın özüne yerleştirilen fıtratın kendisi, şirk
ise bundan kopma ve uzaklaşma, fıtrattan ya-
bancılaşmadır. Bu yüzden tevhîd asıl vatanda ya-
şamaksa, şirk gurbetlerde sürünmek ve bocala-
maktır. Aslında tevhîd üzere kalmak kolay, şirk
koşmak ise zordur. Çünkü tevhîd fıtrata, akla, in-
sanın ruh ve beden sağlığına uygun olandır. Şirk
ise fıtrata, akla, mantığa ve sağlığa terstir.
Şirk, pek çok insanın bulaştığı salgın bir has-
talıktır: “Onların çoğu, ancak ortak koşarak
Allah’a iman ederler.”2 Bu yüzden bütün pey-
gamberler, şirkle mücadele ile işe başlamışlardır.
Çünkü tevhîd kökleşmeden, insanları Allah’ın is-
tediği noktaya getirmek mümkün değildir. Yapı-
lan amellere Allah katında değer kazandıracak
olan da şirk şâibelerinden arınmış saf ve katkısız
tevhîddir.
Şirk ayrıca Allâh’a inandığını söylemekle bir-
likte, başka şeyleri güç ve kuvvette O’na denk tut-
mak, O’na ortak koşmaktır. Bu başka şeyler her
çeşidi ile put, tağut, şeytan, para, makam, kadın,
erkek vb. şeyler olabilir. Göklerin yaratıcısı ola-
rak Allâh’ı kabul etmekle beraber, yeryüzünde
hakimiyeti başkalarına vermek de şirktir. Camide
Allâh’ı kabul ettiği halde işyerinde, çarşıda, evde,
okulda hakim güç olarak başkalarını kabul et-
mek… Ramazan’da Allâh’ın kulluğuna razı oldu-
ğu halde, diğer aylarda başka arayışlara girmek…
Rızık verici olarak (Razzak) Allâh’ı bildiği halde,
“Şirk, pek çok insanın bulaştığı salgın bir hastalıktır:
“Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah’a iman ederler.”
Bu yüzden bütün peygamberler, şirkle mücadele ile işe
başlamışlardır. Çünkü tevhîd kökleşmeden, insanları
Allah’ın istediği noktaya getirmek mümkün değildir.”
Ocak 201114
rızık endişesiyle, Allâh’ın ölçülerini çiğnemek…
Bunların hepsi şirk versiyonlarıdır.
Şirkte nefsin rolü büyüktür. Yani insanlar,
nefi slerinin isteklerini, putlara söyleterek yeri-
ne getirmeye, nefsine tapınmaya putları kamuf-
laj malzemesi olarak kullanmaya çalışmışlardır.
Aynı şekilde müşrik, şirk koştuğu şeylerin ken-
disini Allah’a yaklaştıran şeyler olduğunu söyle-
yerek sapmanın üstünü örtmeye çalışır. Nitekim
bu konuda Kur’ân’da şöyle buyurulur:
“Kötü duygularını kendisine tanrı edinen
kimseyi gördün mü?”3
“Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar
ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve
‘Bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımız-
dır.’ diyorlar.”4
“Onlar, yardım göreceklerini umarak
Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Hâlbuki
ilâhların onlara yardım etmeye güçleri yet-
mez. Aksine kendileri bunlar için yardıma ha-
zır askerlerdir.”5
Demek ki o edinilen/üretilen putların hiç
kimseye dünya ve âhirette yardım etmesi müm-
kün değildir. Onlara bulundukları konum ve
güçleri (!) verenler, onların hazır askerleri ko-
numunda olan putçulardır. Fir’avun piramitle-
ri bunun açık göstergesidir. Şöyle ki: Fir’avun,
piramidin en tepesinde bir noktadır. Onu o ma-
kamda tutan, piramidin diğer noktalarıdır. O
noktaların desteği olmasa ne Fir’avun en tepede
olacak ve ne de onun herhangi bir güç ve kuvve-
ti olacaktır!
Kötülüklere Sevkeden Virüs
Şirk, sahibini kötülüklere sevkeden bir virüs-
tür. Zira bir olan Allah’a inanıp yalnızca O’na
teslim olmayan kimse, bel bağladığı başka güç-
leri hoşnut edebilmek için meşru olmayan her
yolu deneyecek ve günahların adamı olacaktır.
Kur’ân müşriği çok ortaklı köleye benzetir.
Birden fazla efendiye ait olan köle; aynı anda
ve birbirinden farklı olarak efendilerinden ge-
len emirler karşısında şaşırıp kalan köle; ne o
efendiye, ne bu efendiye yaranamayan köle...
Müşrik de öyle değil midir? Bir taraftan Yüce
Allah’a inandığını, O’na bağlı olduğunu söy-
ler; öte taraftan başka güçlere bağlıdır. Ne Yüce
Yaratıcı’ya layıkıyla kuldur, ne diğer tanrılarına.
“Allah, çekişip duran birçok ortakların sa-
hip olduğu bir adam (köle) ile yalnız bir kişiye
bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu iki-
si eşit midir? Hamd Allah’a mahsustur. Fakat
onların çoğu bilmezler.”6
Buna göre insan ya Allah’a kul olacaktır, ya
da başka şeylere. Hem Allah’a, hem de başka
şeylere kul olmak mümkün değildir. Çünkü “Al-
lah, bir adamın içinde iki kalp yaratmamış-
tır.”7
15
Şirkin, sahiplerine dünyada herhangi bir fay-
dası olamayacağı gibi âhirette de bir faydası ola-
mayacak ve müşrikler Allah’ın huzurunda şirk
koştukları şeylerden uzak olmak isteyecekler,
ancak bunun onlara bir yararı olmayacaktır:
“Ey insanlar! (Size) bir misâl verildi; şimdi
onu dinleyin: Allah’ı bırakıp da yalvardıkları-
nız (taptıklarınız) bunun için bir araya gelseler
bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlar-
dan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamaz-
lar. İsteyen de âciz, kendinden istenen de!”8
“Unutma o günü ki, onları hep birden top-
layacağız; sonra da, Allah’a ortak koşanlara,
‘Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortakla-
rınız?’ diyeceğiz.”9
“Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi
teker teker bize geleceksiniz ve (dünyada)
size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacak-
sınız. Yaratılışınızda ortaklarımız sandığınız
şefâatçılarınızı da yanınızda göremeyeceğiz.
Andolsun, aranız açılmış ve (tanrı) sandığınız
şeyler sizden kaybolup gitmiştir.”10
“Allâh’ım Şirk Koşmaktan Sana Sığınırım”
23 yılık vahiy sürecinde gelen âyetlerde sü-
rekli olarak şirke dikkat çekilmiş ve tevhîd ko-
nusu işlenmiştir. Mekke’de inen âyetlerde de
Medine’de inen âyetlerde de bu konu işlenme-
ye devam etmiştir. Çünkü bütün versiyonlarıyla
şirkten kurtulup tevhîd kökleşmeden hiçbir söy-
lem ve eylemin Allah katında bir anlamı olma-
yacaktır. Bu yüzden Peygamberimizin sabah ak-
şam okuduğu ve bizim de okumamızı istediği bir
duasında şöyle diyerek şirkten hep Allah’a sığın-
mıştır:
“Allâhümme innî eûzü bike en üşrike bike ve
ene a’lemü ve estağfi ruke limâ lâ a’lem.”
“Allâh’ım şüphesiz ben bile bile şirk koşmak-
tan Sana sığınırım. Farkında olmadan yaptık-
larımdan dolayı da affını dilerim.”11
Yine bir hadislerinde Peygamberimiz, düşman-
la savaşırken can verip şehid olduğunu sanan
kimsenin, kahramanlığını göstermek için savaşa
katıldığı için Allah katında şahâdetinin kabul edil-
meyeceğini haber verir. Aynı şekilde gösteriş için,
âlim desinler, hâfız desinler diye ilmini başkaları-
na öğreten/Kur’ân okuyan kimsenin de bu ame-
linin kendisini cehennemden kurtaramayacağını
bildirir. Gösteriş için, cömert desinler diye malını
fakirlere veren kimseden de bu amelin kabul edil-
meyeceğini12 haber vererek bütün amellerde ihlâslı
olunmasının gereğini bizlere hatırlatır.
O halde tevhîdi iyice özümseyip içselleştir-
mek gerekir. Bunun için Yüce Rabbimizi tanıtan
âyetleri çokça okumalıyız. O’nun en güzel isim ve
sıfatlarını sürekli ve anlayarak tekrarlamalıyız.
Darlıkta olduğu gibi bollukta da her zaman Yüce
Allah’a inanıp güvenmeli, O’ndan yardım istemeli-
yiz. Yüce Allah’a ait olan hiçbir yetkiyi, isim ve sı-
fatı O’ndan başkasına lâyık görmemeliyiz. Yapıp
ettiklerimizi O’nun için yapmalı, gizli şirk diye anı-
lan riyadan uzak durmalıyız. Pek çok insanın şirk
bataklığında çırpınmaları, şirkin doğru/iyi/yarar-
lı olduğunu göstermez. Önce kalbimizi, beynimizi,
söylem ve eylemlerimizi şirk şaibelerinden arındır-
malı, sonra da peygamber duası ile şirkten Allah’a
sığınmalıyız. Müşriklerle beraber olmaktan, onla-
rın yaptıklarını yapmaktan kurtulmadığımız süre-
ce, dilimizin peygamber duasıyla şirkten Allah’a sı-
ğınmasının bir anlamı olmayacaktır. Unutmayalım
ki şirk, terk edilmediği sürece Yüce Allah’ın asla
bağışlamayacağı büyük günahların başında gelir:
“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağış-
lamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için
bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa büsbütün sa-
pıtmıştır.”13
1 12/Yûsuf, 106.2 12/Yûsuf, 106.3 25/Furkân, 43; 45/Câsiye, 23.4 10/Yûnus, 18.5 36/Yâsîn, 74-75.6 39/Zümer, 29.7 33/Ahzâb, 4.
8 22/Hac, 73.9 6/En’âm, 22.10 6/En’âm, 94.11 Ahmet b. Hanbel, Müsned, IV, 40312 Müslim, İmâre, 152.13 4/Nisâ, 116.
Dipnot *Prof. Dr.
Ocak 201116
Güzel İsimlerRamazan ALTINTAŞ*
Çok azametlİ, çok büyük, varlığı ve mahİyetİ İnsan İdrakİne sığmayacak derecede
büyük olan:
El-AZÎM“Allah’ın en güzel isimleri arasında yer alan el-Azîm, emirlerine hiçbir şekilde karşı
gelmek mümkün olmayan ve âciz bırakılamayan, zâtının ve sıfatlarının mahiyeti
anlaşılamayacak kadar ulu varlık mânâsını ifade eder. el-Azîm,
mutlak anlamda sadece Allah’a ad olabilir.”
17
Allah’ın en güzel isimleri ara-
sında yer alan el-Azîm, emir-
lerine hiçbir şekilde karşı
gelmek mümkün olmayan ve âciz bırakılamayan,
zâtının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak
kadar ulu varlık mânâsını ifade eder. el-Azîm,
mutlak anlamda sadece Allah’a ad olabilir. Çün-
kü hiçbir zaman âciz bırakılmayan kâdir-i mutlak
ve gerçek mânâda azîm sadece Allah’tır.1
Kur’an-ı Kerîm’de Yüce Allah’ın kendisini el-
Azîm ismiyle vasfetmiş olması, İlâhî Zât’ını bü-
yüklük ile nitelendirmiş anlamına gelir. Dola-
yısıyla bir mü’min sadece O’nun zatını değil,
O’nun sıfat ve fi illerini de büyüklemelidir. Nite-
kim Kur’an’da, “Allah’ın yasaklarına kim saygı
gösterirse (yuazzım), bu Rabbinin katında onun
iyiliğinedir”2 buyrulmuştur. Bir başka âyette de
Allah’a karşı sorumluluk şuuru taşıyan ve bu bağ-
lamda dinî sorumluluklarını yerine getiren kim-
selerin mânevî mükafatının büyütülüp (yu’zam)
artırılacağı vurgulanmıştır.3
Kur’an-ı Kerîm’de Yüce Allah, muhtelif
âyetlerde kendisinin nasıl ta’zim edileceğini bize
tarif etmiştir. “Allah’ı ta’zim etmek nasıl olma-
lıdır?” sorusunun cevabı şu âyette açıkça veril-
miştir: “O halde, O yüce Rabbinin adını tesbîh et
(yücelt).”4 Bu ve benzeri ayetlerde tesbîh, rab ve
azîm kavramlarının yan yana gelmesi, hikmetli-
dir.
Tesbîh, Yüce Allah’ı şanına yakışmayan söz,
davranış ve yaratılmışlık alâmetlerinden soyutla-
mak anlamına gelir. Özellikle kulluk hayatımızda
gerek sözlü, gerek fi ilî ve gerekse niyet bağlamın-
da ibadeti sadece O’na has kılmak tesbîh kavra-
mının anlamlar dünyasını oluşturur. Bir başka
ifade ile Allah’ı tesbîh etmek, O’na ibadet edip,
O’na şükretmek mânâsına gelir: “Yedi gök, yer ve
bunların içinde bulunanlar Allah’ı tesbîh eder-
ler. Her şey O’nu hamd ile tesbîh eder. Ancak, siz
onların tesbîhlerini anlamazsınız. O, halîm’dir
(hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağış-
layandır.”5
Bizi En Güzel Şekilde Yetiştiren Rabbim, Sen Yüceler Yücesisin
Kim tesbîh edilecek? “Rabbinin Yüce Adı”
tesbîh edilecektir. Burada ikinci anahtar kavram
Rab’dır. Bu Kur’an sözcüğünün asıl anlamı, terbi-
ye etmek/yetiştirmek demektir. Bu da, bir şeyi ol-
gunluk dere cesine ulaşıncaya kadar aşama aşama
inşâ etmektir. “Beni rabbim terbiye etti, ne güzel
terbiye etti.” nebevî kavli bunu açıklar. Rab keli-
mesi, tek başına mutlak olarak sadece varlıkların
maslahatını üstlenen YüceAllah (c.c.)için kullanı-
lır.6 Rab, terbiyenin yanında, yağmur yağdıran, rı-
zık veren ve yasa koyan anlamlarını da ihtiva eder.
Yücelik anlamına gelen el-Azîm ise, Rabb ismine
vasıf yapıldığı zaman bize, sadece Allah’ın tesbîh
ve tenzîh edilmesi sorumluluğunu yükler. Bundan
dolayı biz, her namazda rükûa eğildiğimiz zaman
“Sübhâne Rabbiye’l-Azîm” deriz. Bunun mânâsı,
“Beni en güzel şekilde yetiştiren Rabbim! Sen Yü-
celer Yücesisin, bütün noksan sıfatlardan münez-
zeh ve kemâl sıfatlarınla muttasıfsın.” Eğer bu
zikri; kalb ve beyin koordinatlarıyla birlikte buluş-
turursak, Yüce Allah’ın bizi yetiştirmek adına ilâhî
vahye muhatap kılmasının büyük bir lütuf olduğu-
nu ikrâr ve tasdîk etmiş oluruz. İlmî açıdan O’nun
yüceliğini benimseyen bir mü’min, sadece O’nun
önünde eğilir, sadece O’na ta’zim ve hürmet göste-
rir. İşte Azîm olan Yüce Allah’ın önünde eğilmek,
kulluğun zirvesidir.
Ocak 201118
Yine Kur’an okumayı bitirdiğimiz zaman
“sadaka’llahü’l-azîm” deriz. “Yüce Allah doğru
söylemiştir.” anlamına gelen bu söz, bizim, bir
iman konusu olan Kur’an’a bağlılığımızın da bir
göstergesi ve nişanesidir. Çünkü o, Yüce Allah’ın
sözüdür. O’nu okumak ve onun getirdiklerine ha-
yat vermek, mânen Yüce Allah’ı ta’zîm ve takdîs
etmenin bir başka ifade biçimidir.
Öte yandan, unutmamak gerekir ki, Yüce
Allah’ın el-Azîm ismi, bir diğer âyette lafza-i
celâl’in sıfa-
tı olarak ge-
lir: “Çünkü o,
azamet sahibi
Allah’a iman et-
miyordu.”7 Bu-
rada azamet,
bütün bir varlık
kendi uhdesin-
de olan Allah’ın
her şeye mâlik
oluşunu ifade
eder. Bütün bir
varlık alanında
egemen tek güç,
Allah’tır. Yara-
tan O, yöneten
O. Bu bağlamda iman, aynı zamanda Allah’ın
varlığını, birliğini, O’ndan bize iletilen ilâhî me-
sajı ve kozmik egemenliğin O’na ait oluşunu ka-
bul etmek anlamına gelir. İman ilkelerini diliyle
ikrar kalbiyle tasdîk eden kimse, mü’mindir. İşte
asıl ve gerçek mü’minlik, O’ndan gelenlerin yüce
değerler olduğunu tasdîk etmektir. O’nu inkâr;
O’nu yüceltmemek ve büyüklememek anlamı-
na gelir. Bundan dolayı, Allah’ın yüce ve büyük
oluşunu tanımamak anlamına gelen “kâfi r” sıfa-
tı, inkârcılara, bunun için verilmiştir. Toplumsal
hayatta bazı insanlar dünyevî ölçütlerden hare-
ketle varlıklarına güvenerek, (hâşâ) Allah’a hiçbir
ihtiyaçları yokmuş gibi fi ili bir yaşam içerisine gi-
rerler. İşte birey ya da toplumların kendileri için
Allah’ın yardımına ihtiyaç hissetmeme tavrı içe-
risine girmelerine ve başkalarını küçük görerek
tahkir etmelerine ‘kibir’; bu sıfatın davranışlara
yansımasına ‘tekebbür’; kendilerini büyük gör-
me eylemine ‘istikbâr’; kendilerini büyük göre-
rek seçkinci bir havaya girmelerine ‘istikbâr’, böy-
lelerine de ‘müstekbir’ denilir. Görüldüğü gibi
‘müstekbir’ kavramı, olumsuz bir niteliktir. Bu
sebeple Kur’an müstekbir kavramını, inkârcıların
bir vasfı olarak anar. Kaldı ki, Kur’an’da ilk önce
‘istikbar’ sıfatı, şeytanın bir vasfı olarak anılmış-
tır: “Yalnız İblis secde etmedi. O büyüklük tas-ladı ve kâfi rlerden oldu.”8 İblis’e, Hz. Âdem’e
itaatsizliğinin sebebi sorulunca, Hz. Âdem’in ça-
murdan, kendisinin ateşten yaratıldığını söyleyip
mukayese ederek
Allah’a isyan et-
miştir. Onu bu is-
yana sürükleyen
duygu, ‘yücel-me ve büyüklen-me’ kompleksine
kapılmasıdır. Bu
sebeple, dil, din,
renk, cinsiyet gibi
ontolojik anlam-
daki farklılıkları
mutlaklaştırarak
bir ayrımcılık ola-
rak görmek, müs-
tekbirce bir duy-
gu ve tutumdur.
Böyle bir yolu izlemek, İblis’in yolunca gitmektir.
İslâm’da, adalet, hukukun üstünlüğü, öteki-
ne saygı gibi değerleri önemseyen ve bu değerlere
yaşama alanı tanıyan hiçbir yönetici, servet, ma-
kam ve mevki sahibi vb. kimseler ‘müstekbir’ kav-
ramı içerisinde değerlendirilemez. Müstekbirlik,
bir duygu hâlidir. Bu duyguyu taşıyan, Allah’ın
en büyük oluşunu kabul etmediği için kendisini
hem Allah’tan ve hem de bütün bir varlık unsur-
larından büyük görür. İşte bu hâlet-i rûhiye içeri-
sinde bulunan kimseler, ister sıfatı iktidar seçki-
ni, ister sıfatı servet sahibi, ister sıfatı makam ve
mevki sahibi olsun hepsi de bu kavram içerisine
girer. Tevhîd tarihine baktığımız zaman bunun
birçok örneğiyle karşılaşırız. Toplumları ıslah et-
mek için gönderilen bütün peygamberler müs-
tekbirleri karşılarında görmüşlerdir. Kur’an’da
buna şöyle işaret edilir:
19
“Andolsun biz Mûsâ’ya Kitab’ı verdik. On-
dan sonra ardı ardına peygamberler gönder-
dik. Meryem oğlu Îsâ’ya da mucizeler verdik.
Ve onu, Rûhu’l-Kuds (Cebrail) ile destekledik.
(Ne var ki) gönlünüzün arzulamadığı şeyle-
ri söyleyen bir elçi geldikçe ona karşı büyük-lük tasladınız. (Size gelen) peygamberlerden
bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldür-
dünüz.”9
Müstekbir olmak, Allah’a rağmen, O’nun
yardımına ihtiyaç duymadan yaşama talebi-
nin adıdır. İstikbâr; birey, toplum ya da iktidar
seçkinlerinin kendisini üstün görme duygu-
sudur. Bu duyguyu taşıyanlar, gitgide Allah’ın
en büyük oluşunu sözleriyle reddetmeseler de
davranışlarıyla reddeder bir pozisyon kaza-
nırlar. Kendilerini baştaAllah (c.c.)olmak üze-
re, her türlü varlıklardan üstün gördükleri için
toplum üzerinde siyasî, hukukî, fi krî, harsî ve
iktisadî alanda tahakküm kurarlar. Toplumu
bir tür köleleştirirler. Kur’an’ın anlattığı müs-
tekbirlik hâli, salt tarihsel bir durum değil, ev-
rensel bir tutumdur. Bu sebeple ibret almalı,
ruh ve düşünce dünyamızı kontrolden geçire-
rek istikbâra yol açacak hallerden arındırmalı-
yız. Bir Müslüman için Allah’ın büyüklüğünün
dışında bütün büyük olma durumlarının izâfî
olduğunu bilelim ve ‘takvâ’yı merkeze alan bir
yaşam alanı oluşturmanın mücadelesini vere-
lim.
Allah’ı Yüceltmek, Ondan Gelen İlâhî Öğretiyi Tasdîk Etmek ve
Yaşamakla Olur
Allah’tan başka hiçbir varlık,Allah (c.c.)sta-
tüsünde yücelik vasfıyla vasfedilmeyi hak ede-
mez. Müslümanın inancında bundan en küçük
bir sapma düşünülemez. “Göklerde ve yerde
ne varsa hepsi O’nundur. O, yücedir, büyük-
tür.”10 Bu sebeple bir Müslüman bütün bir var-
lığın kendi lisanında Yüce Allah’ı tesbîh ettik-
leri/büyükledikleri gibi, büyüklemesi gerekir.
Allah’ın büyüklüğünü kavramak, O’nun hak-
kında derinlikli bilgi sahibi olmakla gerçekle-
şir. Biz O’nun hakkında bilgiyi, ya varlık düzle-
mindeki sonsuz gaye ve nizamlılığı müşahede
etmekle, ya O’nun bütün sıfatlarını içeren isim-
lerinin anlamlarını öğrenmekle ya da ilâhî
vahyin özüne muttali olmakla sağlayabiliriz.
Bunun yolu üç aşamadan geçmektedir. Bun-
lardan ilki taklittir. İkincisi, ilim, üçüncüsü ise,
zevk dediğimiz dini tecrübe alanıdır. Demek
ki, Allah’ın yüceliğini kavramada; ilim vardır,
hâl vardır, ef’âl vardır. O’nu yakînî olarak bil-
mek, iç dünyamızda O’na olan iştiyak ve vec-
dimizi artırır, davranış planında da hayatımı-
zı O’nun emir ve yasakları ölçüsünde yaşamaya
teşvik eder.
Netice, her Müslüman Yüce Allah’ın el-Azîm
ism-i şerîfi nden ahlâkî planda kendi derecesi-
ne göre hisselenmelidir.
Allah’ı Yüceltmek, dilimizde kalbden gelen
evrâd ve ezkârla, O’nun en büyük oluşunu iba-
detler bağlamında beden yoluyla, mal yoluyla,
hem mal ve hem beden yoluyla fi ili olarak gös-
termektir.
Allah’ı Yüceltmek, zikir, fi kir ve ibadet üçlü-
süyle olur. Allah’a karşı sorumlulukları hakkıy-
la yerine getirmek olan takvâ, O’nu yüceltme-
nin ve ululamanın zirvesidir. Bunun temelinde,
yapılan bütün ibadetleri sadece ve sadece O’na
has kılmak vardır. Bunun adı, ihlâstır.
Allah’ı yüceltmek, Allah’tan gelen ilâhî öğre-
tiyi hayata taşımak suretiyle ihtiramda bulun-
maktır.
Allah’ı Yüceltmek, İslâm’ı hayatımızın bü-
tün alanlarında görünür kılmaktır.
Ne mutlu Allah’ın el-Azîm ismini ahlâkî ha-
yatlarında yaşayan ve yaşatanlara!.
* Prof. Dr.
1 Suad Yıldırım, “el-Azîm” DİA, İstanbul, 1991, IV, 329.
2 22/Hacc, 30.3 Bkz. 65/Talâk, 5.4 56/Vâkıa, 74, 96; 69/Hâkka, 52.5 17/İsrâ, 44.
6 34/Sebe’, 15.7 69/Hâkka, 33. 8 38/Sâd, 74.9 2/Bakara, 87.10 42/Şûrâ, 4; 2/Bakara, 255.
Dipnot
Ocak 201120
TASAVVUF EHLİ VE
KUR’ÂN
Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE*
21
Tasavvuf, ke-
lime olarak,
Kur’ân ve ha-
dislerde geçmez. Ancak mües-
sese olarak İslâm’ın özünde var
olan bir ilim ve eğitim kurumu-
dur. Diğer İslâmî ilimler gibi
hicrî ikinci asırda tedvîn edil-
meye başlamıştır. İslâmî ilim-
lerden kelâm, İslâm felsefesi
ve tasavvuf, İslâm düşüncesi-
nin üç sacayağıdır. Bunun ya-
nında tasavvuf, bir dinî tecrübe
birikimidir. Bu rûhî tecrübeyi
değerlendirir ken, oluşum süre-
cini tamamıyla haricî faktörler-
de aramak doğru değildir. Fa-
kat tasavvuf demek, bütünüyle
İslâm demek de değildir. İslâm,
Allah’ın dinidir. Katıksız, eksik-
siz ve her yönüyle mükemmel
olan ilâhî bir dinin adıdır. Ta-
savvuf ise ilhamını İslâm’dan
alan; siyasî, entelektüel ve dinî
özellikleriyle İs lâm tarihinin
yaşanmış ve hâlen yaşanmakta
olan bir ürünüdür. Hicrî birinci
asırdan itibaren Müslümanlar,
fetihler sonucu farklı inanç ve
kültür kodlarıyla karşılaşmış-
lardır. Farklı coğrafya ve farklı
kültürlerin birikimlerinden is-
tifade etmişler ve İslâm düşün-
cesinin neşv ü nemâ bulmasına
gayret etmişlerdir. Kelâm, fel-
sefe, fıkıh, hadis ve tefsir ilimle-
rinde olduğu gibi tasavvuf ilmi
de tarihî seyri içinde diğer ilim,
medeniyet ve kültürlerle müna-
sebet kurmuş ve onlardan za-
man zaman faydalanma yoluna
gitmiştir. Ancak şurası unutul-
mamalıdır ki, tasavvuf ilminin
farklı kültürlerden istifadesi,
ana konularda değil tâlî mese-
lelerde ve usûl boyutundadır.
