Post on 24-Jan-2020
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TARİH (YENİÇAĞ TARİHİ) ANABİLİM DALI
XVII. YÜZYILIN İKİNCİ YARISINDA OSMANLI TOPLUMUNDA DEĞİŞİM
EĞİLİMLERİ
(HARPUT ÖRNEĞİ)
DOKTORA TEZİ
İbrahim Erdoğdu
Ankara – 2006
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TARİH (YENİÇAĞ TARİHİ) ANABİLİM DALI
XVII. YÜZYILIN İKİNCİ YARISINDA OSMANLI TOPLUMUNDA DEĞİŞİM
EĞİLİMLERİ
(HARPUT ÖRNEĞİ)
DOKTORA TEZİ
İbrahim Erdoğdu
TEZ DANIŞMANI
Prof. Dr. Özer Ergenç
Ankara - 2006
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TARİH (YENİÇAĞ TARİHİ ) ANABİLİM DALI
XVII. YÜZYILIN İKİNCİ YARISINDA OSMANLI TOPLUMUNDA DEĞİŞİM
EĞİLİMLERİ
(HARPUT ÖRNEĞİ)
Doktora Tezi
Tez Danışmanı: Prof. Dr. Özer Ergenç
Tez Jürisi Üyeleri
Adı ve Soyadı İmzası
Prof. Dr. Özer ERGENÇ ……………
Prof. Dr. Bahaeddin YEDİYILDIZ …………….
Prof. Dr. Mahmut ŞAKİROĞLU ………..……
Doç. Dr. Yılmaz KURT ……………..
Yrd. Doç. Dr. Eftal Ş. BATMAZ ……………..
Tez Sınavı Tarihi 26. 06. 2006
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ……………………………………………………………………………..i
TABLO LİSTESİ……………………………………………………………..…...ii
KISALTMALAR…………………………………………………………………iii
GİRİŞ......................................................................................................................1-20
BİRİNCİ BÖLÜM
MEKÂN ORGANİZASYONU İÇERİSİNDE HARPUT
A- Harput’un Sancak-Kaza İlişkisi.................................................................21-73
1- Teorik Çerçeve......................................................................................22-33
a- Oluşturulan Birimin Yönetim Açısından Fonksiyonelliği…….21-24
b- İktisadî Yönden Çevresi İle Entegrasyon İmkânları ……….....24-30
c- Belde Yerleşiklerinin Birbirleriyle ve Devletle İlişkilerinin
Düzenlenebilmesi ......................................................................30-33
2- Klasik Dönemde Sancağın Tasarrufu....................................................34-69
B- Sancaktan Mukâta’aya Geçiş Sürecinde Harput .....................................69-102
İKİNCİ BÖLÜM
MEKÂN ÜZERİNDE YÖNETİM ÖRGÜTLENMESİ
A-Örfî Yöneticiler.......................................................................................103-126
1- Kimlikleri Bakımından Sancakbeyleri/Mütesellimler................103-113
2-Yönetim Faaliyetler Bakımından Sancakbeyleri/Mütesellimler..113-123
3- Melikler………………….........………......................................123-126
B-Şer’i Yöneticiler......................................................................................126-153
1- Kadı ve Harput Mahkemesi……….............................................126-133
2- Arpalık Uygulamasına Geçiş…..................................................133-135
3- Kadı’nın Başlıca Görevleri...................................…...................135-146
4-Gündelik Hayat İçerisinde Harput Mahkemesi........................…146-153
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KENTTE MEKÂNIN KULLANIMI
A- Şehrin Genel Görünümü…………………………........................................155
B- Kale……………………………………..................................…...……156-157
C- Şehir Sakinlerinin Yaşadığı Mahalleler............................…..................157-166
D- Ticaret ve Sanat Yerleri………………………......................................167-171
E- Dini ve Sosyal Yapılar…………………........................................……171-174
SONUÇ.............................................................................................................175-182
BİBLİYOGRAFYA...……………………………………..............................183-202
ÖZET……………………………………………………................................203-204
ABSTRACT………………………………………………...................…......205-206
HARİTALAR...................................................................................................207-208
ÖNSÖZ
Bu çalışmada özetle, Doğu Anadolu Bölgesi’nde ve Diyarbekir Eyaleti’ne
tâbi klasik bir sancak olan Harput Sancağı’nın, değişim açısından 17. yüzyılın ikinci
yarısındaki durumu çeşitli açılardan ele alınmakta ve sorgulanmaktadır. Bu bağlamda
söz konusu tarihte sancağın, imparatorluk genelinde gittikçe yaygınlık kazanan
mukâta’a ve iltizam uygulamalarından ne ölçüde etkilendiği ve özellikle 17. yüzyılın
ortalarına doğru sancak gelirinin mîrî mukâta’a haline dönüştürülerek Van kalesi
neferlerine “ocaklık” bağlanmasıyla başlayan değişim süreci, mekân üzerinde malî,
örfî ve şer’i açılardan irdelenmektedir. Bu yapılırken bir yandan değişimin izleri
aranmakta, diğer taraftan mukâta’a uygulamasıyla sadece malî alanda meydana
gelmiş gibi görünen değişimin idarî yönü ele alınmaktadır. Bu çalışmada ayrıca,
kullanılan şer’iyye sicillerinin bilgisayar destekli ortamda çok yönlü kullanılabilirliği
denenmeye ve test edilmeye çalışılmıştır.
Çalışmamızın planlanmasından itibaren son şeklinin verilmesine kadar geçen
süre boyunca hemen her aşamada, kimi zaman hayata dair yönlendirmeleri ve kimi
zaman kavramakta zorlandığım konular üzerinde, metodolojik olduğu kadar
tecrübeleri ve ufuk açıcı sözleri sayesinde yardım ve desteğini gördüğüm başta
danışman hocam Prof. Dr. Özer Ergenç’e çok teşekkür ederim. Bundan önce yüksek
lisans tez danışmanım olan ve bilimsel çalışma yapabilmenin zevkiyle birlikte ilk
bilgilerini de kendisinden aldığım hocam Prof. Dr. Bahaeddin Yediyıldız’a da, bu
çalışmanın farklı aşamalarındaki görüşlerinden dolayı teşekkür ederim. Bunun
yanında yine tezimize son şeklini vermeden önce biçim ve içerik yönünden eksikliği
görülen noktalar üzerinde doğrudan görüşlerini benimle paylaşan Prof. Dr. Mehmet
Öz’e, Doç. Dr. Fatma Acun’a, Doç. Dr. Yılmaz Kurt’a ve Doç. Dr. Yunus Koç’a da
teşekkür etmek isterim. Ayrıca tezimizin İngilizce özetinde yardımcı olan arkadaşım
Dr. Hülya Taş’a, bilgisayar ve sâir teknik konularda yardımlarını esirgemeyen
arkadaşlarım Tevfik Çil’e, Tuncay Karabulut’a ve Arş Gör. Kamil Doğancı’ya da
teşekkür ederim.
Son olarak tez boyunca engin bir sabır gösteren eşim Serap ve oğlum Alperen
ile doktora için beni sürekli teşvik eden ancak sonucunu görmeye ömrü vefa etmeyen
babam Rifat Erdoğdu’ya şükranlarımı sunarım. İbrahim Erdoğdu / Ankara 2006
i
TABLO LİSTESİ
Tablo 1 : Defterlerin Tarihleri
Tablo 2 : Defterlerdeki Genel Belge Türleri ve Yüzdelik Dilimleri
Tablo 3 : Belge Türleri ve Sayıları
Tablo 4 : Fermanların Konularına Göre Tasnifi
Tablo 5 : Beratların Konularına Göre Tasnifi
Tablo 6 : Zabıt Türleri ve Sayıları
Tablo 7 : Harput Sancağı’na Bağlı Nahiyeler
Tablo 8 : Klasik Dönem Harput Sancağı’nda Padişah-Sancakbeyi Hasları
Tablo 9 : Klasik Dönem Harput Sancağı’nda Padişah-Sancakbeyi Hâslarının
Çeşitleri
Tablo 10 : Tahrîrlere Göre Padişah Hasları İçerisindeki Mukâta’alar
Tablo 11 : Harput Mukâta’a Emînleri/Mütesellimleri
Tablo 12 : Sancakta Görevli Kadılar ve Kimlikleri
Tablo 13 : HŞS 362 Nolu Defterdeki Zabıtların Aylara Göre Dağılımı
Tablo 14 : HŞS 391 Nolu Defterdeki Zabıtların Aylara Göre Dağılımı
Tablo 15 : Harput’un Mahalleleri ve Avârız-hâne Sayısı
Tablo 16 : Harput Şehrinde Bulunan Mahalleler (1518-1712)
Tablo 17 : Mahallelerin Defterlerde Geçme Sıklığı
Tablo 18 : Harput Şehrinde Faaliyet Gösteren Esnaf Grupları
ii
KISALTMALAR
A.g.e. : Adı geçen eser
A.g.m. : Adı geçen makale
AÜSBFD : Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi
Bkz. : Bakınız
C. : Cilt
C. A. : Cemâziyel-âhir
C. E. : Cemâziyel-evvel
Çev. : Çeviren
DİA : Diyanet İslam Ansiklopedisi
DTCFD : Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi
Ed. : Editör
HŞS : Harput Şer’iyye Sicili
İ.A. : İslam Ansiklopedisi, Milli Eğitim Bakanlığı
İ.Ü. : İstanbul Üniversitesi
OA : Osmanlı Araştırmaları
OTAM : Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi
R.A. : Rebi’ül-âhir
R.E. : Rebi’ül-evvel
s. : Sayfa
S. : Sayı
TK : Türk Kültürü
TTK : Türk Tarih Kurumu
Yay. : Yayınlayan
iii
1
GİRİŞ
Osmanlı İmparatorluğu’nda 17. yüzyıl, her yönden değişimin yaşandığı bir
dönemdir. Yapılan çalışmalarda 17. yüzyıl, genel olarak siyasi gerileme, demografik
kriz, ekonomik güçlükler veya karanlık dönem gibi isimler ile tanımlanırken1
dönemin siyasî, askerî, sosyal ve ekonomik olayları ile bu olayların niteliğini ve
sebeplerini açıklayabilmek için yerli ve yabancı pek çok tarihçi tarafından, önemli
çalışmalar yapılmıştır2.
Bu dönemle ilgili gerek yapılmış ve gerekse de yapılacak araştırmalarda
sorulması gereken veya cevaplanması en öncelikli olan temel sorulardan birisi, neden
özellikle bu yüzyılda büyük toplumsal ve ekonomik karışıklıkların başladığı ve
yaşanmış olduğudur. Ya da 16. yüzyılın sonlarında en geniş sınırlarına ulaşan
Osmanlı Devleti, aynı zamanda bu tarihlerden itibaren bir duraklama ve sonra da
gerileme sürecine mi girmişti? Yoksa iç ve dış dinamiklerin beraberce etkilediği bir
değişim döneminin meseleleriyle mi uğraşmak zorunda kalmışlardı? Ya da söz
konusu bu değişimden İmparatorluk genelindeki yönetim birimleri hangi ölçüde ve
nasıl bir hızla etkilenmişti? Devlet yeni gelişmeler karşısında nasıl bir tutum
sergilemişti? Aldığı pratik önlemler var mıydı? Ya da bu değişimin taşraya yansıyan
boyutları nasıldı?
Şüphesiz bu soruların değişik açılardan karşılığı bulunabilir ancak, yüzyılın
geneline ilişkin kabul gören yaklaşımlar 17. yüzyılda belirgin bir gerileme, kriz ve
değişimin yaşandığı şeklindedir3.
1 Cem Behar, “Osmanlı Nüfus İstatistikleri ve 1831 Sonrası Modernleşmesi”, Osmanlı Devleti’nde Bilgi ve İstatistik, Ankara, 2000, s. 67 (Osmanlı nüfus istatistikleri konulu bu çalışmada 17. yüzyıl için “Osmanlı Demografisinde Karanlık Dönem” başlığı kullanılmaktadır.) 2 Bu tarihçilerin her biri 17. yüzyılın tarihi olaylarına değişik açılardan bakmakta ve farklı yorumlarda bulunmaktadırlar. Bu konuda önemli olanlar için bkz. Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası “Celali İsyanları”, Ankara, 1975; M.A. Cook, Population Pressure in Rural Anatolia, 1450-1600, London, 1972; Halil İnalcık, “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire, 1600-1700”, Archivum Ottomanicum, VI, Louvain, 1980, s. 283-337; William Griswold, Anadolu’da Büyük İsyan 1591-1611, (Çev. Ülkün Tansel), İstanbul, 2000; Rifa’at Ali Abu-el-Haj, Modern Devletin Doğası:16. Yüzyıldan 18. Yüzyıla Osmanlı İmparatorluğu, (Çev. Oktay Özel-Canay Şahin), Ankara, 2000; Suraiya Faroqhi, “Agriculture and Rural Life in the Ottoman Empire 1500-1878: A Report on Scholarly Literature Published Between 1970 and 1985”, New Perspectives on Turkey, I, 1987, s. 3-34. 3 “Gerileme” literatürü için bkz., Bernard Lewis, “Ottoman Observers of Ottoman Decline”, Islamic Studies, I,1,1962, s.71-87; Douglas A.Howard, “Ayn’ Ali Efendi and Literature of Ottoman Decline”, Turkish Studies Association Bulletin, 11, Bloomingtoon, 1987, s.18-20; Aynı yazar, “Ottoman
2
Farklı isimlerle ifade edilse de, lâyîha yazarlarının eserlerinde ve kroniklerde
belirtildiği gibi, 16. yüzyılın sonlarından itibaren ve 17. yüzyıla gelindiğinde mevcut
düzenin eskisi kadar mükemmel işlemediği muhakkaktır. Bu durumun temel sebebi,
söz konusu kaynaklarda devletin en güçlü olduğu zamanlardan itibaren baş gösteren
“mükemmel nizâm”dan sapılması şeklinde değerlendirilmektedir. Osmanlı nasîhat
yazarlarının yargısı, en azından esası bakımından modern tarihçilerce de paylaşılmış
ancak, onların çöküş sebebi olarak zikrettiği unsurlar tarihçiler tarafından çöküşün
tezâhür ve sonuçları sayılmıştır. Nitekim modern tarihçiler Osmanlıların çöküş
sebebini temelde sürekli genişlemeye, coğrafi keşifler, askeri teknolojideki
değişiklikler gibi gelişmelerin niteliğinin iyi kavranamamasına ve sonuç olarak ta
gerekli tedbirleri alacak zihni ve maddi donanıma sahip olunmamasına bağlamak
eğilimindedirler4.
Karpat’a göre 1603-1789 tarihleri arası modern çağa geçişte Osmanlı
tarihinin muhtemelen en fazla ihmal edilmiş, buna mukâbil en önemli dönemidir. Bu
dönemin önemi, 19. yüzyıl reformlarının bir çoğunun olduğu kadar Balkanlar’da ulus
devletlerinin ortaya çıkışında ve dolayısıyla bu yüzyılda meydana gelen sosyo-
ekonomik gelişmelerden kaynaklanmış olmasından ileri gelmektedir. Bu dönem
önemlidir çünkü seçkinlerin statüsüne önceden yönetici zümreler karar verirken,
yavaş yavaş bu ölçüt değişmekte ve ekonomik gücü olan daha düşük sınıftan
insanların kendilerine statü aradıklarına şahit olunmaktadır. Tarihçiye göre yine bu
can alıcı dönemin ihmal edilmesinin en önemli sebeplerinin başında, meydana gelen
gelişmelerin (ilk dönemlere kıyasla) nispeten karışık bir mahiyet arz etmesi ve onları
incelemeye müsait kavramsal araçlardan mahrum bulunulmasıdır. Zira ele alınan
dönemde Osmanlı toplumunda devleti ve siyasal sistemiyle birlikte önemli bir
dönüşüm ve mutlâkiyetçilik ile merkeziyetçiliğin çözülüp yeni insiyatiflerin devreye
girdiğine, daha önceden bilinmeyen bazı aktör ve faktörlerin siyasal ve toplumsal
denkleme dahil olduğuna şahit olunmuştur5.
Histography and the Literature or ‘Decline’ of the Sixteenth and Seventeenth Centuries”, Journal of Asiatic Society, 22, 1988, s.52-77; Rıfa’at Ali Abou-el-Haj, Modern Devletin Doğası:16. Yüzyıldan 18. Yüzyıla Osmanlı İmparatorluğu, (Çev. Oktay Özel-Canay Şahin), Ankara, 2000; Ayrıca bkz., İnalcık, a.g.m. (1980); Faroqhi, a.g.m. (1986); Goldstone, a.g.m. (1988). 4 Mehmet Öz, “II. Viyana Seferine Kadar XVII. Yüzyıl”, Genel Türk Tarihi, Yeni Türkiye Yayınları, C. 6, Ankara, 2000, s. 81 v.d. Ayrıca bkz. aynı yazar, Osmanlı’da Çözülme ve Gelenekçi Yorumcuları, İstanbul, 1997. 5 Naklen bkz. Mustafa Armağan, “Osmanlı Gerilemesi Masalından Uyanmak”, Düşünen Siyaset (Osmanlı ve İdeolojisi Sayısı), Ağustos-Eylül 1999, Ankara, s.116-117
3
Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük
ölçüde bir çözülme sürecine girmiştir. Bu dönemde imparatorluğun her hangi bir
yerinde ve her hangi bir zamanda bir iyileşme veya düzelmenin olup olmadığı
sorgulanmalıdır6.
Osmanlı Devleti’nin 17. yüzyıldan itibaren çözülmeye başladığı görüşüne
karşı olanların yanısıra7 İslamoğlu ve Keyder, söz konusu tüm bu değişmelere
rağmen, farklı biçimlerde de olsa aynı toplumsal yapının devam ettiğinde ısrar
etmektedirler8. Bu yaklaşım tarzı ile ilgili Abou-El-Haj, Osmanlı tarihçilerinin
Osmanlı devlet ve toplumunu bütünüyle durağan bir yapı olarak düşünmeye alışkın
olduklarını ve yeni bulgular aksini yani bir hareketliliği ortaya koysa dahi
düşüncelerine yeni bir yön verme konusunda büyük bir kavramsal sıkıntı içinde
bulunduklarını ileri sürmektedir. Tarihçi, 17. yüzyıl Osmanlı devlet ve toplumunda
topyekün bir dönüşüm yaşandığının kabul edilmesi için daha ne kadar değişime
gerek olduğunu sorarken, Osmanlı devlet ve toplumunda meydana gelen
değişimlerin daha iyi anlaşılabilmesi için, 16. yüzyıla ait kanıtlarla 17. yüzyıl
sonlarının kanıtlarının karşılaştırmalı incelenmesi gerektiğini vurgulamaktadır9.
Ayrıca 16. yüzyıl sonlarında Mustafa Âli ile 17. yüzyılda Koçi Bey’in yaptığı
değerlendirmelerin, hiç sorgulanmadan Osmanlı Devleti’nin çöküşü için kanıt olarak
kullanılmasının sakıncalarına değinmektedir. Bu yüzyıldaki değişim veya
dönüşümün ortaya konulabilmesi yalnızca ilgili dönemin Osmanlı yazarlarınca
resmedilen fotoğrafların incelenmesi değil, aynı zamanda söz konusu dönemin
tarihsel gerçeklerinin yeniden inşa edilmesi gerektiğine de dikkat çekmektedir10.
6 Faroqhi, Ankara ve Kayseri’deki ev sahipliği ile ilgili araştırmasında bu iki kentin XVII. Yüzyıl boyunca bariz bir çöküş yaşamadığını ortaya koymaktadır. Bkz. Men Of Modest Substance- House Owners and House Property in Seventeenth –Century Ankara and Kayseri, Cambridge, 1987, s. 6-22. 7 M.G.S. Hodgson, The Venture of Islam Conscience and History in a Civilization, Chicago-London,1972 (Yazar, çözülmenin veya çökenin mutlakiyetçilik olduğunu belirterek, mutlakiyetçiliğin çöküşünü bütün bir devlet ve topluma teşmil etmenin yanlışlığına dikkat çekmektedir. Bkz. Mehmet Öz, “Onyedinci Yüzyılda Osmanlı Devleti: Buhran, Yeni Şartlar ve Islahat Çabaları Hakkında Bir Değerlendirme”, Türkiye Günlüğü, S. 58, Aralık 1999, s. 50’den naklen. 8 H. C. İslamoğlu -Ç. Keyder, “Agenda for Ottoman History”, Review, 1/1, 1977, s. 31-55 9 Rıfa’at Ali Abou-El-Haj, a.g.e., s. 31 (Burada aynı zamanda 17. ve 18. yüzyıl uzmanı Avrupalı tarihçiler arasında sürmekte olan tartışmalara değinilmektedir.) 10 Rıfa’at Ali Abou-El-Haj, a.g.e., s. 55. Bunun yanı sıra Osmanlı tarihi ile ilgili modernleşme, Adem-i Merkeziyetçilik, ATÜT, Erken Modern Devletler ile Osmanlı Devleti’nin mukayesesi v. s. gibi bazı modellerle Osmanlı Devleti’nde 17. yüzyılda yanlış gidenin ne olduğunu bulmaya ve anlamaya çalışmak, Osmanlı tarihinin “ihmal edilmiş” iki yüz yılını yani klasik dönem ile 19. yüzyılın reformları arasını “bir parantez olarak görme” eğilimi ve çöküş paradigması, pek çok araştırmacı
4
Nitekim son 20-25 yılda yapılan araştırmalar toplumsal, ekonomik ve kültürel hayatı
bütün olarak ele aldığımızda sürekli bir çöküş veya gerileme olgusundan
bahsedilemeyeceğini ortaya koymuştur11.
Gerçekten de Osmanlıların zamanla geliştirerek te’sîs ettikleri ve yukarıda
temas edilen mükemmel sistem, 16. yüzılın sonlarına kadar devam etti ve yüzyılın
sonlarına gelindiğinde bu temel sistemlerde bir takım değişiklikler yaşandı. Bu
değişmelerin bir kısmı, Osmanlı ülkesindeki bazı şartların değişmesinden
kaynaklanmaktaydı. Ancak bir kısmı da, Osmanlı Devleti’nin dışında meydana gelen
değişmelerin, kendisi üzerinde meydana getirdiği etkilere bağlıydı. Bu dönemde
temel sistemlerin değişmeyle birlikte meydana gelen bazı problemler, özellikle
yönetim açısından daha çok gündeme geldiği ve irdelendiği için, duraklama ve
gerileme dönemleri şeklinde tanımlanmaktadır. Fakat aslında bu dönem önemli
değişimlerin yaşandığı bir süreçti. Bu dönem Osmanlı klasik döneminin değiştiği bir
dönem olmasının yanında, aynı zamanda o dönemin sınırladığı hareketliliğin artmaya
başladığı ve gittikçe boyutlandığı bir dönemdi. 17. ve 18. yüzyıllarda toprak
kayıplarıyla başlayan ve daha önce genişletilmiş sınırlardan artık geriye doğru bir
dönüşle beliren hareketlilik, eski özelliklerin de aktarılmasıyla yeni bir görünüm
kazanıyordu. Bu yüzyıllarda Osmanlı toplumu bir yandan eski iddialarını sürdürmek
isterken, devlet yine eski iddialarıyla varlığını kanıtlamak üzere yeni şartlar
karşısında düzenlemelere gidiyor ve ortaya çıkan yeni problemler ile birlikte yeni
çözüm arayışları da sürüyordu12.
Görüldüğü gibi 17. yüzyılın sosyal, siyasi, kültürel ve ekonomik olaylarına
alternatif yorumlar getirmek ve mevcut anlayışların lehinde veya aleyhinde bazı
sonuçlara varmak kolay görünmemektedir. Böyle bir girişim, yüzyıla ait temel
kaynakların yeniden incelenmesinin dışında, bazı somut problemler etrafında ve
çok sayıda bölgesel incelemeyi de gerektirir. Faroqhi’nin de önemle belirttiği gibi,
yapılacak çalışmalarda Osmanlı Devleti’nin birbirinden uzak bölgeleri arasındaki
tarafından eleştirilmektedir. H. İslamoğlu – Ç. Keyder, “Osmanlı Tarihi Nasıl Yazılmalı? Bir Öneri”, Toplum ve Bilim, I, 1977, s. 49-80. 11 Yaşanan buhranları 17. yüzyılın bütünü için genellemek yerine, bu yüzyılın tarihi incelenirken olayların somut problemler etrafında incelenmesi gerektiği ve böyle bir yaklaşımla yapılan incelemelerin sürekli bir “çözülme-gerileme” tasviriyle bağdaşmayacağı ile ilgili ve yapılan söz konusu çalışmaların ayrıntıları, yorumları ve birbirleriyle karşılıklı mukayesesi için bkz. Mehmet Öz, “II. Viyana Seferine Kadar XVII. Yüzyıl”, s. 81-113. 12 Özer Ergenç, “Sosyal ve Ekonomik Yapı”, Beylikten Cihan Devletine Milliyetçilik ve Milliyetçilik Tarihi Araştırmaları VII. İlmî Kongresi (Eskişehir 3-4 Aralık 1999), Ankara, 2000, s. 159-166.
5
farklılıklar daima göz önünde bulundurulmalıdır13. Çünkü yapılacak bölgesel ya da
yerel çalışmalar, ülke genelinde meydana gelen olayların yerel bazda daha iyi
anlaşılması ve o güne kadar bilinmeyen bazı ince ayrıntıların tespit edilmesine imkân
sağlayabilir.
Bu açıdan bakıldığında tezimizin amacı, bir ara geçiş dönemi olarak da
nitelendirilebilecek 17. yüzyılın ikinci yarısında, klasik dönemdeki pek çok
uygulamanın yanı sıra yeni uygulamalara da boyut kazandıran değişim sürecinin
taşradaki yansımalarını Harput Sancağı özelinde mekânın kullanımı ile bu mekân
üzerindeki yönetim örgütlenmesini (örfî, şer’î, malî v.s.) dönüşüm ya da değişim
açılarından irdeleyerek anlamaya çalışmaktır. Dolayısıyla bu çalışmada Harput
Sancağı’nın 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren söz konusu değişim faktörlerinden
ne ölçüde etkilendiği veya ne gibi değişikliklerin yaşandığı, bunların en çok hangi
alanlarda kendini hissettirdiği veya nerelerde farklılaşmanın görülmediği noktasında
somut sonuçlar ortaya koyabilmektir. Bu yapılırken, incelenen kaynaklardan elde
edilen verilerin kullanılabilirliğine göre değişimin izleri 1661-1693 tarihleri arasında
Harput Sancağı’ndaki mevcut yapı üzerinde gösterilmeye çalışılmıştır. Ayrıca
bilgisayar destekli yeni bir yöntemle sürdürülen çalışma sonucunda sancağın klasik
dönemi ile 17. yüzyılın ikinci yarısındaki durumu değişik açılardan karşılaştırılmıştır.
Böylece, incelediğimiz dönemde sancağın tarihine bilinen ve bilinmeyenler açısından
da katkıda bulunulduğu düşünülmektedir.
Dönem olarak 17. yüzyılın ikinci yarısının seçilme sebeplerinden birincisi,
Harput tarihi hakkında yapılan çalışmalarda bu yüzyılın belli bir bütünlük içerisinde
çok yönlü olarak ele alınmamış ve genellikle atlanmış olmasıdır. Nitekim bizden
önceki bir çok çalışmada Harput’un Osmanlı eğemenliğine geçtiği tarihlerden
günümüze bilgi verilirken, tahrirlerin yapıldığı 1518’den 1566’ya kadar ki dönem
arasına yapılan atıfların dışında, M. Ali Ünal ile Rıfat Özdemir’in bazı makaleleri
hariç, genel olarak 17. ve 18. yüzyıllardan neredeyse hiç bahsedilmeden doğrudan
19. yüzyıla geçilmektedir. Yani çok sayıdaki çalışma içerisinde yörenin tarihine ait
olanların sınırları, tahrirlerin yapıldığı 16. yüzyıl ile sicillerin kullanıldığı 19. yüzyıl
13Suraiya Faroqhi, “Yeniçağ Başlarında Siyasi ve İktisadi Bunalımlar”, Türkler, C. IX, Ankara, 2002, s. 37 (Mesela İç Anadolu şehirlerinden Tokat, 18. yüzyılın sonlarında özerk bir konumda önemli bir iktisadi merkez durumunda iken, aynı durum Ege kıyılarındaki İzmir için söz konusu değildir).
6
ağırlıklıdır14. Söz konusu çalışmalarda genellikle Ünal’ın tezine atıfla Harput’un
klasik dönemine ait bilgiler verilmekte, 17. yüzyıl için ise daha önce yapılmış iki
14Harput tarihi hakkında bu güne kadar pek çok makale ve kitap yayınlanmıştır. Ancak son yıllarda Türkiye’de yapılan tarihçiliğin ağırlıklı olarak ya tamamen kuramsal bir çerçevede ya da hiç bir hipotez ve problem içermeksizin sadece amprik bilgilerin sıralanması şeklinde bir seyir takip ettiği (bkz. Oktay Özel-Gökhan Çetinsaya, “Türkiye’de Osmanlı Tarihi’nin Son Çeyrek Yüzyılı: Bir Bilanço Denemesi”, Toplum ve Bilim, 91, (Kış, 2001-2002), s. 8-38) iddiası kabul edilecek olursa, aynı durum ne yazık ki Harput tarihi hakkında yazılanlar için de söz konusudur. Bu noktadan hareketle konumuzla ilgili gördüğümüz ve önemli bulduğumuz bir kaçı hakkında bilgi vermek istiyoruz. Bunlardan ilki İshak Sunguroğlu tarafından 1958 de yayınlanan ve toplam 4 ciltten oluşan “Harput Yollarında” isimli eserdir (İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, İstanbul, 1958). Aslen tarihçi olmadığı halde uzun yıllar Harput’tan uzak yaşamış olmasının verdiği bir özlem ve ruh haliyle eserini yazan Sunguroğlu, özellikle 19. ve 20. yüzyıllar ağırlıklı olmak üzere Harput tarihini, dört ciltten oluşan bu kapsamlı eserinde işlemiştir. Böylesine geniş boyutlu bir eser olmasına karşılık yazarın, halk arasındaki bazı efsane ve rivayetlere fazlaca önem vermesi ve maalesef kullandığı arşiv belgelerinden birçoğunun kritiğini yapmadan doğrudan kitabına alması; ayrıca çok az dipnot kullanması ve hatta kullanmış olduğu dipnotlarda kaynağın ya tam künyesini ya da sayfa numarasını çoğunlukla vermemesi, böylesine değerli bilgiler içeren bir eserin bilimselliğini gölgelemiştir. Buna rağmen eser, Harput ve çevresi üzerinde yapılmış ve yapılmakta olan pek çok araştırmaya temel kaynak teşkil etmektedir. Eserde kültür tarihi, folklorik ve etnografik bilgilerin yanı sıra Harput’ta yetişmiş birçok önemli şahsiyetin monografileri de geniş yer tutmaktadır. Harput tarihi üzerine yazılmış önemli bir diğer kitap, Nureddin Ardıçoğlu’na aittir (Nureddin Ardıçoğlu, Harput Tarihi, İstanbul, 1964). Kitap, Harput’un Osmanlı öncesi siyasi tarihi üzerine yapılmış ciddi ve önemli bir çalışmadır. Kitapta ilkçağlardan başlayarak Osmanlılar tarafından fethedilmesine kadar Harput’un siyasi tarihi, çok sayıda yerli ve yabancı kaynak kullanılarak izah ediliyor. Fakat bu eserde de ne yazık ki dipnot kullanılmamış ve yararlanılan kaynaklar, kitabın sonunda topluca verilmiştir. 1950’li yıllardan itibaren tarihçilerin yanı sıra bazı coğrafyacıların da yöreye ilgi duydukları ve araştırmalar yaptığı görülmektedir (Örneğin Besim Darkot, “Harput”, İ. A., C.5, 1949, s. 296-299; M. Sarıbeyoğlu, Aşağı Murat Bölgesinin Beşeri Coğrafyası, Ankara, 1951; E. Akkan, “Elazığ ve Keban Barajı Çevrelerinde Coğrafya Araştırmaları”, AÜDTCF Coğrafya Araştırmaları Dergisi, S. 5-6, Ankara, 1972, s. 125-215; Ü. Sergün, Uluova-Beşeri Coğrafya Açısından Bir Araştırma, İstanbul, 1975; M. Elibüyük, “Türkiye’nin Tarihi Coğrafyası Bakımından Önemli Bir Kaynak: Mufassal Defterler”, Coğrafya Bilim ve İnceleme Kolu Coğrafya Araştırmaları, C.I, S.2, Ankara, 1990, s. 11- 42 (Yazar 1990 tarihinde yayınlanan çalışmasında uygulama örneği olarak Harput Sancağı üzerinde durmaktadır). Özellikle 1985’ten sonra ve 1990’ların başlarından itibaren, Harput tarihiyle ilgili yapılmış olan birkaç akademik tez, yöre tarihinin aydınlatılmasına yönelik başlatılan bir projenin sonucu olarak göze çarpmaktadır. M. Ali Ünal tarafından doktora tezi olarak hazırlanan ve basılan “Harput Sancağı 1518-1516” isimli çalışmada Ünal, başta tahrir defterleri olmak üzere mühimme defterleri, muhasebe defterleri, ruznâmçe ve tımar tevcih defterleri gibi zengin arşiv kaynaklarını kullanmıştır. Ünal’dan sonra Harput tarihi üzerine yapılan akademik çalışmalarda kaynak olarak şer’iyye sicilleri kullanılmıştır. Bu çalışmalardan yalnızca iki tanesi 17. yüzyıl Harput Şer’iyye sicilleri kullanılarak hazırlanmıştır. (Söz konusu çalışmalar Erdinç Gülcü ve Bekir Koçlar tarafından yüksek lisans çalışması olarak, defterlerin transkripsiyonu şeklindedir. Aynı defterler, çalışmada kullandığımız kaynaklar arasındadır). Diğer çalışmalarda ağırlıklı olarak 19. yüzyıl sicilleri kullanılmıştır. Ayrıca şer’iyye sicilleri verilerine dayalı bazı makaleler yazılmıştır (Örneğin, Rifat Özdemir, “Çeşitli Osmanlı Kanunnâmelerinin Mukayesesi ve Uygulaması Üzerine Bazı Bilgiler”, 19 Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, S. 3, Samsun, 1988, s. 125-151; Aynı yazar, “Avârız ve Gerçek-Hâne Sayılarının Demografik Tahminlerde Kullanılması Üzerine Bazı Bilgiler”, X. Türk Tarih Kongresi (22-26 Eylül 1986), C. IV, Ankara, 1993, s. 1581-1613; Aynı Yazar, “Harput’ta Ailenin Sosyo-Ekonomik Yapısı 1631-1919”, (23-26 Mart 1987 Tarihleri Arasında F.Ü. Tarafından Tertiplenen “Türk İslam Tarih ve Kültüründe Fırat Havzası Sempozyumu” na Sunulmuş Tebliğ); Aynı yazar, “Harput ve Çemişgezek’te Askeri Ailelerin Sosyo-Ekonomik Yapısı 1890-1919), Tarih İncelemeleri, V, İzmir, 1990; Mustafa Öztürk, “XIX. Yüzyılda Harput’ta Fiyatlar”, Belleten, C. 53, S. 207-208, Ankara, 1989, s. 797-828; Ahmet Halaçoğlu, “1866-1868 Tarihleri Arasında Harput Mahkemesine İtikal Eden Dava ve İdari Uygulamalar”, TKA, Ankara, 1988, s. 141-147; İbrahim Yılmazçelik, “XIX. Yüzyılda Anadolu’da Ermenilerin Sosyal ve İktisadi Durumları Hakkında Bazı Belgeler”, F.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, S.1, Elazığ, 1987). Yine 19. yüzyıl Harput tarihine ilişkin
7
transkripsiyon çalışmasındaki bazı veriler kullanılarak, bunlar tüm 17. yüzyıl için
genellenmektedir15. İkincisi ise, bu yüzyılda görülen yeni gelişmeler görebildiğimiz
kadarıyla “değişim” perspektifinden hiç bir çalışmada mevzu bâhis edilmemektedir.
Oysa bu çalışma sonucunda yaptığımız tespitlere göre, 17. yüzyılın ortalarından
itibaren kademeli bir şekilde cereyan eden sancaktan mukâta’aya dönüşüm sürecinde
sancağın tasarruf ediliş şeklinden başlayarak örfî, şer’i, ekonomik ve sosyal açılardan
önemli değişimler veya dönüşümler yaşanmıştır.
Belgelerin Tanıtımı ve Yöntem
17. yüzyıl Harput Sancağı’nı incelerken kullandığımız temel kaynaklarımız
şer’iyye sicilleridir. Bilindiği gibi Osmanlı tarihinin en önemli belge gruplarından
olan siciller, yine pek çok araştırmanın dayandırıldığı temel malzemelerdendir16.
çalışmalarda şer’iyye sicillerinin yanı sıra salnâmeler ve Başbakanlık Osmanlı Arşivindeki çeşitli belgelerden de istifade edilmiştir (Salnamelerle ilgili yapılan çalışmalar için bkz. Erdal Açıkses, “Salnamelere Göre Mamuratü’l Aziz (Harput) Vilayetinde Eğitim ve Öğretim”, X. Türk Tarih Kongresi, Ankara, 1986, s. 2221-2232; Rahmi Doğanay, Salname Kayıtlarına Göre 19. Yüzyılda Harput’ta Mali Yapı; Çeşitli arşiv kaynaklarından yararlanılarak yapılan çalışmalar için bkz. Orhan Kılıç, “XIX. Yüzyılda Harput’ta Misyoner Faaliyetleri”, F.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, C. 3, S.1, Elazığ, 1989, s. 119-139; Ergünöz Akçora, “Harput’ta 20. Yüzyıl Başlarına Kadar Türkler ile Ermeni Toplumunun Sosyo-Ekonomik Durumu”, F.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, S.1, C. 2, Elazığ, 1988; İsrafil Kurtcebe, “Harput Misyoner Merkezi’nin Belgelerine Göre Türkiye’de Amerikalı Misyonerlerinin Faaliyetleri”, Türk Kültürü, S. 340, 1991, s. 495-503). Bunların dışında zaman zaman düzenlenen sempozyum ve konferanslarda sunulan tebliğler de Harput tarihine ilişkin değerli bilgiler ihtiva etmektedir ve bunlar kitap haline getirilmiştir (Mesela bkz. Tarih İçinde Harput ve Fırat Havzası Sanat ve Tarihi Sempozyumu, Elazığ, 1992; Dünü ve Bugünüyle Harput, Elazığ, 1999). Ayrıca son yıllarda arkeolojik veri kaynaklı ve geleneksel halk inançlarını da içeren yeni çalışmalar yapılmıştır (Kentsel kimlik içinde Harput’ta bulunan tarihi mekânların gelişimi ve yapıların teknik ve arkeolojik özelliklerinin ele alındığı bir akademik çalışma için bkz. Ertuğrul Danık, Ortaçağ’da Harput, Ankara, 2001. Geleneksel Harput halk kültürünün inanç boyutu üzerine yapılan bir çalışma için bkz. Rıfat Araz, Harput’ta Eski Türk İnançları ve Halk Hekimliği, Ankara, 1995; Gürekan Aydoğmuş, Harput Kültüründe Din Alimleri, Elazığ, 1998. Tüm bu inceleme ve araştırmaların içerisinde 17. yüzyıla ait bilgiler yok denecek kadar az olsa da, Harput tarihinin değişik yönlerden aydınlatılması bakımından önem taşımaktadırlar. 15 Konuyla ilgili bahsetmek istediğimiz bir çalışma da, 19. yüzyıl Harput tarihiyle ilgili yapılmış ve sonra genişletilerek kitap olarak basılmış bir tez çalışmasıdır. Kitapta Harput’un on altı ve 17. yüzyıl tarihine ait verilen nüfus, mahalle, nahiye ve köy istatistikleri, Ünal’ın çalışmasındaki veriler ve bahsedilen iki tezdeki veriler ile birleştirilerek aktarılmış, bir birinden zaman bakımından uzak olmalarına rağmen, göstergelerdeki azalma ve çoğalma şeklindeki hareketlilik, göz ardı edilmiştir. Dahası, ağırlıklı olarak 19. yüzyıl üzerinde durulan söz konusu çalışmada ve diğer bazı çalışmalarda, 17. yüzyıl direkt geçilmiş ve söz konusu iki yüksek lisans çalışmasından alınan bilgiler, tüm yüzyıl için genellenmiştir. Neticede, bu yüz yılın tamamı ya da belli bir dönemi kesintisiz olarak ele alınıp, bu güne kadar çalışılmamıştır. Kaldı ki, bildiğimiz kadarıyla yaklaşık on yılı aşkın bir süredir Harput şer’iyye sicilleri üzerine yapılan yeni bir çalışma da yoktur. Bkz. Ahmet Aksın, 19. Yüzyılda Harput, Elazığ, 1999. 16 Şer’iyye sicillerinin içerikleri ve ihtiva ettikleri bilgilerin önemi hakkında birkaç örnek için bkz. Tayyip Gökbilgin, “Kanuni Sultan Süleyman Devri Müesseseler ve Teşkilâtına Işık Tutan Bursa
8
Genelde iktisadî bir nitelik taşıdıkları için mekân hakkında vermiş oldukları bilgiler
de nispeten daha resmî ve malî özellikler taşıyan tahrirlerden farklı olarak şer’iyye
sicilleri, yine birer resmî ve hukukî belge olmalarının yanında içerik yönünden adlî
konuların dışında idarî, malî ve beledî konular ile günlük hayata ve karşılıklı
ilişkilere dair bilgiler içermektedir.
Mahkemede yapılan her türlü işlemlerin sûretlerinin yer aldığı sicil defterleri,
İslam hukuk tarihinde çok erken dönemlerden itibaren tutulmaya başlanmıştır. İlk
kadı sicillerinin Emeviler döneminde Mısır’da tutulmaya başlandığı bilinmektedir17.
Hem önceki bir davanın hükmünü hem de boşanma, miras, satış, vakıf kurma gibi
hukuki işlemlerin mevcudiyetini ispat etmek için kullanılan bu sicillerin titizlikle
işlenmesi ve korunması çok önemliydi. Bunun yanında merkezden kadılara
gönderilen ferman ve hükümler de gerektiğinde başvurulmak üzere şer’iyye sicil
defterlerine kaydedilmekteydi.
Genel olarak bakıldığında şer’iyye sicillerine kayıtların iki şekilde yapıldığı
görülmektedir. Defterin başında yer alan ve göreve başlayan kadının adının, göreve
başlama tarihinin yer aldığı “dibâce” kısmından itibaren, görülen davalar katipler
tarafından belli bir formasyona göre kaydedilmekteydi. Bunlara hüccet/i’lam/zabıt
denilmektedir. Defterin geri kalan ikinci bölümüne ise kadıya gönderilen ferman,
berat, buyruldu, mektup v.s. gibi belgeler ile görülen dava sırasında taraflarca delil
olarak ibrâz edilen çeşitli belgelerin sûretleri geçirilmekteydi. Sicîl-i mahfûz denilen
Şer’iyye Sicillerinen Örnekler”, İ. Hakkı Uzunçarşılı’ya Armağan, Ankara, 1976, s. 91-112; Suraiya Faroqhi, Osmanlı Tarihi Nasıl İncelenir?, (Çev. Zeynep Altok), İstanbul, 2001; Feyyaz Gürkan, “Şer’iyye Mahkemeleri Sicilleri Üzerine Bir Araştırma”, IX. Türk Tarih Kongresi, C.II, Ankara, 1988, s. 765-779; Ahmet Akgündüz, Şer’iyye Sicilleri I-II, İstanbul, 1988-1989; Mehmet İpşirli, “Sosyal Tarih Kaynağı Olarak Şer’iyye Sicilleri”, Tarih ve Sosyoloji Semineri, İstanbul, 1991, s. 157-162. Ayrıca sicillerin literatür değerlendirilmesinin yapıldığı yerli-yabancı pek çok tez, kitap ve makalenin isimlerinin topluca verildiği bir çalışma için bkz. Yunus Uğur, “Mahkeme Kayıtları (Şer’iyye Sicilleri): Literatür Değerlendirmesi ve Bibliyografya”, Türkiye Araştırmaları ve Literatür Dergisi, (Türk İktisat Tarihi Özel Sayısı), C. I, S. I, İstanbul, 2003, s. 305. 1980’li yılardan itibaren yoğun bir şekilde tahrir defterleri ve şer’iyye sicilleri kullanılarak yapılan çalışmaların geneli için bir değerlendirmede bulunacak olursak, çoğunluğunun belgelerin tarnskribe edilerek herhangi bir hipotez oluşturulmadan, yalnızca ham bilgilerin sıralandığı ve kimi zaman bu bilgilerin pratik tasniflerinden oluşan veya önceden yapılmış çalışmaların yöntem açısından tekrarı niteliğinde oldukları dikkat çekicidir. Oysa yine aynı belge serilerinin kullanılarak, yeni metodolojik ve sistematik yöntemler ile bu alanda örnek sayılabilecek başarılı çalışmaların yapılabileceği de ispatlanmıştır. Örneğin bkz. Bahaeddin Yediyıldız, Ordu Kazası Sosyal Tarihi (1455-1613), Ankara, 1985; Mehmet Öz, XV-XVI. Yüzyıllarda Canik Sancağı, Ankara, 1999; Mehmet Ali Ünal, XVI. Yüzyılda Harput Sancağı (1518-1566), Ankara, 1989. Ayrıca şer’iyye sicillerinin kent tarihçiliği açısından kullanılabilirliği ile ilgili bir örnek ve hâla güncelliğini koruyan bir çalışma için bkz. Özer Ergenç, Osmanlı Klasik Dönemi Kent Tarihçiliğine Katkı: XVI. Yüzyılda Ankara ve Konya, Ankara Enstitüsü Vakfı Yayınları, Ankara, 1995 (Bundan sonra “Ankara ve Konya” denilecektir). 17 M. Akif Aydın, Türk Hukuk Tarihi, İstanbul, 1996, s. 109-110.
9
bu defterler özetle, mahkemede cereyan eden bütün muâmeleleri içeren bir kayıt
defteriydi. Bu önemlerinden dolayı görev yapan kadıların kaza yerlerini terk ederken
sicil defterlerini yanlarında götürmelerine izin verilmezdi.
Yukarıda belirtildiği gibi, defterlerde bir yanda günlük mahkeme gündemini
işgal eden konular sıralanırken, diğer tarafta resmi makamlardan gönderilen
belgelerin suretleri yer almaktadır. Resmi belgelerin çoğunluğu, divandan çıkış
tarihini içerdiği için veya kimi zaman sicile kaydediliş tarihi (vusûl) verilmediği için,
defterlerin tarihlerini belirleme de sıkıntılar yaşanabilmektedir18.
Çalışmamızda kullandığımız defterlere gelince; Milli Kütüphane’de bulunan
Harput Şer’iyye sicillerinin toplam sayısı 26’dır19. Bunlardan 17. yüzyıla ait
olanların sayısı ise 14’tür. Defterlerin tarihleri 1624 tarihinden başlamakta ve 1693
tarihinde son bulmaktadır20.
18 Örneğin Akgündüz tarafından Harput Şer’iyye Sicilleri’ne ait verilen katalogda 394 numaralı defterin bitiş tarihi 1331 olarak belirtilmektedir. Aynı konuda Kırzıoğlu da defterin bitiş tarihini 1331 vermektedir. Oysa defterin orjinali üzerinde yaptığımız çalışma sonucunda defterin bitiş tarihi sanıldığı gibi H. 1331 tarihinde değil, H. 1337 tarihine tekâbül etmektedir. Bkz. Ahmed Akgündüz, Şer’iyye Sicilleri, I, s. 189; M. Fahrettin Kırzıoğlu, “Harput Mamuretil’Aziz Şer’iyye Sicilleri”, Yeni Fırat, S. 26, Elazığ, 1966, s. 13-14. 19 Harput Şer’iyye sicillerinin sayısı, önceden yapılmış olan bazı çalışmalarda farklı olarak verilmiştir. Mesela; Milli Kütüphane’ye nakledilmeden önce Diyarbakır müzesinde bulundukları sırada Harput Şer’iyye sicillerinin hicri yıllarını ve kayıt sıralarını ilk kez tanıtan Ersoy, bu sicillerin sayısını 28 olarak verirken (Osman Ersoy, “Şer’iyye Sicillerinin Toplu Kataloğuna Doğru”, AÜDTCF Dergisi, C. XXI, S. 3-4, Ankara, 1963, s. 53-54), Kırzıoğlu, Harput sicillerinin sayısını 27 olarak tespit etmiş ancak 395 numaralı sicili kaydetmemiştir. Her iki çalışmada da Harput sicillerinin fazla görülmesinin sebebi, şu anda Çemişgezek sancağına ait oldukları tespit edilen 379 ve 380 envanter numaralı sicillerin, Harput Şer’iyye sicilleri içerisine dahil edilmelerinden kaynaklanmış olabilir. 20 17. yüzyıla ait Harput sicilleri, bu yüzyılın yirmi altı yıllık zaman dilimini ihtiva ederken (yüzyıla yayılmış olarak), geriye kalan yetmiş dört yıla ait sicillerin akibeti belli değildir. Zaman zaman doğal felaketlerin (yangın gibi) ve eşkıyalık olaylarının yaşandığı Harput’ta, bu defterlerin yanmış olma ya da tahrip edilmiş olma olasılıkları var mıdır? Ya da bu sicillerin başka yerlere tayin edilen kadılar tarafından yanlarında götürülme ihtimalleri var mıdır? Bu soruların cevaplandırılması, şu aşamada mümkün görünmemektedir. Ancak yapılan çalışmaların birisinde Harput mahkemesine ait bir defterin, bir ailenin elinde bulunduğu ve tesadüfen ortaya çıkarıldığından bahsedilmektedir. Yüksek Lisans tezi olarak hazırlanan bu çalışmada “Metnin Bulunduğu Yer” başlığı altında, defterin bu günkü Elazığ iline bağlı Keban ilçesinin ileri gelen ailelerinden Özmen ailesinden emâneten alındığı belirtilmektedir. Bkz. Hasan Yüksel, Hicri 1190 (M.1776)-Hicri 1209 (M.1794) Tarihli Keban Şer’iyye Sicilinin Transkripsiyon ve Değerlendirilmesi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara, 1987, s.7. Defterin muhtevası hakkında bilgi verilirken özetle, derkenarların çokluğundan, defterdeki belgelerin tarih sırası gözetilmeden gelişi güzel yazıldığından, resmi yazıların dahi deftere rast gele kaydedildiğinden, mektup ve karşılıklı yazışmalarda kullanılan hitapların anlamsız olduğundan v.s bahsedilmektedir. İlk bakışta, bildiğimiz klasik sicillerden farklı bir tarzda tutulmuş bir defterle mi karşı karşıyayız diye düşünürken, içerik olarak bakıldığında şer’iyye sicillerindeki muhteviyatı bilinen konulardan hiç birini ihtiva etmemesi, defterin otantik olup olmadığı sorusunu da akla getirmektedir. Nitekim daha sonra yapılan bir çalışmada, Yüksel’in şer’iyye sicili diye bahsettiği defterin aslında madenlerde idareci konumunda bulunan maden emînlerinden birisinin tuttuğu “Emin Defteri” olabileceğinin kuvvetle muhtemel olduğu ifade edilmektedir. Fahrettin Tızlak, Osmanlı Döneminde Keban-Ergani Yöresinde Madencilik (1775-1850), Ankara, 1997, s. 19. Yine “Harput Yollarında” isimli eserin müellifi, 17. yüzyıl Harput
10
Defterlerin tarihleri büyük ölçüde birbirini izlemekteyken, aralarında
boşluklar olduğu görülmektedir. Bu boşluklar kimi zaman bir iki yıl, kimi zaman ise
on yılı aşmaktadır. Mesela, 17. yüzyılın başından 1624’e kadar hiçbir defter olmadığı
gibi, 1638 den 1653’e kadar ki on beş seneye ait kayıtları ihtiva eden defterler de
mevcut değildir. Seçtiğimiz defterlerin otantik olup olmadıklarına bakıldığında ise,
anladığımız kadarıyla defterler orjinal ve mahkemede ilk düzenlendiği şekliyledir.
Kendi içerisindeki tarih sırası birbirini tutmaktadır. Dolayısıyla zaten çok yoğun
olmayan gündem takip edilebilmektedir.
Böyle bir durumda defterleri seçerken genel olarak şu hususlar göz önünde
bulundurulmuştur. Öncelikle çalışmadaki amacımız, klasik dönem sonrası sancakta
görülen değişimin izlerini belgelerin izin verdiği ölçülerde 17. yüzyılda sürebilmek
olduğuna göre, bu oluşumun en belirgin örneklerini sancaktan mukâta’aya geçiş
sürecinde 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tespit edebilmekteyiz. Bu amaçla
yüzyılın ikinci yarısından sonraki ilk defterimiz 1661-1662 tarihlerini kapsamaktadır.
Bu tarih sancağa ait klasik dönem bilgilerimizin en son 1566 tarihli tahrire dayandığı
düşünüldüğünde, yaklaşık 100 sene sonrasına denk gelmektedir. Bu tarihlerde,
Harput Sancağı’nın tüm sancak bazında mîrî mukâta’a haline dönüştürülerek,
başlangıçta bir kısım gelirleri Van Kalesi neferlerine ocaklık yoluya mevâcîb (maaş)
bağlanmışken, giderek sancak mukâta’asının tüm gelirleriyle beraber ocak ağalarının
iltizâmına verilmesiyle birlikte, idarî ve malî açıdan yeni bir süreç başlamıştır. Onar
ve yirmişer yıl arayla yani sancaktan mukâta’aya geçişten sonraki devrede göze
çarpan gelişmelere paralel olarak, defterlerimizin tarihleri de bu süreler arasında
seçilmiştir. Zaten 17. yüzyılın ikinci yarısına ait defterler yaklaşık onar yıl aralıklarla
Milli Kütüphane Arşivi’nde yer almaktadır. Örneğin, 1661-1662 tarihinden sonra
1666’ya kadar defterler düzenli olarak birbirini takip etmekteyken, 1671-1673’ten
sonra 1682-1683, 1691-1693, 1710-1713 şeklinde devam etmektedir.
Şu halde 382 numaralı defterimiz 1661-1662, 362 numaralı defterimiz 1671-
1673, 391 numaralı defterimiz ise 1691-1693 tarihleri arasını kapsamaktadır. Ayrıca
çalışmamızda sıklıkla kullandığımız ve aslında 1710-1713 tarihleri arasını kapsayan
388 numaralı defter21, eksik bilgilerimizi tamamlayabilmek ve bazen karşılaştırma
tarihine ilişkin bazı bilgiler verirken, dipnot olarak “elimde mevcut bir şer’i mahkeme tescil defteri” ifadesini kullanmaktadır. 21 2 Şaban 1122-Evâhir-i Zilhicce 1124/ 25 Eylül 1710-22 Ocak 1713 tarihlerini içeren bu defter, 2 yıl, 3 ay ve 27 günlük bir zaman dilimini kapsarken, toplam 191 sayfa ve 480 belgeden ibarettir.
11
yapabilmek amacıyla kullanılmıştır. Aynı durum, söz konusu bu defterlerin dışında
yine sıklıkla kullandığımız ve 17. yüzyılın ikinci yarısına ait, bibliyografyada verilen
diğer beş defter için de geçerlidir.
Yine bu defterlerin tarihlerine ilişkin seçim yapılırken özellikle yüzyılın
ikinci yarısından itibaren başlayan veya devam etmekte olan savaşların sebep olduğu
sosyo-ekonomik gelişmelerin de konumuz açısından tespiti dikkate alınmıştır.
DEFTER NO
DEFTERİN TARİHİ S. SAYISI
B. SAYISI
(YIL, AY, GÜN)
HŞS 382 (1661-1662)
Evâhir-i Rebi’ülevvel 1072-Receb 1072 (Kasım 1661-Mart 1662) 154 398 4 Ay
HŞS 362
(1671-1673)
Gurre-i Muharrem 1082- 29 Zilhicce 1083 (10 Mayıs 1671– 17 Nisan 1673) 188 531 1 yıl, 11 ay, 7
gün
HŞS 39122 (1691-1693)
Evâil-i Muharrem 1103 - Evâil-i Zilkade 1104 (Eylül 1691 - Temmuz 1693) 174 490 1 yıl, 10 ay
TOPLAM 516 1419
Tablo 1: Defterlerin Tarihleri
17. yüzyıla ait 14 defterin toplam sayfa sayısı 2862’dir. Her defterin ortalama
450-500 belge ihtiva ettiği düşünüldüğünde, bizim bilgisayar ortamında tabloların
oluşturulması esnasında kullandığımız 1419 belge, toplam 6300 (450’ye göre)
belgenin % 22.5’sine, sayfa olarak ise toplam 2862 sayfanın (516 sayfasını
kullandığımıza göre) % 18.02’sine tekâbül etmektedir.
Çalışmada kullanılan yönteme gelince, genel olarak şer’iyye sicillerinin
bilgisayar ortamında çok amaçlı kullanılabilirliği tezimizde en azından denenmeye
ve gösterilmeye çalışılmaktadır.
Bu açıdan bakıldığında yapıtığımız çalışmanın, bu güne kadar yapılmış sicil
çalışmalarından (sadece transkribe edilerek Latin harflerine aktarılmasından) farkı,
22 Bu defterin sonundaki 10 yaprak, H.1133 (M. 1721) tarihine aittir. Evâil-i Rebi’ülevvel 1133/Ocak 1721 tarihinden başlayıp, Gurre-i Ramazan 1133/26 Haziran 1721 tarihleri arasında mahkemeye yansımış toplam 28 adet dava kaydını ihtiva etmektedir.
12
incelediğimiz her defterin bütünüyle bir belge şeklinde kabul edilmiş olmasıdır. Bu
bağlamda, kullanılan defterlerin ilk sayfasındaki ilk belgeden başlayarak son
sayfasına kadar ki tüm belgeler numaralandırılıp, içindeki kayıtlar içerik ve sayısal
açılardan çeşitli tasnife tâbi tutulmakta, bu tasnif içinde oluşan her belge grubu, ilgili
yerlerde işlenerek tek tek belgelerden elde edilmesi mümkün olmayan yeni bilgilere
ulaşılmaktadır.
Ayrıca “muhteva analizi” yöntemiyle bilgisayara word ve excell ortamında
yüklenen bilgiler aranılan kelime, belgelerin tarihleri, kavram veya her hangi bir
ibârenin bilgisayara saydırılmasıyla anlamlı tablolara dönüştürülebilmektedir. Bu
sayede defter içerisindeki kayıtların ilgili oldukları konularına göre ayrılması ve
çeşitli açılardan tasnif edilerek sorgulanması mümkün hale gelmektedir. Örneğin, bu
yöntem sayesinde sancakbeylerinin (emîn/zâbit) kimlikleri ve görev süreleri,
kadıların kimlikleri ve tahmini görev süreleri, mahkemenin günlük iş hacmi, zamanın
kullanımı, defterdeki toplam belge sayıları, sûret türleri, aylara göre ilam/hüccet
dağılımı, nizâlar, nizâların din ve cinsiyet statüsüne göre dağılımı, nizâların mekâna
göre dağılımı (köy, mahalle olarak), satış akidleri, mahalle isimleri ve kullanılma
sıklıkları, i’lamların/hüccetlerin konulara göre dağılımı, merkezden gönderilen
belgelerin (ferman, berat gibi) konu ve kategorileri ile ulaşım sürelerinin tespiti ve
nihayet tüm bunların yığılma ve kırılma noktaları gibi yoğun ve de zengin, aynı
zamanda somut bazı verileri elde etmek mümkün ve daha güvenilir hale gelmiştir.
Bu yeni bir yaklaşımdır ve aynı yöntem bizden önce Ankara üzerine yapılan iki
doktora çalışmasında da kullanılmıştır23.
Bu durumda öncelikle defterlerde yer alan belgeler, genel olarak tasnife tâbi
tutulduğunda aşağıdaki sonuçlara ulaşılmaktadır.
23Prof. Dr. Özer Ergenç’in danışmanlığında yürütülen bu iki çalışma için bkz. Jülide Akyüz, Ankara’nın Bütüncül Tarihi Çerçevesinde XVIII. Yüzyılda Ankara (Şer’iye Sicillerinin Sayısal ve Muhtevâ Analizi Denemesi), A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 2002; Hülya Taş, XVII. Yüzyılda Ankara, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 2004.
13
İ’LAM/HÜCCET/KAYIT/DEFTER SAYISI
MERKEZDEN GÖNDERİLEN(SÛRET) (Ferman, Berat, Mektup,
Buyruldu) DEFTER NO
% %
TOPLAM BELGE
HŞS 382 (1661-1662) 327 82, 16 71 17, 83 398
HŞS 362 (1671-1673) 386 72, 69 145 27, 30 531
HŞS 391 (1691-1693) 315 64, 28 175 35, 71 490
Toplam 1028 - 391 - 1419
Tablo 2 : Defterlerdeki Genel Belge Türleri ve Yüzdelik Dilimleri
Defterlerdeki belgelerin bir bölümü mahkemenin gündemine giren çeşitli
konulara ilişkin (nizâ, satış, miras, borç, kefâlet, vasî ve vekîl tayini, keşif v.b.)
hüccet/i’lam/zabıt türü belgelerden oluşmaktayken, geri kalan kısımdaki belgeler ise
yine sûretleri sicile kaydedilmiş ferman, berat, buyruldu, mektup, sûret-i defter v.b.
gibi merkezden veya Eyâlet divânından gönderilen belgelerden ibarettir.
Yukarıda verilen tabloyu kısaca değerlendirirsek; her ne kadar defterler ait
oldukları süre, sayfa ve belge sayısı bakımından farklı olsalar da yaklaşık 30 yıllık
bir zaman dilimi içerisinde, görüldüğü kadarıyla yüzyılın sonlarına doğru mahkeme
gündemini oluşturan günlük zabıt sayıları azalmakta ancak, merkezden gönderilen
belgelerin (sûret) sayısında bir artış görülmektedir. Nitekim aynı durumun 18.
yüzyılın başlarında da devam ettiği, incelediğimiz 1710-1713 tarihli defterdeki belge
sayısından da anlaşılabilmektedir. Yine bu tarihte de sûret sayılarında bir artış söz
konusudur. Bu durum muhtemelen, devam eden savaşlar sebebiyle taşradan sürekli
asker ve askeri malzeme talebi ile vergi toplanmasına ilişkin merkezden gönderilen
emirlerin sıklığından kaynaklanmaktadır. Öyle ki, aynı konularda emirlerin bazen
birkaç kez teklarlandığı görülmektedir.
Tabloda verilen ve sûret diye belirttiğimiz merkezden gönderilen belgeleri
de kendi aralarında aşağıdaki gibi tasnif etmek mümkündür24.