Tasavvuf ilminin gayesi, meto-
du, konuları, temel meseleleri
ve mânevî tecrübesi Kur’ân ik-
limi ve peygamber çizgisi mih-
verindedir.1 İbn Haldun (ö.
806/1406), tasavvuf ilminin
kaynağı ve gelişimi açısından
Kur’ân ve sünnete dayandığı-
nı, İslâm’ın özünde bulunan bir
ahlâk eğitimi olduğunu şu tes-
bitleri ile dile getirmektedir:
“Bu ilim, ümmet içinde son-
radan ortaya çıkmış ilimler-
den biridir ve aslı şudur: As-
lında tasavvuf ehlinin tutmuş
oldukları yol, sahâbe, tâbiîn ve
onlardan sonra gelen ümmetin
selefi ve büyükleri tarafından
hiçbir zaman terk edilmemişti.
Bu yolun temeli ibadetlere ka-
panıp tamamen Allah’a yönel-
mek, dünyanın geçici nimet-
lerinden, süs ve zînetlerinden
yüz çevirmek, insanların ge-
nelinin yöneldikleri zevkle-
re, lezzetlere, mal ve makama
sırt çevirmek, halvet ve ibade-
te çekilmek için insanlardan
uzaklaşmaktır. Evet, sahâbe ve
onlardan sonraki selef döne-
minde bu genel bir durumdu.
Sonra hicrî ikinci yüzyıldan iti-
baren dünyaya ve dünya malı-
na meyletmeler yaygınlaşınca
ve insanlar dünya işlerine da-
lınca, eskisi gibi ibadetlere yö-
nelenlere sûfi ye ve mutasavvı-
fa isimleri verildi.”2
Bu şekilde kendilerine asr-ı
saâdet dönemi Müslümanlı-
ğını örnek alan sûfîlerin ya-
şadıkları telvîn-temkîn, fena-
bakâ, zevk-şurb, kabz-bast,
gaybet-huzur, cem’-fark, vecd-
tevâcüd, tecrîd-tefrîd, kurb-
bu’d, heybet-üns, sekr-sahv,
müşâhede-mükâşefe, mahv-
isbât gibi tasavvufî hâller;
seyr u sülûk eğitimi sürecinde
kat etmeye çalıştıkları tövbe,
zühd, mücâhede, muhâsebe,
murâkabe, sıdk, ihlâs, tevekkül,
sabır, şükür, havf-recâ, takvâ-
vera’, fakr, rızâ, muhabbet
ve marifet gibi tasavvufî ma-
kamlar; azîmet, ruhsat, bey’ât,
intisâb, dua, edep, vird, ferâset,
basîret, fetih, feyiz, gayret, gur-
bet, halvet, havâtır, hikmet,
himmet, hizmet, hürriyet, huşu,
huzur, ihsân, ilhâm, irâde,
istikâmet, kerâmet, sohbet, te-
vekkül, tevhîd, vakt, velâyet ve
zikir gibi pek çok tasavvufî ıstı-
lah Kur’ân’dan kaynaklanmak-
tadır.
“Tasavvuf ilminin farklı kültürlerden istifadesi, ana konularda
değil tâlî meselelerde ve usûl boyutundadır. Tasavvuf ilminin
gayesi, metodu, konuları, temel meseleleri ve mânevî
tecrübesi Kur’ân iklimi ve peygamber çizgisi mihverindedir.”
Ocak 201122
Sûfîlerin Kur’ân Okuma Edebi
Bütün bu tesbitlere göre, ta-
savvufun başlangıcı Hz. Pey-
gambere kadar uzanmakta
olup ilhamını, Kur’ân’da bil-
dirilen Allah kelâmından alır.
Kur’ân, her Müslüman için
özellikle de mutasavvıfl ar için,
dünya görüşlerinin anahta-
rı olmuştur. Dünyevî ve uhrevî
işlerle ilgili her türlü sorunla-
rına Kur’ân penceresinden çö-
züm bulmaya çalışmışlardır.
Farklı çağlarda yapılan tefsir-
ler, İslam dünyasının kendini
kavrayışının nasıl gelişip değiş-
tiğini göstermektedir.3 İlhamla-
rını Kur’ân’dan aldıklarını be-
lirten sûfîler, Kur’ân’ı bir defa
okuyup bir kenara bırakılan ki-
tap olarak değil, bir başucu ki-
tabı, bir dert ortağı, bir ruh at-
lası ve bir anlam haritası olarak
görmüşlerdir. Kur’ân’ın gereği
gibi okunup istifade edilmesini
öngörmüşlerdir. Fakat rastgele
bir okuma tarzında değil kalbi-
miz, ruhumuz, aklımız ve bütün
cevârihimizi bir bütün hâlinde
kullanarak okumak gerekti-
ği anlayışını öngören sûfîlerin
Kur’ân okuma âdâbını şu şekil-
de sıralayabiliriz:
1. Sûfîler, Kur’ân tilâvetini
ibadetin bir çeşidi sayarlar.
2. Âyet ve sûreleri tekrar tek-
rar okuyarak Kur’ân’dan mânâ
istinbat yoluna giderler.
3. Hakîkatini bizzat tecrübe
etmek kastıyla Kur’ân okurlar.
4. Sadece zihinsel yetileriyle
değil, ruhlarının bütün katman-
larıyla ve bütün melekeleriyle
metni anlamaya ve hissetmeye
hazır olurlar.
5. Rûhen Kur’ân okumaya
hazırlandıktan sonra, kendile-
rinde mânevî açılımları gerçek-
leştirirler.
6. Derin bir murâkabe
hâliyle her okuyuşta lafzı ve
mânâları üzerinde tefekküre
dalarlar.
7. Bir âyetin mânâsını
müşâhede etmeden bir diğeri-
ne geçmezler. Öyle ki onlardan
bazıları tarafından sadece bir
âyet üç-dört gece sürekli tilâvet
edilir. Hûd sûresini altı ayda ya
da Kur’ân’ın tamamını otuz se-
nede hatmedebilen sûfîlerden
bahsedilmektedir.
8. Huzûr-ı kalb ve bü-
tün himmetleriyle kendilerini
Kur’ân’a verirler.
9. Kur’ân’ı kendi sınırlı akıl-
larıyla ya da bir müfessirin sözü
doğrultusunda değil, Allah’ın
kendilerine bahşettiği bir ih-
sanla ve doğrudan anlamaya
çalışırlar.
10. Hâl ve davranışlarıyla
Kur’ân’ın hükümlerini koruma-
ya gayret ederler.4
Sûfî, zâhirden bâtına geçtik-
ten sonra bâtınî anlam, yorum
ve te’villerle de yetinmez; biz-
zat Hz. Peygamberin şahsın-
da olduğu gibi Kur’ânî sıfatlar-
la sıfatlanmaya çalışır; Kur’ân’ı
okumakla yetinmez, onun-
la süslenir, onunla ahlâklanır.
Kur’ân’ı sadece anlaşılması ge-
reken bir metin olarak görmez,
onunla bütünleşir. Onun için
Kur’ân tilâveti artık sıradan bir
okuma ameliyesi değil, insanın
zâhir ve bâtın yönleriyle yerine
getirdiği küllî bir tilâvettir. Li-
sanın tilâveti olduğu gibi, bü-
tün uzuvların da bir tilâveti var-
dır. Şöyle ki:
Lisanın tilâveti, Kitab’ı tertîl
üzere okumaktır;
Cismin tilâveti, gerekli amel-
leri tafsilatıyla yerine getirmek-
tir;
Nefsin tilâveti, ilâhî esmâ ve
sıfatlarla ahlâklanmaktır;
Kalbin tilâveti, ihlâs ve te-
debbürü/kendini tehlikelerden
koruma gayretini şiar edinmek-
tir;
Ruhun tilâveti, tevhîd bilin-
cine ermektir;
Sırrın tilâveti, vahdet
deryâsına dalmaktır;
Sırrü’s-sırrın tilâveti edebe
riâyettir. .
Sûfîlerin Kur’ân Dinleyişleri
Sûfîlerin Kur’ân-ı Kerîm ile
olan bir başka münasebetleri,
onu dinlerken girdikleri derûnî
hâller ve coşkunluklardır. İlk
dönem sûfîlerinin semâ’ kelime-
siyle Kur’ân-ı Kerim’i dinlerken
girdikleri derûnî hâl ve coşkuyu
kastettiklerini anlamaktayız.
23
Kuşeyrî (ö. 465/1073), Ebû
Hafs Haddâd en-Nîsâbûrî (ö.
265/878)’nin kendisine ait
demir atölyesinde çalışırken
bir hafızın okuduğu Kur’ân
âyetinden etkilenip kendin-
den geçiş sürecini anlatırken,5
Hucvîrî (ö. 465/1072) de ima-
mın arkasında namaz kılarken
okunan bir âyetin anlamı karşı-
sında nâra atıp kendisinden ge-
çen Ebû Bekir Dülef eş-Şiblî (ö.
334/945)’nin menkıbesini nak-
leder.6 Ancak sûfîlere göre du-
yulan ses ve kavranılan anlayış
ne kadar derin ve lâhûtî olur-
sa olsun, kendine sahip olmak,
heyecanlanmamak, coşmamak,
nâra atmamak, kendimizi kay-
betmemek ve hâlden hâle gir-
memek gerekir. Vecd (coşku)
ve vâridlere (anlık doğuşlara)
mahkûm olmak değil, hâkim
olmak gerekir. Sehl b. Abdul-
lah et-Tüsterî (ö.283/986) baş-
langıçta zikir ve Kur’ân sesleri-
ni işittiği zaman kendisinde bir
değişiklik olmazken, son yılla-
rında ise bu durum değişmiş,
bunun sebebini soranlara, “Za-
yıfl adık da ondan.” demiştir.7
Sûfîlere göre söz konusu davra-
nışlar dervişin iç âlemini ortaya
döktüğü için riyâ tehlikesi taşı-
maktadır.
İbrahim b. Edhem
(ö.161/777), “Gökyüzü sıyrılıp
alındığında…”8 âyetini duyar
duymaz titremeye başlamış ve
kısa bir müddet sonra kendin-
den geçmiştir. Fudayl b. İyâz
(ö. 187/802) ise “Bu, Allah’ın,
inananların yardımcısı olma-
sından dolayıdır. Kâfi rlere ge-
lince, onların yardımcıları
yoktur.”9 âyetini duyunca ağ-
lamaya başlamış ve şu sözleri
söylemiştir: “Allahım, sen bizi
imtihan edersen rezil oluruz;
günahlarımızı örten perdeler
yırtılır.” 10
Sûfîlerin Kur’ân Hükümlerini Anlama ve Yaşama Çabaları
Kur’ân’ın anlamını bırakıp
sadece kelimelerini ezberleyen
hafızları, ‘Kur’ân sandığı’ ve
‘Kur’ân mahfazası’ olarak nite-
lendiren Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî (ö.672/1273)’ye göre,
elbette Kur’ân dolu bir san-
dık, boş bir sandıktan iyidir.
Ama önemli olan Kur’ân’ın an-
lamını düşünerek okumak-
tır.11 Kur’ân’ın sureti ile derin
mânâlarını bir araya getirmek
ise, Hz. Peygamber ve onun
mânevî vârisleri için mümkün-
dür. Öyleyse onların aydın-
lık yolunu takip etmek gerekir.
Kur’ân’ın anlaşılarak okunma-
sı gerektiğini Mevlânâ şu şekil-
de beyan etmektedir:
“Rasûlullâh (s.) zamânında
sahâbeden her kim bir veya
Aslan TEKTAŞ
Ocak 201124
* Prof. Dr.
1 Özköse, Kadir, Tasavvuf ve Gönül Eğitimi, s. 4-12.
2 İbn Haldun, Mukaddime, c. II, s. 669.3 Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, s. 40.4 Çakmaklıoğlu, Mustafa, İbn Arabî’de Marifetin
İfadesi, s. 320-321.5 Kuşeyri,, er-Risâle, s. 69.6 Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb, s. 309.7 Kara, Mustafa, Dervişin Hayatı, s. 19.8 81/Tekvîr, 11.9 47/Muhammed, 11.10 Kara, Mustafa, a.g.e., s. 19.11 Mevlânâ, Mesnevî, c. III, b. 1386-1400.12 Batman: İki okka ile sekiz okka arasında değişen
bir ağırlık ölçüsü13 Okka ise 1283 gramdır. 14 Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, s. 78.15 Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, s. 41.16 Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s.102.
Dipnot
yarım sûre ezberlese, ezbe-
rinde bir sûre var diye insan-
lar ona tâzimde bulunurlar ve
parmakla gösterirlerdi. Çün-
kü onlar, Kur’ân’ı en güzel şe-
kilde anlayıp hazmederler,
âdetâ yer gibi okurlardı. Bir
kimsenin altı veya on iki bat-
man12 ekmek yemesi, elbette
büyük bir iştir. Ancak ağzına
alıp çiğnedikten sonra çıkar-
mak şartıyla bin merkeb yükü
ekmek yemesi dahi müm-
kündür. ‘Nice Kur’ân tilâvet
edenler vardır ki, Kur’ân on-
lara lânet eder.’ îkâzı vârid
olmuştur. İşte bu, Kur’ân’ın
ma’nâsına vâkıf olmayan
kimseler hakkındadır.”13
Bu gerçekten hareketle
sûfîler, Kur’ân’ın buyrukları-
nı titizlikle yerine getirmişler-
dir. Sûfîler bir yandan okunan
Kur’ân’la vecd ve tefekküre
bürünürken; diğer taraftan da
tertîl üzere okunan Kur’ân’ın,
ritmik ve kulağa hoş gelen
âyet-i kerîmelerin kendi zi-
hinlerini üst âlemlere yükselt-
tiğinden ve kendilerini daha
yüksek bir anlayış seviyesine
çıkardığından bahsetmekte-
dirler.14
Kur’ân’da yalnızca Allah ve
âhiretten söz edilmez; Kur’ân
aynı zamanda, toplumun gün-
delik işlerini ve ahlâkî yaşa-
mını da düzenler. Bu nedenle
Kur’ân, yalnızca kelâmcıların
ya da fakihlerin değil, aynı za-
manda sûfî şâirlerin ve gö-
nül ehlinin de anlatımlarını
biçimlendirmeye yardım et-
miş, bütün İslam dünyası-
nı canlı bir güç olarak sarma-
lamıştır. Pek çok Müslüman,
Kur’ân’ın Arapça anlamını bil-
mez belki ama onun saygı ve
huşu uyandıran kutsî ve ulvî
niteliğini hisseder ve onun-
la yaşar. Çünkü onlar bellek-
lerini Kur’ânlaştırmışlardır.
Kur’ân’la dirilmiş, Kur’ân’la
huzura ermişlerdir. Örneğin
her Kur’ân okuyuşunda ve
dinleyişinde ağlayan Habîb-i
A’cemî (ö.130/747)’ye, “Sen
İranlı bir şahsiyetsin, Kur’ân
Arapçadır. Onun mânâsını
bilmiyorsun, o zaman ne diye
ağlıyorsun?” diye sorulun-
ca; “Evet, öyle, benim lisa-
nım Fârisîdir, fakat kalbim
Arabîdir” der.15 İşte bizlerin
de dilimizi ve zihnimizi Kur’ân
diline aşina kılmanın yanın-
da kalbimizi ve ruhumuzu da
Kur’ân’ın mânâ dilini idrak
edecek hâle getirmemiz gere-
kir.
25
DAĞLAR
Ne heybetli, vakur duruşunuz varSizde erenlerin hali var dağlarHalleşelim gelin sırdaş olup daBenim de gönlümün dili var dağlar
Hazanda sizleri basar bir efkârBaşınızı duman ve bulut kaplarYağmur olur gözden düşen damlalarGül solduran bir sam yeli var dağlar
Sarmışsınız ufuk ufuk dört yanıÂşıklar unutmaz hiç cânânınıYâr yoluna düşmek ister hep cânıSizde yâr köyünün yolu var dağlar
Kışın giydiğiniz hırkadır, kardanÇile imtihandır o nazlı yârdenÂşıklar yanmıştır âh ile zardanYanan yanmış şimdi külü var dağlar
Yeşil giyersiniz bahar oluncaRenk renk çiçeklerle nakışlanıncaİncecik dalına bülbül konuncaFigânlar ettiği gülü var dağlar
Koyun, kuzu içer suyundan kanarSanki kuzularla dilleşir pınarKaval nağmesiyle yürekler yanarÇobanın gönlünün teli var dağlar
Kavalın sesiyle ben kavrulurumO deli rüzgârla hep savrulurumYamaçlardan gönle yankı olurumDeli gönlün esen yeli var dağlar
Dağlar da dert ile gönül dağlarlarPınar pınar, içli içli ağlarlarCûşa gelip dere dere çağlarlarDeryalara akan seli var dağlar
Mustafa AKGÜN
Ocak 201126
Hiçbir insan anasından büyük
olarak doğmaz. Herkes o ilâhî
tecellinin âdil tezgâhından ge-
çer ve kendini eğiterek yetişip hayat seyrini be-
lirler. İlk insandan bugünkü insanlığın tamamı-
na kadar, hepsinde seyir bu şekildedir. Hâl böyle
iken bakıyorsunuz, insan kalabalıkları içerisinde
bazı isimler ova ortasında bir yüce dağ gibi siv-
rilip dikkatleri üzerine çekiyor. Dinlenen, yön
veren, besleyen insan oluyor. Aslında bu tür in-
sanların arkasında büyük bir sabır, sabırla besle-
nen tahammül ve bilinmedik nice acılar, sıkıntı-
lar vardır. Tabii onlar buna rıza gösterdikleri için
büyürler. Büyürken de çevreleriyle birlikte ileri-
ye taşınırlar. Bulundukları bölgenin referans ad-
residirler. Etrafl arındaki insanlara kişilikleri-
nin, itibarlarının kredisini bahşederler. Onları
fark edenler, onların kanalına girenler, onlardan
beslenenler kazanır ve bakarsınız bu kazanan-
lar arasından da o insanların benzerleri çıkıve-
rir ortaya… Seyyid Burhaneddin’in Mevlânâ’yı,
Akşemseddin’in Fatih’i çıkardığı gibi…
Bu tür insanlar hep şehir ve çevrelerinde temayüz
edip burç hâline gelmişlerdir. Şehir dışında olan-
ları da şehirler yüceltip kendi kariyer makamları-
na taşımışlardır. Çünkü şehirlerin var olmasının
devamlılığını sağlayan bu isimlerdir ve bunlar
bir anlamda şehir nöbetçileri gibidirler. Şehirle-
rin varlık nöbetçileri… Şehirlerin kurucusu, inşa
edicisi, ihya edicisidirler. Kanaat önderliğinin üs-
tünde bir misyon icrası içindedirler. Değiştirirler,
dönüştürürler, şehre ufuk açarlar. Şehri, geçmiş-
te suskun, günümüzde gürültülü kalabalık ol-
maktan çıkarıp düşünen insanlar mahşeri haline
getirirler. Hatta şehirlerin taşıyıcısı görevini üst-
lenirler. İlerilere, daha ilerilere, daha iyiye, güze-
le, faydalıya, kalıcıya taşırlar şehirleri. Tabii bu
insanları şehirler keşfedebilirse, onların müba-
rek ellerinde götürülürler gidecekleri yere doğru.
İnançla gayretin, bilgiyle sevginin, fedakârlıkla
tevekkülün düzenlediği şehir, tehdit alanları de-
ğil güven ve huzur alanları hâline gelir… Şehir-
lerin tarihini taşına, toprağına, geçmişine bağlar-
ken bu insanlarını düşünmezseniz bu abidenin
mutlaka temelini unutmuş olursunuz
Şimdi Hacı Bayram denilince o gürültü kar-
maşası ve siyasî kirlenmişliğine rağmen, o döne-
İNSAN KALİTESİ ve
ŞEHİRŞehir ve İnsan Muhsin İlyas SUBAŞI
27
min arı duru bir Ankara’sını düşünmez misiniz?
Mevlânâ denilince Konya akla gelmez mi, Âşık
Veysel denilince Sivas, Sinan denilince Kayseri
hemen hafızanızda şekillenmez mi?
Kayseri’deki ziyaretgâhları gezerken bun-
lar geldi aklıma. Seyyid Burhaneddin’in türbe-
sinin önünde durdum, saatlerce kendi kendime
hep bu isim muhasebesi içinde yorulup kaldım:
Bu mübarek zat, 3 bin km. öteden ne diye kal-
kıp Kayseri’ye gelmiş? Mesele Mevlânâ’yı yetiş-
tirmeyle sınırlı olsaydı, Konya’da kalırdı, oraya
yerleşir orada ölmeyi isterdi. Hayır, öyle yapma-
mış, Mevlânâ’ya dersini ve ders sonrası ödevini
vermiş dönüp bu şehre gelmiş. Keza, Zeynel Abi-
din de öyle değil mi? Kimine göre, Hz. Ali’nin to-
runu kimine göre, Kadı Burhaneddin’in taht va-
risi. Öyle ya da böyle, bugün şehrin merkezinde
bir türbe var ve burada bu adla bir mübarek in-
san yatmaktadır. Medine’den gelmiş olabilir,
Sivas’ta doğup Kayseri’yi ilim beldesi olduğu
için tercih etmiş olabilir. Her hâlükârda bu şeh-
rin itibarına kendi şahsiyetinden bir şeyler katan
bir büyük insan. Şeyh Camii dediğimiz o küçü-
cük caminin hemen bitişiğindeki türbede yatan
İbrahim Tennurî Hazretleri sıradan bir isim mi-
dir? Sivas’ta sarrafl ık yapan bir babanın zen-
ginliğini bir kenara bırakarak, gelip Kayseri’de
ilim ve edep dersi veriyor. Fatih’in hocası
Akşemsedin’in halifesi olup Bayramiye Tarikatı-
nı Kayseri’de halkın irfan meclisine kazandıran
bir isim oluyor. Üstelik Akşemseddin’le birlik-
te İstanbul’un fethine katılan ve yazdığı Gülzâr-ı
Manevî’yi Fatih Sultan Mehmed’e armağan eden
bir şairdir.
Tefekkür kapısını bu büyük isimlere doğ-
ru açtınız mı, kabirleri burada olmasa da daha
nice isimler geliyor aklınıza. Mesela, Davud-ı
Kayserî’yi nasıl unutabilirsiniz, bu mümkün mü?
Bu şehirde doğmuş, eğitimi tamamlamak için
Mısır’a gitmiş, kendini yetiştirdikten sonra, ka-
riyerinin farkına varan Osmanlı Sultanı Orhan
Gazi, onu İznik’e çağırarak, kendi devletinin eği-
tim sistemini onun mübarek elleriyle şekillen-
dirmek için emaneti ona bırakmış. Bir Kayserili,
bir Cihan İmparatorluğunun ilim müesseseleri-
ne şekil ve muhteva veriyor. Kayseri için küçük
bir mesele mi bu? Kayseri’de doğmuş, burada
Ocak 201128
yetişmiş, çocukluğunda hacca oradan Mısır’a gi-
dip eğitimi tamamlayan ve 19 yaşında gelip şehri-
ne kadı olan, daha sonra kendi adına devlet kuran
Kadı Burhaneddin Ahmed’i düşünmemek müm-
kün mü? O kadı ki, Osmanlı’nın edebiyatta ilk Di-
van’ını oluşturma şerefi ne eren bir büyük şair. Yine
aynı şekilde Sinan!.. O da, İmparatorluğun sanat-
taki seviyesini belirleyen bir büyük deha… Bir köy
çocuğu, köyünden saraya devşirme yoluyla gidiyor.
Orada, “Ser Mimaran-ı Hassa (İmparatorluğun
Başmimarı) gibi bir koltuğa oturmayı başarıyor.
Sonra da Hıristiyan bir aileden gelmiş olması-
na rağmen, Müslümanlaşmasının şuuru ve dikka-
tiyle ve hatta iddiasıyla Selimiye’yi inşa sebebini
açıklarken; “Kefer-i Fecere’nin mimar geçinenle-
ri, Ayasofya’nın kubbesinden daha büyük kubbeyi,
Müslüman sanatçılar inşa edemezler, sözü benim
yüreğime derd oldu. Onun için Selimiye’nin kub-
besini altı zira’ daha yüksek, dört zira’ daha derin
yaptım.” diyerek Hıristiyanlara Müslüman sanatçı-
nın idrak ve irade gücünün tarihî dersini en güzel
bir şekilde verebiliyor!
Yine aynı şekilde Şeyh Hâmid-i Velî (k.s.): Ali
Dağının dibinde, Akçakaya Köyünde doğup ken-
dini yetiştiren bir büyük gönül sultanı. Ekmek pi-
şirerek geçimini sağladığı için halk arasında “So-
muncu Baba” diye tanınıyor. Yıldırım Bayezid’in
Niğbolu zaferinden sonra bu zaferin şükranesi ola-
rak Bursa’ya yaptırdığı Ulu Cami’nin açılışında ilk
hutbeyi okuyor. Kayseri’ye dönüyor ve irşad göre-
vine başlıyor. Bu sırada, Ankara’da Numan adında
bir müderrisin ünü sarmıştır Anadolu’yu. Ancak,
Somuncu Baba ondan önde bir büyüktür. Numan’ı
Kayseri’ye çağırıyor, davet üzerine, Kayseri’ye So-
muncu Baba’yı ziyarete geliyor. Burada bir süre
birlikte irşad görevini sürdürüyorlar. Sonra bir-
likte Şam’a ve oradan hacca gidiyorlar… Hacı Bay-
ram Velî’nin asıl adı Numan’dır. Kayseri’ye gel-
diklerinde bayram günüdür. Bu buluşmayı da bir
bayram sevinciyle karşılarlar ve burada Numan’ın
adı Bayram’a dönüşür. Ders görevinden Somun-
cu Baba’nın işaretiyle irşad görevine geçerek Bay-
ramiye tarikatını kuruyor. Ankara’nın manevî fati-
hi olarak orada yaşıyor ve ölüyor. Somuncu Baba
da Kayseri’ye bağlanıp kalmıyor. Anadolu’nun çe-
şitli bölgelerinde irşadını sürdürüyor ve sonunda
Darende’de vefat ediyor ve orada defnediliyor. Bu-
gün Somuncu Baba dendiği zaman akla gelen şe-
hirler Bursa, Darende ve Kayseri’dir… Çünkü ilim
ve irfan bereketini burada almış ve buralardan
Anadolu’ya yaymıştır…
Dikkat ettiniz mi bilmem; Osmanlı’nın ilimde
Davud-ı Kayseri, edebiyat’ta Kadı Burhaneddin,
sanatta Mimar Sinan ve tasavvufta Somuncu Baba
29
belirleyici, inşa edici ve yüceltici ilk hareketi veren
isimleri olarak çıkıyor ortaya…
Şimdi, bunlarla zenginleştirilmiş bir şehri dü-
şünün. Bir de bu isimlerin olmadığı, insan kalaba-
lığından oluşan bir başka şehir modelini…
Bugün itibarlı şehirlerin hemen tamamı, kendi
toprağından çıkan böyle burç isimlerin itibar kre-
dilerini kullanarak kendilerine referans imtiyazı
sağlarlar.
Sanırım, bu fazilet pınarlarından beslenen
Kayseri’nin eski yaşlıları, bugünkü gibi dünya-
ya dört elle sarılmamışlar ve hatta yaşları 63’ün
üzerine çıktığında, kendilerinden yaşını soranla-
ra, cevap vermemeye özen göstermişlerdir. Bunu,
Ahmet Yesevî Hazretlerinin, bu yaştan sonra ken-
disine yaşanacak yer olarak mezar şeklinde toprak
altında bir mekân hazırlamasının uyarıcı işareti-
ne bağlarlar. Bu mübarek insan, “Allah’ın Sevgili
Kulu, Peygamberi, Hz. Muhammed (s.a.v.) dünya
hayatını 63 yıl tasarruf etmiştir. Bu yaştan sonra-
ki ömür bizim için lüks olur.” diyerek sade bir ha-
yat yaşamıştır. Bir gün bir yaşlı zata bunu sordum:
“Oğlum, yaşım önemli değil.Allah (c.c.)insana şük-
redecek kadar ömür versin. Buna dua edin.” diye-
rek yaşını söylememişti. Daha çok gençtim, ısrar
edince; “Bak yavrum, sana bir ders olsun bu? Bir
yaşlı insan yaşını söylemek istemiyorsa, Peygam-
ber (s.a.v.)’den daha çok dünyada kaldığını açıkla-
mayı edebe aykırı gördüğü içindir.” diyerek bana
gerçek bir hayat öğüdünde bulunmuş ve aynı za-
manda bir neslin hayat felsefesini ifşa etmişti.
Ne var ki, bu şehirde yaşayanların önemli bir
kısmı bu tür insan kalitesinin farkında mı diye bir
sızımız vardır yüreğimizde.
Şehirler bu insanlarla yücelirken, şehir-
li giderek bir vefa erozyonuna uğruyor olma-
lı ki, bugün böyle bir sahiplenme duygusundan
uzaklaşmaya başladık. Şehirleri ihya eden, zen-
ginleştiren, geliştiren, büyüten insanlarla, şehir-
leri yağmalayan, parçalayan, dağıtan, tüketen
insanlar arasında seçimini sağlıklı yapamayan
şehirli sürüklendiği bu korkunç badireden na-
sıl kurtulacaktır? Aslında, şehirlerin gelecek için
ciddi problemleri bunlar olmalıdır. Çünkü bu
vefasızlık yüzünden şehirler, imtiyazlı olmaktan
sıradan olmaya doğru bir çöküşün hezimetiyle
yüz yüze kalma tehdidine doğru çekilmektedir…
Çok katlı binalarla, belki de geniş yeşil alanlarıy-
la boyanmış, süslenmiş, aydınlatılmış şehirler
yaparsınız ama, ruhu öldürülmüşse, bu şehirler
kadavradan başka neye benzetilebilir ki...
“Şehirleri ihya eden,
zenginleştiren,
geliştiren, büyüten
insanlarla, şehirleri
yağmalayan,
parçalayan, dağıtan,
tüketen insanlar
arasında seçimini
sağlıklı yapamayan
şehirli sürüklendiği...”
Ocak 201130
Kalb-İ SELÎM
EdebiyatMusa TEKTAŞ
İnsanın güzelliği; kalbinin/gönlü-
nün güzelliği ile ölçülür. Kalpten/
gönülden doğup hareketlere yan-
sıyan bu güzelliğin görüntüsü elbette selîm bir
kalbin ayna olarak kendindeki tecellîlerin dışa
yansımasıdır. Kulun işlediği günahlar, kalbinin
kirlenmesine ve kararmasına sebep olur. Nitekim
Peygamberimiz (s.a.v.); “Kul bir günah işlediği
vakit kalbinde siyah bir nokta, bir leke yapar.
Eğer tevbe edip vazgeçer, mağfi ret dilerse kalbi
temizlenir ve parlar.” buyurmaktadır. Kalbi gü-
nah kirlerinden ancak aşk, şevk, muhabbet, zikir,
hizmet ve tevbe istiğfar temizler. İlâhî sevgiden
aldığı feyizle güzellikleri fark edenler, Hakk dost-
larına yakın olan gönüller, âşıklar meclisine erer
ve muhabbet gülleri dererler. Büyüklerin civarın-
da kalpleri aydınlanır ve etrafa aydınlık saçarlar.
Kıyamet gününde günahlardan arınmış bir kalp
ile Allah’ın huzuruna gelmek için muhabbet der-
yasına yelken açarlar. Maldan mülkten geçerler.
3131
Âlemde âşıkane bir hayat sürerek, selîm bir
kalp ile huzura varmanın hoşluğunu Hulûsi Efen-
di Hazretleri (k.s.) şöyle dillendirir:
Mâlınızı mülkünüzü nidevüz
Âleme hoş gelmişiz hoş gidevüz1
Allah’a Kalb-i Selîm ile Gelenler
Bu dünyada eşref-i mahlûk olan insana ema-
net edilen, fıtrî güzellik aynası olan kalbin te-
mizliğini muhafaza etmek ve emaneti sahibine
kirletmeden, lekeletmeden, selîm olarak teslim
edebilmek elbette bir görevdir. Yüce Kitabımız
Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “O gün ne
mal fayda verir ne de evlat. Ancak Allah’a kalb-i
selîm ile gelenler (o gün fayda bulur).”2
Ayetteki “selîm” kelimesi, ‘tertemiz’, ‘her leke-
den arınmış’, ‘mânen sıhhatli’ demektir. XVI. asır
şairlerinden Bağdatlı Rûhî (ö.1605) bu âyeti şiir
diliyle şöyle ifade eder:
Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler
“Yevme lâ yenfe’u”da kalb-i selîm isterler
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de, “Allah’ım
senden kalb-i selîm isterim.”3 şeklinde dua et-
miştir.
Peygamberimiz (s.a.v.), “Allah sizin şekilleri-
nize ve suretlerinize değil, kalplerinize ve amelle-
rinize bakar.”4 buyurarak, Yüce Allah’ın ahirette
kişinin kalp temizliğine ve parlaklığına bakacağı-
na dikkat çekmiştir.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri de
Dîvân-ı Hulûsî-i Darendevî adlı eserinde kalb-i
selîm olanın dünyevî şeylerden, maldan, mülkten
ümidini keserek, sadece Rabbi ile meşgul olması-
nı şöyle dile getirir:
Koyup mâl ü menâli âr u ırzından ümîdin kes
Hudâ’dan gayrı bir şuglu olan kalb-i selîm olmaz5
Kalbi temiz olanın bütün azaları temiz olur. O
bozulursa diğer azalar da fesada uğrar.
Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
“Âdemoğlunun vücûdunda bir et parçası vardır;
o düzgün olursa, onun sayesinde vücûdun geri
kalanı da düzgün olur. Şayet o bozulursa, onun
yüzünden vücûdun geri kalanı da fesada uğrar.
Dikkat edin, o kalptir. “6
Ebü’I-Kâsım Hakîm’e kalb-i selîm sorul-
du. Şöyle cevap verdi: “Onun üç alâmeti var-
dır: Birincisi, kimseye eziyet etmemektir. İkinci-
si, kimse den eziyet ve kırgınlık hissetmemektir.
Üçüncüsü, birine bir iyilik yapsa ondan karşı-
lık beklememektir. Kimseye eziyet etmediğinde
vera’ı, kimseye kırgınlık duymadığında vefayı,
yaptığı iyiliğe karşılık beklemediğinde ihlâsı ye-
rine getirmiş olur.”
Kâşifî der ki: “Kalbin selâmeti, ‘Lâ ilahe illal-
lah Muhammedü’r Rasûlullah’ şehadetinde
ihlâstır. Bir görüş gönlün dünya sevgisinden arın-
mış olmasıdır. Bir başka görüş ise kalbin hased ve
hıyanetten selîm/temiz olmasıdır.”
Teysîr’de şöyle geçer: “Kalp, Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in ehl-i beytine, eşlerine ve ashabına buğz
etmekten uzak olmalıdır.”
İmam-ı Kuşeyrî şöyle demiştir: “Kalb-i selîm,
Cenâb-ı Hakk’ın gayrisinden arınmış, dünya ta-
mahından ve âhiret arzusundan boş olan kalptir.
Yahut selîm kalp, bid’attan hâlî, sünnet-i seniyye
ile mutmain olan kalptir.”
Kalb-i selîm, Allah’ın insanları yarattığı aslî
fıtrat üzere olan, aslî mizacın inhiraf ve sapma-
sından kurtulmuş kalptir. Çünkü Allahu Teâlâ,
kalbi celâl ve cemâl sıfatlarının tecellîlerini al-
maya kabiliyetli bir ayna ola rak yaratmıştır. Tıp-
kı Âdem (a.s.)’ı ilk yarattığında olduğu gibi. İki
dünya nın ilgileriyle kirlenip paslanmadan önce
Allah onda tecellî etmiştir.7
Âşıkların Gönülleri Aynadır
Gönül sırlarına âşina olabilmenin, irfanın,
marifetin yolu da temiz bir kalpten geçmekte-
dir. Gönül hanesini temizlemeyenlerin ilâhî sır-
Ocak 201132 Ocak 201132
lara yakınlık kesbedemeyeceğini Hazret şöyle ifa-
de buyurur:
Pâk olmayıcak olmadı dil sırrına mahrem
“Ve’t-ta’arrufu’s-sırra mine’l-kalb-i selîmü”8
Dünya ve ahiret ile onun içindekiler bir kal-
be sığabilir. Âşıkların gönlünü, ilâhî sırları yan-
sıtan aynaya benzeten Hulûsi Efendi Hazretleri
şöyle buyurur:
İki cihânın mebde‘i bir kalb içinde gizlidir
Âyîne-i dîdâr olur âşıkların gönülleri9
Kalb-i selîm, günahlardan kirlerden arınmış
ve mücellâ, ışıl ışıl parlayan bir ayna gibi Hakk’ın
cemâlî sıfatlarının tecellîgâhı hâline gelmiş bir
gönüldür. Hak Teâlâ, kulunun kalbinde cemâlî
sıfatlarının tecellîlerini görünce onu sever ve on-
dan râzı olur.
Rabbimizin cennet dâvetine ve ihsân ede-
ceği sonsuz mükâfatlara lâyık olabilmek için
mâsivâdan uzaklaşıp kalben Hakk’a yönelmek
şarttır. Zîrâ Rabbimiz, bizden ilâhî tecellîgâh olan
bir gönül, yâni kalb-i selîm istiyor.
Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde Bir Kıssa
Hazret-i Yûsuf’a çok uzak diyarlardan, yüreği
muhabbetle dolu bir dostu gelip misafi r olur. On-
lar, çocukluktan beri samimî birer dosttur. Ah-
baplık ve dostluk yastığına beraberce yaslanmış-
lardır. Hazret-i Yûsuf, bir müddet onunla sohbet
ettikten sonra nükteli bir tarzda:
- Söyle bakalım dostum, bize gittiğin yerlerden
ne hediye getirdin, der.
Misafi ri, bu istek karşısında çok mahcûb olur
ve ne diyeceğini bilemez. Ardından, hissiyâtını şu
samîmî ifâdelerle dile getirir:
- Sana armağan getirmek için, şu fânî âlemde
birçok şeye nazar ettim. Fakat hiçbirini gözüm
tutmadı, hiçbirini sana lâyık göremedim. Bir kı-
rıntı büyüklüğündeki altın parçasını bir altın ya-
tağına veya bir damlayı bir denize nasıl armağan
olarak götürebilirdim ki? Senin güzelliğine denk
olacak hangi tohum vardır ki bu Mısır ülkesinin
ambarında bulunmasın? Sana getirilecek hediye
ancak senin güzelliğinin bir eşi, bir benzeri olma-
lıdır. Bu yüzden ben de çâresiz, sana gönül nûru
gibi tozsuz, lekesiz, parlak bir ayna getirip sun-
mayı lâyık gördüm.
Ey güneş gibi gökyüzünün nûru olan Yûsuf!
Sana gönül nûrundan bir ayna getirdim ki, ona
baktıkça kendi güzelliğini görüp hayrân olasın.
Onda güzel yüzünü gördükçe, Rabbin sendeki
cemâlî tecellîlerini seyredesin ve beni de hatırla-
yasın.
Misâfi r bunları söyledikten sonra koltuğu-
nun altından bir ayna çıkarır ve Hazret-i Yûsuf’a
takdîm eder.
Hulûsi Efendi Hazretleri de bir beytinde gön-
lü, temiz ve cilalı bir aynaya benzetir:
3333
Kendini mir’ât kıl tâ kim tecellî ede Hak
Kendin idrâk eyleyenler ile derd-nâk olagör10
“Kendini, özünü, kalbini bir ayna gibi temiz,
parlak tut ki, oraya Hakk tecellî ede. Kendini ta-
nıyan, nefsine hâkim olan kalp sahipleriyle, ilâhî
aşkla dertlenen kimselerle, velilerle dost ol.”
Kalp vücut ülkesinin başkentidir. Sır, o mer-
kezdeki Cenab-ı Hakk’ın tecellî eylediği yerdir.
Bu hikmette kalpler ve sırlar gök lerin en yüksek
yerlerine, oralarda zuhur eden ilim, marifet, tev-
hid ve muhabbet de ay ve yıldızlara benzetilmiş-
tir.
Göğün ay, güneş ve yıldızların doğduğu yer ol-
duğu gibi, kalpler ve sırlar da ilim yıldızlarının
doğduğu yer, marifet ayı nın menzilleri ve tevhid
güneşinin dönüp durduğu mahaldir. Bu manevî
yıldızların nurları, maddî ışıklardan daha par-
lak ve gör kemlidir. Hatta bazı ârifl er demişlerdir
ki: “Cenab-ı Hak evliya kalplerinin nurlarını açıp
gösterse, ayın ve güneşin ışığını söndürürdü. Zira
ay ve güneş batar ve tutulur, ay tutulması, güneş
tu tulması ile “küsûf” ve “hüsûf’a uğrar. Hâlbuki
kalplerin nurları batmaz ve hüsûf ve küsûf et-
mez.”
Hadis-i kudsîde: “Yerime ve göğüme sığma-
dım; ama mü’min kulu mun kalbine sığdım.”
buyrulur.
Bütün her şeyi içine alan mü’minin kalbi gö-
ğün ve yerin ala madığı Hak nazarının tecellî yeri
olunca, artık o kalbi ve sahibi ni neyle vasıfl andı-
rırsan vasıfl andır.11
Hâne-i kalbindeki gencîne-i esrârı bul
Ger şems nûrundan musaffâ setr olan envârı bul
“Kalbindeki gizli hazineleri keşfet, gayb bilgi-
lerin ilâhî sırlarını özünde ara. Güneşin nurun-
dan daha saf ve parlak olan ilâhî nurları kendi
kalbinde bul.”
Gayb hazineleri, ilâhî vasıfl ardır. Çünkü ârifi n
vasıfl arı ilâhî evsaftan olup Hak Teâlâ ârifl ere
ezelî vasıfl arıyla tecelli ettiğin de, ayın güneş-
ten ışık aldığı gibi, ârifl erin kalpleri de her an
ezelî evsaf nurlarından aydınlanır. Bundan önce
mezâhirin, eserlerin nurlarıyla, sırların, vasıfl a-
rın nurlarıyla aydınlandığı belirtilmişti.
Kalp hanesinin daima feyiz ve tecellî ile ay-
dınlanması ilâhî yar dımlarla olduğundan mu-
hakkıklar dediler ki: “Hak Teâlâ bir ve lisine
tecellî ettiği vakitte onun kalbini ağyardan ma-
sun kılar ve daima nuruna tecellî yeri eyler.”12
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretle-
ri bir sohbetlerinde buyurduğu şu kelamı ile ya-
zımızı sonlandıralım: “Sizler de bilirsiniz gü-
neş tutulması olur. Dünya ile güneş arasına ay
girer karanlık bir hâl alır. İnsanlar tarafından,
güneş tutuldu, denir. Oğul, Allah ile kul arasın-
da hiçbir an tecellîyât kesilmez. Gönülde her an
mevcut olur. Ne zaman ki gönle mâsivâ girer. O
tecellîyâta mâni olur. İnsan kendini yalnız hisse-
der. Ne kusur işlerse o an işler. Bir müridin şey-
hinden huzuru ile gıyabının fark olmaması la-
zımdır.”
1 Ateş¸ Es-Seyyid Osman Hulûsi¸ Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî¸ (Haz. Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz) s. 113¸ Nasihat Yay.¸ İstanbul¸ 2006.
2 26/Şuara, 88-893 Tirmizî, Deavat 23; Nesai, Sehv 614 Müslim, Birr, 345 Ateş¸ Dîvân, s, 996 Ebû Dâvûd, Büyü, 37 İsmail Hakkı Bursevî, Ruhul Beyan Tefsiri, C.14,s.
87-89, Erkam Yay., İst, 20108 Ateş¸ Dîvân, s. 1919 Ateş¸ Dîvân, s, 29710 Ateş¸ Dîvân, s, 29711 Kastamonulu Seyyid Hafız Ahmed Mahir Hikem-i
Ataiyye Şerhi, (Haz. Tahir Galip Seratlı) s. 257. Sufi Kitap, İstanbul, 2010.
12 Hikem-i Aaiyye Şerhi, s. 2581
Dipnot
“Kalbindeki gizli hazineleri keşfet,
gayb bilgileri ilahi sorları özünde ara.
Güneşin nurundan daha saf ve parlak
olan ilahi nurları kendi kalbinde bul.”
Ocak 201134
aİlede
MERHAMET
EğitimMehmet Zeki AYDIN*
35
20. yüzyıldaki gelişmeler,
bilimsel gelişmeler, yeni
buluşlar, yeni ideolojik ve
felsefi anlayışlar, toplumları ve bireyleri etkile-
miş, değişikliklere uğratmıştır. Değişmeler, ha-
yatımızda maddî refahımızı yükselmekte, ancak
insanı insan yapan ahlakî değerler ve davranış-
lar azalmakta, sevgisizlik ve merhametsizlik art-
maktadır. Âdetâ bir yanı kurulurken, diğer yanı
yıkılan bir dünyada yaşıyoruz.
Günümüz dünyasında, maddî imkânların
çoğalmasına rağmen, insanî değerlerin azaldı-
ğı görülmektedir. Son yıllarda, cinâyet, şiddet,
tecavüz, hırsızlık suçlarının arttığını görüyo-
ruz. Bütün bunlar bize, “Acaba insanlarda mer-
hamet duygusu mu azalıyor?” sorusunu sordur-
maktadır.
Şiddet, öfke, saldırganlık, haksızlık, zulüm
gibi insanı yok eden davranışları engelleyecek,
ilişkilerimizin temeline sevgi ve yardımlaşmayı
koyacak duygulardan biri de merhamet duygu-
sudur.
Merhamet Nedir?
Merhamet, insanı kendine ve kendinin dı-
şındakilere iyilik ve yardım etmeye yönlendi-
ren acıma duygusudur. Merhamet sıradan bir
acıma duygusu değildir. Merhametten, bütün
yaratılmışlara sevgi ve şefkatle yaklaşma, onla-
rı kötülükten ve zulümden koruma ve kurtarma,
yardım etme, bağışta bulunma, affetme gibi gü-
zel huy ve davranışlar ortaya çıkar.
Merhamet, sevgi, saygı, sabır, doğruluk vb.
gibi yaşanarak öğrenilen duygulardandır. Mer-
hamet duygusu, ancak sevginin, saygının, şef-
katin, hoşgörünün, yardımlaşmanın, yaşanıldı-
ğı eğitim ortamlarında gelişebilir. Yani baskı,
korku, kin, tehdit, nefret, öç alma gibi duygula-
rın hâkim olduğu ortamlardan merhametli in-
san yetişmesi zordur. Sevgi sevgiyi, korku kor-
kuyu, merhamet merhameti doğurur.
Merhamet insanın, temel insanî duyguların-
dan biridir. Bu duyguya sahip olmayan bir insan
her türlü felakete sebep olabilir. Bu durumda
merhamet duygusunun, insanlığı hatırlatan sı-
fatların önemlilerinden olduğunu söyleyebiliriz.
Rahmet ve şefkat duygusundan yoksun bulu-
nan kalbin sahibi, kaba, katı, acımasız bir insan
olur. Bu kötü vasıfl ardan ise zulüm ve adaletsiz-
lik, bunlardan da huzursuzluk doğar.
Bildiğimiz gibi Allah, Rahmân ve Rahîm’dir.
İnsanlarda ve bütün canlılarda bulunan acıma
ve merhamet duygusu da Allah’ın Rahmân sı-
fatından gelmektedir. Efendimiz şöyle ifade bu-
yurmuştur: “Şüphesiz acıma, merhamet duygu-
su Rahmân’dan bir cüzdür.”1 Yine meşhur bir
hadîs-i kudsîde, “Şüphesiz rahmetim gazabım-
dan öne geçmiştir.”2 buyrulur.
“Merhamet, sevgi, saygı, sabır, doğruluk vb. gibi yaşanarak öğrenilen
duygulardandır. Merhamet duygusu, ancak sevginin, saygının, şefkatin,
hoşgörünün, yardımlaşmanın, yaşanıldığı eğitim ortamlarında gelişebilir.
Yani baskı, korku, kin, tehdit, nefret, öç alma gibi duyguların hâkim
olduğu ortamlardan merhametli insan yetişmesi zordur. Sevgi sevgiyi,
korku korkuyu, merhamet merhameti doğurur.”
Ocak 201136
Kalbinde merhamet duygusu taşıyan bir in-
san, içinde ilâhî bir cevher taşıyor demektir.
Merhameti olmayan kişi, bu ilâhî nimetten na-
sipsiz kalmıştır. Hz. Peygamber’in çocukları
sevip okşamasına hayret eden ve on çocuğun-
dan hiçbirini öpmediğini övünerek söyleyen
bedeviye, “Şâyet Allah senin kalbinden merha-
meti söküp almışsa, ben sana ne yapabilirim?
Merhamet etmeyen merhamet edilmez.”3 bu-
yurması da bunu gösterir. Yine Efendimiz şöy-
le buyurmuştur: “Allah, merhametli olanlara
rahmetle muamele eder. Siz yeryüzündekilere
merhametli olun ki, göktekiler de size rahmet
etsinler. Rahim (akrabalık bağı) Rahmân’dan
bir bağdır. Kim onu korursa Allah onunla (rah-
met bağı) kurar. Kim onu koparırsa Allah da
ondan (rahmet bağını) koparır.”4
Merhamet, ağlamayı, affetmeyi, el uzatma-
yı, feda etmeyi öğreten bir duygudur. Allah’ın
yarattıklarından hiç birine zulmü revâ görme-
yip ve içlerindeki âcizlerin zayıf hallerine acıyıp
imdat ve yardımlarına koşmaktır. Bu durumda
merhamet, “yüksek derecede bir şefkat” adını
alır. Merhamet insanı hayvanlara bile şiddet-
ten uzak yumuşak bir şekilde davranmaya teş-
vik eder.
Merhamet, ahlaki erdemlerin en büyükle-
rindendir. Fakat nezâketle yapılmayınca tadı
kalmaz ve merhamet olunan kişiyi hoşnut et-
mez. Çünkü merhametin insandaki yeri kalptir,
gönüldür. Gönülden gelen bir şeyde ise katlan-
ma ve zorlanmanın olması söz konusu değildir
Merhamet, insana mağlup olan hasmın hata ve
kusurunu af ve düşmanları dost ettirir.
Merhamet en büyük güçtür; şiddet ise as-
lında güç gibi görünse de güçsüzlük göstergesi-
dir. O halde baskı, korku, tehdit, kin, nefret, öç
alma gibi duygular yerine; sevgi, saygı, hoşgö-
rü, merhamet vb… olumlu duyguları çocukları-
mıza ve gençlerimize öğretmeliyiz.
Çocuğun, sağlıklı bedensel, ruhsal ve sos-
yal gelişimi sevgi dolu, sıcak bir ortamda yetiş-
mesine bağlıdır. Böyle bir ortamı sağlayan ilk
ve temel topluluk kuşkusuz ailedir. Merhamet
duygusunun kazanılmasında da ailenin etkisi
kaçınılmazdır. Kur’ân, merhametin ailede eş-
ler arasından başlayarak, çocuklar ve komşu-
lar şeklinde dışa doğru bir açılımla devam et-
mesi gerektiğine dikkatlerimizi çekmektedir:
“Allah’a kulluk edin ve hiçbir şeyi O’na ortak
koşmayın. Ana babanıza, akrabalarınıza, ye-
timlere ve muhtaçlara, yakın komşuya, uzak
komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kal-
mışa ve emriniz altında bulunanlara iyilik
yapın.”5 şeklindeki âyetin bu noktaya işaret
ettiğini ifade edebiliriz. Bu âyette yer alan ih-
san-iyilik emrini yerine getirmek için öncelikle
merhamet sahibi olmak gerekmektedir. Çünkü
merhametin olmadığı yerde gönülden, samimî
iyilik ve ihsanın olabilmesi mümkün değildir.
Bu âyete göre, ihsan ve iyilik yapılması iste-
nenler, yakın aile üyelerinden başlayacak iyi ve
güzel bir yaklaşım, genişleyerek toplumun bü-
tün katmanlarına ulaşacaktır.
37
Aile Ortamında Merhamet
Canlılar âleminde ebeveynine en fazla ihti-
yaç duyan varlığın insan olduğu bilinmektedir.