24 Aslında defterlerde yer alan belgeler aynı zamanda birer sûret olmalarına karşın burada “sûret” ile, başkent ve Diyarbekir Eyâlet divânından gönderilen ferman, berat, buyruldu, mektup gibi belgeler kastedilmektedir.
14
BELGE TÜRÜ
Def
ter
No
Ferm
an-E
mr-
i Şe
rif
Ber
at
Buy
ruld
u
Tem
essü
k
Tez
kere
Mek
tub
Def
ter-
-Kayıd
Arz
-ı H
al
Diğer
Top
lam
HŞS 382 (1661-1662)
15
% 14, 2
9
% 8, 5
27
% 25, 7
4
% 3, 7
- 20
% 19
2925
% 27
1
% 0, 9 - 105
HŞS 362 (1671-1673)
1626
% 11
13
% 8, 9
45
% 31 -
2
% 1
3627
% 24
3028
% 20
2
% 1, 3 - 144
HŞS 391 (1691-693)
4029
% 22, 8
29
% 16
23
% 13,1
2
% 1,1
10
% 5,7
47
% 26
2230
% 12
1
% 0, 5
131
% 0, 5 175
Toplam 71 51 95 6 12 103 81 4 1 424
Tablo 3 : Belge Türleri ve Sayıları32
Tabloya göre sûretler arasında ilk sırayı mektuplar alırken, ardından sırasıyla
buyruldu, ferman ve beratlar gelmektedir. Mektuplar ve buyrulduların çoğunlukla
Harput Sancağı’nın bağlı olduğu Diyarbekir Eyâlet’indeki Âmid divânından
gönderilmiş olması dikkat çekicidir. Ayrıca bu belgelerin genellikle malî ve askerî
içerik taşıması, söz konusu tarihlerde Lehistan ve Avusturya ile süren savaşlar
sebebiyledir. Zira bu belgelerin genel içeriklerine bakıldığında, askerî malzeme ve
asker talebinin ağırlıkta olduğu görülüyor. Kimi zaman bu talepler kısa zaman
aralıklarıyla tekrarlanmakta hatta ağır tehditler yapılmaktayken33, bazıları ise vergi
(cizye, avârız, nüzûl, ordu-bazar, sâlyâneler) toplanması ve bu arada yapılan
usulsüzlüklerin önlenmesi ve mübaşir tayini gibi konuları içermektedir.
25 Kayıt sayısı 24, defter ise 5’tir. 26 Defterdeki iki emr-i şerif, fermanlara dahil edilmiştir. 27 Aslen 33 olan bu sayıya 3 adet tahvil mektubu da eklenmiştir. 28 7 kayıd ve 22 defter vardır. Ayrıca Mektub-Defter olarak birleşik olan 524 numaralı belge de bu kategoriye dahil edilmiştir. 29 9 tanesi emr-i şeriftir. 30 8 tanesi defter, 14 tanesi kayıttır. 31 Müjdenâme. 32 Tabloda günlük olaylara ilişkin mahkemenin gündemine giren konular verilmemiştir. 33 HŞS 391: 430; HŞS 362 : 462.
15
Fermanların çoğunluğunun, genel hükümler ihtiva etmekte olduğu ve aynı
anda birden fazla birime gönderildiği anlaşılıyor. Bazıları ise doğrudan Harput
kadılığı veya sancağın bağlı olduğu Diyarbekir Beylerbeyliği’ne yazılmıştır. Burada
da yine askerî ihtiyaçlar ön plandadır. Örneğin fermanların birisinde Diyarbekir
Valisi Vezir Ali Paşa, Anadolu’dan asker ihracına tayin olunmakta ve Kütahya’ya
kadar asker toplayacağı yetki alanının sınırları çizilmekteyken34, bir süre sonra
gönderilen fermanda Anadolu’dan asker ihracına tayin edilen Ali Paşa’nın Basra
Eyâleti’nde görevlendirildiği ve asker ihracı ile ilgili aynı göreve, yeni vali Hüseyin
Paşa’nın atandığı bildirilmektedir35.
Öte taraftan bazı fermanlar, yüzyılın şartlarından kaynaklandığı muhtemel
otorite boşluğundan dolayı, resmi veya gayrı resmi kişilerin halka zulüm yaptıkları
ve yetkilerini kötüye kullandıklarıyla ilgili merkeze ulaşan şikâyetler üzerine ihdâs
edilmiştir. Ağır savaş şartlarına rağmen Osmanlı yönetim anlayışında reâyâya ve
adaletin sağlanmasına yönelik gösterilen hassâsiyetin, incelenen dönemde de aynen
devam ettiği görülmektedir. Bunlar arasında örneğin, ödeme güçlüğünden yakınan
reâyânın arz-ı halleri üzerine vergide indirim yapıldığını bildiren fermanlar
bulunmaktadır36. Savaşın devam ettiği bir ortamda seyyid ve şerîflere zulm
edilmemesini isteyen bir ferman da bu açıdan ilgi çekicidir37. Ayrıca üç defterdeki
toplam 71 fermandan 32’sinin çıkış yeri Edirne olup, diğerleri ise Konstantiniyye
(İstanbul) ve sefer için başkent dışına çıkılmış değişik yerlerdir.
Söz konusu ferman ve beratlar da kendi aralarında tasnife tâbi tutulabilirler.
Pek çoğunun vüsûl tarihi belirtilmese de, tespit edebildiklerimizi kendi aralarında
sıraladığımızda bu belgelerin gönderildiği yerden ilgili birimlere ne kadar sürede
ulaştıklarını, Harput Sancağı açısından değerlendirebiliriz. Bunun yanında ferman
ve beratların içerdikleri konulara göre tasnif edilmesinden, yüzyılın ikinci yarısında
savaş ve beraberinde yaşanan ağır ekonomik şartlar içerisinde, kurumsal örgütlerin
işleyişi hakkında genel bazı ip uçları da yakalanabilir. Tüm bunlar, ilgili bölümlerde
ayrıntılı olarak ele alınacaktır.
34 HŞS 391: 446 35 HŞS 391: 448 36 HŞS 391: 295, 439, 440; HŞS 362 : 438. 37 Bunlardan birisi, Mahrûse-i Belgrad çıkışlıdır. HŞS 362 : 484.
16
KATEGORİ KONULAR HŞS 382
(1661-1662)
HŞS 362
(1671-1673)
HŞS 391
(1691-1693)
Asker Talebi/Görevlendirme - 5 14 ASKERÎ
Askeri Malzeme Tedâriki - - 3
Eşkîyalık - - 4 KAMU
Yol Güvenliğinin Sağlanması - 2 -
Avârız, Cizye, Nüzûl, Öşür 2 - 3
Asker Mevâcîbleri 1 1 1
Para Ayarı - - 1
Vergide Tenzîlât - 1 3
M
AL
Î
VE
RGİ
Vergi Usûlsüzlüğü 7 6 6
DİĞER 538 139 540
TOPLAM 15 16 40
Tablo 4 : Fermanların Konularına Göre Tasnifi
Nitekim yukarıdaki tabloda, askerî ve malî konuların fermanlarda da öne
çıktığı görülmektedir. Harput kadılığına gönderilen mektup ve buyrulduların da aynı
özellikler taşıdığına yukarıda temas edilmişti. Kadıların görevleri kısmında ileride
üzerinde daha ayrıntılı durulacağı üzere, bu tarihlerde Harput’ta görevli kadılar adlî
konuların dışında zamanlarının büyük bir çoğunluğunu merkezin veya yerel
hükümetin bu konulardaki istek ve emirlerini yerine getirmek için harcamaktaydılar.
Yine beratlar da bu açıdan önemlidir ve beratları da kendi aralarında tasnif
ettiğimizde aşağıdaki tabloyu elde etmekteyiz.
38 Bu kategoride 2 belgede seyyitlere zulm edilmemesi ve vergi alınmaması istenmekte ayrıca teftiş edilmeleri konusunda kadıya emir verilmektedir. Diğer 2 belgede, yeniçerilerin yaptığı eziyetlerin önün geçilmesi ve sefere gitmekle görevli askerlerin sefere gitmek yerine bunun karşılığında 500 akçe bedel ödemeleriyle ilgili hususlar dile getirilmektedir. Son belgede ise, menzillere uğrayacaklara verilmesi gerekli bargir sayısı konu edilmektedir. 39Burada seyyid ve şeriflerin haklarının korunması ve gözetilmesine dair bir ferman sâdır olunmuştur. 40Belgede menzil bargiri almak için kimlerden yazılı belge ve izin alınması gerektiği ve sûistimallerin önlenmesi emredilmektedir. (HŞS 391 : 453). İkinci belge de ise Harput Sancağı’na Alaybeği tayini vardır. (HŞS 391: 354) Üçüncü belge Bazârbaşı tayinini içermektedir. (HŞS 391: 409). Diğer belge Harput sakinlerinden bir kişinin, para alacağı için yaptığı başvurunun kabul görmesi ve gereğinin yapılması ile ilgilidir. (HŞS 391: 418). Son belge ise icmallû zeâmetin rüsum hakkına, dışarıdan müdahale edilmemesini isteyen bir emr-i şeriftir. (HŞS 391: 367)
17
KATEGORİ KONULAR HŞS 382
(1661-1662)
HŞS 362
(1671-1673)
HŞS 391
(1691-1693) İltizâm - - 1 Ocaklık Tevcihi - 141 - Tımar Tevcihi - - 4
MALÎ
Vergi Toplayıcı Gör. - - 4 Bazârbaşı - 2 1 Hatip - 1 1 İmam 1 4 8 Kadı - - 1 Kethüdâyeri 2 - - Mektep Halifesi - - 1 Müezzin - - 2 Nakîb’ül-Eşrâf K. 1 - 1 Sucu - 1 - Seyyidlik 1 - - Tekke Şeyhi 1 1 - Türbedâr - 1 1 Vâiz - - 1 Vakfa Aşçı - - 1 Vakfa Câbi 1 1 1 Vakfa Cüzhân - 1 - Vakfa Katip - - 1
İDA
RÎ (
TA
YİN
)
Vakfa Mütevelli 2 - - Toplam 9 13 29
Tablo 5 : Beratların Konularına Göre Tasnifi
Bilindiği gibi berat, padişahın şahsında topladığı yetkilerden bazılarını devlet
düzeninin işlemesi için görevlendirdiği kullarına devrettiğini gösteren bir belgedir.
Tayinlerde en alttan en üst kademeye kadar görevin padişah beratıyla tevcih
edilmesi şarttır. Nitekim tabloda görüldüğü üzere, beratlarda yüzyılın sonlarına
doğru sayısal bir artış göze çarpmaktadır. Ancak bu değerlendirmeyi yaparken,
defterlerin ihtiva ettikleri zaman aralığı, sayfa ve belge sayısının farklılığına tekrar
dikkat çekmek durumundayız.
Tayinlerin içeriklerine baktığımzda, normal tayinlerin dışında bazılarının
padişah değiştiğinden dolayı (örneğin II. Ahmed) yenileme42, bir kısmı da yapılan
tayinlerde yanlışlık olduğunun anlaşılması üzerine yeniden aynı şahsa görevin iâdesi
41 Van Kalesi serhadlerine Harput Mukâta’ası’nın Ocaklık olarak tevcihi. (HŞS 391 : 431) 42 Örneğin, Harput Bazârbaşısı Hâlid ve Zâhiriye Camisi imamı Seyyid Yasin’in görev beratları “cülûs-u hümâyun” nedeniyle yenilenmiştir. HŞS 391: 451,484.
18
şeklindedir43. Bir kısmı ise görevi sûistimalden dolayı kadı tarafından merkeze
gönderilen arz üzerine bir başkasının o göreve getirilmesine ilişkin tayinlerdir44.
Beratlarda, tayinlerin ardından ikinci sırayı tımar tevcihleri almaktadır. Bu
tevcihler normal yolla yapıldığı gibi, bir kısmı seferden firar edenlerin ellerindeki
dirlik topraklarının başkasına tevcihi veya kişilerin elindeki tevcih beratlarının
yenilenmesi şeklinde gerçekleşmiştir45.
Sonuçta fermanların, yüzyılın sonlarına doğru gittikçe artan bir oranda askerî
ve malî nitelik kazandığı söylenebilir. Bunun yanı sıra otorite boşluğu sebebiyle
görevini kötüye kullanan görevliler ile eşkîyaların halka yaptığı zulümler sebebiyle
gönderilen fermanlar, aynı zamanda birer adâletnâme özelliği taşımaktadırlar46.
Bunların dışında adaleti sancak sınırları dışında, örneğin başkent divanında
arayanlarla ilgili, beldenin kadısına gönderilen fermanlar bulunmaktadır. Yaşanan
siyasî, ekonomik ve sosyal çalkantılara rağmen beratlarda görüldüğü üzere başta
tayinler olmak üzere pek çok devlet işinin İstanbul’dan yönlendirilmesi, siyasî ve
bürokratik yapının işlerliğini göstermesi bakımından önemlidir.
Bunların dışında bir de mahkemeye doğrudan yansımış ve mahkemenin
gündemini oluşturmuş çeşitli konulara ilişkin belgeler vardır ki, bunlar özelliklerine
göre hüccet/i’lam/zabıt şeklinde isimlendirilmektedir. Bu belgeleri de yine kendi
aralarında aşağıdaki şekilde tasnif edebiliriz.
43 Mesela, 15 seneden beridir Âhi Musa Mescidi’nde imamlık yapan İlyas’a cami görevlilerinden birisinin hile ile iftira etmesi ve imamlık görevini ondan alması, daha sonra İlyas'ın suçsuz ve kusursuz olduğunun anlaşılması üzerine tekrar İlyas'a imamlık verilmiştir. Ya da yine Harput Âhi Musa Mescidi imamı olan Abdurrahim'in azlini gerektiren kusuru yok iken Ali ve İlyas'ın gadr ile vazifeyi aldıklarının anlaşılması üzerine her ikisi de ref’ edilerek, Abdurrâhim’e tekrar imamlık vazifesi tevcih edilmiştir. HŞS 391: 326, 388. 44 Mesela, Harput Âhi Musa Mescidi’nin imamı olan Es-Seyyid İbrahim'in ticarete sülûk etmesi üzerine görevinden alınarak yerine Ali'nin imam tayin edilmesi (HŞS 391 : 371); Harput'taki Cami-i Kebir'de hâtiplik yapan Ali'nin, cemaate ve diğer Müslümanlara zararının olduğu gerekçesiyle, Harput kadısı İsmail Efendi'nin merkeze mektup göndermesi ve merkezin de Ebubekir'i hatip tayin etmesi gibi (HŞS 391 : 325). 45 Mesela, Harput’un Uluâbâd Nâhiyesi’nin Habûsu karyesinde 7 bin akçe tımara mutasarrıf olan Ali'nin Engürüs Seferi'ne gittiği, daha sonra kışlasının Belgrad'a taşınmış olmasına rağmen kendisinin buraya gitmediği ve yoklamada olmadığı anlaşıldığından, tımarının mahlul (sahipsiz)olduğu gerekçesiyle Harput Alaybeği Ömer’in arzı ile Ahmed'e verilmesi (HŞS 391 : 314); Yine Harput'un Sarıkamış Nahiyesi’nin Vartanik isimli karyesinde üç bin akçelik tımarı olan Eyüb’ün Niş, Semendre ve Belgrad Seferlerine katıldığı sıralarda tezkeresini Hüseyin’e emânet ettiği ancak, Hüseyin'in bu tezkereyi kaybetmesi üzerine Eyüb'e tımarın yeniden tevcih edilmesi gibi (HŞS 391 : 423). 46 Örneğin elimizdeki bir belgede böyle bir “adalet fermanı”ndan bahsedilmekte ve bu fermanın karyelere ulaştırılmasını sağlayan ahur beyi için 4 gurûş masraf parası verilmektedir. HŞS 388 : 11.
19
KATEGORİ HŞS 382 (1661-1662) HŞS 362 (1671-1673) HŞS 391 (1691-1693) Aile47 52 83 54 Esnaf 3 - 1 Ferâğ - 5 2 İhtidâ 1 3 1 İmar 1 1 2
Kamu 48 16 19 16 Keşif - 22 8
Kölelik - 2 1 Maliye 49 16 10 7
Mülkiyet 50 6 16 38 Satış 51 115 115 118
Sulh 15 35 22 Takas52 16 17 8
Tevcih (Tapu) 753 1 - Ticaret 14 39 26 Vakıf - - 7
Vekalet 7 13 5 Diğer 54 1755 5 1
Genel Toplam 286 386 317
Tablo 6 : Zabıt Türleri ve Sayıları
Tabloda, satışların ağırlıklı olarak mahkemenin gündeminde yer aldığı
görülüyor. Gerçekten de ekonomik ilişkilerin şehir reâyâsı boyutuyla ilgili en önemli
kısmı, taraflar arasında gerçekleştirilen satışlardır. Bu satışların geneline bakıldığında
ev, bağ, bahçe, menzil, miras hissesi, değirmen, harman yeri, su hakkı, tarla, dükkân,
çiftlik ve toprak satışı şeklinde gerçekleştirilmektedir. Hemen hepsi sâhib-i arz
izniyle yapılan toprak satışlarında, yüzyılın sonlarına doğru ûlema, âyân ve ehl-i
47 Bu gruba miras, mehir, hibe, vasi ve vekil tayinleri ile kisve e nafaka tayini belgeleri dâhil edilmiştir. 48 Bu gruba adam kaçırma, cinayet, darb ve yaralama, diyet, eşkiyalık, zina, tecavüz, hırsızlık, ölüm, hakaret v.s. ile ilgili belgeler dâhil edilmiştir. 49 Bu gruba vergi ile ilgili belgeler dâhil edilmiştir. 50 Bu gruba tasarruf hakkının engellenmesi ve fuzulen tasarruf edilen eşya, mal, mülk v.s. ile ilgili belgeler dâhil edilmiştir. 51 Bu gruba ev, bağ, bahçe, menzil, miras hissesi, değirmen, harman yeri, su hakkı, tarla, dükkân, çiftlik ve toprak satışı ile ilgili belgeler dâhil edilmiştir. 52 Bu guruba borca karşılık mal, ev v.s. takasları ile murâbâlık ve yarıcılık şeklindeki ortaklık belgeleri alınmıştır. 53 1 tanesi tımar tevcihi. 54 Bu gruba 362 nolu defter için emânette bulunan malın sahiplerine teslimi ve seyyidlik soyunun tescili edildiği beş belge ile, 391 nolu defter için Harput’un mahallelerine göre askeri yoklama dâhil edilmiştir. 55 Bu gruba 4 tane emânetin kaybı, 3 menzilci seçimi, 2 izinsiz ağaç kesimi olmak üzere çeşitli konular dâhil edilmiştir.
20
örf’ten kimselerin de bu işlere girdikleri görülüyor56. Örneğin Harput Müftüsü El-
Hac Abdurrahim Efendi ve kardeşi El-Hac Mehmed Çelebi, Han köyünde beş tarlayı
satın almakta57, müderris El-Hac Ali Efendi’nin çiftlikleri bulunmakta58, Harput
emîni Ahmed Beğ, Zâhiriye Mahallesinde mülkler almaktadır59. Kimisi de ticaretle
uğraşmaktadır60. Satışlar içerisinde yine ulemâdan kimselerin iltizâm işlerine
girmeleri ilgi çekicidir. Örneğin Harput meşâyih ve ulemâsından es-Seyyid Şeyh
Hasan Efendi’nin, Çemişkezek mukâta’a emînine dört bin akçe vererek iltizâm üzere
ziraat toprağı alması61, müderris El-Hac Ali Efendi’nin havâss-ı hûmâyun
karyelerinden Sarpulu karyesinin mahsûlatını iltizâma alması62, yine müderris El-
Hac Ali’nin 1103/1691 senesinde Hicrî ve Nurşin karyelerinin iltizâmını alması63
sicillere yansıyan bazı örneklerdir. Ehl-i şer’den Katip Osman’ın dört bin akçe ile
Bağdur ve Hacımerik karyelerinin maktu’unu iltizâma alması ise bir diğer örnektir64.
17. yüzyıl boyunca hemen her alanda kendini hissettiren değişimin, sosyal ve
ekonomik hayatı da derinden etkilemesi kaçınılmazdı. Bu açıdan bakıldığında
yukarıdaki tablonun gösterdikleri, Harput’ta mekânda yaşanan karşılıklı ilişkilerin
ekonomik ve sosyal özelliklerini bir bütün halinde yansıtmaktadır. Dolayısıyla
ilişkilerin açılımı yapıldığı takdirde, tabloda kategorize edilen konular daha bir
canlılık ve anlam kazanacaktır. Ancak ağırlıklı olarak burada konunun daha çok
mekândaki değişim boyutları üzerinde durulacağından, Harput Sancağı özelinde
tespit etmeye çalıştığımız değişimin boyutları, mekân ilişkileri içerisinde klasik
sancak yönetiminden mukâta’a uygulamasına geçiş sürecinde askerî (örfî), adlî
(şer’i) ve fiziki açılardan ele alınacaktır.
56 1695-1697 tarihleri arasında malikâneci olarak ortaya çıkan hatib, kadı, kadı nâibi, molla, müderris, müftü, sabık müftü, nakibü’l eşraf, seyyid, şeyh, şeyhülislam, ulemâ ve vaiz unvanlı ilmiye mensupları hakkında bkz. E. Özvar, Osmanlı Maliyesinde Malikâne Uygulaması, s. 69. 57 HŞS 391: 461 58 HŞS 391: 79 59 HŞS 391: 41 60 Bir dükkan satışında dükkanın, dizdarın dükkanına bitişik olduğu belirtilmektedir. HŞS 391: 62 61 HŞS 391: 243 62 HŞS 391: 133 63 HŞS 391: 394 64 HŞS 391: 412
21
BİRİNCİ BÖLÜM
MEKÂN ORGANİZASYONU İÇERİSİNDE HARPUT
A- Harput’un Sancak-Kaza İlişkisi
1- Teorik Çerçeve
Teorik açıdan bakıldığında Osmanlı taşra idaresinin teşkilinde, oluşturulan
birimlerin sınırları ile iç taksimâtını etkileyen üç önemli faktörün varlığı önemlidir.
1- Oluşturulan birimin yönetim açısından fonksiyonelliği,
2- İktisadi yönden çevresi ile entegrasyon imkânları,
3- Belde yerleşiklerinin birbirleri ve devletle ilişkilerinin düzenlenebilmesi,
şeklinde görülen bu üç faktör, kendi içinde etkileşim halinde bulunduğu gibi zaman
içindeki gelişmelere de tâbi olmuştur. Bu bakımdan bu üç faktörün birinci dönemi
olan ve çok ana çizgileriyle, 19. yüzyılın başlarına kadar getirebileceğimiz (aynı
zamanda üretim ve iletişim teknolojisinin insan ve hayvan gücüne dayandığı) dönem,
oldukça belirleyicidir. 19. yüzyıldan itibaren başlayan ikinci dönem ise, hem
teknolojik gelişmelerin boyutlanması, hem de ülkeler ve bölgeler arası ilişki ağındaki
hızın artması sebebiyle yeni özellikler kazanmıştır.
Bu bölümde, Osmanlı ülkesinin (memâlik-î mâhrûse) Anadolu cânibinde ve
orta kol güzergâhında yer alan Harput Sancağı’nın, zaman ve mekân içinde yaşadığı
değişimleri göz önünde bulundurularak, bir yerleşme alanı niteliğiyle anlayabilmek
için ilk olarak yukarıda belirtilen bu üç faktör bağlamında genel özellikleri ele
alınacaktır.
a- Oluşturulan Birimin Yönetim Açısından Fonksiyonelliği
Birinci dönem, Osmanlı tarihinin klasik ve klasik sonrası diye adlandırılan
zaman dilimidir65. Bu dönemde pâyitahttan memâlik-î mahrûsenin en uzak köşesine
65Osmanlı tarih yazımında genel olarak 1300 ile 1600 yılları arasını kapsayan ancak, farklı tarihçilerce değişik bakış açılarından sınırları bazen Tanzimat’a uzanan, hatta Tanzimat’ı da içeren hayli uzun bir dönem “klasik dönem” olarak ifade edilmektedir. Bununla birlikte en yaygın yaklaşım, Fatih’ten Kanuni Sultan Süleyman döneminin sonuna kadar uzanan dönemin “klasik dönem” olarak adlandırılmasıdır. Her ne kadar Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesine çıktığı 1300’lü yıllardan başlasa
22
kadar Osmanlı pâdişahının mutlak etkisini hissettirebilmesi için66 kademeli bir
örgütlenme gerekmiş ve bunun için de Osmanlı Devleti, bütün kurumlarını içine alan
iki temel sistemi uygulamıştır. Bu sistemlerin mekânı en çok ilgilendireni, tımar
sistemidir.
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti esas olarak iki temel sisteme dayanmaktaydı.
Bunlar kul ve tımar sistemi idi. Bu iki sistem devlete askerî, malî ve ziraî
politikalarını birbirleri ile bütünleşmiş olarak uygulama imkânı sağlamaktaydı. Kul
kesiminden kişilerin yönetici olarak ağır bastığı Osmanlı yönetim sisteminde, tımar
sistemi ile kul sisteminin birbirini desteklemesi ve aynı zamanda denetlemesi,
Osmanlı’ya has olağan üstü bir yönetim mekânizması olarak karşımıza çıkmaktadır.
İnalcık’ın belirttiği gibi tımar rejimi, Türklerin 11. yüzyılda İslam dünyasını idareleri
altına aldıktan sonra, kendi askeri teşkilât ve gelenekleriyle yerli müesseseleri
uzlaştırarak meydana getirdikleri bir rejimdi. Hatta Osmanlılar, bu rejimi tâbi
oldukları tarihi şartlara göre geliştirmişler ve bu temel üzerinde cihân-şümûl
imparatorluklarını kurabilmişlerdi. Öyle ki 14. ve 15. yüzyıllarda devlet kurulup
gelişirken temel kurumlar, vergi sistemi, toprak siyaseti ve eyâlet idaresi hep bu
da Halil İnalcık’ın klasikleşmiş The Otoman Empire, tha Classical Age, 1300-1600 (1971) adlı kitabının yayınlanmış olması, bu yaklaşımı daha da pekiştirmiştir. Daha sonraları “klasik dönem” kavramı, Osmanlı tarih yazımında bir dönem üzerinde oluşan sessiz bir mutabakatın ifadesi olarak geniş bir kullanım alanı bulmuştur. Bkz. Oktay Özel, “Osmanlı Tarih Yazımında Klasik Dönem” (Bildiri metni). Yazar makalesinde genel olarak, Osmanlı tarihinin dönemlendirilmesi ya da Osmanlı’ya özel bir dönemlendirme çabasına girmenin gerekliliği ya da aksini savunan bazı yerli ve yabancı tarihçilerin görüşlerine yer vermiş ancak, bütün bu farklı yaklaşımların kendi içlerindeki doğruluk paylarını ve dönemlendirmenin gerekliliğini tartışmaktan ziyade, Osmanlı “klasik dönemi” bağlamında en yaygın yaklaşımı esas alarak, 15-16. yüzyıllar üzerinde bir değerlendirme yapmaya çalışmakta ve bu dönemin “klasik dönem” olarak algılanışının tarih yazımına etkileri üzerinde durmaktadır. Ayrıca Osmanlı’ya özel bir dönemlendirmenin gerekliliğini savunan bir yaklaşım için bkz. Kemal Karpat, “Osmanlı Tarihinin Dönemleri, Yapısal Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım” (Ed. Kemal Karpat), Osmanlı ve Dünya, Osmanlı Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri, İstanbul, 2000, s. 119-145. Yazar makalesinde, genellikle klasik dönem içerisinde değerlendirilen 1421-1596 tarihleri arasını, yapısal ve toplumsal dönüşümlerin nitelikleri bağlamında “Merkezî Yarı-Feodal Dönem” başlığı altında tanımlamaktadır. (s. 130) 66 XV. yüzyıl sonlarında yaşamış olan Osmanlı devlet adamı ve tarihçisi Tursun Bey’e göre hükümdâr, içtimâi düzen içerisinde her bir ferdin yerini belirleyebilmek için mutluk bir güce sahip olmalıydı. O, mevkiini kuvvetlendirmek için dâima gelirlerini ve ordularını arttırıp güçlendirmeli, böylece bir bütün olarak halkın emniyetini ve nizâmını sağlayıp pekiştirerek topluma hizmet etmeliydi. Tursun Bey’in mantıkî delilleri, açıkça, her toplumun mutlak güce ve şeriâtın dışında kânunlar ve nizâmlar vaz’ edebilme yetkisine sahip bir sultana ihtiyaçları olduğunu ispatlamaya yöneliktir. Sultanın korumakla yükümlü olduğu değerler, adâlete dayanan bir içtimâî nizam ve emniyettir. Bu fikirler, Osmanlı yönetim felsefesinin temelini oluşturmuştur. Bkz. Halil İnalcık, “Osmanlı Toplum Yapısının Evrimi”, (Çev. M. Özden-F. Unan), Türkiye Günlüğü, S.11, Ankara, 1990, s.30-31.
23
temele dayanmaktaydı. Dolayısıyla Osmanlı Devleti, kendi fütûhatını ve fethedilen
yerlerin teşkilatlandırılmasını da bu sisteme borçlu idi67.
En sade şekliyle, “bir kısım asker ve memurlara belirli bölgelerden ve
faaliyetlerden kendi nâm ve hesaplarına toplama hak ve yetkisiyle birlikte, bazı vergi
kaynaklarının tahsis edilmesi” şeklinde tarif edilebilecek tımar sistemi68, 16. yüzyılın
sonlarına kadar yönetim örgütlenmesinin en temel belirleyicisiydi. Devlet, aynı
zamanda bir havâle sistemi olan tımar uygulaması sayesinde bir çok resmi görevliye
merkezî hazineden nakit olarak maaş ödemekten kurtuluyor ve böylece birçoğu aynî
olarak tahsil edilen çeşitli vergilerin, merkeze taşınması yahut nakde dönüştürülmesi
gibi külfetli bir işlemden de bir anlamda kurtulmuş oluyordu. Taşra yönetimi de, bu
sistem içinde anlam kazanmıştı. Dolayısıyla başlangıçta sözünü ettiğimiz üç faktörü,
bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
Klasik dönemde taşra yönetiminin iki temel birimi vardı. Bunlardan birincisi,
askerî-idarî (örfî) açıdan oluşturulmuş sancak, diğeri ise adlî-idarî (şer’î) açıdan olan
kaza idi.
Sancak ve kaza aynı mekânda bulunan ancak, fonksiyon bakımından farklı iki
hüküm bölgesiydi. Bu bölgelerden birincisinin başında, padişahın yaptırım gücünü
temsil eden bir örf yetkilisi olan bey, ikincisinin başında ise yine padişahın yargı
gücünü temsil eden kadı vardı. Bunların ortak fonksiyonu, padişahın yönetim
yetkisinde birleşmeleriydi. Yani yönetim yetkilerine ortak olmakla birlikte, farklı
açılardan yönetime katılırlardı. Örneğin bey, kadının hükmü olmadan hiç bir ceza
veremez, kadı da verdiği hiç bir kararını kendisi icrâ edemezdi. Kadı kararlarında,
yani şeriâtı ve kanunu uygulamada beyden bağımsızdı. Emirlerini doğrudan doğruya
sultandan alır, sultana doğrudan doğruya arzda bulunabilirdi. Eyâlet yönetimindeki
67 Halil İnalcık, “Osmanlı Tımar Rejimi ve Sipahi Ordusu”, Türk Kültürü, C. 10, S. 118, Ankara, 1972, s.139. 68 Ö. Lütfî Barkan, “Timar”, İ.A., C. XII, İstanbul, 1974, s. 286. Geçimlik anlamına gelen dirlik terimi, tımarla eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Tımar yoluyla kâtipler, dini görevliler, kadılar v.s. gibi sivil görevlilere maaşları karşılığında gelir tahsisleri yapılmasına rağmen, genel uygulamada tımar sisteminin asıl amacının seferler için asker beslemek olduğu söylenebilir. Devletin, mahalli şahısların geniş tasarruf haklarını tanıdığı ilk dönemlerde bile askeri hizmet talep etmesi, bunu açıkça göstermektedir. Bkz. Fatma Acun, “Klasik Dönem Eyâlet İdare Tarzı Olarak Timar Sistemi ve Uygulaması”, Türkler, (Ed. H.Celal Güzel-Kemal Çiçek), C.9, Ankara, 2002, s.899. Devlet, tımar sistemi sayesinde hem çeşitli kamu hizmetlerinin aksatılmadan yürütülmesi ve istendiğinde hazır olabilecek bir ordunun teşkilini sağlanmış; hem de vergi toplama ve bunun hazîneye intikalinin güçlüklerini önlenmiştir. Bkz. Özer Ergenç, “XVIII. Yüzyılda Osmanlı Taşra Yönetiminin Mâlî Nitelikleri”, Journal of Turkish Studies, (Ed. Şinasi Tekin-Gönül Alpay Tekin), 10, 1986, s. 87.
24
bu güçler ayrımını Osmanlılar, âdil bir yönetimin temeli olarak görüyorlardı69.
Konunun bu boyutu ayrıca açıklanabilir ancak, buradaki yönü ile bu birimlerin
mekândaki durumları ele alınacaktır70.
Sancak, tımar sistemi içerisinde en temel birim olduğu için, mekânda
kapladığı alan bakımından kazadan daha büyüktü71. Dolayısıyla, bir sancak
içerisinde daha fazla sayıda kaza hüküm bölgesi yer alırdı. Ama klasik dönemde
kazalar, sancağın alt yönetim birimleri değillerdi72. Gerek sancakların sınırları ve
gerekse de kazaların sınırları ve kaza hüküm bölgeleri tespit edilirken veya yönetim
açısından fonksiyonelliği saptanırken, bazı faktörlerlerin varlığı dikkate alınmak
zorundaydı. İşte konumuz açısından bu faktörlerin neler olduğu yahut klasik
dönemden 17. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde, bu kriterlerde her hangi bir
sapmanın olup olmadığı Harput Sancağı örneğinde ele alınacaktır.
b- İktisadî Yönden Çevresi İle Entegrasyon İmkânları
Bir taşra biriminin oluşabilmesi için ikinci önemli etken, o birimin yer aldığı
mekân üzerinde şehir ve kaza denilen ve büyük ölçüde tarım dışı üretimin yapıldığı
yerleşme alanlarıyla, etrafındaki kırsal alanın (üretilen gıda maddelerinin, özellikle 69 Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300 - 1600), (Çev. R. Sezer), İstanbul, 2003, s. 108 70 Bu konuyla ilgili “yönetim” bölümünde ayrıntılı bilgi verilecektir. Konuyla ilgili geniş bilgi için bkz. Özer Ergenç, XVI. Yüzyılda Ankara ve Konya, Osmanlı Klasik Dönemi Kent Tarihçiliğine Katkı, Ankara, 1995, s. 61-89; Nejat Göyünç, “Osmanlı Devleti’nde Taşra Teşkilâtı”, Yeni Türkiye, S. 31, Ankara, 2000, s. 430-441; İlber Ortaylı, “Osmanlı Kadısı’nın Taşra Yönetimindeki Rolü Üzerine”, Amme İdaresi Dergisi, C.9, S.1, Ankara, 1976, s. 95-107 71 Sancak, Osmanlı idare sistemi içerisinde en önemli alt idari bölge manasına gelmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. İ. Metin Kunt, Sancaktan Eyâlete, İstanbul, 1978, s. 16-18; J. Deny, “Sancak”, İ.A., C. X; Halil İnalcık, “Eyâlet”, EI²; M. Tayyib Gökbilgin, Edirne ve Paşa Livası, İstanbul, 1952, s. 6-10; İ.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. II, Ankara, 1949, s. 571-574; Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisâdî ve İctimaî Tarihi, C. I-II, Ankara, 1974 ve 1979 ilgili bölümler. 72 Son zamanlara kadar, Osmanlı yönetim sisteminde Eyâlet-sancak-kaza şeklinde tek bir idarî-askerî teşkilatlanmanın olduğu ve kaza idaresinin bunun en alt birimini oluşturduğu zannedilmiştir. Akdağ’a göre, 19. yüzyıla gelindiğinde kadının sadece bir mahkeme reisi durumuna düşmesi ve kaza merkezlerinin de “mutasarrıflık” olarak idarî teşkilata dâhil edilmesi, böyle bir yanlış anlamaya sebep olmuş olabilir. Ayrıca Osmanlı Türkiye’sinin idare bölümü denilince geçmişte bazı tarihçilerin, memleketi büyük vilâyetlere, vilâyetleri sancaklara, sancakları da kazalara ayrılmış olarak göstermeye ve böylece modern mülki idarelere benzer tarzda düşünmeye alışkın oldukları; özellikle klasik dönem için, gerek uygulama ve gerekse de kanuni şekil yönünden, böyle bir uygulamanın olmadığı belirtilmektedir. Vilâyet-sancak-kaza şeklindeki düzen ayrımının, tamamen askerî bir anlam ifade ettiğini, oysa sivil hükümet idaresi olarak direkt başkente bağlı ve tek bölüm olmak üzere kaza idarelerinin mevcut olduğunu vurgularken Akdağ, idarî-kazaî örgütlenmeler yoluyla hükümet yönetiminin halk tabakalarının derinliklerine kadar iletildiğini ifade etmektedir. Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisâdi ve İçtimaî Tarihi, C.2, İstanbul, 1979, s. 83-103.
25
hububatın kaza halkının ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde olması gereklidir) olumlu
bir bütünlük sağlamasıdır. Yani şehir ve kırsallarda yaşayan nüfusun çevresinden
beslenebilmesi, kırsal alanın da tarım dışı üretime dayanan gereksinimlerini o
merkezlerden sağlayabilmesi halinde, sağlıklı bir iktisâdi ilişki oluşur. Bu bakımdan,
idarî endişelerle vücuda getirilmiş olan sancaklar, sınırları içindeki şehirler ve
kasabalarla etrafındaki alanları besleyebilen tarım bölgeleri üzerinde oluşmuştur.
Osmanlı Devleti’nin klasik dönemde ekonomiye ilişkin genel düşüncesi, en
genel anlamda ihtiyaçların karşılanması noktasında toplanıyordu. Yani devletin ve
toplumun bütün kesimlerinin ihtiyaçlarını karşılamak, iktisadî faaliyetlerin hedefi ve
meşrûiyet temeli idi73. Bu anlayışa göre mal ve hizmet üretenler önce kendi
ihtiyaçlarını karşılamalı ve ondan sonra kademeli olarak, tüm toplumun ihtiyaçlarına
cevap vermek zorundaydılar. Bu ilkeyi geçerli kılmak için ise ekonomide mal arzını
bollaştırmak, kalitesini yükseltmek ve fiyatını düşük tutabilmek için üretim ve ticaret
üzerinde sıkı bir müdahalecilik benimsenmişti74. Ekonominin tarım ve hayvancılığa
dayandığı imparatorlukta, alınan tedbirler ve ekonomiye ilişkin düzenlemelerin en
yüksek düzeyde gerçekleştirileceği düşünülen ziraî üretimin başlıca tüketim bölgeleri
ise kazalardı.
Genel olarak her kaza, bir taraftan ticarî ve diğer taraftan kültürel üstünlüğü
ile çevresinin merkezîolmuş bir kasaba veya şehirle, böyle bir merkezîçevrelemiş
köylerin teşkil ettiği idari bir birliği ifade etmektedir. Bu anlamda kaza, sancaklar
içinde ve sancağın alt birimi durumundaki tımar nahiyelerine denk düşebilecek bir
büyüklükteki adlî-idarî birimlerdi. Bu büyüklük ortalama 3 ile 20 bin arasında bir
nüfusu barındıran şehir75 ve kasaba ile ona bağlı ve sayıları ortalama 100-150 kadar
olan köylerden ibaretti76.
Çeşitli şekillerde ifade edilmesine karşılık kasaba tabiri77 belgelerde geçen
örneğin, “mahrûse-i Harput kasabası”, “kasabâ-i Harput sâkinlerinden”, “kasabâ-i
73Mehmet Genç, “Osmanlı İktisadî Dünya Görüşünün Klâsik İlkeleri ve Temel Değerleri”, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi, İstanbul, 2000, s. 68. 74 Mehmet Genç, a.g.m., s. 60. 75 Bu rakamlar ortalama nüfus rakamları olup, istisnalar söz konusudur. Örneğin, XVI. yüzyılın sonlarında Harput şehrinin nüfusu 13.437 olarak tahmin edilmekteyken (bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 60), aynı yüzyılda Ankara’nın nüfusu 25.000 civarında tahmin olunmaktadır. Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 54. 76 Ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet Genç, a.g.m., s. 61. 77 “Nefs” tabirinin şehir ya da kasabaları ifade etmek için kullanılması üzerine farklı görüşler için bkz. Suraiya Faroqhi, “16. Yüzyılda Batı ve Güney Sancaklarında Belirli Aralıklarla Kurulan Pazarlar
26
Harput’un nefs-i şehir Müslümanlarından”78 veya buğday-davar tedârik edilmesinin
istenildiği bir buyrulduda geçtiği şekliyle “varınca Harput kasabası ve sâ’ir
kurâsından üç dört yüz davar ve buğday tahmil edüb”79 ya da “kasabâ-i Harput’ta
Kal’a Cami’i imamı”80 ifadelere göre şehirle aynı anlamda kullanılmaktadır. Yine
burada bağ, bostan, bahçe gibi tarım birimleriyle çevrili olan ve bahçe ziraatının
ağırlık kazandığı kasabaların, aynı zamanda üretim hayatı farklı dağ ve ova köyleri
arasında alışveriş yapılan bir pazar merkezî konumunda olmalarına bakılırsa,
Osmanlı şehirlerinin büyük bir kısmının aynı zamanda kasaba özelliği taşıdığı
söylenebilir81.
Kazaların oluşmasında yukarıda belirtilen iktisadî, sosyal, kültürel ve coğrafî
şartların yanında o bölgenin geçmişteki fonksiyonu da belirleyici bir unsurdu.
İncelendiğinde görülmektedir ki kaza merkezî olan şehirlerin büyük bir kısmı,
Osmanlı öncesinde de bulundukları bölgenin birçok açılardan merkezî durumunda
olan yerlerdir. Harput şehri de bu açıdan bakıldığında merkezî bir özellik
göstermektedir82. Daha genel bir ifadeyle tarihi, iktisadî, sosyal ve coğrafi şartlar ve
özellikler bakımından, mümkün mertebe bütünlük arz eden ve belirli büyüklükteki
bir sahada teşkilatlanmış olan kaza, idarî ve kazâî hususiyetleri yanında kadının
(İçel, Hamid, Karahisar-ı Sahip, Kütahya, Aydın e Menteşe)”, ODTÜ Gelişme Dergisi (1978 Özel Sayısı), Ankara, 1979, s. 39-85; M. Tayyib Gökbilgin, Kanuni Sultan Süleyman Devri Başlarında Rumeli Eyâleti, Livâlar, Şehir ve Kasabaları”, Belleten, C. XX, S. 89, Ankara, 1956, s. 247-285. Mehmet Öz, Canik Sancağı, s. 31-32. 78 HŞS 362 : 11, 384, 398; HŞS 391 : 406 vd. 79 HŞS 382 : 501 80 HŞS 278 : 84 81 Bahaeddin Yediyıldız, “Yerleşim Durumuna Göre Osmanlı Toplumu”, Osmanlı Devleti Tarihi (Editör: E. İhsanoğlu), C. II, İstanbul, 1999, s. 471. 82 Osmanlılardan önce Harput, Malazgirt Zaferi’nin ardından Çubuk Bey tarafından fethedilmiştir (1085). Bölgede kurulan Çubukoğulları Beyliği’nin merkezîolan Harput, 1113 yılında Artuklu Hükümdarı Belek Gazi tarafından alınarak, Artukoğulları Beyliği topraklarına dâhil edilmiştir. 1234’ de kadar Artukluların elinde kalan Harput, Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alaeddîn Keykubat tarafından, Selçuklu topraklarına katılmıştır. Ancak bölgede, Selçuklu hâkimiyeti fazla sürmemiştir. Zira Kösedağ Savaşı’nın ardından Harput, İlhanlılar’ın eline geçmiştir. XIV. yüzyıldan sonra Doğu Anadolu’daki siyasi mücadeleler şiddetlenmiş ve bu tarihten sonra Harput, sık sık el değiştirmiştir. Söz konusu dönemde Harput, Dulkadiroğulları, Akkoyunlular, Karakoyunlular ve Kadı Burhaneddin Devletleri arasında bir mücadele alanı olmuştur. Nitekim 1465 yılında Uzun Hasan, Harput’u kesin olarak Akkoyunlu Devleti’ne dâhil etmiştir. Ardından bölge, 1507’de Safevilerin egemenliği altına girmiştir. Çaldıran Zaferi ve bölgenin Safevilerden temizlenmesinin ardından Osmanlı hakimiyetine giren Harput (1516), oluşturulan Diyarbekir Eyâleti’ne bağlı bir sancak olarak teşkil edilmiştir. Bkz. “Elazığ”, Yurt Ansiklopedisi, C.4, İstanbul, 1982, s. 2496-2498; M. Ali Ünal, “Harput”, Osmanlı Devri Üzerine Makaleler-Araştırmalar, Isparta, 1999, s. 85-89; Aynı yazar, “Harput”, DİA, C.16, İstanbul, 1987, s. 232-235. Ayrıca bkz. Şemseddin Sâmi, Kâmûsu’l A’lâm, C. 3, Ankara, 1996, s. 2032-2033.
27
özellikle doğrudan Dîvân-ı Hümâyûn ile irtibatlı olmasına bağlı olarak, reâyâ ile
merkezîotorite arasındaki en önemli bağı temin etmesi bakımından, Osmanlı taşra
teşkilatının ve yönetiminin temelini teşkil etmiştir83. Mekânsal olarak baktığımızda
sancağın ve kazanın merkezîkonumunda olan Harput şehri, bir taraftan sancak
sınırları içerisinde kalan yakın çevresindeki kırsal alandan beslenirken, aynı
zamanda bu çevreyle adlî ve idarî ilişkiler içerisindeydi.
Bu ilişkinin sağlıklı tutulabilmesi için, kırsal alandan vergiler yoluyla
toplanan ve köylerin ihtiyaç fazlası (artı ürün) olarak aktarılabilen ürünlerinin sancak
dışına çıkarılması, gerek kanunnâmelerle gerekse de kadılara gönderilen fermanlar
ile yasaklanmıştır84. Aynı durum yani zarûri ihtiyaç maddelerinin şehir ve belde
dışına çıkarılması, şehirdeki esnafın hammaddesinin sağlanması ve ürettiklerini
pazarlayış biçimleri için de söz konusudur85. Bu tedbirlerin alınmasındaki amaç,
Osmanlı iktisadi zihniyetinden kaynaklanan üretimin düşürülmemesi, sun’i
darlıkların yaratılmaması ve dolayısıyla fiyat artışının önlenerek reâyânın sıkıntıya
düşmesinin engellenmesiydi86.
Bu iktisadi bütünlük içerisinde kimi zaman anlaşmazlıklar ortaya çıkmakta
şikâyetler dile getirilmektedir. Bu bağlamda iktisadî ve idarî ünite arasındaki
çatışmaların en somut örneğini, tımar sistemi içerisinde üreticilerin dirlik denilen
yönetim alanlarında yaşarlarken, vergilerini dirlik sahiplerine çoğu kez aynî olarak
ödemeleri ve yükümlülükleri için kendilerine akreb bazâr dışında bir zorlamanın
yapılamayacağı hükmünün getirilmesinde görmekteyiz. Mesela, Ankara yakınlarında
bir köydeki ahâli ile tımar sahibi arasındaki anlaşmazlık, konunun taraflar açısından
taşıdığı önemi göstermektedir. Sicilde yer alan belgeye göre yakında bir köy pazarı
olduğu halde sipahi, köylülerin tahılı kent pazarına taşımak zorunda olduklarında
diretmiştir. Mahkeme kadısı, kent pazarına gelen tahıl miktarını daha önemsemiş
83 Tuncer Baykara, Osmanlı Taşra Teşkilatında XVIII. Yüzyılda Görev ve Görevliler, s. 7. 84 Örnekler için bkz. Lütfi Güçer, “XVI. Yüzyıl Sonlarında Osmanlı İmparatorluğu Dahilinde Hububat Ticaretinin Tâbi Olduğu Kayıtlar”, İÜİFM, C. 13, S. 1-4, İstanbul, 1951, s. 79-98;Ö.L. Barkan, XV. ve XVI. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğu’nda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Malî Esasları, Kanunlar I, İstanbul, 1943. 85 İstanbul, Bursa ve Ankara gibi idâri, iktisâdi veya başka nedenle ulaşılabilecek nüfus büyüklüğünün çok üstüne çıkmış bazı merkezler için, başka özel önlemlere baş vurulmuştur. Örneğin, Ankara’da esnafın hammadde ihtiyacının sağlanması ve üretilen malların pazarlanış biçimi ile bunların tâbi olduğu kuralları ve denetlenmesi gösteren örnekler için bkz. Özer Ergenç Ankara ve Konya, s. 92-96. 86 Ayrıntılı bilgi için bkz. Halil İnalcık, “Osmanlı İktisat Zihniyeti ve Osmanlı Ekonomisi”, Tarih Risaleleri (Der. Mustafa Özel), İstanbul, 1995, s. 35-53.
28
olmalı ki, tımar sahibinin bu tavrında kanunen bir sakınca görmeyerek, köylülerin
açtığı davada sipahi lehine karar vermiştir87.
Bu örnek bir istisna olmakla birlikte, uygulamada devletin reâyayı sipahi
karşısında çeşitli angaryalardan korumak için değişik formüller geliştirdiğini
biliyoruz. Örneğin kulluk denilen bir takım hizmetleri yerine getirmek zorunda olan
çiftçi reâya, devletin bu hizmetleri ve angaryaları çift resmi gibi para vergisine
çevirmesi sonucunda angaryalardan kurtulmaktadır. Diyarbekir vilayetinde köylünün
üç gün tımar sahibinin toprağında angarya çalışması, ırgadiye denilen bir resimle
karşılanmıştır88.
Bilindiği gibi Osmanlı tımar sistemi içerisindeki havâle usulü gereğince
sipahi, miktarı ve çeşidi belirlenmiş olan vergileri bir dirlik (geçimlik maaş) olarak
kendi mahallinde doğrudan doğruya tahsil etmekteydi. Yani mahsulden aynî olarak
alınan öşür vergisini, devletin depolarda toplayarak paraya çevirmesi ve ardından
bunları maaş olarak geri dağıtması imkânsız olduğundan, öşrün toplanması köyde
oturmak zorunda olan sipahiye havâle edilmiştir. Köylülerin sipahiye artı ürün
aktarımı emek-ürün veya para şeklinde olmaktadır. Ancak reâyanın kendi toprağında
çalışırken az bir oranda sipahiye karşı bedeni yükümlülüğünün olmasına rağmen esas
itibariyle ürün veya para olarak aktarılan rantın daha önemli olduğunu belirtmek
gerekir. Dolayısıyla artı ürünün hizmet ya da emek olarak aktarımına az rastlanmakla
birlikte köylü, sipahi için yaptığı ambara ya da gösterilen yere bu mahsulü kendi
vasıtalarıyla taşımak ve bazen sipahinin payını pazara satılmak üzere götürmekle
yükümlüydü89. Kanûnnâmeler, bu ürünün en yakın pazara götürülmesini ve
yolculuğun belli bir süreden fazla sürmemesini zorunlu kılıyordu90.
Ancak sicillerde görüldüğü üzere incelediğimiz dönem itibariyle sipahiler ile
köylüler arasında vergi miktarları, vergilerin toplanma tarzı, toprak tasarrufu, tapu
87 Suraiya Faroqhi, Osmanlı’da Kentler ve Kentliler, s. 69. 88 Hali İnalcık, “Adâletnâmeler”, Belgeler, C. 2, S. 3-4, Ankara, 1967, s. 59. 89 Halil İnalcık, “Osmanlı Tımar Rejimi ve Sipahi Ordusu”, s. 118. Yine köylü, sipahinin kendi tımarına ait başka bir köyden gelmesi durumunda üç gün süreyle sipahiye konukseverlik göstermek, kendisine ve atına bakmakla yükümlüydü. Bir günden üç güne kadar sipahinin çiftliğinde çalışma geleneği ise, bölgesel düzeyde devam etmekteydi. Köylünün sipahiye karşı olan diğer yükümlülükleri için bkz. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300–1600), s. 115-116; Aynı yazar, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, (Çev. Halil Berktay), C. I, İstanbul, 2000, s. 109-112. 90 Lütfi Güçer, XVI-XVII. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğu’nda Hububat Meselesi ve Hububattan Alınan Vergiler, İstanbul, 1964, s. 57. Ayrıca tahıl taşımacılığında yaşanan sorunlar için bkz. aynı eser, s. 28-36.
29
resmi, sipahilerin kendi hassa çiftlikleri için köylülerden daha fazla angarya
hizmetler talep etmesi gibi konularda gittikçe artan bir çatışma söz konusudur. Bu
durumda ne toprağın mülkiyetini elinde tutanlar (malikâne sahipleri), ne de tımar
sahipleri (sipahiler) köylüler üzerinde kazaî yetkiye sahip olmadıklarından, tıpkı mîrî
topraklarda olduğu gibi köylüler ve topraklarıyla ilgili hukukî meseleler, devlet
tarafından atanan kadı tarafından mahkemelerde çözülmekteydi.
Bu idarî ve iktisadî bütünlük içerisinde yaşanan kimi anlaşmazlıkların,
incelemekte olduğumuz 17. yüzyılın ortalarından itibaren köylüyle beraber örf
yetkililerinin kendi aralarında da cereyan etmesi, yetki ve görev çakışmasına yeni bir
boyut kazandırmıştır. Örneğin, Evâsıt-ı Safer 1082/Haziran 1671 tarihli sicil
kaydında görüldüğü gibi akreb bazâr ile ilgili anlaşmazlık sipahi taifesinden
olanlarla bu kişilerin çiftliklerinin bulunduğu karyelerin sahib-î arzı olan karye
zâbitleri arasında yaşanmaktadır. Mezbûr sipahiler, çiftlik topraklarından elde
ettikleri ürünün şer’i vergisini ambarlara götürmeye razı olduklarını ancak, karye
zabitlerinin buna kanaat etmeyerek pazara taşımaları hususunda baskı yaptıklarından
şikâyet etmektedirler. Gönderilen emr-i şerifte ise, kadîmen süre gelen uygulamalar
hatırlatılarak, ona göre hareket edilmesi emredilmektedir91.
Yine Evâsıt-ı Şevval 1081/ Şubat 1671 tarihli Harput kadısına gönderilen bir
fermanda, ebnâ-yı sipâhiyandan olan Pirî’nin karşılaştığı kötü muâmeleyi merkeze
arzına binâen, kanunen câîz olmadığı halde beylerbeyi voyvodaları ve sancakbeyi ile
subaşıların ve sâir ehl-i ‘örf tâifesinin ebnây-i sipâhiyandan olanlara “hizmete
meccânen bilâ emr-i şerîf tekâlif-i şakka talebiyle rencîde ve remîde” ettirildiklerine
dikkat çekilerek söz konusu kişilerin bu durumdan men edilmeleri istenmektedir92.
c- Belde Yerleşiklerinin Birbirleriyle ve Devletle İlişkilerinin Düzenlenebilmesi
Taşra idaresinde oluşturulan birimlerin sınırlarını ve iç taksimatını etkileyen
ve başlangıçta verdiğimiz üç önemli faktörden sonuncusu, tamamen yönetim
91 “ ..buyurdum ki, hükm-ü şerîfim vardıkda husûs-ı mezbûra tamâm mukâyyed olup göresiz arz olunduğu üzere bunlar sipâhi dirliği mutasarrıf sefer eşer sipâhi tâifesi ise bu makûle seferlerde askerî tâifesi ancak öşürlerin anbâra götürüb akreb bazâra teklif olunmaz bunlar dahî zikr olunan karyelerde çiftlikleri toprağında hâsıl eyledikleri terekelerin ol karyelerde olan anbâra götürdüklerinden sonra sâhib-i arz olanlar bilâ emr cebren akreb bazâra götürün deyû dahl ve rencîde ittirmeyüb men’ ve def’ eyleyesiz”, HŞS 362 : 510. 92 HŞS 362 : 473.
30
birimlerinin üzerinde yaşayan insanların taifeler olarak örgütlenmesidir93. Tâife,
cemaât ve daha sonra millet diye nitelenecek bu örgütlenme biçiminin en önemli
özelliği, tâifeyi oluşturan birimlerin tanıdıkları değerler ölçü alınarak hiyerarşik bir
düzene tâbi olmaları94 ve bunun Osmanlı kanununa göre belirlenmesi95, ayrıca
birbirlerinin müteselsil kefili sayılmalarıdır. Bu sebeple Osmanlı Devleti’nde toplu
âidiyetin çok önem taşıdığı mekânda ve toplumda bir gurubun üyesi olarak
kendilerini tanımlayabildikleri veya kendilerini anlatabildikleri bir düzene sahiplerdi.
Bu sistemin işlediği zamanda Osmanlı toplumu, hangi gruptan olursa olsun
veya hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın Osmanlı hâkimiyetinin geçerli olduğu bütün
alanlardaki toplumlar, bu bakımdan belirli mekânlarda yaşama özelliği göstermekte
idiler. Bu sistemi doğrudan merkezîotoriteye bağlayan kapıkulu sistemiyle bu sistem
birbiriyle bütünleşip yine birbirlerini tamamlayan unsurlardı.
Osmanlı Devleti belirli meslekten ya da gruptan insanları, her hangi bir
görevin yerine getirilmesi ya da çeşitli durumlarda birbirlerine karşı sorumlu tutarak
bu sayede toplumda bir tür kontrol mekânizması geliştirmişti. Sicillere yansıdığı
kadarıyla bu mekânizmanın işleyiş biçimi hakkında fikir sahibi olabiliyoruz.
93 Osmanlı düşüncesine göre taşradaki reâya “ulû’l emre” itaâtkar, kendinde devletin düzen ve yönetimine müdahale hakkı görmeyen, devlete ve düzene her ne sebepten olursa olsun tavır almaktan kaçınan, mensubu bulunduğu toplumsal kesimden ve yaşadığı yerden izinsiz ayrılmayan, kısaca her alanda mutlak anlamda boyun eğen insanları ifade etmektedir. “Ûlû’l emr” olan yani otorite merciî olan padişah, yönettiği tebaâsına adalet ile muamele etmek mecburiyetinde idi. Bu muamele şer’i tabiriyle “emr bi’l-ma’ruf nehy ‘ani’l-münker” (iyiliği emretme, kötülükten sakındırma) prensibi içinde yapılmak zorundaydı. Bu sebeple Osmanlı padişahı, sayesinde hükümranlığını icrâ ettiği reâyasını, Allah’ın bir emâneti olarak görmek ve öyle telâkki etmek zorundadır. Bu bakış açısı, Müslim ve gayrımüslim bütün tebaâ için geçerlidir. Vergisini zamanında ve belirlenen miktarda veren ve devletin hâkimiyetine boyun eğen herkes, padişahın ve onun şahsında devletin nazarında aynı haklara sahiptirler. A.Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, İstanbul, 1999, s. 37. 94 Osmanlı toplumunu başlıca iki sınıfa ayırabiliriz. Bunlardan birincisi, hükümdarın otoritesini temsil eden yönetici sınıf (askerî) ve diğeri de büyük çoğunluğu toprağa bağlı ve tarımsal üretim yapan reâyâ. Birincisini her kademedeki yönetici ve askerler ile ilmiye mensupları, genel olarak “berat ehli” yani padişah beratı taşıyanlar oluşturmaktaydı. İkincisi ise, bunların dışında kalan ve üretim yapmakla mükellef tüm teb’âyı kapsıyordu. Bu iki sınıfı birbirinden ayıran en belirgin fark, birincilerin vergi vermemeleri ve üretime katılmamaları, ikincilerin ise vergi yükümlüsü ve birer üretici durumunda olmalarıydı. Bunların haricinde toplumun en çok ihtiyaç duyduğu maddeleri üretenler ile bunların dağıtımını yapan tüccarların, bu faaliyetleri ile edindikleri servetler sonucu hem toplumda hem de devlet nazarında itibar görerek, toplumun üst katmanlarında yer almışlardır. Bkz. Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 126. 95 Nasihatnâme ve Siyasetnâme türü eserlerde dâire-i adâlet diye formüle edilen anlayışa göre geliştirilen yönetim ve buna dayalı toplumsal düzenin temelinde kişilerin “ulû’l emre itaat”i yatıyordu. Buna karşılık padişah, teb’asının muti’ olmasını sağlamak ve ülkesinde adaleti mümkün kılabilmek için toplumu, mekânda yerleşim durumuna göre mesleklere, din ve mezheplere göre ayrı ayrı cemaatler halinde düzenlemiş, gerek mekânda ve gerekse de cemaatler veya guruplar arasındaki geçişleri ve yer değiştirmeleri, mümkün olabildiğince sınırlamıştır. Bkz. Özer Ergenç, “Osmanlı Klâsik Düzeni ve Özellikleri Üzerine Bazı Açıklamalar”, Osmanlı, C. 4, Ankara, 1999, s. 34.
31
Genellikle aynı mesleği icra eden kimseler, mahkemede ve kadının huzurunda
birbirlerine kefil olduklarını beyan etmekte ve durum sicile kaydedilmektedir. Bu
kefalet, eğer bir esnafın mesleğini icra etmesi ya da iltizâmla bir göreve talip olma
şeklinde cereyan ediyorsa, gerek esnaf ve gerekse de iltizâmla görevi alacak olan kişi
ya da kişiler, mesleğinin gereklerini yerine getireceklerine dair taahhütte bulunmak
zorundaydılar. Kefillik ve taahhütlük sayesinde devlet, söz konusu görevlerin
icrasında ve duruma göre gruplar içerisinde asayişin sağlanması, görevin icrasında
yükümlülüklerin yerine getirilmesi ve daha önemlisi vergilerin toplanması konularını
garanti altına almış oluyordu. Bu kefalet sadece devlet ile kişiler arasında değil,
mekânda aynı çevrede yaşayan insanların (mesela mahallede) günlük yaşantılarında
örneğin, kendi aralarındaki ticarî münasebetlerde de görülmektedir. Mesela, Evâil-i
C.A. 1083/Eylül 1672 tarihli belgede Ali Ağa, sattığı mallardan alacağı 230 esedî
gurûşun belirlenen günde ödenmemesi durumunda borca “kefil bi’l-mâl”(mâlen
kefil) olanlardan mahkeme huzurunda alacağını talep etmektedir96. Yine aynı şekilde
Evâil-i Ramazan 1103/ Mayıs 1692 tarihli hüccette Seyyid Monla İsmail, 10 sene
önce amcası Mustafa'ya 45 esedî gurûş borç verdiğini, amcasının vefat etmesi
üzerine borcunu mâlen kefil olduğu için oğlu Seyyid Osman’dan taleb etmektedir97.