Dolayısıyla ailenin, insan varlığının kaçınılmaz
bir sonucu olarak ortaya çıkan doğal bir kurum
olduğu söylenebilir. Nitekim insanlar arasında
ikili ilişkilerin başladığı ilk mekânın aile ortamı
olduğunu başta eğitimciler olmak üzere hemen
herkes kabul etmektedir. Aile ortamı, bireyin
ebeveyn, kardeş, dede ve nine ilişkileri doğrul-
tusunda sosyal davranışlar sergilemeye başla-
dığı ilk mekândır. Bu noktadan hareketle, kişiyi
bireysellikten kurtarıp, ikili ilişkiler dünyasına
geçmesini sağlayan aile ortamının, merhamet
duygusunu öğretmek açısından önemi açıktır.
Eşler Arasında Merhamet
Ailede asıl olması gereken, sevgi ve saygıya
dayalı bir birlikteliğin kurulmasıdır. Bunu mer-
hametin tamamladığını söyleyebiliriz. Sevgi ve
saygının azaldığı ve doğal sınırların aşıldığı du-
rumlarda aile içerisinde bile çok ağır sorunlar
yaşanabilmektedir. Aile bireyleri arasındaki so-
runların, zaman zaman düşmanlık derecesine
kadar varabildiğini görüyoruz. Nite-
kim Kur’ân, “Ey iman edenler! Eş-
lerinizden ve çocuklarınızdan size
düşman olanlar da vardır. Onlar-
dan sakının ama affeder, kusurları-
nı başlarına kakmaz (ve onları hoş
görürseniz), bilin ki, Allah çok ba-
ğışlayan ve çok merhametlidir.”6
meâlindeki âyetle böyle bir aileye
dikkat çekmektedir.
Aile düzeninin bozulmaması, sağ-
lıklı bir şekilde yürümesi için eşlere çok önem-
li görevler düştüğü bilinen bir gerçektir. Toplum
düzeninin aileden başlaması nedeniyle, aile içi
ilişkiler, karşılıklı anlayış ve merhamet çerçe-
vesinde yürütülmelidir. Bu nedenle, “Ey iman
edenler! Hanımlarınıza onların arzusu hilafına
(baskı yaparak) mirasçı olma(ya çalışma)nız
helal değildir. Açık bir hayâsızlık yapmadıkça,
vermiş olduğunuz herhangi bir şeyi geri almak
amacıyla onlara baskı yapmayın. Hanımları-
nızla güzel bir şekilde geçinin, çünkü onlardan
hoşlanmıyor olsanız bile, olabilir ki hoşlanma-
dığınız bir şeyi, Allah büyük bir hayra vesile kıl-
mış olabilir.”7 meâlindeki âyetin son kısmında
yer alan, “Hanımlarınızla güzel bir şekilde ge-
çinin, çünkü onlardan hoşlanmıyor olsanız bile,
olabilir ki hoşlanmadığınız bir şeyi, Allah büyük
bir hayra vesile kılmış olabilir.” bölümünün,
kurulu bir aile düzeninin basit sebepler nedeniy-
le yıkılmaması için gereken gayretin gösterilmesi
gerektiğini söyleyebiliriz. Bu âyet, her iki tarafın
farklı psikolojik yapıda olabilecekleri ve zaman
zaman birbirinin hoşlanmadıkları şeyleri yapa-
bileceklerini, ancak merhametten ayrılmamaları
gerektiğini bildirmektedir. Tarafl ar merhametle
davrandıkları müddetçe hoşlanılmayan yönler,
zamanla diğer güzelliklerle örtülebilecektir. Bu
nedenle kendi istek ve anlayışlarımızın ötesin-
de muhataptaki diğer güzellikleri fark edip, mer-
hametle yaklaşmak gerekir. Önemli olan hoşa
gitmeyen davranışa, hoşa gitmeyen davranışla
karşılık vermek değil, hayırla, güzellikle, merha-
metle yaklaşmaktır. Nitekim bu tür yaklaşımlar,
Allah’ın eşler arasında bir güzellik ve hayır ya-
ratmasına vesile olacaktır. Merhamet çevresin-
de keşfedilebilecek güzellikler, eşler arasındaki
sevginin yeniden canlanmasına ve sevgi de onla-
rı mutluluğa götürecektir.
Kadın ve erkeğin, yaratılması ve birbirine
eşler olmasının nedenini anlatan şu âyet eşle-
ri merhametli olmaya davet etmektedir: “O’nun
işaretlerinden biri de size kendi cinsinizden,
kendileriyle sükûn bulacağınız eşler yaratma-
“Kalbinde merhamet duygusu taşıyan bir insan,
içinde ilahî bir cevher taşıyor demektir. Merhameti
olmayan kişi, bu ilahî nimetten nasipsiz kalmıştır.
Efendimiz şöyle ifade buyurmuştur: “Şüphesiz acıma,
merhamet duygusu Rahman’dan bir cüzdür.”
Ocak 201138
sı ve aranıza sevgi ve merhameti yerleştirme-
sidir.”8 Eşler arasındaki ilişkide Allah, zulüm ve
haksızlığa göz yumulmasına razı olmaz. Nitekim
herhangi bir anlaşmazlık sonucunda eşler ara-
sında boşanma kararı alınmışsa bile bunun, her
iki tarafın rızasıyla adalet ölçüleri içerisinde ol-
ması gerektiği bildirilmektedir.9
Çocuklara Karşı Merhamet
İnsanlar için çocuğun sevimli kılındığını10 ve onla-
rın dünyanın süsü11 olduğunu ifade eden Kur’an, aynı
zamanda bir sınav vesîlesi olduğunu da beyan etmek-
tedir.12 Kur’an’ın, dünya süsü, sevimli bir varlık ve aynı
zamanda bir sınav olarak tanımladığı çocuklarda, her
zaman bu özelliklerin bulunmasının istendiğini ifade
edebiliriz.
Allah’ın (c.c) ana babaların kalbine koyduğu dikkat
çekici duygulardan biri de evlâda karşı sevgi ve şefkat
duygusudur. Bu, çocuk eğitiminde son derece önemli
bir duygudur. Çocukların kahrını çekmek ve onları ye-
tiştirmek ancak sevgi ve merhametle mümkündür.
Çocukların ahlak gelişiminde sevgi ve mer-
hamete dayanan ilişkilerin önemi açıktır. Sevgi
ve şefkat gören çocuğun özgüven duygusu daha
kolay gelişecek ve iyilik kavramı onun zihin
dünyasında yeterince yerini bulacaktır. Çünkü
şefkat sahibi anne baba, çocuk için sevgi obje-
si haline gelmekte ve çocuk onları memnun et-
mek için kendi çevresine de olumlu yaklaşmak-
tadır. Ayrıca ailesiyle özdeşleşme süreci içinde
anne babanın özelliklerini kendinde toplaya-
rak, onlar olmadığı zaman bile çevresine say-
gı göstermektedir.
Eğitim sırasında şefkatle, yumuşak bir ifa-
deyle, sevgi ve güvenle çocuğa yaklaşım eğitici-
ye de çocuğa da rahatlık kazandırır. Tam tersi
bir durumda, yani baskı, dayak, şiddet, kor-
kutma gibi cezalandırıcı davranışlarla ise, sev-
gi ve güven ortamı zedelenir veya yok olabi-
lir. Bu davranışlar geçici bir süre çözüm olsa
da kalıcı davranış değişikliklerine yol açabilir.
Çocuğun zamanla eğiticisine (anne baba yahut
öğretmenine vs…) kin duymasına, öfke besle-
mesine sebep olabilir. Çocuğun bu yaklaşımı,
karşısındaki insanın kendi hakkında iyi şeyler
düşünmediği, iyi duygular beslemediği anla-
yışına sürükler. Böyle bir kişinin kendisini ce-
zalandırmasını kabullenemez. Çocuk niçin ce-
zalandırıldığını bilmeli ve davranışlarını ona
göre kontrol etmelidir.
Merhamet konusu, çocuk eğitiminde
sadece çocuk ile anne baba arasında düşünül-
memelidir. Bunun yanında anne babanın ve
varsa diğer aile bireylerinin aralarındaki ilişki-
nin bu duygu üzerine kurulmuş olması gerek-
mektedir. Çocuk, sevgi, şefkat ve merhamet
ortamında büyümelidir.
*Prof. Dr.1 Buhârî, Edeb 13; Tirmizî, Birr 16.2 Buhârî, Tevhîd 15, 22; Müslim, Tevbe 14-16.3 Buhârî, Edeb 18.4 Ebû Dâvûd, Edeb 4941; Tirmizî, Birr 16.5 4/Nisâ, 36.6 64/Teğâbûn, 14.7 4/Nisâ, 19.8 30/Rûm, 21.9 2/Bakara, 231.10 3/Âl-i İmrân, 14.11 18/Kehf, 28.12 8/Enfâl, 28, 64/Teğâbûn, 15.
Dipnot
39
ŞEHİR DÜĞÜMLEDİ BİZİ
Dilimizden dağlar anlardı baba.Tarizsiz, tarifsiz, kinayesiz...
Bir gölge bırakmak vardı dağlara baba,Bir gölge!Bulutu yorgan,Toprağı döşek,Muhannete muhtaç olmamak için Yastık etmek vardı keveni Nasıl olsa sırtımız delinmeye alışık...
Oysa Dadaloğlu’ndan bu yanaGördüğümüz beton üstüne betonDüğümledi şehir bizi.Kördüğümüz babaKördüğüm! Dağ heybetiydi bizi çekenBütün alçaklıklara inatDağ adamı değildik...
Vedat Ali TOK
Ocak 201140
İNSAN
KültürEnbiya YILDIRIM*
KENDİNE DÜŞMAN OLAN
41
Başkalar ına
endeksli ha-
yat süren-
ler, hiç şüphe yok ki, en mut-
suz kişiler zümresi içinde yer
almaktadırlar. Bu olumlu da
olabilir; ama bizim kasdettiği-
miz olumsuz tiplerdir. Bunların
başında da hased eden insanlar
gelir. Bunlar kendileri dışında-
ki insanların yaptıklarını takip
ederler, onların başarıların-
dan son derece üzülürler; baş-
larına bir felaket geldiğinde ise
mutlu olurlar, sanki ellerine bir
şey geçmiş gibi. Gözleri sürek-
li başkalarındadır. Aynı sektör-
de çalışanları veya komşularını
daima tarassut ederler; gözet-
lerler.
Böyle bir hayat ne kadar sı-
kıcı, can yakıcı ve eziyete dö-
nüşmüş bir yaşamdır. Düşün-
senize, akıl sürekli birilerinde.
Başkalarının ne yaptığını ta-
kip etmekte, zihnin bir bölümü
ötekilerle meşgul olmakta. Böy-
le olunca da “karşı taraf” ola-
rak görülen kişilerin başarısı
berikinin yüreğini kasıp kavur-
makta, kalbi sanki marangoz-
ların “işkence”leriyle sıkıştırılı-
yormuş gibi olmaktadır. Böyle
olan kişi yatağa girdiğinde bile
bunlardan kurtulamaz, çeke-
memezlikten dolayı gözlerine
uyku girmez, bir o yana bir bu
yana döner.
Başkasının başarısını haz-
medemeyen bir insanın, ken-
disi dışındakilerin başlarına
gelen sorunlardan ne kadar
lezzet alacağı âşikârdır. Rakip
olarak gördüğünün fabrikası
ifl as etse veya bir sınavda ba-
şarısız olsa veyahut bir malına
zarar gelse, bundan keyif alır.
Sonuçta, aynı kulvarda hasmı
olarak gördüğü kişinin karşı-
laştığı sorun onu duraklata-
cak, kendisini belki bir adım
öne çıkaracaktır. Böylece baş-
kalarının daha fazla dikkatini
çekecektir. Bu şekilde düşün-
düğünde de, karşıdakinin ba-
şına gelen her şeyden şeytanî
bir lezzet alacaktır.
Bu manzara ne ifade etmek-
tedir, denecek olursa: Böylesi
düşünceler içinde muvazene-
sini kaybeden insan, öncelikle
hayatı kendisine zehir etmek-
tedir. Düşünce dünyasını kir-
letmekte, mutluluğunu yine
kendi elleriyle heder etmekte-
dir. Nefsini gereksiz yere hu-
zursuz eden kişinin, esasında
hariçte düşman aramasına hiç
gerek yoktur. Zira sağlıklı sür-
dürebileceği belli müddette-
ki ömrü yine kendisi törpüle-
mekte ve kalan hayatını sağlık
sorunlarıyla geçirmesine sebe-
biyet vermektedir.
“Bir kişi namazlarını mükemmel kılsa, ama bunun
yanında, gıybet etmeye, hasede devam etse ve “Ben
iyi bir Müslümanım.” dese, bu sözle sadece
kendisini kandırır.“
Ocak 201142
Hasedin Zararı Hasetçinin Kendinedir
Niye sebebiyet vermekte-
dir?. Zira haset, başkasını değil
çekemeyeni yiyip bitirir. Şöyle
düşünün: Birisi bir başarı öy-
küsü gerçekleştirmiş. Ticaret-
te iyi kazançlar elde etmiş veya
bulunduğu mevkide iyi bir per-
formans göstererek terfi etmiş.
Öte yandan onunla aynı kulvar-
da olan biri daha var. Gözü hep
başarıyı gerçekleştirende. Öte-
ki başarı gösterince veya beriki-
nin çabası yetersiz kalınca, ha-
yat ona zehir olur. “O nasıl oldu
da, ben olamadım. Hâlbuki
onun yerinde ben olmalıydım.”
gibi, düşünce dünyasını tama-
men hâkimiyeti altına alan ve
bütün huzurunu kaçıran bir ha-
zımsızlık yaşar. Bunun olum-
suz sonuçları öncelikle onun
günlük yaşantısına yansır. Bü-
tün neşesi kaçar. Etrafında-
ki insanlar ondaki bu küsmüş-
lüğün nedenini anlayamasalar
bile yüzüne akseden karamsar-
lığı görürler. Ailesini bile hu-
zursuz eder. Sanki bu duru-
mun oluşmasında aile fertlerin
payı varmış gibi. Etrafına te-
rör estirir ve her an patlayacak-
mış gibi çevresini teyakkuzda
tutar. Hâlbuki bir düşünse, bu
yaptıklarının bedeninde yaptı-
ğı tahribatın ne kadar büyük ol-
duğunu. O her an kalp krizine
yakalanabilir. Zira zavallı bede-
ninin bir dayanma sınırı vardır.
Sonuçta hasedin bütün olum-
suzlukları gelip kendi başına
çöreklenir. Neresinden bakar-
sanız bakın, zararlı çıkan hep
odur. Hatta etrafındaki insan-
lar ondaki bu huysuzluğun ne-
denini bir anlarlarsa, ona olan
kredileri biter. Küçük konuma
düşer ve saygınlığı kalmaz.
Peki, yaşadığı bu hafakanla-
rın, kıskandığı ve haset ettiği ki-
şinin üzerinde bir etkisi var mı?
Onun üzüntüsünü hafi fl etecek
bir sonuç doğurur mu? Elbet-
te hayır. Kıskançlığının zara-
rı kendisi yanında kalır. Diğeri
zaten elde ettiği başarının key-
fi ni sürmektedir. Berikinin ona
haset ettiğini anladığında yapa-
cağı tek şey vardır, o da, ona bir
zavallı gözüyle bakmak. Belki
de umurunda bile olmayacak-
tır. Kim bilir, onun hazımsız-
lığını bir gülme vesilesi olarak
arkadaşlarına anlatarak kahka-
ha da atabilir.
Allah için kendimize sor-
mak durumundayız, “Haset ede-
nin eline ne geçiyor?” diye? Bu-
nun cevabı kocaman bir “hiç”tir.
Âhiret sermayesinin zâyi edilme-
si de işin diğer bir yanı. Bunun
yanında haset, insanın içindeki
iyilik duygularını öldürmekte ve
büyük yıkım gerçekleştirmekte-
dir. Çünkü kalbinde başkalarına
karşı olumsuz duygular besleyen
bir insandaki merhamet duygu-
larının azalacağı, kalbinin katıla-
şacağı ve güzel huylarının dumu-
ra uğrayacağı âşikârdır. Böylesi
bir insan, sürekli hesap kitap pe-
şinde koştuğundan, etrafındaki-
lerle olan ilişkileri de içten olma-
yacaktır. Bahsettiğimiz olumsuz
alışkanlığı mutlaka bir yerden
patlak vereceği için, etrafında-
kiler onun nasıl bir yapıda ol-
duğunu en nihâyet anlayacaklar
ve yalnızlığa mahkûm olacaktır.
Âhiret yanında dünya da kaybe-
dilecektir. Bu ne acı bir durum-
dur!!
Mutluluğun reçeteleri
Lütfen on parmağımızı ma-
sanın üstüne koyalım ve haset
etmenin insana ne kadar za-
rarı olduğunu tek tek sayma-
ya çalışalım. Parmaklarımızın
yetmediğini hatta ilave on par-
mağımız olsa bile kifâyetsiz ka-
lacağını göreceğiz. Belki imanî
duyguları yeterli olmayan veya
dinî hassasiyetleri oluşmamış
insan için bütün bu anlattıkla-
rımızın bir önemi yoktur. Zira
onun için tek amaç, hayatta
öyle veya böyle başarılı olmak,
diğerlerini de başarısız kıl-
mak veya görmek olabilir. An-
cak önümüzde duran bir kitap
var, Allah Rasûlünün buyruk-
“Allah için kendimize sormak durumundayız,
“Haset edenin eline ne geçiyor?” diye? Bunun cevabı
kocaman bir “hiç”tir. Âhiret sermayesinin zâyi
edilmesi de işin diğer bir yanı.”
43
ları var. Bunların ikisi de içi-
mizi güzelleştirmemizi, ken-
dimize ve çevremize zarar
verecek kötü alışkanlıklardan
ve huylardan uzaklaşmamı-
zı, kurtulmamızı emretmekte-
dir. Öyleyse dünyada güzel bir
kul, âhirette de cennet nime-
tine erişmişlerden olmak için
Allah’ın ve onun kutlu elçisi-
nin buyruklarına uymak, eli-
mizden geldiğince bizlere çizi-
len çizginin dışına çıkmamak
durumundayız.
Niye böyle yapmak duru-
mundayız? Çünkü hem Al-
lah hem de elçisi sadece bi-
zim hayrımızı istiyorlar da o
yüzden. Mutluluğun reçeteleri
Kur’an ve hadislerde çok açık
bir şekilde bizlere sunulmak-
tadır. Bu reçeteler hayatın bü-
tün alanlarını kuşatmaktadır
ve her bir hastalığın ilacı bun-
larda yer almaktadır. İnsan bu
reçeteleri hayatında tatbik et-
tiğinde gerçek anlamda mut-
lu olacak, reçetelerden bir ta-
nesini kenara koyduğunda ise
hayatının bir parçası eksik ve
hastalıklı kalacak, bu hastalık
diğer sağlam yönlerini de et-
kileyecektir. Dolayısıyla imanî
hayat öyle bir bütünlük arz
eder ki, insanın toptan Allah’a
yönelmesini gerektirir. Bir yön
noksan kaldığında, kulun ya-
ratıcısına tam olarak dönmesi
mümkün olmaz: Allah’a yönel-
diği tarafl arda yavanlık oluş-
maya başlar. Bu yavanlığın
hayatın diğer yönlerini yavaş
yavaş törpülemesi söz konu-
su olur. Dolayısıyla bütün vü-
cudun tedavi edilmesi gerek-
mektedir.
Bu dediğimizi bir örnekle
berraklaştırmak gerekirse: Bir
kişi namazlarını mükemmel
kılsa, ama bunun yanında, gıy-
bet etmeye, hasede devam etse
ve “Ben iyi bir Müslümanım.”
dese, bu sözle sadece kendisi-
ni kandırır. Zira namaz ne ka-
dar İslam’ın emri ise hasetten
uzak kalmak da aynı şekilde
dinin bir buyruğudur. Emir
olarak ikisi arasında bir fark
yoktur. Yani “Ben hem namaz
kılarım, hem de haramları iş-
lerim.” demek anlamsızdır.
Zira “Allah ve Rasûlünün bazı
buyruklarını yaparım bazıları-
nı yapmam.” demek, “Allah’ın
bazı buyruklarını kabul etmi-
yorum.” demekle eş anlamlı-
dır. Buradaki en büyük sorun,
bizim ibadetleri sadece belli
alanlara hapsetmemizdir; san-
ki ibadet, namaz, oruç ve hac-
dan ibaretmiş gibi. Oysa Allah
ve Rasûlünün bütün buyrukla-
rı aynı zamanda birer ibadet-
tir.
Bahsedip durduğum, zarar-
larından söz ettiğim, haset ve
kıskançlık olarak adlandırılan
bu kötü haslet, benim bu ya-
zımla birlikte sona mı erecek?
Elbette ermeyecek. Çünkü biz-
den önce yani Hz. Adem’in
oğullarıyla başlayan bu ger-
çeklik kıyamete kadar süre-
cek. Bazıları Hâbil’in bazıla-
rı Kâbil’in safında yer alacak.
Öyleyse önemli olan Müslü-
manın hangi tarafta yer aldı-
ğıdır.
Kendi adımıza rabbimize
her zaman şöyle dua edelim:
“Allah’ım! Etrafımdakiler için
n e
i s -
tiyor-
s a m
bana da
onu nasip et.”
Bu, hem çevre-
miz için sadece hayır isteme-
mize, hem de ahlakımızın gü-
zelleşmesine vesile olacaktır.
Yazımızı teberrük olması
amacıyla bir âyet ve iki hadis-
le bitirelim: “Allah’ın sizi, bir-
birinizden üstün kıldığı şeyle-
ri (başkasında olup da sizde
olmayanı) hasretle arzu et-
meyin.” (4/Nisâ, 32). “Bir ku-
lun kalbinde imanla haset
bir arada bulunmaz.” (Nesâî,
Cihâd, 8). “Ateşin odunu ya-
kıp bitirdiği gibi, haset de
iyilikleri yer bitirir.” (Ebû
Dâvûd, Edeb, 44).
*Prof. Dr.
Ocak 201144
İBADETLERDE
SAMİMİYETİBADETLERDE
SAMİMİYET“Dinin özü samimiyet olduğuna göre bu özün göstergeleri de olmalıdır.
Dinin samimiyet olduğunu gösteren amellerin başında ibadetler gelmektedir.
Çünkü ibadetler dindarlığı gösteren, geliştiren ve yerleştirip kalıcı bir hayat
tarzı haline getiren temel yükümlülüklerdir. İbadetsiz bir din düşünülemez.”
FıkıhAbdullah KAHRAMAN*
“Dinin özü samimiyet olduğuna göre bu özün göstergeleri de olmalıdır.
Dinin samimiyet olduğunu gösteren amellerin başında ibadetler gelmektedir.
Çünkü ibadetler dindarlığı gösteren, geliştiren ve yerleştirip kalıcı bir hayat
tarzı haline getiren temel yükümlülüklerdir. İbadetsiz bir din düşünülemez.”
45
Samimiyet yani ihlâs dinin özü, dindar-
lığın ise ölçüsüdür. İnsan bir dine an-
cak samimiyetle, hiçbir maddî menfa-
at beklemeden ve hiç kimseye gösteriş yapmadan
inanırsa ona gerçek mü’min ve tam anlamıyla din-
dar denilebilir. Bu şekilde inananlar mü’min ola-
rak kalabilir ve iman ile ölebilirler. Aksine düşün-
celer dindarlığa temelden aykırıdır. Gerek yüce
kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de gerekse Hz. Peygam-
ber (s.a.v)’in hadislerinde dinin samimiyet oldu-
ğu sıkça ifade edilmiş, aksine düşünce olan riyâdan
ise ısrarla sakındırılmıştır. Meselâ Kur’ân, dinin
özünün samimiyet olduğunu şu âyetle çok açık
bir şekilde ifade etmektedir: “Hâlbuki onlar an-
cak, dini yalnız Allah’a has kılarak (samimiyet-
le) ve hanifl er olarak Allah’a kulluk etmek, namaz
kılmak ve zekât vermekle emrolunmuşlardı. Sağ-
lam ve dosdoğru din de budur.”1 Dinde samimi ol-
mayan, onu içine sindirememiş ve kendisine mal
edememiş demektir. Dini kendisine mal edemeyen
kimse onu hayat tarzı haline de getiremez. Bunun
için onun dindarlığı esen rüzgâra göre şekil değişti-
rir. Hâlbuki dindarlık başkalarının keyfi ne göre de-
ğişmeyen, ilkeleri olan bir hayat tarzıdır.
Dinin samimiyet olduğunu ve bunun boyutla-
rını açıklayan Rasul-i Ekrem bir keresinde, “Din
samimiyettir.” buyurmuştu. “Kime samimiyet-
tir Yâ Rasulellah?” diye sorulunca şöyle demişti:
“Allah’a, Kitabına, Peygamberlerine, Müslüman-
ların yöneticilerine ve bütün Müslümanlara.”2
Kur’ân, dinin samimiyet olduğunu anlatırken
bunu sadece Hz. Muhammed (s.a.v) ile sınırlı tut-
maz. Bütün peygamberlerin bu anlayışla hareket
etiğini anlatır. Meselâ Hz. Musâ’dan bahsederken
şöyle buyurulur: “Kur’ân’da Musâ’yı da an; Şüp-
hesiz ki o, ihlâslı bir kuldu ve gönderilmiş bir pey-
gamberdi.”3. Aynı zamanda Kur’ân dinlerinde ve
dualarında samimî olmayanları da kınayarak bize
ibretle anlatır.4
Dinin özü samimiyet olduğuna göre bu özün
göstergeleri de olmalıdır. Dinin samimiyet olduğu-
nu gösteren amellerin başında ibadetler gelmekte-
dir. Çünkü ibadetler dindarlığı gösteren, geliştiren
ve yerleştirip kalıcı bir hayat tarzı haline getiren te-
mel yükümlülüklerdir. İbadetsiz bir din düşünü-
lemez. Çünkü dini sadece iman seviyesinde sür-
dürüp ibadetleri aksatanlar veya hiç yapmayanlar
dinin gerçek tadından mahrum kalırlar. Onlar, bal
kavanozunu dışarıdan yalayanlara benzerler.
İbadetlerde Samimiyet
İbadetine riyâ karıştıranlar ise dindar olduğu-
nu, dinde samimî olduğunu zanneden ve bala ze-
hir katarak gıdalanmaya çalışanlardır. Dinin özüne
ait bu gerçeği bize anlatıp aşılayan Yüce Kitabımız
hemen her ibadetle ilgili samimiyet vurgusu yap-
makta, ibadetlerin sadece Allah’ın rızası için ya-
pılmasına dikkat çekmektedir. “O halde ancak
Bana ibadet et ve namazı Beni anmak için kıl.”5,
“O halde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.”6
meâlindeki âyetler bu hususa işaret etmektedir.
İbadetinde samimiyet anlayış ve ilkesini ihlâl
edenler de Kur’ân’da şiddetle ve sert bir şekilde
ikaz edilmektedir: “Yazıklar olsun o namaz kılan-
lara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar ve na-
mazlarıyla gösteriş yaparlar.”7 meâlindeki âyetler
bunu açık bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Özellikle ibadetlerde samimiyetin emredilme-
si, ibadetlerin dini ayakta tutma ve dindarlık zihni-
yetini oluşturma konusundaki öneminden kaynak-
lanmaktadır. İbadet dinin, dua da ibadetin özüdür.
Bunlarda meydana gelecek en ufak bir sapma dini
kökünden sarsacağı için ibadetlerde samimiyet ve
ihlâstan asla taviz verilemez. Özellikle nafi le na-
mazlara, nafi le oruçlara ve sadakalara riyânın, kur-
banlara dünyalık arzuların karışma ihtimali çok
büyüktür. Bu konularda daha dikkatli olmak ge-
rekmektedir. Sağ elin verdiğini sol elin görmemesi,
nâfi lelerin gözlerden uzak yapılması ve et yeme ni-
yeti taşıyanlarla ortak kurban kesilmemesi hep bu
samimiyet ilkesini ihlal etmemeye yöneliktir.
Rasül-i Ekrem (s.a.v.) Efendimizin İkazları
Bizim kendilerini Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ar-
kadaşları olarak bildiğimiz ve saygıyla ve minnetle
andığımız sahâbenin en büyük özelliklerinden birisi
Ocak 201146
dinde ve ibadette samimiyet sahibi olmalarıydı. On-
lar, Hz. Peygamber (s.a.v.)’den, yaptığını Allah için
yapmayı; verdiğini Allah için vermeyi öğrenmiş ve
bunu karakter haline getirmişlerdi. Çünkü onlar içi-
ne riyâ karışan hiçbir amel ve ibadetin Allah katın-
da makbul olmayacağını dinin en yetkili mercii olan
Rasül-i Ekrem’den öğrenmişlerdi. İşte onların bu
konuda duyduğu ve bize de aktardığı ikaz dolu bazı
hadisler:
1. Ebû Hüreyre (r.a.)’nin anlattığına göre: “Rasü-
lullah (s.a.v) buyurdular ki: “Kıyamet günü ilk çağ-
rılacaklar, Kur’ân’ı ezberleyen, Allah yolunda öl-
dürülen ve bir de çok malı olanlardır. Allahu Teâlâ
Kur’ân okuyana, “Ben Rasülüme inzal buyurduğum
şeyi sana öğretmedim mi?” diye soracak. O, “Evet ya
Rabbi!” diyecek. Allah, “Bildiklerinle ne amelde bu-
lundun?” diye tekrar soracak. O, “Ben onu gündüz
ve gece boyunca okurdum.” diyecek. Allâhu Teâlâ,
“Yalan söylüyorsun!” diyecek. Melekler de ona, “Ya-
lan söylüyorsun!” diye çıkışacaklar. Allahu Teâlâ
ona, “Bilakis sen, “Falanca (güzel) Kur’an okuyor.”
densin diye okudun ve bu da söylendi.” der. Son-
ra, mal sahibi getirilir. Allah Teâlâ, “Ben sana bol-
ca mal vermedim mi? Hatta o kadar bol verdim ki,
kimseye muhtaç olmadın?” der. Zengin adam, “Evet
yâ Rabbi” der. “Sana verdiğimle ne amelde bulun-
dun?” diye Allah Teâlâ sorar. Adam, “Sıla-i rahim-
de bulunur ve tasadduk ederdim.” der. Allâhu Teâlâ,
“Bilakis sen, “Falanca cömerttir.” desinler diye bunu
yaptın ve bu da denildi.” der. Sonra Allah yolunda
öldürülen getirilir. Allah Teâlâ Hazretleri, “Niçin
öldürüldün?” diye sorar. Adam, “Senin yolunda ci-
hadla emrolundum. Ben de öldürülünceye kadar sa-
vaştım.” der. Hakk Teâlâ ona, “Yalan söylüyorsun!”
der. Ona melekler de, “Yalan söylüyorsun!” diye çı-
kışırlar. Allah Teâlâ ona tekrar, “Bilakis sen, “Fa-
lanca cesurdur.” desinler diye düşündün ve bu da
söylendi.” buyurur. Sonra Rasülullah (s.a.v), Ebü
Hüreyre’nin dizine vurup, “Ey Ebü Hüreyre! Bu üç
kimse, Kıyamet günü, cehennemin, aleyhlerinde ka-
baracağı Allah’ın ilk üç mahlükudur!” dedi8.
2. Ebü Hüreyre ve İbnu Ömer (r.a.) anlatı-
yor: “Rasülullah (s.a.v) buyurdular ki: “Ahir za-
manda, dinle dünyayı taleb eden insanlar zuhûr
edecek. Bunlar, insanlar(a iyi görünüp, onları al-
datmak) için öyle bir yumuşaklığa bürünürler ki ko-
yun postu yanlarında kaba kalır. Dilleri de baldan
daha tatlıdır. Ancak kalbleri kurtlarınkinden vah-
şidir. Cenâb-ı Hakk (bunlar için) şöyle diyecektir:
“Beni aldatmaya mı çalışıyorsunuz, yoksa bana kar-
şı cür’ete mi yelteniyorsunuz? Zât-ı Akdesime ye-
min olsun, bunlar üzerine, kendilerinden çıkacak
öyle bir fi tne göndereceğim ki, içlerinde halîm olan-
lar bile şaşkına dönecekler.”
3. Ebü Hüreyre (r.a.) anlatıyor: “Rasülullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allahu
Teâlâ Hazretleri diyor ki: “Ben ortakların şirkten en
müstağnî olanıyım. Kim bir amel yapar, buna ben-
den başkasını da ortak kılarsa, onu ortağıyla başba-
şa bırakırım.”
Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.) anlatıyor: “Rasülullah
(s.a.v) buyurdular ki: “Her kim (ibadetini gösteriş
için) halka işittirirse, Allah o kimseyi (yani gayesini
halka) işittirir ve kim (ibadetinde) riyâkarlık eder-
se Allah onun riyâkârlığının cezasını (dünyada) ve-
rir.”9
Bu ikaz ve irşatları bizzat Hz. Peygamber
(s.a.v.)’den her fırsatta duyan sahabe, dindarlık an-
layışlarını da gösterişten uzak içtenlik ve samimiyet
üzerine kurmuşlardı. Böyle olduğu için de hiçbir za-
man şartlar ne olursa olsun dinlerinden ve ibadet-
lerinden vaz geçmemişlerdi. Çeşitli fi tnelerin zuhur
ettiği zamanlarda bile bu sahâbe dinini ve ibadeti-
ni hiçbir şeye değişmemiş ve onlardan taviz verme-
mişti. Şâyet onlar ibadetlerini Allah’ın rızasından
başka bir amaç için yapmış olsalardı bu din bize ka-
dar doğru bir şekilde intikal edebilir miydi? Saha-
be ihlâsın zirvesini yaşıyordu. Çünkü onlar şu âyeti
ilk okuyanlardı: “Kim Rabbine kavuşmayı umuyor-
sa yararlı (sâlih) bir iş yapsın ve Rabbine ibadette
kimseyi ortak koşmasın.”10
Prof. Dr.
1 Beyyine, 98/5.2 Müslim, “İman”, 95.3 Meryem, 19/51.4 Örnek olarak bk. Yunus, 10/22-23.5 Tâhâ, 20/14.6 Kevser, 108/2.7 Maun, 107/4-6.8 et-Tâc, I, 57-58.9 et-Tâc, I, 57-59.10 Kehf, 18/110.
Dipnot
47
HEP SENİ ARIYORUM
Bilsem de, bilmesem deHep Seni arıyorumBulsam da, bulmasam daHep Seni arıyorum
Kuşların kanadındaNîmetlerin tadındaErkekte ve kadındaHep Seni arıyorum
Bülbüllerin sesindeGüllerin nefesindeÖtenin ötesindeHep Seni arıyorum
Gökyüzünde ve yerdeZikreyleyen dillerdeKıyâmette, MahşerdeHep Seni arıyorum
Güzelin bakışındaYüzünün nakışındaSuların akışındaHep Seni arıyorum
Bulmak kolay mı, zor mu ?Bu bir ateşten kor mu ?Bulmamı istiyor mu ?Hep Seni arıyorum
Arayan bulur mu ki ?Okuyan bilir mi ki ?O sonsuz bir nur mu ki ?Hep Seni arıyorum
Bulmaya kararım varVuslat arzularım varBu yolda ısrarım varHep Seni arıyorum
Bulmaya kararım varVuslat arzularım varBu yolda ısrarım varHep Seni arıyorum
Gündüzde ve gecedeKelimede, hecedeRükûda ve secdedeHep Seni arıyorum
Satır satır kitaptaŞiirlerde, hitaptaSevinçte, ıstıraptaHep Seni arıyorum
Dağlarda, denizlerdeYollardaki izlerdeÇöllerdeki gizlerdeHep Seni arıyorum
Maddede ve mânâdaSözlerdeki îmâdaGözyaşıyla duâda Hep Seni arıyorum
Ateş, su, hava, toprakKâinat yaprak yaprakBuyruğuna uyarakHep Seni arıyorum
Cemat, nebat, ins ü canEşref-i mahlûk insanYol haritamdır Kur’ânHep Seni arıyorum
Sensin Seni aratanSensin hakikî vatanÖnde Kılavuz KaptanHep Seni arıyorum…
Bekir OĞUZBAŞARAN
Ocak 201148
‘Öz’lemeK
DenemeRecep AYIK
Özlemek keli-
mesi ne kadar
güzel bir keli-
me... Aslında şimdi burada bir-
kaç sözlükten anlamını verip
o anlamlar arasındaki farklar-
dan yola çıkarak veya anlamla-
rın eksikliklerini malzeme ede-
rek de bir yazı çıkabiliriz. Fakat
buna gerek yok. Öz kelimesi
zihnimizde nasıl bir çağrışım
uyandırıyor, ne kadar derinle-
re inebiliyorsa ancak o şekilde
özlemek kelimesinin anlamı-
nın derinleşeceğini söyleyebi-
liriz. Bir “şey”in özü ile irtibat
kurmak belki de “özleme”yi
mümkün kılar. Özünüzden bir
parça kopup başka bir öze düş-
mediyse aslında özlemek yeri-
ne belki kısa süreli bir bekleme
seansından bahsedilebilir. Bek-
leyende ve beklenende öz itiba-
ri ile kurulmayan bir irtibat da
beklemelerimizin kısa olacağı-
na işarettir ancak. Ki beklemek
dünyaya daha yakın bir kelime-
49
dir bu açıdan. Özlemek ise özü
cennette saklı insanı, ahirete
yani sonsuz ufuklara doğru gö-
türen bir kelimedir.
Belki aşk, özlemek dediği-
miz şeyi hâl ile açıklayan en
önemli mertebedir. Aşk, bir
gönlün başka bir gönlün ay-
nasında özünü yeniden şekil-
lendirmesi olarak okunabi-
lir. Özüme ateş düştü, dersek
yangın var diye bağırmaz, aşk
var diye inleriz. Aşk makamı-
na bağırmak yakışmaz çünkü.
Özümüzde bir yerlerde sak-
ladığımız cevherin ilhamıyla
da karşılıksız bir bekleme alır
bizi. Kendini görmeden, özü-
müzü ellerimizle teslim ettiği-
miz Sonsuz Aşk Sahibi’ni öz-
leyerek yanına varmayı hayal
ederiz. Gelse de hoş, gelmese
de denebilir bu duruma. Öz ve
beklemek kelimelerinin yan-
kılarından oluşmuş bir keli-
medir aslında özlemek.
Bütün bu girizgâhla açıkla-
mak istediğimiz şey ne? Bel-
ki neyi özlediğimizi yeniden
hatırla(t)mak olamaz mı? Bel-
ki, neyi özlediğimizi yeniden
hatırlarsak özümüzün, aslımı-
zın nereye doğru meylettiğini
yeniden düşünebiliriz. Testi,
içindekini sızdırır demiş bü-
yüklerimiz. İçimizde saklanan
iksirin nereye doğru meyletti-
ği ise hayatımızın ne yöne ak-
tığıyla çok yakından ilgili.
Hayatımızın her dönemin-
de çeşitli özlemlerle tanışı-
yor, başka şeyleri özlüyoruz.
Çocukken özlediklerimizle
büyüdükten sonra özledik-
lerimiz arasından farklar bu-
lunabiliyor. Çocukken, oyun-
larımızı meleklerle oynarken
özlediklerimiz de bizi melek-
lerin safl ığına, temizliğine ya-
kınlaştırıyordu. Rüyalarımız-
da melekler bizi güldürüyor,
ilk adımlarımızı atarken me-
lekler bize yardımcı oluyor-
du. Fakat büyüdükçe onları
unutabiliyoruz işte. İlk arka-
daşlarımızı unutunca da onla-
ra duymamız gereken özlemi
başka şeylere duyuyoruz. Me-
sela, evinden ilk defa ayrı kal-
mış bir gence soruluyor: “Evi-
ni özledin mi?” Genç adam,
evini özlemediğini söylüyor.
Peki, hiçbir şeyi mi özlemedin
diye yeniden soruluyor. Genç
adam biraz düşünüp cevap ve-
riyor: Evet özledim. Anneni
mi? Hayır! Babanı mı? Hayır!
Peki, neyi özledin? Bilgisaya-
rımı özledim!
İlk paragrafı komple unuta-
lım ve hiçbir şey düşünmeden
sadece verilen cevaba bakalım.
Bunu açıklamak için birkaç söz-
lük yetmeyecek. Kitaplar, külli-
yatlar yetmeyecek. Öyle ağzı-
mız açık bakıp kalacağız. Belki
kendi günahımızı hafi fl etmek
için böyle evlatlarımızın olma-
dığını söyleyeceğiz. Ama aziz
okuyucu, bu çocuk senin çocuk-
larından biri mutlaka, belki de
benim çocuklarımdan. Efendi-
miz (s.a.v.)’in komşu hakkın-
da dikkat etmemizi istediği hu-
suslar çoğumuzun malumudur.
O’nun (s.a.v.) komşu tarifi ne
göre de bütün bir şehirle öyle ya
da böyle bir şekilde komşuluk
ilişkimiz vardır. Yani tüm şehir
bir ailedir. Ailemizden bizi öz-
lemeyen çocukların yetişmesini
kim ister.
Belki modern zaman, belki
ahir zaman artık ne dersek di-
yelim. Hepimizin özünde böy-
le kırılmalara sebep olmuyor
mu acaba? İçimizde ne varsa
aşağı yukarı dışımızda da onu
görmek istemiyor muyuz? Bel-
ki bu çocuğun yaşını büyütsek
ondan, makam, mevki, para vs
fuzuli şeyleri özlemediğini duy-
mak ne kadar inandırıcı gele-
bilir. Özlerimize elbet nefi s ve
şeytanın gölgesi düşüyor, düşe-
cek. Ama bu gölgenin, Allah’ın
belki de ibret alın diye masum
olarak gönderdiği, arkadaşla-
rını meleklerden seçtiği çocuk-
larda, çocuklarımızda işi ne!
Bu gölgenin düşmesine biraz
da bizler sebep olmuyor mu-
yuz? Onların temizlik ve masu-
miyetlerine bu kadar kasteden
modern oyuncaklardan onla-
rı niye kurtarmıyor hatta bila-
kis onlarla odalarını dolduru-
yoruz. Meleklerin dostlarına bu
reva mıdır?
Bugün çocukların kalplerine
yerleşen belki de son şey insan
sevgisi. Çünkü kazanma hırsı-
nın daha da arttığı bu çağda sis-
temin sıralamasında “olmasa
da olur” cinsinden bir şey insan
sevgisi. Belki bizler de böyle bir
çarkta doğduk, büyüdük… Bile-
miyoruz. Ama unutmayalım ki
neyi özlüyorsak, özümüz ona
benziyor demektir. Bu çocuğun
belki birkaç gigabaytlık bir bey-
ni veya kalbi vardır mesela.
Sahi, ölümü özleyenimiz
var mı?
Ocak 201150
ŞEFAAT
İlim ve HayatMehmet DERE
51
Şefaat, dünyada işlenen günahların
ahirette affedilmesi için talepte
bulunmak, aracı olmak ve bunun
için dua etmektir. Ahirette kendilerine şefaat izni
verilen her şefî (şefaat edici)nin şefaatinin sını-
rı, Allah katındaki yakınlığı ve derecesi nispetin-
de olacaktır. Şefaat olunacak kimselerin de şefaat
edilmeye layık olmaları şarttır. Allah’ın ahiret-
te başta peygamberler olmak üzere razı olduğu
birtakım kimselere şefaat etmeleri için izin ver-
mesi, kendisinin bileceği, adalet ve lütfuna dâhil
olan bir hikmetinin bir sonucudur. Gerçek ve en
büyük şefaatçi Allah’tır. Çünkü O, eş-Şefi (şefaat
edici)’dir.3
Kur’an’a göre ancak Allah’ın izin verdiği kim-
seler şefaat edecektir,4 melekler de müminler için
şefaat edecektir.5 Kâfi rler, müşrikler ve münafık-
lar için asla şefaat yoktur.6
Görüldüğü gibi Kur’an’a göre şefaat, ahirette
Yüce Allah’ın izin verdiği kimseler için söz konu-
sudur. Allah’ın izni olmadan bir kimsenin şefaat
etmesi veya Allah’ın razı olmadığı birine şefaatte
bulunması asla mümkün değildir.
Kâfi rler, müşrikler ve münafıklar şefaat hak-
kından asla yararlanmazlar. Zira bunlar Allah’a
şirk/ortak koşuyorlar, dünyada iken kendilerine
gönderilen ilâhî elçileri ve onların haber verdiği
ahiret gününü inkâr ediyorlar, Allah’ın hüküm-
lerini tanımıyorlardı. İlgili bir ayette de “Şüphe-
siz ki Allah, kendisine ortak koşulmasını asla ba-
ğışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse
için bağışlar”7 buyrulduğu gibi kâfi rler, müşrik-
ler münafıklar için şefaat asla mümkün değildir.8
Hadislerde de şefaat kavramı yer almış, baş-
ta Peygamberimiz (s.a.v.) olmak üzere bütün pey-
gamberlerin, meleklerin ve salih kulların Allah’ın
izni ve rızası dâhilinde şefaat edebileceği bildiril-
miştir.9 Ahirette gerçekleşecek şefaatle ilgili ha-
dislerin birçoğu Peygamber Efendimizin (s.a.v.)
şefaatine dairdir. Buna göre Peygamberimiz
(s.a.v.): “Her peygamberin kabul olunan bir du-
ası vardır. Ben, duamı kıyamet gününde ümme-
time şefaat için sakladım.”10 buyurmuş, peygam-
berler içinde ilk defa kendisinin şefaat edeceğini
ve şefaatinin kabul olacağını,11 ümmetinden bü-
yük günah işleyenlere de -şirk hariç- şefaat ede-
ceğini bildirmiştir.12
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ahiretteki genel ve
kapsamlı şefaatine “şefaat-i uzma” “büyük şefa-
at” diyoruz. Şefaat-i uzma (büyük şefaat) şöyle
gerçekleşecektir: Ahirette hesaba çekilmek üze-
“Ahirette Allah’ın izin ve rızası dâhilinde başta bizim Peygamberimiz
(s.a.v.) olmak üzere bütün peygamberler, melekler ve salih kullar
şefaat edeceklerdir. Biz müminlere düşen görev şefaate layık olmak
için Allah katından salih makbul ameller işlemek, en büyük şefaatçi
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in sünnetine sımsıkı yapışmaktır.”
Ocak 201152
re bütün insanlar beklerken, hesaplarının bir
an önce görülmesi için sırayla Hz. Âdem (a.s.),
Hz. Nuh (a.s.), Hz. İbrahim (a.s.), Hz. Musa
(a.s.), Hz. İsa (a.s.)’a giderler. Bunlardan her
biri gelenleri bir diğerine gönderirler. Nihayet
Hz. İsa (a.s.) onları Hz. Muhammed (s.a.v.)’e
gönderir. O vakit Hz. Peygamber (s.a.v.) arşın
altında secdeye kapanır, şefaat için dua eder.
Allahu Teâlâ, “Ey Muhammed, başını secde-
den kaldır, şefaatin kabul edilmiştir.” der.13
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bu anlamdaki şefa-
at yetkisine Makam-ı Mahmud (övülen ma-
kam, kıyametteki şefaat makamı) denir. Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in Makam-ı Mahmud sa-
hibi olmasına sebep olarak da herkes tarafın-
dan övülmesi ve ayette de14 buyrulduğu gibi te-
heccüd namazına (gece namazı) devam etmesi
gösterilmiştir.15
Makam-ı Mahmud’a yani şefaate nail olmak
için, Peygamberimiz (s.a.v.) biz ümmetine şu
tavsiyede bulunuyor: “Kim ezanı duyduğu za-
man, ‘Ey bu tam davetin(ezanın) ve kılınacak
olan namazın Rabbi! Hz. Muhammed (s.a.v.)’e
vesileyi, fazileti ve O’na vaat ettiğin Makam-ı
Mahmud’u ver’ diye dua ederse o kimseye şe-
faatim gerekli olur.”16
Şefaat-i uzmadan sonra Rasûllah (s.a.v.) il-
kin, ümmetinden cennet ehli olanlar için şe-
faatçi olacak, cehenneme giren günahkâr mü-
minler için üç defa şefaat edecek ve bu sayede
cehennemlikler buradan çıkarılıp cennete ko-
nulacaktır.17
Ayrıca cennet ehlinin cennette dereceleri-
nin artırılması için ilk şefaat edecek ve şefaa-
ti kabul olacak peygamber de Hz. Muhammed
(s.a.v.)’dir.18
Yine şefaatle ilgili olarak Kur’an okuyan ve
oruç tutan kimselere, bu ibadetlerinin şefaatçi
olacağı bildirilmiştir.19
Sonuç olarak şunları söylemek gerekirse,
ahirette Allah’ın izin ve rızası dâhilinde başta
bizim Peygamberimiz (s.a.v.) olmak üzere bü-
tün peygamberler, melekler ve salih kullar şe-
faat edeceklerdir. Biz müminlere düşen görev
şefaate layık olmak için Allah katından salih
makbul ameller işlemek, en büyük şefaatçi Hz.
Muhammed (s.a.v.)’in sünnetine sımsıkı yapış-
maktır.
Dipnot 1 Mustafa Alıcı, “Şefaat”, DİA.,C. 38, TDV. Yay., İstanbul 2010, s. 411; Fikret Karaman, “Şefaat”, Dinî Kavramlar Sözlüğü, DİB. Yay.,
Ankara 2006, s. 6142 Mesut Erdal, Kur’an ve Sünnet’e Göre Şefaat İnancı, Yeni Akademi
Yay., İstanbul 2006, s. 18; Karaman, age., s. 6143 Muhsin Demirci, Kur’an’ın Temel Konuları, İFAV Yay., İstanbul 2000, s. 3434 2/Bakara, 255; 10/Yunus, 3; 19/Meryem, 87; 20/Tâhâ, 109; 21/Enbiyâ, 28; 34/Sebe, 23; 39/Zümer, 44; 53/Necm, 265 21/Enbiyâ, 28; 53/Necm, 266 2/Bakara, 48, 123; 6/En’âm, 51, 70, 94; 7/A’râf, 53; 26/Şuarâ, 100-101; 30/Rum, 13; 40/Mü’min, 18; 43/Zuhruf, 86; 74/Müddessir, 487 4/Nisâ 48, 116; 5/Mâide 728 Demirci, age., s. 343; Erdal, age., s. 619 Buhârî, Tevhid, 24; Müslim, İman, 3012; Tirmizî, Kıyamet, 1110 Buhârî, Da’avat, 1; Tevhid, 31; Müslim, İman, 334; Tirmizî, Da’avat, 141; İbni Mâce, Sünnet, 3711 Müslim, Fadâil, 212 Ebû Davud, Sünnet, 21; Tirmizî, Kıyamet, 11; İbni Mâce, Zühd, 3713 Buhârî, Tevhid, 19, 36-37; Rikâk, 51; Müslim, İman, 32214 17/İsrâ, 7915 İlyas Üzüm, “Makam-ı Mahmud ” , DİA., C. 27, TDV. Yay., İstanbul 2003, s. 413; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, C. 5, Çelik-Şûrâ Yay., İstanbul 1993, s. 14716 Buhârî, Ezan, 8; Müslim, Salât, 11; Tirmizî, Salât, 175; Ebû Davud, Salât, 38; İbni Mâce, Ezan, 4; Nesâî, Ezan, 3817 Buhârî, Tevhid, 19, 24, Rikâk, 51; Müslim, İman, 32218 Müslim, İman, 8519 Buhârî, Tevhid, 24; Müslim, İman, 47, 302
53
GÖNDER Hasret mektubunu yazdığın zamanSitem etme selamını hoş gönderYanıyor yüreğim halim pek yamanİster dolu ister isen boş gönder
Sana aşık olan sevgi duyandırYar uğruna şirin canı koyandırMektubunun iki ucunu yandırÜzerinde birkaç damla yaş gönder
Gece gündüz hayal eder özlerimKavuşmak çaresiz ağlar sızlarımİlkbaharda yollarını gözlerimYaz gelmezsen sıcak sevgi kış gönder
Şeref bir gül gibi soldu deselerSıladan uzakta kaldı deselerGurbet ellerinde öldü deselerMezarıma iki tane taş gönder
Şeref TAŞLIOVA
Ocak 201154
VE FERİYE SARAYLARI İLEBİR PADİŞAHIN HAZİN SONU
ÇIRAĞAN“Yapımına 1863’te başlanan Çırağan Sarayı 1871’de bittirilirken 2,5 milyon
altın harcanmıştır. Son kez 1876 yılının Mart ayında buraya gelerek bir süre
Sultan Abdülaziz dinlenmiştir.”
KültürResul KESENCELİ
55
Çırağan’ın bugün
Beşiktaş ve Orta-
köy arasında bu-
lunan yeri 17. yüzyılda Kazan-
cıoğlu Bahçeleri diye bilinirdi.
18. yüzyılda Beşiktaş kıyılarını
süsleyen denize nazır saraylar
ve bahçeler ‘Lale Devri’ diye bi-
linen ‘Çiçek ve Müzik Aşkı’ dö-
neminin en önemli simgelerin-
den sayılmıştır. Farsçada ışık
anlamına gelen ‘Çırağan’ is-
miyle anılmaya başlanmıştır.
Sultan II. Mahmut 1834’te bu
alanı yeniden yapılandırma ka-
rarı alır. Önce mevcut olan ya-
lıyı yıktırır. Yeni saray için bü-
yük ölçüde ahşap kullanılmış
gibi görünmesine rağmen esas
bölümün temelinin yapımın-
da tamamen taş kullanılmıştır.