15 R.A. 1104/24 Aralık 1694 tarihli bir diğer belgede ise, yine Harput Ahi Musa
Mahallesinden el-Hac Hasan ve Hüseyin Beşe’nin Mahmud Ağa’ya 430 gurûş
borçları olduğu ve borçlarına amca-zâdeleri Yusuf Çelebi’nin mâlen kefil olduğunu
görüyoruz98. Konuyla ilgili 02 R.E. 1083/28 Haziran 1672 tarihli Harput kadısına
gönderilen bir mektup örneğinde, Eyüb adlı kişinin 130 gurûşa aldığı câriye için
Kesber adlı kişinin “ba’del-yevm câriyenin bir ‘aybı-şer’isi zuhûr ettiğinde kıymetine
ben zâmin olurum” diyerek kefil olduğu, ancak câriyenin aslında hür olduğunun
anlaşılması üzerine, kefaleti sebebiyle akçesini taleb için Kesber’in köyüne gece
vardıktan sonra, Eyüb’ün gayb edildiği ve yakınlarının şikayeti üzerine mübaşir
olarak Bektaş Ağa’nın irsal edildiği; eğer gerçekten Kesber’in “câriyenin ‘aybı
şer’isi zuhûr ederse ben zâmin ve kefilim” dediği şer’an sabit olur ise ve kaybolan
96 HŞS 362 : 219. 97 HŞS 391 : 60. 98 HŞS 391 : 143.
32
Eyüb’ün “deyn-i şer’ ile hükmolunmuş iken karye ahâlileri zimmetinde kaldığı zahir
olur ise, şer’ ile lazım gelenlerden” alınması emredilmektedir99.
Bu son örnek, işlenen suçtan ötürü olayın geçtiği mekândaki tüm ahâlinin
sorumlu tutulduğunu göstermesi bakımından da ilginçtir. Özellikle yaralanma veya
ölümle sonuçlanan vakalarda ölen yahut yaralanan kişinin yakınlarının mahkeme
huzurunda, olayın faillerini bildirme ya da bilinmediği zaman olaydan ahâlinin
sorumlu olmadığı yönünde ikrar da bulunmaları, yine bu toplu cezalandırmaya maruz
kalmamaları için olsa gerektir. Örneğin, 02 Zilkade 1083/19 Şubat 1673 tarihinde
Harput’un Sarını, Alaca, Dişidi, Perçenç, Koruk ve sâir mezra köyleri tarafındaki
Kızıllar mevkiinde dövülerek öldürülen Zülfikar'ın katillerinin belli olmadığı ve adı
geçen köyler ahâlisi ile hiçbir davalarının olmadığı ve her hangi bir diyet talebinde
bulunmadıkları, müteveffânın akrabaları tarafından mahkeme huzurunda sicile
kaydedilmiştir100. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Kefâletin çok önemli olduğu bir diğer uygulama örneğini, iltizâm sistemi
içerisinde görmekteyiz. Çeşitli mukâta’aları iltizâm ile uhdesine alan mukâta’a
sahipleri ya da mültezimler, ödemeyi üstlendikleri meblağın bir kısmını peşin
ödemekte, zarar etme, ortadan kaybolma veya yapılan sözleşmenin gereklerini yerine
getirememe ihtimallerine karşılık borçlarını devlete ya da ilgililere teslim etmek
üzere yine nefsine ve malîne kefiller göstermek zorundaydılar. Yani mültezim
öncelikle kendisinin güvenirliğini kanıtlamalı ve bir zarar-ziyan durumunda bunu
telâfi edeceğine dair mâlen kefiller (kefil-i bi’l-mal) bulmalıydı. Bu yönüyle kefâlet
işlemi, mukâta’a işleminin can damarı durumundaydı.
Sicillerdeki çeşitli örneklerden anlaşıldığına göre, her hangi bir göreve talip
olanların ya da teklif olunanların mutlaka bu güveni sağlamaları gerekmekteydi.
Refere edilmek, yani göreve talip olanlar hakkında başkalarının onlara kefil olması
ve olumlu görüş bildirmeleri çok önemliydi.
Nitekim yine belgelere yansıdığı kadarıyla toplumun karşılıklı veya devlet ile
olan resmî ilişkilerinde, birbirlerine karşı sorumlu tutulmaları ve dolayısıyla bu
şekildeki bir yaşama biçimi, toplum nazarında ortak bir yükümlülük duygusunu
oluşturmuş ve özellikle vergilendirme bu esasa göre şekillenmiştir. Örneğin avârız
99 HŞS 362 : 485. 100 HŞS 362 : 340.
33
cinsinden vergilerin tümü101 cemaât üzerine tarh edildiği gibi, bu sayede diğer
vergilerin ödenmesi ve maktu’ ödeme biçimi kolaylaşmıştır102.
Vergilendirme kanuni kriterlere göre yapılmakta ve olağan dışı bir durum
yaşanmadığı takdirde değiştirilmesi söz konusu olmamaktaydı. Devlet, önceden bir
defaya mahsus rakamı tayin ve tespit ettikten sonra, her bölgenin kadısına hükümler
göndererek o beldedeki avârız-hânelerine göre hesaplanmış avârız-ı divâniyyenin
toplanmasını emretmektedir. Çeşitli sebeplerden dolayı vergisini ödeyemez durumda
olan ahâli, kadı aracılığıyla merkezî hükümetten avârız-hânelerinin yeniden tespit
edilmesini ya da mevcut vergide indirim yapılmasını talep edebilmekteydi. Genelde
bu taleplerin, şartların müsâit olması durumunda merkez tarafından kabul edildiği
görülmektedir103. Mükellef gruba mensup kişiler, belirlenen miktarı bireysel olarak
değil topluca ödemekteydiler. Kişi başına düşen vergi miktarı ise, mahallinde kadılar
aracılığıyla kendi aralarında belirlenmektedir. Örneğin, Şevval 1104/Haziran1693
tarihli kayıtta Harput Sancakbeyinin saray masrafları için tespit edilen 210 gurûş
vergi, hâne başına 1 gurûş ve 1 rub’ olarak cümle şehir ve köy hânesi içerisinde 157
hâneye tevzi’ edilmiştir104.
2- Klasik Dönemde Sancağın Tasarrufu
Osmanlı idarî taksimatındaki en büyük idâri birim beylerbeylik105 olmakla
birlikte, asıl temel idâri birimin sancak olduğu ve sancakların idâri bakımdan
101 Avârız-hâne vergisi aynı zamanda kollektif bir vergidir. Avârız-hânesi, vergi yükümlülerinin malî gücüne göre belli bir miktarda vergiyi verebilecek sayıda haneden oluşan itibâri bir hanedir. Bir avârız-hânesinin kaç hanenin birleşmesinden oluşacağının bölgeden bölgeye değiştiği bu sistemde, 3,5,10 veya 15 “gerçek hane”, “bir avârız-hânesi” sayılmaktadır. Örneğin 17. yüzyılda Harput’ta ortalama 9 ile 10 gerçek hane, 1 avârız-hânesi sayılmaktadır. (HŞS 391 : 303). Ayrıca bkz. Rifat Özdemir, “Avârız ve Gerçek-Hâne Sayılarının Demografik Tahminlerde Kullanılması Üzerine Bazı Bilgiler”, X. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, C. IV, Ankara, 1993, s. 1589; M. Ali Ünal, “1646 Tarihli Harput Kazası Avârız Defteri”, Tarih İncelemeleri, XII, İzmir, 1997, s. 11. Ayrıca avârız hakkında bkz. Ö. L. Barkan, “Avarız”, İ.A., C. II, s. 15; Özer Ergenç, Osmanlı Klasik Dönemi Kent Tarihçiliğine Katkı; XVI. Yüzyılda Ankara ve Konya, Ankara, 1995, s. 53; Oktay Özel, “Avarız ve Cizye Defterleri”, Osmanlı Devleti’nde Bilgi ve İstatistik, Ankara, 2000, s. 33-50. 102 Aynı zamanda mali bir birimi ifade eden maktu’ bir mükellef veya mükellef grubunun ödeyeceği devamlı vergi miktarını saptamaktadır. Maktu’ kelimesinin çeşitli anlamlardaki kullanılışı hakkında bkz. Baki Çakır, Osmanlı Mukâta’a Sistemi (XVI-XVIII. Yüzyıl), İstanbul, 2003, s. 4 -5. 103 HŞS 391 : 295,318, 439, 440; HŞS 362 : 438. 104 HŞS 391 : 401. 105 Beylerbeylik tâbirinin yerine 17. yüzyılın sonlarına doğru git gide “Eyâlet” yahut “vilayet” tâbirleri kullanılmaya başlandı. Bkz. Mehmet İpşirli, “Beylerbeyi”, DİA, C. 6, İstanbul, 1992, s. 69; Orhan Kılıç, “Klasik Dönem Osmanlı Taşra Teşkilatı: Beylerbeyilikler, Eyâletler, Kaptanlıklar,
34
devletin temel yapısını teşkil ettiği bilinmektedir. Nitekim tahrirlerin her sancak için
ayrı ayrı düzenlenmiş olması, sancakların Osmanlı merkez idaresince ne kadar
önemli bir alt idâri birim olarak görüldüğünün en açık göstergesidir106.
Bununla birlikte sancak tâbiri kimi zaman askerî-idarî yahut coğrafî
bakımdan muayyen bir bölgeyi de ifade etmekteydi107. Gerçekten de sancakların
teşkil edilişlerine baktığımızda genel olarak, her sancağın coğrafi ve tarihi bir takım
şartların sonucunda oluşmuş birimler oldukları, buna mukâbil idâre ve hukuk
açısından birbirlerinden ayrı tutulmadıkları görülür. Ayrıca her sancak için ayrı ayrı
düzenlenen kanunnâmelerin içerikleri de o sancakta yaygın geleneklerin yanı sıra
(örf ve adetler gibi) coğrafî, etnik, dinî, sosyal, kültürel ve iktisadî farklılıklara göre
düzenlenmekteydi. Özellikle ülke sınırlarının geniş alanlara yayılması çok farklı
coğrafi, etnik ve kültürel özellik göstermesinden dolayı her Eyâlet, hatta sancakların
teşkilat yapılarında ve kanunlarında bölgesel esneklikler bulunuyordu. Buralarda
kimi zaman genel kanunların yanında yerel kanunların da etkili olduğu bilinmektedir.
Dolayısıyla bu bölümde, Çaldıran Zaferi’nin ardından 26 Mart 1516 tarihinde
Osmanlı hakimiyetine giren ve klasik bir sancak olarak Diyarbekir Eyâleti’ne
bağlanan Harput Sancağı’nın, Osmanlı taşra idaresinde oluşturulan birimlerin
(sancak-kaza) sınırlarıyla iç taksimatını etkileyen ve yukarıda verilen üç faktör
bağlamındaki durumu hakkında klasik dönemle ilgili ve değişime yönelik bazı
tespitlerde bulunulacaktır.
Harput’un içerisinde yer aldığı Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu
Bölgesi’nin Osmanlılarca fethinden sonra tesîs edilen idâri yapısının geneline
bakıldığında, yukarıda anlatılanlarla bağlantılı olarak bölgenin çeşitli özelliklerinin
Voyvodalıklar, Meliklikler (1362-1799), Türkler, C. 9, Ankara, 2002, s. 888. Eyâlet yönetiminin mülkî âmiri olan beylerbeyi, “Paşa Sancağı” tâbir edilen eyâlet merkezinde oturmakta ve genellikle buradan elde edilen geliri tasarruf etmekteydi. 16. yüzyıldan sonra “mîr-i mîran” olarak da isimlendirilen beylerbeyiler, 16. yüzyıl boyunca taşra kuvvetlerinin başkomutanı ve çeşitli sancakların yöneticisi olan sancakbeylerinin amiri konumunda idiler. 16. yüzyılın ortalarından itibaren ise bulundukları bölgelerdeki bütün işlerde padişahın temsilcisi durumuna getirilerek, askeri zümrenin meselelerini halletmek, bölgede asayişi sağlamak, tımarlı sipahilerin atanmaları, terâkkileri ve muayyen bir miktara kadar tevcih muamelelerini yürütmek v.s. ile yükümlü kılınmışlardır. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Vecihi Tönük, Türkiye’de İdare Teşkilatı, Ankara, 1945, s. 7; Tuncer Baykara, Anadolu’nun Tarihî Coğrafyasına Giriş s. 35-36; Metin Kunt, Sancaktan Eyâlete, s. 26-29; Yusuf Halaçoğlu, XIV-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilâtı ve Sosyal Yapı, Ankara, 1998, s. 83; Nejat Göyünç, “Osmanlı Devleti’nde Taşra Teşkilâtı”, s. 430-441. 106 Metin Kunt, Sancaktan Eyâlete, s. 17-18. Bununla beraber kanunnâmelerde sancakların idari birimler olarak bütünlüklerini belirten çeşitli hükümler yar almaktadır. Bkz. a.g.e., s. 19-20. 107 Sancak kelimesinin ifade ettiği çeşitli anlamlar ve geçmişteki kullanımları ile ilgili bkz. Metin Kunt, Sancaktan Eyâlete, s. 15-20; J. Deny, “Sancak”, İ.A., C. 10, İstanbul, 1967, s. 186-189.
35
bu teşkilatlanmaya yansıtıldığı gözlenmektedir. Aşağıda görüleceği gibi, ilk başlarda
kısmen esnek bir yönetim politikası güdülmesinin bölgeye has bazı özelliklerden
(sosyal, siyasî, coğrafî, tarihi v.s.) kaynaklandığı şüphesizdir. Hatta birçok yerde
olduğu gibi Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde de devlet, bazen katı bir
merkeziyetçilik yerine o bölgenin çeşitli özelliklerine göre daha esnek ve farklı idari
yöntemler tatbik etmeyi, kendi çıkarları açısından uygun görmüştü diyebiliriz.
Osmanlılar zamanında Diyarbekir Eyâleti’ni oluşturan ve bir kısmı Doğu
Anadolu Bölgesi’nde yer alan sancaklar, 1520’li yıllarda daha önceki Safevî
döneminin etkisiyle olsa gerek bir araya toplanmışlardı108. Ancak bir süre sonra
Erzurum Beylerbeyliği teşkîl edilerek kuzeydeki; Van Beylerbeyliği teşkîl edilerek
doğudaki bir takım sancak ve yöreler buralara bağlanmıştır109. Yapılan bu
düzenlemelerin ardından bölgedeki sancakların özelliklerine bakıldığında ise, diğer
bölgelerdekilerden farklı olarak aynı anda üç tip sancağın ortaya çıktığını görüyoruz.
Bunlardan bazıları klasik Osmanlı sancağı özelliği taşımaktayken, bazıları ise
“Yurtluk-Ocaklık” ve “Hükümet” sancaklar şeklinde özel bir statüye sahiplerdi110.
Bu şekildeki bir uygulama, merkezîbir karaktere sahip Osmanlı Devleti’nin
108 Bkz. Nejat Göyünç, “Diyarbekir Beylerbeyliği’nin İlk İdâri Taksimatı”, İ.Ü.E.F. Tarih Dergisi, S. 23, İstanbul, 1969, s. 23-24. 109 Diğer geri kalan sancaklardan önemli bir kısmı da Musul’a dahil edilmiştir. Ayrıca 16. yüzyılın sonlarından itibaren “Beylerbeylik” tabiri kalkmaya ve yerini “vilayet” veya “Eyâlet” e bırakmaya başlamıştır. Bkz. Tuncer Baykara, Anadolu’nun Tarihî Coğrafyasına Giriş, s. 88-90. 110 Nitekim Osmanlılar Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’ni fethettiklerinde, kendilerinden önce bölgede hüküm sürmüş Safevî, Akkoyunlu ve Karakoyunlu’lardan mîras bazı uygulamalarla karşılaştılar. Bölgede tam bir merkezîotorite sağlayamamış bu devletler zamanında aşiret otoritesine dayanan bazı hâkimler ve beyler, merkezî otoritenin baskısından uzak ve bir çeşit muhtâriyet veya özerklik statüsü içerisinde siyasi varlıklarını sürdürmekteydiler. Osmanlılar da önceden olduğu gibi, bu yörenin Osmanlı idaresine katılışı sırasında kendi saflarında yer alan mahalli beyleri temlik-nâmelerle yaşadıkları mahallin hâkimi ya da beyi olarak tanımladılar. Sıkı bir merkeziyetçi politika izleyerek Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu mutlak itaat altına almanın zorluğunu bilen Osmanlı yönetimi, bölgedeki aşiret hayatının yaygın olduğu sancaklarda askeri, mâli ve adlî kontrolü sağladıktan sonra, bölgenin kadîmi hakimlerine bir takım idari imtiyazlar tanıyarak, eski düzeni devam ettirmeye çalışmışlardır. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Nejat Göyünç, “Osmanlı Devleti’nde Taşra Teşkilatı”, Yeni Türkiye, S.31, Ankara, 2000, s. 430-441; M. Ali Ünal, “XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Diyarbekir Eyâletine Tâbi Sancakların İdari Statüleri”, Osmanlı Devri Üzerine Makaleler-Araştırmalar, Isparta, 1999; İbrahim Yılmazçelik, “XVIII. Yüzyıl ile XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır Eyâletinin İdari Yapısı ve İdari Teşkilatlanması”, AÜDTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, C.XVIII, S. 29, Ankara, 1997, s. 217-232; Nejat Göyünç, “Yurtluk-Ocaklık Deyimleri Hakkında”, Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul, 1991, s. 266-267; M. Ali Ünal, “XVI. Yüzyılda Palu Hükümeti”, IX. Türk Tarih Kongresi (5-9 Eylül 1990), C. 3, Ankara, 1994, s. 1071-1096. Ayrıca Osmanlı idari sistemi içerisindeki “hükümet” ve “yurtluk-ocaklık” sancakların kanunnâmelerde ifade edilen hukukî statüleri ve uygulamaların bu statüyle ne derece bağdaştığı üzerinde ayrıntılı bilgi için bkz. Orhan Kılıç, “Yurtluk-Ocaklık ve Hükümet Sancaklar Üzerine Bazı Tespitler”, OTAM, S. 10, Ankara, 1999, s. 119-139.
36
ilk başlarda yeni ele geçirilen yerlerin Osmanlı idaresine ısındırılması111 ya da
egemenlik sağlanan topraklar üzerinde kademeli bir otorite kurma politikası ile
ilişkilendirilebilir. Ancak görüldüğü kadarıyla devlet, bir taraftan bu yerleri doğrudan
merkezin sıkı denetimi altında tutma gayreti içerisinde bulunurken, diğer taraftan
“hükümet”, “yurtluk-ocaklık” olarak tasarruf edilen sancaklarda, desantralizasyona
uygun bir idarî düzen sağlamıştı112.
İncelememize konu olan Harput Sancağı, Çaldıran zaferini müteâkip 1516
yılı baharında Osmanlı topraklarına katılmış ve coğrafî olarak başkentten itibaren
uzayan Amasya-Tokat-Sivas ve Malatya güzergâhını (orta kol), Bingöl üzerinden
Van’a; Diyarbekir üzerinden ise Basra’ya bağlayan önemli bir askerî ve ticarî yol
kavşağı üzerinde ve etrafını çevreleyen bu özel statülü sancakların arasında klasik bir
Osmanlı sancağı olarak Diyarbekir Eyâleti’ne bağlanmıştı. Burada klasik sancak
ifadesinden Harput’un yurtluk-ocaklık veya hükümet şeklinde tasarruf edilmemiş
olmasını kastettiğimizi belirtelim. Ayrıca ileride Harput Mukâta’ası kısmında ele
alınacağı üzere, sancağın sadece geliri 17. yüzyılın ortalarından itibaren “ocaklık”
olarak Van Kalesi askerlerine maaş (mevâcîb)şeklinde tahsis edilmiştir.
Diyarbekir Eyâleti’ne tâbi klasik bir Osmanlı sancağı özelliği taşıdığını
belirttiğimiz Harput ve benzeri sancaklar, tahrirlerin yapılabildiği ve aşiret
geleneklerinin yaygın ve köklü olmadığı, özellikle şehir hayatının yaşandığı merkezî
çevrelerde kurulmuşlardı. Bu sancakların bazen siyasî şartlar gereği geçici olarak
imtiyazlı sancaklar halinde ihdâs edildikleri görülse de, bu bir kural değildi. Mesela
klasik bir sancak olan Harput Sancağı, 17. yüzyıl başlarında devlete hizmetlerinden
dolayı aslen İran ümerâsından Murad Han Bey’e “kayd-ı hayat” şartıyla tevcih
edilmişken113, aynı şekilde sancağın 1630’da yine “kızılbaşdan rugerdân olup”
Osmanlı hizmetine girmiş olan Haydar Bey’e yine “kayd-ı hayat” şartı ile tevcih
edildiği anlaşılmaktadır114. Bu yaşananlar istisna olmakla birlikte, genel olarak
Osmanlı klasik dönemi boyunca Harput sancakbeylerinin daima merkez tarafından
111Bkz. Halil İnalcık, “Osmanlı Fetih Yöntemleri”, Cogito, (Osmanlılar Özel Sayısı), İstanbul,1999. 112 Bkz. Yaşar Yücel, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Desantralizasyona Dair Gözlemler”, Belleten, C. 38, S. 149-152, Ankara, 1974, s. 670. 113 M. Ali Ünal, “XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Diyarbekir Eyâletine Tâbi Sancaklar”, s. 171. 114 M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 34.
37
ve çoğunlukla bölgeyi tanıyan ve daha önce çevre sancaklarda görev yapmış kişiler
arasından tayin edildikleri görülmektedir115.
Bu kısa girişin ardından, sancağın klasik dönemdeki durumu hakkında başta
teorik çerçevesi çizilen detaylara geçebiliriz.
Tımar sisteminin uygulandığı klasik bir idâri birim olan sancakta Harput
şehri, belgelerin diliyle “kasabâ-i Harput” veya “medine-î Harput”, hem sancak hem
de aynı adla anılan bir kaza merkeziydi.
Harput’un sancak olarak teşekkülünde rol oynayan etkenler içinde, coğrafi
konumu ve tarihi geçmişteki fonksiyonu önemli ve belirleyici birer faktördürler.
Mesela Osmanlılar’dan önce Harput ile çevresindeki vilâyetler (Palu, Malatya gibi)
her ne kadar tek bir idâri birim altında toplanmışlarsa da (Örneğin, Çubukoğulları,
Artuklular, Selçuklular ve Akkoyunlular zamanında), şehirler ile bunlara bağlı
merkezlerin idarî bütünlükleri, bu merkezlerinin etraflarını çevreleyen araziler ile
birlikte bir bütün şeklinde dâima korunmuştur. Nitekim Osmanlı hâkimiyetine
geçtiği sırada Harput ve kapladığı coğrafi alan, uzun yıllar öncesinden beri Harput
şehri merkez olmak üzere bir vilâyet şeklinde düzenlenmişti116.
Coğrafi açıdan baktığımızda sancağın kuzeyde Murat, güneyde Fırat Nehri
ve batıdaki Bulutlu Dağı ile çevrili doğal sınırları, tabiî olarak coğrafi ve idarî bir
bütünlük arz etmektedir. Ayrıca şehir merkezinin stratejik açıdan savunmaya
elverişli bir kale etrafında kurulmuş olması, muhtemelen Osmanlıların bu ve benzeri
köklü tarihi geçmişe sahip yerleşim yerlerinin statüsüne dokunmadan veya az bir
değişiklikle yerlerinde bırakmaları için etkili bir sebepti.
Sancağın sınırları, Doğu Anadolu Bölgesi’nin Yukarı Fırat bölümünde ve
bugünkü Elazığ ili sınırları içinde kalan yaklaşık 3200 km²’lik bir alana yayılmıştı.
Sancağın alanı ise, kuzey ve kuzeydoğudan bugünkü Keban baraj gölü içerisinde
kalan Murat Nehri vadisi; güneyden Güneydoğu Toroslar’ın kuzey uzantıları;
güneybatıdan ise Fırat Nehri vadisi ile çevriliydi117.
115Örneğin mühimme kayıtlarına göre 1554-1556 tarihleri arasında Harput Sancakbeyi olarak atananlar genellikle bu özellikleri taşımaktadırlar. Bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 42. 116Artuklu hâkimiyeti sona erdikten sonra Anadolu Selçuklu Devleti zamanında Harput’un, Sinop, Amasya, Kayseri, Malatya ve Erzincan gibi geniş vilayetlerin çevrelediği ve Sivas’ın merkez olduğu “Danişmendiye Vilâyeti” içerisinde yer aldığı görülmektedir. Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, C. I, İstanbul, 1974, s. 83. 117Bugünkü Elazığ şehrinin yer aldığı 1020 m. yükseklikteki Elazığ ovası ve yüksekliği 900-1000 m. arasında değişen Uluova’nın kuzeyinde ise, güneybatı-kuzeydoğu istikametinde Harput dağlık kütlesi uzanır. Batıda ise Bulutlu Dağı, Hasan Dağı ve Piran Dağları yer almaktadır. Aslında bütünüyle
38
Sancağın merkezîolan Harput şehri, 1300-1350 m. rakımıyla Uluova’nın
kuzeyindeki güneybatı-kuzeydoğu istikâmetinde uzanan dağlık bir kütle üzerindedir.
Bölgede yer alan Uluova (Uluâbâd) ve Kuzova (Kuzâbâd) düzlük alanları ile
Behremâz ve Elazığ Ovaları (ayrıca baraj altında kalmış Aşvan ve Altınova), bu gün
olduğu kadar geçmişte de yüksek tarımsal potansiyele sahip ve yerleşmeye müsâit
olmaları sebebiyle, Harput Sancağı’nın en verimli arazilerini oluşturmaktaydılar.
Fırat ve Murat Nehirleriyle birlikte Uluova’daki Haringet ve Kuzova’daki Sarını
(Cip) çayları ile bazı küçük akarsular, sancağın tarım ve sulama faaliyetlerine büyük
katkısı olan başlıca su kaynaklarıydı. Sancakta bulunan nahiye sınırları da büyük
ölçüde bu su bölümü çizgilerinden geçmekteydi. Örneğin sancağın kuzey sınırını
Murat Irmağı, güney sınırının bir kısmını Fırat Irmağı belirlermekteyken, Uluâbâd
Nahiyesi Haringet çayının ve kollarının kapladığı sahaya doğru, Kuzâbâd Nahiyesi
ise Sarını çayının uzanışına göre şekillenmişti. Sancağa bağlı köylerin kurulduğu
yerlerin seçiminde de, su kaynaklarının birinci derecede etkili olduğu gözleniyor118.
Dolayısıyla her hangi bir yerleşim merkezinde bulunan akarsuların varlığı,
özellikle ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayalı Osmanlı Devleti için, tarım
alanlarının işletilmesi bakımından büyük önem arz etmekteydi. Ayrıca kırsal alanla
şehir arasında uyumlu bir dengenin kurulması, yani tarımsal üretimin tarım dışından
geçimini sağlayanları besleyebilecek düzeyde olması da çok önemliydi119. Bu
bakımdan Harput, bir şehrin kurulması ve gelişmesi için çevresindeki kırsal alanla
kurduğu çok yönlü ilişkiler ile bu alanların yeterliliği ve verimliliği açısından büyük
Güneydoğu Toroslar kıvrım kuşağı içerisinde yer alan bu bölge, genel olarak güneybatı-kuzeydoğu yönünde uzanan ve yer yer düzenli sıralar oluşturan dağlarla, bu dağlar arasına yerleşmiş aynı doğrultulu ovalara sahiptir. Hazar Gölü ve Behrimaz Ovası, bu dağlık kütle içine yerleşmiş depresyonlardır. Bu dağlık kütlenin kuzeyinde Doğu Anadolu’nun önemli ovalarından biri olan Uluova uzanır. Bu günkü Elazığ şehrinin yer aldığı 1020 m. yükseklikteki Elazığ ovası ve yüksekliği 900-1000 m. arasında değişen Uluova’nın kuzeyinde ise, güneybatı-kuzeydoğu istikametinde Harput dağlık kütlesi uzanır. Bu kütle ile Uluova arasında yaklaşık 300-350 m. yükselti farkı vardır. Harput dağlık kütlesi, güneyden kuzeye doğru gidildikçe yükselmekte ve daha kuzeye doğru ise, basamaklı bir şekilde Murat nehri vadisine doğru alçalmaktadır. Harput şehrinin batı ve güneybatı yönünde ise, bölgenin ikinci önemli ovası olan Kuzova yer almaktadır. Bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 31-32 (Sadeddin Tonbul, Kuzova-Hasandağı Çevresinin Fiziki Coğrafyası, Elazığ, 1985, Basılmamış Doktora Tezi’ne atfen). Ayrıca bkz. Sırrı Erinç, Doğu Anadolu Coğrafyası, İstanbul, 1953; M. Tuncel, “Türkiye’de Yer Değiştiren Şehirler Hakkında İlk Not”, İ.Ü. Coğrafya Enstitüsü Dergisi, S. 20-21, İstanbul, 1977, s. 119-128; Ali Tevfik, Memâlik-i Osmaniye’nin Coğrafyası, İstanbul, 1318, s. 379-385; Selçuk Hayli, “Tarihi Coğrafya Açısından Harput Şehrinin Fonksiyonları ve Etki Sahası”, Dünü ve Bugünüyle Harput Sempozyumu (24-27 Eylül 1998),C. I, Elazığ, 1999, s. 290. 118Sancakta yer alan akarsuların, köy ve mezra gibi kır yerleşmelerinin oluşumuna etkileri konusunda detaylı bilgi için bkz. Mesut Elibüyük, “Türkiye’nin Tarihi Coğrafyası Bakımından Önemli Bir Kaynak, Mufassal Defterler”, Coğrafya Araştırmaları, C. I, S. 2, Ankara, 1990, s. 18. 119 Bkz. Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 12.
39
imkânlara sahipti. Nitekim Osmanlılar, şehirlerin beslenebilmesi için gereken
hububat, meyve, sebze, et v.s. gıdalar ile yakacak maddelerinin karşılanması konusu
üzerinde titizlikle durmuşlardır120.
Yukarıda belirtildiği gibi Harput’un yer aldığı coğrafya üzerinde, bölgenin
kendine özgü coğrafî, siyasî, sosyal ve ekonomik yapısına göre düzenlenmiş üç ayrı
sancak tipi görülmektedir. Bunlar arasında Harput Sancağı, ülke genelinde yaygın
şekilde görülen klasik bir sancak olarak Diyarbekir Eyâleti’ne bağlanmıştır. Oysa
aynı tarihlerde Harput Sancağı’nın etrafını çevreleyen sancaklar (kuzeyde Pertek,
Sağman; güneyde Eğil ve Çermik; doğuda ise Palu Sancakları), yurtluk-ocaklık veya
hükümet olarak özel bir statüsüyle mülkiyet üzere tasarruf edilmekteydi121.
Bunun sebebi, yani sancağın yurtluk-ocaklık veya hükümetlik statüsünün
dışında tutulması, Osmanlı öncesi dönem de dâhil olmak üzere Harput’un hiç bir
zaman tek bir sülalenin elinde kalmayışı ve kuvvetli bir aşiret yapısının mevcut
olmayışıyla açıklanabilir122. Zaten sancak geneline bakıldığında, bir kaç küçük
cemaatin yaşamakta olduğu ve bunların bölgeye iskân politikası sonucunda sonradan
yerleştirildikleri anlaşılıyor123. Kaldı ki, belirli nahiye veya bağlı köylerde yaşayan
bu cemaat ve aşiretler, 17. yüzyılın sonlarında görülen eşkıyâlık dışında merkezî
120 Örneğin bkz. Lütfi Güçer, “XVIII. Yüzyıl Ortalarında İstanbul’un İâşesi İçin Lüzumlu Olan Hububatın Temini Meselesi”, İÜİFM, C. 9, S. 1-4, İstanbul, 1952, s. 397-416; Zeki Arıkan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda İhracı Yasak Mallar”, Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul, 1991, s. 279-306. 121 Ancak bir ilçe merkezîbüyüklüğünde olan bu “yurtluk-ocaklık” ve “hükümet” statülü sancaklar, Anadolu’nun diğer sancakları kadar büyük bir coğrafi alana yayılmıyorlardı. Bunun sebebi, muhtemelen merkezîotoritenin belirli bir sülale ya da ailenin hâkimiyeti altında olan bu imtiyazlı sancakları, küçük birimler halinde tutarak ve dolayısıyla merkezîotorite ile çatışabilecek kuvvetli feodal güçlerin meydana gelmesine engel olmak düşüncesinden kaynaklanmaktaydı. Özel statülü bu yerler için bkz. M. Ali Ünal, “XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Diyarbekir Eyâletine Tâbi Sancakların İdari Statüleri”, X. Türk Tarih Kongresi (Bildiriler), C.5, TTK, Ankara, 1994, s. 2211-2220; İbrahim Yılmazçelik, “XVIII. Yüzyıl ile XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır Eyâletinin İdari Yapısı ve İdari Teşkilatlanması”, AÜDTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, C.XVIII, S.29, Ankara, 1997, s.217-232; Orhan Kılıç, “Osmanlı Döneminde Yurtluk-Ocaklık ve Hükümet Sancakları Üzerine Bazı Tespitler”, OTAM, S.10, Ankara, 1999, s.119-139; Midhat Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lûgatı, İstanbul, 1986, s. 371; Nejat Göyünç, “Yurtluk-Ocaklık Deyimleri Hakkında”, Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul, 1991, s. 266-267; Aynı yazar, “Osmanlı Devleti’nde Taşra Teşkilatı”, Yeni Türkiye, S.31, Ankara, 2000, s.430-441; M. Ali Ünal, “XVI. Yüzyılda Palu Hükümeti”, IX. Türk Tarih Kongresi (5-9 Eylül 1990), C. III, Ankara, 1994, s.1071-1096. Yaşar Yücel, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Desantralizasyona Dair Gözlemler”, Belleten, XXXVIII, S. 149-152, Ankara, 1974, s. 670 122 Bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 34. 123 Mesela Harput’a bağlı Hersini nahiyesi, genellikle aşiretlerce meskûn 5-6 köyden müteşekkildir. Bkz. M.Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 41; Ayrıca Harput’ta meskûn Ebutâhir Cemaâti, Ebutâhir nahiyesi olarak teşkilatlandırılmıştır. Bkz. Mustafa Öztürk, “İzziye Kazası’nın Kuruluşu ve Milli Mücadeledeki Yeri”, Tarih Araştırmaları Dergisi, XXIV, S. 37, Ankara, 2005, s. 29.
40
otoriteyle ciddi bir anlaşmazlık ya da siyasî mücadele içerisine girecek bir güce ve
çoğunluğa sahip değillerdi.
Özel statülü bu sancakların idaresi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun fethi
sırasında Osmanlı Devleti’ne itaât ve sadâkatle hizmette bulunmuş bazı yerli ailelere,
bu sadâkatlerinin devamının sağlanması ve İran’a karşı devam eden mücadelede
nüfûzlarından faydalanılması amacıyla bırakılmıştı124.
Bu sancakların görüldüğü başlıca eyâletler Rumeli’de Bosna, Anadolu’da
Anadolu, Adana, Diyarbekir, Van, Kars, Çıldır, Şam, Rakka ve Bağdat’tı125. Van ve
Diyarbekir Eyâletleri’nde bu sancakların biraz daha fazla olması, 1578 yılında
başlayan ve uzun süre devam eden Osmanlı-İran savaşları sebebiyledir. Osmanlılar,
bu bölgelerin sınıra yakın olması ve sürekli harp durumu yaşanması yüzünden,
buradaki yerli beylerin devlete sadâkatle hizmet etmelerini temin ve dâim kılmak için
hükümet ve yurtluk-ocaklık sancaklar ihdâs etmişlerdi126.
Ancak bu sancakların özel statüleri sabit ve değişmez değildi. Örneğin İran
tehlikesinin bertaraf edilmesiyle, 17. yüzyılın ikinci yarısından sonra hükümet ve
yurtluk-ocaklık bazı sancakların imtiyazları, kademeli olarak azaltılmış veya
tamamen kaldırılmıştır. Örneğin 1663 yılında ocaklık statüsüyle idare edilen Sağman,
Mazgird Sancakları, sancakbeylerinin halka zûlmetmeleri gerekçesiyle lağvedilerek
mukâta’a haline getirilmiş, voyvodalarca idare edilmeye başlanmıştır127.
Harput Sancağı ise klasik bir Osmanlı sancağı olarak bu idarî statüsünü uzun
süre korumuştur. İleride üzerinde durulacağı gibi, 17. yüzyılın ortalarına doğru ve
başlangıçta sancağın sadece gelirlerinden bir kısmı ocaklık olarak Van kalesi
124 Sıkı bir merkeziyetçi politika izleyerek Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu mutlak itaat altına almanın zorluğunu bilen Osmanlı yönetimi, bölgedeki aşiret hayatının yaygın olduğu sancaklarda, askeri, mâli ve adlî kontrolü sağladıktan sonra, bölgenin kadîmi hâkimlerine bir takım idari imtiyazlar tanıyarak, eski düzeni devam ettirmeye çalışmışlardır. Bahsedilen “yurtluk-ocaklık” ve “hükümet” sancaklar, siyasi bakımdan hareketli olan sınır bölgelerinde bulunmaktaydı. Bunun en önemli sebebi, bu bölgelerdeki yerli beylerin nüfûzlarından faydalanmak ve merkezîotoriteyi bir ölçüde bu beyler vasıtasıyla korumak ve tesis etmekti. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz M. Ali Ünal, “XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Diyarbekir Eyâleti’ne Tâbi Sancakların İdari Statüleri”, X. Türk Tarih Kongresi (Bildiriler), C.5, TTK, Ankara, 1994, s. 2211-2220. 125 Orhan Kılıç, “Osmanlı Döneminde Yurtluk-Ocaklık ve Hükümet Sancakları Üzerine Bazı Tespitler”, OTAM, S.10, Ankara, 1999, s. 122. 126 Ancak Osmanlı kaynaklarında yurtluk-ocaklık sancaklarından bahsedilirken “liva” veya “sancak” tâbiri kullanılmasına karşın, hükümetler hakkında bu tâbirler kullanılmamıştır. Fakat her ikisinin de “ocaklık” tarikiyle tasarruf edildiği vurgulanmıştır. Bu konuda örnekler için bkz. Orhan Kılıç, a.g.m., s. 123. 127 M. Ali Ünal, “XVI. Yüzyılda Mazgird, Pertek ve Sağman Sancakbeyleri”, Osmanlı Devri Üzerine Makaleler-Araştırmalar, Isparta, 1999, s. 210.
41
askerlerine mevâcîb (maaş) şeklinde tevcih edilmiştir. Yüzyılın ortalarından itibaren
gittikçe yaygınlık kazanan iltizâm uygulamasıyla birlikte sancak mukâta’aya
dönüştürülmüş ve klasik dönemden farklı olarak sancağın yönetimi mukâta’a emîni /
mütesellim / mültezim denilen yeni yöneticilerin idaresine geçmiştir.
Nitekim Osmanlı Devleti’nde bazı askerî zümrelerin maaşlarına karşılık bu
kişilere ocaklık yoluyla sancak tevcih edilmesi, zaman zaman başvurulan bir
uygulamaydı. Örneğin, Kars Eyâleti’ne bağlı Oltu Sancağı da, ocaklık tarîkiyle Oltu
kullarının mevâcîblerine bağlanmıştı128.
18. yüzyılın ortalarına doğru Harput Sancağı’nda gözlenen idarî değişiklikler
ise “Ma’âdin-i Hümâyûn Emâneti” nin kurulmasına bağlı olarak şekillenmiştir129.
Bu zamana kadar sancağın tasarrufu ile ilgili belgelere yansıyan kısmî
değişiklikler ise, imparatorluk genelinde görülen malî uygulamalarla ilgilidir130.
Tekrar klasik dönemin başlarına geri dönersek, sancağın 1516’da Diyarbekir
Eyâleti’ne bağlanmasının ardından geleneksel bir uygulama olarak ilk tahriri, 1518
128 Şerafettin Turan, “XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İdari Taksimatı”, Atatürk Üniversitesi 1961 Yıllığı (Ayrı Basım), Erzurum, 1961, s. 222. 129 1775 tarihinden itibaren Keban ve Ergani madenleri “Ma’âdin-i Hümâyûn Emâneti” ni oluşturmuş ve bu isimle idare edilmişlerdir. Bu tarihten itibaren Harput Sancağı dahil Palu, Çarsancak, Eğil, Çermik, Ergani ve Çüngüş gibi bir çok kaza, mali açıdan bu emânete, idari açıdan ise Diyarbekir Eyâleti’ne bağlanmıştır. Daha sonra “Keban Madeni Nezâreti” nin kurulmasıyla birlikte Harput, Diyarbekir, Malatya, Halep, Urfa, Gümüşhane ve Yozgat’ı içine alan bu nezârete bağlanmıştır. Bu emânete bağlı olan kaza ve sancakların idarî yönden artık eski ait oldukları idari birimlerle ilişkilerinin bir noktada dondurulmuş olduğu görülmektedir. Çünkü buraların her türlü işleri artık maden eminleri tarafından görülmekteydi. 1799 tarihli bir fermanda belirtildiğine göre; “ ..bundan akdem Eyâlet-i Diyarbekir’den ifrâz ve madenlere ilhak olunan Palu ve Çarsancak ve Harput ve Eğin ve Arapkir ve Ergani ve Çüngüş ve nefs-i derûn-ı Ergani..” açıkça anlaşılmaktadır ki, maden emânetine bağlanan kazalar önceden bağlı bulundukları idari birimlerden çıkarılarak, maden idaresine bağlanmışlardır. Bu durum idari açıdan bazı karışıklıkların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. 1833 yılında Sivas, Diyarbekir ve Harput yöresi valiliği ile maden nezaretini uhdesine alan Reşid Mehmed Paşa, 40 tabur askerle gelip Harput’a yerleşmiştir. Keban ve Ergani madenlerinin tam ortasında kalan Harput’un önemi bu dönemde artmıştır. Aynı zamanda “Ma’âdin-i Hümâyûn” emini olarak atanan Diyarbekir valileri, idare merkezleri Diyarbekir olmasına rağmen, genellikle Harput’ta ikamet etmekteydiler. 20 Eylül 1845 tarihli bir fermandan anlaşıldığına göre Harput’a bağlı bütün kazalar ve Ma’âdin-i Hümâyûn’un bazı kazaları Diyarbekir Eyâleti’nden ifraz edilerek ayrı bir mutasarrıflık haline getirilmiş, ilk mutasarrıf olarak ta Ömer Faiz Paşa tayin edilmiştir. 1 Nisan 1846’da ilk kez yayınlanan devlet salnamesinde Eyâlet olarak geçen Harput, daha sonra yapılan idari düzenlemelerin ardından 1867 Vilayet Nizamnamesi ile “Mamûretü’l-Aziz” adıyla D. Bekir Vilayeti’ne bağlı bir “sancak” ve ardından 1877’de müstakil bir “vilayet” haline gelmiştir. Ma’âdin-i Hümâyûn hakkında bkz. Fahrettin Tızlak, Osmanlı Döneminde Keban-Ergani Yöresinde Madencilik (1775-1850), Ankara, 1997, s. 15-55. Harput’un idari yapılanması hakkında bkz. Ahmet Aksın, 19. Yüzyılda Harput, Elazığ, 1999, s. 50-76; “Elazığ”, Yurt Ansiklopedisi, s. 2499; M. Ali Ünal, “Harput”, DİA, s. 235; Besim Darkot, “Harput”, İ. A., C. 5, İstanbul, 1950, s. 296-299. 130 Bu konuda Bkz. Şerafettin Turan, “XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İdari Taksimatı”, Atatürk Üniversitesi 1961 Yıllığı (Ayrı Basım), Erzurum, 1961, s. 210-227; Fahameddin Başar, Osmanlı Eyâlet Tevcihâtı (1717-1730), Ankara, 1997; Erol Özvar, Osmanlı Maliyesinde Malikâne Uygulaması, İstanbul, 2003.
42
Eylül’ünde tamamlanmış ve ardından 1523, 1541131 ve 1566 yıllarında olmak üzere
toplam üç tahrir daha yapılmıştır.
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti, fethettiği yeni topraklarda ilk olarak tahrir
yapmakta ve bu tahrirler sonucunda o yöredeki tüm gelirler tespit edilerek, vergi
gelirleri şeklinde bazı yerlere tahsis edilmekteydi132. Bu gelirlerden bir kısmı hâs,
zeâmet ve tımar olarak tevcih edilmekte, bir kısmı vakıf hissesi olarak vakıflara
bırakılmakta ve bir kısmı da havâss-ı hümâyûn adı ile merkeze alınmaktaydı133.
Ancak 1566 tarihinden sonra bir daha geniş çaplı bir tahririn yapılmadığı anlaşılıyor.
Bu arada 1566 tarihli tahrir, 19. yüzyılın ortalarına kadar yürürlükte kalmış ve bu
süre içerisinde meydana gelen değişiklikler, İcmâl Tahrir Defterine işlenmiştir134.
17. yüzyıl sicillerindeki tespitlere göre toprak ve vergiyle ilgili anlaşmazlıklar
için, 1566 tarihli tahrir defterine müracaat edilmekteydi135.
Tahrirler incelendiğinde Harput Sancağı’nın kendi içerisindeki idâri taksimatı
yapılırken, çoğu sancakta görülen yaygın uygulamaların aksine kaza bölünüşüne tâbi
tutulmayarak doğrudan nahiyelere ayrılması dikkat çekicidir. Bu uygulamanın
benzerlerini, bölgedeki diğer sancaklar üzerinde yapılmış tahrir çalışmalarından da
takip edebilmekteyiz. Görüldüğü kadarıyla bu şekilde bir taksimat uygulaması,
sadece Harput Sancağı’na has bir uygulama değildi. Örneğin kazalara ayrılmaksızın
131 Bu yıllarda Diyârbekir Eyâleti’ne tâbi bütün sancaklarda tahrir yapılmış ve Eyâlete bağlı bir çok sancak ve nahiye 947 (1540) yılı tahririni ihtiva eden ve Kuyûd-ı Kadîme Arşivi’nde TD 200 ismiyle kayıtlı olmasına karşın, Harput ve Çemişkezek Sancağı bu tahrirde geçmemektedir. Çemişkezek Sancağı’nın 1541 yılına ait Mufassal Tahrir Defteri Başbakanlık Arşivinde Tapu-Tahrir Defterleri tasnifinde 213 numarayla kayıtlıyken, muhtemelen Harput Sancağı da Çemişkezek Sancağı gibi ayrıca tahrir edilerek başka bir defter halinde tertip edilmiş olmalıdır. Çünkü 1540’lı yıllarda Harput Sancağı’nda da tahrir yapıldığı bazı Tımar Ruznâmçe ve Tımar Tevcih Defterlerinden anlaşılmaktadır. Bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 6. 132 Tahrir eminlerine padişah tarafından verilen beratda tahririn nasıl yapılacağı ayrıntılı biçimde anlatılmıştır. Bkz. Halil İnalcık, “Osmanlı’da İstatistik Metodu Kullanıldı mı?”, Osmanlı Devleti’nde Bilgi ve İstatistik, (Der. H. İnalcık, Ş. Pamuk), Ankara, 2000, s. 3 -7. 133 Bunlar arasında hasların “havâss-ı hümâyûn” ve “havâss-ı vüzerâ ve ûmerâ” şeklinde iki türü bulunmaktadır. “Havâss-ı Hümâyûn” sultana ait olmasıyla diğer kategorilerden ayrılmaktadır. En zengin ve en güvenilir gelir kaynakları, sultan için bu kategoride toplanmıştır. Bkz. Fatma Acun, “Klasik Dönem Eyâlet İdare Tarzı Olarak Timar Sistemi ve Uygulaması”, Türkler, C. 9, Ankara, 2002, s. 902. 134Harput ile ilgili Başbakanlık Arşivi’nde Maliyeden Müdevver Defterler tasnifinde 3038 numarayla kayıtlı ve 1056 / 1646 tarihli bir defter daha tespit edilmiş olup, bu defter Diyarbekir eyâletine tâbi Harput Kazası’nın sâbık Diyarbekir Defterdarı Muhammed Efendi ile eski Ruznâmçeci İbrahim tarafından “avârızhâneleri” nin tespiti için yapılmış bir tahrir defteridir. Defter hakkında bilgi için bkz. M. Ali Ünal, “1646 (1056) Tarihli Harput Kazâsı Avârız Defteri”, Tarih İncelemeleri Dergisi, C. XII, İzmir, 1997, s. 9-75 135 Mesela 1664’lere doğru gelindiğinde, aradan yaklaşık yüz senelik bir zaman geçmesine rağmen, 1566 tarihli defterden hâlâ “defter-i cedîd-i hakanî” diye bahsedilmektedir. HŞS 350: 72-3
43
sadece nahiye esaslı bir taksimat 1516-1518 tarihli tahrirlerde Erzincan-Bayburd
Vilayeti’ne bağlı Kemah Sancağı için de söz konusudur. Mesela, aynı tarihte Kemah
Sancağı doğrudan 10 nahiyeye ayrılmıştır136. Yine Harput Sancağı’nın kuzeyinde yer
alan Çemişgezek Sancağı da, Doğu Anadolu’daki bir çok sancak gibi tek bir kazadan
ibarettir137. Aynı durum Erzurum Beylerbeyliği’ne tâbi bazı sancakların (Örneğin
Pasin Sancağı) tahririnde de görülmektedir. Bu tahrirde de yine nahiyeler esas
alındığından, sancağın kaç kazaya ayrıldığı tespit edilememektedir138. Benzeri bir
uygulama, Kütahya Sancağı’nda görülüyor. Örneğin Sancağa ait 1571 tarihli tahrir
defterinde sancağı oluşturan birimler, yine nahiye olarak kaydedilmiştir. Büyük
ihtimalle bu uygulama, sancağı teşkil eden ve içinde kadının bulunduğu bir kazanın
merkezliğinde ve ismiyle oluşan bir nahiyeler bütünü ifade etmekteydi139.
Örneklerden anlaşılacağı gibi, kimi sancakların kazalara ayrılmadan doğrudan
nahiye esaslı bir taksimata tâbi tutulmaları, nahiye kavramına yüklenen anlamla ilgili
olsa gerektir. Dolayısıyla nahiye kelimesinin anlamı üzerinde durmak istiyoruz.
Nahiye tâbirinin birbirinden çok farklı coğrafi-idarî birimler için kullanıldığı
bilinmektedir140. Sicillerde ifade ettiği anlama göre nahiyeler, genellikle sancakta
136Yazar eserende nahiye ile aynı zamanda bölge-cihet manalarının kastedildiğini ifade etmektedir. İsmet Miroğlu, Kemah Sancağı ve Erzincan Kazası (1520-1566), Ankara, 1990, s. 20-21. 137 Nahiye kavramının yine burada idari bir terim olarak belirli köyler ve mezralar gurubunu anlatmak için kullanıldığı, her hangi bir nâiblik bölgesine delalet etmediği belirtilmektedir. M. Ali Ünal, XVI. Yüzyılda Çemişgezek Sancağı, Ankara, 1999, s. 26. 138 Bkz. Dündar Aydın, Erzurum Beylerbeyliği ve Teşkilatı (1535-1566), Ankara, 1998, s. 250. 139 Turan Gökçe, XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Lâzıkıyye (Denizli) Kazâsı, Ankara, 2000, s. 48. 140 Bkz. Tayyib Gökbilgin, “Nahiye”, İ.A.,C. 9, İstanbul, 1964, s. 36-39. Osmanlı idari teşkilatında değişik anlamlarda kullanılan nâhiye kelimesi, en küçük idâri ünite olarak daimî ve sınırlanmış bir bölgeyi ifade etmek için kullanıldığı gibi ( bkz. Nejat Göyünç, XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı, Ankara, 1991, s. 38), XVI. yüzyılda bir livâ (sancak)’nın, muayyen bir şehir veya büyükçe meskûn bir yer ile bunların etrafındaki bölgeleri işaret eden divan, cemâ’at ve vilâyet kelimeleri yerine de kullanılmıştır. Mesela, 1455 yılına ait tahrirlerde Tokat, Sivas, Zile, Artukâbâd ve Turhal birer nâhiye olarak gösterilmekte ve Kazâbâd, Tokat nâhiyesine bağlı bir divan; bu günkü Hafik ilçesi ise, Sivas nâhiyesine bağlı bir vilâyet olarak tahrir kaydedilmiştir. Tayyib Gökbilgin, “Nahiye”, İ.A.,C. 9, İstanbul, 1964, s. 37. Nahiyede daha çok coğrafi birliktelik ön plandadır. Türkiye Selçukluları’nda nâhiyenin bir terim manası görülmezken, kaynaklarda (şehirlerin dışı, çevresi) kastedilmektedir. Nahiyenin doğrudan idari teşkilata ait terim manası olmamakla birlikte, Türkiye Selçukluları’nın “vilayet”i sonradan Osmanlı tahrirlerinde “nahiye” olarak ifade edilmiştir. Nahiye bu yönü ile XVI. yüzyıl sonlarına kadar, sancağın alt birimi olarak kabul edilebilir. Ancak XVI. yüzyıl sonlarından itibaren nahiyenin üzerine hukuki bir anlamı olan kaza geçmiştir. Bir başka deyişle, nahiyeler arasında kadının bulunduğu nahiye, ötekilerin üzerinde kabul edilmiştir. Ancak bu özelliği Selçuklu devrinden hatırası olmayan yerlerde tespit edip uygulamak kolay olmuşsa da, iç ve doğu kısımlarda bazen kargaşalık görülmektedir. Nahiyenin doğrudan sancağın değil, artık kazanın alt birimi olması, XVII. yüzyıldan sonra yaygınlaşmıştır. Ayrıntı için bkz. Tuncer Baykara, Anadolu’nun Tarihî Coğrafyasına Giriş I, Ankara, 1988, s. 33. Ayrıca XV. yüzyılda nâhiye kelimesinin tek başına kullanıldığı zaman, birkaç divan veya bölükten oluşan bir bölgeyi ifade ettiği, bazı durumlarda ise tek bir divan veya bölükten oluşan bir nâiblik bölgesine delâlet etmiş olabileceği, ya da idari bir bölgeyi belirlemek için
44
tımar sisteminin uygulandığı alanlar ile kaza dairesi içinde, kadının tayin ettiği bir
nâibin bulunduğu bölgenin adı olarak geçmektedir141. Ancak kullandığımız sicillerde
ifade ettiği anlam bakımından nahiye, bir yandan kaza olarak geçen coğrafî-idarî
bölgeye (ana nahiye) tekâbül ederken (Harput nahiyesi gibi), öte yandan da bu
bölgeyi oluşturan daha küçük nahiyelerin her birisi için kullanılmaktadır142.
Dolayısıyla Harput Sancağı’nda nahiye tâbirinin genel olarak, coğrafi farklılıkların
belirlediği farklı özellikteki bölgeleri ifade ettiği söylenebilir. Örneğin Uluâbâd,
Kuzâbâd ve Hersini nahiyeleri aynı isimle anılan ova ve bölgelerin kapladığı alanları
ifade etmektedir. İdarî ve mâli bir terim olarak kullanıldığında ise, nahiye tâbiriyle
söz konusu bölgelerdeki köy ve mezralar kastedilmektedir. Bu özellik, sicillerdeki
avârız cinsi vergilerin nahiyelere ve köylere taksiminde daha açık görülmektedir143.
Ayrıca bilinmektedir ki bir kadının idarî ve kazaî bölgesi olan kazalara tâbi
köyler bazen nahiyeler halinde gruplandırılarak, buralara adlî ve mahalli işlerini
yerinde yürütmek üzere bu kazanın kadısı tarafından kendi adına nâibler tayin
edilmekteydi144. Elimizdeki belgelerden anlaşıldığı kadarıyla, Harput Sancağı’nda bu
nâibler daimî statüde olmayıp, genellikle keşif amaçlı gönderilmekteydiler. Nâib
tayini ile ilgili Harput şer’iye sicillerinde pek çok örnek bulunmaktadır145.
Harput Sancağı’ndaki nahiyelerin kaza açısından sicillerde ifade ettiği anlama
göre, yani tımar sisteminin uygulandığı alanlar ile kaza dairesi içinde kadının tayin
ettiği bir nâibin bulunduğu bölge olarak düşünülmesi durumunda bile, sancakta
bulunan nahiyelerin her hangi bir idarecisinin (örfî-kazaî) bulunduğuna veya bunların
kimliklerine dâir incelediğimiz sicillerde düzenli bilgiler yoktur146. Dolayısıyla
elimizdeki belgelerden tek kazadan müteşekkil olduğu anlaşılan Harput Sancağı’nın,
gerçekte birden daha mı fazla kaza dairesinden meydana geldiği, yahut böyle bir tabii çevreden hareketle ortaya konulmuş bir tâbir olabileceği ifade edilmektedir. Bkz. Bahaeddin Yediyıldız, Ordu Kazası Sosyal Tarihi, Ankara, 1985, s. 44. Bu kavramların anlamları ve Anadolu’nun idari teşkilatlanmasındaki fonksiyonları hakkında bkz. Tuncer Baykara, a.g.e., s.29-32. 141 Özer Ergenç, Osmanlı Klasik Dönemi Kent Tarihçiliğine Katkı; XVI. Yüzyılda Ankara ve Konya, Ankara, 1995, s. 183 142 Ana ve bağlı nahiye terimleriyle ilgili geniş bilgi için bkz. Mehmet Öz, XV-XVI. Yüzyıllarda Canik Sancağı, Ankara, 1999, s. 28-29. 143 HŞS 361: 424, 414, 531; HŞS 391 : 304, 305, 310; HŞS 382 : 465, 466; HŞS 388 : 253, 291. 144 M. Tayyib Gökbilgin, a.g.m., s. 38. 145 Bu konu üzerinde ileriki bölümlerde durulacaktır. Örnek için bkz. HŞS 362: 271; HŞS 391 : 58. 146 Oysa bazı sancaklarda bu durum, oldukça belirgindir. Örneğin, Ankara Sancağı’nın tımar nahiyeleri (Subaşılık mıntıkaları) ve kazâ daireleri şeklindeki idarî taksimatı için bkz. Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 62-63.
45
ayrımın yapılıp yapılmadığı veya kaç subaşılık mıntıkasına ayrıldığı v.s. hakkında şu
aşamada yapılan tespitlerin, elimizdeki belge gurubuna dayalı olarak yapıldığını
belirtmek gerekir. Ancak uygulamalardan görüldüğü kadarıyla, sancağın tek bir
kazadan ibaret olduğu kuvvetle muhtemeldir. Sancaktaki yakın ve uzak tüm köylerin
davalarının Harput şehrinde görülmesi de bu görüşümüzü desteklemektedir.
Sancağı oluşturan nahiyeler ile buralara bağlı köylerin sayısına bakıldığında
Harput Sancağı’nın orta büyüklükte bir sancak olduğu söylenebilir. Yapılan ilk
tahrirler ile 17. yüzyılın ikinci yarısına ait sicillerden tespit edebildiğimiz bu
nahiyelerin isimlerini ve dolayısıyla sayılarını bir tablo üzerinde karşılaştırabiliriz.
TD-1518 Harput Nahiyesi, Ebutâhir Nahiyesi, Gölcük-i Süflâ Nahiyesi, Gölcük-i Ulyâ
Nahiyesi, Hersini Nahiyesi.
TD-1523 - 1566 Kuzâbâd Nahiyesi, Uluâbâd Nahiyesi, Ebutâhir Nahiyesi, Gölcük-i Süflâ Nahiyesi,
Behrimâz Nahiyesi, Sarıkamış Nahiyesi, Hersini Nahiyesi.
Avârız Defteri
1646 Uluâbâd Nahiyesi, Kuzâbâd Nahiyesi, Behrimâz Nahiyesi.
Şer’iye Sicili
1662-1693
(Arası 3 Defter)
Harput Nahiyesi, Ebutâhir Nahiyesi147, Mürüdü Nahiyesi, Ortak Nahiyesi, Pincirik
Nahiyesi, Şüşnaz Nahiyesi, Danişmend Nahiyesi, Kuzâbâd Nahiyesi, Obuz Nahiyesi,
Ozan Nahiyesi, Behrimâz Nahiyesi, Uluâbâd Nahiyesi, Göllübağ Nahiyesi, Sarıkamış
Nahiyesi, Cip Nahiyesi, Adedi Nahiyesi.
Tablo 7 : Harput Sancağı’na Bağlı Nahiyeler
Yukarıdaki tablodan aynı zamanda klasik dönem ile 17. yüzyılın ikinci yarısı
arasında geçen sürede, nahiye sayısı bazında sancakta yaşanan değişiklikleri de takip
edebilmekteyiz. Bu konu üzerinde ileride durulacaktır.
Görüldüğü gibi sancak, 1518 tarihli ilk tahrirde 5 nahiyeye ayrılmıştır. Bu
tarihte Harput Nahiyesi, sancağın en geniş alanlı nahiyesi idi ve nahiyeye bağlı 103
köy bulunmaktaydı. Sancağın kapladığı alan ise, neredeyse bugünkü Elazığ merkez
ilçe sınırlarına denk gelmekteydi148.
Sancağı meydana getiren nahiyelerin coğrafî dağılışlarına kısaca değinmek
gerekirse Ebutâhir Nahiyesi sancağın güneyinde, Hazar Gölü’nün güneybatısında ve
147Ebutâhir nahiyesi bu tarihlerde kimi zaman Çüngüş Kazası’na bağlı nahiyeler arasında geçmektedir. İleride bu konuda bilgi verilecektir. 148Nahiyeler hakkında tahrirlere ait bilgilerimiz genel olarak M. Ali Ünal’ın Harput Sancağı ile Mesut Elibüyük’ün “Türkiye’nin Tarihi Coğrafyası Bakımından Önemli Bir Kaynak, Mufassal Defterler”, Coğrafya Araştırmaları, C. I, S. 2, Ankara, 1990 isimli çalışmalarına dayanmaktadır.
46
Fırat Nehrinin kuzeyinde yer alıyordu. Nahiyenin bulunduğu mevkiinin merkez
nahiyeye uzaklığı, hububat tarımına elverişsiz engebeli bir zemininin olması, bu
nahiyeyi sancağa bağlı diğer nahiyelerden farklı kılmıştır. Örneğin bu nahiyenin ayrı
bir kanunnamesi bulunmakta ve farklı vergi oranı uygulanmaktaydı149. Klasik
dönemde nahiye gelirlerinin tasarrufu, Eğil ve Çermik sancak beylerine tahsis
edilmişti150. Gölcük-i Ulyâ ve Gölcük-i Süflâ Nahiyeleri ise, Hazar (Gölcük)
Gölü’nün güney, doğu ve güneybatı kesimini içine almaktaydı. Hersini Nahiyesi,
Hasandağı ve Bulutlu Dağları ile Hankendi ve Baskil ilçe merkezini içine alan çukur
alanları kapsamaktaydı.
1523 tarihli tahrirde Harput Sancağı’nın nahiye sayısı 7’e yükselmiştir. Bu
sayı 1566 tarihli son tahrirde de aynıdır. 1523-66 tahrirlerinde Kuzâbâd ve Uluâbâd
Nahiyeleri, sancağın en büyük nahiyesi durumundaki Harput Nahiyesinin, iki ayrı
nahiye haline getirilmesiyle oluşturulmuştur. Buna göre Kuzâbâd Nahiyesi, güneyde
Ebutâhir Nahiyesi sınırından başlayarak, kuzeydeki Kuzova’ya doğru genişlemekte
ve bu havzanın tamamıyla Harput’un kuzeyinde Murat Irmağı’na kadar devam eden
platoyu içine almaktaydı. Sancağa bağlı ikinci büyüklükte bir nahiye olan Uluâbâd
Nahiyesi ise, genel olarak bu günkü Elazığ Ovası ve Uluova gibi verimli topraklar ile
onun kuzey ve güneyinde bulunan yamaçları da içine alan bir sahayı
kapsamaktaydı151. Havâss-ı Humâyûn’a tâbi köylerin tamamına yakını, bu iki nahiye
içerisinde yer almaktaydı.
Gölcük Nahiyesi, önceki tahrirdeki Gölcük-i Süflâ nahiyesine karşılık
gelmekte ve Hazar Gölü’nün batısında Kürk suyunun su toplama havzasına eşdeğer
bir alanı kapsamaktaydı. Yine Behrimâz Nahiyesi, Hazarbaba Dağı’nın güneyindeki
Behrimaz Ovası ile Hazar Gölü’nün doğusunda bulunan sahayı içine almaktaydı. 1491523’te bu kanunnâme kaldırılıp sancak genelinde Harput Kanunnâmesi yürürlüğe konmuştur. Bilindiği gibi Osmanlı Devleti, ülkenin tamamına şâmil bir vergi politikası tespit etmemiş, imparatorluğa yeni katılan her bölgenin iktisadi, içtimai, iklim v.s. şartlarını dikkate alarak kimi yerlerde ayrı ayrı vergi kanunnâmeleri düzenlemiştir. Hatta bazı yerlerde, o yerin daha önceki hakimleri tarafından tertiplenmiş vergi mükellefiyetleri ile ilgili düzenlemeleri aynen korunmuş, daha sonra bölgede Osmanlı hakimiyeti iyice pekişince, tedricen Osmanlı kanunları uygulanmaya başlanmıştır. Bkz. Şinasi Altundağ, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Vergi Sistemi Hakkında Kısa Bir Araştırma”, DTCFD, C. V, S. 2, Ankara, 1947, s. 189. Çaldıran Zaferi’ni takip eden yıllarda Osmanlı hakimiyetine giren Harput’ta da, bu kurala riâyet edilerek, Safevilerden önce bu bölgede hüküm sürmüş, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’a ait kanunlar, 1518 yılında tamamlanmış olan tahrirde pek az değişiklikle muhafaza edilmiştir. Defterin 661. sayfasında yer alan Ebutâhir nahiyesi kanunnâmesinde de, Uzun Hasan Bey’e ait kanunlar mer’i kılınmıştır. Bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 117-118. 150 Bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 194. 151 Nahiyelere bağlı köy ve mezraların isimleri için bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 232-239.
47
Gölcük-i Ulyâ Nahiyesi ise ikiye ayrılarak Sarıkamış ve Behrimaz Nahiyeleri
oluşturulmuştu. Bunlardan Sarıkamış Nahiyesi sancağın en küçük nahiyesiydi ve
Hazar Gölü’nün doğusundan Murat Irmağı’na kadar olan kısmı içine alıyordu152. Bu
tarihte nahiye aynı zamanda Palu ve Ergani Sancakları’na sınırdır. Ebutâhir ve
Hersini Nahiyelerinin durumlarında ise bir değişiklik görülmemektedir.
Anlatılanları özetlersek; 1518’de Harput Sancağı’nın nahiye sayısı 5 iken,
1523 ve 1566 tahrirlerinde 7’ye yükselmiştir. Bu 7 nahiyenin 4’ü 1518’de olmasına
rağmen, Gölcük-i Ulyâ Nahiyesi bu tahrirlerde zikredilmemiştir. Yeni nahiyeler
olarak, Uluâbâd, Kuzâbâd, Behrimaz, Hersini ve Sarıkamış görülmektedir153. (Bkz.
Harita 1, s. 207)
Klasik dönem sonrası, örneğin 1646 tarihli avârız defterinden anlaşıldığına
göre ise, Harput Sancağı bu tarihte yalnızca Uluâbâd, Kuzâbâd ve Behrimâz adıyla 3
tımar nahiyesine ayrılmıştır154. Yaptığımız tespite göre sayıca az köyü bulunan diğer
nahiyeler de bu üç nahiye içerisinde yer almaktadır155. Mesela, daha önce Ebutâhir
Nahiyesine bağlı Cüğe karyesi, 1646 tarihli Avârız defterinde Behrimâz Nahiyesi
içinde yer alırken, aynı nahiyeye bağlı Yenice karyesi, Uluâbâd Nahiyesine bağlı
karyeler arasında geçmektedir.
17. yüzyılın sonlarına doğru sancağa bağlı nahiye sayısında yeniden bir artış
gözlenmektedir. Mesela tabloda da görüldüğü gibi, 1693 tarihinde sancağa bağlı
nahiye sayısı 16’ya kadar çıkmaktadır. Ancak bunun sancağa bağlı nahiyelerin kesin
rakamları olmadığı ve sadece sicillerden tespit edebildiklerimize göre belirlendiğini
ifade etmeliyiz.
Kullandığımız defterlerde geçen vergi kayıtlarından, incelenen tarihte nahiye
sayısı artmış olmasına rağmen avârız cinsinden her türlü verginin (hane ve miktar
olarak) sancağa bağlı karyelere bölüştürülmesinde, 1646 tarihinde isimleri geçen 3
152 Ayrıntı için bkz. Mesut Elibüyük, a.g.m., s.18-19 153 Osmanlıların fetih yıllarında, daha 16. yüzyılda Doğu Anadolu’da çok küçük alanları sancak itibar edilerek bazı kişilere verilmiştir. Bu küçük alanlı sancakların alt birimleri de çoğu zaman bulunmuyordu. Batıda geniş fakat doğuda küçük alanlı sancaklar vardı. Küçük alanlı sancaklar özellikle Doğu Anadolu’da bir hayli çoktu. 16. yüzyıl verileri olmakla birlikte vergi birimi, yani karye ve mezra sayısının azlığı Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki sancakların aslında olağan bir nahiye belki onlardan daha da küçük oldukların göstermektedir. Bkz. Kenan Ziya Taş, “Osmanlı Hakimiyetinde Güney-Doğu”, Dünü ve Bugünüyle Harput Sempozyumu (24-27 Eylül 1998), C. I, Elazığ, 1999, s. 172. 154 Defter hakkında bilgi için bkz. M. Ali Ünal, “1646 Tarihli Harput Kazası Avârız Defteri”, Tarih İncelemeleri Dergisi, C. XII, İzmir, 1997, s. 9-74. 155 HŞS 391 : 305.
48
nahiyenin esas alındığı görülmektedir. Örneğin, 4 Muharrem 1083/ 2 Mayıs 1672
tarihli kayıtta, Leh Seferi için esnafa ve karyelere isabet eden vergi miktarları156,
yine 14 Şevval 1104/ 18 Haziran 1693 tarihli avârız listesinde gördüğümüz üzere
verginin köylere göre taksîmatı Uluâbâd, Kuzâbâd ve Behrimâz nahiyeleri esas
alınarak belirlenmektedir157. Bu taksimat 18. yüzyıl boyunca158 ve hatta 19. yüzyılın
ilk yarısına kadar (Örneğin, C.E. 1229/ Mayıs 1814 tarihli belgede Harput kazasına
isabet eden bedel-i sürsât mâlı için toplanan 1185 gurûş) 159, gene bu üç nahiye
esasına göre yapılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, nahiyenin aynı zamanda malî ve
istatistikî bir nitelik taşıdığını söyleyebiliriz.
İncelenen dönemde 17. yüzyılın ortalarından itibaren nahiye sayısındaki bu
artışın yanında, yine bu tarihte önceden sancağa bağlı Ebutâhir Nahiyesi’nin bir
başka kazaya bağlanmış olduğunu görmekteyiz. Örneğin, Evâsıt-ı R.E. 1104/ Kasım
1692 tarihli ve eşkıya baskınının söz konusu edildiği bir hüccette Ebutahir Nahiyesi,
Çüngüş Kazası’na bağlı bir nahiye olarak geçmektedir160. Bunun dışında Evâil-i
R.A 1104/Aralık 1692 tarihli bir yeniçeri serdârı tayini mektubunda Harput ve
Ebutâhir kadılarına hitap edildiğine bakılırsa161Ebutâhir’in zamanla kaza olarak
ihdâs edilmiş olması muhtemeldir. Örneğin 1094/1683 tarihli bir belgede
Ebutâhir’den “Ebutâhir Kazası”162şeklinde bahsedilmekteyken daha ileri bir tarihte,
örneğin 9 Muharrem 1137/27 Eylül 1724 tarihli bir başka belgede yine aynı ifadelere
rastlanmaktadır163. 18. yüzyılın ortalarına gelindiğinde ise Ebutâhir Kazası’nı, Ergani
maden ocaklarının aynî ve nakdî ihtiyaçlarını görmekle yükümlü kazalar arasında
görmekteyiz164.
156 HŞS 362 : 401, 422, 506 v.d. 157 HŞS 391 : 304, 305. 158 HŞS 388 : 251, 299, 416, 424. 159 HŞS 398 : s.166 b. 310. 160 “kazâ-i Çüngüş’e tâbi Ebutâhir Nahiyesi’nde vâki”, HŞS 391 : 127.
161 HŞS 391 : 355. 162 HŞS 331 : 141. 163 “ ‘an-asl Ebutâhir kazasından olup hâliya Konya…”, HŞS 396 : 421. 164 Bkz. Fahrettin Tızlak, Osmanlı Döneminde Keban-Ergani Yöresinde Madencilik, s. 27.
49
Sancaktaki köylere gelince, bu köyleri bağlı oldukları nahiyelere göre tahrir
ve sicillerden tespit etmek mümkündür165. Sancağa bağlı köy sayısı hakkında bazen
farklı rakamlar verilse de166, 1518 tahririnde sancakta ortalama 164, 1523’te 180 ve
1566 tahririnde ise 186 köy ismi geçmektedir167. Avârız-hânelerin yeniden tespiti
için 1646 tarihinde yapılan ve yukarıda belirttiğimiz tahrirde bu sayı yaklaşık 125
civarındadır168. Sicillerde geçen çeşitli vergi kayıtlarından tespit ettiğimize göre ise
bu rakam, 1660-1700 tarihleri arasında havâss-ı hümâyûn ile zeâmet ve tımar
karyeleriyle birlikte (muâf karyeler hariç) yaklaşık 130-140 civarındadır169. Gerek
tahrirlerde ve gerekse de sicillerde az sayıda mezranın ismi geçmektedir. Ancak
yukarıda verilen bu sayıların da kesin rakamlar olmadığını ve sancağa bağlı köyler
üzerine tarh edilen vergi kayıtlarından tespit edilen rakamlar olduğunu belirtmeliyiz. 165 Bu konuda tevzi defterlerinden de yararlanmak mükündür. Harput Sancağı’na ait bu tip defterlerin varlığı hakkında bilgi sahibi değiliz ancak, genel olarak tevzi defterleri on sekizinci yüzyılın başlarından itibaren düzenlenmeye başlamıştır. Eyâletlerin mahalli masrafları için toplanacak vergiler, her bölgenin kadısı ve eşrafından kimseler ile birlikte tespit edilerek merkeze bildirilir ve gerekli kontrollerden sonra yürürlüğe girerdi. Bu vergiler yılda iki defa toplanmakta ve bunun için hazırlanan defterlere tevzi defterleri denilmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Midhat Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lûgatı, İstanbul, 1986, s. 337; Yücel Özkaya, XVIII. Yüzyılın Sonlarında Tevzî Defterlerinin Kontrolü”, Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, S. 1, Konya, 1982, s. 135-155. Ayrıca bu defterlerde gösterilen masraflar sicillerde olduğu gibi kazanın mahallelerine, nahiyelerine ve köylerine taksim edilmekte ve daha sonra da toplanması cihetine gidilmekteydi. Dolayısıyla bu kayıtlardan köylerin ve bağlı bulundukları nahiyelerin kaç haneden oluştuğunu tahmin etmek mümkün olabilmektedir. Bkz. Fatma Acun, “Şebinkarahisar ve Civarında Yerleşim Modelleri”, Giresun Tarihi Sempozyumu (24-25 Mayıs 1996), İstanbul, 1997, s. 140. 166 Örneğin 1567 tarihli Harput Sancağı’na ait mufassal tahrir defterinde, sancağa bağlı köy sayısı 191 olarak verilmektedir. Bkz. Mesut Elibüyük, a.g.m., s. 20-21; Ayrıca bizden önce aynı belge serilerini kullanılarak yapılmış bazı çalışmalarda, Harput sancağına bağlı köy sayısı 17. yüzyıl için 156 olarak verilmektedir. Bkz. Ahmet Aksın, a.g.e., s. 40-41. Yazar kitabına aldığı köylerin sayıların, bu konuda önceden yapılmış Erdinç Gülcü ile Bekir Koçlar’a ait iki yüksek lisans çalışmasına dayandırmaktadır. Bizim yaptığımız tespitler ile bu sayı arasındaki farkın sebebi, vergi kayıtlarının orijinalleri ile söz konusu çalışmada yer alan köy isimlerinin karşılaştırılması sonucu daha iyi anlaşılmaktadır. Listede kimi köy isimleri mükerrer olmakla birlikte (Daldik, Kürdamlik, Körpe gibi), sicilde ve ilgili yüksek lisans çalışmasında geçtiği halde bazı köylerin isimleri geçmemektedir (Sün, Sürsürü, Konakalmaz, Pincirik gibi). Ayrıca kimi yerlerde köyler ile mezraların birbirine karışması ya da kimi köylerin tamamen ortadan kalkmasının yanında bazı yeni köylerin kurulmuş olması da muhtemelen bu karışıklığa sebep olmuş olabilir. Gene yakından bakıldığında, bazı köylerin aynı listede olmak üzere hem H. Hümayûn hem de zeamet ve tımar karyeleri arasında ve farklı nahiyelere bağlı olarak mükerrer kayıtlı olduğu görülmektedir. Mesela, Kürdamlik ve Miyadun karyeleri aynı tarihte hem Kuzabâd hem de Uluabâd nahiyeleri içerisinde tekrar yazılmışken, Miyadun karyesi ilk yazılışında 1,5 avârız-hânesiyle H. Hümayûn karyesi, ikinci yazılışında 0,75 avârız-hânesiyle zeamet-tımar karyeleri içerisinde verilmiştir. Aynı şekilde Kürdamlik karyesi 1 hane ve 1 rub’ ile Uluabâd, 1 hane 3 rub’ ile Kuzabâd Nahiyesine bağlı köyler arasında gösterilmektedir. Bkz. HŞS 391 : 304, 438; HŞS 362 : 305, 400, 506, 524. 167 Sancağa bağlı bu köyler ile mezraların isimleri için bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 67,77- 84 ; HŞS 391 : 414, 438; HŞS 362 : 305, 400, 506, 524. 168 M. Ali Ünal, “1646 Tarihli Harput Kazâsı Avârız Defteri”, Tarih İncelemeleri, S. 12, İzmir, 1997, s. 9-75. 169 HŞS 391 : 438; HŞS 362 : 400, 506, 524.
50
Sonuçta 16. yüzyıla kıyasla sancağa bağlı köy sayılarında 17. yüzyılın ortalarına
doğru bir azalma görülmektedir.
Bu köylerin sayılarını çevre sancaklarla karşılaştırdığımızda, Harput
Sancağı’nın diğerlerine oranla daha küçük ve dolayısıyla daha dar bir coğrafya ile
sınırlı olduğu anlaşılıyor. Örneğin, 1560 tarihli Malatya Sancağı’na ait tahrirlerde
672 köy ve 1407 mezra kayıtlıyken; 1563 tarihli Maraş defterinde 869 köy ve 917
mezra kayıtlıdır170. Her üç sancaktaki köy ve mezra sayılarının birbirinden çok farklı
olması, şüphesiz her sancağın coğrafi özellikleriyle yakından ilgilidir. Bu durumda
Harput Sancağı’nda köy ve mezra sayıları arasında örneklere nazaran büyük farkların
olmaması171, sancağın yüzey şekillerine, iklimine, su durumuna, topraklarının
verimliliğine, bitki örtüsüne ve ulaşım koşullarına bağlı bir durum olsa gerektir172.
İşte yukarıda belirtilen nahiye ve sâir yerleşim birimleri hangi boyutlarda
olursa olsunlar, yönetim açısından belirli bir bütünlük göstermek durumundaydılar.
Bu bütünlüğün oluşturulabilmesi için göz önünde bulundurulan önemli
hususlardan birisi, sancak ve kaza sınırları içinde kalan mekânın en uzak noktalarına
kadar makûl bir zamanda ve makûl imkânlarla ulaşılabilirliğinin sağlanmasıydı.
Yani ulaşılabilirlik, taşra yönetim birimlerinin oluşmasının en temel özelliğiydi. Bu
da iki boyutluydu.
Birincisi yönetim biriminin kapladığı alan içinde ulaşılabilirlik; ikincisi, bu
yönetim biriminin diğer birimlere ve nihayette pâyitahta ulaşılabilirliğiydi173. Bunun
170 Mesut Elibüyük, a.g.m., s. 20-21. 1711566 tarihinde Harput sancağının mezra sayısı, 86’dır. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 94-99. 172Söz konusu sancaklardaki yerleşmelerinin sayısal dağılımı ile yer yüzü şekillerinin bu yerleşmelerdeki etkilerini mukayese için bkz. Mesut Elibüyük, a.g.m., s. 11-42. Harput sancağının içinde bulunduğu alan platolar, havzalar ve ovalardan müteşekkildir. Hazarbaba Dağı’nın güneyindeki Behrimaz Ovası, kuzeyindeki Hazar Gölü depresyonu, onun kuzeyindeki Uluova ve Elazığ Ovası güneybatı-kuzeydoğu uzanışlı çukur ve sulak alanlardır. Bkz. Erdoğan Akkan, “Elazığ ve Keban Barajı Çevresinde Coğrafya Araştırmaları”, Coğrafya Araştırmaları Dergisi, S. 1-2, Ankara, 1972, s. 175-214. Ayrıca civardaki sancak ve kazalar ile karşılaştırıldığında (örneğin Sivas, Amasya, Tokat, Malatya), buralarda görülen “Malikâne-divanî” sistemi (iki baştan tasarruf) uygulamasının aksine, Harput sancağı dahilinde bulunan köylerin tamamı dirlik olarak (has, zeamet ve tımar şeklinde) tevcih edilmiştir. Diyarbekir Eyâleti’nde de “malikâne-divanî” ya da “iki baştan tasarruf” denilen ve her köyün biri malikânesine biri de divânisîne tasarruf eden iki sahibinin bulunduğu, köylünün yetiştirdiği mahsulden “malikâne hissesi” olarak “toprak sahibine”, “divanî hissesi” olarak da “sipahiye” vergi verdiği bu sistem, Karaman Eyâleti’nde olduğu gibi bölgenin Osmanlı hakimiyetine geçmesiyle birlikte ilga edilmiş ve ekseri köylerin doğrudan doğruya tımara tasarruf edilmesi uygulamasına geçilmiştir. Ö.L.Barkan, “Türk-İslâm Toprak Hukuku Tatbikatının Osmanlı İmparatorluğu’nda Aldığı Şekiller I, Mâlikâne-Divânî Sistemi”, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuâsı, C. 2, İstanbul, 1939, s. 141 v.d. 173 İstanbul, deniz yollarının olduğu kadar kervan yollarının da son ulaşım noktası idi. 17. yüzyıl ortalarında her yıl İstanbul’a İran’dan altı ile on arasında, Basra’dan iki, Halep’ten üç ya da dört
51
için Osmanlı kânunnâmeleri, ulaşılabilirliğin somutlaştırılması amacıyla “mesâfe”
tâbirini kullanmış ve bunu da diğer bütün değerlendirmelerde olduğu gibi üç grup
içinde açıklamıştır.
Bu mesafeler ifade edilirken en yakın ulaşılabilirlik için karîb, daha geniş bir
alanın bağlantısı için evsât, uzak alanlar için ise baîd sıfatları kullanılırdı174. Bu
durumda “mesâfe-i karîb”, “mesâfe-i evsât” ve “mesâfe-i baîd” tâbirlerinden
birincisi kaza alanı, ikincisi sancak içi alan ve üçüncüsü de sancak ve kaza dışındaki
ilişkiler için kullanılan tâbirlerdi175.
Genellikle karîb mesafe, at veya diğer bir hayvanın âdetâ denilen normal bir
yürüyüşüyle kat edilebilecek bir mesafedir. Eğer çeşitli sebeplerle gün ışığında
seyahatte ulaşılamayacak bir mesafe birimin içine alınmışsa kervansaray, han, menzil
gibi ara kurumlarla ulaşılabilirliğin rasyonelliği sağlanmıştı176. İkinci mesafe, sancak
içinde sözünü ettiğimiz ara kurumlarla makûl zamanda yapılan seyahatlerin
değerlendirme ifadesidir. Baîd mesafe ise, deniz ve kara yolu ile uzun zaman alan ve
çoğu kez hayvan değişimini gerektiren mesafeydi. Kânunnâmeler bunları örneklerle
belirlemiştir. Örneğin, memâlik-î mâhrûsenin sınır bölgeleri baîd, sancaklar arası
evsât, kazalardaki mesâfeler ise karîb olarak değerlendirilmiştir.
Bu faktörler, birimlerin oluşumunun anlaşılmasında bu açıdan anlamlıdırlar.
Şöyle ki, devlet reâyâya ulaşabilmek için önce oluşturduğu birim içerisindeki
ulaşılabilirliği, sonra bunların çevresi ve merkez ile bağlantılarını düşünmüş ve
dolayısıyla önemli bir yol ağı kurmuştur177. Bu ağ, memâlik-i mâhrûsenin iki
kervan gelirdi. İstanbul’dan ise her üç ayda bir İran ve Orta Asya’ya kervanlar kalkardı. Ayrıca yine İstanbul’a Dubrovnik’ten yılda bir, Polonya’dan ayda bir, İzmir’den de her sekiz günde bir kervan çıkardı. Bkz. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300-1600), (Çev. Ruşen Sezer), İstanbul, 2003, s. 152. 174 HŞS 331 : 643. 175 HŞS 368 : 412. 176Geleneksel Ortadoğu imparatorluklarında ticaret ve tarımın gelişmesinin hükümdârın hazinesini zenginleştireceği düşüncesiyle devlet kanal, bent, yol ve kervansarayların yapımı ve bakımı gibi bayındırlık işlerini üstlenirdi. Büyük İslam tarihçisi Tâberi’ye (Ö. 923) göre Sasânîler, kasaba, köy, yol ve köprü yapmayı hükümdârın en temel ödevleri arasında sayarlardı. İslâmiyet döneminde de bu geleneğin yerini, dini ve hayırlı bir davranış olarak vakıf-imâret geleneği aldı. Ortadoğu geleneğine uyan Osmanlılar da Bursa, Edirne ve İstanbul gibi başkentlerini; nüfuslarını çoğaltarak ve ticaret merkezleri olarak gelişmeleri için devlet büyüklerine temlikler yaparak, alt yapıyı geliştirerek, büyük kentlere dönüştürmek istemişlerdir. İstanbul bunun iyi bir örneğidir. Bkz. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ, s. 146 177Konstantin Jireček 1877 tarihli kitabında, Osmanlı topraklarındaki ulaşım hakkında Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından beri hiçbir Avrupa devletinin yol sistemine bu denli özen göstermemiş olduğunu yazmaktadır. Bkz. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ içinde, s.152.
52
cânibinde üç kol halinde düşünülmüştür178. İstanbul’dan başlayan ve devletin Avrupa
toprakları üzerinde ilerleyen üç kol, Rumeli cânibinin sağ-orta ve sol kolları;
Anadolu cânibinde de aynı biçimde ve aynı adlarla anılarak sınır bölgelerine kadar
uzardı. Anadolu’daki sağ kol, Üsküdar-Gebze-Eskişehir-Akşehir-Konya-Adana-
Antakya-Halep ve Şam üzerinden Mekke ve Medine’ye; orta kol, Üsküdar, Gebze,
İznik, Sapanca, Geyve, Hendek, Tosya, Ayaş, Hacı Hamza, Osmancık, Merzifon,
Amasya, Turhal, Tokat, Sivas, Kangal, Malatya, Harput, Diyarbekir, Nusaybin,
Musul ve Kerkük güzergâhını izleyerek Bağdat’a; sol kol, orta kolla Merzifon’a
kadar aynı güzergâhı takip ederek buradan Ladik, Niksar, Karahisar-ı Şarkî, Kelkit,
Aşkale ve Erzurum yoluyla Hasankale üzerinden bir kol Kars, diğer bir kol da
Tebriz’e ulaşırdı179. (Bkz. Harita 2, s. 208)
Bu kol tâbiri öylesine yerleşmişti ki, taşra yönetim birimleri mekânlarda bu
kollara göre tanımlanırdı180. Mesela “Anadolu cânibinde orta kolun yemîn ve
yesârında olan bûldân” denildiğinde, nerelerin kastedildiği anlaşılırdı. Sicillerdeki
ferman sûretlerinde bu tarz tabirlere sıkça rastlamaktayız. Örneğin “Anadolu’nun
orta kolunda vâki’ olan kadılar zîde fazlihû” 181 yahut daha açık olarak “Edirne’den
178 Anadolu’daki Osmanlı yol ağının tarihsel olarak incelenmesi Taeschner’in, Evliya Çelebi ve Kâtip Çelebi’nin eserlerine ve 16. ve 17. yüzyıl Osmanlı vekâyinâmelerinde aktarılan bazı sefer güncelerine dayanan çalışmasıyla başlamıştır. Faroqhi’ye göre, Kâtip Çelebi ve arkadaşlarının 17. yüzyılda derledikleri Cihânnûmâ’da yer alan ve Anadolu kentlerini gösteren harita, döneminin yol ağını ancak dolaylı bir biçimde yansıtmaktadır. Üstelik son altmış yılı aşkın süre içerisinde Osmanlı yol sistemi ile ilgili yeni kaynakların bulunması sebebiyle başta Taeschner’in 1935’te yazdığı kitabının (F. Taeschner, “Das Hauptwerk der geographischen Literatur Osmanen, Kâtip Çelebi’s Ĝihannuma”, Imago Mundi, 44/7), köklü bir biçimde gözden geçirilmesi gerekmektedir. Ayrıca H. Sahillioğlu, H. G. Yurdaydın ve L. Güçer gibi Türk tarihçileri ile bazı yabancı tarihçilerin çalışmalarında ortaya koydukları bilgilerin, Osmanlı ülkesinde kullanılan sefer yolları, kervan yolları, ulâkların izledikleri yollar, yabancı seyyahların kullanmış oldukları v.s. yollar ile ilgili olarak ne gibi yeni bilgilere ulaşmamıza imkân sağladıklarını tartışmaktadır. Suraiya Faroqhi, Osmanlı’da Kentler ve Kentliler, (Çev. N. Kalaycıoğlu), 3. Baskı, İstanbul, 2000, s. 76-80. Ayrıca, Orhonlu’nun derbendlere ilişkin çalışmasında, Balkanlar’dan ve Anadolu’dan geçen ana karayollarını gösteren bir harita bulunmaktadır. Bkz. Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Derbend Teşkilâtı, İstanbul, 1967. Bkz. Yusuf Halaçoğlu, Osmanlılar’da Ulaşım ve Haberleşme (Menziller), Ankara, 2002. 179 Anadolu ve Rumeli’deki ana yol güzergâhları ve menzil noktaları hakkında bkz. Yusuf Halaçoğlu, a.g.e, s.51-138; İsmet Miroğlu, “Osmanlı Yol Sistemine Dair”, İ.Ü. Tarih Enstitüsü Dergisi, 15, İstanbul, 1997, s.241-252; M. Hüdai Şentürk, “Osmanlı Devleti’nin Ulaşım Teşkilatı ve Yol Sistemine Genel Bir Bakış”, Türkler, (Ed. H.Celal Güzel, Kemal Çiçek v.d), C. 10, Ankara, 2002, s.906-909. 180 Kollar ve menzilhâneler ile ilgili bkz. Rıza Bozkurt, Osmanlı İmparatorluğu’nda Kollar, Ulâk ve İaşe Menzilleri, Ankara, 1976; Colin Heywood, “Osmanlı Döneminde Via Egnatia: 17.Yüzyıl Sonu ve 18. Yüzyıl Başlarında Sol Koldaki Menzilhâneler”, Sol Kol Osmanlı Egemenliğinde Via Egnatia (1380-1699), (Ed. Elizabeth Zachariadou,) (Çev. Özden Arıkan, Ela Güntekin, Tülin Altınova), İstanbul, 1999, s. 138-160; Musa Çadırcı, “Posta Teşkilatı Kurulmadan Önce Osmanlı İmparatorluğu’nda Menzilhâneler ve Kirabaşılık”, XIII. Türk Tarih Kongresi Bildiriler, II, Ankara, 1981, 1359-1365; Ali Açıkel, “Osmanlı Ulâk-Menzilhâne Sistemi Çerçevesinde Tokat Menzilhânesi (1690-1840)”, Tarih İncelemeleri Dergisi, XIX, 2, İzmir, 2004, s. 1-33. 181 HŞS 391 : 330; HŞS 362: 429.
53
Anadolu’nun orta kol nihâyeti Diyarbekir’e varınca yol üzerinde vâki’ olan
kadılar”182şeklinde veya “Asitâne-i sa’âdedden Bağdat’a varıncaya dek yol
üzerinde vâki’ olan kadılar”183 veya fermanın gönderildiği sancağın bulunduğu kol
üzerindeki belli başlı sancakların adları da zikredilerek, “Harput ve Malatya ve Sivas
ve Tokad ve Turhal ve Zile ve Amasya ve Çorum ve Bolu ve Kastamonu ve ol
civarında vâki’ kuzât efendiler” gibi184.
Yukarıda verilen yol güzergâhları ve menzil noktalarından da anlaşılacağı
üzere Harput Sancağı, Anadolu’da orta kol güzergâhı üzerinde yer almaktaydı.
Konum itibariyle Doğu Anadolu’daki kuzey ve güney sıradağlarının birbirlerine
yaklaştığı bir mevkide ve doğal bir geçiş alanı üzerinde bulunan Harput’un, Basra-
Bağdat ve Diyarbekir hattını takip ederek, Anadolu içlerinden İstanbul’a uzanan
İpek ve Baharat Yolu’nu Malatya’ya bağlayan bir güzergâh üzerinde bulunması;
ayrıca Basra ve Bağdat’tan Diyârbekir’e uzanan ve Harput-Keban-Arapkir-Kemaliye
ve Divriği’den geçip Sivas istikametinde (bu yol Sivas’tan sonra eski kervan yoluyla
birleşmekteydi) devam eden ticaret yolu üzerinde oluşu185; aynı zamanda Harput-
Giresun arasında Keban-Arapgir-Divriği ve Şebinkarahisâr’dan geçen yolların
varlığı186, tahrirlerden anlaşıldığına göre 16. yüzyılda sancak için önemli bir gelir
kaynağı avantajı sağlamıştı. 16. yüzyılda bu yollardan nakledilen ticarî mallardan
Harput’ta alınan vergiler, tüm sancak gelirlerinin %10’u gibi önemli bir meblağını
teşkil etmekteydi187. Yine tahrirlerdeki verilere göre klasik dönemde canlılığını hâla
koruduğu anlaşılan işlek yol şebekesi sayesinde Harput şehri, ticaret kervanlarının
uğrak ve konaklama yeri olduğu gibi aynı zamanda canlı bir ticaret merkeziydi188.
Bu yol ağı üzerinde seyahati mümkün kılabilmek için yolların güvenliğini
sağlayan, tabiat şartlarının sebep olabileceği olumsuzlukları bertaraf eden ve seyahat
182 HŞS 391 : 333. 183 HŞS 382 : 496. 184 HŞS 391 : 332. 185 Bu yol aynı zamanda askerî bir yol idi. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Seferi ve Kanuni Dönemi’nde 1552’de III. İran Seferi için bu yolu takip eden Osmanlı kuvvetleri Harput’ta toplanmışlardır. Ayrıca 1635 ve 1638 yıllarında IV. Murad, Revan ve Bağdat seferleri için üç defa Harput’tan geçmiştir. Ayrıca bu yoldan Bingöl ve Muş üzerinden Van’a ulaşılıyordu. Bu yollar ve üzerindeki konaklama yerleri için bkz. Orhan Cezmi Tuncer, “Diyarbakır-Harput Kervan Yolu”, Güzel Sanatlar Enstitüsü Dergisi, S.5, Erzurum, 1999, s. 151-172 186 M. Sarıbeyoğlu, Aşağı Murat Bölgesinin Beşeri Coğrafyası, Ankara, 1951, s. 73-74. 187 M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s.146. 188 Şehirde satılan veya diğer şehirlere gönderilen mallar hakkında bkz. Mesut Elibüyük, a.g.m., s. 24.
54
edenlerin iâşe ve ibâtesini mümkün kılacak mîrî ve mîrî olmayan örgütler
kurulmuştu189. Bunların belirlenmesinde coğrafi şartlar, yolların işlek olup olmaması,
bölgenin nüfus yoğunluğu ve seferlerin yapılacağı güzergâhlara yönelik konumları
gibi temel faktörler önemli rol oynamaktaydı190.
Bu örgütler içerisinde menzillerin önemli bir yeri vardı. Menziller ana ve tâli
yollar üzerinde ve ortalama 3 ile 18 saat arasında (30-40 km aralıklarla) değişen
mesafelere kurulmuşlardı. Aynı şekilde devlet tarafından hem yönetim hem de bir
yargı alanı olarak kaza hüküm bölgeleri (kaza daireleri) belirlenirken de, içinde
bulunulan zamanın teknolojisine göre insan veya havyan gücü ile günün aydınlık
kısmında alınabilecek mesafeler dikkate alınmıştır.
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti’nde kara ulaşımı çoğunlukla deve, at ve
katırlardan oluşan kervanlara dayanıyordu. Daha kısa mesafelerde hayvanların
çektiği arabalar kullanılmaktaydı. Kervanın hızı, yükün ve hava sıcaklığının
durumuna göre değişmekle birlikte ortalama olarak 3,5-5 km/saat idi. Uzun yollarda
kervan günde 7 saat seyahat edebileceği gibi, kısa yollarda bu süre 14 saate kadar
çıkabilmekteydi191. İşte bu hız ve zaman ölçüsüne göre yol güzergâhlarında aynı
zamanda kervansaraylar ve derbendler kurulmuştu.
Doğu Anadolu gibi zor bir coğrafi bölgede yer alan Harput Sancağı’nda bu
mesafelere baktığımızda; Harput merkez kazasının İstanbul’a olan uzaklığı toplam
269 saatti. Bu süre içerisinde İstanbul-Harput arasında yaklaşık 28 menzil yer
almaktaydı. Harput kazasının komşu Malatya kazasına olan uzaklığı ise 26 saatti.
Bölgede seyahat etmiş olan Simeon’un aktardıklarına göre Malatya ile Harput arası,
yaklaşık üç günlük bir mesafeydi192. Ancak ulaşım imkânlarının insan ve hayvan
gücüyle sınırlı olduğu o zamanda, bu mesafenin bir günde alınamayacağı hesaba
katılarak, iki kaza arasında İzoli adıyla ve Harput kazasına 16 saat uzaklıkta bir
189 Osmanlı sultanları, ana yollarda yolculuğun rahat ve güvenli olmasını sağlamak için vakıf olarak zaviye ve menziller kurmuş, saray ve diğer devlet görevlilerine mülk ve çiftlikler bağışlayarak, bu yolda teşvik etmişlerdir. Bunların bazıları kentlerdeki imâretler gibi büyük kuruluşlardı ancak bu gibi yerlerde en önemli yapılar, genellikle bir han ya da kervansaray olurdu. İnalcık’ın da vurguladığı gibi bu yerler zamanla, Osmanlı kültür ve yönetim merkezlerinin çekirdeği olmuştur. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300 - 1600), s.153 190 Yusuf Halaçoğlu, Osmanlılarda Ulaşım ve Haberleşme (Menziller), Ankara, 2002, s. 5, 146. 191 Özer Ergenç, XVI. Yüzyılın Sonlarında Bursa, s. 127; Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Derbend Teşkilâtı, İstanbul, 1967, s. 27 v.d. 192 Polonyalı Simeon’un Seyahatnâmesi (1608-1619), (Çev. H. D. Andreasyan), İstanbul, 1964, s. 89.
55
menzil teşkil olunmuştu193. Yine aynı şekilde bu mesafeler, Harput kazasından
komşu Ergani kazasına 18 saat194, Eğin kazasına ise 24 saatti. Harput ile bu kazalar
arasında da yine mesafeler göz önünde bulundurularak ara menziller kurulmuştu195.
Harput’un Diyarbekir’in merkezine uzaklığı ise 30 saat olarak tespit edilmektedir196.
Genel olarak bu menzillerin masraflarının bir kısmı devlet hazinesinden, bir
kısmı ulâk ücretlerinden ve bir kısmı ise, menzilci tayin edilen beldedeki halkın
avârız ve nüzûl vergilerinden karşılanmaktaydı. Mesela Harput Sancağı çevresinde
bulunan menzillerden İzoli menzilinin masrafı Malatya avârız ve bedel-i nüzülünden;
Ergani menzilinin masrafları ise avârız-hâne vergisinden karşılanmaktaydı197. Kimi
durumlarda ise mukâta’a gelirlerinden menzil masraflarına destek verilmiştir. Mesela
Diyarbekir menzilinin masraflarının bir kısmının mukâta’a gelirlerinden karşılandığı
kayıtlıdır198. Yahut Tokat örneğindeki gibi, menzilhânenin idaresini üstlenen ahâlinin
avârız ve nüzûl gibi vergilerden muâf tutulmaları suretiyle, menzilin masrafı
karşılanmaktaydı199.
Benzer durum yollar üzerindeki derbentler için de söz konusuydu. Tıpkı
menzil sisteminde olduğu gibi derbentin etrafında yaşayan köylüler derbentçi tayin
edilerek, avârız vergilerinden muaf tutulmuşlardır. Derbentçiler güvenliğin yanı sıra,
kar ve heyelan gibi doğal afetler karşısında zarar gören yolların bakım ve
onarımından da sorumlu idiler200. Mesela 7 Ramazan 1072/26 Nisan 1662 tarihli
193 Menzillerin İstanbul ve çevre kazalarla olan mesafeleri, farklı tarihlerdeki menzil cetvellerinde farklı gösterilmektedir. Örneğin, 1595 tarihinde Malatya menzilinin İstanbul’a uzaklığı 243 saat, 1726 tarihinde 225 saattir. Yusuf Halaçoğlu, Osmanlılarda Ulaşım ve Haberleşme (Menziller), s. 79-80. 194 Harput ile Ergani arasında yer alan Gölcük’e (bu günkü Hazar gölü), Harput’tan iki günde gidildiğini belirten seyyah Simeon, muhtemelen bu mesafeleri yollarda duraksayarak almış olmalıdır. Çünkü Osmanlı Devleti’nde mesafeler, at veya diğer bir hayvanın “âdetâ” denilen normal bir yürüyüşüyle kat edebileceği uzaklıklara göre belirlenmektedir. Harput-Ergani arasının Osmanlı resmi kayıtlarında 18 saat olarak belirtildiği göz önünde bulundurulduğunda, seyyah Simeon’un belirttiği mesafelerin normal bir hayvan hızıyla alınan mesafeler olmadığı kendiliğinden anlaşılır. Bkz. Polonyalı Simeon’un Seyahatnâmesi, s. 97. 195 1743 yılında İran’a yapılan seferde, mansûre askerlerinin tayinat için menzillere kazalardan taşınan ikmal maddelerini gösteren listede, Harput ile Ergani kazası arasında Harput’a 5 saat mesafede Kuyulu menzili, İzoli-Harput arasında 6 saat mesafede Sarımeşe karyesi menzilinin isimleri yer almaktadır. Ayrıca 1756 senesi Mayıs ayında Ulâk menzillerinin Anadolu tarafına ait cetveller ve Ulâk menzilleri listesi için Bkz. Rıza Bozkurt, a.g.e., s. 10-25. 196 Ali Tevfik, Memâlik-i Osmaniye’nin Coğrafyası, İstanbul, 1318, s. 448. (Burada Harput’un İstanbul’a uzaklığı, 250 saat, Diyarbekir’in ise 280 saat olarak kayıtlıdır) 197 Bölgedeki diğer menziller ve masrafları için bkz. Yusuf Halaçoğlu, a.g.e, s. 80 v.d. 198 Yusuf Halaçoğlu, a.g.e., s. 81. 199 Ali Açıkel, a.g.m., s. 16 200 Cengiz Orhonlu, a.g.e., s. 9-10.
56
Harput kadısına hitaben gönderilen buyrulduda, Harput kazasına bağlı ve aynı
zamanda derbendcilik yapan Gökçek karyesi ahâlisinin, kendi imkânlarıyla ve kendi
mallarıyla gelen geçen yolcular için bir hân inşa etmeleri sebebiyle, “avârız-ı
divânîyye” ve sâir “tekâlif-i örfiyye” den muâf oldukları ve ellerine emr-i şerif
verildiği belirtilmektedir201.
Menziller idare edilirken (veya iltizâma verilmeden önce), menzilhânelerin
yıllık veya altı aylık masrafları önceden hesap edilmekte ve menzilci tayin edilen kişi
veya kişilere kaza halkı tarafından, taksitler halinde ödeme yapılmaktaydı. Bu
durumda yaygın bir uygulama olarak, menzilci ile kaza halkının temsilcileri arasında
mahkeme huzurunda bir anlaşma yapılmaktaydı. Buna göre menzilci atanan kişinin
yıl boyunca yapacağı masraflar karşılığında, kendisine ödenecek meblağın kaç
taksitte ve ne şekilde ödeneceği bir senete bağlanarak sicile kaydedilmekteydi.
Menzilcilik görevine atanan kişi de bu işlemlerin ardından, aldığı görevi layıkıyla
yerine getireceğine dair taahhütte bulunmak ve kefil göstermek durumundaydı202.
İncelediğimiz dönemde Harput menzilinin işletmeciliği görevi, kaza ahâlisinin önde
gelenlerinin mutabakatı ile mahkeme huzurunda tayin edilen kimseler tarafından
yerine getirilmekteydi.
Hizmetin yerine getirilmesi sırasında görülen aksaklıkların, tüm kamuyu
ilgilendiren makûl sebeplerden kaynaklanması durumunda, çözüm için tarafların bir
araya gelmesi de gözlenen bir durumdur. Örneğin, Evâsıt-ı C.A. 1072 / Şubat 1662
tarihli belgenin konusu203, menzilin işletmeciliğini 14 aylığına uhdesine alan Osman
Beğ ile ilgilidir. Söz konusu belgede özetle; Osman Beğ’in geçen yıl Şevvâl ayının
gurresinden (ilk gün) bir sene müddetle 3000 gurûşluk hurda akçe karşılığında
“menzil-i pâdişahî” hizmetinde bulunduğu, fakat her ulağın o yıl çok ziyâde işlediği
ve bir senenin dolmasına 4 ay kalmışken aşırı yoğunluk sebebiyle bir çok bargirin
yollarda helâk olduğu, geriye kalan bargirlerin zayıf olmaları sebebiyle menzil
hizmetini yerine getiremedikleri, Osman Beğ’in kendi malından 90 bin akçe
harcadığı, bu halde seneyi tamam etmesine tâkâtinin kalmadığı, dolayısıyla kaza
halkı olarak kendisine 2 ayı hibe ettiklerini, şimdiden sonra “1072 C.A. Gurresinden
14 ay tamamına varıncaya değin, beher gurûşu seksener akçe olmak üzere 3000
201 HŞS 382 : 498. 202 Musa Çadırcı, a.g.m., s. 1360-1361. 203 HŞS 382 : 79
57
gurûş ücretle merkum Osman Beğ’i müceddeden ve sene-i sâbıkda yedinde olan
hücceti şer’iye mûcebince deruhte olduğu kuyûd ve şurût üzere ve mezkur olan
ücretin salyâne üzere tevcih” şartıyla tekrardan aynı göreve tâyin edildiğini
öğrenmekteyiz204.
Şubat 1662 tarihli bir diğer belgeden öğrendiğimize göre mezkûr Osman Beğ,
Harput menzilinin işletmeciliğini iki kardeşiyle birlikte ortaklaşa almıştır. Şahitleri
arasında Harput mukâta’ası zabiti Abdullah Beğ’in isminin de geçtiği kayıtta, Osman
Beğ ve kardeşleri Yusuf Beğ ve Süleyman Çelebi’nin birbirlerine “kefîl-i bi’l-mâl”
oldukları, bu görevi yerine getirememe veya 14 aydan noksan edâ veya firar etmeleri
ihtimaline karşılık, Hasan Ağa’ya rehîn vaz’ eyledikleri evler ve sâir mal-mülklerini
satıp borçlarını kapatması için ‘ayân-ı vilâyet huzurunda Hasan Ağa’yı vekil tayin
ettikleri, Hasan Ağa’nın da bu vekâleti kabul ettiği belirtilmektedir205.
Örnekleri çoğaltmamız mümkündür. Örneğin, Gurre-i Ramazan 1083/21
Aralık 1672 tarihli belgede, gene kazanın önde gelenlerinin mutabakatı ile Hüseyin
Çelebi, “hizmet-i mezbûrede kemâl mertebe mecd ve samimi ve her vechle vukûf
olduğundan” cümlesinin onun hizmetinden razı olmalarından başka “’ubûr eden
ulâkları dâhi âsûde-i hâl yolladığı” gerekçesiyle yeniden bir seneliğine 1700 kıt’a
esedî gurûş ücretle menzilci ittihaz eylemektedirler. Yapılan anlaşma gereği ücreti,
medine-i Harput hânelerine tevzi’ olunup206, “bi’t-tamam” kendisine teslim
edilecekti. Eğer meblağ-ı mezburdan bir akçe dahi tahsil olunmayıp zimmetlerinde
kalırsa, günü gününe hesaplanarak bizzat kendilerinden tahsil edileceği taahhüd
edilirken, Hüseyin Çelebi de menzilcilik hizmetini kabul ve taahhüd etmektedir207.
Belgede ücretin tahsil edilememesi durumunda, şehir ileri gelenlerinin ücrete
204 Menzilin durumu icabı 40 menzil beygiri beslemekte olan Harput menzilcileri, bütün menzillerde indirim yapılınca, kendi menzillerindeki beygir miktarlarının da azaltılması için başvurmuşlar ve istekleri kabul edilerek 1672’de, menzil beygir adedi 15’e düşürülmüştür. 1692 yılında Harput menzilinde, 4 beygir bulunmaktaydı. Menzilin toplam gideri, 410,4 gurûş (=49.248 akçe) olup, bunun 80 gurûşu (=9600 akçe) beygir bahâsı, 330,4 gurûşu (=39.648 akçe) şa’ir, saman ve vesâir masraflardan teşekkül etmekteydi. 1726’ da 12 beygiri olan menzile, bu tarihte 15 beygir daha ilave edilerek beygir sayısı 27’ye yükseltilmiştir. Yusuf Halaçoğlu, Osmanlılarda Ulaşım ve Haberleşme, s. 79- 80. 205 HŞS 382 : 78 206 Nitekim 5 Zilhicce 1083/24 Mart 1673 tarihli menzil defteri kaydında, menzil salyanesinin bin yedi yüz esedi gurûş olduğu ve bu meblağın şehir halkı ve tımar karyeleri arasında bölüştürüldüğünü görüyoruz. HŞS 362 : 531. 207 “ ..vilâyete bir menzilci lazım ve mühim olmağın mezbûr Hüseyin Çelebi hizmet-i mezbûrede kemâl-i mertebe mecd ve samimi ve her vech ile vukûf ve şu’ûri olub cümlemiz hizmet-i merkumeyi Hüseyin Çelebi’ye layık ve hizmetinden şükran ve razı olduğumuzdan…” , HŞS 362 : 293
58
kefil olmaları önemlidir. Tahminimize göre Hüseyin Çelebi’nin isteği üzerine böyle
bir anlaşma sağlanmıştır. Daha sonraki tarihlerde yaşanan gelişmelere baktığımızda,
taahhüd edilen ücretin tahsili ve ödenmesinde bir takım zorlukların yaşandığını
görmekteyiz. Örneğin, 1104/1693 tarihli bir buyruldu suretinden öğrendiğimize göre,
eskiden Harput menzilcisi olan İsmail'in menzil akçesi alacağı kaldığından, kendi
başvurusu üzerine alacağının tazmini için Diyarbekir’den mübaşir tayin edilmiştir208.
Yukarıda verilen Şubat 1662 tarihli ilk belgede söz konusu her ulağın o yıl
çok ziyâde işlemesi ve aşırı yoğunluk sebebiyle bir çok bargirin yollarda helâk
olması, mevcut bargirlerin ise zayıf kalması sebebiyle menzil hizmetlerinin aksaması
v.s., imparatorluk genelinde yaygın bir sorun olarak gözükmektedir.
Bilindiği gibi, Osmanlı Devleti’nde resmî haberleşme “ulâk hükmü” taşıyan
ulâklarla temin edilmekteydi. Ellerinde bu hükmün bulunduğu ulâklar, gelip
geçtikleri yerlerde ihtiyaç duydukları binek hayvanı ve her türlü yiyecek ihtiyaçlarını
ücretsiz karşılayabilmekteydiler. Bu usulün zamanla sûistimal edilerek halka zarar
vermesi üzerine Kanuni döneminin sadrazamlarından Lütfî Paşa tarafından “ulâk-
menzilhâne sistemi” uygulamasına geçilmiştir209.
Bu uygulamada özetle, ana yollar üzerindeki şehir ve kasabaların uygun
yerlerinde menzilhâneler teşkil edilmiş, menzillere uğrayacak ulâklara merkezden
“in’am hükmü” belgesi verilerek, bu belge ile menzilhânelerden ücretsiz bargir
almaları ve dinlenmeleri esası getirilmiştir. Ellerinde hükmü olmayanların menzil
bargirlerinden istifade edebilmesi için ise, saati 8-10 akçe olmak üzere ücret
ödemeleri gerekiyordu210. Ancak zamanla yaşanan suiistimaller sebebiyle, 1691
yılında Köprülü Fazıl Mustafa Paşa tarafından ve ardından 1697 yılında tekrardan
menzilhâne sistemi gözden geçirilmiştir. Yapılan düzenlemelerle gene özetle,
menzillerin yine bir menzilci idaresinde yakın kasaba, köy ve çevre ahalisinin
menzillerde görev almaları ve hizmetleri karşılığında bazı vergilerden muaf olmaları
esasa bağlanmıştır. Ulâklara verilecek “in’am hükümlerinde”, uğrayacakları
menzillerden kaç bargir alacakları da açıkça belirtilmiştir. Bu hüküm gereği her
208 HŞS 391 : 349 209 Ayrıntılı bilgi için bkz. Nesimi Yazıcı, “Lütfî Paşa ve Osmanlı Haberleşme Sistemi ile İlgili Görüşleri, Yaptıkları”, İletişim, S. 4, Ankara, 1982, s. 217-244. 210 Yusuf Halaçoğlu, a.g.e., s. 156.
59
ulağa kaç bargir verildiği sicillere kaydedilmiştir211. Aynı şekilde taşradaki sancak ve
kazalar arasında sağlanan haberleşmelerde de, habercilerin varacakları menzillerden
kaç bargir alacakları da açıkça belirtilmektedir212.
Yaşanan suiistimallerin başında bazı ulâkların in’am hükmü olmaksızın, diğer
görevlilerin ise sancakbeyi buyruldusu, mektup, tezkere ve benzeri belgelerle
menzilhânelerden ücretsiz bargir almaları gelmekteydi. Bu durum, verilen örnekte
görüldüğü gibi menzil masraflarının artmasına, menzilkeş halkın sıkıntıya düşmesine
sebep olduğundan, zaman zaman merkezden fermanlar gönderilmiştir. Örneğin,
Evâhir-i R.E. 1103/Aralık 1691 tarihli ve Anadolu’nun orta kolunda bulunan
kadılıklara ve menzilcilere gönderilen ferman suretinde, Anadolu’da vüzerâ, mirlivâ
ve mütesellim kağıtlarıyla bazı kimselerin bargirler alarak Eyâlet ve sancaklarda
dolaştıkları belirtilmektedir. Yine fermandan anlaşıldığına göre, daha önceden
mesâfe-i ba’îdde (sancak veya kaza dışına çıkma) oldukları durumlarda kullanmaları
için Bağdad, Basra, Erzurum ve Van serhâdlerinde bulunan “vüzerâ-yı ‘izâm” ve
“mirmîrân” lara tarihleri açık ve tuğralı “menzîl-i ahkâm” gönderilmiş olmasına
rağmen, hâla durumun hilafına hareket edildiğine dikkat çekilmektedir. Sonuç
kısmında ise, Mısır valisinin dışında kimsenin kağıdı ile menzil bargiri verilmemesi
ve tuğralı olan menzil ahkâmlarında bile kaç bargir tayin olunmuş ise, ancak o kadar
verilmesi emredilmektedir213. Yine Muharrem 1072/ Eylül 1661 tarihinde gönderilen
bir fermanda, söz konusu fermanın diğer kazalara ulaştırılması için kullanılacak
bargir sayısı, gidilecek her menzilde 2 adet olarak açıkça bildirilmektedir214.
Klasik dönemde sancak gelirlerinin tasarrufu konusu, 17. yüzyılda iltizâm
uygulamasının gittikçe yaygınlık kazanmasıyla başlayan idarî ve malî değişim
sürecinin daha iyi anlaşılması için, üzerinde durulması gerekli önemli bir konudur.
Nitekim idarî ve malî yönden sancağın iltizâm uygulamasının hız kazandığı
16. yüzyılın sonları ve 17. yüzyılda Harput sancakbeyleri tarafından iltizâm (deruhte)
edildiği görülüyor. Örneğin klasik dönem sonlarına doğru aynı zamanda havâss-ı
hümâyûn emîni olan Harput sancakbeyleri, sefer hazırlıkları için yapmak zorunda 211 HŞS 362 : 528 (Bu belgede, İstanbul ve Edirne’den Diyarbekir’e, Musul ve Bağdat’a yol alan her ulağa kaç bargir verildiği gün be gün kaydedilmiştir). 212 Örneğin, 30 R.E. 1083/ 26 Haziran 1672 tarihli ve Amid kaîm-makâmı Hasan Ağa’nın mektubunda müsta’cel bir husus için gönderdikleri adamlara yalnız iki re’s bargir verilmesi tembih edilmektedir. HŞS 362 : 479. 213 HŞS 391 : 453. 214 HŞS 382 : 496.
60
oldukları aslî görevlerinin yanında çoğunlukla mukâta’aları iltizâma almaktadırlar.
Örneğin, 20 Zilhicce 978/15 Mayıs 1571 tarihli mühimme kaydına göre, Harput
sancakbeyi Seyyid Mehmed Bey, hazineye doksan bin altın ödemek kaydı ile Harput
hâslarını iltizâma almışken; 10 R.E. 980/21 Temmuz 1572 tarihli bir hükme göre ise
Harput sancakbeyi olduğu anlaşılan Pir Ahmed Bey emîn-i mültezim sıfatıyla yine
sancak gelirlerini deruhte etmiştir215.
Bu örnekleri çoğaltabiliriz ancak, mukâta’ kısmında üzerinde ayırıntılı olarak
durulacağı için, burada klasik dönemde özellikle padişah ve sancakbeylerine ayrılan
hâslar üzerinde durmak istiyoruz. Bu amaçla tahrirlere göre, sancak gelirlerinin hangi
oranlarda ve kimlere tevcih edildiğini, rakamsal olarak aşağıda ki tablo üzerinden
değerlendirmeye çalışalım.
Tablo 8 : Klasik Dönem Harput Sancağı’nda Padişah-Sancakbeyi Hasları
Tabloda tımar ve zeamet dışındaki sancak gelirinden -ki bu gelirler bazı köy
ve mezraların gelirleri ile bir kısım mukâta’aların gelirlerinden (mahsûlât ve
maktu’ât) oluşmaktadır- bireysel olarak en büyük payın padişah haslarına ait olduğu
görülüyor. İkinci sırayı, sancakbeyi (mirlivâ) hasları almaktadır. Burada dikkat çeken
nokta, 16. yüzyıl boyunca padişah hâsları oranının sancağın toplam gelirleri ile
birlikte sürekli artması karşısında, sancakbeyi hâsları oranın sürekli olarak
azalmasıdır. Tabloyu daha detaylandıracak olursak; 1518 tarihli Mufassal Defter’e
göre, sancağın toplam gelirinin % 30’u padişah haslarına ayrılmıştır. Tablo 9’da
görüldüğü gibi, toplam 462.350 akçe olan hasların 161.850 akçesi köy ve mezra 215 Ancak Mehmed Bey ve kendisinden sonra bu göreve gelmiş olanların çoğunluğu, reâyâya zulm ettikleri gerekçesiyle sancakbeyliği görevlerinden azledilmişlerdir. Burada ilginç olan Seyyid Mehmed Bey örneğinde olduğu gibi, sancakbeyliğinden ve havâss-ı hümâyûn emînliğinden azledilmiş olsalar da iltizâm işleriyle ilgilenmelerine müsaade edilmiş olmasıdır. 6 Safer 979/30 Haziran 1571 tarihli hükümden anlaşıldığına göre, görevinden azledilen Mehmed Bey’in “sancak olmak şartıyla” iltizâm eylediği Harput mukâta’alarını eskisi gibi tekrar iltizâma almak istediğini arz etmesi üzerine Diyarbekir Beylerbeyine, “sancakbeyliği olmadan” iltizâmı kabul ederse verilmesi emredilmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 44.
CİNSİ
1518 % 1523 % 1566 %
Padişah Hasları 462. 350 30 695. 613 38. 4 2. 305. 458 61. 8 S. Beği Hasları (mirlivâ) 400. 600 26 375. 933 20. 7 343. 070 9. 2 Eğil S. Beği Hasları 127. 145 8. 2 89. 986 4. 9 96. 750 2. 5 Timar - Zeâmetler 531. 971 34. 5 608. 658 33. 6 900. 362 24. 1 Vakıflar 16. 952 1. 1 38. 235 2. 1 80. 879 2. 1
Toplam 1. 539. 018 1. 808. 425 3. 726. 519
61
gelirlerinden, 300.500 akçası ise mukâta’alardan hâsıl olmaktadır. Yine 1523
tahririne göre padişah haslarının, sancak gelirleri içerisindeki oranı artış
göstermektedir. Bu tarihte sancağın toplam 1.808.425 akçe olan geliri içerisinde,
padişah haslarının miktarı 695.613 akçedir. Dolayısıyla bir önceki tahrire göre
padişah haslarındaki artışın oranı % 30’dan, %38’e yükselmiştir. Bu gelirlerin %
30’u köy ve mezraların gelirlerinden, % 70’i ise mukâta’a gelirlerinden meydana
gelmektedir216. 1566 tarihli tahrire göre ise, padişah haslarının daha da arttığı
görülmektedir. Bu tarihte 3.726.519 akçe olan toplam sancak hasılatı içerisindeki
padişah hasları, 2.305.458 akçe ile 1518’deki % 30’dan 1566 yılına kadar geçen 48
yıllık sürede % 61.8’lik bir orana ulaşmıştır. Toplam sancak hâsılatı ise, 1518’den
1566’ya % 142 civarında artmıştır217.
Padişaha ait hâsların oranındaki bu yükselmenin sebepleri çeşitli olmakla
birlikte 218, özellikle Kanûni’nin tahtta bulunduğu yıllarda kapıkullarının sayılarının
arttırılması, doğuya ve batıya sık yapılan seferlerin hazineye yüklediği ek masraflar
sebebiyle Eyâlet ve sancaklardaki havâss-ı hümâyûn gelirlerinin arttırılması yoluna
gidilmesi, bu tarihlerde padişah haslarındaki artışın en önemli sebepleri arasında
sayılabilir219. Dolayısıyla Harput sancağında yapılan son üç tahririn Kanuni’nin
zamanına yapılmış olması, bu açıdan değerlendirilmelidir. Bu konudaki en somut
örnekleri, padişah hasları içerisinde yer alan köy sayısının kademeli olarak
artmasında ve sancağa ait çeşitli gelirlerin zamanla mukâta’a haline dönüştürülerek
merkezî hazineye gelir sağlamak amacıyla, iltizâma verilmesinde görmekteyiz.
216 M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 169-172 (Burada Harput Sancağı’ndaki padişah haslarının gelir kalemleri ayrıntılı olarak yıllara göre tablo şeklinde verilmektedir). 217 Ayrıntılı bilgi ve değerlendirme için bkz. M.Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 173. 218 Ayrıntılı bilgi için örnek bir kaç çalışma hakkında bkz. Halil İnalcık, “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire, 1600-1700”, Archivum Ottomanicum, VI, Peeters-Leuven, 1980, s. 283-337; Aynı yazar, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş ve İnkişafı Devrinde Türkiye’nin İktisadî Vaziyeti Üzerine Bir Tetkik Münasebetiyle”, Belleten, C. XV, S. 57-60, Ankara, 1951, s. 629-684. Bu durumun 18. yüzyıldaki boyutları için bkz. Özer Ergenç, “XVIII. Yüzyılda Osmanlı Taşra Yönetiminin Mâlî Nitelikleri”, Journal of Turkish Studies, (Ed. Şinasi Tekin-Gönül Alpay Tekin), 10, 1986, s. 87-96; Yavuz Cezar, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi, İstanbul, 1986, s. 27- 46 v.d. 219 Kanunî’nin padişahlığı sırasında alınan bazı malî önlemler hakkında bilgi için bkz. Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi 1453-1559, C.II, Ankara, 1979, s. 420-428. Ayrıca bu uygulamaların doğurduğu tepkiler ile, devlet faaliyetlerinin dönemin teknik koşullarınca belirlenen sınırlarını ve siyasi sınıfın eğilimleri ile ilgili değerlendirmeler için bkz. Suraiya Faroqhi, “16. Yüzyıl Sonlarında Osmanlı İmparatorluğu’nda Siyaset ve Sosyo-Ekonomik Değişim”, Kanuni ve Çağı, Yeniçağda Osmanlı Dünyası, (Ed. M. Kunt, C. Woodhead), İstanbul, 1998, s. 92-115.