40 adet sütun dikilerek klasik
bir görünüm verilmiştir. Sultan
Abdülaziz’in kardeşi olan Sul-
tan Abdülmecit 1857’de Sultan
II. Mahmut’un yaptırdığı ilk
sarayı yıktırmış, batı mimari-
si tarzında bir saray yaptırmayı
planlamış; ancak 1863’te vefat
ettiğinden ve parasal sıkıntılar
yüzünden sarayın yapımı yarım
kalmıştır. Sultan Abdülaziz,
yeni sarayın inşaatını 1871’de
tamamlatmış, ancak stil olarak
batı değil, doğu mimarisi seçil-
miş ve Kuzey Afrika İslâm Mi-
marisi uygulanmıştır. Eski Çı-
rağan Sarayı’nın tahta binası
yıkılarak yerine yenisinin taş-
tan temelleri konmuştur. Sul-
tan dünyanın her yanından na-
dide mermer, porfi r, sedef gibi
maddeler getirterek sarayın ya-
pımı için kullandırmış. Yalnız
sahil inşasında 400.000 Os-
manlı lirası harcanmıştır.
Yapımına 1863’te başlanan
Çırağan Sarayı 1871’de bitti-
rilirken 2,5 milyon altın har-
canmıştır. Son kez 1876 yılı-
nın Mart ayında buraya gelerek
bir süre Sultan Abdülaziz din-
lenmiştir. Feriye Sarayı ise İs-
tanbul Boğazı kıyılarında gü-
nümüzdeki Beşiktaş semtiyle
Ortaköy semti arasında Çıra-
ğan Caddesi boyunca uzanan
Osmanlı saraylarının eski adı-
dır. İstanbul Boğazı kıyılarında
Osmanlı Hanedanı için yaptırı-
lan ilk saray 1856 yılında kulla-
nıma açılan Dolmabahçe Sarayı
idi. Daha sonra 1872 yılında Çı-
rağan Sarayı yaptırıldı. Ancak
bu iki saray da Osmanlı ailesine
yetmeyince Çırağan Sarayı’yla
Ortaköy Camii arasındaki kıyı
şeridinde ek binalar yaptırıldı.
Balyan Ailesine üye mimarlar
tarafından yapılan bu binalara
ikincil binalar ya da yan binalar
anlamında Feriye Sarayları adı
verildi. Deniz tarafında üç ana
bina, bir cariyeler koğuşu ve iki
katlı küçük bir binadan oluşan
yapılar topluluğunun arkasın-
da, yol tarafında ek binalar yer
almaktadır. Bu saraylarda padi-
şahın uygun gördüğü hanedan
mensupları ile kışlık dairesi bu-
lunmayan kişiler otururdu. Sa-
raylar yaklaşık 3.000.000 m2
büyüklüğündedir. 30.5.1876 ta-
rihinde hal’ edilen ve yıllarca
ikâmet ettiği Dolmabahçe Sara-
yı yağma edilen Sultan Abdüla-
ziz, görevden alındıktan sonra
Hüseyin Avni Paşa’nın adamla-
rı tarafından Topkapı Sarayı’na
Ocak 201156
nakledilmiştir. Burada ölüm
korkusuyla büyük sıkıntılar çe-
ken ve kendisine bakım yapıl-
mayan Sultan Abdülaziz, yeni
padişaha hitaben kendisinin
Çırağan Sarayı’na nakli için in-
sanı hüzne boğacak manalarda
tezkireler kaleme almıştır. Bu-
nun üzerine Çırağan Sarayı’nın
üst tarafında V. Murad için ya-
pılan dairelere getirilmiştir.
4 Haziran 1876 sabahı ha-
remdeki kadınların çığlıkla-
rıyla Abdülaziz’in vefat et-
tiği öğrenilmiştir. Duruma
müdahale eden Serasker Hü-
seyin Avni Paşa, hemen Fah-
ri Bey isimli Abdülaziz’in yakın
hizmetkârlarından birine, “Sul-
tan Abdülaziz’in sabahleyin va-
lidesini ve cariyeleri yanından
kovarak oda kapısını kapattığı-
nı, sakalını düzeltmek için bir
makas istediğini ve bu makas
ile kollarının kan damarlarını
kestiğini ve içeriye girildiğin-
de hayatını kurtarmanın müm-
kün olmadığını” söyletmişler;
getirdikleri kendi tabiplerine
doğru dürüst muayene bile et-
tirmeden subaylar eli ile cese-
dini açık bir şekilde karakola
iletmişlerdir. Maalesef, resmî
olarak tutulan ölüm raporunda,
son zamanlarda aklî dengesini
bozduğu ve neticede intihar et-
tiği yazılarak mesele kamuoyu-
na böylece duyurulmuştur.
Çarpıtılan ve Gizlenen Tarih
Konu ise daha sonra çok tar-
tışılmıştır. Çünkü tarih çarpıtıl-
mış ve gizlenmiştir. Mesele in-
celendiğinde görülmektedir ki,
olay intihar değil, açıkça Hüse-
yin Avni Paşa, Mithad Paşa ve
arkadaşlarının işlettikleri bir
cinayettir. Zira evvela, Ahmed
Cevdet Paşa’nın ifadesiyle, ma-
kasla sol kolunun damarlarını
kestikten sonra yaralı kol ile sağ
kolunun damarlarını kesmesi
inanılmaz bir durumdur. İkinci
olarak, koskoca Osmanlı Padi-
şahının bu şekilde ölümü üzeri-
ne, şer’an ve kanunen her çeşit
soruşturma ve tıbbî inceleme-
nin yapılması gerekirken, asla
bu yola gidilmemiş ve sadece
Fahri Bey’den sorularak alela-
cele sahte ölüm raporu hazır-
lanmıştır. Hüseyin Avni Paşa,
muayene taleplerini şiddetle
reddetmiştir. Üçüncü olarak,
asıl kendilerine sorulması gere-
ken ailesine yani valide sultan
ve cariyelere konu sorulmamış,
tam tersine, gelen subaylar-
dan Nazif isminde birisi, Vali-
de Sultan’ın kulağındaki altın
küpeyi çekip alacak kadar alçal-
mış ve hadiseyi bilen yakınları,
olaydan sonra zulme ve baskıya
maruz bırakılmıştır. Dördüncü
olarak, Ahmed Cevdet Paşanın
nakline göre; 1881 tarihine ka-
dar olayın müphem ve şüphe-
li kaldığını, o tarihe kadar her-
kesin intihar ettiğine inandığını
ve bu tarihten itibaren mese-
lenin anlaşıldığını kaydetmek-
57
tedir. Beşinci olarak, o dönemi
ve bizzat olay günlerini yaşa-
yan muteber tarihçilerin (Ah-
med Cevdet Paşa ve Mahmûd
Celâleddin Paşa gibi), son dö-
nem tarihçilerinin (Abdurrah-
man Şeref ve Mahmut Kemal
gibi) ve de olay sırasında yayın-
lanan Avrupa basınının da ka-
naati olayın bir cinayet olduğu
yönündedir.
Kısaca, İngilizlerin kukla-
sı olan Midhat Paşa, Hüseyin
Avni Paşa ve benzeri hırslı kişi-
ler, kendi gayr-i meşru emelle-
rine ters gördükleri Abdülaziz’i,
İngilizlerin tahrikiyle şehid et-
mişlerdir. Bu kişilerin ve dev-
letlerin Osmanlı aleyhine siya-
setlerini reddeden 32. Osmanlı
padişahı hunharca katledilmiş-
tir. Tüm bunların ispatını ise
Yıldız Mahkemesi kararında
görebiliriz.
Yıldız Mahkemesinin Kararı
Sultan Abdülaziz Han; Sad-
razam Mütercim Rüşdi Paşa,
Serasker Hüseyin Avni Paşa,
Şeyhülislâm Hayrullah Efen-
di ve Midhat Paşanın gizli ça-
lışmaları neticesinde 30 Mayıs
1876’da tahttan indirildi. Hüse-
yin Avni Paşanın ayda yüz altın
lira maaşla Fer’iyye Sarayına
bahçıvan adıyla aldığı Cezayir-
li Mustafa, Yozgatlı Mustafa
Çavuş ve Boyabatlı Hacı Meh-
med adlı pehlivanlar tarafın-
dan 4 Haziran 1876’da şehit
edildi. Fakat intihar süsü veri-
lerek olayın üzerine gidilmedi.
Sultan Beşinci Murad Han’ın
kısa saltanatından sonra padi-
şah olan Sultan İkinci Abdül-
hamid Han, amcası Abdülaziz
Han’ın şehit edilmesiyle ilgili
olarak el altından soruşturma-
ya başladı. Bizzat veya vasıtalı
olarak yaptığı soruşturma neti-
cesinde amcasının iddia edildi-
ği gibi intihar etmeyip, suikast-
la öldürüldüğü kanaatine vardı.
Olayın resmî olarak soruşturul-
masını istedi. Savcı olarak vazi-
felendirilen Fındıklılı Mehmed
Efendi 1 Nisan 1881’de soruş-
turmaya başladı. Soruşturma
komisyonunda Şûray-ı Devlet
Tanzimat Dairesi başkanı Çor-
luluzade Mahmud Celâleddin
Beyle mabeynci Ragıb Bey de
vazifelendirildiler. Yapılan so-
ruşturma sırasında sanıklar ve
şahitler dinlendi. Soruşturma
neticesinde; bahçıvan ve uşak
olarak üç kişinin yüzer altın lira
aylıkla Abdülaziz Han’ın hizme-
tine tayin olundukları, Abdü-
laziz Han’ın icabında kendisi-
ni savunabileceği palasının bir
tertiple alındığı, üzerinde daha
hayat eseri varken doktorlara
odasında muayene ettirilmeden
bir pencere perdesine sarılarak
alelacele Fer’iyye Karakoluna
indirildiği, ölümü hakkında on
dokuz doktor tarafından veril-
miş raporun yazılı ve açık ol-
madığı ve bileklerini keserek
intihar ettiği söylenen makasın
bu yaraları meydana getirilebi-
leceği kaydıyla yetinilerek ka-
palı ifadede bulunulduğu, Hü-
seyin Avni Paşanın; “Bu avam
cenazesi değildir. Size her ta-
rafını muayene ettirmem.” de-
mek suretiyle tam muayeneye
mâni olduğu, cenaze görülme-
den yalnız Fahri Bey’in sözüy-
le yetinilmek suretiyle şer’î
(dinî) îlam yazıldığı, Abdüla-
ziz Han’ın hizmetine tayin edi-
len pehlivan Mustafa ve Hacı
Mehmed’in olaydan sonra cüzî
bir maaşla emekliye ayrıldıkla-
rı halde “Yüksek maaşla mem-
leketlerine gönderilmiştir.”
diye halka ilan edildiği, Abdü-
laziz Han’a büyük kin besle-
yen Hüseyin Avni Paşanın olay
günü Kuzguncuk’taki yalısın-
dan ilk olarak Fer’iyye’ye gel-
miş olduğu, Damat Mahmûd
Celâleddin ve Damat Nuri Pa-
şaların Beşinci Murad’ın anne-
sinin isteğiyle Abdülaziz Han’ı
öldürmek üzere emir verdikle-
rini beyan ettikleri ortaya çık-
tı. Soruşturma neticesinde ha-
zırlanan raporda Abdülaziz
Han’ın ölümünün intihar ol-
mayıp suikast sebebiyle oldu-
ğu belirtildi.
BİBLİYOGRAFYA
Mahmûd Celâleddin Paşa, Mir’ât-ı Hakikat c. I, s. 116-121.Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir, c. IV, s. 155-160.Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, c. V, sh. 169-264; c. VII, sh. 355-360.Abdurrahman Şeref Efendi, “Sultân Abdülaziz’in Vefatı İntihar mı Katl mi?”, TTEM, nr. 683, s. 321-325.i. Hakkı Uzunçarşılı, “Sultân Abdülaziz Vak’asına Dair Vak’anüvis Lütfi Efendi’nin Bir Risalesi”, s. 349-373. Yılmaz Öztuna, Devletler Ve Hânedânlar, c.II, s. 274-288.
Ocak 201158
PsikolojiM. Doğan KARACOŞKUN*
KİBİRLİ“Alçakgönüllü olan ve başkalarına küçümseyici ve alaycı gözle bakmayan kimseler,
kendisi ve çevresiyle barışık, kendini ve başkalarını değerli gören kimseler olarak, iç
dünyası zengin ve canlı bireylerdir. Onlar sâhî kişiler, yani gerçekte insan olmanın
anlamını yakalayabilmiş ve ruh sükûnetine erebilmiş kimselerdir.”
Yunus Emre’nİn Tarİfİyle
Kİşİlİk Psİkolojİsİ
59
Yunus Emre, gerçek sevgiyi yaka-
layabilme sürecinde, mücadele
edilmesi gereken insanın ben-
liğindeki kimi olumsuz duygular yahut aşılma-
sında insanın zorlanacağı engellerden söz eder.
Bunların herhangi birinde takılıp kalanların, psi-
kolojik bir ölümü tercih etmiş olacaklarını vur-
gular. Çünkü fi ziksel olarak yaşıyor gibi gözükse
de, yabancılaşmış algı ve davranışları nedeniyle
sevmeyi ve üretmeyi beceremeyen bir anlayış, bi-
reyin psikolojik ölümü demektir. İşlevsel sevgi-
yi engelleyen tutkuların kuşattığı böyle bir insan,
öncelikle kendi iç insanî yetilerine karşı duyarsız
olacaktır. Çevresine karşı da verici ve fedakâr ola-
mayacak, kendini yok eden ve dış dünyayla sağ-
lıklı ilişki kuramayan narsistik bir kişiliğe döne-
cektir. Kişilik ve kimliğinden ilişkilerine kadar
her konuda sahte ve yüzeysel kalacaktır. Sevgi ya-
şantısı da ısmarlama yahut sözden öteye geçme-
yen içi boşaltılmış bir kavram olmaktan öteye bir
anlam ifade etmeyecektir. O halde bu insan kim-
dir ve anlamı nedir? Sağlıklı öz-ilişki kuramadığı
kendi benliğini nasıl algılamaktadır?
Yunus Emre’nin Tarifi yle Kibirli Kişilik Psikolojisi
Yunus Emre, böyle bir insanın kim olduğu so-
rusunun ve adının bile cevabının olmadığını şu
dizeleriyle anlatır:
Göre ne haldedür cân ü cismin
Ne kimsesün sen ü ya nedür ismin
İnsan bu halde “var olan ben”le, olması gere-
ken “ideal ben” arasına o kadar mesafeler koy-
muştur ki, maskeler altında kaybolmaya yüz tu-
tan bu ben, Yunus Emre’nin şu dizelerde anlattığı
gibi artık unutulmakta, bir nevi yokmuş gibi ol-
maktadır.
Özün bilmeyen kim mikdârı yokdur
Ona var demeniz, bilin o yokdur
Gerçek sevgiyi engelleyen bu basiret yoksun-
luğu ve içsel yoksulluğa yol açan tutkular, aslında
tüm dinler ve düşünce tarihindeki idealist düşün-
celerin de bizi uyardıkları kaygan zeminlerdir.
Yunus Emre, ayağımızı sağlam basmak için bizi
bunlara karşı uyanık olmaya çağırmakla kalmaz.
Risaletün Nushiyye adlı eserinde tek tek ele ala-
rak, bizleri bunlardan sakınmaya davet eder.
Bunlar, öfke, kibir, doğruluktan uzaklaşmak, gıy-
bet etmek, bühtan atmak, haset ve cimrilik gibi
olumsuz yaşantılardır. Bu yaşantılar insanı, ken-
di özünü görerek gerçek sevgiyi yaşatmaktan alı-
koyar:
Bu ne kuteh nazar, bu ne fi râsetKi bir dem olmadan kendinle halvet
İnsanı daraltan, sıkan ve kendi içine hapse-den bu olumsuz yaşantılar, bireyi içsel çürü-müşlüğe, iç yoksulluğuna ve sevgisizliğe götü-rür. Örneğin narsist kişilik özelliklerinden biri olan kibre kapılan insan, gerçek aşkı yaşaya-
Ocak 201160
maz ve insan olmanın anlamını çözemez. Bunu Yunus şöyle ifade eder:
Hakk’a giden yolu gönli içindeGöremez ol anı yaddur ilinde
Kibirli insan, kendi kişiliğini veya kişili-ğinin belirli bir bölümünü narsizminin hede-fi yapan kimsedir. Kendisinden farklı olanlarla uyuşamaz, anlaşamaz, paylaşma ve birlikte ya-şamayı beceremez. Bu narsistik yönelim, bireyi kendini kapattığı dünyasında tek başına kalma-ya mahkûm eder.1 Çevresiyle ilgilenmez ve ona yol gösterecek olan özündeki iç ışığını karartır:
Tekebbür ehlinün nazarı yokdurAnun içün gönülde nûrı yokdur
Kibir, insanın çevresiyle ilişkilerini zayıf-latıp, onu yalnız bırakır. Yalnız insan, gerçek-te kendini beğeniyor gözükse de, kendisiyle ça-tışmalı ve huzursuz kimsedir. Aldatıcı ve yapay bir benlik algısı ile kendine kurduğu dünyada yaşamaktadır. Bu bağlamda Yunus, bu dünyay-la savaşmayı gerekli görerek şu mısraları dil-lendirmiştir:
Sakıngil olmayagil kibrile yoldaşKibir kandayısa onunla savaş
Kibrin kuşattığı benlik, bireyin varoluşun özündeki sevgiye ulaşmasını engeller. Benlik kuşatılıp, kalp gözü perdelenince, güzel ve çir-kin algısı birbirine karışır. Hayata bir yanılsama ile bakılır. Yalnızlık kaçınılmaz bir kadermiş gibi algılanır. Bu, bireyin, yalnızlığıyla baş ede-bilmek için geliştirdiği bir savunma mekaniz-
masıdır. Birey, korkak ve güvensiz olmasından beslenen bu davranışını, normal ve zorunlu bir davranış gibi görür. Gerçekte kibir, haset v.b. egoistik davranışlar yoluyla birey, bir öz ya-bancılaşmaya kapı aralar. Davranış yerleştik-çe ve pekiştikçe, yabancılaşma derinleşir. Kişi var gözükür ama içsel yokluğu yaşamaktadır:
Hasud bir kişidür deyim o rencur2 Vücudu sağ iken renc ile mahkur3
Oysa alçakgönüllü olan ve başkalarına kü-çümseyici ve alaycı gözle bakmayan kimseler, kendisi ve çevresiyle barışık, kendini ve baş-kalarını değerli gören kimseler olarak, iç dün-yası zengin ve canlı bireylerdir. Onlar sâhî ki-şiler, yani gerçekte insan olmanın anlamını yakalayabilmiş ve ruh sükûnetine erebilmiş kimselerdir:
Sahî kişidir uçmaya bakmazKi tâc ü hulleye huriye akmaz
Herkes değerlidir alçakgönüllü olanlar için. Hiç kimse küçük görülmemelidir. İşte bunun içindir ki, kendine ve bizlere şöyle çağrıda bu-lunur Yunus:
Tehî görme kimseyiHiç kimsene boş değilEksiklük ile nazarErenlere hoş değil
O halde yaratılanı salt Allah için sevelim, hoş görelim, affedelim. En önemlisi de, onlara karşı kendi nefsimizi üstün görerek, kimseye kibirle nazar etmeyelim. İnsan âcizdir, bugün var olan kuvvet ve kudreti er-geç yok olacak-tır. Öyleyse başımızı yukarılara değil, topra-ğa çevirelim. Mühim olan iç dünyamızdır, onu güzellikle ve insanlıkla büyütelim, zengin-leştirelim. Unutmayalım büyüklük Yaratan’a mahsustur, âcizlik insanoğluna.
*Doç. Dr.1 Erich Fromm, Yaşama Sanatı, s. 932 Dertli.3 Dertten yok olmuş.
Dipnot
“Kibir, insanın çevresiyle ilişkilerini
zayıflatıp, onu yalnız bırakır.
Yalnız insan, gerçekte kendini
beğeniyor gözükse de, kendisiyle
çatışmalı ve huzursuz kimsedir...”
61
KAF DAĞI DÜLDÜL Ay doğmuş sarıca, yaylada eylül.Ay’ın gecedeki düşüne daldım.Tez gelir kapıda kışı yaylanın;Dağlarla yıldızlı kaşına daldım.
Bulut Ay’dan Ay’ca tülden bir kilim.Diyor ki göklerden ruhuna halim.Yoksula karakış düşünde zulüm;Düşünde gözünün yaşına daldım.
Çileden kilimi nakşı asırlı;Un eler Ay ebem altı hasırlı.Ay dedem duada eli nasırlı;Ruh oldum dünyanın dışına daldım.
Ay doğmuş sarıca, yaylada eylül.Masalda sözlerim Kaf Dağı Düldül.Merhem ol sevdalı sineye sürül;Leyli sevdalının şaşına daldım.
Ay doğmuş kabirler taşına vurmuş.Kabirler yaşayan düşüne vurmuş.Güldemir, ruhunu dışına vurmuş.Dar oldum, kabrimin taşına daldım.
Yunus GÜLDEMİR
Ocak 201162
HİCÂZ NOTLARI - II
MedİneKütüphanelerİ ve Müzelerİ
GeziFatih ERKOÇOĞLU*
HİCÂZ NOTLARI - II
MedİneKütüphanelerİ ve Müzelerİ
Ali K
ARAB
ACAK
63
Bir önceki yazımızda Medine’de
ziyaret ettiğimiz mekânlardan
bir kısmına kısaca değinmiş-
tik. Burada ise özellikle kütüphane ve müzelerden
bahsetmek istiyoruz. İslâm Tarihi hocalarımızla
birlikte Hz. Peygamber (s.a.v)’in mescidinin batı-
sında yer alan Kral Abdülaziz Kütüphanesi’ne git-
tik. Günümüzde özellikle Arif Hikmet Paşa Kütüp-
hanesi gibi mescit sınırları içerisinde kalmış olan
ve yıkılmaktan kurtulamayan birçok kütüphane-
nin kitaplarının buraya nakledildiği, kütüphane
gezilirken bize aktarılmış olup, en azından kitap-
ların kurtarılmış olduğu haberi bizi bir nebze ol-
sun memnun etmişti. Yetkililerin ifade ettikleri-
ne göre bu kütüphaneye sadece Arif Hikmet Paşa
Kütüphanesi’nden değil, başka kütüphanelerden
de kitap nakilleri olmuştu. Burada İhsâniyye Kü-
tüphanesi, İrfaniyye Kütüphanesi, es-Sâfî Aile
Kütüphanesi, Şifâ Kütüphanesi, Kîlî Nâzırî Kü-
tüphanesi, Abdülkadir ec-Cezâirî Kütüphanesi,
Sakızlı Kütüphanesi, Kurrâbaş (Karabaş olarak
kullanımı yaygınlaşmış) Kütüphanesi, Şeyh Mu-
hammed Nur Ketbî Kütüphanesi, el-Cebert Kü-
tüphanesi gibi 34 vakıf kütüphanesi daha bulun-
maktadır.1
Kral Abdülaziz Kütüphanesi’nin birinci katın-
da yer alan Kur’an-ı Kerim Kütüphanesi’nde kü-
çük büyük 2000 adet yazma Kur’an-ı Kerim ser-
gilenmektedir. Bu bölümün duvarları ahşap ve
sedef işlemeli panellerle süslenmiş ve de Kâbe
Örtüleri ile kapatılmıştır. Burada teşhir edilen
ve Gulam Muhyiddin’in 1240/1824-1825 yılında
yazdığı, 446 sayfa, her bir sayfada 11 satırın yer
aldığı, 142 cm. uzunluğunda 80 cm. genişliğin-
de ve ağırlığı da 154 kg. olan büyük bir Kur’an-ı
Kerim ise ayrıca zikredilmeye değerdir. Bura-
dan çıktıktan sonra girişin üzerindeki levhada
1270/1853-1854 tarihinde tesis edildiği belirtilen
Arif Hikmet Paşa Kütüphanesi yazan iki katlı bö-
lüme girdik. Duvarlar boydan boya kitaplıklar-
la çevriliydi. Bu arada eski kütüphane duvarla-
rından indirildiği anlaşılan Hz. Ebû Bekir, Hz.
Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (r. anh) yazılı tab-
lolar da bir köşeye asılmıştı. Medine’de ve di-
ğer Suud şehirlerindeki camilerde dört halifenin
isimlerin yazılı olduğu bu tarz tablolara artık yer
verilmemektedir. Duvarların birinde Arif Hikmet
Paşa Kütüphanesi’nin dışarıdan ve içeriden çekil-
miş iki eski fotoğrafı ile yine iç mekândan çekil-
miş ve kütüphane görevlisi Mahmûd Eğinli’nin
de yer aldığı bir fotoğraf bulunmaktaydı. Bir baş-
ka duvarda ise surun da görülebildiği çerçevelen-
miş halde eski bir Medine fotoğrafı asılıydı.
Kral Abdülaziz Kütüphanesinde yazma
Kur’an’lar dışında 15 bin yazma eser, 25 bin nadir
kitap ve ayrıca 90 bin kitap yer almaktadır.
Heyetimiz 7 Temmuz 2010 tarihinde şehirde-
ki Câmiatu’l-İslâmiyye denilen İslâm Üniversite-
sini ziyaret etti. Kampüs alanı içerisinde ilk ziya-
ret ettiğimiz yer de yine Üniversite Kütüphanesi
oldu. Oldukça büyük bir kütüphane idi, tatil dola-
yısıyla olsa gerek içerisinde pek fazla araştırmacı
ve talebenin olmayışı dikkatimizden kaçmamıştı.
Görevliler bizleri en iyi şekilde ağırlamaya çalıştı-
lar ve yayınlarından bir miktar kitabı kolilere ko-
yarak otobüsümüze yerleştirdiler.
Fatih ERKOÇOĞLU
Ocak 201164
Medine’de ziyaret ettiğimiz bir diğer kurum
ise Kur’an Matbaası’dır. Kapısındaki kalabalık-
tan Medine’yi ziyarete gelen hemen bütün um-
recilerin buraya getirildiği anlaşılmaktaydı.
Geniş bir mekân üzerine kurulmuş olan matba-
ada muhtelif dillerde meallerin olduğu binlerce
Kur’an nüshası basılıyordu. Çıkışımızda ziyarete
gelen hemen herkese birer Kur’an-ı Kerim hedi-
ye edilmişti.
Medine Araştırma Merkezi ve Müzesi
Medine’de yakın zamanlarda açılmış olan Da-
vudiyye Binasındaki Medine Araştırma Merke-
zi ve Müzesi’nin burada zikredilmesinin önem-
li olduğu kanaatindeyim. Bir bölümü binanın
bodrum katında diğer bölümü ise 7. kat 708 nu-
marada yer alan müzenin, neden müstakil bir
mekânda değerlendirilemediği anlaşılır değil-
dir. Yetkililerin gelecekte bu mekânları birleştir-
me cihetine gideceklerini ümit ediyorum. Bura-
da Hz. Peygamber (s.a.v) sonrasındaki ilave ve
değişimlerin yer aldığı Medine Mescidi maket-
leri ile Osmanlı dönemi Medine’sinden muh-
telif fotoğrafl ar, maketler, hicret yolu haritala-
rı, Uhut Savaşı’nın cereyan ettiği maket, hakeza
Hendek Savaşı ile ilgili maket, harita ve de ge-
niş bir alan üzerine kurulmuş olan sur içerisin-
deki Medine’nin detaylı olarak yer verildiği bü-
yük bir maket, Bakî’ Mezarlığını gösteren maket
ve Medine’de defnedilmiş sahabeye ait isimler-
den başka Medine Tarihi ile ilgili pek çok malze-
me bu iki bölümde sergilenmektedir.
Özellikle Hendek Savaşı’nda hendeğin kazıl-
dığı yeri, Hz. Peygamber (s.a.v)’in çadırını kur-
duğu Sel’ Dağı’nı gösteren maket harita, hende-
ğin kazıldığı yerin dışında Medine’ye başka bir
yerden girilemeyeceğini göstermesi bakımından
çok açıklayıcı idi ve orada bulunan hocalarımı-
zın da belirttikleri üzere bu harita gayet bilgilen-
dirici idi. Bu arada her zaman olduğu gibi ben
bunların fotoğrafl arını çekiyordum.
Fatih ERKOÇOĞLU
65
* Dr.
Kıymetli hocamız Prof. Dr. Mustafa Fayda 1969-70 yılında araştırmada buluma üzereHicâz’a gitmiş ve müteakiben de “Hicâz Kütüphaneleri” başlığı altında yazmış olduğuyazısında burada bulunan kütüphanelerden bir kısmına değinmiştir. Bkz. AnkaraÜversitesi İlahiyat Fakültesi, Ankara 1971, c. XVII, s. 305-308.
Dipnot
Bu kurumda ayrıca Medine Mescidi’nin ve şeh-
rinin tarihini ihtiva eden birçok yazılı ve görsel ya-
yın bulmak ve uygun fi yatlara almak mümkündü.
Ben de satışa sunulan Hz. Peygamber (s.a.v)’in hic-
ret güzergâhını gösteren “Hicret Yolu” haritasını
satın aldım.
Osmanlılar, şehri bedevî saldırılarına karşı ko-
ruyabilmek için çepeçevre bir surla kuşatmıştı. Ne
var ki fotoğrafl arda detaylıca görebildiğimiz bu sur,
Medine mescidini genişletme faaliyetleri dâhilinde
yıkılmıştır. Özellikle bugün Mescidin çevresindeki
yollar hemen hemen sur güzergâhından geçmekte-
dir.
Artık bu suru müzede büyük bir mekâna kurul-
muş olan Medine Şehir maketi içerisinde görebil-
mek mümkün. Bu maketle Osmanlı Medine’sini
böylece daha iyi görebiliyorsunuz. Amberiye Cami,
İstasyon Binası, Kışla (Bugün valilik binasının ol-
duğu yer), sur güzergâhı, Medine Mescidi’nin etra-
fındaki irili ufaklı camiler ve medreseler, Bakî Me-
zarlığı her şey bu makette en ince ayrıntısına kadar
yer almaktaydı.
Medine Mescidi’nin genişletilmesi faaliyetle-
ri içerisinde tarihin insafsızca yok edildiğini düşü-
nürken -ki yok edilmiştir- bu tür bir müze ve araş-
tırma merkezinin kurulmuş olduğunu öğrenmek ve
burasını gezmek gerçekten de beni ve kafi ledeki di-
ğer hocalarımızı ziyadesiyle memnun etmişti. Hz.
Peygamber (s.a.v)’in mescidini ve şehrini ziyarete
gelenler için bu mekân gibi daha başka mekânların
hizmete açılması dilek ve temennisiyle sözlerimi
bitirirken Diyanet İsleri Başkanlığı yetkililerinin
Türkiye’den gelen ziyaretçileri, özellikle bu önem-
li müzeyi mutlaka ziyaret ettirmelerinin çok faydalı
olacağını düşünüyorum.
Fatih ERKOÇOĞLU
Ocak 201166
TÜRKÜ SÖYLEYEN
ŞEHİRLER
KitapCemil GÜLSEREN
67
Başka hiç-
bir mille-
tin edebi-
yatında görülmeyen bir nazım
türü olarak sunar şehrengizi
Sayın İskender Pala Ansiklo-
pedik Divan Şiiri Sözlüğünde.
“Şehrengiz” maddesini şöyle
tanımlar: “Divan edebiyatında
bir şehir ile o şehrin mahbup-
ları hakkında yazılan manzum
eser. Küçük kitapçıklar halin-
de olabildiği gibi şairlerin di-
vanları içinde görülen küçük
manzumelerden müstakil bü-
yük eserlere varasıya dek de-
ğişik boyutlarda yazılmıştır.
Haklarında şehrengiz oluştu-
rulan şehirler ise daha çok eski
medeniyet merkezleri olan İs-
tanbul, Edirne, Bursa gibi yer-
leşim alanlarıdır. Bir büyüğün
arzusuyla yazılabildiği gibi,
yazıldıktan sonra da ululardan
birine sunulabilir.”
Ben oldum olası memleke-
timizi, memleketin şehirleri-
ni anlatan kitapları öncelik-
le alır okurum, onlara kanım
daha çok kaynar. Onlarla he-
mencecik kaynaşırız. Samimi
dillidirler bir kere. Türkü Söy-
leyen Şehirler kitabı manzum
mu diyeceksiniz? Hayır, nesir-
dir ancak o şehirler anlatılırken
şiir diliyle anlatılmıştır, şiirler-
le bezenmiştir. Dedik ya çağdaş
diye. İsa Kocakaplan da gördü-
ğü, gezdiği, yaşadığı şehirler-
den bir kısmını kitaba dâhil et-
miş. Kitabı uzaktan gören-ben
de dâhil- sanki türküleriyle şe-
hirlerimiz anlatılıyor sanır ve
kitabı açınca da hemen yanıl-
dığını anlar. Dedim de yazarın
kendisine: “Ben böyle anladım,
başkaları da…” Kapak ve adı
bizi yanılttı mı? İsa Bey tahmin
ettiğiniz gibi beklenen cevabı
verdi: “Kitap Türk’ü anlatır.”
Türk’ün medeniyet kurdu-
ğu şehirleri kültürüyle, duygu-
suyla yansıtmaya çalışır içinde
türkülerden ezgiler de yer yer
eser. Hani vardır ya türküleri-
miz ve öyküleri tarzı program-
lar. İlk başta öyle düşünmüş-
tüm. Gezi-anı karışımı bir eser.
Hoşça bir dili var, akıcı sıkılma-
dan sizi sürükler. Deyiş de var
beyitler de, şiir de var, şenlik
de, fi kir de var zikir de, sitem
de var, kahır da…
Şehirleri dolaşmaya başla-
madan kadim dostum Sayın
İsa Kocakaplan’a yine sordu-
ğum bir sorudan söz edeyim:
Dedim “İsa Bey bu eser bura-
da kalacak mı?” söyledi: “Dur-
sun mu gitsin mi?” Bana kalır-
sa başlık yani eserin adı iddialı,
gitmesi gerek. Bu sefer İsa Bey
durakladı. Kendisi basın yoluy-
la bunu cevaplar gibi geliyor
bana. Daha yazılacak çok şehri-
Ocak 201168
miz var yalnız. Bu eser de bu-
rada yalnız kalmamalı, en az
üç cilttir bunun hakkı. Hani
Erzurum, Erzincan, Van;
hani Malatya, Kahramanma-
raş, Kayseri; hani Konya, Af-
yonkarahisar, Uşak, Manisa?
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın
Beş Şehir’inden sonra bu
tarzda yazılan Altıncı Şehir’le
üstad A. Turan Alkan Hoca
büyük ilgi, çekmişti. İsa
Bey’de Sivas’ı yazmış. Bur-
sa, İstanbul her devirde göz-
de göz önünde zaten. Bu-
rada Edirne’de olmalıydı
Bolu’da… Haniler çoğalır gi-
der. Sizler okuduktan son-
ra bir yazan çıkar elbet şeh-
rinizin hikâyesini. Şehirleri
içeriden yazanlardan çok dı-
şarıdan yazmanın daha da
objektif olduğuna inanıyo-
rum, hemi de öyle. Sizi baş-
kası anlatsın siz okuyun. İsa
Bey kitabına Bilecik’le başla-
mış Bakü’yle bitirmiş. Eserde
işlenen diğer şehirler Bursa,
Çanakkale/Gelibolu, İstan-
bul/Divanyolu, Tokat, Sivas,
Tunceli/Dersim, Harput.
Kitabın sonunda dizine
yer verilmesi çok da yerinde
olmuş yazarın eline sağlık.
Önsöz’de yer alan Ali
Akbaş’ın mısraları da yaza-
rın şehirlerimize yaklaşımı-
nın ipucu olarak algılanabilir.
Her şehirin bir sahibi var/
Her sahibin bir naibi var/
Hacı Bayram, Hacı Bektaş/
Adım adım taş taş/Mülkü ta-
pulamışlar.
Bilecik, Söğüt etrafl ıca an-
latılmış. Söğüt’e Sultan II.
Abdülhamit’in himmetini
okurken ondaki tarih ve mil-
let şuurunu da okursunuz.
Osmanlı’nın kuruluşunu siz
bir de İsa Bey’in kaleminden
hazla okuyacaksınız.
Bursa’yı anlatırken Ge-
yikli Baba’dan, Somuncu
Baba’dan, Emir Sultan’dan,
Üftade Hazretleri’nden, Aziz
Mahmut Hüdayi’den bahse-
der ama o kadar. Asıl ağırlığı
Yeşil Türbe ve Muradiye Tür-
belerinde yatan Osmanlı sul-
tan ve şehzadelerinin acıklı,
hüzünlü hikâyelerine verir.
Çanakkale bahsinde; “Ye-
tiş Ya Muhammet kitabın gi-
diyor” kısmı zaferin şifresi
olarak özellikle vurgulanmış.
Yazarın en önemli temenni-
si de bu bölümde zikredil-
miş: “İçimiz buruk. Arıburnu
ve Anafartalar’ı dolaşıyoruz.
Türk gençleri buraları sık sık
ziyaret etmeli ve milli hafıza-
larını diri tutmalılar.”
İstanbul bahsinde dikka-
timizi çeken ama özellikle de
İstanbul’da yaşayanların ka-
nıksadığı bir çizgiye dikkat
çekilmiş: “Divanyolu dirilerle
ölülerin birlikte yaşadığı bir
caddedir aynı zamanda. Yah-
ya Kemal’in Kocamustafapa-
şa için söylediğini Divanyolu
için de söyleyebiliriz:
“Ben oldum olası
memleketimizi,
memleketin şehirlerini
anlatan kitapları
öncelikle alır okurum,
onlara kanım
daha çok kaynar.
Onlarla hemencecik
kaynaşırız. Samimi
dillidirler bir kere...”
69
Kitaplık
Karıncanın Aşkı
Feridüddin ATTAR
Nesil Yayınları
Tel: 0212 551 32 25
Yunus Emre
İsmail SARIKAYA
Alya Yayınları
Tel: 0212 483 27 37
Hayâli Cihan Değer
Özcan ERGİYDİREN
Kubbealtı Yayınları
Tel: 0212 516 23 56
Kutadgu Bilig
Yusuf Has HACİB
Türk Edebiyatı Yayınları
Tel: 0212 526 16 15
Aşka Yolculuk
Cemâlnur SARGUT
Sufi Kitap
Tel: 0212 511 24 24
Ahiret öyle yakın seyrederken
manzarada/O kadar komşu ki dün-
yaya duvar yok arada.”
Tokat’ta Ballıca’yı ballı ballı anlat-
mış. Öyle ki ortak kanaat bile oluştur-
muş Sayın Kocakaplan: “Buraya ge-
lip de Ballıca Mağarasını gezmeyen
Tokat’a geldim demesin.” (Benim no-
tum; Ben Tokat Öğretmen Lisesini
okurken -1971-1975 yıllarında o ma-
ğara keşfedilmemişti. Benim dört yı-
lım şimdi yok mu sayılacak?...) Niha-
yet Sivas ve nihayet bir türkü duyar
gibi olduk; “Açtım’ola şu Sivas’ın
gülü yaprağı… Oradan da Tunceli’ye
geçersiniz. Bir türkü de ordan din-
leriz: “Dersim dört dağ içinde/Gülü
bardağı içinde/Dersimi Hak sakla-
sın/Bir yarim var içinde” ile devam
eder kitap. Yazarın öğretmen okulu
yılları vardır bu bölümde.
Tunceli’den sonraki bölüm kom-
şu Elazığ’a ayrılmıştır. Hazar Şiir Ak-
şamlarında Merhum Ahmet Kabaklı
Hoca’ya adanan bir panel vesilesiy-
le geldiği Elazığ’ı anlatır. Bir Harput
türküsünü de yerine oturtur:
Yüksek minarede kandiller yanar/
Kandilin şavkına bülbüller konar/İn-
san sevdiğine böyle mi yanar?
Yazarın kitabında anlattığı bütün
şehirleri ben de gezdim, gördüm, ya-
şadım Bakü hariç. Efendim Bakü’yü
de okuduktan sonra siz yorumlayın.
Türkü Söyleyen Şehirler İsa Kocakaplan Türk Edebiyatı Vakfı Yayınla-rı,4. baskı 2010; 190 sayfa. İlk yayın yılı: 2005
*Yard. Doç. Dr.
Ocak 201170
Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*
Adı : Amr b. el-Âs
Künyesi : Ebû Abdillâh (Ebû Muhammed)
Doğum yılı : M. 570’li yıllarda
Doğum yeri : Mekke
Baba adı : el-Âs (el-Âsî) b. Vâil
Anne adı : Selma bint Harmele
Eş(ler)i : Râita bint el-Haccâc b. Müneb-
bih (Ümmü Abdullah), Ümmü Gülsüm bint Ukbe
Akrabaları : Tespit edilemedi
Oğulları : Abdullah, Muhammed,
Kızları : Tespit edilemedi
Kabilesi : Kureyş’in Sehm boyundan
İslam’a girişi : Mekke’nin fethinden kısa süre
önce H. 8. sene
Sohbet süresi: 2 yıl
Rivayeti : 4
Yaşadığı yer : Mekke, Medine, Filistin, Mısır
Mesleği : Ticaret, askerlik, siyaset, idarecilik
Hicreti : Medine
Savaşları : Uhud ve Hendek savaşları-
na müşrik olarak katıldı. Müslüman olduk-
tan sonra ise, Zâtü’s-selâsil, Ecnâdeyn, Yer-
mük savaşlarına katıldı, Filistin ve Mısır’ı
fethetti. Sıffîn Savaşı’nda Muâviye tarafındaydı
ve Hakem hadisesinde Muâviye’nin hakemiydi.
Görevleri : Uman valiliği, Mısır valiliği,
Fiziki yapı : Kısa boyluydu.
Mizacı : Son derece cesur, zeki idi.
Ayrıcalığı : Arabın dört dâhisinden biriydi.
Oldukça kabiliyetli bir idareci idi. Çok iyi bir ha-
tip ve şairdi.
Ömrü : 90 yaşını aşmıştı.
Ölüm yılı : H. 43
Ölüm yeri : Mısır
Ölüm sebebi : Yaşlılık
Hakkında : Onun hakkında Hz. Ömer: “Amr,
dünyada kaldıkça hep idareci olmalıdır” derdi.
Hadisleri : Yüce Allah (c.c.) kalbimi İslâm’a
açınca, bey’at etmek üzere Hz. Peygamber (s.a.v)’e
geldim ve ‘Ya Rasulellah! Benim önceki günahla-
rımın bağışlanmasını dile’ dedim. Bunun üzerine
Rasulullah (s.a.v): “Ey Amr! Bilmez misin ki hic-
ret, önceki günahları siler? Ey Amr! Bilmez misin
ki İslâm, önceki günahları siler?” buyurdu.
Sözleri : Mısır’da bir gün halka şöyle hi-
tap etmişti: “Sizin yaşam tarzınız, Peygamberi-
nizin yaşam tarzından ne kadar da uzak! Zira o,
dünyada insanların en zahidi (dünyaya önem ver-
meyeni) idi. Siz ise, insanların dünyaya en fazla
rağbet edenlerisiniz!”
Kaynaklar: İstîâb, I. 366-369; İsâbe, IV. 650-653;
Üsd, I. 856-857; DİA, III. 79-81; Müsned, IV. 197-
199; İbn Sa’d, Tabakât, IV. 252-268; Nübelâ, III, 54-
77.
* Prof. Dr.
Amr b. el-Âs
Kırk HadisOtuzaltıncı
Hadis
Yorum
Türkçe Açıklaması
Tezhib: Şehnaz Özcan
(Şeyh Hamid-i Veli, Kırk Hadis, (Haz: Prof. Dr. Enbiya Yıldırım), Nasihat Yayınları, 2007.)
“Allah’ın mutlak cemalini seyret, çevrenin dünya ve ahiretine yönelik geçici süslemelerine meyletme. Kendi başına iken rabbini zikret, O da seni Vahdet makamında rûhen ve
hakikaten zikretsin. Zikreden kullarından oluşan bir topluluk içinde zikret, O da seni Mele-i A’lâ’da cismânî, aşikar,
gizli ve çok gizli bir şekilde zikretsin.” Şeyh Hâmid-i Veli / Somuncu Baba (k.s)
“(Hz. Allah şöyle buyurmuştur:) ‘Ben, kulumun
zannettiği gibiyim. Beni andığı zaman, muhakkak
onunla beraberim. Eğer beni kendi kendine anarsa,
ben de onu Zat’ımda anarım. Beni bir topluluk içinde
anarsa, ben de onu andığı topluluktan daha hayırlı bir
toplulukta anarım.”(Buhârî, Tevhîd, 15)
Ocak 201172
NE ZAMAN
MUTLU OLURUZ?
EğitimM. Emin KARABACAK
73
Hayatımız bo-
yunca hep
m u t l u l u ğ u
ararız. Onu bulmak ve ona ulaş-
mak için neler yapmayız ki.
Mutluluğu ararız; fakat han-
gi mutluluğu aradığımızı da pek
bilmeyiz. Haylimizdeki mutlu-
luğu mu yoksa gerçek mutlu-
luğu mu onu da bilmeyiz. İş o
kadar da olsa yine iyi. Biz mut-
luluğun tarifi ni de bilmeyiz.
Mutluluğu hep uzaklarda
ararız. Ona ulaşmaya çalıştıkça
da kaybolan bir serap gibi görü-
rüz onu.
Mutluluğu ararız; fakat nasıl
bir mutluluk aradığımızı da ne-
den mutlu olacağımızı bilmeyiz.
Doğumdan ölüme kadar hep
mutluluğu ararız; ama bir türlü
bu mutluluğu yakalayamayız.
Bu yazının başlığını okudu-
ğunuzda; belki de mutluluğu bu
yazıda bulacağınızı zannettiniz.
Mutluğu bazen kitaplarda,
bazen şarkılarda, bazen de dizi-
lerde ararız. Ama mutluluk kay-
bolmuş yitik mal gibi arayıp da
bulunmaz ki. Mutluluk birileri-
nin tekelinde değil ki aranmak-
la da bulunsun.
Mutluluk kişiden kişiye de-
ğişir. Kimisi kırlarda, kimisi
piknikte, kimisi sosyal statüde,
kimisi parada, kimisi altında...
bulacağını düşünür.
Ben mutluluk aramayı sıra-
lı dağlara benzetirim. Çocuk-
luğumda arkadaşlarla birlik-
te yayladaki dağlara çıkardık.
En yüksek dağın tepesini bulup
dünyayı oradan seyretmek için.
Biz tepelere çıktıkça dağ-
lar bitmezdi. Dağlar içindeki en
yüksek tepeye çıkarak bize dün-
yayı seyrettirecek tepeyi arar-
“İnsanlardaki mutluluk, arkası kesilmeyen sıradağlar içinde
en yüksek tepeyi aramaya benzer. O tepeye ulaştığımız
zaman mutlu olur muyuz bilmem; ama mutluluğun yüksek
yerlerde (makam, mevki, para...) olmadığı kesindir.”
Ocak 201174
dık. Fakat dağların arkasındaki
tepeler bir türlü bitmezdi. Son-
ra biz gene döner yaylamızın
en yüksek dağına, oradan sey-
rederdik dünyayı. Bizim olanla
mutlu olmaya çalışırdık. Ancak
dağların arkasındaki en yüksek
tepeyi de merak etmez değildik.
İşte insanlardaki mutluluk
da arkası kesilmeyen sıradağ-
lar içinde en yüksek tepeyi ara-
maya benzer. O tepeye ulaştığı-
mız zaman mutlu olur muyuz
bilmem; ama mutluluğun yük-
sek yerlerde (makam, mevki,
para...) olmadığını bilirim.
Mutluluğu ararız, hâlâ geç-
mişte aradığımız gibi. Arama
herhalde ölünceye kadar devam
edecek. Acaba öldükten sonra
bulabilir miyiz onu da Allah bi-
lir.
Geçmişimize Şöyle Bir Bakalım
Çocukluğumuzda mutlu-
luğu; büyüdüğümüzde, oku-
la gittiğimizde, okulu bitirdiği-
mizde .... mutlu oluruz dedik.
Gençliğimizde liseyi bitir-
diğimizde, üniversiteyi kazan-
dığımızda, üniversiteyi bitir-
diğimizde, göreve başlayınca...
mutlu oluruz dedik.
Yetişkinlikte ise evlendiği-
mizde, borçları bitirdiğimizde,
araba aldığımızda, çocuğumuz
olduğunda, arabayı değiştirdi-
ğimizde.... mutlu oluruz dedik.
Yaş biraz daha geçin-
ce, çocuklar üniversiteyi ka-
zandığında, çocukları işe
yerleştiğimizde, çocukları ev-
lendirdiğimizde, emekli ol-
duğumuzda, hacc görevini ifa
ettiğimizde.... mutlu oluruz de-
dik.
Emekli olduk, hacca gidip
geldik, çocukları everdik, her
şeyimiz yerli yerinde fakat hala
mutluluğu arıyoruz. Herhalde
bizim mutluluk arayışımız Az-
rail (a.s.) gelinceye kadar de-
vam edecek.
Mutluluğu hep şartlara bağ-
lamışız. Olursa olacağım. Oysa
mutluluk bizim karşımıza çı-
kan engelleri aşmaktır.
Mutluluk, anı yaşamaktır.
Dün geçmiştir, yarın belki gel-
meyecektir. Ama bulunduğum
şuan belim elindedir. Mutlu-
luk “şu an”ın farkında olarak
yaşamaktır.
İnsanın ne zaman olma-
sı gerektiğini de bize en güzel
tarif edende her konuda oldu-
ğu gibi yine Peygamber Efen-
dimiz (s.a.v.)’dir. Bir hadisle-
rinde Peygamber Efendimiz
(s.a.v.) şöyle buyurur:
“Beş şey gelmeden beş şe-
yin kıymetini iyi bil!
1-İhtiyarlık gelmeden, gençliğin,
2- Hastalık gelmeden, sıhhatin,
3- Fakirlik gelmeden, zenginliğin,
4- Ölüm gelmeden, hayatın,
5- Meşgul olmadan boş zamanın
kıymetini bil.” (Buharî, Rikak, 3.)
Kısacası hayatımızdaki zor-
lukları aşmak ve hedefl erimi-
ze ulaşmak ve içinde bulun-
duğum anı değerlendirmek
ve Peygamber Efendimizin
(s.a.v.) yukarıdaki hadisi-
ne kulak vermektir mut-
luluk.
75
ESKİDENDİ
Hani irfan, hani hikmet, hani fen?Eskidendi, eskidendi, eskiden
Semâya ağan ağaç, aşktı toprakta bitenEskidendi, eskidendi, eskiden
Buğulu bir bakıştı uzak gurbete gidenEskidendi, eskidendi, eskiden
Kederli saatlerde rüzgârlanırdı yelkenEskidendi, eskidendi, eskiden
Arzulanan esenlik, çağın çölünde yitenEskidendi, eskidendi, eskiden
O keremli insanlar çekilip gitti neden?Eskidendi, eskidendi, eskiden
Saadet hırkasını saklı tutan bedestenEskidendi, eskidendi, eskiden
Tok yatmazdı haminne, kapı komşu aç ikenEskidendi, eskidendi, eskiden
Hissederdi tüm vücut, tenine değse dikenEskidendi, eskidendi, eskiden
Rûhun mahpushanesi, modern zindan sitenEskidendi, eskidendi, eskiden
Kaf dağının ardında, göz değmemiş gülbeden?Eskidendi, eskidendi, eskiden İnci tanesi gibi gülümserdi ak mügenEskidendi, eskidendi, eskiden
Sürgün oldu leventler ulu-ulvî gemidenEskidendi, eskidendi, eskiden
Hani esrar, hani efsun, hani fen?Eskidendi, eskidendi, eskiden…
Olcay YAZICI
Ocak 201176
1650 metre rakımlı bir yaylada yer alan
Ağrı, tarih boyunca Orta Asya’dan gelen
çok sayıda kavmin Anadolu’ya girişle-
ri sırasında bir kapı vazifesi görmüş, dolayısıyla
birçok medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Fakat
bu medeniyetler Ağrı’yı sadece bir geçiş yeri ola-
rak gördükleri için burada çok köklü uygarlıklar
oluşturamamışlardır.
Ama yine de bu me-
deniyetlerin yetiştirmiş
olduğu aydın kimseler,
Allah dostları bölge insa-
nının bir fener gibi yolu-
nu aydınlatmada, onların
ehl-i sünnet üzere hayat
sürmelerinde büyük rol
oynamışlardır.
Ahmed-i Hanî (Hanî Baba)
17. yüzyılda yaşamış Ahmed-i Hanî’nin doğum
tarihi kendi eseri olan Mem ü Zin’de 1651 olarak
gösterilmiştir. İlk tahsilini Doğubayazıt’ta bulu-
nan Muradiye Medresesi’nde yapmıştır. Daha
sonra Suriye, Mezopotamya ve İran medresele-
rinde tahsiline devam etmiştir.