62
İlk olarak köyleri ele alırsak; 1518-1566 tarihleri arasında sancağa bağlı
toplam köy sayısı 160 ile 186 arasında değişmekteyken, bu köylerden 1518’de 20
köy, 1523’te 23 köy ve 1566’da ise 84 köy artan bir oranda havâss-ı hümâyûna dahil
edilmiştir220. Halbuki aynı tarihlerde, sancakbeyi hasları içerisindeki köylerin
sayılarında, tersine bir durum gözlenmektedir. Örneğin, 1518 tahririnde sancakbeyi
hasları içerisinde yer alan köy sayısı 28 iken, bu sayı giderek azalmakta ve 1523’te
17’ye, 1566’da ise 4 köye düşmektedir221. Padişah ve sancakbeyine ait has gelirleri,
bazı köy ve mezraların gelirleri ile bir kısım mukâta’a gelirlerinden (mahsûlât ve
maktu’ât) müteşekkil olduğuna göre, böylesine bir yapılanmanın padişah hâslarında
gelir artışına sebep olacağı açıktır. Bu durumu, gelirin çeşidine göre padişah ve
sancakbeyi haslarının miktar ve oranlarının verildiği aşağıdaki tablodan da takip
edebilmekteyiz.
Gelir Çeşidi
1518
%
1523
%
1566
% Köy-Mezraa 161.850 35 208.089 30 1.635.725 71
Mukâta’alar 300.500 65 488.114 70 669.733 29
Padişa
h
Has
ları
Toplam 462. 350 - 695. 613 - 2. 305. 458
Köy-Mezraa 68.040 17 102.869 27 193.737 56
S. B
.
Has
.
Mukâta’alar 332.560 83 273.124 73 149.333 44
Toplam 400. 600 - 375. 933 - 343. 070 -
Tablo 9 : Klasik Dönem Harput Sancağı’nda Padişah-Sancakbeyi Hâslarının Çeşitleri
Yukarıda görüldüğü gibi, padişah ile sancakbeyinin köy ve mezra gelirleri
dışındaki ikinci önemli gelir kaynaklarını, mukâta’a gelirleri oluşturmaktadır. Bu
arada gerek köylerin isimleri ve hâsılatları, gerekse de mukâta’a olarak kaydedilen
vergi kalemleri ve elde edilen gelirin miktarı tahrirlerde açıkça belirtilmektedir.
Bir önceki tabloda, sancakbeyi (mirlivâ) haslarının toplam sancak geliri
içerisindeki oranının padişah haslarıyla kıyaslandığında, sürekli bir düşme eğiliminde
olduğu görülmüştü. Öyle ki bu oran, 1518’de % 26 iken, 1523’te % 20.7 ve 1566
tarihli son tahrirde ise % 9.2’dir. Yukarıdaki tabloda ise, padişah haslarına ait köy ve
mezra gelirlerindeki artışa paralel olarak, sancakbeyi gelirlerinde de bir artış
220 M.Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 169-172. 221 M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 176-177.
63
görülmektedir. Bu durumda bir karşılaştırma yapılırsa, toplam sancak gelirleri
içerisinde 1518’den 1566’ya kadar sancağın toplam geliri artarken, tersine bir miktar
ve oranda sancakbeyi gelirinin azalmakta olduğu, yine sancakbeyinin gelirleri
arasında yer alan mukâta’a gelirlerinde de bir azalma göze çarpmaktadır.
Padişah hâsları içerisinde yer alan mukâta’a gelirlerinin hangileri olduğunu
ise aşağıda verilen tablodan takip edebiliriz.
1518
Tamgây-i siyâh, hamr (şarap), tamgâ-i üserâ, boyahâne, tamgâ-i saman, şemhâne, debbağhâne, âdet-i ağnâm, cizye-i kefere, cizye-i marhasa
1523
Tamgâ-i siyah ve bâc-ı ûbur ve kirişhâne ve bazâr resmi ve mumhâne ve debbağhâne, Mukâta’a -i ihtisâb-ı nevâhi-i liva-i Harput ma’a Gölcük ve Ebutâhir, Mukâta’a -i bedel-i meyhâne ber vech-i maktû, beyt-ül mâl ve mâl-ı gâib ve mâl-ı mevkuf ve mal-ı medfûn ve mâl-ı sürh-serân ve yâve, resm-i saman şehir ve nevâhi’an reâyâyı hâric, cizye-i gebrân-ı livâ-i mezbur ma’a Hersini, ve Gölcük ve Ebutâhir, cerîme ve arûsiye-i mu’âfan ve Müslümân ve çiftlikyân ma’a âdât-ı ağnâm-ı işân ve âdet-i ağnâm-ı sipahiyân
1566
Mukâta’a -i tamgâ-i siyah ma’a bâc-ı ûbur, Mukâta’a -i kirişhâne-i şehr, Mukâta’a -i bazâr-ı rişte ve şemhâne, Mukâta’a -i debbağhâne, Mukâta’a -i beyt-ül mâl ve mâl-ı gâib ve mâl-ı mefkûd ve mâl-ı mevkûf ve yâve ve mâl-ı medfûn, Mukâta’a -i cizye-i gebrân, Mukâta’a -i adet-i ağnam-ı livâ-i mezbûr, Mukâta’a -i yaylak livâ-i mezbûr, Mukâta’a -i zemin-i timarhâ, Mukâta’a -i kışlak livâ-i mezbûr, Resm-i yaylak-ı Gölcük, Mukâta’a -i çayır
Tablo 10 : Tahrirlere Göre Padişah Hasları İçerisindeki Mukâta’alar
Tabloda da açıkça görüldüğü üzere sancaktaki mukâta’alar içerisinde cizye,
ağnam, tamgâ, bâc, ihtisâb, boyahâne, mumhâne, kirişhâne ve debbâğhâne gibi
yüksek gelirli mukâta’aların yanında, daha çok sanayi ve ticaretle ilgili faaliyetlerin
“götürü usûl” de vergilendirilmesi ile ortaya çıkan maktû gelirlerinin de neredeyse
tamamına yakını “havâss-ı hümâyûn”a bağlı gelirler arasında yer almaktadır222. Bu
mukâta’alardan bazıları, duruma göre ve farklı tarihlerde sancakbeyi (mirlivâ)
hâslarına dahil edilebilmekteydi. Örneğin, 1518 tahririnde padişah hâssı içinde
görülen boyahâne mukâta’ası 1523’te sancakbeyi hâsları içerisine alınmışken, tersine
bazı sancakbeyi gelirleri de padişah hâsları içerisine kaydedilmiştir. Mesela, ilk
tahrirde sancakbeyi hâsları içerisinde yer alan “beyt-ül mâl ve mâl-ı gâib ve mâl-ı
222Bkz. M.Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 169-172.
64
mevkûf ve mâl-ı medfûn, yâve ve mahsûl-i livâ-i mezbûre” ismiyle belirtilen
mukâta’alar, 1523 tarihli tahrirde padişah hâsları içerisine alınmıştır223.
Sancağa ait gelirlerin padişah ve sancakbeyi arasındaki dağılımında görülen
bu hareketlilik veya düzensizlik, genel olarak 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren
Osmanlı ekonomisini etkisi altına alan enflasyon süreci, nüfus artışı ve savaş
masrafları gibi dönemin şartlarından kaynaklanıyordu224. Bununla birlikte, mukâta’a
bahsinde üzerinde durulacağı gibi, merkezî hazinenin gelirlerini arttırmak yönündeki
teşebbüslerin de bu oluşumda etkisi olduğu muhakkaktır. Dolayısıyla bu süre
içerisinde sancak gelirlerinden, sancakbeyinin hissesine düşen miktarın sürekli olarak
azalması, akçenin 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sürekli değer kaybetmesi ve
özellikle 1585-1586 devâlüasyonunun ardından yapılan tağşişler225 sonucunda
sancakbeylerinin içinde bulundukları maddi zorluklar gittikçe artmaya başladı. Bu
olumsuz tablo karşısında zora düşen yalnızca ümerâ olmadığı gibi, özellikle 1584
tağşişinden sonra standart Osmanlı akçesiyle artık aynı miktar malın alınamayışı226ve
223 Harput sancakbeyi haslarına dahil gelir çeşitleri ve yıllara göre dağılımı hakkında bilgi için bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 176-177. 224 Osmanlı ülkesinde 1550-1650 yılları arasında gelişen enflasyonun etkileri hakkında geniş bilgi için bkz. Ö. Lütfi Barkan, “ XVI. Yüzyılın İkinci Yarısında Türkiye’de Fiyat Hareketleri”, Belleten, C. XXXIV, S. 136, (1970), s. 557-607. Bu enflasyonun etkisini dönemler halinde ele alan Kunt, ilk enflasyon dalgasının 1556-73 arasında, ikinci ve asıl önemli dalganın 1588-97 yılları arasında olduğunu ve ülkeyi çok sarstığını, üçüncü ve aynı şiddette bir diğer dalganın ise 1605-1625 arasında hüküm sürdüğünü belirtmektedir. 1632-1656 arasında ise enflasyonun kısmen önünün alındığına dair beylerbeyi gelirlerinden örnekler vermektedir. Bkz. Metin Kunt, Sancaktan Eyâlete, s. 95-98. 225 Osmanlı Devleti’nin resmi para birimi olan akça, devletin kuruluşundan itibaren bazı değişikliklere uğradı. Mesela Orhan Bey zamanında yüz dirhem gümüşten 269 akça kesilirken, Fatih zamanında aynı miktar gümüşten 280 akça ve 1491-1566 tarihleri arasında en çok 420 akça kesilirken, 1566’dan sonra 100 dirhem gümüşten 450 akça kesilmeye başlandı. Çeşitli kalpazanlıkların görülmesi üzerine devlet tarafından resmen sikke tashihine gidilerek, o zamana kadar 100 dirhem gümüşten 450 akça kesilmekteyken bundan böyle 800 adet kesilmesi kararı alındı. 1600 tarihindeki tağşişe göre ise, bir öncekine göre 1 dirhem gümüşten 8 akça keselerken, şimdi 9.5 akça kesilecekti ve bu durumda akçanın reel değeri daha da düşürülmüş oluyordu. Bu tarihlerden sonra akça kolay kolay toparlanamadı ve 1640’lara kadar sürecek uzun dönemli bir istikrarsızlık dönemine girdi. Öyle ki, 1585’lerde Osmanlı ekonomisinin Batı Avrupa paralarınca adeta bir sel gibi istilâ edilmesinin ardından, Osmanlı parası bu tarihten sonra milletlerarası fiyat ve kıymetli maden hareketlerinin kaderine terk edilmişti (bkz. Ö.L. Barkan, aşağıda geçen makale, s. 589). 1640 ve 1650’lere gelindiğinde ise piyasadan tamamen kayboldu ve yerini Avrupa sikkeleri almaya başladı. Ayrıntılı bilgi için bkz. Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 119-124; Ö. Lütfi Barkan, “ XVI. Yüzyılın İkinci Yarısında Türkiye’de Fiyat Hareketleri”, Belleten, C. 34, S. 136, Ankara, 1970, s. 571-578; Şevket Pamuk, Osmanlı İmparatorluğu’nda Paranın Tarihi, İstanbul, 1999, s. 143-162; Ahmet Tabakoğlu, Türk İktisat Tarihi, İstanbul, 2000, s. 271-275. 226 “ Gence seferinden avdet ettikte Asitâneye (İstanbul) varub, bilittifak hurda akçe ki kadîmden olan akçenin halk kesub terk-i siyaset olmağla (sikke ayarından sapılması), beş para eyleyüb asla sikkeden nam-u nişan kalmayub, yüz dirhem gümüşten beş yüz akçe kesilmek kanun-ı padişahî iken, yüz dirhem iki bin züyûf akçe olub hiçbir türlü amele yaramayub… buna göre cümle narhlar tüccar beyninde iki bahaya (iki kata) itibar olunub ve mekulât ve melbusât dahi bu ecilden ziyadeye çıkmakla faraza herkes ulûfe 10 altun alırken, 5 altun almağa başlamağın bir gün sipahi gürûhu cemiyetle hurda
65
alım gücünün azalması, sabit maaşla geçinmek zorunda kalan alt sınıf memurları ve
reâyâyı da derinden etkilemiştir227.
Ortaya çıkan bu tablo karşısında sancakbeylerinin, hem kendi ihtiyaçları hem
de kendilerinden beklenen hizmetleri yerine getirebilmeleri için, çeşitli kanun dışı
yollara başvurdukları görülüyor. Nitekim, bu konuda halkın şikayetleri ve başkentten
gönderilen fermanların yoğunluğu bizleri doğrulamaktadır. Örneğin, Evâsıt-ı Şevval
1072/ Haziran 1672 tarihli belgede, Harput İl vekili Mustafa Beşe, “asitâne-i sa’det
medâr cânibînden altı kıt’a emr-î şerîf” göstererek mahkeme huzurunda, kanunda
olmadığı halde eski Harput sancakbeyi ve aynı zamanda Harput emîni olan Abdullah
Beğ’in, reâyâdan defter-i hakânîde belirtilenden ziyâde ispençe, cizye, avârız ve câbi
akçesi ile anbarcılık ve senede iki defa zahire, yem ve yiyecek ile kilim ve yorgan,
döşek ahz ettiğinden şikayetçidir228. Bu konudaki örneklerin incelenmesinden,
şikâyetlerin daha çok sancakbeylerinin kanunda olmadığı halde reâyâdan salgunlar
yoluyla fazla para veya mal toplamaları üzerine yoğunlaştığı anlaşılıyor.
Bilindiği gibi salgun veya salma, reâyâdan istenen olağanüstü nakdî veya
aynî vergilerdi. Genellikle hane başına belli miktarda arpa, buğday ve başka yiyecek
şeyler toplamaktan ibaretti229. Kanun-i Osmanî, ancak olağanüstü durumlarda
memleket yararı için ve padişahın özel emriyle bu gibi salgunlara izin vermiştir.
Hatta, görevlilerin reâyâdan kendileri için aidât veya hizmet istemeleri, salgun
salmaları, Osmanlı padişahının mutlak hukukuna bir tecavüz sayılırdı. Kanuna göre
akçayı ellerine alub Şeyhülislam Şeyhî huzuruna iletüb bu makûle akçeyi bizlere ulûfe deyû verirler, lakin ehl-i sûk bizden almazlar”, Selânikî Tarihi’nden aktaran A. Güner Sayar, Osmanlı İktisat Düşüncesinin Çağdaşlaşması, İstanbul, 1986, s. 66-67. 227 Hatta bu tarihlerde kimi Osmanlıların, Kahire’de ucuz sikke satın alıp, İstanbul’da yüzde yüze yakın bir kârla sattıkları belirtilmektedir. Kahire’de bir Kahire parası (zecchino) 43 akça ederken, İstanbul’da 84 akça etmekteydi. William J. Griswold, Anadolu’da Büyük İsyan 1591-1611, (Çev. Ü. Tansel), İstanbul, 2000, s. 9. 228 HŞS 382 : 253 229Salmanın başlıca bölümleri, hükümetin istediği “avârız” (avârız akçesi, kürekçi akçesi, nüzûl akçesi v.b.) ile valilerin (sancakbeyleri ve beylerbeylerinin) hükümetin tıpkısı gerekçe ile, yani sefer ve asker besleme harcamaları için aldıkları “imdâd-ı seferiye” veya “imdâd-ı hazeriye” (ve selâmiye, devir, nalbaha, sekban akçesi gibi âdet diye kendiliklerinden topladıkları tekâlif-i şakkâ türünden izinsiz salmalar adlarındaki vergiler idi. Ayrıca genel teftişe çıkan vezir-müfettiş paşalar ve vilayetlere her hangi bir görev için yollanan mübâşirlere de her gittikleri yerde masraflarını halk ödemek zorunda idi. “Salma” diye adlandırılan bütün bu türden vergilerin “hane başına” hesabı ile her kazanın kadısı eliyle toplanması istenmektedir. Mustafa Akdağ, “Osmanlı Tarihinde Âyanlık Düzeni Devri 1730-1839”, Tarih Araştırmaları Dergisi, C. 8-12, S. 14-23, Ankara, 1970-1974, s. 59.
66
toprak ve reâyâ padişahın sayıldığı için, toprak ve reâyâ üzerinde onun iradesi
dışında kimse bir tasarrufta bulunamazdı230. Bu düşünce sıkça dile getirilmektedir231.
Bunun yanında, sancakbeylerinin sefere çağrıldıkları zaman “mükemmel kapı
halkı” ile birlikte gelmelerinin emredilmesi, ayrıca geleneksel bir Osmanlı görüşü
olarak, taşradaki ümerâdan geniş bir kapı halkı bulundurmalarının beklenmesi232, 16.
yüzyıl sonlarında belirmeye başlayan enflasyonun da etkisiyle siyasi ve maddi birer
baskı aracı haline gelmiştir. Öyle ki, 16. yüzyılda daha sık rastlanan “hâs gelirine
oranla bulundurulması gereken sayıda adamı olmak” anlamındaki “mükemmel
kapı” deyimi, 17. yüzyıla gelindiğinde “mümkün olduğu kadar çok ya da
akranlarına göre daha çok adamı olmak” manasında algılanmaya başlamıştı233.
Hatta 17. yüzyılın ilk yarısında ümerâ arasıdaki rekabetin kızışmasıyla kapı halkları
daha da önem kazanarak, adeta siyasi ve ekonomik birer yatırım niteliğine
büründüler234. Devletin yarattığı rekabet, görevlileri daha fazla saygınlık ve güç elde
etmek için kapı halklarını genişletmeye zorladı. Kapı halkları ne kadar büyük olursa
o kadar güçlü oluyorlar, devletin gözünde savaşlara yaptıkları katkılar da o derece
önem kazanıyordu. Hatta zamanla kapı halkı sahibi olmak adeta bir saygınlık ve
şeref meselesi, taşrada ise yerel gücün bir göstergesi haline geldi235. Dolayısıyla
devletten aldıkları lütuflar da buna göre artıyordu. Örneğin, 18. yüzyılda kapısı
mükemmel ve kârgüzâr paşalara, kimi zaman birden fazla eyâlet ve sancak arpalık
230 Salgunlar ve ehl-i örf taifesinin bu konuda yaptıkları suiistimaller ve çıkarılan adaletnamelerin ayrıntıları için bkz. Halil İnalcık, “Adâletnâmeler”, Belgeler, C. II, S. 3-4, Ankara, 1967, s. 69-72. 231 Mesela, Kanuni’nin İran şahına yazdığı mektupta “..herkesçe bilinmektedir ki, mülklerin gerçek sahibi ulu Tanrı hazretleri bu dünyada geniş toprakları ‘seni yer yüzünde halife olarak koyduk’ ayetinin anlamı gereğince bizim tasarrufumuza verilmiştir. Kentlerin ve kulların bütün işleri, cihanı süsleyen reyimize teslim kılınmıştır” demektedir. Peçevî îbrahim Efendi, (s. 240)’dan aktaran, Ahmed Güner Sayar, Osmanlı İktisat Düşüncesinin Çağdaşlaşması, İstanbul, 1986, s. 129. 232 Metin Kunt, Sancaktan Eyâlete, s. 103. 233 “Mükemmel kapı” sahibi beylerin, daha kolay yükselebildikleri veya ma’zuliyetlerinin nispeten daha kısa sürdüğüne dair örnekler için bkz. Metin Kunt, Sancaktan Eyâlete, s. 103-104. 234 Karen Barkey, Eşkıyalar ve Devlet: Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi, (Çev. Zeynep Altok), İstanbul, 1999, s. 169. 235 Bilindiği gibi sancakbeyi, taşradaki “ehl-i örf” ün en önde gelen temsilcilerinden birisidir. Kuvvetli kapı halkı ile padişah otoritesinin sağlanmasında birinci derecede etkili ve yetkilidir. Bir beyi kapı halkının sayıca fazla ve kuvvetli olması, 16. yüzyılın sonlarında kendisini gösteren eşkıya hareketleri karşısında o beyin çok önemli beldelerde görevlere getirilmesine sebep olmaktaydı. Bu yüzden, 16. yüzyılın ikinci yarısında sancakbeyinin kapı halkının sayısı, 800-1000 arasında değişmektedir. Bkz. Özer Ergenç, XVI. Yüzyılın Sonlarında Bursa (Yerleşimi, Yönetimi, Ekonomik ve Sosyal Durumu Üzerine Bir Araştırma), A.Ü. Tarih Bölümü, (Basılmamış Doçentlik Tezi), Ankara, 1979, s. 141. Ayrıca “imdadiyye” ve “kapu halkı” miktarlarının sancak ve Eyâletler ölçeğinde H.1158/M.1745 tarihinde karşılaştırılması için bkz. Yavuz Cezar, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi, s. 64. (Burada Diyarbekir Eyâleti’nde beslenen kapu halkı miktarı, 1000 olarak verilmektedir)
67
yoluyla tevcih edilmiştir236. Oysa bu kapı halkının niteliğine bakıldığında, öncelikle
levend diye bilinen işsiz güçsüz köylülerin yanı sıra, çoğunlukla sekban denilen
düzensiz askeri birlikler ve onlar gibi geçici olarak istihdam edilen her çeşit eli tüfek
tutanlardan ve kimi gönüllülerden oluşmaktaydı237.
Her ne kadar devlet o güne kadar ümerâyı çeşitli tevcihler yoluyla ekonomik
olarak desteklemeye çalışmışsa da238, beylere ve paşalara ayrılan resmi gelirler
kendilerine kişisel gelirler olarak değil, aynı zamanda kapı düzenlemeleri için de
verilmekteydi. Bu durum ümerânın seferlere hâsları oranında belli sayıda cebeli
getirmeleri kuralında açıkça görülmektedir. Yani bir bakıma devlet, ümerânın
adamlarının çok olmasının savaşlarda ordunun gücünü arttıracağını bildiği için,
onların gelir seviyesinin ve dolayısıyla adamlarının sayısının düşmemesine dikkat
etmekteydi. Tımarların sayısının 17. yüzyıl boyunca sürekli azalması, ayrıca Osmanlı
merkezî hükümetinin çok ihtiyaç duyulan nakit parayı taşra idaresine bağlamak
istememesi239, taşradaki çeşitli yöneticilerin (mütesellimler ve mültezimler gibi)
yetkilerini kullanabilmek için paralı askerlere daha fazla ihtiyaç duymalarına sebep
oldu.
Nitekim 17. yüzyılda beylerbeyilerin maddi durumlarını sancakbeylerine göre
daha da düzelttikleri ve enflasyon öncesine göre çok daha güçlendikleri anlaşılıyor.
Mesela, 1670’lere Diyarbekir Beylerbeyi’nin akçe olarak geliri 16. yüzyıldaki
beylerbeyi gelirine oranla yaklaşık 11 kat artmıştır240. Gerçekten de bu tarihte
236 Bu konuda örnekler ve ayrıntılı ilgi için bkz. Özer Ergenç, “XVIII. Yüzyılda Osmanlı Taşra Yönetiminin Mâli Nitelikleri”, s. 89. 17. yüzyılın başlarında kaleme alınan “Kitâb-i Müstetâb” müellefi, eskiden başta vezirler olmak üzere her kademedeki ümerâ tâi’fesinin, “mükemmel kapu halkı” ile sefer zamanında derhal orduya katılmalarının mümkün olduğunu ancak, dirliklerin gelişi güzel dağıtılması sebebiyle şimdi buna imkan olmadığını belirtmektedir. Bkz. Yaşar Yücel, Osmanlı Devlet Düzenine Ait Metinler I: Kitâbi Müstetâb, Ankara, 1974, s. XXVI. 237 Levend denilen bu işsiz güçsüz taife, çok zorlanmadan bir resmi görevlinin hizmetine girebiliyor, kendileri resmi bir nitelik taşımadıkları için bu resmi idarecilerin değişmesiyle, bir anda işsiz kalabiliyorlardı. Ayrıntılı bilgi için bkz. Yavuz Cezar, Osmanlı Tarihinde Levendler, İstanbul, 1965, s. 265-276; Sonuçta işsiz kalan bu kişiler, kendi köylerindeki evleri dahi yağmalayıp, soymaktan geri kalmıyorlardı. Sancak beyi ile bölgenin diğer sipahilerine ait bu kapı halkının, köylülere karşı yaptıkları zulümler hakkında bkz. M. Çağatay Uluçay, XVII. Asırda Saruhan’daki Eşkıyalık ve Halk Hareketleri, İstanbul, 1944. 238 Bu destek 17. yüzyılda da devam etmiş ancak, desteğin daha çok beylerbeyleri için olduğu görülmekle birlikte, beylerbeyleri karşısında önemlerini gittikçe kaybettiklerini bildiğimiz sancakbeylerinin durumları yeterince bilinmemektedir. Bkz. Metin Kunt, Sancaktan Eyâlete, s. 99, 104. 239 Suraiya Faroqhi, “Krizler ve Değişim 1590-1699”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, (Ed. H. İnalcık-D. Quataert), C. 2, İstanbul, 2004, s. 692. 240 Metin Kunt, Sancaktan Eyâlete, s. 97.
68
Diyarbekir Beylerbeyi olan Silahtâr Hacı Ömer Paşa’nın toplam geliri 14.552.785
akçedir. Gelir-gider icmâlindeki kayıtlara göre Diyarbekir Beylerbeyi hâssının
1.200.066 akçe olduğu dikkate alındığında241 beylerbeyi gelirinin yaklaşık olarak
bunun 11 misline ulaşmış olması söz konusudur242. Bu konu ayrıca tartışılabilir.
Sancakbeylerinin durumları daha karışıktı. Klasik dönemde tımar sahiplerinin
doğrudan bağlı oldukları sancakbeyleri, tımar sisteminin çözülmesiyle birlikte eski
önemlerini kaybettiler. Özellikle 17. yüzyıl boyunca beylerbeyi ve paşaların uzun
süre görev verilmeden beklemede kalması (feragat süresi), bu kişilere “arpalık”
olarak tevcih edilen sancakların sayısının artmasına sebep oldu243. Bu durumda kendi
sancağı “arpalık” haline getirilen bir sancakbeyinin başka bir yere atanıp
atanmayacağı, görevde kalma sürelerinin belirsiz oluşu, saraydan bazı görevlilere
sancak verilmesi gibi uygulamalar, sancakbeylerini ciddi olarak etkilemiş ve âdeta
onların sistem dışına itilmelerine sebep olmuştur244.
Sancak gelirlerinin tasarrufu ile ilgili anlattıklarımızı özetlersek; Harput
Sancağı’nda ilk tahririn yapıldığı 1518’den 1566’ya kadar geçen süre içerisinde,
sancağın geliri bir hayli artarak 3.7 milyon akçeye yükselmiştir. Bu gelirin % 62’si
padişah hâslarına, %10’u sancakbeyi hâslarına ve % 24’ü zeâmet ve tımarlara tahsis
edilmiştir. Bu sonuca göre, 16. yüzyıl boyunca sancak gelirlerinden padişah hâslarına
ya da havâssı-hümâyûna ayrılan miktar sürekli artmaktayken, sancakbeyi gelirleri
241 Bkz. Yaşar Yücel, “XVI-XVII. Yüzyıllarda Osmanlı İdarî Yapısında Taşra Ümerasının Yerine Dair Düşünceler”, Belleten, C. XLI, S. 163, Ankara, 1977, s. 497; Yavuz Cezar, Osmanlı Maliyesi’nde Bunalım ve Değişim Dönemi, İstanbul, 1986, s. 38. 242 1670-1671 yıllarında Diyarbekir valisi olan Ömer Paşa’nın gelir ve giderleri incelendiğinde, paşanın emrinde bulunan yirmi üç sekbanbaşı ve adamlarıyla ve ayrıca istihdam ettiği askerlerin aldıkları maaş, valinin toplam bütçesinin %12.7’sine denk gelmekte; ayrıca paşanın esas olarak bu paralı askerlerden oluşan “kapı halkı” nı beslemek için yaptığı harcamalar ile birlikte bu rakam %14.4’e çıkmaktaydı. Bkz. Metin Kunt, Bir Osmanlı Valisinin Gelir-Gideri (Diyarbekir 1670-1671), İstanbul, 1981, s. 17-26. Öte yandan “ma‘zuliyet zamanında” büyük şehirlerde ya da taşrada görevli çoğu askerîlerin, biriktirme imkânına sahip oldukları kişisel servetlerini, tam bir özel teşebbüs sahibi gibi ticaret ve benzeri faaliyetlerde kullandıkları da bilinmektedir. Bu konudaki çeşitli örnekler için bkz. Yaşar Yücel, “XVI-XVII. Yüzyıllarda Osmanlı İdarî Yapısında Taşra Ümerasının Yerine Dair Düşünceler”, s. 495-506. 243 Bilindiği gibi Osmanlılarda “arpalık”, devlet memurlarına görevli bulundukları hizmet süresince maaşlarına ek olarak veya görevlerinden ayrıldıktan sonra bir nev’i emekli maaşı olarak tahsis edilen gelire denilmektedir. Arpalık geliri 17. yüzyıldan itibaren yüksek dereceli memur ve idarecilerle vezirlere, azl, emeklilik veya seferlerde gösterdikleri yararlılıklar sebebiyle, bir veya birden fazla sancağın birleştirilerek tahsis edilmesi şeklinde belirleniyordu. Bkz. Cahit Baltacı, “Arpalık”, DİA, C. 3, İstanbul, 1999, s. 392-393. 244 17. yüzyılın güçlü beylerbeylerin hâkimiyetinin başladığı dönem olduğu, sancakbeylerinin bu dönemde her şeylerini yitirdikleri ve yukarıda anlatılanlarla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Karen Barkey, Eşkıyalar ve Devlet, Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi, (Çev. Zeynep Altok), İstanbul, 1999, s. 84-85.
69
sürekli azalmaktaydı. Tımar ve zeâmet gelirlerindeki artışın düzenli seyretmesi ise,
uygulanan tımar sisteminin devletin kuruluş yıllarından itibaren geliştirildiği biçimde
(ana kuramsal temellerden sapmadan belki de) halen devam ettiğinin bir kanıtı
sayılabilir. İleride vereceğimiz örneklerde de görüleceği üzere, 17. yüzyılın ikinci
yarısına gelindiğinde hâla tımar tevcihleri yapılmaktaydı.
16. yüzyılın sonlarına doğru beliren enflasyon eğilimleri, nüfus artışı ve artan
savaş masrafları bu yüzyılın sonu ile 17. yüzyılda yaşanan toplumsal ve ekonomik
çalkantılara damgasını vurdu. Yaşanan şartların ağırlığı karşısında, özellikle 17.
yüzyıl boyunca sistemin işleyişinde aşamalı olarak bazı yapısal değişikliklere gidildi.
Örneğin bazı gelir kaynakları ile boş kalan topraklar yeni sahiplerine tevcih
edilmeyerek, merkezîhazineye mîri adı ile mukâta’a olarak kaydedildi. İltizâm
sisteminin giderek yaygınlaşmasının ardından, iltizâmı alan mültezimlerin kimlikleri
de zamanla değişti. Oysa hatırlanacağı üzere klasik dönemde hukuken mukâta’ayı ya
da başka bir dirlik gelirini üzerine alanlarla, fiîlen o görevi yürütenler aynı kişilerdi.
Bu yeni aşamadan itibaren Harput Sancağı’nda mukâta’alaşma sürecinin ne
zaman, nasıl ve hangi boyutlarda başladığı, padişah ve sancakbeyi hâslarının yönetim
ve işleyiş mekânizmalarında ve zamanla (özellikle 17. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren) iltizâma veriliş şekillerinde ve iltizâmı alan kişilerin kimliklerinde görülen
değişikliklerin tespiti v.s. önem kazanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, 17. yüzyılda
iltizâm ya da mukâta’a sistemi olarak gittikçe yaygınlık kazanan bu mekânizmanın
idarî ve malî açıdan işleyiş tarzının bilinmesi, özellikle taşradaki vergi kaynaklarının
artan oranda gittikçe hazineye bağlanması ve sancakların tasarruf şekillerinde
görülen çok yönlü değişim veya dönüşümlerin anlaşılması bakımından son derece
önemlidir.
B- Sancaktan Mukâta’aya Geçiş Sürecinde Harput
Osmanlı klasik döneminin sonlarına doğru, temel sistemleri derinden
etkileyecek bir takım değişmeler ortaya çıktı. Bunların bir bölümü Osmanlı’nın
dışında oluşmuştu ama bir bölümü, Osmanlı kurumlarının ilk dinamiklerinin yeni
koşullarla karşılaşması sonucu meydana geldi245. Bu değişmeler hem Osmanlı tımar
245 XVI. yüzyıl sonlarından itibaren ziraî ve sınaî yapısı değişmeye başlayan Avrupa dünyası, Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal ve ekonomik bünyesi üzerinde sarsıcı etkiler meydana getirdi. Nüfus artışı, topraksızlık, fütûhâtın durması ve enflasyondan dolayı bir kısım Osmanlı toprakları tımarlı sipahiler, vakıf mütevellileri ve sair yöneticilerin toprak gaspına, özellikle taşra idaresinin bozulmasına ve köylü isyanlarına sahne oldu. 17. yüzyıl ortalarında, Celali İsyanları diye bilinen bu olaylar, bilindiği gibi
70
ve kul sistemlerinin kendi içlerinde, hem de birbirleriyle ilişkilerinde değişiklikler
ortaya çıkardı246. Konumuz açısından en önemli gelişme, tımar sisteminin eskisi gibi
fonksiyonel olmaması sebebiyle, daha önce bu sistem içinde var olan bir
uygulamanın alanının genişlemesidir. Bu uygulama “iltizâm usulû” dür. Bu yöntem
tımar sisteminin fonksiyonel olduğu dönemde, tımarın içine yerleştirilemeyen bir
takım hizmetlerin yürütülebilmesi ve padişah hâsları olan dirliklerin gelirlerinin,
hazineye aktarılması için kullanılıyordu.
Özellikle 16. yüzyıl sonlarından itibaren kapıkulları sayısının hızla artması,
daha sonra başlayan uzun ve masraflı savaşların247 hazineye getirdiği ağır yükler248
ve ardından baş gösteren malî kriz, devleti bazı tedbirlerin alınması yönünde
harekete geçirdi249. Bu tedbirlerin başında, hazinenin gelirlerinin çoğaltılması
gelmekteydi. Bunun için ilk düşünülen, daha önce tımar sistemi içinde kalan bazı
şiddetli önlemler ve büyük askeri operasyonlarla durduruldu. İlber Ortaylı, “17. Yüzyıl Sonlarında Orta Anadolu Vilayetlerinin Toplumsal-Ekonomik Durumu Üzerine”, Osmanlı İmparatorluğu’nda İktisadi ve Sosyal Değişim, Makaleler I, Ankara, 2000, s. 11. 246Bu konuyla ilgili ayrıntılı araştırmalar yapılmıştır. Bkz. Halil İnalcık, “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire, 1600-1700”, Archivum Ottomanicum, VI, Peeters-Leuven,1980, s.283-337; Rifa’at Ali Abu-el-Haj, Modern Devletin Doğası: 16. Yüzyıldan 18. Yüzyıla Osmanlı İmparatorluğu, (Çev.Oktay Özel-Canay Şahin), Ankara, 2000; Karen Barkey, Eşkıyalar ve Devlet, Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi, (Çev. Zeynep Altok), İstanbul, 1999; Suraiya Faroqhi, “Agriculture and Rural Life in the Ottoman Empire 1500-1878: A Report on Scholarly Literature Published Between 1970 and 1985”, New Perspectives on Turkey, I, 1987, s. 3-34; Aynı yazar, “Crisis and Change, 1590-1699”, An Economic and Social History of Ottoman Empire, (Eds. Halil İnalcık and Donald Quataert), C. 2, Cambridge, 1997; Özer Ergenç, “XVIII. Yüzyılda Osmanlı Taşra Yönetiminin Mâlî Nitelikleri”, Journal of Turkish Studies, (Ed. Şinasi Tekin-Gönül Alpay Tekin), 10, 1986, s. 87. 247 Nitekim 1645’te başlayan Girit Savaşı 25 yıl devam ederek ancak 1669’da sonuçlandı. Yüzyılın ortasında baş gösteren Erdel İsyanı, yıllarca devleti uğraştırdığı gibi sonunda Osmanlı Devleti ile Avusturya’nın savaşmasına sebep oldu (1663). Lehistan ile 1672 yılında başlayan savaş, 1676’ya kadar devam etti. 1678- 1681 arasında Ruslarla yapılan savaşın ardından, 1683 yılında Avusturya ile yeniden başlayan savaş, diğer devletlerin de katılımıyla daha da büyüyerek, ard arda gelen yenilgilerin sonucunda 1699’da Karlofça Anlaşması ile sona erdi. Ayrıntılı bilgi için bkz. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. III, Ankara, 1983, s. 326 vd. 248 Bu savaşların, Osmanlı merkezî hazinesine getirdiği yük, sürekli artan bir oranda bütçe açığına sebep olmuştur. Yayınlanmış bu bütçe örneklerinden bazıları için bkz. Ö. Lütfi Barkan, “1070-71 (1660-61) Tarihli Osmanlı Bütçesi ve Bir Mukayese”, İktisat Fakültesi Mecmuası, C.XVII, S. 1-4, İstanbul, 1960, s. 304-317; Halil Sahillioğlu, “Savaş Yılı Buhranları”, İktisat Fakültesi Mecmuası, C.XXVII, S. 1-2, İstanbul, 1969, s. 304-317. 249 Devletin maliyesi hızla artan masrafların bütçede meydana getirdiği açıkları kapatmak üzere bir yandan gelirlerini arttırmaya çalışırken, diğer yandan da masrafları kısmaya çalışmıştır. Bu amaçla para tağşişi, müsâdere, yeni vergiler koyma veya mevcut olanların oranlarını yükseltme gibi pratik çarelerin yanında, iltizâm usulünü yaygın olarak uygulamıştır. Bkz. Eftal Batmaz, “İltizâm Sisteminin XVIII. Yüzyıldaki Boyutları”, Tarih Araştırmaları Dergisi, C. XVIII, S. 29, Ankara, 1996, s. 39. Ayrıca bkz. Murat Çizakça, A Comparative Evolution of Business Partnerships, The Islamic World and Europe with Specific Reference to The Otoman Archives, E.J. Brill, 1996. (Bu çalışmanın 140-186. sayfaları arasında iltizâm ve malikane sisteminin karşılaştırılması ve sistemin işleyişi hakkında bilgiler verilmektedir).
71
gelir kaynaklarının, dirliklerin kalemi olmaktan çıkartılıp, doğrudan mukâta’a
şeklinde hazineye bağlanmasıydı. Hazinenin bu yeni gelir kalemleri, yeni
uygulamada iltizâm sistemi içine alınmış ve böylece bu uygulama yaygınlık
kazanmaya başlamıştır. Klasik dönemde belirli bir meblağla ve belirli süreliğine
iltizâma verilen mukâta’aların, 16. yüzyılın sonlarında baş gösteren ekonomik
krizlerin de etkisiyle, süre ve iltizâma veriliş şekillerinde bazı değişiklikler baş
gösterdi. İşte bu değişikliklerin nasıl cereyan ettiğinin takip edilebilmesi için,
Osmanlı maliyesinde bir yönetim şekli ve aynı zamanda iktisadî bir birim olan
mukâta’anın idarî ve malî işlevlerinin neler olduğuna yakından bakmak gerekir.
Osmanlı tımar sisteminde devlet, geçimlerine veya hizmetlerine ait
masraflarını karşılamaları için, bir kısım asker ve memurlara belli bölgelerden kendi
nam ve hesaplarına tahsil etme yetkisiyle birlikte bazı vergileri havâle etmekteydi.
Bu havâle sayesinde birçok resmî (veya askerî)250 görevliye hazineden maaş
ödenmediği gibi, devlet genellikle aynî olarak tahsil edilen vergilerin merkezî
hazineye intikali veya bunların nakde dönüştürülmesi gibi bir külfetten de kurtulmuş
oluyordu. Bu sayede kamu hizmetlerinin aksatılmadan yürütülmesi sağlandığı gibi,
istendiğinde hazır olabilecek bir ordunun teşkili de yine bu sistem sayesinde
mümkün olabilmişti251.
Bunun yanında, devletin beslemesi gereken maaşlı bir merkez ordusu ve
çeşitli masraflarının karşılanması için merkezîbir hazinesi bulunmaktaydı.
Dolayısıyla saray bürokrasisi ve ordu mensupları için vergilerin peşin olarak
merkezîhazineye intikali ve oradan da söz konusu zümrelere maaş şeklinde ödenmesi
mecburiyeti vardı. Bu amaçla bazı vergi kaynakları havâle edilmeyip geliri doğrudan
merkezîhazineye ayrılmıştı. Hazinenin nakit ihtiyacı ise, iltizâm yöntemiyle
karşılanmaktaydı. İltizâma konu olan vergi gelir kaynakları ise “mukâta’a”lardı.
250 Evâil-i Ramazan 1013 tarihli bir ferman suretinde askerîler şöyle tanımlanmaktadır: “ berât-ı hümâyûn ile hitâbet ve imâmet ve emânet ve kitâbet ve tevliyet ve cibâyet ve nezâret ve meşihıyyet ve cüz’ü tesbih-hân ve bunun emsâli mansıb tasarruf edenler askerîdir ve berât-ı şerîfle doğancı ve derbendci ve köprücü ve ulâkçı ve yağcı ve otakçı ve haymana ve çeltükçü ve ellici ve bakırcı ve kadı ve kadı nâibleri ve şehir kethüdaları ve tekâlif-i örfiyyeden muâf olanlar askerîdir”. Bunlardan başka “evlâd-ı askerî ve sâdât dahî külliyen askerîdir ve mu’tak ve mu’takaları ve müdebberleri ve mükâtib ve mükâtibeleri, askerînin zevcâtı askerîdir”. Yaşar Yücel, “XVI-XVII. Yüzyıllarda Osmanlı İdarî Yapısında Taşra Ümerasının Yerine Dair Düşünceler”, s. 495-496. 251 Özer Ergenç, “XVIII. Yüzyılda Osmanlı Taşra Yönetiminin Mâli Nitelikleri”, s. 87.
72
Mukâta’a genel olarak geliri kimseye dirlik olarak verilmeyip, doğrudan
devlet hazinesine alınan vergi veya gelir kaynaklarına denilmektedir252. Ayrıca kira
mukavelesi, iltizâm ya da senelik getiri tahmini yapılıp, maliye kayıtlarına ayrı bir
birim olarak geçirilen gelir kaynağı şeklinde de tarif edilebilen mukâta’a253, Osmanlı
Devleti’nin ilk zamanlarından itibaren kullanılagelen malî bir terim olmakla
birlikte254, bazı tahrirlerde mukâta’a yerine “maktû”, “maktu’a” gibi tabirlere de
rastlanmaktadır255. Çeşitli anlamları olmakla birlikte, maktu‘ kelimesinin Osmanlı
vergi sistemi içerisinde ifade ettiği asıl anlamı ise “götürü usûl” dür256. Yani burada
vergiye konu olan hizmetin ya da elde edilecek ürünün az veya çok oluşu yahut kâr
ya da zarar edişi bir tarafa, önceden belirlenmiş toplam ücreti sabittir257. Ayrıca bir
mukâta’ada vergi miktar ve oranları önemini yitirdiği ve vergi maktu’ olarak tahsil
olunmaya başlandığı anda mukâta’a, maktu’ ya dönüşmüş olurdu258. Ya da tam
tersine, maktu’ bir gelir kaynağı denetlenip gelirinde bir artış olduğu anlaşıldığında,
mukâta’a haline getirilebilirdi259.
252 Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, C. 2, İstanbul, 1979, s. 334. 253 Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, (Çev. Halil Berktay), C. I, İstanbul, 2000, s. 454. 254 Mukâta’a, eski Osmanlı maliyesinde ıstılâh olarak muhtelif mânâlarda kullanılmakla beraber, umumî olarak bir gelir kaynağı için toptan bir miktar tayini demektir. Çoğu zuhûrata bağlı olup, tahsili için özel takip gerektiren gelir kaynakları genellikle toptan “ber vech-i maktû” bir miktarla ifade olunur ve çoğunlukla bir âmil vye mültezime verilerek takdir olunan meblağ taksit ile ondan tahsil olunurdu. Bkz. Halil İnalcık, Hicri 835 Tarihli Sûret-i Defter-i Sancak-i Arvanid, Ankara, 1954, s. 35. 255Yine bu ilk tahrirlerde görülen “mukâta’a vazetmek” tabiri, genellikle doğrudan vergi tarh etmek manasına geliyordu. Yoksa bir gelir kaynağının belirli süreliğine maktû bir bedel karşılığında tevcih ve iltizâmı anlamını henüz içermiyordu. Bkz. M. Tayyib Gökbilgin, “XVI. Asırda Mukâta’a ve İltizâm İşlerinde Kadılık Müessesesinin Rolü”, IV. Türk Tarih Kongresi (Ankara, 10-14 Kasım 1948), Ankara, 1952, s. 433-444. 256 Maktu‘ kelimesi, sözleşme anlamı hariç, genel olarak mukâta’a kavramını karşılamakla birlikte, mukâta’a haline getirilmesi mümkün olmayan küçük bir gelir kaynağının kayıt altına alınması ve devlete gelir sağlamanın ilk adımını oluşturmaktaydı. Maktu‘ ve mukâta’a kavramı her zaman aynı anlama gelmemekle birlikte, bu iki kavram arasındaki en önemli farklılık, vergi tarhının dayandığı esaslar açısından ortaya çıkmaktadır. Mukâta’alarda vergi matrahı idare veya yetki verilen şahıslar tarafından kanunî ölçülerde her bir mükellef için ayrı ayrı saptanırken, maktu‘da bir mükellef veya mükellef grubunun ödeyeceği vergi miktarı saptanmaktadır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Baki Çakır, a.g.e., s. 4 -5. 257 Mesela Harput Sancağı’nda değirmen, bezirhâne gibi işletmeler ile koyun, keçi gibi hayvanlardan maktu‘iyyet üzere vergi alınırken, aynı şekilde bağ ve bahçesi olanlar, yetiştirdikleri ürünün miktarı ne olursa olsun muhakkak surette “resm-i bağât” adıyla, belirli bir meblâğı “ber-vech-i maktu” olarak vermek zorundadırlar. Bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 139. Yine tahrirlerde Harput Sancağı’nda cizye, tamgâ, bâc, ihtisâb, boyahâne, mumhâne, kirişhâne ve debbâğhâne gibi yüksek meblağlı gelir kaynaklarıyla, bol ürün alınan köylerin mukâta’ olarak havâss-ı hümâyûn gelirleri arasına yer aldığını daha önce belirtmiştik. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 139. 258 Yavuz Cezar, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi, s. 23. 259 Baki Çakır, a.g.e., s. 6
73
Devlet mîrî arazi rejiminin uygulandığı her yerde merkezîhazinenin nakit
ihtiyacını karşılamak için, memleketin en zengin ve bol kazanç sağlayan kaynaklarını
mukâta’a olarak merkezîhazineye bağlamıştı. Bu bağlamda mukâta’aların konusu
maden ocakları ve tuzlalar gibi üretime dayalı gelir kaynaklarının belirli şartlarla
tasarruf hakkı olabileceği gibi, tamgâ, beytü’l-mâl, ihtisâb, niyâbet gibi hizmetlere
dayalı vergiler ile gümrük, ispençe gibi resim ve vergilerin tahsili de olabilirdi260.
Ayrıca mukâta’a gelirleri çoğunlukla devlete ait olmakla birlikte, vakıflara tahsis
edilen ya da ulûfe karşılığı veya “ocaklık” olarak verilebilen mukâta’alar da vardı.
Örneğin ileride üzerinde durulacağı gibi, 1642’den itibaren Harput Sancağı’ndaki
mukâta’a gelirlerinin bir kısmı, “ocaklık” olarak Van Kalesi askerlerinin maaşlarına
tahsis edilmişti261.
Yine mukâta’a tek bir vergi türünü belli bir bölge veya bölgeler itibariyle
kapsamına alabildiği gibi262 çeşitli vergi türlerini belli bir bölge ve bölgeler itibariyle
de kapsamına alabilirdi. Bu gelir kaynaklarının aynı bölge veya sancakta olması
gerekmediği gibi263, bir mukâta’a birimi içerisinde birden fazla gelir kaynağı da
bulunabilirdi.Dolayısıyla şehirlerin tarım, ticaret v.b. özelliklerine göre birbirlerinden
sayıca ve nitelik bakımından farklı, birden fazla mukâta’a türü olabilmekteydi.
Mesela Harput şehrindeki tamgâ, boyâhâne, ihtisâb, bâc-ı ‘ubûr, bâc-ı bazâr,
kirişhâne, debbâğhane gelirleri üretim ve ticaret ile ilgili mukâta’alardan bazılarıdır.
Bunun yanında arûsiyye, cürm-ü cinayet, salb-ü siyaset ile bâd-ı havâ ve ihzâriyye
gibi mukâta’alar ise yönetim ile ilgilidir264.
260 Halil Sahillioğlu, “Bir Mültezim Zimem Defterine Göre 15. Yüzyıl Sonunda Osmanlı Darphâne Mukâta’aları”, İ.Ü. İktisat Fakültesi Mecmuası, C. 23, S. 1-2, İstanbul, 1963, s. 146. Ayrıca maden mukâta’aları hakkında örnek için bkz. Fahrettin Tızlak, Osmanlı Döneminde Keban-Ergani Yöresinde Madencilik (1775-1850), Ankara, 1997. 261 HŞS 362 : 431. 262Örneğin, Ankara’da sof üretim ve ticaret faaliyetiyle ilgili olan damga ve cendere mukâta’ası, on altıncı yüzyılın sonlarında padişah haslarına dahil olup, Kalecik, Tosya, Kastamonu, Çankırı ve Sivri hisar ile birlikte iltizâma verilmiştir. Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 118. 263 Örneğin Harput sancakbeyliğine atanan Uğurlu Bey, aynı zamanda Diyarbekir Eyâleti’ne tabi ve her biri ayrı sancakta bulunan 29 kalem mukâta’ayı iltizâma alan bir mültezimdir. Yapılan iltizâm sözleşmesi gereğince, Harput sancakbeyliğine tayin edilmiştir. Uğurlu Bey’den önce Harput sancakbeyi olan Alaeddin Bey’in de Harput’tan başka Çemişkezek ve Muş Sancakları ile, Bozulus ve Karaulus tâifesinin resm-i ganemlerini, Amid gümrük ve mizân-ı cedîd mukâta’alarını iltizâma aldığı görülmektedir. Bkz. M. Ali Ünal, “XVI. Yüzyıl Sonlarında Bir İltizam Sözleşmesi”, Osmanlı Devri Üzerine Makaleler-Araştırmalar, s. 75. 264 HŞS 391 : 489, HŞS 368 : 398
74
İncelediğimiz belgelerde görüldüğü üzere mukâta’a tâbiriyle bir sancaktaki
gelirler bazen bu gelirin niteliğine göre ayrı ayrı mukâta’ şeklinde ifade edilirken,
bazen de tek bir ad altında ve genellikle sancağın adıyla ifade edilmektedir. Mesela
17. yüzyılın ikinci yarısına ait belgelerde, Harput Sancağı’nda “havâss-ı hümâyûn”
adıyla merkeze alınmış bütün vergi ve gelir kaynakları, tek bir isim altında “Harput
mukâta’ası” veya “mukâta’a-ı Harput” şeklinde belirtilmektedir265. Bir başka
deyişle incelediğimiz döneme ait belge gurubuna göre mukâta’ tabiriyle, sancakta
bulunan tüm mukâta’lar kastedilmektedir. Burada mukâta’aya sancakta padişah hâssı
olarak kaydedilmiş olan köyler de dahildir. Harput mukâta’ası kısmında üzerinde
durulacağı gibi mukâta’ayı uhdesine alan kişi ya da mukâta’a emini, padişah
hâslarına dahil köylerin vergi gelirlerini de toplama hakkına sahipti. Örneğin, R.A.
1077/ Ekim 1666 tarihli sicil kaydından, Harput mukâta’ası emini Ahmed Ağa’nın,
söz konusu köylerin vergilerini toplama işini iltizâma verdiğini görüyoruz266.
Aynı zamanda hazineye gelir sağlayan bir kurum olan mukâta’a, öte yandan
bir işletme biçimidir. Mukâta’anın işletilmesi veya başka bir ifadeyle mukâta’a
gelirlerinin toplatılması ve bu sayede hazineye nakit girişinin sağlanması, “iltizâm”
ve “emânet” yoluyla olmaktaydı. Bu açıdan bakıldığında mukâta’a, iltizâm ya da
emânete konu olan bir kurum olarak karşımıza çıkmaktadır267.
Mukâta’anın işletilmek üzere bir kişinin uhdesine verilmesinin ilk adımı olan
iltizâm usulü, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu takip eden yüzyıl içinde ortaya çıkan
ve tımar sistemi içerisinde, bir bütünün halkalarını meydana getirmek üzere
birbirlerini tamamlayan bir uygulamaydı268. Bu sayede 16. yüzyıl ortalarına kadar
265 “Mukâta’’-ı Harput ma’a mirlivâ ve tamgâ-yı siyah ve bâc-ı ‘übûr ve kirişhâne ve debbâğhâne, mahsul-ü bazâr-ı rişte ve penbe..”, HŞS 391: 435 266 “Şeri’at me’âb Mevlâna Harput kadısı zîde fazlühû, bin yetmiş yedi senesine mahsûb olmak üzere Harput Mukâta’’ası Emini olan kıdvetü’l-emâsil ve’l-akrân Ahmed Ağa, zîde kadrühû divân-ı Âmid’e ‘arz-ı hâl sunup, mümâ-ileyh ba’zı kimesneler ba’zı karyeleri iltizâm edüp ve der’uhde eyledikleri mâlları taleb eyledükte virmekden te’allül eyledüklerin bildürüp şer’le tahsil itdirülüb ‘inâd ve muhâlefet olunmamak bâbında buyruldu iltimâs itmeğin tahrir olunub..” HŞS 278 : 88/2. 267 Yavuz Cezar, a.g.e., s. 21. 268 Tımar sistemini tamamlamaya yönelik olan iltizâm usulünün başlangıç tarihi olarak İstanbul’un fethinden sonrası gösterilirken, Kanuni’nin 1538 yılından itibaren mukâta’aların yönetimini ulûfeli eminlere verdiği, 1544 yılında mukâta’aların bu suretle idare edildiği ve bu uygulamanın on altıncı yüzyılın ikinci yarısından sonra enflasyonist bir ortamda uygulama alanının yaygınlaştığıyla ilgili olarak bkz. Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisâdî ve İctimaî Tarihi, C.II, Ankara, 1974, s. 288. Gerçekten de Fatih Sultan Mehmed zamanında, iltizâm usulünün daha sistemli bir hale getirildiği anlaşılıyor. İstanbul’a faal nüfusun getirilmesi için başlangıçta taşınmaz mülkler isteyenlere parasız verilmiş, sonradan ise mukâta’aya bağlanmıştı. Bunun bedeli olan 100 milyon akçe ise, neredeyse 1524-25 bütçe gelirlerine eşitti. İmar harcamalarının yanında Akkoyunlular üzerine yapılan saefer gibi
75
merkezîhazinenin vergi gelirleri yarıya yakın bir oranda karşılanmaktaydı269. Ayrıca
iltizâm, sadece devlete ait olan gelirlerin değil, beylere ve paşalara verilen hâs ve
zeametlerin gelirlerini toplamak için de başvurulan bir yoldu. Özellikle harem
kadınlarının gelirleri, iltizâm ile toplanmaktaydı270. Ayrıca, tımar sitemi içerisine
yerleştirilmesi mümkün olmayan kimi faaliyetlerden elde edilen aynî vergileri,
doğrudan doğruya ve ferdi olarak tahsis ederek yürütmek imkânsız olduğu için,
vergilerin nakden alınması ya da nakde çevrilerek merkezîbir hazineye intikal
ettirilmesi ve oradan bu faaliyet gruplarına maaş olarak ödenmesi zorunluluğu
vardı271.
İşte tüm bu işlemlerin gerçekleştirilebilmesi için, iltizâm usûlü gittikçe daha
önem kazandı. Özellikle 16. yüzyılın sonlarından itibaren görülen kriz ile birlikte,
iltizâm uygulaması daha da yaygınlaştı. Aslında iltizâm sisteminin hızla
yaygınlaşmasının ana sebebi, devletin artan masraflarını karşılamak üzere mevcut
aynî gelirleri hızla nakde dönüştürme zorunluluğu idi272. İleride görüleceği üzere bu
yayılma tımar sistemi içinde yer alan dirliklerin, devlet tarafından iltizâma verilmek
üzere zamanla padişah hâslarına katılarak birer mukâta’a haline getirilmesi, ayrıca
bizzat dirlik sahiplerinin tımar, zeâmet veya hâslarını kendileri işletecek yerde,
iltizâma vermeye başlamaları ile de beslenmiştir273. Bu yeni mukâta’alara gelirleri
doğrudan hazineye bağlandığı için “mîrî mukâta’a ” denilmiştir. Buradaki mîrî
mukâta’alar, havâss-ı hümâyûn’a dahil, başka bir deyişle tımar alanları dışında kalan
gelir türlerini ifade etmekteydi274.
İltizam işi bir çeşit özel girişimin işi olup, mukâta’ayı iltizâma alan özel
kişilere “mültezim” ya da “âmil” veya “âmeldâr” denilmekteydi. Kanunların çeşitli
faaliyetlerden belirli bir oran ya da miktar olarak saptadığı vergileri, toplama ve
artan savaş harcamaları, böyle bir finansman kaynağının gerekliliğine işaret ediyordu. Bkz. Ahmet Tabakoğlu, Türk İktisat Tarihi, İstanbul, 2000, s. 186. 269Mehmet Genç, “Osmanlı Maliyesinde Malikâne Sistemi”, s.234. 270 Halil İnalcık, , “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire, 1600-1700”, s. 331. 271 Mehmet Genç, a.g.m., s. 232. 272Osmanlı ve diğer yakındoğu devletlerinde iltizâm usulünün yaygınlaşmasının sebepleri arasında teknik, ekonomik ve bürokratik nedenlerle acil paraya ihtiyaç duyulması gösterilmektedir. Bkz. Halil İnalcık, “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire, 1600-1700”, s. 330. 273 Mehmet Genç, a.g.m., s. 234. 274 Yavuz Cezar, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi, s. 34.
76
icâbında piyasada nakde dönüştürdükten sonra, devlet hazinesine intikal ettirme
görevi mültezim denilen bu özel kişilere, açık arttırma yoluyla havâle edilirdi.
Bu işlemin, yani mukâta’anın iltizâma (yahut kesime) verilmesinde izlenen
yol ve iltizâm şartlarına gelince; genellikle mukâta’a başkentte veya mukâta’anın
bulunduğu kadılıkta müzâyedeye çıkarılıyordu275. Mültezimler, ihale olunabilen bazı
hazine gelir kalemlerinden ibaret olan ve müzayede konusu olan mukâta’ayı, gelir-
gider ve bırakacağı kâr hakkındaki tahminlerine göre kıymetlendirdikten sonra,
devlete yıllık olarak ödemeyi kabul edebilecekleri miktara ilişkin tekliflerini
yaparlardı. Hazine, bunlar arasında en yüksek teklifi yapan mültezime, “tahvil” adı
verilen ve genellikle bir ilâ üç yıl arasında değişen bir devre için olmak üzere, o
mukâta’ayı vergilendirme hakkını devrederdi276. Bu açık artırma esnasında, hazineye
en fazla fiyatı teklif eden ve bir kısmını peşinat olarak vermeyi kabul eden kişi
iltizâmı almaktaydı. Peşinat miktarının fazla oluşu tercih sebebi olmakla birlikte,
iltizâmı alması için tek başına yeterli değildi. Bu kişinin ödemeyi üstlendiği
meblağın bir kısmını peşin olarak vermesinin yanında, öncelikle “nefsine” ve
“mâline” kefil göstermesi gerekliydi277. Bu kefillerin daha ziyade o muhitin önde
gelen zengin ve güvenilir ‘ayanından kimselerden seçilmesi, zamanla taşradaki eşrâf
ve ‘ayanın devlet işlerine karışmasına zemin hazırladı278.
Belgelerin diliyle “kef’il-bi’n-nefs” ve “kef’il-bi’l-mâl” olarak kefâlet,
iltizâmı alanın zarar etmesi, ortadan kaybolması halinde veya sözünü yerine
275 Kadıların iltizâm ile ilgili defter ve muhasebe tutmak, sicil sureti ve hüccet vermek, arz-ı telhisler, mektub ve irsaliye göndermek gibi görevleri hakkında bkz.M. Tayyib Gökbilgin, “XVI. Asırda Mukâta’a ve İltizâm İşlerinde Kadılık Müessesesinin Rolü”, IV. Türk Tarih Kongresi (Ankara, 10-14 Kasım 1948), Ankara, 1952, s. 433-444. 276 Mehmet Genç, “Osmanlı Maliyesinde Malikâne Sistemi”, s. 233. 277 Özer Ergenç, XVI. Yüzyılın Sonlarında Bursa (Yerleşimi, Yönetimi, Ekonomik ve Sosyal Durumu Üzerine Bir Araştırma), A.Ü. Tarih Bölümü, (Basılmamış Doçentlik Tezi), Ankara, 1979, s. 166. Bu kefillerin hazinece kefil kabul edilen “kuyruklu sarraflardan” olması gerektiği, sonradan nizama bağlanmıştır. Kuyruklu sarraflar, hazine tarafından kendilerine kuyruklu denilen imtiyazlı senetler verilen sarraflardır. Hazine, taksitlerin vadesi gelince mültezimleri değil, bu sarrafları tanıyordu. Bkz. Ahmet Tabakoğlu, Gerileme Dönemine Girerken Osmanlı Maliyesi, İstanbul, 1985, s. 126. Ayrıca hazineye kefil gösterilecek sarrafın mutlaka kuyruklu sarraflardan olması ve bu sarraflığa girecek olanın, önceden 2500 kuruştan 10.000 kuruşa kadar berat ve harcı ve bundan başka da her iltizâm bedeli için ayrıca ferman harcı olarak nisbî bir parayı vermesi gerekiyordu. Bkz. Ziya Karamursal, Osmanlı Malî Tarihi Hakkında Tetkikler, Ankara, 1989, s. 202-203. 278 Diğer taraftan yerel idareciler de, vergilerin toplanmasında gerektiğinde asker kullanmak veya gerekirse bizzat yardım etmekle görevliydiler. Bu son madde, mültezimleri yerel idareciler ve yöneticiler ile daha yakın temas içerisinde olmalarını sağlamıştır. Bu da aynı zamanda, ‘ayan meclisi üyelerinin mültezim olmalarına ve yarı resmi devlet görevlileri olarak düşünülmelerine yol açmıştır. Bkz. Halil İnalcık, “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire, 1600-1700”, s. 327-328.
77
getiremediği ya da kaçması durumunda, mahkemeye yahut idari makamlara teslim
edilmesi ve borçlarının ödenmesi açısından önemliydi. Mâlen kefil olanlar, iltizâm
beratlarında isimleri altında yazılı ve mahkemelerce hazırlanan kefalet hüccetlerinde
belirtilen meblağlar tutarında, sorumluluğu yüklenmiş sayılırlardı279.
Mukâta’ayı üzerine alan mültezimler hem bir maliye, hem de bir örf görevlisi
sayılmaktaydılar. Devletin sağladığı malî, idarî ve adlî kolaylıklardan istifade ile
kanunların çizmiş olduğu sınırlar çerçevesinde, adeta bir müteşebbis gibi hareket
etme imkânına kavuşuyorlardı. Ancak, sözünü tutmama ve üstlendiği sorumlulukları
yerine getirmeme durumunda ise tasarrufunda bulunan mal ve mülkleri satılmakta,
şayet alacağı varsa bunlar hazine adına tahsil edilmekte ve bunların yeterli olmadığı
durumlarda da kalan borç, kefillerden tahsil edilmekteydi. Bu bağlamda, mukâta’ayı
iltizâma almış olanların bütün mal ve mülklerinin hazineye ipotekli sayılması, eski
bir kanun olarak süregelmekte olup, devlete borçlu düşen mukâta’a sahipleri
(mültezimler, âmiller, emînler), hiçbir şeylerini satamazlar ve devredemezlerdi280.
İltizâmın süresine “tahvil” denilmekteydi ki bu süre genellikle üç kamerî
yıldı281. Bu üç yıllık dönemler için sözleşme yapan mültezimler, sözleşmelerde
belirtilen meblağı ve çeşitli ek resimleri ödemekle yükümlüydüler. Mültezim ya da
âmil mukâta’ayı ister götürü, ister ulûfe karşılığı almış olsun, hazineye yatırmayı
yüklendiği miktardan hariç, iltizâm toplamının binde ikisi tutarında “rüsum-ı
bevvabân ve rüsum-ı çavuşân” adıyla her yıl kapıcılar ve çavuşların ulûfelerine
karşılık olmak üzere İstanbul’dan bu iş için gelen mübâşire ödemek zorunda idi282.
İncelediğimiz belgelerde 17. yüzyılın sonlarına doğru iltizâm süresinin bir yıl
ile sınırlı olduğu görülmektedir283. Özellikle savaş zamanlarında (örneğin 1683-1699
Osmanlı-Habsburg Savaşı sırasında) gelirleri kısa vadede en yüksek düzeye çıkartma
çabası, mültezimlerin çok kısa aralıklarla tayin veya azledilmelerine yol açtı.
279 Halil Sahillioğlu, “Bir Mültezim Zimem Defterine Göre 15. Yüzyıl Sonunda Osmanlı Darphâne Mukâta’aları”, s. 146-147. 280 Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, C. II, s. 352-53. 281 Ayrıca bir mültezim bazen aynı mukâta’ayı birkaç tahvil süresince alabilmekteydi. Bu durumda iltizâmın süresi, 6, 9 ve nihayet 12 yıla kadar uzayabilmekteydi. Bkz. Halil Sahillioğlu, “Bir Mültezim Zimem Defterine Göre 15. Yüzyıl Sonunda Osmanlı Darphâne Mukâta’aları”, s. 148. Ayrıca mukâta’a satışlarının tarihleri hakkında bkz. Filiz Çalışkan, “Osmanlı Diplomatikasında Mâlî Tarihin Kullanılışı”, İ.Ü. Tarih Enstitüsü Dergisi, S. 14, İstanbul, 1994, s. 51-57. 282 İltizâm sahibinin diğer ödemekle yükümlü olduğu harç ve resimlerle ilgili bkz. Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, II, s. 346. 283 HŞS 391: 436, HŞS 388 : 310.
78
Mültezimlerin genellikle harcamalarını karşılayacak kâr yapamadan azledilmelerinin
verdiği zararı telafi edebilmek için devlet, 1691’de mültezimlere sözleşmeye konu
olan gelir kaynağının en az bir yıllık tasarruf hakkı vererek bu durumu düzeltmeye
çalıştı284.
Bu arada iltizâm süresi bitmeden, başkaları mukâta’a bedelini arttırabilirdi.
Buna ziyâdeleştirme denilmekteydi. Böyle bir durumda mukâta’ayı ilk önce almış
kişi ya da kişiler ya farkı öder ya da vergi toplama hakkını kaybederlerdi. Bu
durumda mültezimler, zimmetlerinde mukâta’a var ise, defterdar ve mahallin kadısı
huzurunda hesap gördükten sonra, iltizâm bedelini ziyâdeleştirerek yeniden iltizâm
etmiş olanlara devretmek zorundaydılar. Yaşanan bu durum karşısında, yani
mukâta’a kendi uhdesinde iken bir başkasına devretmek zorunda kalan kişi, hazineye
yatırmış olduğu peşinatı geri istemekteydi285. Bu amaçla mültezimler, yapılan iltizâm
sözleşmelerinde hazineye yatırılan peşinatın, yeni mültezim tarafından kendisine iâde
edilmesini, veya süresi dolmadıkça ziyâdeleştirilmesine müsaâde edilmemesine dair
bir şart koyabilmekteydiler286.
Müzâyede sonunda, devlet ile mültezim arasında bir sözleşme düzenlenir ve
bu sözleşmede her iki tarafın da yerine getireceği şartlar belirtilirdi. Devlet,
mukâta’ayı iltizâm etmiş olanın kabul ettiği şartların gerektirdiği bazı tedbirleri
almak (ticaretten gelecek resimleri arttırmak, vergi kaçırılmasını önlemek v.s.)
zorunda olduğu gibi, mukâta’anın bulunduğu yerin veya çevresinin idârî ve kazâî
birimlerini durumdan haberdar etmekteydi287. Bu amaçla iltizâmı alan kişinin eline
verilen beratta, iltizâm şartları ve devletin mukâta’a alanında uygulanmasını kabul
284 Aslında merkezîidare, aşırı bir malî baskı altında olmadığı zaman, güvenilir mültezimlerin olabildiğince uzun bir süre hizmette bulunmasını istiyordu. Ancak devam eden savaşlar sonucu oluşan ortam ve bu arada süreklilik kazanan belirsizlik hali, iltizâm için teklif verenlerin sayısında azalmaya ve tekliflerin azalmasına sebep oldu. Bu gelir kaybı demekti ve devlet, 17. yüzyıl sonunda yaşanan krizle başa çıkmak için malikâne uygulaması girişiminde bulunacaktı. Suraiya Faroqhi, “Krizler ve Değişim 1590-1699”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, (Ed. H. İnalcık-D. Quataert), C. 2, İstanbul, 2004, s. 663-664. 285 Ayrıntı için bkz. M. Ali Ünal, “XVI. Yüzyıl Sonlarında Bir İltizam Sözleşmesi”, s. 73. 286 Örneğin, 1632 tarihinde Harput şehrindeki boyahâne ve ihtisâb mukâta’asını iltizâma alan es-Seyyid Bekir Çelebi’ye verilen iltizâm tezkeresinde “ eğer bir kimesne ziyâde ederse verilmeyüb bu minvâl üzere es-Seyyid Bekir Çelebi’ye virilmeğin zabt-u tasarruf içün yedine tezkere virildi” denilmektedir. HŞS 386 : 429/1. 287 Örneğin, Harput mukâta’asının 1124 / 1712 senesinde, bir seneliğine Mehmed Ağa’ya iltizâm edildiği, Diyarbekir Valisi Ali Paşa tarafından Harput kadısına bir buyruldu ile bildirilmektedir. HŞS 388 : 310
79
ettiği kurallar ya da yasaklar açık bir şekilde belirtiliyordu288. Aynı zamanda bir
hüküm bölgesi olan mukâta’ayı iltizâma alan kimsenin, bu görev ve yetki alanına
beylerbeyi veya mirlivâ tarafından dışarıdan müdahale edilmemesine dair sıkı
tembihte bulunulması289, devletin iltizâm işinde karşı tarafla yapılan sözleşme
şartlarına gösterdiği hâssasiyetin önemini gösteriyordu. Benzeri durum, “serbest
tımar” olarak tevcih edilen dirliklerde de görülmekteydi290. Yine burada serbest
olarak nitelenen dirliklere, beylerbeyi, sancakbeyi veya subaşılar tarafından
müdahale edilmemesi emredilmekteydi291. Yine söz konusu belgelerde mukâta’a
idaresinin adaletli yürütülmesi, vergiler toplanırken halkın zulme uğratılmaması
hususları da sıkça dile getirilmekteydi292. Bu konuda devlet ya da yerel hükümetin,
mukâta’ayı idare edenlerin kanun hilâfına yaptıklarını yakından takip ettiklerini
görüyoruz. Örneğin, 21 Şevval 1103/6 Haziran 1692’de Diyarbekir kâim-makâmı
tarafından Harput kadısına gönderilen bir mektupta, mukâta’a emini ile adamlarının,
Harput’tan geçen tüccâr taifesinden ve sâir yük sahiplerinden çeşitli isimlerle kanun
ve defterden ziyâde akçelerini aldıkları, durumun araştırılmasını ve anlatılanların
doğru olması halinde murafaa olunmak üzere bu kişilerin mübaşir eşliğinde Amid’e
gönderilmeleri istenmektedir293. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Öte yandan, halkın zulme uğraması karşısında devletin sergilediği bu hâssas
tavrın külliyetli paraya ihtiyaç duyulması halinde, devlet lehine göz ardı edildiği de
görülmektedir. Mesela Harput halkının avârız konusunda yaşadıkları mağduriyetin
giderilmesi ve yeniden tahrir için İstanbul’a arz-ı hâl göndermeleri üzerine tanzim 288 Mukâta’ayı işletmek üzere gönderilen mültezimlerin ya da tayin edilen eminin görev ve yetkileri hakkında bir hüküm sureti için bkz. Halil İnalcık, Robert Anhegger, Kânûnnâme-i Sultânî Ber Mûceb-i ‘Örf-i ‘Osmânî, Ankara, 2000, s. 37-38. 289 “Harput mukâta’ası Diyarbekir valisi tarafından, mirlivâ tarafından ve Diyarbekir defterdârı cânibinden dahl ve ta’arruz olunmamak şartiyle ber vech-i ocaklık mezkûrların ocaklarına min b’âd asla dahl ve taarruz olunmasına asla ve kat’a rızây-ı hümâyûnum yoktur ona göre…”, HŞS 362 : 431. 290 Bilindiği gibi, padişah ve diğer yüksek devlet memurlarının sahip oldukları has ve zeametler, idari ve mali bir takım imtiyazlara sahip oldukları için “serbest dirlik” olarak adlandırılmaktaydı. Serbest tımar olarak tevcih edilen dirliklerde, o dirliğin bağlı bulunduğu birimin yöneticileri serbest diye nitelenen bölgelere karışmazlar ve bu yerlerden tahsil edilecek çeşitli resimler (rüsûm-ı serbestî denilen bâd-i havâ ya da niyâbet v.s.) doğrudan dirlik sahibi tarafından ya direkt ya da iltizâm yoluyla toplanmaktaydı. Serbestiyyet uygulaması hakkında bkz. Ö. Lütfi Barkan, “Tımar”, s. 310 v.d; Kimlerin dirliklerinin serbest statüde olduğu hakkında bkz. Halil İnalcık, “Adaletnâmeler”, s. 81-82. 291 Bu konuda örnekler için bkz. Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 184; Aynı yazar, XVI. Yüzyılın Sonlarında Bursa, s. 138-140. 292 “..ve meblâğ-ı mezbûru cem’ ve tahsil eyleyüb hilâf-ı şer-i şerîf ve mugâyir-i kanun-i münîf bir ferde zulm ve te’addi eylemeyüb, deruhtesi olan mâlı bî-kusur ve lâ küsûr getürüb teslim-i hazine eyleye” , HŞS 391 : 436. 293 HŞS 391 : 421.
80
edilen fermandan, bu durumu takip edebiliyoruz. Şaban 1055/ Ekim 1646’de avârız-
hânelerin yeniden tespiti için Harput Sancağı’na gönderilen Diyarbekir defterdârı
Muhammed Efendi ve eski ruznâmçeci İbrahim Efendi’ye hitaben gönderilen
fermanda “hak ve ‘adl üzere” tahrir yapılması, kimseye “himâyet ve siyânette”
bulunulmaması istenmekle beraber aynı zamanda “mâl-ı mîrîye gadr olmaktan hazer
eylemeleri” emredilmektedir. Tahrirler sonunda elde edilen rakamların, merkezî
hazinede kayıtlı rakamlardan hayli düşük çıkması üzerine Muhammed Efendi ve
İbrahim Efendi, “mâl-ı mîrîye gadr eylemek” korkusundan olsa gerek, iki ayrı tahrir
düzenlemek zorunda kalmışlardır. Bunlardan ilki halkın gerçek ödeme gücünü
gösteren ancak hazinenin zararına; diğeri ise yine defterde belirtilenden az olmasına
rağmen, hiç olmazsa hazinenin yararına fakat halkın zararına bir sonuç ortaya
koymaktaydı. Her iki tahrir de merkeze yollanmış ve hangisinin makbul tutulacağı,
merkezî hazineye bırakılmıştır. Burada ilginç olan, halkın gerçek gücünü yansıtan
tahririn değil, ötekinin kabul edilmiş olmasıdır294.
Taksit ödemeleri ise genellikle üç ay, altı ay veya yılda bir yapılmaktaydı295.
Ancak bu süre sabit ve değişmez olmayıp, bazen aylık ödeme yapıldığı da olurdu.
Örneğin 1632 tarihli sicil kaydında, Harput’taki boyahâne ve ihtisâb mukâta’asını
iltizâma alan Ebubekir Çelebi, “ beher aylığı yetmiş gurûşa mâh be mâh edâ itmek
294 Ferman suretinden anlaşıldığına göre, Harput halkı avârızlarını “kadîmü-l eyyâmdan” 238,5 avârızhanesi üzerinden ödemekteydi. Bu sürecin gelişimine kısaca bakacak olursak; 17. yüzyıla gelindiğinde, örneğin 1632 yılında bu rakam 242,5 olarak geçiyor. HŞS 386 : 418, 426. Aynı sicilden anlaşıldığı kadarıyla defterde 242,5 avârızhanesi kayıtlı olduğu halde, sadece 180 hâne üzerinden vergi toplanabilmektedir. Bu takdirde “mâl-ı pâdişâhîye küllî gadr” olduğu gerekçesiyle, durumun incelenmesi için Kapucubaşı İbrahim Ağa mübaşir tayin edilmiştir. 1640’lara gelindiğinde, bazı köylerin halkları fakir ve vergi ödemekten aciz olduklarını merkeze bildirmişler ve bunun üzerine bazı köylerin avârızhane vergilerinde tenzilat yapılmış ve bunlarla birlikte Harput kazasının avârız-hânesi 238,5 haneye düşmüştür. 1645 tarihli bir fermanda belirtildiğine göre, ayân, eşrâf ve reâyâ hep birlikte 238,5 olan avârızhanesinin daha da hafifletilmesi amacıyla tekrar divana ‘arzda bulunmuşlar ancak, beklenenin dışında bir sonuçla karşılaşmışlardır. O sırada vezir-i azâm olan Kemankeş Kara Mustafa Paşa, “tegaddüben” (gazaba gelerek) Harput’un avârızhanelerinin 400’ e çıkarılması emrini vermiştir. Sonuçta 238,5 avârızhanesini bile ödeyemeyen halk, üç yıl süre ile 400 hane üzerinden vergi ödemek zorunda kalmıştır. Söz konusu fermanda ve Muhammed Efendi tarafından düzenlenen tahrirde, Harput kazası ahalisi ile nahiye ahalilerinin perişan oldukları ve çoğunun “terk-i diyar” ettikleri belirtilmektedir. Muhammed Efendi’nin halkın gerçek ödeme gücüne göre tespit ettiği asıl rakam 186,5 avârızhanesidir. Merkeze gönderdiği ve merkezce kabul edilen rakam ise, 298,5 avârızhanesidir. Defterin ayrıntıları için bkz. M. Ali Ünal, “1646 (1056) Tarihli Harput Kazâsı Avârız Defteri”, Tarih İncelemeleri Dergisi, C. XII, İzmir, 1997, s. 9-75. Ayrıca, Harput Sancağı’ndaki avârız-hânelerin, sancağın nüfus tahmininde kullanımları üzerine bkz. Rıfat Özdemir, “Avârız ve Gerçek-Hâne Sayılarının Demografik Tahminlerde Kullanılması Üzerine Bazı Bilgiler”, X. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, C. IV, Ankara, 1993, s. 1581-1613. 295 Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, II, s. 352. İnalcık bu süreleri, aylık, üç ayda bir ve altı ayda bir olarak belirtmektedir. Halil İnalcık, “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire”, s. 328. Ayrıca iltizâm ve iltizâmın süresi ile ilgili tartışmalar için bkz. Mehmet Genç, “İltizâm”, DİA, C. 22, İstanbul, 2000, s. 156-157.
81
kavliyle” ödemede bulunacaktı296. Ancak burada, söz konusu mukâta’aların asıl
sancak mukâta’asının aklâmından olduğunu belirtmek gerekir.
İltizâmın dışında ikinci bir yol olarak mukâta’anın işletilmesi “emânet”
usulüyle veya “ber vech-i emânet” şeklinde sağlanıyordu. İltizamın uygulanmadığı
dönemlerde devreye giren emânet usulünün esası, mukâta’anın devletin ulûfeli bir
memuru tarafından idare edilmesi ve gelirlerinin toplanmasıydı. Mukâta’anın iltizâmı
için, hiç kimsenin talip olmaması297, gelir düşüklüğü ya da fazla kâr bırakmadığı
bilinen bazı gelir kaynakları için mültezimlerden tatminkâr teklifler gelmemesi gibi
sebeplerle padişah hâsları veya madenler ve gümrükler gibi devlet tarafından işletilen
mukâta’alar, emânetin konusu ve aynı zamanda emânet usulünün uygulanmasına
sebep oluşturabilirdi. Bu zamanlarda gelir kaynağının başına yeniden yeterli verim
düzeyine ulaşıncaya kadar bir emîn atanırdı298. Ya da devlet, şartların müsait
olmaması durumunda zarar edileceği ihtimaline karşı mukâta’ayı kapatmaktansa,
yarı iltizâm-yarı emânet yoluyla (emânet ber vech-i iltizâm) işletmeyi tercih ederdi.
Bu durumda mukâta’anın başına gelen kişi “emîn” kalmak şartıyla, şahsında hem
memuriyeti, hem de özel teşebbüsü birleştirmiş oluyordu. Bu bir ara usül olmakla
birlikte, bu sistemde mukâta’anın başında bulunan kişi emîn sıfatıyla maaşlı bir
memur olduğu gibi, belli bir meblağı ödemeyi üzerine aldığı için, işletmenin kâr ve
zararından da sorumlu tutulurdu299. Mukâta’ayı emânet sureti ile yürütenlerin de,
hazineye belirli bir peşîni ödeme zorunlulukları vardı. Hatta emîn, mukâta’a gelirinin
tahsilinden kendisine kâr kalmasını isterse, ulûfesini iltizâm bedeline mahsup ederek
296 HŞS 386 : 429/1. 297 Halil Sahillioğlu, “Bir Mültezim Zimem Defterine Göre 15. Yüzyıl Sonunda Osmanlı Darphâne Mukâta’aları”, s. 147. Bir mukâta’a, her hangi bir suretle sırasında ya da zamanında iltizâma verilmez yahut âmilin gelir toplamasına engel çıkarsa, boş kaldığında yeni âmile verilinceye kadar geçen süre içerisindeki gelirleri, “mevkufât emîni” denilen bir başka iş eri tarafından toplanırdı. Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, II, s. 338. 298 İltizâm usulünün yaygınlaşması ve ardından baş gösteren usulsüzlükler karşısında Osmanlı ricalinden kimseler, uygulamayı eleştirmeye başladılar. Bu eleştiriler daha çok, mukâta’aların deruhte edilmesinde “emânet” yönteminin, diğer iltizâm yöntemlerinden daha uygun olacağı şeklindeydi. Genel eleştiriler, Lütfi Paşa, Mustafa Âli, Koçi Bey ve Defterdâr Sarı Mehmed Paşa tarafından yapılmakta ve iltizâm usulünü yaygınlaştırdığından dolayı sadr-ı azâm Rüstem Paşa eleştirilmekteydi. Bir diğer tartışma konusu ise, eminlik görevinin kimlere verileceği hakkındaydı. Emânet yöntemini savunanların çoğunun bürokrat olması dikkat çekmektedir. Emânet yönteminin kapıkullarına ek bir gelir kaynağı olduğu hesaba katılırsa, bu durumun sebebi tahmin edilebilir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Baki Çakır, Osmanlı Mukâta’a Sistemi, s. 38-39. 299 Bkz. Ahmet Tabakoğlu, Türk İktisat Tarihi, s. 186-187.
82
mukâta’ayı iltizâma alabilirdi. Bu kişilere belgelerin diliyle “ber vech-i iltizâm
emîni” ya da “emîn-i mültezim” denirdi300.
Mukâta’aların denetimi, büyük şehirlerde ve geliri yüksek mukâta’alarda
nâzırlar tarafından yapılmaktaydı. Nâzır-ı emvâl denilen bu görevli, devletin ve
reâyânın zarar görmesini önlemek ve genel anlamda mültezimleri denetlemekle
görevliydi. Ayrıca mukâta’anın bulunduğu yerin kadısı, mukâta’a işlemlerinin kanun
ve şer’e uygun yürütülmesini sağlamak ve mültezimlerin zarar etmeleri veya ortadan
kaybolmaları durumunda, devlet gelirlerinin telef olmasını engellemek ve
mültezimlerin göstermek zorunda oldukları kefillerin defterlerini düzenleyerek, bir
suretini de merkeze göndermek üzere müfettiş tayin edilmekteydi301. Ancak
genellikle sancak ya da kazalarda bulunan mukâta’aların nezâret ve denetimi görevi
kadı eliyle yapılmaktaydı302. Örneğin, incelediğimiz dönemde, Evâil-i Ramazan
1072/ Nisan 1662 tarihli Harput kadısına gönderilen bir fermanda havâss-ı hümâyûna
bağlı bazı köyler halkının, mültezim voyvodalarının haksız vergi toplamaları üzerine
merkeze adam göndererek ‘arz ile şikayette bulundukları belirtilmekte ve kadıdan,
durumun ‘arz edildiği üzere olup olmadığının araştırılması ve doğru ise söz konusu
voyvodaların “muhkem tenbih ve te’kid” edilmesi, şayet ‘inad üzere olurlarsa yazılıp
bildirilmesi emredilmektedir303. Kadının gücünü veya yetkisini aşan durumlarda ise
devreye merkezî hükümet girmektedir. Örneğin, “havâss-ı hümâyûn emîni” sıfatıyla
kısa bir süreliğine Harput sancakbeyliği yapmış Mahmud Beyi’in, halka zulm etmesi
üzerine, Divân’dan Diyarbekir Beylerbeyine ve Âmid kadısına, Harput kadısı Resûl
Efendi ile birlikte teftişle davayı halletmeleri yönünde emir gönderilmiştir304. Ayrıca
kadılardan iltizâm bedelini alan kişi ve gösterdiği kefillerin güvenirliği hakkında
araştırma yapmalarının istendiğini bilmekteyiz. Yine biliyoruz ki özellikle geliri
300Halil Sahillioğlu, “Bir Mültezim Zimem Defterine Göre 15. Yüzyıl Sonunda Darphâne Mukâta’aları”, s. 147. 301 Örneğin, 1583 yılında Ankara’da bütün mukâta’aların bir nâzırı vardı. 1589’a gelindiğinde ise Ankara mukâta’alarının yine bir nâzırı ve müfettişi bulunuyordu. Bkz. Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 104-105. 302 Kadıların bu alandaki görev ve yetkileri hakkında bkz. İlber Ortaylı, “Osmanlı Kadısının Taşra Yönetimindeki Rolü Üzerine”, Amme İdaresi Dergisi, 9 (1), Ankara, 1976, s. 95-107. 303 Söz konusu fermana göre voyvodalar halktan, arpa, saman, koyun, kuzu, bal, yağ ve sâir bunların emsâli şeyler ile öşür ve ispençeden başka yemlik, tuzluk, ambar kirası, kilecilik ve hizmetkâr akçesi gibi ekstradan vergiler almaktadırlar. HŞS 382 : 470 304 Mahmud Bey’den Harput reâyâsının “külli şekvâsı” olduğunu vekil olarak tayin ettikleri Darende Bedir aracılığıyla “meclis-i şer’e” gelerek bildirmeleri ve sonrasında gelişen olayların devamı için bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 44-46.
83
yüksek olan bazı mukâta’alara, mâl-ı mîrînin kaçırılmasını önlemek için ayrıca
emînler yollanmaktaydı305.
Buraya kadar teorik açıdan idarî ve malî fonksiyonları hakkında bilgi verilen
mukâta’a uygulamasının, pratikte örneğin taşrada ne şekilde cereyan ettiği, bazı özel
şatlar gereği uygulamada her hangi bir değişikliğin olup olmadığını Harput Sancağı
özelinde incelemeye çalışalım306.
Elimizdeki belgeler, sancaktaki mukâta’aların 17. yüzyıl boyunca malî ve
idarî açıdan uğradığı değişimlerin niteliğini ve bunun hangi şartlarda ve ne şekilde
cereyan ettiğinin önemli ipuçlarını içermektedir. Bu belgelerden birisi, 13 Zilkâde
1082/ 12 Mart 1672 tarihli ve Diyarbekir Eyâlet’i mutasarrıfı vezir Mehmed Paşa’ya
hitaben gönderilen bir berat suretidir. Belgeden anlaşıldığına göre Harput
Sancağı’ndaki bazı mukâta’a gelirleri, 1052/1642 tarihinde Diyarbekir hazinesinden
ta’yin olunan maaşları karşılığında, yıllık kırk bin gurûş olmak üzere, “Van kalesi
neferâtı mevâcîbleri içün ocaklık” şeklinde tahsis edilmiştir307. Yine belgede,
“ocaklık” olarak bağlanan gelirlerin ayrıntıları da verilmiştir308. Tahsis edilen bu
gelirlere göre, tahrirlerde de belirtildiği üzere genellikle sancakbeylerinin gelirleri
arasında yer alan öşür, bâd-ı havâ veya niyâbet gibi zuhûrata bağlı vergilerin yanı
sıra309, yine tahrirlerde geçen ve padişah hâsları içerisinde yer alan ağnâm, bâc-ı
305 Halil İnalcık, Hicri 835 Tarihli Sûret-i Defter-i Sancak-i Arvanid, s. 19; Ayrıca bkz. Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, II, s. 336-337; M. Tayyib Gökbilgin, “XVI. Asırda Mukâta’a ve İltizâm İşlerinde Kadılık Müessesesinin Rolü”, s. 433-444. 306 İncelediğimiz 17. yüzyılın ikinci yarısına ait sicillerin, sancaktaki mukâta’aların çeşitli durumlarına ilişkin (Örn. iltizâma verilmesi, deruhte etme yöntemleri, iltizâmı alan kişilerin ya da mültezimlerin kimlikleri v.s.) sundukları bilgiler, çoğu zaman küçük bazı ipuçlarından ibarettir. Dolayısıyla burada, mukâta’alaşma ve iltizâm uygulamasının yaygınlaşma sürecinin aşamalı ve daha yakından takip edilebilmesi için, 17. yüzyılın ikinci yarısına ait kullandığımız sicillerin tarihlerini daha geriye götürmek zorunda kaldığımızı belirtmeliyiz. 307 “…Diyarbekir hazinesinde mahfûz olan mukâta’’at defterlerine nazâr olundukta mukâta’’-ı mezburun tahavvülünde 1052 C. A. gurresi âhir olunmağın, mukâta’’a-ı mezburun mevâcîbleri mukabelesinde kırk bin gurûş olmak üzere taifey-i merkuma “ocaklık” bağlanub..”, HŞS 362 : 431. 308 “Diyarbekir hazinesinden ta’yin olunan kırk bin gurûş mevâcîbleri bedel-i ocaklık olub hazîne-î âmiremde mahfûz olan aklâm defterine müracaat olundukta Harput’un bin sekiz yüz nefer haracı olup beher neferden biri içün üç gurûş beşer akçe cülus ve beher gurûş başına ikişer akçe tefavüd ile ve her nefer başına maişetten ma’ada iki yüz elli altı akçe ve maişet ile kamil üç buçuk gurûş olub bundan ma’ada iki yüz seksen sekiz hane avârız ve beher haneye dört yüz altmış akçe ki altı gurûştan rub’ eksik olur ve beş rub’ ispenç ve ırgadiye beher nefer başına on bir ırgat ve bundan ma’ada gulam ve âded-i ağnam ve bâd-ı havâ ve rusûmat ve cürm-i cinayet ve bâc-ı ‘übûr ve boyahâne ve tamga ve sâir senelerde otuz dört bin üç yüz elli gurûş olmak üzere cümle kâmil kırk bin gurûş olur…”, HŞS 362 : 431. 309 Niyâbet ve bâd-i havâ resimleri şunlardır: resm-i ‘arûs (‘arûsane veya gerdek-resmi), cürüm ve cinayet resmi (cerâim), çiftlik tapusu (ekili yer tapusu, tapu hakkı), ev yeri tapusu, kul ve câriye müjdegânîsi (muştuluk veya yava ve kaçgun resmi), resm-i duhan (tütün resmi), deşt-bânî (cerâim-i
84
‘ubûr, boyahâne ve tamgâ gibi vergilerin de bu ocağın gelirleri arasına dahil edildiği
anlaşılıyor. Bu değişiklik “mukâta’-ı mezburun tahavvülünde” ifadesiyle açıkça
belirtilmektedir310. Ayrıca bu tarihten sonra, özellikle yüzyılın sonlarına doğru
sancak mukâta’aları büyük ölçüde Van kulları ocaklığı olarak, bu ocağa mensup
askerî zümre tarafından iltizâm edilecektir. Dolayısıyla tüm bu uygulamaların,
yüzyılın başından itibaren nasıl bir seyir takip ettiğini ve söz konusu tarihte, sancak
gelirlerinden bir kısmının “ocaklık tarîkiyle” Van kalesi neferlerine bağlanmasına
kadar geçen süreyi kısaca gözden geçirmekte fayda vardır311.
İltizâm uygulamasında hatırlanacağı gibi en önemli hususlardan biri, devletin
mukâta’a gelirinin bir kısmını peşinen elde etmesiydi. İltizâma talip olan kişi ya da
kişilerin, mukâta’ayı alırken iltizâm bedelinin bir kısım peşinatını hazineye yatırma
zorunluluğu vardı. Bunun yanı sıra özellikle 16. yüzyılın ikinci yarısından sonra
gittikçe artan nakit para ihtiyacının iltizâm yoluyla karşılanabilmesi için, iki koşulun
olabilirliği önemliydi. Bu koşulları, mukâta’alara olan talep ile iltizâmı almaya gücü
yeten kişilerin mevcudiyeti şeklinde özetleyebiliriz. Bunlardan ikincisi, bizi daha
yakından ilgilendirmesine rağmen, ileride görüleceği üzere sadece maddi açıdan güç
sahibi olmak, Doğu Anadolu gibi merkezden uzak ve hem olumsuz coğrafi şartların
hem de kısmen güçlü aşiret yapısının hüküm sürdüğü bir mekânda tek başına yeterli
değildi. Bu açıdan bakıldığında, söz konusu bölgede mukâta’aların idaresi veya
iltizâm işinin yürütülebilmesi için, aynı zamanda siyasi bir güç ve otoritenin
gerekliliği, kendiliğinden belli olmaktadır. Her ne kadar teorik olarak defter ve
kanununda belirtildiği şekliyle reâyâ üzerine düşen vergiyi ödemekle mükellef idiyse
de, uygulamada çok çeşitli sorunlarla karşılaşılabilmekteydi. Bu konuda mahkemeye
hayvanât), otlak, yaylak ve kışlak resmi. Bunlar serbestlik durumuyla ilgili olduğundan, bu rüsûma rüsûm-ı serbestî de denilir. Bkz. Halil İnalcık, “Adaletnâmeler”, s. 79. 310 Belgenin başında Van kalesi gönüllülerinden bazı ağaların, Harput’ta bulunan ve ocakları için tahsis edilen bir kısım mukâta’aları iltizâm etmek istedikleri belirtildikten sonra, eskiye atfen “mukâta’’-ı mezbûrun tahavvülünde” ifadesi yer almaktadır. Bilindiği gibi “tahavvül”, değişme, dönme, bir halden ya da şekilden, başka bir hale veya şekle girme anlamlarını taşımaktadır. Bkz. Ferit Devellioğlu, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara, 1999, s. 1017. 311 Ancak belirtmeliyiz ki bu sürecin takip edilmesi için elimizde bulunan şer’iyye sicilleri, tek başlarına yeterli değildir. Kaldı ki, en eski Harput Şer’iyye sicili 1624-1625 tarihlidir ve siciller arasında 10-15 yıl hatta daha uzun zaman farkları mevcuttur. Ayrıca sancağa ait vergi gelirlerinin tahsili ve hazineye intikaline ilişkin tahrirlerin yapılmadığı 17. yüzyılda, konuyla ilgili daha somut bilgilere ulaşmak için, arşivlerde bulunan diğer vesikalara müracaat etme zorunluluğu vardır. Bu vesikalardan istifade ile yapılan bir çalışma için bkz. M. Ali Ünal, “XVII. Yüzyılın Başlarında Harput Mukâta’atına Ait Bir İcmâl Muhâsebe Defteri”, s. 36-50.
85
yansımış çok sayıda olay mevcuttur312. Dolayısıyla, bölgenin özellikleri itibariyle
çeşitli mukâta’a gelirlerini toplama görevinin, başlangıçta ehl-i örf tâbir edilen devlet
görevlilerine, siyasî ve malî yönden güçlü ve güvenilir olmaları sebebiyle verilmesi
yaygın bir uygulama olarak karşımıza çıkmaktadır.
Aslında imparatorluk genelindeki iltizâm uygulamalarına bakıldığında,
mukâta’aları iltizâm veya emânet üzere alanların çoğunluğunun sancakbeyleri,
kapıkulu efrâdından dergâh-ı âlî kulları, çavuşları, müteferrikalar, altı bölük halkı,
kethüdalar ve yeniçerilerden kimselerin olduğu görülmektedir313. Ehl-i örf’den
kişilerin iltizâm işine girmelerinin pek çok sebebi olmakla birlikte, hazineye
yatırılması gereken peşinatın fazlalığı, başlangıçta iltizâm işinin varlıklı olan bu
kişiler eliyle yürütülmesinin temel sebeplerinden sayılabilir. Bunlar arasında taşrada,
zenginlik ve otorite bakımından sancakbeyleri en başta gelmekteydiler.
Nitekim Harput Sancağı’nın iltizâm uygulamasının hız kazandığı 16. yüzyılın
sonları ve 17. yüzyılın ortalarına kadar Harput sancakbeyleri tarafından iltizâm
edildiği anlaşılmaktadır. Mesela klasik dönem sonlarına doğru, aynı zamanda
“havâss-ı hümâyûn” emini olan Harput sancakbeyleri, sefer hazırlıkları için yapmak
zorunda oldukları aslî görevlerinin yanında, çoğunlukla mukâta’aları iltizâma
almaktadırlar. Örneğin, 20 Zilhicce 978/15 Mayıs 1571 tarihli mühimme kaydına
göre Harput sancakbeyi Seyyid Mehmed Bey, hazineye doksan bin altın ödemek
kaydı ile Harput hâslarını iltizâma almışken; 10 R.E. 980/21 Temmuz 1572 tarihli bir
hükme göre ise Harput sancakbeyi olduğu anlaşılan Pir Ahmed Bey, “emîn-i
312 Örneğin 20 R.A. 1073/ 01 Aralık 1662 tarihli bir ferman suretinde, Van Hazinesi defterdârı Abdulkerim’in Divân’a başvurarak, Van kullarına ocaklık olarak tayin olunan Harput mukâta’ası reâyâsının kadîmden o ana dek “kanûn-ı defter kavlince” vermekte oldukları hukûk-ı rüsûmlarını eksik verdikleri gibi, bazı kimselerin sâirlerinin ödemelerine de engel olduklarından şikayet ettiği belirtiliyor. HŞS 278 : 86 . Evâsıt-ı R.E. 1104/Kasım 1692 tarihli bir sicil kaydında ise, Harput Sancağı’nda yaşayan aşiretlerden birisi olan Herdi ekrâdından Şeyh Ömerli oymağı ve Cihanbeyli aşiretinin subaşısı Ali Ağa, birkaç yıldan beri Herdi zeametine Subaşı olduğunu, padişah fermanı ile belirtilen ve mâl-ı pâdişahîye ait mahsûlat ve rüsûmâtı toplayamadığını, o sene “külliyen itâ’attan” çıkarak kendisini dahi katl eylemek kastında olduklarını, öyle ki kasabaya göçmek zorunda olduğunu ve bu sebeple “mâl-ı mîrî” nin tahsilinde çaresiz kaldığını belirtmektedir. HŞS 391 : 127. 313 Barış zamanlarına çoğunlukla sipahi bölükleri, iltizâma verilmeyen cizye, avârız ve mukâta’a gelirleri gibi kamu gelirlerinin tahsilinde istihdam edilirlerdi. Yine altı bölük mensupları (özellikle sipah ve silahtarlar) mukâta’alarda görev almakta ve ulûfeleri görevli bulundukları mukâta’anın gelirlerinden ödenmekteydi. Ancak, İstanbul ve çevresinde ikâmet eden kapıkulları, 1559’daki Şehzade Beyazid olayından sonra sancaklara yerleşmeye başlamışlardı. Bu tarihe kadar taşrada mukâta’aları iltizâma alanlar, zâimler, çavuşlar ve tımar erbabı iken, kapıkullarının sancaklara yerleşmesiyle bu iş özellikle altı bölük halkının eline geçmiştir. Bu kişilerin 17. yüzyılda taşradaki faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa Akdağ, “Genel Çizgileriyle XVII. Yüzyıl Türkiye Tarihi”, Tarih Araştırmaları, C. 4, S. 6-7, Ankara, 1966, s. 201- 247; Aynı Yazar, “Tımar Rejiminin Bozuluşu”, AÜDTCFD, C. 3, S. 4, Ankara, 1944, s. 419-431.
86
mültezim” sıfatıyla sancak gelirlerini deruhte etmiştir314. 25 Zilhicce 990/20 Ocak
1583 tarihli bir başka mühimme kaydında ise, sancakbeyi olan Alaeddin Bey’in,
öncekiler gibi “havâss-ı hümâyûn” emîni olarak 200 bin altın mukabilinde Harput
Sancağı’nı iltizâma aldığını görüyoruz315.
Bu örnekleri çoğalttığımızda havâss-ı hümâyûn eminliğinin, Harput
sancakbeylerinin çoğu için 16. ve 17. yüzyıllarda yaygın bir uygulama olduğu
anlaşılıyor. Örneğin, Gurre-i Muharrem 1014/19 Mayıs 1605 tarihli İcmâl Muhâsebe
Defterine göre İbrahim Bey, Harput mukâta’atını dört yıl müddetince iltizâma
almıştır316. Harput Sancakbeyi olduğu anlaşılan İbrahim Bey’den, aynı zamanda
“emîn-i mültezim” şeklinde bahsedildiğine göre, Harput mukâta’asını sonradan almış
olmalıdır. Bilindiği gibi bu ifade “emânet” üzere mukâta’ayı işletenler için, emânet
314 Ancak Mehmed Bey ve kendisinden sonra bu göreve gelmiş olanların çoğunluğu, reâyâya zulm ettikleri gerekçesiyle sancakbeyliği görevlerinden azledilmişlerdir. Burada ilginç olan, Seyyid Mehmed Bey örneğinde olduğu gibi, sancakbeyliğinden ve “havâss-ı hümâyûn emînliği”nden azledilmiş olsalar da iltizâm işleriyle ilgilenmelerine müsaade edilmiş olmasıdır. 6 Safer 979/30 Haziran 1571 tarihli hükümden anlaşıldığına göre, görevinden azledilen Mehmed Bey’in “sancak olmak şartıyla” iltizâm eylediği Harput mukâta’alarını eskisi gibi tekrar iltizâma almak istediğini arz etmesi üzerine Diyarbekir Beylerbeyine, “sancakbeyliği olmadan” iltizâmı kabul ederse verilmesi emredilmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 44. 315 Alaeddin Bey, söz konusu meblağın bir kısmını hazineye peşin ödemeyi taahhüd etmesine rağmen, daha sonra tam olarak tespit edilemeyen sebeplerden dolayı buna yanaşmamış, bunun üzerine Diyarbekir Beylerbeyine emir verilerek, “ eğer inâd ve muhâlefet iderse” hapsedilmesi gerektiği kaydedilmektedir. Ayrıca merkeze yapılan başvurularda halka zulmettiği anlaşılan Alaeddin Bey’in, bu şekilde bir muameleye tâbi tutulması ilk başlarda, yaptığı zulüm sebebiyle tahmin olunmaktaysa da, belgenin devamında aslında daha önce hazineye yatırmayı taahhüd ettiği 200 bin altın filoriyi göndermemesiyle ilgili olduğu anlaşılıyor. Zira söz konusu hükümde, bir miktar peşin vermesi halinde hakkında yürütülen soruşturmadan ve teftişten vazgeçileceği, aksi takdirde Amid kalesine hapsedilmesi Diyarbekir Beylerbeyine emredilmekteydi. Bu sırada Alaeddin Bey’den “sâbık” diye bahsedildiğine bakılırsa azledilmiş olduğu muhtemeldir. Aynı zamanda Alaeddin Bey, Harput sancakbeyliğinden önce Çemişkezek sancakbeyidir. Bu durum, Harput Sancağı’na merkez tarafından yapılan atamalarda genellikle bölgeyi tanıyan ve daha önce çevre sancaklarda görev yapmış kişilerin atanması geleneğiyle bağlantılı olabilir. Aynı gelenek doğrultusunda yapılan atamalar hakkında örnekler ve ayrıntılı bilgi için bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 42; Aynı yazar, “Harput Sancakbeyleri”, Osmanlı Devri Üzerine Makaleler-Araştırmalar, Isparta, 1999, s. 90-109. 316 İbrahim Bey yılda 24 bin olmak üzere toplam 96 bin gurûşu hazineye yatırmak üzere taahhüdde bulunmuştur. Ancak ilgili kaydın yer aldığı defterin 9. sayfasında geçen ifadelere bakılırsa iltizâm müddetinin 3 yılı kapsadığı anlaşılmaktadır. Bu sürede, 3 yıl boyunca 72.000 gurûş ödeyeceği belirtilmiştir. Ödemelere bakıldığında, üç yıla ait hesaplar görülmektedir. Buna rağmen, 13 C.A. 1019/2 Eylül 1610 tarihli Kuyucu Murat Paşa’nın Şark Serdarlığı sırasında tutulan bir Ahkâm Defterindeki hükümden anlaşıldığına göre, İbrahim Bey’in muhasebesi henüz görülmemiştir. Bu sebeple Diyarbekir Beylerbeyi olan Nasuh Paşa, “zimmetinde mâl-ı mîrî” olduğu gerekçesiyle İbrahim Bey’in Harput Sancağı’ndaki çiftliklerine ve oğullarının zeâmet mahsullerine müdahalede bulunmuştur. Bunun üzerine İbrahim Bey henüz hesabını kapatmadığını, muhasebesini vezir-i âzam Murad Paşa’nın verdiği berat mûcebince daha sonra “kat’-ı alaka” edeceğini belirterek çiftliklerine ve oğullarının zeâmet mahsullerine müdahale edilmemesini rica etmiştir. Kuyucu Murad Paşa da Nasuh Paşa’ya gönderdiği hükümde, İbrahim Bey’in çiftliklerine ve sâir hususlara müdahalede bulunmamasını emretmektedir. Ayrıca İbrahim Bey bu tarihte Kırşehir Sarcakbeyidir. Bkz. M. Ali Ünal, “XVII. Yüzyılın Başlarında Harput Mukâta’atına Ait Bir İcmâl Muhâsebe Defteri”, s. 39.
87
süresi devam ederken mukâta’ayı deruhte ettikleri takdirde kullanılmaktadır. Bu
durumda emin olan kişi, mukâta’ayı götürü usûlde almış olmaktaydı317. 1632 tarihli
bir sicil kaydından anlaşıldığına göre sancağın, kısa bir süreliğine Diyarbekir
Beylerbeyi olan Murteza Paşa’ya tevcih (muhtemelen arpalık olarak) edildiği
görülüyor318. Murteza Paşa havâss-ı hümâyûn emînliğine İbrahim Beşe’yi (Ağa)
“zâbit” olarak atamıştır. İbrahim Ağa’nın da mütesellim olarak Mehmed Ağa’yı
görevlendirdiği anlaşılıyor319.
Aslında padişahın yürütme yetkisini taşıdıkları için ehl-i örf diye tâbir olunan
ûmerânın büyük bir kısmı kul asıllı oldukları için, sancaktaki etkinlikleri ve sosyal
mevkileri devletten aldıkları bu güce dayanmaktaydı. Bu açıdan bakıldığında iltizâm
işinde ehl-i örf taîfesinin etkinliği daha iyi anlaşılabilir.
Sancakbeylerinin mukâta’ayı iltizâmla alış biçimleri yahut hangi şartlar
mukabilinde aldıkları ve bu sürecin nasıl işlediğine dair uygulamaların ayrıntılarını,
sicillerden ne yazık ki takip etme imkânına sahip değiliz. Ancak, 16. yüzyılın
sonlarına ait bir Ruznâmçe Defteri kaydında geçen bir iltizâm sözleşmesi, bu açıdan
oldukça aydınlatıcıdır320. Söz konusu belgeden anlaşıldığına göre, sancakbeyleri
iltizâm işine geniş maiyetleriyle birlikte katılmaktadırlar. Bunlar arasında civardaki
diğer sancakbeyleri, dergâh-ı âlî çavuşları, kendi oğulları, kardeşleri, zeâmet
sahipleri, müteferrikalar, tımar defterdarları ve katipler yer almaktadır. Oluşturulan
bu geniş birliktelik sayesinde sermayenin yanı sıra, nüfuz ve otorite bakımından da
büyük bir güce ulaşılmış olduğu kesindir. Zira iltizâm sözleşmesinde yer alan ve
hazinece kabul edilen şartlara bakıldığında özetle; önceden Kiğı Sancakbeyliği
yapmış Uğurlu Bey’e iltizâm sözleşmesi gereğince Harput Sancakbeyliği verilmekle
birlikte Uğurlu Bey, kendi adamlarına beş sancakbeyliği, defter kethüdalıkları,
çavuşluklar, müteferrikalıklar, cebecilik, divân-ı hümâyûn katipliği ve zeâmetler
aldırdığı gibi, tımar sahibi adamlarının tımarlarının terâkki ettirilmesini ve mâl-ı
mîrînin tahsiline yardım için dört zâim ve beş nefer sipahinin verilmesini sağlamıştır. 317 Bkz. Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, c. 2, s. 347-349. 318 Belgede Harput Sancağı’nın Murteza Paşa’ya tevcih edildiği ve bu husustaki buyruldunun îlâmı için Serhanoğlu isimli birisinin görevlendirildiği anlaşılıyor. HŞS 386 : s. 413-1239. 319 HŞS 386 : s. 347-1062, s. 324-993’de “Harput hâsları emîni İbrahim Ağa”. 320 Başbakanlık Arşivi’nde, Ruznamçe Defterleri tasnifinde 101 numarada kayıtlı Ruznamede yer alan Harput Sancağı beyliği haslarının tevcihi ile ilgili olan belge, esas olarak bir iltizâm sözleşmesidir. Bu belge daha önce yapılan bir çalışmada ayrıntılı olarak incelenmiştir. Bkz. M. Ali Ünal, “XVI. Yüzyıl Sonlarında Bir İltizam Sözleşmesi”, Osmanlı Devri Üzerine Makaleler-Araştırmalar, Isparta, 1999, s. 72-84.
88
Belgede Uğurlu Bey ve arkadaşlarının “elimizdeki mansıplar tahvil içinde sefere
gelmediler deyü ahâra virilürse ziyâde ittiğimiz mâl bizden taleb olunmaya” şartını
koydurduklarına bakılırsa, iltizâm müddetince seferden bir anlamda muâf
tutulmalarını istedikleri anlaşılıyor. Ayrıca, söz konusu mukâta’aların birbirinden
ayrılmaması ve iltizâm müddeti devam ederken iltizâm bedelini “ziyâdeleştirerek”
kabul eden olursa, “peşînleri” geri ödenmeden mukâta’anın kimseye verilmemesi
şartını koydurarak ödedikleri peşinatı garanti altına almak istemişlerdir. Sonuçta
Harput sancakbeyliğinin yanı sıra, Diyarbekir Eyâleti’ne tâbi 29 kalem mukâta’ayı
da 3 yıllığına iltizâma alan Uğurlu Bey, aynı zamanda bir mültezim kimliğiyle
karşımıza çıkmaktadır321.
Şüphesiz sancakbeylerinin mukâta’ayı iltizâma almalarının çeşitli sebepleri
vardı. Bunlar kısaca kâr etmek, nüfûzunu arttırmak veya “üzerimde iltizâm vardır”
gerekçesiyle seferlerden muaf tutulmak şeklinde özetlenebilir. Başlangıçta devletin
bu kişileri seferlere katılmaktan muâf tutması veya esnek davranması, muhtemelen
tahvil süresi içerisinde sefere gidilmesi durumunda hem kendilerinin hem de
hazinenin zarar göreceği endişesinden kaynaklanmaktaydı. Çünkü bu kişilerin
seferden geri dönmemeleri halinde, mukâta’a gelirlerinin toplanması tehlikeye
girebilirdi. Öte yandan aslî görevleri seferlere hazırlık olan bu kişilerin savaşa
katılmaması durumunda, ordunun savaş gücünün azalması da söz konusuydu.
Dolayısıyla, seferlerden muafiyet her zaman mümkün olmadığı gibi, iltizâm ya da
mâl-ı mîrî bahanesi ile sefere katılmayanlar bazen şiddetle azarlanmakta veya tehdit
edilmektedir322.
İncelediğimiz yıllarda emânet veya iltizâmla işletilen sancak mukâta’alarının
aklâmından olan çeşitli mukâta’aların da, şehirde sakîn askerî taîfesinden kimselere
321 Belgede Uğurlu Bey ve ortaklarının hangi mukâta’a kalemlerini, hangi yıllar için aldıklarına ilişkin bir bilgi yer almamaktadır. Bahsedilen 29 mukâta’a için iltizâm bedeli 820 bin altın olarak tespit edilen meblağın içerisinde, söz konusu 29 mukâta’anın daha önce aynı şartlarla Alaeddin Bey’e iltizâmı sırasında Alaeddin Bey ve ortakları tarafından ödenmemiş 500 bin altın da vardır. İltizâm sözleşmesinde Uğurlu Bey ile ortakları kalan bu meblağı kendilerinin ödeyeceği taahhüdünde bulunmuşlardır. 16. yüzyılın sonlarında, altının resmi rayicinin 120 akça olduğu dikkate alınırsa, 820 bin altının 98.400.000 akçaya denk geldiği hesap edilmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. M. Ali Ünal, “XVI. Yüzyıl Sonlarında Bir İltizam Sözleşmesi”, s. 75-78. 322 Örneğin Özdemiroğlu Osman Paşa’nın Şark Serdarlığı sırasında, daha öneki seferlere üzerinde iltizâm olduğu gerekçesi ile birkaç defa katılmayan Harput Sancakbeyi Alaeddin Bey’e gönderilen emirde, İran üzerine yapılacak sefere kendisi gibi daha önceki seferlere katılmamış zûemâ ve erbâb-ı timar ile birlikte kendi oğullarını da alarak Osman Paşa’ya katılması emredilmekle birlikte “üzerimde iltizâm vardır” şeklinde bir özrün kabul edilmeyeceği açıkça ifade edilmektedir. Bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 42-46.
89
ikinci kez iltizâma verildiğini görüyoruz. Bunlar sancağa bağlı köylerin çeşitli
gelirleri olabildiği gibi, sancak ya da kazadaki üretim ve ticarî faaliyetlere dayalı
mukâta’alar da olabilmekteydi. Bu işlem genellikle mukâta’a mahallindeki Harput
kadılığında yapılmakta ve iltizâmı üzerine alanlar için kadı tarafından bir tezkere
verilmekteydi. Bu durum belgede “vech-i tahrir-i tezkere budur ki” şeklindeki bir
girişle formüle edilmektedir323. Örneğin Harput mukâta’asına tâbi tamgâ-î siyah, bâc-
ı ‘ubûr ve şemhâne gelirlerini toplama işi, dergâh-ı âlî yeniçerilerinden Bekir ve
Hüseyin’e ber vech-i iştirâk, 1300 riyâli gurûş mukâbelesinde iltizâma verilmiştir324.
Bir diğer örnek mukâta’-ı hâssâdan Harput hâslarının atîk ve cedîdinin iltizâmı ile
ilgilidir. Bir yıllığına iltizâma verildiği anlaşılan mukâta’a, halen dergâh-ı âlî
kullarından Hüseyin Bey’in uhdesindedir. İltizâm süresi dolan mukâta’ayı bu kez,
dergâh-ı âlî sipâhilerinden Seyyid Mustafa Ağa dört bin riyalî gurûşu “ber vech-i
peşin” ödemek şartıyla deruhte etmiştir325. Aynı şekilde Harput Sancağı kâim-
makâmı imzalı bir diğer belgeden, boyahâne ve ihtisâb mukâta’asının Harput
sakinlerinden Seyyid Bekir Çelebi’ye aylığı yetmiş gurûştan ve her ay taksitlerini
düzenli ödemek şartıyla iltizâma verildiğini görüyoruz326. Bu durumda Bekir Çelebi,
söz konusu mukâta’aları bir yıllığına toplam 840 gurûşa iltizâma almış oluyordu. Bu
örnekler, iltizâmı alan kişilerin kimliklerini göstermesi bakımından da önemlidir.
İleride üzerinde durulacağı gibi, dergâh-ı âlî çavuşları ile kapıkulu sipahileri ve
323 “Vech-i tahrir-i tezkere budur ki, bin yetmiş yedi senesine vâki Cimşit Bey Hamamı kendi tarafımızdan işbu ba’is-i tezkere Bekir Beşe’ye iş bu mâh-ı Şevval’in gurresinden bir sene-i kâmile varıncaya dek yirmi dört bin akçe, sekiz bin akçeyi ber vech-i peşîn ve sekiz bin akçe altı ayda ve sekiz bin akçe dahi sene tamamında edâ itmek şartıyla iltizâma virilüb, mûmâ-ileyh yedine tezkere vaz’ olundu ki varub zabt-u rabt eyleyüb minvâl-i meşruh üzere edâ idüb zabtı içün tezkere verildi. Evâil-i Şevval 1077/Nisan 1667”, HŞS 278 : s. 81-2 324 HŞS 386 : s. 420-1256. 325 “Sebeb-i tahrir-i kalem ve mûcib-i tastir-i hurûf oldur ki, mukâta’a-yı hassâdan Harput haslarının atîk ve cedîdi... Harput sâkinlerinden dergâh-ı âlî kullarından Hüseyin Bey ‘uhdesinde ve iltizâmında olub, lâkin senesi temâm ve müddet-i iltizâmı âhir olmakla hâliyâ dergâh-ı âlî sipâhilerinden kıdvetü’l-emâcid ve’l-ekârim Seyyid Mustafa Ağa zîde mecdühû divâna gelüp arz-ı hâl sunup Harput mukâta’ası sene-i sâbık üzere bana virülürse kabul iderim diyü tâlib ve râgıb olduğu ecilden .Diyârbekir hazinesine dört bin riyâli gurûş ber-vech-i peşîn virmek şartı ile mümâileyh Mustafa Ağa’ya verilmesi lâzım gelmeğin.....”, HŞS 384 : s. 234-1. 326 “Vech-i tahrir-i tezkere budur ki, nefs-i şehirde boyahâne ve ihtisâb iş bu mâh-ı Cemâziyel-evvel’in gurresinden sene-i kâmile varıncaya dek iş bu hâfız-ı temessük Esseyyid Bekir Çelebi’ye beher aylığı yetmiş gurûşa ber-vech-i ihtisâb iltizâma virülüb mâh be mâh edâ itmek kavliyle mezkûr boyahâne ve ihtisâbı kabül edüb eğer bir kimesne ziyâde iderse virilmeyüb bu minvâl üzere Esseyyid Bekir Çelebi’ye virilmeğin zabt-ı tasarruf içün yedine tezkere virildi. Evâil-i C.E. 1042/Kasım 1632”, HŞS 386 : s. 429-1.
90
yeniçeriler, yaşadıkları şehirlerde zamanla mal-mülk sahibi olmuşlar ve şehir
üretimine katıldıkları gibi, ticaretle de uğraşmaya başlamışlardır327.
Ayrıca söz konusu tarihte bu kişilerin iltizâm işleriyle ilgilenmelerinin sebebi,
şehir halkından sıradan kişilere göre dönemin siyasi ve ekonomik şartları gereği,
mukâta’a koşullarını yerine getirebilmede ve özellikle yapılacak ödemelerde maddi
açıdan daha iyi durumda olmalarıyla açıklanabilir. Örneğin, 25 Şevval 1083/13 Şubat
1673 tarihli sicil kaydından anlaşıldığına göre, Seyyid Ebubekir ve Veli Ağa Harput
“tamgâ mukâta’ası” nı “ber vech-i iştirâk” üzere 1800 gurûşa iltizâma almışlardır.
Ancak ödeme zamanı geldiğinde, Veli Ağa “gayb ve firâr itmekle”, söz konusu
meblağı Seyyid Ebubekir ödemek zorunda kalmıştır328.
Buraya kadar görülmektedir ki, 17. yüzyılın ortalarına kadar sancaktaki
havâss-ı hümâyûn gelirleri sancakbeyleri tarafından ve emâneten idare olunmaktadır.
Sancakbeyleri çoğu kez padişaha ve dolayısıyla merkezî hazineye ait bu
gelirlerin idare ve toplanması faaliyetlerini, “ber vech-i emîn-î mültezim” sıfatıyla
kendi üzerine topluca iltizâma almak suretiyle yerine getirmektedirler. Bu tarihte
sancakta mukâta’a kapsamına giren gelirlerin neler olduğu, incelediğimiz belgelerde
tam olarak belirtilmemektedir. Ancak sancak genelinde toplu halde deruhte edilen bu
gelirlerden bazılarının isimlerini, ikinci kez mültezim tarafından iltizâma verilmeleri
dolayısıyla tespit edebiliyoruz. Oysa bu konuda, 17. yüzyılın ikinci yarısına ait sicil
kayıtlarındaki bilgiler daha açıktır.
17. yüzyılın ortalarına gelindiğinde 1052/1642 yılında sancağa ait bir kısım
mukâta’a gelirlerinin “ocaklık” 329 olarak Van Kalesi askerlerinin “mevâcîbleri” 330
327 1695 yılından itibaren başlatılan malikâne uygulamasında, malikâneleri “kayd-ı hayat” suretiyle alanların kimliklerine bakıldığında, askerî zümreye mensup kişilerin önemli bir çoğunluğu oluşturdukları görülmektedir. Örneğin 1695-1697 tarihleri arasında Malatya Voyvodalığı’nda satışı gerçekleştirilen 96 malikâneden 51 tanesini askerî zümre mensubu kişiler deruhte etmişlerdir. Bkz. Erol Özvar, Osmanlı Maliyesinde Malikâne Uygulaması, İstanbul, 2003, s. 127-133. 328 Belgede belirtildiğine göre firâr eden Veli Ağa, daha sonradan ortaya çıkmış ve bu sırada vefat etmiş olan Seyyid Ebubekir’in kızı Şerife, söz konusu meblağın Veli Ağa’dan alınmasını taleb etmektedir. HŞS 362 : 339. 329 “Ocaklık” kurumu tahsis ilkesinin en önemli uygulamalarından birisidir. Bu tâbir tersane giderlerine, sınır boylarındaki kalelerin muhafazasında bulunan askerler ile yerli ve gönüllü neferlerin gündelik ulûfelerine ve mevâcîblerine, ayrıca mütekâid ve duagû vazifeleri için tahsis edilmiş olan bir kaç köy veya bir kaza geliri için kullanılmaktadır. Ocaklık olarak tahsis edilen gelirler sadece toprak gelirleriyle ilgili olmayıp, aynı zamanda mukâta’a, cizye ve avârız gelirlerinden de ocaklığa havâle yoluyla tahsisler yapılabilmekteydi. Merkezdeki kapıkulu veya sınır boylarında görevlendirilen askerlerin ödeneklerinin yanında, tamir ve mühimmat harcamaları ve tazminatlar da bu harcamalara dahildir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmet Tabakoğlu, Türk İktisat Tarihi, s. 190-192; Baki Çakır, Osmanlı Mukâta’a Sistemi, 89-93: Midhat Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lûgatı, s. 371.
91
için tahsis edildiğini yukarıda tespit etmiştik. IV. Murad zamanında devam eden
Osmanlı-İran savaşları sırasında bazı kalelerin muhafızlarına ait mevâcîb, hâsılatı iyi
olan vilâyet ve sancaklara havâle ile temîn edilmekteydi. Buna “ocaklık mevâcîbi”
de denilmektedir331. Hatta kimi zaman, örneğin İran savaşları sebebiyle muhafaza
hizmetinde kalan pek çok kapıkuluna, mahallî kaynaklardan ulûfe yetiştirme imkânı
bulunmadığı durumlarda, Diyarbekir hazinesinden Revan kullarına ulûfe verilmek
üzere tedbirler alması istenmekteydi332. Nitekim, daha önce de Erzurum Kalesi
“merdân ve ‘azebleri” nin mevâcîblerinin temini için sancakbeyi ve aynı zamanda
Harput mukâta’a emîni olan İbrahim Bey’e hitaben ferman gönderilmiştir333.
Ocaklık uygulamasının ardından yüzyılın ikinci yarısından itibaren sancaktaki
mukâta’alaşma süreci ve bunları iltizâma alanların kimlikleri de yeni bir boyut
kazanmıştır. Elimizdeki belgeler, tüm Osmanlı ülkesinde yaşanan bu değişim yahut
dönüşümlerin taşra boyutunu gösteren bazı somut bilgiler içermektedir. Bu değişim
taşrada ağırlıklı olarak Osmanlı klasik sisteminde yer alan dirliklerin mîrî mukâta’a
haline dönüştürülmesi şeklinde cereyan ettiği için, bu konu üzerinde kısaca durmakta
fayda vardır.
Bilindiği gibi klasik dönem sonrasında Osmanlı malî ve idarî yapısında
görülen önemli değişikliklerden birisi, klasik tımar sistemi içerisinde gördüğümüz
330 Bütçelerde yer alan en önemli gider kalemini mevâcîb harcamaları teşkil etmektedir. Ulûfe de denilen bu ödemeler merkezî ordu ve devlet görevlilerine üç ayda bir yapılan maaş harcamalarıdır. Bunlara ek olarak her yeni padişahın tahta çıkışında askere bir yıllık mevâcîb tutarında cülûs bahşişleri dağıtılırdı. Bunlardaki gecikmelerin çoğu kez buhran sebebi olduğu bilinmektedir. Örneğin, I. Ahmet’in (1603-1617) ölümünün ardından, 1617-1623 arası yaşanan padişah değişiklikleri ( I. Mustafa, II. Osman ve IV. Murat) sırasında verilen cülûs bahşişleri, Hazineyi çok zor duruma sokmuştur. 17. yüzyıl sonları ve 18. yüzyılda mevâcîb harcamalarının genel bütçe giderleri içerisindeki payı % 70’lere çıkmaktadır. Savaşlar ve asker sayısındaki artışlar, bu oranın yükselme sebebi olmakla birlikte, mukâta’a ve malikâne peşinleri ile cizye peşinleri bu harcamalara tahsis edilmiştir. Ahmet Tabakoğlu, Türk İktisat Tarihi, s. 190-191; Yavuz Cezar, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi, s. 28. 331 Örneğin, Kars Eyâleti’ne bağlı Oltu Sancağı da, “ocaklık tarîkiyle” Oltu kullarının mevâcîblerine bağlanmıştır. Şerafettin Turan, “XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İdari Taksimatı”, Atatürk Üniversitesi 1961 Yıllığı (Ayrı Basım), Erzurum, 1961, s. 222. “Ocaklık mevâcîb” için bkz. Midhat Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lûgatı, s. 237. 332 Halil İnalcık, “Adâletnâmeler”, s. 71. 333 Bkz. M. Ali Ünal, “XVII. Yüzyılın Başlarında Harput Mukâta’atına Ait Bir İcmâl Muhâsebe Defteri”, s. 102. Mevâcîb, askerlere senede dört defa ve üç ayda bir Muharrem, Rebîülâhir, Receb ve Şevval aylarında verilen ücret, ulûfe demektir. İlk üç aylık olanına “masar”, ikinci üç aylık olanına “recec”, üçüncü üç aylık olanına “reşen ve son üç aylık olanına da “lezez” tabirleri ad olarak konulmuştur. Bu tabirler, ayların adlarının rumuzlarından oluşmaktadır. Bazı kalelerin muhafızlarına ait mevâcîb, hâsılatı iyi olan vilayet ve sancaklara havâle suretiyle temin edilirdi. Bu tür havâlelerle sağlanan mevâcîblere de “ocaklık mevâcîbi” adı verilmiştir. Bkz. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Rehberi, İstanbul, 2000, s. 161.
92
dirliklerin, zamanla mîrî mukâta’a haline getirilerek, merkezî hazine adına iltizâma
verilmesidir334. Tımar siteminin, 16. yüzyıl sonlarından başlayarak oluşan yeni
şartlara yahut dengelere uyum sağlayamayışı ve dolayısıyla temel işlevlerini yerine
getiremeyişi sebebiyle, bu sistem içerisinde yer alan dirliklerden öncelikle “mahlûl”
olanlardan bir kaçı birleştirilerek, yeni mukâta’a alanları oluşturulmuş ve iltizâma
verilmeye başlanmıştır335. Bu amaçla aralıklı olarak asker ve tımar yoklamaları
yapılmaktaydı. Örneğin 1083/1672 tarihli Diyarbekir Beylerbeyi Hasan Paşa imzalı
buyrulduda Harput kadısına, sancakta dirlik tasarruf eden yeniçerilerin isim ve
resimleri ile dirliklerinin durumu hakkında defter tutması ve mübaşir ile
gönderilmesi emredilmektedir336. Evâil-i Ramazan 1075 / Mart 1665 tarihli kayıtta
yine Harput Sancağı’na bağlı Kuzâbâd nahiyesinde tımar tasarruf edenlerin esâmileri
ve resim durumları liste halinde tespit edilmiştir337.
Herhangi bir tımar veya zeâmet hâsılının merkezî hazine gelirleri arasına
katılabilmesi için, öncelikle buraların dirlik olma özelliklerini kaybetmiş olmaları
gerekiyordu. Aynı durum 1695’te başlayan malikâne uygulaması için de söz
konusudur. Burada da bir vergi kaynağının malikâne olarak satılabilmesi için, o
kaynağın mukâta’a statüsünde olması yani merkezî hazineye ait gelir kaynaklarından
birisi olması gerekmekteydi. Bu özelliği taşıyan mukâta’a için mîrî mukâta’a tâbiri
kullanılıyordu338.
334 17. yüzyılda tımar sahiplerinin elindeki timar gelirlerinin büyük bir bölümü, o sırada topraklı süvarilerin modasının artık geçmiş olması sebebiyle, aktif askeri hizmetten muâf tutulmanın “karşılık parası” (bedel) olarak merkezîhazineye aktarıldı. Timar gelirlerini merkezî hazineye çekmenin bir diğer yolu da bunları önce sultan hâslarına (havâss-ı hümâyûn) dönüştürmek ve sonradan iltizâma vermekti. Bkz. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi 1300-1600, C. I, s. 113. 335 Devletin hazineye gelir sağlamak amacıyla 18. yüzyılda ağırlıklı olmak üzere, sıklıkla tımar yoklamaları yaptırdığı, hâli ve harâbe olmuş ya da yoklama esnasında mevcut görülmeyen dirlik sahibi tımar erbabının dirliklerinin ellerinden alındığı ve bunların yeni mukâta’a alanlarına dönüştüğü hakkında örnekler için bkz. Eftal Batmaz, “İltizâm Sisteminin XVIII. Yüzyıldaki Boyutları”, s. 43 v.d. Buradaki bir örnekte 1715 tarihinde Erzurum Eyâleti’nde yapılan bir tımar yoklaması sonucunda, 2119 tımarın defterden çıkarılarak, ayrı bir mukâta’a oluşturulmak üzere merkezî hazineye intikal ettirildiği ifade edilmektedir. Bunun yanında bir çok dirlik sahibinin ellerindeki dirliklerin hâsılatsız olduğu ve dirlik sahibi olmanın yükümlülüklerini yerine getiremedikleri gerekçesiyle kendi rızalarıyla dirliklerinden ferâgat ettikleri belirtilmektedir. (Bkz. Aynı yer) 336 HŞS 362 : 455. 337 HŞS 382 : 431. 338 Bkz. Yavuz Cezar, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi, s. 34.
93
Mîrî mukâta’alar havâs-ı hümâyûn’a dahil olup, tımar alanları dışında kalan
gelir türleriydi339. Mîrî mukâta’aları üzerlerine alan mültezimler âdetâ birer mâliye
görevlisi oldukları gibi, aynı zamanda bir örf yetkilisi olarak eyâlet ya da sancağa
bağlı olmadan doğrudan hazineye karşı sorumlu idiler. Dolayısıyla “mîrî mukâta’a”
haline dönüştürülmüş hâs veya çeşitli evkâf gelirleri, “serbestiyyet üzere” tasarruf
edilmekteydi340. Böylece bu yeni dönemde bir yanda iltizâm sisteminin uygulama
boyutları genişlerken, diğer yanda daha önce tımar sitemi içinde kalan ve bu yüzden
hazine muhâsebe kayıtlarında görülmeyen kalemler hazinenin denetimine geçmiştir.
Mîrî mukâta’a uygulaması başlangıçta sahipsiz kalan küçük dirlikler üzerinde
iken, giderek boyutlanmış ve daha sonra zeâmet ve nihâyet C.A. 1108/12 Ocak 1697
tarihli bir fermanla hâsları da kapsayacak şekilde genişlemiştir341. 18. yüzyıla
gelindiğinde ise sancaklar hatta eyâletler iltizâm usulü içine alınarak, aynı zamanda
bir mukâta’a hüküm bölgesi haline getirilmiştir. Bu yeni bir uygulamadır. Eyâlet
düzeyine yükseltilen iltizâm uygulaması sebebiyle taşrada, eyâlet ve sancak sınırları
içindeki klasik dönemin tımar nahiyelerinin yerini, mukâta’a hüküm bölgeleri
almıştır. Böyle bir kademeleme içinde, eyâlet ve sancaklar içinde oluşturulan
mukâta’aların yönetimi, genellikle daha önceki dönemin beylerbeyi, sancakbeyi veya
sancak mutasarrıflarına verilmiş ve böylece mültezim paşa veya mültezim valiler
ortaya çıkmıştır342.
Tüm bu anlatılanlardan sonra, elimizdeki belgelerin yardımıyla 17. yüzyılın
ikinci yarısından itibaren tespit edebildiğimiz mukâta’alaşma sürecinin Harput
Sancağı’ndaki boyutlarını incelediğimizde, şöyle bir yolun takip edildiği anlaşılıyor.
Öncelikle sancaktaki mukâta’aların durumunda görülen en önemli değişiklik,
klasik tımar uygulaması döneminde padişah hâsları olan dirlikler ve mirlivâ
hâslarının birleştirilerek bir mukâta’a hüküm bölgesi haline getirilmesidir. Evâil-i
Şevval 1074/ Mayıs 1664 tarihli bir iltizâm mektubunda, sancaktaki mukâta’alardan
339 Osmanlı klasik dönemindeki dirliklerin, 18. yüzyıla gelene kadar mîrî mukâta’a’lara dönüşme süreci ve bu durumun temel sebepleri hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz. Eftal Batmaz, XVIII, Yüzyıldaki Mâli Uygulamaların Osmanlı Taşra Yönetimi Üzerindeki Etkileri, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara, 1995, s. 169-199. 340 HŞS 362 : 431. 341 Bkz. Yavuz Cezar, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi, s. 35. (Transkripsiyonu için bkz. s. 313.) 342Tımar sistemindeki bu değişmeler ile taşra yöneticilerinin kimliklerinde ve görevlendiriliş biçimlerindeki yeni uygulamalar hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Özer Ergenç, “ XVIII. Yüzyılda Osmanlı Taşra Yönetiminin Mâli Nitelikleri”, s. 89 v.d.
94
bahisle “varub livâ-i mezbûre mutasarrıf olub ve kazâ-i mezbûrede vâki’ havâss-ı
hümâyûn ve havâss-ı mirlivâya müte’allik kurâ ve mezâri’in a’şâr-ı şer’iyye ve
rüsûm-ı ‘örfiyyesini ve reâyâ-yı Erâmine’nin cizye, ispenç ve İslâmiye’nin resm-i
bennâk ve resm-i penbe ve resm-i ‘arûsiyye ve ‘adet-i âğnam ve kovan ve resm-i
cûllah ve tamgâ-yı siyâh ve bâc-ı ‘ubur ve bazâr-ı esbü ester ve ağnâm ve boyahâne
ve kirişhâne ve debbağhâne ve resm-i bazâr-ı rişte ve şemhâne ve rüsûm-ı mîrî ve
kapan ve ‘arûsiyye ve ihtisâb ve âsesiyye cürm-ü cinâyet ve bâd-ı havâlar -ki mirlivâ
ve havâss-ı hümâyûna müte’allik mukâta’attır- ve iki yüz doksan beş buçuk hane-i
avârızıyla ve ebvâb-ı mahsulâtını kanun-ı padişahî üzere ahz-u kabz idüb”
denilmektedir343. Bu ve benzeri belgelerden padişah ve sancakbeyi hâslarının
birleştirilerek tek bir mukâta’aya (mîrî mukâta’) dönüştürüldüğü anlaşılmaktadır. 1
Mart 1692 tarihli sicil kaydında ise “havâss-ı hümâyûn” gelirleri arasına dahil edilen
bu gelirler, oluşturuldukları sancak veya kazanın adıyla “mukâta’-ı Harput” şeklinde
tek bir isimle ifade edilmektedir344. Yani burada mukâta’a tâbiri sancakta bir şekilde
merkeze alınan tüm vergi ve sâir gelirleri ifade ederken, “Harput mukâta’ası”
denilince de sancakta bulunan tüm mukâta’alar kastedilmiş olmaktadır. Tabi bu
durum, daha önceki tımar uygulamasının sadece bir bölümünü kapsayan yeni bir
uygulamadır. Sancak içinde daha küçük boyutta oluşturulan diğer “mîrî mukâta’alar”
ya sancağın adını taşıyan büyük mukâta’aların “aklâm” veya “tevâbi” inden sayılmış
veya doğrudan hazinenin yönetimine bırakılmıştır.
“Ocaklık” olarak Van kalesi neferlerinin mevâcîblerine tahsis edilen sancak
mukâta’asının ilk başlarda sancakbeyleri tarafından iltizâm ve idare olunduğu, ancak
yüzyılın üçüncü çeyreğinden itibaren ocak mensuplarınca ve genellikle merkezden
tayin edilmeleri suretiyle bu işi yürüttükleri anlaşılıyor. Bu durumun sebepleri
üzerinde aşağıda durulacaktır. Bu kişiler tarafından ikinci defa iltizâma verilen
mukâta’alar ise, asıl mukâta’anın aklâmı içerisinde yer alan çeşitli mukâta’alardır.
Diğer yandan bu uygulama, önceki uygulamanın toptan ortadan kaldırıldığı
bir görünümde değildir. Yani bir tarafta klasik tımar sistemi sürdürülmekteyken, aynı
zamanda “mîrîden zabt” uygulaması devam etmekteydi. Örneğin 17. yüzyılın
sonlarına gelindiğinde hâlen sancakta tımar tevcihlerinin yapıldığını yine belgelerden
343 HŞS 368 : 398. 344“Mukâta’-ı Harput ma’a mirlivâ ve tamgây-ı siyah ve bâc-ı ‘übûr..”, HŞS 391: 435. Sancak mukâta’alarının “mukâta’-ı Harput” şeklinde ifade edildiği diğer örnekler için bkz. HŞS 391: 399, 436, 488, 489; HŞS 278 : s. 81-2; HŞS 388 : 310; HŞS 362 : 431
95
öğreniyoruz345. Çeşitli sebeplerle mahlûl olduğu anlaşılan tımarlar, “sefere eşmek
şartıyla” başkalarına tevcih edilmiştir346. Kimi zaman, özellikle iltizâm usûlünün
başarısız olduğu anlarda eskiye dönüldüğü de oluyordu. Konuyla ilgili belgelerde bu
durumlar için bir dönem “sancaklık üzere tasarruf”, bir dönem “mîrîden zabt” gibi
deyimlere rastlanır347.
Sancak mukâta’alarının birleştirilerek toptan iltizâma verilmesinin ardından,
bir kısım gelirlerin Van kalesi neferlerine maaş mukâbili ocaklık şeklinde tevcihi,
yeni bazı gelişmelere sebep oldu. Öyle ki, yüzyılın sonuna gelindiğinde başlangıçta
sancağın bir kısım gelirleri mevâcîb olarak tahsis edilmişken, bu uygulama tüm
sancak gelirlerini kapsayacak şekilde boyutlanarak, üstelik mukâta’anın iltizâmla
idaresi tamamen bu ocak mensuplarının eline verilecekti.
Gelirleri kale neferlerine ocaklık olan mukâta’alar, defterleri verilip neferlerin
ağaları tarafından veya tayin ettikleri emînler tarafından zapt edilebilirdi. Ulûfeler de
zamanı geldiğinde yine bu kişiler tarafından ödenmekteydi. Öte taraftan mukâta’a
gelirinin tamamı değil de yalnızca bir miktarı ocaklık şeklinde tahsis edilmiş ise, bu
durumda ödeme mukâta’yı deruhte eden şahıslar (emîn, mültezim) tarafından ocaklık
sahiplerine yapılmaktaydı348.
1660’ların başına ait kayıtlardan, sancak gelirlerinin idaresinden henüz klasik
dönemde olduğu gibi merkez tarafından “emîn” tayin edilmiş sancakbeyinin sorumlu
olduğunu tahmin etmekteyiz349. Çünkü bu tarihte anladığımız kadarıyla sancak
gelirlerinden sadece bir kısmı ocaklığa tahsis edilmiştir. Safer 1072/Ekim 1661
tarihli bir ferman sureti, bizi doğrulamaktadır. Fermanda kazada yaşayan 1800 hane
zimmînin her birisinden 256’şar akçe alınarak Van Kalesi neferâtının mevâcîbleri
345 Örneklerimizdeki tımar tevcihlerine baktığımızda, bunların daha çok alaybeyi arzları ve merkezin onayı ile gerçekleştirildiği görülüyor. 1707 tarihli bir emr-i şerifte tımar tasarrufunda yaşanan sıkıntılar ve usulsüzlükler özetlenirken, alaybeylerinin çeşitli yolsuzluklarına da temas edilmektedir. Belgede belirtildiğine göre alaybeyleri, bazı dirlik sahiplerine isnatsız suçlar yükleyerek türlü bahaneler ile ellerinden mansablarını almakta ve bunu sırf “arz akçası” için yapmaktadırlar. Bkz. Özer Ergenç, “ XVIII. Yüzyılda Osmanlı Taşra Yönetiminin Mâli Nitelikleri”, s. 88. 346 HŞS 391 : 302, 338, 410, 423; HŞS 362 : 450, 451. 347Örneğin 1720 tarihli bir fermanda, Maraş Eyâleti’ne bağlı Ayıntâb, Malatya, Kars ve Zu’l-kadriyye Sancaklarının bazen malikâne, bazen mîrîden zabt ve bazen de sancaklık üzere ibkâ olunduğu belirtilmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Özer Ergenç, “ XVIII. Yüzyılda Osmanlı Taşra Yönetiminin Mâli Nitelikleri”, s. 90. 348 Ayrıntılı bilgi için bkz. Baki Çakır, a.g.e, s. 92. 349 Bu dönemde Harput sancakbeyleri olarak görülen Abdullah Bey ve Gürünlü Yusuf Bey için bkz. HŞS 382 : 303, 454.
96
için ocaklık tayin olunduğu bildirilmektedir350. Hatta ocak sahiplerine ödeme, sancak
mukâta’alarını iltizâma alan emîn veya mültezim tarafından yapılmaktadır. Örneğin
Evâhir-i Zilkâde 1074/Haziran 1664 tarihli bir ferman suretine göre, Van ocaklığı
içinde ve sancağa bağlı Kuzâbâd nahiyesindeki “havâss-ı humâyûn” köylerinden
Holvenk köyünün, “şen ve abâdân” edilmek üzere Süleyman’a 23.000 akçeye iki
seneliğine iltizâma verildiği, Süleyman’ın bu meblağı Harput emîni olanlara “sene
be-sene edâ ve teslim” etmesi istenmektedir351. Aynı şekilde, 20 R.A. 1073/1 Aralık
1662 tarihli bir ferman suretinde de, Van hazinesi defterdârı Abdülkerim’in arzına
binâen Harput mukâta’ası içinde, Van kulları ocaklığı olarak tahsis edilen cizye
gelirlerinin noksan toplandığı ve ocaklık gelirlerinin zarara uğradığından bahisle,
kadı ve mukâta’a emininden bu hususlara dikkat etmeleri istenmektedir352. Burada
Van hazinesinin öne çıkması muhtemelen, Diyarbekir hazinesinin 1071/1661 Mart
başlangıcında eyâletin “voyvodalığa” dönüştürülmesinin ardından lağvedilmesi
sebebiyledir353. Ayrıca bu tarihlerde örneğin Zilkâde 1072/Temmuz 1662 tarihli sicil
kaydında havâss-ı hümâyûn zabitleri olarak Abdullah Bey ve Ömer Çavuş’un
isimleri geçtiğine göre, mezkûrlar iltizâmı ortaklaşa almış olmalıdırlar354.
Nihayet, Evâil-i Şevval 1074/(Nisan sonu Mayıs başları) 1664 tarihli bir
iltizâm mektubunda Harput mukâta’asının Ömer Ağa’ya, seneliği 30.000 gurûştan iki
seneliğine toplam 60.000 gurûşa iltizâma verildiğini görüyoruz. Belgenin devamında,
Ömer Ağa’nın (bazen bey), bir önceki sene de söz konusu mukâta’ayı 27.000 gurûş
mukabilinde deruhte ettiğini ve hazinede hesabını kapattıktan sonra, 3000 bin gurûş
ziyadesiyle tekrardan iltizâma aldığını öğreniyoruz. İltizâmın hangi şartlarla alındığı
belirtilmese de belgeden, Ömer Ağa’nın “Van cânibi gönüllülerinin ihtiyar ve
emektarlarından” olduğu ve önceden de Harput Sancağı’nda mutasarrıflık yaptığı
anlaşılmaktadır355. Belge aynı zamanda klasik dönem sancakbeyi fonksiyonlarının
artık mültezimlere geçtiğini de kanıtlamaktadır. Nitekim sancağın mukâta’aya
bağlanan gelirleri, aslında tahrirlerde açıkça görebildiğimiz ve klasik dönemde 350 HŞS 382 : 476. 351 HŞS 368 : 385. 352 HŞS 278 : 86 353 Baki Çakır, a.g.e., s. 25. Aynı yazar, “XVII. Yüzyılda Osmanlı Taşra Maliyesinde Değişme: Diyarbakır’da Hazine Defterdarlığından Voyvodalığa Geçiş”, IX. International Congress Of Economic And Social History Of Turkey, (Dubrovnik, 20-23 August, 2002), Ankara, 2005, s. 93- 115. 354 HŞS 382 : 302. 355 HŞS 368 : 398.
97
sancakbeylerine tahsis edilen hâslar ve havâss-ı hümâyûn içerisinde yer alan çeşitli
vergi kaynaklarıdır.
Görüldüğü gibi geliri “ocaklık” olarak tahsis edilen sancak mukâta’ası, ocak
ileri gelenlerince deruhte edilebildiği gibi, mukâta’anın aklâmından bazı mukâta’alar
da (genellikle köyler) bir başkasına iltizâma verilebilmekte ve aşağıda vereceğimiz
örneklerde görüleceği üzere merkeze arz edilip, o şahsa berât ettirilebilmekteydi.
Örneğin Şevval 1074/ Mayıs 1664 tarihli kayda göre havâss-ı hümâyûn kurâlarından
Kuyulu, Şems ve Tolon isimli köylerin “gılâl-ı mahsulatları, cizye ve ispençe ve
‘avârız ve pembeleri gayr-ı ez hisse-i vakf ve maktu” ları, Ömer’e 1950 riyâli gurûşa
“ber-vech-i peşin” iltizâma verilmiştir356. Benzer şekilde Sarını köyünün de “gılâl-ı
mahsulâtı ve bennâk ve mücerredleri ve ‘avârız ve bâğât ve penbe ve pirinç, bostan
ve vakf ve maktu’ları gerek ziyan ve gerek faide ile” kârye-i mezbur re’ayâlarından
Şaban, Osman, Ömer, Mahmud, Halil Beşe ve Nikogos zimmi ve İsmail ve Abdal
isimli kişilere ber-vech-i iştirâk ve ber-vech-i peşin 80 riyâli gurûşa iltizâma
verilmiştir357.
Bu durumun yaygın bir uygulama olduğu anlaşıyor. Örneğin R.A. 1077/Eylül
1666 tarihinde Harput mukâta’a emîni Ahmed Ağa, Diyarbekir (Amid) divanına
gönderdiği arz-ı halde, bazı kişilerin pek çok köyü deruhte etmelerine rağmen
ödemeleri gereken meblağları “vermekten ta’allül ettikleri”nden şikayetçidir358.
Benzeri bir şikâyet, Muharrem 1075/Temmuz 1664 tarihli bir ferman suretinde dile
getirilmektedir. Söz konusu belgede Van defterdârı Yahya’nın merkeze gönderdiği
arzdan bahsedilmektedir. Yahya’nın dediklerine göre, Van kullarına ocaklık olan
Harput mukâta’asına tâbi bir kısım köyler, Harput ümenâsı ve bazı ağaların arzı ile
bir takım kimselere deruhte edilmektedir. Şikâyet konusu ise, böyle bir uygulamanın
mukâta’ayı zarara uğrattığıdır. Yahya’nın istediği, bu şekilde yani ümenâ ve ağalar
temessükleriyle deruhte edilen iltizâmların feshedilmesi ve ellerinde bulunan
temessüklerin geri alınmasıdır. Emr-i şerifte ocaklık durumu hatırlatılarak, bu tür
uygulamalardan sakınılması tembîh edilmektedir359.
356 HŞS 368 : 438, 439. 357 HŞS 368 : 443. 358 HŞS 278 : 88/2. 359 HŞS 368 : 378.
98
Gurre-i R.A. 1103/22 Aralık 1691 tarihli bir fermana istinâden gönderilen
buyrulduya bakılırsa bu konudaki suiistimallerin oldukça arttığı gözlenmektedir.
Harput kadısına hitaben gönderilen buyrulduda, Van kullarının Harput mukâta’a
emininin arzından bahisle, havâss-ı hümâyûn köylerinden çoğu kişinin bu yerleri
çiftlik olarak maktu’ ile aldığını ve kaynağı belli olmayan temessükler ibraz
ettiklerine yer verilmektedir. Dolayısıyla mukâta’aya ve neferlerin mevâcîblerine
zarar verdiği gerekçesiyle, söz konusu çiftliklerin mukâta’a eminlerince zabtı
emredilmektedir360.
Bu şikâyetlerden mevâcîblerin zamanında ödenememesi veya eksik ödenmesi
gibi bir durumun söz konusu olduğu anlaşılıyor. Nitekim sınır bölgelerindeki gelir
kaynaklarının çevredeki kale askerlerine ocaklık tahsis edilmesi yerine, bunların
padişah hâssı olarak ayrılıp emîn ve mültezimler aracılığıyla yönetilmesinin, devlet
için gerektiği kadar verimli ve elverişli olmadığı kanaatine varılmış olsa gerek, bir
süre sonra mukâta’aların doğrudan ocak ileri gelenlerinin (ağalarının) yönetimine
verildiği anlaşılıyor. Örneğin, elimizdeki 13 Zilkade 1082/12 Mart 1672 tarihli ve
İstanbul mahreçli bir ferman suretinde bu durum açıkça görülmektedir. Fermanda
belirtildiğine göre, Van kalesi gönüllülerinin sağ kol ağası Hüseyin ve sol kol ağası
Hasan ve kale-i mezbûr dizdârı Mehmed ve garîbler ağası Yakub ve Çavuşlar
kethüdâsı Mehmed’in Divan’a arz göndererek “Harput mukâta’ası nükûdu ve gulâm
ve bağâtı ve adât-ı ağnâm ve bâd-ı havâ ve cürm-i cinayet ve sâir rüsûmatları ve
bâc-ı ‘übûr ve boyahâne ve haracı kendülerine ocaklık ta’yin” edilmiş olmakla
birlikte “Diyarbekir hazinesinden ta’yin olunan kırk bin gurûş mukabelesinde
Diyarbekir valisi tarafından, mirlivâ tarafından ve Diyarbekir defterdarı cânibinden
dahl ve taarruz olunmamak şartiyle ber vech-i ocaklık sadaka buyrulursa kabul
ederiz” demekte ve mukâta’anın yönetimi için “asitâne-i saadetten berât-ı âlîşân”
talep etmektedirler361. Kaldı ki, IV. Mehmet’in tahttan indirilmesi ile sonuçlanan
1687-1688 tarihli ayaklanma sırasında merkezî askeri birliklerden sipahi ve
silahtarlar, mukâta’aların kendileri tarafından işletilmesini istemişlerdir. Oysa
ocaklık tahsis edilen mukâta’aları iltizâma alan ağalar, askerlerin maaşlarını
ödemekte ihmalkâr davranmakta ve merkeze şikâyete konu olmaktaydılar362.
360 HŞS 391 : 417. 361 HŞS 362 : 431. 362 Bkz. Baki Çakır, a.g.e., s. 91.
99
Ocak mensuplarının kendi gelir kaynaklarıyla yakından ilgilenmelerinin,
mukâta’anın verimini daha da arttıracağı ve belki bu şekilde merkezden nakit para
göndermenin gerekmeyeceği düşünülmüş olsa da, pratikte bunun sanıldığı gibi
gerçekleşmediği, yukarıda verilen örneklerden anlaşılmaktadır. Hatta düşünülenin
aksine, mukâta’a gelirlerinde azalma söz konusudur. Mesela, Mart 1672 tarihli
yukarıda verilen ferman suretinde sancağın 40.000 bin gurûş mukabilinde ocaklık
olarak tevcih edildiği ve bu meblağın hangi vergilerden ve ne kadar miktara göre
hesaplandığı belirtilmekte ve kırk bin gurûş rakamı tutturulmaktadır. Oysa 16 Şaban
1103/3 Mayıs 1692 tarihli iltizâm mektubundan anlaşıldığına göre, aradan geçen
yaklaşık yirmi yıl zarfında, sancak mukâta’asının toplam ederi 40.000 bin gurûştan
22.341 riyalî gurûşa gerilemiştir363. Gurre-i Receb 1104/8 Mart 1693 tarihinde yani
bir yıl sonra ise mukâta’anın 15.256 riyalî gurûşa iltizâma verildiğini görüyoruz364.
Mukâta’anın değerindeki bu düşüşün sebebini, kullandığımız belge gurubuna
göre tespit edebilmemiz ne yazık ki mümkün görünmüyor. Ancak konuyla ilgili
farklı kaynakların incelenmesiyle bu durumun sebebini, yüzyılın genel ekonomik ve
siyasi şartları çerçevesinde anlamlandırmak mümkün olabilir.
Ocak ağalarının, bir süre daha Harput sancak mukâta’asını iltizâma almaya
devam ettikleri anlaşılıyor. Bu iltizâm işlemi bazen ocak ağalarının tavsiyeleri ile
merkeze bildirdikleri arz sonucunda tek bir kişi üzerinde gerçekleştirilirken, kimi
zaman iltizamı alanlar direkt ocak ağalarından birileri olabilmekteydi. Bu durumu
yine elimizdeki belgelerden somut hale getirebiliriz. Örneğin, yukarıda verdiğimiz 16
Şaban 1103/3 Mayıs 1692 tarihli ve Van mahreçli belgeden tespit ettiğimize göre,
40.000 riyalî gurûş mukabelesinde Van Ocaklarına tahsis edilen mukâta’a-ı Harput
22.341 riyalî gurûşa365, El-Hac Ali Ağa’ya 1103 Mart başlangıcından itibaren bir
yıllığına iltizâma verilmiştir. Belgenin Van çıkışlı olması ve “müzâyede eylediği”
ifadesine bakılırsa, iltizâmın başkentten değil Van hazinesinden ve müzâyede ile
gerçekleştirildiği anlaşılıyor366.
363 HŞS 391 : 436. 364 HŞS 391 : 489. 3651691-1698 tarihlerinde İspanya asıllı bir para olan 1 riyalî gurûşun değeri , 120-160 akça arasında değişmektedir. Bkz. Şevket Pamuk, Osmanlı İmparatorluğu’nda Paranın Değeri, s. 152; Ahmet Tabakoğlu, Türk İktisat Tarihi, s. 274. 366 XVII. Yüzyıl ortalarına doğru eyâlet hazinelerine bağlı mukâta’alar, merkez tarafından iltizâma verilmeye ve eyâlet hazinelerine nakit olarak ödenmesi gereken irsaliyenin bir kısmı peşîn veya peşînler de merkezî hazine tarafından tahsil edilmeye başlanmıştı. Eyâlet hazineleri tarafından ise Eyâlet hazinelerine bağlı olup İstanbul’da peşîn ile deruhte edilen mukâta’alara ait gelirlerin geri
100
Sancak mukâta’asının niteliğine baktığımızda, Mayıs 1664 tarihli iltizâm
berâtıyla yukarıda verilen Mayıs 1692 tarihli berât arasında geçen yaklaşık otuz yıl
müddetince mukâta’anın içeriğinin hemen hiç değişmediği, mukâta’a kapsamındaki
vergilerin içeriklerinden ise klasik dönemdeki sancakbeyi görevlerinin mültezimlerce
yerine getirildiği anlaşılıyor.
Bir yıllığına Harput mukâta’asını iltizâma aldığını belirttiğimiz el-Hac Ali
Ağa’dan sonra mukâta’anın, yeniden Van Ocaklarına bağlı ağalar tarafından üstelik
daha düşük bir meblağla iltizâm edildiği görülüyor. Gurre-i Receb 1104/8 Mart 1693
tarihli ve yine Van mahreçli iltizâm berâtıyla “sene-i sâbık ola geldiği üzere” Harput
mukâta’ası, 15.256 riyâli gurûşa Van maliye defterdârı Ahmed’in de tasvibiyle sâbık
Yemin Ağası Halil Ağa ve Yesar Ağası Hüseyin Ağa tarafından ortaklaşa deruhte
edilmiştir. Bir önceki yılla kıyaslandığında, mukâta’anın değerinde yaklaşık 7000 bin
gurûşluk bir azalma gözlenmektedir.
Geniş ölçekte bakıldığında yaşanan ekonomik olumsuzlukların, 1683-1699
yılları arasında devam eden uzun savaşlarla ilgisi olduğu muhakkaktır. Ancak
yaşananları Harput Sancağı açısından ele alacak olursak, bu kötü gidişin muhtemel
sebebini iltizâm şartlarını yerine getirmenin güçlüğü ve mukâta’aya olan talebin
azalmasına bağlamak ta mümkündür. Zira Harput mukâta’ası genellikle bir yıllığına
iltizâma verilmekte ve iltizâm edenler sıkça değişmektedir. Örneğin El-Hac Ali
Ağa’dan hemen önce sancağın, Ali Bey ve Ahmed Bey tarafından ortaklaşa tasarruf
edildiği tahmin edilmektedir367. 1692 tarihli bir başka belgede, mukâta’a-ı mezburun
emîni olarak Mehmed’in adı geçmektedir. Kendisi, Katip Osman adında bir kişiye
Bağdur ve Hacımerik isimli köyleri 4000 akça karşılığında maktû’a vermiştir368.
Yine 1104/1693 tarihli bazı belgeler “mirlivâ-i Harput” Osman Bey imzalıdır369.
Sancak mukâta’asının değerinde görülen bu azalma, aslında yerli ahâlinin
ekonomik durumunu yansıtan önemli ip uçları da içermektedir. Örneğin, 15 R.A.
kalan taksitleri tahsil edilmekteydi. İstanbul’dan berat ile tayin olunmayıp Eyâlet hazinesi tarafından deruhte edilmesi gereken mukâta’alar da, Eyâlet divanları kararlarıyla (tezkeresi), mukâta’anın gelirlerinde artış yapan taliplere verilmekteydi. Nitekim Diyarbekir Voyvodalığa dönüştürülerek, hazinesi 1071/1661 tarihinde lağvedilmiştir. Bkz. Baki Çakır, a.g.e., s. 25-27. Ayrıca Diyarbekir Voyvodalığı için bkz. İbrahim Yılmazçelik, “Malî ve İdarî Bir Birim Olarak Diyarbakır Voyvodalığı”, XIII. Türk Tarih Kongresi (4-8 Ekim 1999), Bildiriler, C. III, Ankara, 2002, s. 2029-2047. 367Belgede Han isimli köydeki bir mevzînin 1102/1690 senesinde Harput eminleri Ali ve Ahmed Beyler tarafından tapu edildiği belirtiliyor. HŞS 391 : 285. 368 HŞS 391 : 412. 369 HŞS 391 :172, 175.
101
1103/4 Ocak 1692 tarihli bir ferman suretinde Van kalesi ocaklıklarından olup 281
ve 1 rub’ avârız-hânesine sahip Harput kazası ahâlisinin arzına yer verilmektedir.
Belgenin devamında Harput ahâlisinin fakîr ve hânelerinin kesîr oluşu sebebiyle
vergide indirim yapılması istekleri merkez tarafından olumlu karşılanmakta ve
“ahvâllerinin zayıf” olması sebebiyle 51 ve 1 rub’ avârız-hânelerinin “ref’” ve
“tenzîl” edildiği belirtilmektedir370. Tespit ettiğimiz diğer bir belge, halkın içinde
bulunduğu ekonomik durumun bir başka boyutunu göstermektedir. Belgede Vali
Kenan Paşa’nın konak masrafı için Harput ahâlisinden istenen akçe, ahâlinin
birbirlerine kefaletleriyle varlıklı kimselerden alınan borçla ödenmiştir. Birbirlerine
kefil bi’l-mâl olmaları sebebiyle borcu ortak ödemeleri gerekirken, bazılarının buna
yanaşmaması şikayet konusudur371.
İltizâm uygulamasının bir üçüncü boyutu ise, 1695’ten itibaren mukâta’aların
malikane usulüyle işletilmesidir. Nitekim 1697 tarihinde malikâne olarak verilen
hâsların içerisinde Harput Sancağı, 62.746 akçe senelik mâl ve 13.440 akçe muaccele
bedeliyle yine “Ocaklığa” malikâne olarak verilmiştir372. Ancak, hâs ve ocaklık
halindeki mukâta’alar malikâne sistemine dâhil edilip satılsalar bile eski hüviyetlerini
koruyacaklardı. En yüksek malikâne bedelini teklif eden malikâneci, senelik mâlını
yani senelik ödemesi gereken vergi bedelini, hâs ve ocaklık sahiplerine dört taksitte
gönderecekti373. 18. yüzyılın ilk yarısına ait elimizdeki 20 R.A 1137/6 Aralık 1724
tarihli sicil kaydından edindiğimiz bilgilere göre Harput hâssı mukâta’ası, malikâne
olarak el-Hac Burhâneddin ve oğlu Ahmed’in uhdesindeydi ve malikâneyi alanlar,
yine Van kalesi neferâtının mevâcîbleri ait miktarı ödemek zorundaydılar374.
18. yüzyılın ilk yarısında Harput mukâta’asının yine Van kullarının ocaklığı
olarak iltizâma verildiğini görüyoruz. C.E. 1123/Haziran 1711 tarihli iltizâm
berâtında belirtildiğine göre, sancak mukâta’ası bu defa Mehmed Ağa’ya ve yine
ocakları tarafından 24.506 riyalî gurûşa iltizâm edilmiştir. Daha öncekiler gibi,
Mehmed Ağa da mukâta’anın bir kısım gelirlerini ikinci kez iltizâma vermekte ve
370 HŞS 391: 440. 371 HŞS 382 : 503, 508. 372 E. Özvar, a.g.e., s. 41. 373 E. Özvar, a.g.e., s. 38. 374 “..Hazîne-î Âmiremde mahfûz baş muhasebe defterine nazâr olundukta hasshâ-i Harput ma’â mahsulü sancak ve tevabii mukâta’asının senevî 27.550 gurûş mâlı olup, ber vech-i ocaklık Van kal’ası neferâtına virilmek üzere mümâ ileyhümânın malikâne üzerlerinde olduğu..”, HŞS 396 : 37.
102
bunu mütesellimi vasıtasıyla gerçekleştirmektedir. Bu dönemde görülen değişik bir
uygulama ise, geliri ocaklığa ayrılan Harput köylerinden bazılarının, Keban madeni
emînlerinin iltizâmına verilmesidir375.
Bu uygulamada ikinci mukâta’alaşma döneminde ve buraların aklâmından
(tevâbiînden) sayılanların, yönetsel açıdan voyvodalık diye adlandırıldıkları da
görülmektedir. Ancak 17. yüzyılın ikinci yarısına ait Harput kadı sicillerindeki bazı
belgelerde rastladığımız “voyvoda” kelimesi, Diyarbekir mahreçli ve biri 1672 diğeri
1692 tarihli vergi konulu her iki mektupta geçtiği şekliyle376, Harput Sancağı’ndaki
her hangi bir yönetim birimiyle doğrudan alakalı görülmüyor. En azından sancakta
voyvodalıkla idare edilen bir birimin varlığı hakkında somut bilgiye sahip değiliz.
Dolayısıyla kimi belgelerde rastladığımız ve bazı fermanlarda kadı ile birlikte
kendilerine hitap edilen voyvodaların mültezim voyvodaları oldukları, ancak bu
kişilerin yönetim ve yetki alanları konusunda bilgi edinemediğimizi belirtelim377.
Kaldı ki bu konuda tespit ettiğimiz ve bizzat Harput voyvodasından bahsedilen
belgenin tarihi, çalışma aralığımızın dışındadır ve Şevval 1136/23 Temmuz 1724
tarihlidir. Sözü edilen kişi ise Harput Voyvodası el-Hac Ahmed Ağa’dır378.
375 Bkz. Fahrettin Tızlak, a.g.e., s. 187. 376 HŞS 362 : 501. Nitekim 1692 tarihli belge Diyarbekir Voyvodası Ali Ağa tarafından vergi tahsiline memur edilen Ali Kethüda ile ilgilidir. HŞS 391 : 377. 377 Söz konusu fermanda Harput’ta mültezim voyvodalarının haksız vergi toplamaları üzerine ahalinin merkeze adam göndererek ‘arz ile şikayet de bulundukları belirtilmekte ve kadıdan, durumun ‘arz edildiği üzere olup olmadığının araştırılması ve doğru ise söz konusu voyvodaların “muhkem tenbih ve te’kid” edilmesi, şayet ‘inad üzere olurlarsa yazılıp bildirilmesi emredilmektedir. Belgenin devamında belirtildiğine göre voyvodalar halktan arpa, saman, koyun, kuzu, bal, yağ ve sâir bunların emsâli şeyler ile öşür ve ispençeden başka yemlik, tuzluk, ambar kirası, kilecilik ve hizmetkâr akçesi gibi ekstradan vergiler almaktadırlar. HŞS 382 : 470 378 HŞS 396 : 97. Ayrıca daha onceki bazı belgelerde “Harput Voyvodası İzzetlü el-Hac Ahmed Ağa” veya “kıdvetü’l emâcîd ve’l‘ayân Harput Voyvodası el-Hac Ahmed Ağa” tabirleri kullanılmaktadır. HŞS 396 : 35, 39, 46, 54, 84.
103
İKİNCİ BÖLÜM
MEKÂN ÜZERİNDE YÖNETİM ÖRGÜTLENMESİ
A- Örfî Yöneticiler
1- Kimlikleri Bakımından Sancakbeyleri / Mütesellimler
17. yüzyılın ortalarından itibaren ağırlığı gittikçe hissedilen mukâta’a ve
iltizâm uygulaması sonucu başta sancakbeyleri olmak üzere, üst düzey askerî ve sivil
idarecilerin kimliklerinde ve atanma biçimlerinde bazı değişiklikler görülmektedir.
Dolayısıyla bu bölümde söz konusu tarihte hız kazanan ve sancaktan mukâta’aya
geçiş yahut dönüşüm diyebileceğimiz süreçte Harput Sancağı’ndaki mevcut idarî
yapıyı, askerî-idarî ve adlî-idarî açılardan irdelemeye ve anlamaya çalışacağız. Daha
doğrusu 1661-1693 tarihleri arasında, benzer konularda imparatorluk genelinde
görülen yaygın uygulamaların (değişimlerin), taşradaki yansımasını ve bu yeni
uygulamaların Harput Sancağı’nda hangi şartlar sonucu ve ne boyutlarda cereyan
ettiğini, belgelerden elde ettiğimiz veriler ölçeğinde tahlil edeceğiz.
Konunun başında belirttiğimiz gibi bu çalışmada kullanılan siciller sancaktaki
diğer (daha alttaki) görevlilerin isimleri dışında kimliklerini, görev tarihlerini, tayin
ediliş biçimleri ve bu kişilerin öz niteliklerinde görülen değişimi tespit etmemize
imkan sağlayacak zenginlikte değillerdir. Bu sebeple aşağıda, 17. yüzyılın sonlarına
doğru sancağın üst düzey yönetiminde meydana gelen değişimin, daha alt düzeydeki
örgütlenmeye hangi boyutlarda ve nasıl yansıdığı, toplumsal ilişkileri ne yönde
etkilediği ve bu üst düzey idarecilerin yönetim fonksiyonları üzerinde durulacaktır.
Bilindiği gibi Osmanlı klasik döneminde taşra yönetiminin iki temel birimi
vardı. Bunlar askerî-idarî (örfî) açıdan oluşturulmuş sancak ile adlî-idarî (şer’î)
açıdan oluşturulmuş kaza idi. Sancak, askerî-idarî ve malî yönden tımar sistemi
içerisinde Osmanlı İmparatorluğu’nun taşra yönetimindeki ana birimdir. Öyle ki,
eyâletlerin idari yapılarındaki düzenlemelerle birlikte sayıları imparatorluk yıkılana
kadar devamlı değişmişken, sancak taksimatı nispeten sabit kalmıştır379.
379 İlk Osmanlı devrinde temel idari birim sancaktı ve idarede sancak temeline dayanan bölümlenme, eyâlet birimine rağmen 19. yüzyıla kadar devam etmiş ancak Tanzimat’tan sonra taşradaki örgütlenme vilayet (eyâlet) esasına göre düzenlenmiştir. İlber Ortaylı, Türkiye İdare Tarihi, Ankara, 1979, s. 184.
104
Nitekim Osmanlı padişahları bir bölgeyi yönetmek üzere ilk yıllardan itibaren
başlıca iki yönetici atamışlardı. Bunlardan ilki askerî sınıf kökenli ve sultanın
yürütme gücünü temsil eden bey (beylerbeyi, sancakbeyi), diğeri de ulemâ kökenli ve
padişahın yasal yetkisini temsil eden kadı idi.
Mekânda temel idari birim olarak kabul edilen sancaklar, askerî-idarî
bakımdan sancakbeyinin yönetiminde olmakla birlikte 15. ve 16. yüzyıllarda devlet,
yeni fethedilen yerleri sancakbeylerinin doğrudan yönetimlerine vermiş ve bunların
başına bir beylerbeyi atamıştır380. Osmanlı Devleti’nin en temel kurumu olan tımar
sistemi de, ancak bu sancak sistemiyle Osmanlı yasa ve yönetiminin yeterince
yerleştiği bölgelerde uygulanabilmiştir381.
Sancak yönetiminin başında bulunan ve 16. yüzyıldan itibaren “mirlivâ”
olarak da adlandırılan382 sancakbeyi, yönetmekle mükellef olduğu sancağın âmiri ve
aynı zamanda ilgili yörenin askerî birliklerini toplayan bir kumandan idi383. Bunun
yanı sıra sancakbeyinin, idaresi altındaki bölgede güvenliği sağlama ve suçluları
cezalandırma gibi pek çok görevleri de bulunmaktaydı.
Genel olarak Osmanlı klasik döneminde bir sancakbeyi atanırken özetle, o
kişinin (kulun) kendisine verilen bir görevde başarılı olması durumunda, bağlı
bulunduğu makam sahibinin arzı veya re’sen padişah tarafından atandığını
görülmektedir. Bu durum kendisine ve atandığı sancağın kadılarına bir fermanla
resmen bildirilmekte, sancakbeyi olarak atanan kişiye merkez tarafından “berat”
verilmesiyle atama işlemi tamamlanmaktaydı384. Aynı şekilde bu dönemde taşrada
görevli üst düzey memurlar da belirli kariyer basamaklarından geçmiş kişilerdi ve
merkez bu sayede uzun bir süre taşrayı kontrol imkânına sahip olabilmişti385.
380 14. yüzyıl boyunca beylerbeyi taşra kuvvetlerinin komutanı ve civardaki sancakbeylerinin âmiri durumundaydı. Bu dönemde beylerbeyiler belli bir bölgenin idarecisi olmak yerine bütün ordu işlerinden sorumlu bir kimse hüviyetindedirler Savaş zamanlarında kendi bölgelerindeki sancakbeyleri ile tımarlı sipahileri maiyetine alarak emredilen yerde orduya katılmak zorundaydılar. Sefere memur olduklarında ise yerlerine vekil olarak “mütesellim” denilen kişiyi bırakırlardı. Bkz. Yusuf Halaçoğlu, XIV-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilâtı ve Sosyal Yapı, s. 83-85; N. Göyünç, “Osmanlı Devleti’nde Taşra Teşkilâtı”, s. 431-436. 381Eyâlet yönetimi ve tımar sistemi hakkında ayrıntı için bkz. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300 - 1600), s. 108-114. 382 Tuncer Baykara, a.g.e., s. 36. İncelediğimiz sicillerde bu konuda pek çok örnek bulunmaktadır. HŞS 391: 41,125, 172, 175, 394; HŞS 362 : 138, 527; HŞS 278 : 83, 87; HŞS 382 : 51. 383 Metin Kunt, a.g.e., s. 16; Vecihi Tönük, a.g.e., s. 65. 384 Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 67. 385 Osmanlı merkez ve taşra bürokrasisi hakkında geniş bilgi için bkz. Hüseyin Özdemir, Osmanlı Devleti’nde Bürokrasi, İstanbul, 2001; Yusuf Oğuzoğlu, Osmanlı Devlet Anlayışı, İstanbul, 2000, s.
105
17. yüzyıla gelindiğinde klasik düzenin bazı sebepler yüzünden bozulmasıyla
başlayan süreç daha da hız kazandı ve başta tımar sistemi olmak üzere pek çok
alanda değişik uygulamalara gidildi. Bu durumun tabii sonucu olarak, eyâlet ve
sancak idarecilerinin atanma usullerinde ve kimliklerinde bazı değişiklikler yaşandı.
Örneğin bu yüzyılda sancakbeyliğinde başarı ve liyakat göstererek vali olabilme gibi
geleneksel teşkilat uygulaması bozulmuş sayıları gittikçe artan vezir rütbeli paşaların
saray çevresinde yürüttükleri ince diplomasi neticesinde tayinlerini yaptırmaları
mümkün olabilmiştir386. Öyle ki isyan eden veya zorbalık yapanlara bile sancak
tevcihlerinin yapıldığı bilinmektedir387. Sancaklarda sancakbeyinin vekili durumunda
olan mütesellimlerin çoğu yerli ailelerdendi388 ve bulundukları mahallin servet ve
nüfûz bakımından kuvvetli ailelerinin mensuplarıydı. Bu kişiler mütesellimlik,
voyvodalık ve muhâssıllık gibi görevleri ele geçirerek etkinliklerini daha da
arttırmanın peşindeydiler389.
16. yüzyıldan 17. yüzyıla geçişte üst düzey yönetici atamalarında yaşanan
değişimin en önemli yönlerinden bir diğeri de, bu kişilerin mesleklerinin daha
başlangıcında taşraya gönderilip orada yükselmelerindense, artık daha yüksek
rütbelerle hatta bazıları beylerbeyi olarak İstanbul’dan taşraya gönderilmeleridir.
27-75. Tanzimat dönemi için bkz. Musa Çadırcı, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentleri’ni Sosyal ve Ekonomik Yapıları, Ankara, 1991. 386 Bkz. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. 3, Ankara, 1983, s. 292. 387 Bu konuda Barkey, 17. yüzyılda Celali İsyanları ile doruğuna ulaşan siyasi bunalım sırasında Osmanlıların esnek davranarak ve müzakere becerilerini kullanarak merkeze karşı ayaklanan pek çok kişi veya kesime üst düzey yöneticilikler vererek yanlarına çekmeyi başardıklarına dikkat çekmektedir. “devletin icraatlarını belirleyen pratik kaygı, ülkeler arası alandaki meselelerle ülke içindekiler arasında bir denge tutturulmasıydı. Devletin karar alma aygıtı, asilerin üstüne mi yürüyeceğine yoksa onlarla anlaşma yoluna mı gidileceğine bu kıstasa göre karar veriyordu. Bu anlaşmaların, asileri denetim altına almaya, onlardan yararlanmaya ve daha sonra onları saf dışı bırakmaya yönelik daha geniş bir planın parçası olduğu, Celâlilerin gönderildikleri yerlerden belliydi. Yakalanan asiler, mümkün olduğunca sınır bölgelerine çeşitli resmi görevlerle (Beylerbeylik gibi) gönderiliyor, savaşların kesintisiz olduğu bu bölgelerdeki acımasız koşulların her hangi bir asi için yeterli bir ceza olacağına inanılıyordu. Eşkıyaların uç bölgelerine-özellikle buralar İranlılar ya da Avusturyalılarla yapılan savaşlara sahne olduğunda- gönderme uygulaması, 17. yüzyılda da devam etti. Belli ki devlet bu bölgelerde bulunacak fazla ordulardan yararlanmak istiyordu. Örneğin Deli Hasan, batı cephesine beraberinde 10.000 asker getirdi”. Diğer örnekler için bkz. Karen Barkey, Eşkıyalar ve Devlet: Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi, (Çev. Zeynep Altok), İstanbul, 1999, s. 195-237. 388 Yücel Özkaya, XVIII. Yüzyılda Osmanlı Kurumları ve Osmanlı Toplum Yaşantısı, s. 16. 389 Özellikle mukâta’a ve iltizâm uygulamasının yaygınlaşmasıyla birlikte taşradaki varlıklı ailelerin bu işlere el atması sonucunda, malî ve siyasî açılardan büyük güç kazandıkları bilinmektedir. Örneğin 18. ve 19. yüzyıllar arasında Manisa ve civarında iltizâm suretiyle mültezim ve daha sonra mütesellimliğe kadar yükselmiş Karaosmanoğulları için bkz. Yuzo Nagata, Tarihte Ayanlar: Karaosmanoğulları Üzerine Bir Deneme, Ankara, 1997. İmparatorluk geneli için bkz. Yücel Özkaya, Osmanlı İmparatorluğu’nda Âyânlık, Ankara, 1994.
106
Kunt, bunu 17. yüzyılda Osmanlı merkezîyönetiminin taşra yönetimine doğrudan
doğruya ve daha yüksek rütbelerle el koymak istemesi ve merkezî gücün yeniden
arttırılması şeklinde değerlendirmektedir390. Yine Kunt’un çalışmasında belirttiği
gibi, 1568-1574 tarihleri arasında sancakbeylerinden % 67.8’i taşra, % 32.2’si
merkez-saray kökenli iken 17. yüzyıla gelindiğinde, örneğin 1632-1641 tarihleri
arasında yukarıdaki durum tersine dönmekte ve sancakbeyi tayin edilenlerden %
49.2’sinin saray ve % 25.4’nün taşra kökenli, % 15.9’unun da ümera akrabası veya
kapısı halkından oldukları tespit edilmektedir391.
Buraya kadar bahsedilenler klasik dönemdeki uygulamaların aksine, ülke
çapında özellikle taşra idaresinde görülen farklı eğilimlerin genel tespitini yapmaktan
ibaretti. Asıl üzerinde durmak istediğimiz ise, 17. yüzyılın ikinci yarısından 18.
yüzyılın başlarına kadar geçen sürede Harput’ta sancakbeyliği yapmış olanların
mensup oldukları zümre ve kimliklerinde ne tür değişikliklerin yaşanmış olduğudur.
İncelediğimiz dönemde tüm Anadolu şehirlerinde olduğu gibi392, Harput
Sancağı’nda da üst düzey yönetici olarak mütesellimleri görmekteyiz. Genel olarak
16. yüzyılın ikinci yarısında itibaren vali veya bir sancakbeyinin, atanmış olduğu
görev yerine gidinceye kadar atandıkları bölgeyi yönetmek üzere kendi adamlarından
görevlendirdiği kişiye mütesellim denilirken, 17. yüzyılda mütesellimler giderek
sancakbeyinin yerini almaya başlamışlardır393.
Bu dönemde Harput sancakbeyleri / mütesellimlerinin kimliklerine ilişkin
yaptığımız tespitler sonucunda, aşağıdaki tabloyu elde etmekteyiz.
390 Metin Kunt, “Karşılaştırmalı Tarih Üzerine”, Toplumsal Tarih, 19 (114), İstanbul, 2003, s. 114. 391 Metin Kunt, Sancaktan Eyâlete, s. 72. 392 Bkz.Musa Çadırcı, a.g.e., s. 23. 39317. yüzyıldan itibaren birçok Osmanlı kurumunda önemli değişiklikler yapılmış ve dolayısıyla mütesellimlik de farklı bir hal almaya başlamıştır. Özellikle 1627’den sonra yüksek görevler alması gerekenlerin sayıları artınca, rütbelerine uygun boş Eyâlet bulunmaması üzerine kendilerine görev verilmeyen pek çok bey ve paşaya bazı sancakların idarî gelirleri “arpalık” olarak tevcih edilmiştir. Söz konusu bu kişiler, bu yerlere kendileri gitmeyerek yerlerine mütesellimler göndermişlerdir. İltizâm uygulamasının başlamasıyla birlikte mukâta’aları iltizâma alan mültezimler de kimi zaman yerlerine mütesellimler tayin etmişlerdir. Ayrıca bazen devletin kendisi de önemsediği mukâta’aları doğrudan merkezde bulunan hazineye bağlamakta ve buraların yönetim için de mütesellimler göndermekteydi. Ayrıntılı ilgi için bkz. Musa Çadırcı, “II. Mahmut Döneminde Mütesellimlik Kurumu”, AÜDTCF Dergisi, C. 28, S. 3-4, Ankara, 1970, s. 287-296; Yücel Özkaya, “XVIII. Yüzyılda Mütesellimlik Müessesesi”, AÜDTCF Dergisi, C. 28, S. 3-4, Ankara, 1970, s. 369-390; T. Mümtaz Yaman, “Osmanlı İmparatorluğu Teşkilatında Mütesellimlik Müessesesine Dair”, Türk Hukuk Tarihi Dergisi, C.1, Ankara, 1944, s. 75-105.
107
Tarih
Sancakbeyi (Mirlivâ)
(Mukâta’a Emîni-Mukâta’a Zâbiti)
Mütesellim/Kâîm-i Makâm
Evâsıt-ı C. A. 1072/Şubat 1662 Abdullah Beğ394, Ömer Çavuş Hüseyin Ağa395
Evâil-i Zilkade 1072/Temmuz 1662 Yusuf Beğ396 Bayram Ağa397
12 C.E. 1074/12 Aralık 1663 Ömer Beğ (Ağa) İsmail Ağa
Gurre-i Şevval 1074/27 Nisan 1664 İsmail Beğ (Ağa)398 -
Evâil-i Şevval 1074/ Mayıs 1664 Ömer Beğ (Ağa)399 (İkinci kez) İsmail Beğ400
20 Safer 1077/21 Ağustos 1666 Ahmed Beğ (Ağa)401 -
24 Safer 1083/20 Haziran 1672 Seyyid Mehmet Ağa402 Hasan Ağa403, Mehmed Beşe
18 R. A. 1083/12 Ağustos 1672 Ömer Beğ404 (Ağa) Mustafa Ağa
Şevval 1094/Eylül 1683 Ali Beğ (Ağa), Şaban Beğ (Ağa)405 -
394 Şevval 1072/Mayıs 1662 tarihli belgenin konusu Abdullah Bey ve ortağı Ömer çavuşun yaptığı yolsuzluklarla ilgilidir. Harput Emini Abdullah Bey’den “sâbıkan” diye bahsedildiğine göre muhtemelen ref’ edilerek yerine Yusuf Bey getirilmiş olmalıdır. Bkz. HŞS 382 : 253. 395 Abdullah Bey’in mütesellimi olduğu anlaşılan Hüseyin Ağa, Evâhir-i Receb 1072/Mart 1662 tarihli kayıttan öğrendiğimize göre, Hüseyin Çelebi isimli kişiyi yerine vekil nasb etmiştir. HŞS 382 : 40/131. Bir başka belgede “Oldur ki bi’l-fi’il Harput mütesellimi olan Hüseyin Ağa..” şeklinde açık ifade yer almaktadır. HŞS 382 : 38/125. 396 Evâil-i Zilhicce 1072/ Temmuz 1662 tarihli belgede Yusuf Bey’den “vali-i Harput” ve “Gürünlü Yusuf Beğ” diye bahsedilmektedir. HŞS 382 : 342. 397 HŞS 388 : 261. 398 İsmail Bey’in ismi belgede, Diyarbekir (Amîd) kâim-makâmı Yusuf Bey imzasıyla Harput kadısına gönderilen bir buyrulduda geçmektedir. Belgede “kazâ-i mezbûre emîni İsmail Bey”in Amid’e gönderdiği arza yer verilmektedir. Kimliği hakkında herhangi bir bilgiye rastlayamadığımız İsmail Bey’in çok az bir süre bu görevi yürüttüğü anlaşılıyor. Çünkü aşağıdaki belgede görüleceği üzere aslında İsmail Bey’in görevli bulunduğu tarihte Harput Sancağı Ömer Ağa’ya üç yıllığına iltizâma verilmiştir. Muhtemelen Ömer Ağa’nın iltizâm beratının hazinece yenilenmesi sırasındaki ara dönemde İsmail Bey bu görevi yürütmektedir ya da aslında kendisi Ömer Ağa’nın mütesellimidir ve belgede belkide yanlışlıkla “kazâ-i mezbûre emîni” şeklinde yazılmıştır. İkinci ihtimal daha kuvvetli gözükmektedir. Çünkü defterdeki bazı belgelerin altında imzası bulunan İsmail Bey’den bahisle “kâim-makâm-ı Harput hâlâ” ifadesi yer almaktadır. HŞS 368 : 396. 399 HŞS 368 : 398. 400 15 Şevval 1074/ 11 Mayıs 1664 tarihli belgede İsmail Bey’den bahisle, “kâim-makâm-ı Harput hâlâ” ifadesi yer almaktadır. Diğer örnekler için bkz. HŞS 368 : 439, 443, 449. 401 HŞS 278 : 83, 87. 402 24 Safer 1083/20 Temmuz 1672 tarihli fermanda belirtildiğine göre, mukâta’a emini olan Seyyid Mehmed Ağa halktan kanunda belirtildiğinden yüksek miktarda vergi toplayarak zulmetmektedir. Bu tarihten kısa bir müddet sonra belgelerde Harput zabiti olarak Ömer Bey’in adı geçtiğine göre Seyyid Mehmed Ağa’nın mukâta’a eminliğinden alınmış olması muhtemeldir. HŞS 362 : 527, 87. 403 Belgelerde Seyyid Mehmed Ağa’nın mütesellimi olarak geçen Hasan Ağa, Muharrem 1083/Mayıs 1672 tarihinde kendi imzasını taşıyan bir mektup ile Mehmed Beşe’yi yerine vekil tayin etmiştir. HŞS 362 : 459. 404 HŞS 368 : 433, 442. 405 Belgede, Harput ovasında eşkıya ile şehir halkı arasında sürdürülen çatışmanın mali bilançosundan bahisle Harput emînleri Ali ve Şaban Beyler ile bir çok ehl-i örf görevlisinin isimleri geçmektedir. HŞS 331 : 93, 570.
108
1102/ 1691 Ali Beğ, Ahmed Beğ406 -
16 Şaban 1103/ 3 Mayıs 1692 El-Hac Ali Ağa El-Hac Ebubekir Efendi
Şevval 1102/ Temmuz 1693 El-Hac Osman Beğ407 -
Gurre-i Receb 1104/8 Mart 1693 Yemîn Ağası Halil Ağa, Yesâr Ağası
Hüseyin Ağa (Ortak)408 -
12 Ramazan 1122/ 4 Kasım 1710 Mehmed Ağa El-Hac Ahmed Ağa409
16 Zilkade 1123/ 26 Aralık 1711 Mehmed Ağa410(İkinci kez) -
20 R.A 1137/ 6 Aralık 1724 El-Hac Burhâneddin ve oğlu Ahmed
(Malikâne Sahipleri)411 -
2 Şevval 1136/ 23 Temmuz 1724 Ahmed Ağa (Voyvoda)412 _
5 Şevval 1137/ 16 Haziran 1725413 Mehmed Ağa, Süleyman Ağa (Ortak) Salih Ağa414
Tablo 11 : Harput Mukâta’a Emînleri/Mütesellimleri
Tabloda görüldüğü üzere klasik dönemde “mirlivâ” olarak isimlendirilen
sancakbeylerine, incelediğimiz döneme ait belgelerde bu tâbirin yanı sıra genellikle
“mukâta’a emîni” veya “mukâta’a zâbiti” şeklinde hitap edilmektedir. Bilindiği gibi
406 Belgede 1102 tarihinde verilen bir tapu temessükünden bahisle Harput emînleri olarak Ali ve Ahmed Beylerin isimleri geçmektedir. HŞS 391 : 285. 407 Söz konusu defterde sadece iki yerde Osman Bey’in ismi geçmektedir. Havâss-ı Hümâyûn karyelerinden Körpe ve Arındık isimli karyelerde mevcut bir kısım zemînlerin satışına, mîrîye ait olan resm-i öşürün alınmasından sonra “Hasshâ-î Hassâdan Osman Beğ- Mîrlivâ-i Harput” imzasıyla tezkere vermiştir. HŞS 391 : 172, 175. Burada ilk belge 1102/1691, ikinci belge ise 1104/1693 tarihlerini taşımaktadır. Söz konusu belgelerin öncesi ve sonrasındaki belgelerin incelenmesinden, ilk belgenin de 1104 tarihli olması ve yanlışlıkla 1102 tarihinin konulmuş olduğu anlaşılıyor. 408 HŞS 391 : 489. 409 HŞS 388 : 445. 410 HŞS 388 : 247, 309, 310. 411 İstanbul mahreçli ve Harput kadısı ile Diyarbekir mütesellimine hitâben gönderilen emr-i şerîften anlaşıldığına göre el-Hac Burhan (kimi yerde Burhaneddin) ve el-Hac Ahmed, ortaklaşa 27.000 gurûş mâl ile “ber vech-i malkâne” olarak Harput mukâta’asını iltizâm etmişlerdir. HŞS 396 : 30, 37. 412HŞS 396 : 97. Ayrıca daha önceki bazı belgelerde “Harput Voyvodası İzzetlü el-Hac Ahmed Ağa” veya “ kıdvetü’l emâcîd ve’l‘ayân Harput Voyvodası el-Hac Ahmed Ağa” tabirleri kullanılmaktadır. HŞS 396 : 35, 39, 46, 54, 84. 413 Diyarbekir kâim-makâmı Halil imzasını taşıyan buyrulduda, Harput mukâta’asının Van kulları neferâtının mevâcîbleri için ocaklık tayin olunduğu hatırlatılarak, 1137 senesinden itibaren iki yıllığına Ocakları tarafından kendilerince idare edilmek üzere Mustafa ve Süleyman Beylere “emr-i şerîf-i âlişân” ile ihsan buyrulduğu belirtilmektedir. HŞS 396 : 259. 414 Evâhir-i C.A. 1137/ Mart 1725 tarihli ve Mehmed ile Mustafa Bey mühürlü temessükten Salih Ağa’nın 1137 senesinin Mart ayı başlangıcından 1138 senesine gelinceye kadar bir yıllığına vekil tayin edilmiş olduğunu görmekteyiz. Burada Salih Ağa’dan “hâliya iştirâkimiz olan Salih Ağa” diye bahsedildiğine bakılırsa, kendisinin aynı zamanda iltizâma ortak olduğu anlaşılıyor. Yukarıdaki dip notta verilen belgede, Harput kadısına gönderilen buyrulduda sadece Mehmed ve Salih Bey’in ismi geçmektedir. Mustafa Bey’den bahsedilmeyişi ya vekaletini vermiş olması dolayısıyla veyahut Salih Bey’in iltizâm ortaklığına katılmasından sonra Mustafa Bey’in bu ortaklıktan vaz geçtiği şeklinde yorumlanabilir. Ama bu hususu belgeden tespit etmek mümkün görünmüyor. HŞS 396 : 258.
109
bu dönemde valiler veya sancak mutasarrıfları çoğunlukla mukâta’anın idaresini de
üstlendiklerinden, malî içerikli belgelerde kendilerinden mukâta’a emîni, askeri
belgelerde ise mirlivâ veya vali olarak bahsedilmektedir415.
Harput mukâta’ası başlığı altında da belirttiğimiz gibi, 13 Zilkâde 1082/ 12
Mart 1672 tarihli ve Diyarbekir Eyâlet’i mutasarrıfı vezir Mehmed Paşa’ya hitaben
gönderilen bir berat suretinden, Harput Sancağı’ndaki mukâta’a gelirlerinden bir
kısmının 1052/1642 tarihinde, Diyarbekir hazinesinden ta’yin olunan maaşları
karşılığında yıllık 40.000 gurûş olmak üzere ve uzunca bir süre “Van kalesi neferâtı
mevâcîbleri içün ocaklık” tahsis edildiğini tespit etmiştik. Dolayısıyla 17. yüzyılın
ikinci yarısından sonra özellikle yüzyılın son çeyreğinde sancakbeyi veya mütesellim
olarak sancakta görev yapanların çoğunlukla bu ocağa mensup kişiler arasından tayin
olunması ve sancak gelirlerinin mîrî mukâta’a haline dönüştürülerek toptan bu
kişilerin iltizâmına verilmesiyle birlikte, kendilerinden bu sıfatlarla bahsedilmesi
anlaşılabilmektedir. Ancak kullandığımız belgelerde, merkezden gönderilen ferman
ve berat gibi resmi belgelerin dışında hemen hiçbir belgede bu kişilerin ismi
geçmemekte ve söz konusu belgelerde de genellikle unvanlarıyla hitap edilmektedir.
Dolayısıyla tabloda tespit ettiğimiz isimlerin çoğunluğu, ya “şühûdü’l-hâl” kısmında
veya yaptıkları zulümlerden dolayı mahkemede görülen davalarda taraf olmaları
sebebiyle geçmektedir. Aynı durum incelediğimiz belgelerde sancakta görevli diğer
idareciler için de söz konusudur. Ayrıca tabloda belirtilen tarihler, bir kaçı hariç bu
kişilerin göreve kesin atanma tarihleri olmayıp, defterde isminin ilk geçtiği belgenin
tarihini içermektedir. Bazı belgeler ise “kaîm-makâm” sıfatıyla mütesellim imzalıdır.
Yine tabloda dikkat çeken, sancakbeyliği (mukâta’a emîni/mukâta’a zâbiti)
yapanların unvanlarının belgelerde bey ve ağa şeklinde karışık olarak geçmesi ve bu
kişilerce görevlendirilen mütesellimlerin hemen hepsinin ağa unvanı taşımalarıdır416.
Bu kişilerin kimlikleri ve mensup oldukları zümre hakkında belgelerde açıklayıcı
ifadeler yer almazken, bazı belgelerden yaptığımız tespitlere göre sancakbeyi
(emîn/zâbit) olanların Van ocaklarıyla bağlantılı oldukları, mütesellim olarak tayin
edilenlerin ise muhtemelen bu kişilerin kendi kapı halkından ya da yine aynı ocağa
415 HŞS 391 : 41, 394. 416 Osmanlı Devleti’nde memur ve ulemâ sınıfı için efendi, beylerbeyi ve daha yüksek memurluklar için paşa tâbiri kullanıldığı gibi asker yahut ordu kökenliler ile saray memur ve mensupları için ağa tabiri kullanılırdı. Yine halkın ileri gelenlerine, esnaf kethüda ve yiğitbaşılarına, taşra âyân ve eşrafına da ağa denilmekteydi. Bey tâbiri ise, daha çok asâlet manası taşırdı. Mithat Sertoğlu, a.g.e., s. 7.
110
mensup kişiler arasından seçildikleri anlaşılmaktadır. Bu belgeler genellikle
merkezden Harput kadılığına gönderilen iltizâm beratları ile Diyarbekir Eyâleti
valileri/mutasarrıfları tarafından yollanan mektup ve buyruldu suretleridir.
Söz konusu belgelerden hareketle, bahsi geçen yöneticilerden kimliklerini
tespit edebildiklerimiz hakkında şunları söyleyebiliriz.
Evâil-i Şevval 1074/Mayıs 1664 tarihli bir iltizâm mektubundan anlaşıldığına
göre, Harput mukâta’asını seneliği 30.000 bin gurûştan iki seneliğine iltizâm eden
Ömer Ağa, “Van cânibi gönüllülerinin ihtiyâr ve emektârlarından” bir kişidir417.
Ayrıca verilen tabloda da görüleceği üzere kendisi ikinci kez sancağı deruhte
etmektedir ve İsmail Ağa’yı her iki dönemde de yerine mütesellim tayin etmiştir.
Sancakbeyi veya mukâta’ayı iltizâm eden emîn/zâbit tarafından atanacak
mütesellimin, bir fermanla İstanbul tarafından onaylanması gerekiyordu. Bunun için
söz konusu kişiler, mütesellim tayin edecekleri şahısları kapu kethüdâları vasıtası ile
bir dilekçe ile İstanbul’a bildirirler ve ferman taleb ederlerdi. Onay geldikten sonra
ise mütesellim olan kişinin ismini, sancaktaki görevlilere başta kadı olmak üzere,
yeniçeri serdarı, kethüdâyeri ve iş erleriyle diğer şehir ileri gelenlerine hitaben bir
buyrulduyla bildirirlerdi. Gerek İstanbul mahreçli ferman suretlerinde ve gerekse de
buyruldularda mütesellimlere müdahalede bulunulmaması tembih edilmektedir418.
16 Şaban 1103/3 Mayıs 1692 tarihli ve Van mahreçli bir başka belgeden
tespit ettiğimize göre ise, 40.000 riyalî gurûş mukabelesinde Van Ocaklarına tahsis
edilen “mukâta’-ı Harput” 22.341 riyalî gurûşa El-Hac Ali Ağa’ya 1103 Mart
başlangıcından itibaren bir yıllığına iltizâma verilmiştir. Belgede yine Ali Ağa’nın
kimliğine ilişkin açık bilgiler yer almazken, tahminimize göre kendisi Van ocak
ağalarıyla yakın ilişkiler içerisindedir. Çünkü belgenin devamında söz konusu
mukâta’anın Ali Ağa’ya iltizâmına ocak ağalarının sıcak bakmaları ve “rıza
göstererek” olumlu görüş bildirmeleri bu düşüncemizi desteklemektedir. Ayrıca El-
Hac Ali Ağa’nın Van’da ikâmet ettiğine dair bilgilere sahibiz. Örneğin, yerine
mütesellim olarak görevlendirdiği El-Hac Ebubekir Efendi, mahkemede kadı ve
şahitler huzurunda El-Hac Ali Ağa’dan bahisle, kendisinin Van’da olduğunu ve
417 Söz konusu belgeden anlaşıldığına göre Ömer Bey, 1073/1663 yılı Mart başından itibaren bir yıllığına Harput Sancağı mukâta’asını 27.000 gurûşa ber-vech-i iltizâm ile tasarruf etmektedir. 1074 Mart’ından itibaren ise her senesi 30.000 gurûştan iki senesi 60.000 gurûş olmak üzere “her sene-i evvel âher oldukta 30.000 gurûşu bit-tamam teslîm-i hazine eyledikten sonra ikinci senenin dahî zabtı içün hazine tarafından müceddeden berât almak şartıyla” sancağı deruhte etmiştir. HŞS 368 : 398. 418 Yücel Özkaya, “XVIII. Yüzyılda Mütesellimlik Müessesesi”, s. 378; HŞS 388 : 309, 310.
111
Harput Sancağı’na gelinceye kadar yerine kendisinin tayin edildiğini sicile
kaydettirmektedir419.
El-Hac Ali Ağa’dan sonra sancağın yeniden Van Ocaklarına mensup ağalar
tarafından iltizâm edildiği anlaşılıyor. Örneğin, Gurre-i Receb 1104/8 Mart 1693
tarihli ve yine Van mahreçli iltizâm berâtından, sâbık Yemin Ağası Halil ve Yesar
Ağası Hüseyin Ağa’nın “ber vech-i iltizâm ve’l iştirâk” sancağı deruhte ettikleri
görülmektedir420. Belgenin başlangıcında Van askeri ocaklarından kalabalık bir ağa
grubunun “hazirûn” olduğuna ve Van maliye defterdârı Ahmed’in de tasvîbiyle
iltizâm işleminin gerçekleştirildiğine bakılırsa, söz konusu kişilerin yine ocak
mensupları oldukları açıkça belli olmaktadır.
Nitekim 17. yüzyılın sonlarına doğru sancak mukâta’asını iltizâma alarak
aynı zamanda sancağın askerî-idarî yönetimini de üstlenen üst düzey yönetici
kişilerin kimlikleri, yukarıda verilen örneklerde de açıkça görüldüğü gibi giderek
belirginleşmektedir. Özellikle 1697 tarihinde malikâne olarak verilen hâsların
içerisinde Harput Sancağı’nın 62.746 akçe senelik mâl ve 13.440 akçe muaccele
bedeliyle “Ocaklığa” malikâne olarak verilmesinin ardından421, Van askerî
ocaklarının Harput Sancağı ile idarî ve malî yönden ilişkileri devam etmiştir.
Örneğin Diyarbekir Valisi Ali Paşa tarafından Harput kadısına gönderilen
buyrulduda belirtildiğine göre422,16 Zilkade 1123/26 Aralık 1711 tarihi Mart
başlangıcından itibaren Harput ve tevâbii mukâta’ası bir yıllığına “ber vech-i
iltizâm” 24.552 riyalî gurûşla Mehmed Ağa’nın uhdesindedir. Belgede “sene-i sâbık
olageldiği üzere” denildiğine bakılırsa, bir önceki yıl mukâta’ayı deruhte eden
Mehmet Ağa ile tabloda verdiğimiz 12 Ramazan 1122/4 Kasım 1710 tarihindeki
Mehmed Ağa muhtemelen aynı kişi olmalıdır. Ayrıca iltizâm beratının Van mahreçli
olması ve belgede geçen “zîde kadrihûya ocakları tarafından deruhte ve iltizâm
olmakla” ifadesi, Mehmed Ağa’nın yine bu ocağın mensubu veya ocakla bağlantılı
bir kişi olduğu izlenimi vermektedir.
Yukarıda verilen örneklerde mütesellimlerin kimliklerine ve görev sürelerine
ilişkin somut bir ayrıntıya rastlanmazken, elimizdeki sadece bir belge bu konuda
419 HŞS 391: 51. 420 HŞS 391 : 489. 421 Erol Özvar, a.g.e.,s. 41. 422 HŞS 388 : 309, 310.
112
açıklayıcı bilgi içermektedir. Söz konusu belge 12 Ramazan 1122/4 Kasım 1710
tarihinde Harput mukâta’ası emîni olan Mehmed Ağa’nın sicile geçirilmiş mektup
suretidir. Belgede Mehmed Ağa 1122/1710 senesinde Harput mukâta’asını iltizâma
aldığını ve Ramazan-ı şerîf evâsıtından senesinin tamamına değin (muhtemelen bir
yıllığına) El-Hac Ahmed Ağa’yı yerine “kâim-makâm nasb ve ta’yin” ettiğini
bildirmektedir. Aynı belgede El-Hac Ahmed Ağa’nın görevinin neler olduğuna dair
hatırlatma yapılmaktadır423. Daha önce 1663 tarihinden itibaren Harput mukâta’asını
her yıl beratının yenilenmesi şartıyla üç yıllığına iltizâm ettiğini belirttiğimiz Ömer
Ağa’nın mütesellimi İsmail Ağa’nın, incelediğimiz defterlerde 1663 ve 1664
yıllarında bu görevde bulunması, mütesellimlerin görev sürelerinin kendilerini o
makama getirenlerin görev sürelerine bağlı olduğu konusunda fikir vermektedir424.
Ayrıca mütesellimlerin kimliklerinin tespitinde yaşanan belirsizlikler veya en
azından bu kişilerin yerli âyândan veya ağaların kendi kapı halkı mensupları
içerisinden mi tayin olundukları tespit edilemediğinden, incelediğimiz dönemde
sancaktaki yerli âyân ve eşrâfın sahip oldukları güç ve nüfûzun boyutları hakkında
sağlıklı bir değerlendirme yapmak, bu aşamada zor görünmektedir425.
Sancakbeyi ve mütesellimden sonra askerî-idarî bakımdan sancaktaki en
önemli ehl-i örf taifesi Alaybeyi, Çeribaşı, Dizdar, Şehir Kethüdası v.s. şeklinde
devam etmektedir426. “Ehl-i örf” diye isimlendirilen bu kişilerden şehir kethüdası
dışında kalanların asıl fonksiyonları, klasik dönemde olduğu gibi bu yüzyılda da
savaşa hazırlanmaktı denilebilir427. Bu yıllarda devam eden Osmanlı-Avusturya-
423 “ ..ba’del yevm vâkı’ olan resm-i tapuyu göresin, cürm-ü cinayet ve bâd-ı hevâ ve sâir umûr-u muktaaya müteâllik ahvâllerin görüp âher kimesneyi mukâta’a umûruna dahl ettirmeyesin şeriât ve kânûnda olageldiği üzere zabt eyleyesin”, HŞS 388 : 445. 424 Özellikle 18. yüzyılda beylerbeyleri ve sancakbeyleri görev yerlerine gitmeyip yerlerine mütesellim tayin ettiklerinde, durumu resmi bir yazı ile kadılara, kethüda yerlerine, yeniçeri serdarına, âyân-ı vilâyet ve iş erlerine duyururlardı. Bazen mütesellimin görevi vali değişse bile devam etmekteydi. Mütesellimler bazen bir sene, bazen üç ya da beş ay bu görevde kalmaktayken, bazı yerlerde bir ailenin 40-50 sene elden ele bu görevi sürdürdüğü göze çarpmaktadır. Bkz. Yücel Özkaya, XVIII. Yüzyılda Osmanlı Kurumları ve Osmanlı Toplum Yaşantısı, s. 196-197. 425 17. yüzyıl ortalarında Harput’tan geçmiş olan Evliya Çelebi, Harput şehrinde “Munzuroğulları”, “Büyük Köseler”, “Küçük Köseler”, “Hüseyin Han Oğulları” , “Karındaşoğulları” gibi hanedân ailelerinden ve bunların oturdukları saraylardan bahsetmektedir. Evliya Çelebi, Seyahatnâme, C. 3, s. 219. 426 Bu kişiler ve görevleri hakkında bilgi için bkz. Yusuf Oğuzoğlu, “XVII. Yüzyılda Türkiye Şehirlerindeki Başlıca Yöneticiler”, 19 Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, S. 1, Samsun, 1986, s. 140-155. 427 Nitekim Osmanlı Devleti’nin bütün teşkilat ve müesseseleri daimî sûrette savaş halinde bir ordu gibi, savaş hal ve maksatlarına göre teşkil edilmişti. Bkz. Ö. Lütfi Barkan, Türkiye’de Toprak Meselesi, Toplu Eserler I, İstanbul, 1980, s. 726.
113
Lehistan savaşları sebebiyle asker talebi ve bu konudaki çeşitli ihtiyaçların dile
getirildiği fermanlarda, söz konusu kişilere hitap edilmekte ve askerî vazifeleri
hatırlatılmaktadır428.
2- Yönetim Faaliyetleri Bakımından Sancakbeyleri/Mütesellimler
17. yüzyılda imparatorluk genelinde giderek yaygınlık kazanan mukâta’a ve
iltizâm uygulaması, bilindiği gibi sancaklarda sahipsiz kalan tımar ve zeâmetler ile
padişah hâslarının zamanla mîrî mukâta’a haline getirilerek mültezimlere ihalesiyle,
yeni bir değişim sürecini başlatmıştı. Bu zaman içerisinde Harput Sancağı’nda idâri
açıdan göze çarpan en önemli değişiklik, sancak mukâta’ası gelirlerinin Van Kulları
Ocaklığına mevâcîb olarak tahsisi ve yüzyılın sonlarına doğru ocak mensubu ağaların
iltizâmla doğrudan veya mütesellimleriyle mukâta’anın ve dolayısıyla sancağın
yönetimini üslenmeleriydi. Bu uygulama, aynı tarihlerde pek çok sancağın429 boş
kadro bulunmayışı yüzünden bey ve paşalara arpalık olarak tevcih edilmesinden
farklı bir durumdu.
İltizâm beratlarında gördüğümüz430 ve mukâta’a kapsamındaki vergilerin
içeriklerinden açıkça belli olan, klasik dönemde sancakbeyine ait gelirlerin bu
dönemde mültezimlere geçmesiyle, aynı zamanda klasik dönem sancakbeyinin
yönetim yetki ve fonksiyonları da431 mültezimlere geçmiş olmaktaydı. Dolayısıyla
klasik dönemde sancakbeyinin başlıca görevlerinden sayılan reâyânın güvenliğini ve
düzenini sağlamak “vilayetin zabt ve hıfz-u hırâsetinde say’ eylemek”432 görevi,
incelediğimiz dönemde mukâta’a emîni veya mütesellimlerce yerine getirilmekteydi.
428 Bu konudaki örnekler için bkz. HŞS 362 : 429, 441, 463; HŞS 391 : 293, 330, 333, 411, 442, 443. 429 Örneğin Hüdavendigar, Kayseri, Çankırı ve Ankara gibi sancaklar. Bkz. Yücel Özkaya, XVIII. Yüzyılda Osmanlı Kurumları ve Osmanlı Toplum Yaşantısı, s. 20. 430 Bu iltizâm beratları ve içerikleri hakkında daha önce “Harput Sancağı Mukâta’ası” bölümünde bilgi verilmişti. 431 Klasik dönem sancakbeyinin özetle, idarî ve askerî olmak üzere iki aslî görevi bulunmaktaydı. Aynı zamanda sancağındaki timarlı sipahilerin tabii âmiri durumundaki sancakbeyi, kendi kapu halkı ve sancağındaki zâim, sipahi ve cebelüleriyle birlikte sefere katılmak zorundaydı. İdarî görevi ise, kısaca reâyânın rahat ve huzur içerisinde yaşamasını temin etmek, sancağın düzenini sağlamaktı. Sancak beyleri, ne kadar hâs tasarruf etmişse bu hâssın her beş bin akçesi karşılığında mükemmel bir cebelü vermekle de mükelleflerdi. Ayrıntılı bilgi için bkz. Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 68-69; Yusuf Halaçoğlu, Osmanlılarda Devlet Teşkilâtı ve Sosyal Yapı, s. 83-87. Klasik dönemde sancakbeylerinin mukâta’a ve iltizâm işleriyle ilgili fonksiyonları hakkında bkz. M. Ali Ünal, “XVI. Yüzyılda Harput Sancakbeyleri”, Osmanlı Devri Üzerine Makaleler-Araştırmalar, s. 90-110. 432 Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 68.
114
Bu dönemde eşkiyalığın artması ve güvenlik sorununun ön plana çıkmasıyla
“cümle mîr-i mirân ve mütesellimler ve voyvodalar ve sair hükkâm kendi taht-ı
hükümetini hıfz-u hiraset edüp eşkiyâyı ve bilâ-bebeb silâh ve tîr-keş ile karye-be-
karye gezüb lokmacılık eden levendât tâifesini gezdürmeyüb” yakalamak
zorundaydı433. Söz konusu kişiler aynı zamanda birer “mâliye görevlisi” gibi hareket
etmekteyken434, yaptıkları işlerde ehl-i şer’ ile temasta bulunma zorunlulukları vardı.
Yukarıda anlatılanları, çeşitli örneklerden takip edebilmekteyiz. Mesela
elimizdeki belgelere göre, malî görevlerinin yanında şehrin ve reâyânın genel
güvenliğini sağlamakla da mükellef sancakbeyleri, yetki alanları dâhilinde yaşanan
hırsızlıkların araştırılması, suçluların yakalanarak mahkemeye intikâli, yaralama,
cürüm ve cinayet gibi olayların meydana geldiği mekânda keşfe gitme, kız kaçırma
ya da genel ahlaka aykırı davranışların engellenmesi ve eşkîyalar ile mücadele gibi
birçok konuda aktif rol oynamaktaydılar. Ancak daha önceki, 17. yüzyılın ikinci
yarısına ait incelediğimiz sicillerde, başkent ve sancağın bağlı olduğu Diyarbekir
Beylerbeyliği’nden gönderilen resmi belgelerin hemen hiç birisinde sancakbeyi
tâbirine tesâdüf edemediğimizi, yerine mukâta’a zâbiti, mukâta’a emîni veya sadece
Harput emîni veya Harput mütesellimi ifadelerinin kullanıldığını, dolayısıyla burada
kullanacağımız emîn veya mütesellim ile sancaktaki en üst düzey yöneticileri
kastettiğimizi belirtmeliyiz.
Sancağın ve Harput şehrinin güvenliğinin sağlanması, bu dönemde önemli bir
sorun olarak görünmektedir. Nitekim, Harput müteselliminin güvenliği sağlama
görevini yansıtması bakımından, 21 Zilhicce 1082/19 Nisan 1662 tarihli zabıt kaydı
önemlidir. Belgede özetle, son zamanlarda şehirde “peydâ olup” geceleri ev ve
dükkanları soyan “harâm-zâde”lerin işlediği hırsızlıkların artmasından duyulan
kaygı ve şikayetler dile getirilmektedir. Burada dikkatimizi çeken bir başka önemli
özellik, duruşmaya katılımın şehirdeki en üst düzey kişileri de kapsayacak kadar
geniş çaplı ve yoğun olmasıdır. Ulemâ, sâdât-ı kirâm, ‘ayândan kimseler, serdâr,
kethûdâyeri, alaybeyi, dizdâr, nefs-i şehir hacıları, bazârbaşı ve şehir zimmilerinden
433 4 Eylül 1668 tarihli hatt-ı hümayûn Konya şer’iye sicilinde geçmektedir. Bkz. Yusuf Oğuzoğlu, Osmanlı Devlet Anlayışı, s. 42. Bu konuda kullandığımız sicillerde de çok sayıda örnek vardır. Örneğin bkz. HŞS 362 : 467, 469. 434 “Harput Mukâta’ası” bölümünde örnek olarak verilen iltizâm beratlarında, sancağı iltizâm edenlerin görevlerinin ilk bakışta sadece bazı resim ve vergilerin toplanmasından ibaret olduğu sanılsa da, defterlerin geneli içerisinde idari görevlerine ilişkin çeşitli örneklere rastlamaktayız. HŞS 368 : 171/398.
115
pek çok kişi bir aradadırlar ve muhâtapları Harput zâbiti Ömer Ağa’nın mütesellimi
Mustafa Ağa’dır. Belgenin devamında söz konusu kişiler, o güne kadar şehre zâbit
olanların geceleri bekçi tayin ettiklerini ve bu kişilerin sokak aralarında ve dükkan
önlerinde dolaşarak fenersiz gezen bu kişilerin haklarından geldiklerini belirtmekte,
şimdiki ihmalkârlıktan mütesellim Mustafa Ağa’yı sorumlu tutmaktadırlar. Mustafa
Ağa cevabında, “eğer sâdât, eğer yeniçeri ve eğer sipâh ve eğer kal’a neferi ve eğer
reâyâ fenersüz ve bî-vakt gezdüklerinde” kendilerinin dahi haklarından gelinmesine
itiraz etmezler ise “miktar-ı kadîm üzere kul ta’yin ideyim” demektedir435.
Evâil-i Zilhicce 1103/Ağustos 1692 tarihli belge bir hırsızlık olayı ile ilgilidir.
Müderris Mahallesi sâkinlerinden Seyyid Hasan ve kardeşi Seyyid Mustafa’nın
evlerinin Herdî aşiretinden ve Balluca köyünde oturan Yusuf ile akrabası Reşo
tarafından duvarının delinerek kürk, aba, çuha ve sâir eşyalarının çalınması üzerine,
Harput mukâta’ası zâbiti El-Hac Ali Bey adamlarıyla “süvâr olup” ilgili köyde
hırsızları yakalamış ve mahkemeye teslim etmiştir436.
Diğer bir belgede ise Harput’un Nekerek köyünde evi soyulan Agob’un
mahkemeye başvurması üzerine gelişen olaylardan bahsedilmektedir. Mahkeme,
olayı yerinde keşfetmesi için Mevlânâ Mehmed Efendi’yi ta’yin etmişken, Harput
mukâta’a zabiti Ömer Ağa da Yusuf isimli kişiyi Mehmed Efendi’nin yanına mübâşir
tayin etmiştir. Bu belge aynı zamanda ehl-i örf taifesinin ehl-i şer’ ile yaptığı
işbirliğini yansıtması bakımından da önemlidir437.
Yine 2 Zilkade 1104/6 Temmuz 1693 tarihli ve Diyarbekir kâim-makâmı
Ömer Beğ imzalı bir buyruldu suretinden, Miyadun köyü sakinlerinden Yadigar’ın
sabah namazından çıkıp evine giderken Hasan isimli bir şakî tarafından katledilmek
üzere iken, çevreden yetişen Müslümanlarca kurtarıldığını ve suçluların “mukâta’a
zâbiti”marifetiyle yakalanarak kaleye hapsedildiklerini öğrenmekteyiz438. Yukarıdaki
belgelerin devamında subaşı ve dizdârın, emîn veya mütesellim için şehrin ve halkın
güvenliğini sağlamaktaki en önemli yardımcıları oldukları anlaşılıyor. Elimizdeki
Muharrem 1094/Eylül 1683 tarihli bir diğer belgeden, Şahaplu köyünde işlenen bir
435 HŞS 362 : 31. 436 HŞS 391 : 83. 437 HŞS 36 : 207. 438 Belgede Harput kadısı, mukâta’a emîni, kale dizdarı ve ‘ayân-ı vilayete hitap edilmekte ve firar eden Hasan’ın yakalanarak hapisteki oğlu Mustafa ve kardeşi oğlu Bektaş’la birlikte Amid’e gönderilmeleri istenmektedir. HŞS 391 : 485.
116
cinayet için Harput mukâta’ası zâbiti Ali Bey ile Subaşı Resul’un olayın geçtiği köye
varıp “âkd-i meclis-i şer-i mübîn” ile durumu soruşturdukları anlaşılmaktadır439.
Selh-i Şevvâl 1094/20 Ekim 1683 tarihli bir diğer zabıtta Harput ovasından
gelip geçen yolcular ile bazı köylere saldıran şakîlerin katlettiği kişinin yaşadığı
karye ahâlisinin divân-ı Âmid’e baş vurması, Diyarbekir kâim-makâmı Mustafa Ağa
mektubuyla Yakub Ağa’nın mübaşir tayin edilmesi, suçluların Harput emînleri Ali
Bey ve Şaban Ağa ile Alaybeği Osman Ağa ve cümle ‘âyân-ı vilayet işbirliğiyle
yakalanıp Âmid’e gönderilmesiyle ilgili gelişmelerden bahsedilmektedir440. Yine
Harput Kazası’ndan gelip geçen tüccar taifesine Cihânbeyli eşkîyasının saldırarak
mallarını almaları ve telef etmeleriyle ilgili şikâyetlerin artması üzerine kadı ve
mukâta’a emîninden, gönderilen mübaşirle beraber suçluların yakalanarak Âmid’e
yollanması istenmektedir (2 Zilkade 1103/16 Temmuz 1692) 441. 12 Muharrem
1083/10 Mayıs 1672 tarihli bir hüccette de, Ertmenik karyesine penbe alacağı için
giden ancak burada fevat eden Mehmed’in şüpheli ölümü üzerine, Harput zâbiti
Seyyid Mehmed Ağa tarafından teftişe gidildiği belirtilmektedir442.
Güvenliğin yanında diğer bazı sosyal meselelerde, örneğin kız kaçırma,
arabuluculuk yaparak çatışmaları önleme veya toplum ahlakına aykırı davranışlara
müdahalede bulunmak v.s. de zâbit/emîn veya mütesellimlerin görevleri arasındadır.
Mesela 10 Muharrem 1083/8 Mayıs 1672 tarihli bir kız kaçırma örneğinde, olayın
yerinde keşfi için mahkemece görevlendirilen Mehmed Efendi ile medîne-i mezbûre
zâbitinin mütesellimi birlikte gitmişlerdir443.
Yine 2 Zilkade 1103/16 Temmuz 1692 tarihli belgeden anlaşıldığına göre
Kızılpınar ve Pağnik köyleri halkı su kullanımı yüzünden kavgalıyken, Harput Emîni
El-Hac Ali Ağa araya girerek tarafları barıştırmış ve hangi taraf sözünden “rücû”
ederse 200 gurûş nüzûl tahsil edeceğini mahkemede tescil ettirmiştir444.
439 HŞS 331 : 319. 440 Belgede ekrâd-ı mezbur şakî taifesiyle yapılan kavga ve “muharebe” den bahsedilmekte ve yapılan mücadele sonunda gerek suçluların yakalanması ve gerekse de Âmid’de görülecek davanın masrafları belirlenmekte, her haneden toplanması gereken para 9 gurûş olarak pay edilmektedir. HŞS 331 : 93. 441 HŞS 391 : 416. 442 HŞS 362 : 87. 443 HŞS 362 : 69. 444Belgenin devamında Kızılpınar ahâlisinin anlaşmayı bozdukları ve davet edilmelerine rağmen mahkemeye gelmedikleri anlaşılıyor. HŞS 391 : 415.
117
Bu konudaki bir başka örnekte görüldüğü gibi, gece şarap içip belinde kılıçla
Ebutâhir Mahallesi’nde bir kadının evinin önünde nârâ atan Bekir bin Musa, Harput
mütesellimi Hüseyin Ağa’nın adamı Halil Bey ve Yusuf Çavuş eliyle yakalanarak
mahkeme-i şer’a teslim edilmiştir445. Belgede geçen “gece ile mahkeme-i şer’a ihzâr
idüp” ifadesinden, Harput mahkemesinin gece de açık olduğu tahmin edilmektedir.
Zira bazı mahkemelerin “gece nâibi” tarafından sabaha kadar nöbetle açık tutulduğu
bilinmektedir446. Yine elimizdeki bir “ihtidâ” kaydından Haceri köyünde sâkin Tafîk
isimli zimmiyenin Müslümanlığı kabul ettiği mahkemenin şahitleri arasında, Harput
mütesellimi Mustafa Ağa’nın da yer alması ilgi çekicidir447.
İncelediğimiz yüzyılda görülen ekonomik istikrarsızlığın, emîn/zâbit veya
mütesellimlerin malî durumlarını da etkilemesi kaçınılmazdı. Nitekim bu durum
karşısında söz konusu kişilerin çeşitli kanun dışı yollara başvurdukları görülüyor. Bu
konuyla ilgili sicillerde yer alan şikâyetler ile gönderilen ferman ve adalet-nâmeleri
incelediğimizde asıl rahatsızlığın, emîn/zâbit veya mütesellimlerin kanunda olmadığı
halde reâyâdan “salgunlar” ile fazla para veya mâl toplamalarından kaynaklandığı
anlaşılıyor. Örneğin, Evâsıt-ı Şevval 1072/ Haziran 1672 tarihli belgede, Harput İl
Vekili Mustafa Beşe, kadı huzurunda “asitâne-i sa’det medâr cânibînden altı kıt’a
emr-î şerîf” göstererek kanunda olmadığı halde Harput sancakbeyi ve aynı zamanda
Harput emîni olan Abdullah Bey’in reâyâdan “defter-i hakânîde belirtilenden ziyâde”
ispenç, cizye, avârız, câbi akçesi, anbârcılık ve senede iki defa zâhire, yem, yiyecek,
kilim, yorgan ve döşek ahz etmesinden şikayetçidir448. Bir diğer belgede söz konusu
kişilerin ispençe vergisini toplama işini 800 gurûşa eski kethüdâyeri Hasan Ağa’ya
iltizâma verdikleri, yaptıkları usulsüzlüğün ortaya çıkması üzerine Hasan Ağa’nın bu
meblağı söz konusu kişilerden talep ettiği belirtilmektedir449.
Faaliyetleri hakkında en fazla bilgi sahibi olduğumuz mukâta’a emîni, Van
Kulları Ocaklarına mensup ve Harput mukâta’asını 1103/1692 Mart’ından itibaren
22.341 riyâli gurûşla bir yıllığına iltizâm eden El-Hac Ali Ağa’dır450. Kendisi bu süre
445 HŞS 382 : 125. 446Örneğin İstanbul’da bu şekilde çalışan mahkemelerin varlığı hakkında bkz. Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisâdî ve İctimaî Tarihi, C. II, s. 84-85. 447 HŞS 362 : 34. 448 HŞS 382 : 253 449 HŞS 382 : 303. 450 HŞS 391 : 436.
118
içerisinde Harput mukâta’ası sahibi, Harput emîni, Harput mirlivâsı451 sıfatıyla pek
çok iltizâm ve satış işlemi gerçekleştirmiştir. Ancak onun zamanında mahkemeye
intikal eden şikâyetlerden çıkan sonuca göre El-Hac Ali Ağa’nın kendisi de dâhil,
ikinci kez iltizâmı alan mültezimlerin (pâre mültezimleri)452 halka yaptığı zulümler
ve yolsuzluklar epeyce artmıştır453. Örneğin, 25 Zilkâde 1103/8 Ağustos 1692 tarihli
Diyarbekir kâim-makâmı Murtaza imzasıyla Harput kadısına gönderilen mektuptan
anlaşıldığına göre, havâss-ı mezbûre emîni El-Hac Ali, usulsüz olarak bazı köyleri
çiftlik şeklinde iltizâma vermiştir454. Aynı imzayla gönderilen 21 Şevval 1103/6
Temmuz 1692 tarihli bir başka mektupta, mukâta’a emîni olanların Harput
Sancağı’na gelen tüccâr tâifesinden ve diğer yük sahiplerinden bâc-ı ‘ubûr dışında
türlü bahanelerle fazladan akçe aldıkları belirtilmektedir455.
Daha önceki buyruldu ve mektuplarda kadı ile mukâta’a emînine müştereken
hitap edilmesine rağmen, şikayet içerikli bu ve benzeri mektupların sadece kadıya
hitâben yazıldığını görmekteyiz. Örneğin 16 Zilkade 1103/30 Temmuz 1692 tarihli
mektupta sadece kadıya hitap edilmekte, El-Hac Ali Ağa’nın Sarpulu köyünü Ahmed
Bey’e 450 gurûşa iltizâma verdikten sonra, bir başkasına tekrardan iltizâma vermeye
çalıştığı, kadıdan durumu soruşturması istenmektedir456.
Bu dönemde Osmanlı taşra idaresinde beylerbeyi ve sancakbeylerinin ne
derece merkezî hükümetin denetiminde veya ondan kopuk olduğu tartışmaları bir
451 HŞS 391 : 51, 184, 426. 452 Mukâta’ayı üzerlerine alanlar genellikle varlıklı kişiler oldukları için, bu kişiler çoğu zaman kendileri mukâta’a bölgesine gitmeyerek ya mütesellimlerini gönderirler veya mukâta’ayı kendileri ikinci defa ve genellikle bir yıllığına iltizâma verirlerdi ki bu kişilere “pâra mültezimi” denilmektedir. Bu ikinci kez mukâta’ayı iltizâma verme işlemi kimi zaman mültezimlerin nitelikleri birbirlerinden farklı mukâta’aları üstlenmeleri sebebiyle olurdu. Kendileri ancak bir mukâta’anın yönetiminin gereklerini yerine getirebildikleri için diğerlerini bir başkasına devretmek zorunda kalırlardı. Böyle durumlarda devlete karşı asıl mültezimler sorumlu bulunurken, uygulamada bu görevi yapan onların adamları ya da mültezimleri olurdu. Özer Ergenç, XVI. Yüzyılın Sonlarında Bursa, s. 167. 453 Yapılan haksızlık ve zulümler incelediğimiz dönemin en belirgin özelliklerindendir. El-Hac Ali Ağa’dan öncekiler için bkz. HŞS 382 : 471, 472, 473, 474. 454 Belgede Bizmişen ve Hırhik isimli köylerin kadîmden beri Mahmud ve Osman’ın çiftlikleri olduğu, mezburların Ali Ağa’dan 200 gurûş borç karşılığında zikrolunan karyeleri rehin tarîkiyle vaz’ eylediklerini ve temessük aldıklarını ancak, El-Hac Ali’nin bu köyleri altı yüz otuz gurûşa Kör Resul ve adamlarına verdiğinden bahsediliyor. HŞS 391 : 407. Çıkarılan adâletnâmelerde beylerbeyi ve sancakbeylerinin kendilerine tahsis olunan haslarını yine kendilerinin “zabt ve idare” etmeleri gerektiği belirtilirken, verdiğimiz örneklerde görüldüğü gibi, bunlar artık adâletnâmelerde belirtilenin aksine usulsüz bir biçimde iltizâma verilmektedir. Bkz. Yavuz Cezar, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi, s. 40-41. 455 HŞS 391 : 421. 456 HŞS 391 : 405.
119
tarafa457, Harput mukâta’a emîninin sancağın idarî açıdan bağlı olduğu Diyarbekir
Eyâleti yönetimiyle geliştirdiği ilişkinin, bazen nasıl bir zemînde cereyan ettiğini
göstermesi açısından birbiriyle alakalı birkaç ilginç belgeye sahibiz. 1103/1692
tarihli (ay belirtilmemiş) mektupta Diyarbekir kâim-makâmı Mehmet Ağa imzasıyla
doğrudan Harput kadısına hitap edilmektedir458. Mehmet Ağa, önceden âdet olduğu
üzere Harput emînlerinin her yıl Diyarbekir valisine ait kalemiye adıyla bir bedel
gönderdiklerini, El-Hac Ali’den önce emîn olanlardan bunu istediklerinde ellerinde
fermanlarının olduğunu ve sancak gelirlerinin ocaklık olarak Van kullarına tahsis
edildiğini belirttiklerini ve kalemiye ödemeye yanaşmadıklarını belirtmekte ve şimdi
emînlik uhdesinde olan Ali Ağa’nın hâla niçin kalemiye bedelini göndermediğini,
yoksa elinde kalemiyenin ref’ine dair bir fermanın mı olduğunun incelenmesini
kadıdan istemekte ve öncekiler gibi illede elindeki ocaklık beratını ibrâz ederek
kalemiyeyi ödememekte ısrar ederse, gönderilen mübaşir zoruyla tahsîl ettirilip
Âmid’e göndermesi buyrulmaktadır.
Bu mektuptan bir sonuç alınamamış olacak ki, aynı konuyla ilgili fakat
öncekine göre çok daha sert ikinci bir mektup gönderilmiştir. 24 Zilhicce 1103/6
Eylül 1692 tarihli ve yine Mehmed Ağa imzalı mektupta bu defa, kadıyla birlikte
kethüdâyeri, yeniçeri serdarı, kale dizdârı ve ‘âyân-ı vilâyete hitap edilmektedir.
Anladığımıza göre önceki mektuptan sonra El-Hac Ali Ağa, yedinde olan ocaklık
berâtının sûretini Âmid’e göndermiştir. Mektupta bundan bahsedilmekte ancak, bu
beratın kalemiye ref’ine işaret edemeyeceği, her sene olduğu gibi bu bedelin Vali
Nâim Paşa’nın hazinesi için El-Hac Ali tarafından edâ edilmesinin şart olduğu
vurgulanmaktadır. Hatta daha ileriye gidilerek, eğer El-Hac Ali Ağa ödememekte
“inâd ve muhâlefet üzere” olursa anbârlarının kadıdan alınacak “izn-i şer’” ile
mühürlenmesi, bir tane terekesinin dâhi “fürûht” olunmaması, aksi halde bahâne
kabul edilmeyeceği yönünde uyarılmaktadırlar459.
Belgeleri biraz daha yakından incelediğimizde El-Hac Ali Ağa ile Diyarbekir
kâim-makâmları arasında kalemiye yüzünden devam eden bu anlaşmazlığın, Mehmet
Ağa’dan önce Diyarbekir kâim-makâmı olan Murtaza Ağa zamanında da aynı hızda 457 Osmanlı Devleti’nin merkezîgücünün taşrada 17. yüzyıldan itibaren gittikçe zayıfladığı ve asıl gücün taşradaki yerel ailelere geçmeye başladığı şeklindeki genel kanaatin ne derece geçerli olduğunu Musul örneğinde inceleyen bir çalışma için bkz. Dina Rızk Khoury, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Taşra Toplumu: Musul, 1540-1834, (Çev. Ülkün Tansel), İstanbul, 1999. 458 HŞS 391 : 390. 459 HŞS 391 : 389.
120
devam ettiği anlaşılıyor. Örneğin Murtaza Ağa imzasıyla Harput kadısına hitâben
gönderilen mektuptan anlaşıldığına göre, Harput Sancağı’nda Van kullarının
mukâta’a emîni olanlar tarafından divân-ı Âmid’e sunulan arz-ı halde belirtildiğine
göre sancağa bağlı havâss-ı hümâyûn karyelerinden bir kısmı, bazı adamlar
tarafından çiftlikleri ve maktû’ları olduğu iddiasıyla, kimin tarafından verildiği belli
olmayan temessüklerle zabtedilmiştir. Mektupta belirtildiğine göre başkentten
gönderilen fermana atfen, buraları ellerinde tutanların temessüklerinin muktaa emîni
tarafından iptal edilerek kendi zabtına geçirilmesi, itiraz eden olur ise Âmid’e
gönderilmeleri istenmektedir460. Gurre-i R.A. 1103/20 Ocak 1692 tarihli bu belgeden
yaklaşık 5 ay sonra yani 6 Zilkade 1103/20 Haziran 1692 tarihinde yine Murtaza Ağa
imzalı mektupta dile getirilenler, yukarıda yapılması istenenlerle çelişmektedir.
Şöyle ki kadı, alaybeyi, serdâr, dizdâr ve ‘âyân-ı vilâyete hitaben yazılan mektupta,
mukâta’a emîni olanların valilere her yıl vermekte oldukları “kalemiye”lerini
vermedikleri ancak buna göz yumarak müsâmaha gösterdikleri belirtilmekte,
“mâdem ki sa’âdetlî paşa efendimiz hazretlerinin mu’tâd olan kalemiyesini gelip
vermedikçe”, diyerek mukâta’a emîninden köy ve mukâta’a iltizâm etmiş olanların,
önceki belgede ve fermanda söylenenin aksine geri götürüp asıl mukâta’a sahibine
yani emîne iâde etmemeleri ve kendi tasarruflarının sağlanması istenmektedir461. Bu
örnekler, incelenen dönemde merkezî yönetimin taşradaki yerel idareciler üzerindeki
otoritesinin derecesini göstermesi açısından bir kanıt niteliği taşımaktadır.
Yaptığı usulsüzlükler ve yerel hükümetle girdiği restleşmenin dışında El-Hac
Ali’nin toprak satışlarını onayladığı462, tapu temessûkü verdiği463 ya da bunlardan
hariç örneğin, şehir merkezine yapılacak yeni bir binanın (dükkân) yapımı için
kendisinden izin alındığını görmekteyiz464. Hatta şehirdeki bir boya-hâneden “El-
Hac Ali Ağa boyahânesi” adıyla bahsedilmektedir465.
Bunların dışında yine El-Hac Ali’nin borç ilişkilerini gösteren bazı örnekler
belgelere sahibiz. Örneğin, 5 Şevval 1103/20 Haziran 1692 tarihli borç tezkeresine
460 HŞS 391 : 417. 461 HŞS 391 : 402. 462 HŞS 391 : 168. 463 HŞS 391 : 125. 464 Söz konusu belgede debbâğ Ömer’in El-Hac Ali Ağa’nın izniyle bir debbâğ dükkanı inşa etmek istediği ancak, debbâğ ihtiyarlarının buna karşı çıktıkları belirtiliyor. HŞS 391 : 184. 465 HŞS 391 : 72,79.
121
göre borçlu kişi Harput kadısıdır. Belgede kadının ismi zikredilmemekle birlikte,
bir başka belgeden söz konusu tarihte Mevlânâ İsmâil Efendi’nin Harput kadısı
olduğu anlaşılıyor466. Belirtildiğine göre Harput kadısı 216 gurûş mukâbilinde ve 90
gün içerisinde ödemek şartıyla, El-Hac Ali’den bazı eşyalar almıştır. Borcunu
gününde ödeyemeyen İsmail Efendi, borcuna karşılık Sarpulu ve Arındık köylerinin
“mahsûlât ve sâir rüsûmâtını” El-Hac Ali’ye “fürûht” etmiştir467.
Bir başka belgeden öğrendiğimize göre bu kez El-Hac Ali Ağa, Harputlu El-
Hac İsmail’e 200 gurûş borçludur. Ancak borcunu ödemediğinden, El-Hac İsmail’in
divân-ı Âmid’e arzı üzerine mübaşirle buyruldu izhâr olunmuştur468.
Yine 1073/1662 tarihli bir tezkereden, Harput beyi Yusuf Bey’in Tokat
sakinlerinden olup vefat eden Ahmed Beşe’ye 800 gurûş gibi yüksek bir meblağla
borcu olduğunu öğreniyoruz469. Yahut aynı tarihli bir buyrulduda belirtildiği gibi
daha önce mukâta’a emîni olan Ömer Ağa, üzerinde kalan bakâyasını ödeyemediği
için borcun takibine ve tahsiline mübaşir gönderilmiştir470. Bu örnekler incelediğimiz
dönemde sancak beylerinin ekonomik durumlarını yansıtması bakımından önemli
delillerdir.
Yukarıda bahsedilen görevlerinin dışında aynı zamanda birer maliye görevlisi
olduklarını belirttiğimiz emîn/zâbit veya mütesellimlerin, iltizâm beratında belirtilen
vergilerin471 bir kısmının toplanması işini ikinci mültezimlere (pâre mültezimleri)
deruhte ettikleri de bilinmektedir. Bu konuda pek çok örnek belgeye sahibiz.
Örneğin, Şevval 1074/ Mayıs 1664 tarihli kayda göre havâss-ı hümâyûn köylerinden
Kuyulu, Şems ve Tolon’un “gılâl-ı mahsulatları, cizye ve ispençe ve avârız ve
pembeleri gayr-ı ez hisse-i vakf ve maktu” ları Ömer’e 1950 riyâli gurûşa ber-vech-i
466 Söz konusu belgede Harput’taki Esediyye Medresesi katipliğine Abdürrâhim’in Harput kadısı Mevlânâ İsmâil’in ‘arz ve ilâmı ile atandığı kayıtlıdır. HŞS 391 : 400. 467 HŞS 391 : 426. 468 HŞS 391 : 406. 469 Belgeye göre Harput Beyi Yusuf, müteveffa Ahmed Beşe ve oğluna 800 gurûş borçludur. Daha önce sancakbeyleri ile beylerbeyilerin ekonomik durumlarını kıyasladığımız klasik dönemde sancağın tasarrufu bahsinde hatırlanacağı gibi 17. yüzyılda ekonomik üstünlüğün Beylerbeyilerine geçtiğini örneklerle ifade etmiştik. Belgenin devamında Yusuf Bey’den “merhum” diye bahsedildiğine bakılırsa kendisi borcunu ödeyemeden vefat etmiştir. Söz konusu borç ise, merhumun çeşitli eşyalarına mahkemece konulan bedeller mukabilinde Ahmed Beşe’nin oğlu Veli’ye ödenmiştir. Bunlar Yusuf Bey’in atı, katırları, samur kürkleri v.s. eşyalarıdır. HŞS 350 : 61/184. 470 HŞS 382 : 509, 517. 471 HŞS 368 : 398.
122
peşin iltizâma verilmiştir472. Benzer şekilde Sarını köyünün çeşitli gelirleri, kârı ve
ziyanıyla birlikte aynı köyün re’ayâlarından Şaban, Osman, Ömer, Mahmud, Halil
Beşe, İsmail ve Abdal ile Nikogos isimli zimmiye ber-vech-i iştirâk ve ber-vech-i
peşin 80 riyâli gurûşa iltizâma verilmiştir473.
Ayrıca sancağa ait gelirlerin şehir ve karyelere taksimini gösteren bir listenin
mütesellimin elinde bulunduğunu ve bu listenin zaman zaman güncelleştirildiğini
anlıyoruz. Örneğin Evâhir-i Şaban 1072/ Nisan 1662 tarihli bir kayıt bunu te’yid
ediyor. Söz konusu belgede başta muâf karyeler olmak üzere, zahire ve sâir bahâların
toplanmasında kolaylık sağlaması için olsa gerek havâs karyeleri, şehirdeki zimmi ve
Müslüman esnafa ait hâne ve vergi miktarlarını gösteren bir defterin il vekili, şehir
kethüdâsı ve melikler eliyle hesap ve kitap olunduktan sonra imzalanarak, Harput
mütesellimi El-Hac Hüseyin Ağa’ya teslim edilmektedir474.
Buraya kadar görüldüğü gibi sancağın idaresi, klasik sancak uygulamasından
mukâta’aya geçiş sürecinde ve sancak gelirlerinin Van kullarına ocaklık şeklinde
tahsis edilmesinin ardından, ocak mensubu ağaların sancak mukâta’asını iltizâm
etmeleriyle yeni bir boyut kazanmış ve klasik dönem sancak beyinin görevleri,
emîn/zâbit veya mütesellilerce yerine getirilmeye başlanmıştır. Yukarıda verilen bazı
örneklerde de belirtildiği gibi söz konusu kişiler, görevi ile ilgili yerine getireceği
işlerde doğrudan emrinde olan kişilerin yanı sıra, mutlak surette ehl-i şer’ ile birlikte
hareket etmek durumundaydılar. Defterde rastladığımız bir kayıtta “esâmisi Vanlı
olan yoldaşlar” başlığı altında verilen beşe unvanlı 25 kişinin, mukâta’a zabitinin
kapu halkından olmaları da muhtemeldir475.
Mütesellim, bazı konularda doğrudan kadının yardımını almaktayken, kimi
belgelerden anlaşıldığına göre ise, dolaylı olarak kadının yardımını talep etmektedir.
Bunlar genellikle vergi gibi mâli konular üzerinedir. Mesela 3 Zilkade 1076/3 Mayıs
1666 tarihinde kadıya hitaben gönderilen bir mektupta, Harput müteselliminin divân-
ı Âmid’e arz-ı hâl sunarak reâyânın o güne kadar Diyarbekir valilerine verdikleri
zahireyi bu kez vermeye yanaşmadıklarını bildirdiğinden bahisle kadıdan duruma el
koyması istenmektedir476. 20 Safer 1077/21 Ağustos 1666 tarihli diğer bir mektupta
472 HŞS 368 : 438, 439. 473 HŞS 368 : 443. 474 HŞS 382 : 468, 470. 475 HŞS 382 : 482. 476 HŞS 276 : 87.
123
ise mütesellim Ahmed Ağa’nın cizye ve ispençe vergilerini toplayamadığını divân-ı
Âmid’e ârz etmesiyle, yine kadının şer’i yetkisini kullanması istenmektedir477. Ya da
27 Zilkade 1072/13 Temmuz 1662 tarihli buyrulduya göre, bazı karye halkının vergi
ödemeye yanaşmamasının dile getirildiği ve sancak beyi tarafından gönderilen arz-ı
hal üzerine irsâl olunduğu anlaşılan buyrulduda belirtildiği gibi, yine kadının yardımı
talep ediliyor478. Bu örnekler, sancakbeyinin yaptırım gücü konusunda fikir vermekle
birlikte aynı zamanda bir itaât sorununa da işaret etmektedir. Bu açıdan bakıldığında
belgede“mezkûru kendilerine zâbit bilüb” ifadesine vurgu yapılması, sancakbeyinin
meşruluğunu pekiştirmeye yönelik önemli bir ayrıntıdır.
3- Melikler
Sancaktaki en üst düzey yöneticilerden sonra klasik dönemden farklı bir
yönetici tipiyle dikkatimizi ilk olarak melikler çekmektedir. Haklarında fazla belge
ve bilgi bulamadığımız meliklerin, sancak idaresindeki fonksiyonları ile ilgili
tespitlerimiz şöyledir.
Bazı çalışmalarda belirtildiğine göre, sancak kadıları veya kadı naîblerinin
nahiye, köy ve cemaât kethüdalarıyla birlikte Hıristiyan halkın temsilcisi sıfatıyla
taşradaki idarî yardımcıları479olan melikler hakkında az sayıda belgeye sahibiz. Buna
rağmen, isimlerinden başka kimliklerine dair ayrıntılı bilgiler edinemediğimiz bu
kişilerden biri hariç diğerlerinin gayr-ı müslim oldukları, temsil ettikleri ya da hizmet
götürdükleri halkın sorunlarını çözmek için yerel hükümet ile işbirliği yaptıklarını ve
bazı malî konularda (vergi toplama) kendilerine yetki tanındığını bu belgelerden
tespit edebiliyoruz. Ancak bu görevleri dolayısıyla avârız hariç, bütün vergilerden
muaf tutuldukları ve tımar tasarruf ettikleri ifade edilse de480, bunu destekleyecek
bilgi ve belgelere sahip değiliz.
İncelediğimiz döneme ait belgelerde, Harput Sancağı’nda çok az sayıda
melikin ismi geçmektedir. Bu kişilerden bazıları Evâhir-i Şevval 1072/ Haziran 1662
tarihli belgede geçen “havâs meliki Agob” ve “Kasaba-i Harput meliki Ali bin
477 HŞS 278 : 88. 478 HŞS 382 : 506. 479 Bkz. Dündar Aydın, Erzurum Beylerbeyliği ve Teşkilatı (1535-1566), Ankara, 1998, s. 219. 480 Dündar Aydın, a.g.e., s. 220-221.
124
Abdulhalim”dir. Söz konusu belgede “bedel-i nüzûl” vergisini tahsil etmesi için
Diyarbekir Valisi Kenan Paşa’nın görevlendirdiği Mustafa Ağa’ya, mezkûrlar
tarafından toplanan 557 gurûştan masraflar düşüldükten sonra kalan 453 gurûşun
mütesellim, il kethüdası ve alaybeği huzurunda teslim edildiği belirtilmektedir481.
Aynı seri içerisinde tarihi belirtilmeyen bir başka belgeden, bu defa isimleri “tımar
meliki Serkiz ve Agob” şeklinde geçen iki Ermeni melike, söz konusu meblağdan 20
gurûşun taâmiye ücreti olarak ödendiğini öğreniyoruz482. Yine tarihi belirtilmeyen
bir kayıtta, havâs meliki Hokas ve tımar meliki Serkis’in masrafları başlığı altında
görev sırasındaki harcamalarına yer verilmektedir. Bu görevlerinin daha çok vergi
toplamakla ilgili olduğu, belgede geçen “arpa sâlyânesi içün, koyun bakâyâsı içün,
sürsât bakâyâsı içün” gibi ifadelerden açıkça belli olmaktadır483. Tarihi belli
olmayan ancak kadı Abdulbaki Efendi zamanında salyâne olduğu kaydedilen belgede
“bedel-i beldâr” akçesinin beyan edildiği ve masraf kalemlerinin düşüldüğü
kısımda, Diyarbekir’e giden meliklere masrafları ve harçları için 35 gurûş ödendiği
belirtilmektedir484.
8 Muharrem 1083/6 Mayıs 1672 tarihli zabıtta geçen bilgiler, incelediğimiz
dönemde meliklerin asıl görevlerinin öncelikle malî bir nitelik taşıdığını açıkça
göstermektedir. Söz konusu belgede, Leh Seferi’ne memur olan Diyarbekir Valisi
Hasan Paşa’nın sefer hazırlığı için lazım gelen ve Harput Sancağı tımar karyelerine
isabet eden çeşitli vergilerin nasıl ve kimler eliyle toplanacağı karara bağlanmaktadır.
Çok sayıda resmi görevlinin katıldığı mahkemede, bu görevi yürütme işi mezkûrların
onayı ve vekâleti ile 30 esedî gurûş ücretle Mustafa Ağa’ya iltizâm edilmiştir. Asıl
önemlisi, “tımar karyeleri meliki Serkis” in bu işte Mustafa Ağa’ya yardımcı tayin
edilmesi ve söz konusu vergilerin karyelerden tahsil edilemediği bir durum vakî
olursa melik Serkis’in bu karyelerin mâlına gerektiğinde “zâm ile kefîl-i bi’l-mâl”
olacağını taahhüt etmesidir485. Bu konuda ilginç bir diğer belge Evâhir-i Muharrem
1083/ Mayıs 1672 tarihlidir. Bu belge, Vali Hasan Paşa için Harput Sancağı’nda
sâlyâne olunan koyun, dana ve buzağı bahâsı karşılığında temin edilmesi gerekli 500
gurûşa Alaybeyi Mustafa Ağa’nın “kefîl” olmasıyla ilgilidir. Söz konusu meblağın 481 HŞS 382 : 261. 482 HŞS 382 : 271. 483 HŞS 362 : 353, 422. 484 HŞS 368 : 194/454. 485 HŞS 362 : 62.
125
zamanında toparlanamaması üzerine durumun araştırılması için vali tarafından
gönderilen mübaşirin de katıldığı mahkemede Mustafa Ağa, bu durumun sebeplerini
anlatmaktadır. İlgimizi çeken, karyelerdeki tahsilatlarda yaşanan olumsuzluklardan
bahsederken Alaybeyi Mustafa Ağa’nın, havâss-ı hümâyûn karyeleri meliki Hokas
ile tımar meliki Serkis’in şahitliğine baş vurması ve iddialarını onların şahitliği ile
ispatlamak istemesidir486. Aynı şekilde Şaban 1072/Nisan 1662 tarihli bir buyruldu
suretinde de kaza merkezî ve bağlı köylerden toplanacak bedel-i nüzûl akçesinin İl
vekili Mustafa Beşe ve Melik Agob ma’rifetiyle avârız-hânesinde hane başına 12.5
gurûş hesabı üzere toplanması istenmektedir487.
Meliklerin vergi toplama görevinin yanı sıra şehir veya bölgeyi ilgilendiren
çeşitli konularda da, mahallin önde gelenleri arasında ve karar alma mekânizması
içinde yer aldıklarını gösteren birkaç belgeye sahibiz. Bunlardan Gurre-i Ramazan
1083/21 Aralık 1672 tarihli belge, görevlisinin şehrin önde gelenlerinin onayı ile
seçildiğini bildiğimiz menzilcilik hizmetiyle ilgilidir. Şehre menzilci olması
kararlaştırılan Hüseyin Çelebi’yi onaylayanlar arasında, hâs ve tımar melikleri Hokas
ile Serkis’in de bulunması bu açıdan önemlidir488. Yine bir buyruldu suretinden
anlaşıldığına göre, yol üzerinde