Eğitimini tamamlayıp Doğubayazıt’a döndük-
ten sonra yaklaşık on dört yaşında Doğubayazıt
Beyi Mir Muhammed’in divan kâtipliğini yapma-
ya başlayan Ahmed-i Hanî daha sonraları Mu-
radiye Medresesinde imamlık ve öğretmenlik
görevlerini birlikte sürdürmüştür. Yaşadığı dö-
nemde herkesi kardeşliğe ve barışa çağıran Hanî
hiç kimseyi ayırt etmeden herkesi ders halkası-
na katmıştır.
Dinî alanda da yüksek derecede ilim ve fazi-
let sahibi, hâkim, şair ve edip bir zat olan Hanî,
dinî ilimler başta olmak üzere yaşadığı dönemin
kültür, edebiyat ve düşünce dünyasına damgası-
nı vurmuştur.
Örnek Hayat Yusuf HALICI
EVLİYALARIAĞRI
77
Kürtçe, Arapça, Fars-
ça ve Türkçe bilen Ahmed-i
Hanî, eserlerini daha çok
Kürtçe olarak yazmıştır. On dört
yaşında yazmaya başlayan Hanî’nin
birçok eseri vardır ki bunlardan en önem-
lileri Kürtçe-Arapça sözlük olan “Nûbiharan
Biçukan” ve meşhur “Mem û Zîn”dir.
İlmi, yüksek ahlâkı ve mutasavvıf kişiliğiyle
tanındığı kadar, bahadır, mert, cömert ve çok ce-
sur olmasıyla da tanınan Hanî Baba’nın, görüş-
tüğü kimselerin içlerinden geçenleri bilmesi gibi
bir de kerameti vardır.
Kabri, Doğubayazıt’ta İshakpaşa Sarayının
hemen arkasındadır.
Abdürrahim Arvasî
Osmanlılar döneminde Doğu Anadolu’da ye-
tişen evliyanın büyüklerinden olan Abdürrahim
Arvasî Peygamber Efendimizin soyundan olup
seyyiddir. Eğitimini babasının medresesinde
alıp aklî ve naklî ilimlerde söz sahibi oldu. Bu-
nun yanında yine babasının tasavvufî sohbetle-
rine de katılıp belli bir olgunluğa erişti.
Bir davet üzerine gittiği Doğubayazıt’ta ehl-i
sünnet itikadının yayılması için çok çalıştı. Bu-
rada kurduğu dergâh yoluyla Şiiliğe meyilli böl-
ge halkına uzun münazaralardan ve mücadele-
lerden sonra ehl-i sünnet yolunun üstünlüğünü
kabul ettirdi. Halkın, ehl-i sünnet olup huzura
kavuşmasını sağladı.
Abdürrahim Arvasî bu gayretinin yanında
ilmî çalışmalarından da geri kalmayıp öğren-
diklerini hayatında tatbik etmek suretiyle hem
insanlara örnek olmuş hem de onların ebedî
saadete kavuşmaları için gayret sarf etmiştir.
Onun sohbetlerine yüzlerce kimse katılıp fayda-
lanmıştır.
Bu sohbetlerinden bi-
rinde her sohbetinde olduğu
gibi yine Mevlânâ’nın Mesne-
vi’sinden bölümler okutuyordu.
Mecliste bulunan İranlı mollaların-
dan biri Mevlânâ’yı ve Mesnevî’yi kü-
çültücü ve tahkir edici maksatla, bildiği
hâlde “Ne okuyorsun?” diye sordu. Abdür-
rahim Arvasî , “Mesnevi okuyoruz.” buyur-
du. İranlı molla cevap olarak; dinlemeye değmez
anlamında “Meşnevi” dedi. Bu cevap karşısın-
da son derece hiddetlenen Abdürrahim Arvasî
Mesnevi’yi rastgele açıp İranlı mollaya: “Şu beyti
oku!” buyurdu. İranlı molla:
“Mesnevî ra meşnevî mehan/Ey sek-i gürgîn
bed kerdeî”
Yani Mesnevi’yi meşnevî okuma, ey uyuz kö-
pek! Kötü bir iş yaptın, mealinde beyti isteme-
yerek okuyuverdi. Bu manalı beyan karşısında
molla ve meclistekiler dehşete kapıldılar. Molla
söyleyecek söz bulamadı.
Mecliste bulunanlar daha sonra bu bey-
ti Mesnevi’den aradıkları halde bulamadılar. Bu
hâlin Abdürrahim Arvasî ‘nin bir kerameti oldu-
ğunu anladılar.
Abdürrahim Arvasî 1786 ‘da Doğubayazıt’ta
vefat etti.
Seyyid Abdülaziz
Seyyid Abdülaziz de Arvasî ailesindendir. Ba-
bası Seyyid İbrahim, dedesi ise Seyyid Abdürra-
him Arvasî’dir.
Seyyid Abdülaziz, dedesinin kurduğu dergâhta
ilmî ve tasavvufî alanda kendini yetiştirerek böl-
ge halkına yararlı hizmetlerde bulundu. Özellikle
dedesi gibi bölgede ehl-i sünnet itikadının yayıl-
masında önemli hizmetleri olmuştur. Onların bu
Ocak 201178
hizmetleri sayesinde
Şii itikadın bölgede yayıl-
masının önüne geçilmiştir.
Seyyid Abdülaziz Hazretleri ay-
rıca tasavvufta da hizmet edip, pek çok
velî yetişmesine ve dolayısıyla insanların
saadetine vesile olmuştur.
Seyyid Abdülaziz hayvanlara çok merhamet
gösterirdi. Vahşi hayvanlara acır, onları da doyu-
rurdu. Vahşi hayvanlar bunu bilip, belli günlerde
kapısına gelip verilen yiyecekleri yer, sessizce dö-
nüp giderlerdi. Kendisi hakkında şöyle bir kera-
meti nakledilir;
Seyyid Abdülaziz
Hazretlerinin, doğur-
mak üzere olan bir ine-
ği vardı. Bu hayvanca-
ğız bir gün evden çıkıp
bir komşunun kışın kul-
lanmak üzere yığdığı ot
yığınından yemeye baş-
lar. Otun sahibi kom-
şu, bu hayvanı görünce
döver ve kimin olduğu-
nu sorup öğrenir. Seyyid
Abdülaziz’in olduğunu anlayınca, kapısına geti-
rip bırakır ve çobanlara da: “Hayvanlarınıza ne-
den bakmıyorsunuz, yem vermiyorsunuz.” diye
de çıkışırken, Seyyid Abdülaziz evin avlusuna çı-
kıp, ne oluyor, diye sorar. Komşusu hâdiseyi an-
latınca, Seyyid Hazretleri ineğe dönüp: “Bu söyle-
nenler doğru mudur?” deyince, hayvan dile gelir.
Gayet açık bir şekilde cevap verip: “Evet, çoban-
lar bana yem vermiyorlar. Biliyorsunuz yüklü-
yüm, mecbur kaldım.” der. Seyyid Hazretleri ço-
ban ve hizmetçilere şöyle bir bakıp içeri girer. Bu
kerameti gören komşu yaptığına pişman olup,
özür dileyerek oradan ayrılır.
Seyyid Abdülaziz hazretlerinin iki oğlu Seyyid
Mahmud ve Seyyid Mehmed Emin de âlim, fa-
zıl kişilikleriyle, insanlara ihsan ve iyilikleriyle ile
meşhur olmuşlardır.
1880 senesin-
de vefat eden Seyyid
Abdülaziz’in kabri, Doğu-
bayazıt’tadır.
Mehmed Emin Efendi
Mehmed Emin Efendi, Seyyid Ab-
dülaziz Arvasî Hazretleri’nin oğlu olup
Doğu Anadolu’da yetişen velîlerin büyükle-
rindendir. 1854 yılında Doğubayazıt’ta doğdu.
Zarif ve nazik yapılı bir zattı. Soğuktan ve sı-
caktan çok çabuk etkilenirdi. Zamanın çoğunu
evinde ilimle meşgul olarak geçirirdi. Kendisine
neden dışarı fazla çıkmadığı, halkın içine karış-
madığı sorulunca, “Her-
kes dünyalık şeylerden,
fasulyeden, patatesten
konuşuyor. Hiç Allahu
Teâlâ’dan, Rasülünden
konuşan kalmadı.” ceva-
bını verdi.
Geceleri de pek uyu-
mazdı. Hatta oğlu Abdül-
hakim Efendi: “Ben baba-
mı hiç yatakta görmedim.”
demiştir. Geceleri parmaklarından sızan ışıklar-
la yazılarını yazdığı rivayet edilir. Mehmet Emin
Efendi’nin eserleri ve mevcut kitapları, Rus işga-
li sırasında yakılıp tahrip edilmiş malları ve evi de
Ermeniler tarafından talan edilmiştir.
1914 yılında vefat eden Mehmet Emin
Efendi’nin kabri, Doğubayazıt’ta aile kabristanın-
dadır.
İbrahim Arvasî
Âlim, fazıl, veliyy-i kâmil bir zat olan İbrahim
Arvasî aynı zamanda diplomat olup, Osmanlı-İran
ilişkilerinde Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’yi temsil
etmiş, unutulmayacak hizmetlerde bulunmuştur.
İbrahim Arvasî, 1832 yılında Doğubayazıt’ta vefat
etmiştir. Kabri Yukarı Doğubayazıt’tadır.
79
SENİ SEVDİM TÜRKİYE’M
Kilimimde nakış nakış dokudumKitabımda sayfa sayfa okudumBülbül olup melûl mahzun şakıdım
Dağını, taşını sevdim Türkiye’mHer pınar başını sevdim Türkiye’m
Yaylalarda koyun kuzu meleşirAyrılanlar hasret üzre söyleşirPehlivanlar çayır çimen güreşir
Köyünü, ilini sevdim Türkiye’mKaymaklı dilini sevdim Türkiye’m
Âşık Kerem yaşla sular toprağıAsırlık çınarın solmuş yaprağıFırat, Dicle, Çoruh, Yeşilırmak’ı
Dalda eriğini sevdim Türkiye’mTemiz yüreğini sevdim Türkiye’m
Ezanlar ağlaşır minarelerdeİndi hakikatin gözüne perdeÜç kıtada atlar koşturan nerde?
Şanlı bayrağını sevdim Türkiye’mSütle kaymağını sevdim Türkiye’m
Âşığın sazında tel tel olmuşum Boz bulanık akan bir sel olmuşumYazık ki ülkemde yad el olmuşum
Fatih’i, Yavuz’u sevdim Türkiye’mAydınlık gül yüzü sevdim Türkiye’m. M. Nihat MALKOÇ
Ocak 201180
HAYAT ALAN
TOZLAR
HikâyeMustafa BECİT
81
Dar ve kırık
bir pence-
renin etra-
fında biriken tozların ahenkli
uçuşu, bir güneş parıltısıyla be-
lirginleşiyordu. Aslında bilin-
dik bir tabloydu. Güneş yavaş
yavaş kendisini hissettirdiği
anda kırık pencereden içeri gi-
rip odanın yarı kısmını aydın-
latırdı. İşte bu andan itibaren
o tozlar da en az evdekiler ka-
dar bin bir cümbüşle dans eder-
lerdi.
Çok enteresandır ki bu toz-
lar evin duvarlarından başla-
yıp kanepe üstlerine, fi skoslara,
kitap rafl arına, mutfak dolap-
larına, televizyon ekranlarına
kadar ulaşabiliyorlardı. Her sa-
bah kırık pencereden giren gü-
neş, tozları eğlendiriyor, ar-
kasından giren rüzgâr tozları
dağıtıyordu.
Kadın her gün aynı eziyet-
le siliyordu her yeri ancak yeni-
den türüyorlardı. Silmesinden
belki saniyeler sonra başka toz-
lar var olan boşluğu dolduru-
yorlardı. Devinimli bir şekilde
bu tozlar hayatın her köşesinde
yer alıyorlardı.
Kadının tozlarla mücadele-
si güneşin kırık pencereden gir-
mesiyle başlar ve uzun bir mü-
cadelenin ardından biterdi.
Ancak biten toz olmaz, kadının
enerjisi olurdu.
*****
İnce bir rüzgâr havanın ih-
tişamında süzüle süzele ilerli-
yordu. Önce yaşlı ağaçlardan
birkaç yaprak kopartıyor, açık
pencere bulursa perdelerini ha-
valandırıyordu. Sokaktaki çöp-
lerle adeta dans ediyor, ken-
dince bir şarkı söylüyor, insan
bulursa da usulca yanakların-
dan öpüyordu.
İşte o rüzgâr bulduğu son
açık pencereden içeri girdi. Ka-
dın, rüzgârın etkisiyle uyandı.
Ansızın ayaklandı ve pencere-
yi bir hamlede kapattı. Kocası
çoktan işe gitmişti. Mutfağa yö-
neldi. Çayı tüpün üstüne koy-
duktan sonra, üstünü giyinmek
için odasına girdi. Evin halini
pek iç açıcı bulmadığından eski
püskü elbiselerini giyindi. Kı-
zıl saçlarını, kırmızı bir eşarpla
buluşturdu.
Yorgun bir geceden sonra
dolunay isteksiz de olsa dünya-
yı güneşe teslim etmişti. Kadın
kırık pencereyi açar açmaz gü-
neşin etkili okları doldurmuştu
evi. Bu sırada tozlar dalga ge-
çercesine evin her bir köşesin-
de uçuşmaya başladılar. Bazı
tozlar gruplar hâlinde dönüyor-
lardı. Tıpkı hacıların Kâbe’yi
tavaf ettikleri gibi... Kendile-
rinden geçmiş gibiydiler. Be-
lirli bir sistemde ilerleyenlerde
vardı. Bunlarsa evin eşyaları-
na yapışıyorlar, birikimli olarak
güzel olan her şeyi çirkinleştir-
meye çalışıyorlardı. Yüzlerce,
binlerce hatta milyonlarca toza
destek veren rüzgâra ne deme-
li? Yapıştıkları yerde çaresiz
kaldıklarında masumane bakış-
larla yardım beklerler. İlk yar-
dımlarına koşan rüzgârdır. Ce-
saretlenip coşarlar sonra. Peki,
neden tozlar var? Olmasaydı ne
olurdu? Amaçları ne? Bilinmez
ve Allah’ın işine de karışılmaz.
Vardır elbet bir hikmeti.
Kadın tozlarla savaşına baş-
lamıştı. Her yer titizlikle te-
mizleniyordu. Pencere kenar-
larının tozlarını bir güzel aldı.
Ardından kapılar… Televizyon
ekranından, peteklerden, çek-
yat üstlerinden ve birçok yer-
den tozları kovmuştu. İki silahı
vardı. Biri bezdi diğeri ise sü-
pürge makinesi. Bezleri yeteri
kadar kullanmıştı. Sıra süpür-
ge makinesindeydi. Büyük bir
hışımla kaptı makineyi ve çalış-
tırdı. Halıların haşatını çıkarır-
casına süpürdü. Yorulduğunu
içten içe hissettiği anda kesili-
verdi. Göz ucuyla odanın içeri-
sini süzdü. Az önce bezle sildiği
bütün eşyaların yeniden tozlan-
Ocak 201182
dığını görmüştü. Derin bir ne-
fes aldı. Sıkıntı ve hayret duy-
guları arasında gidip gelmeler
yaşadı. Bildiği bir tek şey var-
dı oda bu tabloyla ilk kez kar-
şılaşmamış olmasaydı.
Tozların da en büyük sila-
hı tabii ki rüzgârdı. Sistemleri
sağlamdı. Boş buldukları ala-
nın ya da boşalan bir alanın
üstüne bir eşkıya gibi çökme-
sini iyi biliyorlardı.
Kadın her gün aynı eziyet-
leri çektiği için durumun acı
tarafının farkındaydı. Ama ka-
rarlıydı. Bir kez daha eline aldı
bezi ve yeniden deli gibi sil-
meye başladı. İşlem bittiğinde
tekrar halı üstündeki tozlarla
savaşına döndü. Çetin bir mü-
cadeleden sonra temizlendiği-
ne inandırdı kendini. Makine-
yi susturunca ansızın sessizlik
çöktü. Birkaç saniye sessizli-
ği dinledikten sonra televizyo-
nu açma gereksinimi duydu.
Odadaki temizlik işlemi bitmiş
ve savaşı kazandım duygusu-
nu içine kazımıştı. Televizyo-
nu açmak için yöneldiğinde
kapkara ekranın yeniden toz-
landığını gördü. Bu durum ca-
nını sıkmıştı. Ekrana bakarak
anlam vermeye çalıştı kendin-
ce. İnce bir serzeniş ritminde
hayıfl andı. Pes dedi. Tozlarla
savaşında yenilgiyi kabul et-
tiğinin en büyük kanıtıydı bu.
Tozlar galibiyet sarhoşu ol-
muşlardı. Rüzgârdan aldıkları
güçle fethediyorlardı evi. Çıl-
gınlar gibi eğleniyorlardı. On-
ların bu marifetini gün yüzüne
çıkartan tek etmense güneşti.
Güneş ışığında izlendiklerini
iyi biliyorlardı.
Kadın çayını demledikten
hemen sonra televizyonu açtı.
Bir haber kanalında durdu.
Son dakika haberi olduğu için
dikkatini çekmişti. İsrail’in,
Filistin topraklarında yer alan
Gazze’de ki Müslümanları kat-
letmesinin haberini veriyor-
lardı. Yüzlerce ölünün olduğu-
nu, insanların suçu olmadan
bir hiç uğruna nasıl bomba-
lara maruz kaldıkları anlatılı-
yordu. Bir kadının acı feryadı
yansıyordu tozlu ekranda. İs-
rail askerinin kutsal kitapla-
rı Tevrat’ı okuyup acımasız-
ca attığı bomba sonucu beş
kız çocuğunu kaybetmiş. Yü-
rek burkan feryadından sonra
bir profesör yaşanan bu sıcak
olaylar karşısında yorum yap-
maya başlamıştı. “Bu katille-
rin sonu gelmez. Biri gitti mi
oluşan yeni boşluğu öteki dol-
duruyor. Hayatın her köşesin-
de varlar. Ne kadar mücade-
le edilirse edilsin ellerinde çok
büyük imkânlar, arkalarında
ise sağlam güçler var. Bize dü-
şen sabretmek ve inancımızı
kaybetmemek… Her şeyin bir
adaleti vardır ve elbet bir gün
tecelli edecektir.”
Kadın, sertçe sıktığı yum-
ruğunu dişleri arasında ez-
mekle yetindi sadece.
ÂHIM BENİM Mahcupken aczim ile, Âhım dökülür dile. Umarım af edile, Cümle günahım benim!
Umut yeşeren bir çim, Ye’sten kurtulur içim! Gönlümde biçim biçim, İlticam âhım benim!
Ey gönül müsterih ol! Rabbin mağfireti bol! Dal, o deryada kaybol! Gafurdur şah’ım benim!
Gayrı serme ipe un! Gel nâsuh tövbeni sun! Tek padişah o olsun! Bitsin eyvâhım benim!
Mehmet SERTPOLAT
83
Ocak 201184
KURU MEYVE
SağlıkAkın DİNDAR
“Kurutma işlemi sonrası, C vitamini dışında bütün minerallerin
korunduğu kuru meyveler, vücudu yüksek antioksidan potansiyelleri
ile öncelikle serbest radikallere karşı koruyor.”
85
Ku r u
m e y -
veler,
yaş meyvenin içerdikle-
ri yüzde 80-95 oranın-
daki suyun yüzde 10
- 20 oranlarına düşü-
rülmesi ile elde edili-
yor. Bu kurutma işle-
mi sonrası, C vitamini
dışında bütün mineral-
lerin korunduğu kuru
meyveler, vücudu yük-
sek antioksidan potansi-
yelleri ile öncelikle serbest
radikallere karşı koruyor.
Erik Kurusu
Bol miktarda B1, B2,
B3, B6, A, C ve E vitami-
ni içerir. Mürdümeriği-
nin bağırsakları çalıştı-
rıcı etkisi bilinmektedir.
İçerdiği zengin potasyum
ve magnezyum mineral-
leri nedeniyle, tansiyon,
karaciğer, kalp, böbrek
ve romatizma hastaları ile
tuzsuz rejim yapanlara öne-
rilir. Güçlü antioksidanları
ile kalp hastalıklarına yakalan-
ma ve kriz riskini azaltıcı etkisi
bulunmaktadır.
Elma Kurusu
Besin değeri dışında nefes darlığı ve kalp
hastalıklarına karşı koruyucudur. Vücuttan
toksinlerin atılmasına yardımcı olur. Lifl i oldu-
ğu için bağırsakları temizler. Karaciğerinden
şikâyet edenler, romatizmalılar ve hatta şeker
hastaları bile faydalanabilirler. Elma yatıştırı-
cı, uyku vericidir ve baş ağrılarına iyi gelir. Ka-
buğuyla küçük parçalara böldüğünüz elmala-
rı kaynatarak içine isterseniz limon, portakal,
tarçın koyarak çay olarak tüketebilirsiz.
Kayısı Kurusu
Besleyici ve potasyum açısından çok zen-
gindir.
Sindirim sorunlarına iyi gelir; stresi, kan-
sızlığı önler. İçerdiği A vitamini akne gibi cilt
bozukluklarını önler. Büyümeye yardımcıdır,
görme fonksiyonlarını güçlendirir, şeker has-
talığının gelişimini engeller, bağışıklık siste-
mini korur. Potasyum başta kalp kasları tüm
kasların ve sinirlerin iyi çalışmasını sağlar. Ka-
yısı lifl i bir meyvedir. Lifl i besinlerin kan şeke-
rinin dengeli yükselmesini sağladıkları, zararlı
maddelerin bağırsakta kalma süresini kısalt-
tıkları için kanserden korunmada faydalı ol-
dukları saptanmıştır.
Pestil
Dut pekmezi, süt, bal, ceviz, fındık ve un-
dan oluşan, protein, karbonhidrat, yağ, vi-
tamin ve mineral maddelerini önemli ölçüde
içeren bir gıda maddesidir. Özellikle A ve B vi-
taminleri ve demir yönünden zengindir. Vücut
doku ve hücrelerinin yenilenmesinde, su den-
gesinin korunmasında, hormon, enzim üreti-
minde, bağışıklık sisteminin güçlendirilme-
sinde önemli etkiye sahiptir.
Dut Kurusu
Kalsiyum, demir, B1, B2 ve C vitamini yö-
nünden zengin olan dutun birçok hastalığa iyi
geldiği bilinmektedir. Beyaz dut ateş düşürü-
cü ve idrar söktürücü (diüretik) etkiye sahip-
tir. Karaduttan elde edilen şurubun ise ağız ve
boğaz hastalıklarında olumlu etkiye sahip ol-
duğu bilinmektedir.
Ocak 201186 Ocak 201186
Üzüm ÇekirdeğiGünümüzde birçok Avrupa ülkesinde ödem-
den, nezleye kadar birçok hastalığın tedavisinde
kullanılan üzüm çekirdeğinin en önemli fayda-
sı insanlar için hayati önem taşıyan damarlarını
onarıcısı olmasıdır.
Çekirdek, damar hastalıklarını tedavi ederek
zayıfl amış kan damarlarının yapısını güçlendir-
mektedir. Damar sağlığını korumak için gerekli
doz ise günde 5-10 gram.
Bunun yanında üzüm çekirdeği ayrıca anti-
aging etkisine sahip olduğu için damarları yeni-
lemekte, yenilenen damarlarda yaşlılığı geciktir-
mektedir. Böylelikle ciltteki yaşlanma belirtileri
de azalmaktadır.
Ayrıca üzüm çekirdeği, bağ dokularını güç-
lendirerek cilt sarkmasına engel olmakta cildin
elastik, yumuşak ve düzgün olmasını sağlamak-
tadır. Bu durumlar için tavsiye edilen miktar
günde 150 ile 300 miligram.
Yine üzüm çekirdeği bilinen en güçlü antiok-
sidandır. Yapılan bazı testlerde, E vitamininden
50 kat C’den 20 kat daha güçlü olduğu ortaya
çıkmıştır.
Üzüm çekirdeğini diğer bir faydası ise gözle-
re... Gece görüşünde önemli olan parlak ışıkla-
rın neden olduğu göz kamaşmasını geçirmeye
yardımcı olduğu da yapılan araştırmalarda or-
taya çıkmıştır.
Şifalı Bitkiler
8787
Gönülden İkramlar Mesude SARI
Piti - Ekmek AşıMalzemeler: Yarım kg kuşbaşı et
1 su bardağı nohut
4 su bardağı su
3 adet yufka veya yufka ekmeği
Tuz, karabiber, kimyon
Hazırlanışı:Akşamdan ıslatılan nohudu süzüp kuşbaşı etle bir-
likte bir tencereye alıyoruz. Üzerine tuzu ve 4 su bar-
dağı suyu ilave edip pişime bırakıyoruz. Kaynayınca
üzerine biriken köpüğü-kefi alıyoruz. Altını kısıp, kı-
sık ateşte pişiriyoruz.
Yufkalarımızı elimizle ortadan tutup 4 parçaya ayı-
rıyoruz. Tavada tek tek, arkalı önlü pembeleştiriyoruz.
Pembeleşen yufkaları toplam 5-6 küçük kaseye seri-
yoruz. Kalan yufka parçalarını elimizle tiftikliyoruz ve
kaselerdeki yufkaların üzerine eşit olarak yerleştiriyo-
ruz.
Et ve nohut pişince, hazırladığımız kaselerin içine
etli nohudu sulu bir şekilde bölüyoruz.
Servis yapmadan üzerine karabiber ve kimyon ser-
piyoruz. Taze ve sıcak olarak tüketiyoruz.
Darende’de tandır ekmeği ile servis yapılıp kürsü et-
rafında yenilen bir yemektir.
Ekmek aşı Kars yöresinde de piti olarak bilinir.
Afiyet olsun…
Bekir SARI
Ocak 201188
Som
uncu
Bab
a De
rgisi
’nin
Ücr
etsiz
Eki
’dir.
Ayl k Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aral k 2009
Y l: 3 Say : 36
ço u dilindendir. hadis-i erifte kullar ndan söyler, o söze ahu Teâlâ o ükseltir. Ve r olarak e hem de rmeyerek o kim-cesini
olsun öyle-m-e ”
cuuukk k Dergisi - Ara
115
Dergisi Hediyesi...
M A Y I S 2 0 1 0
Fiyat : 7 TL
AYLIK L M KÜLTÜR VE EDEB YAT DERG S
Ümitvâr Olmak3816 Tarihte stanbul Ku atmalar ve Fatih
AAYAYYLLIK L M KÜLTÜR
3811111166666 TTarTarihte stanbul Ku atmalar ve Fatih
Gerçek Kalp
4606 Hulûsi Efendi(k.s.)’nin
116
Dergisi Hediyesi...
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir:
Telefon: ( )
Faks: ( )
E-posta: @
Türkiye : 70 TL Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza
Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]
Çocuk ekiyle birlikte yıllık abone bedeli
70 TL
2011 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz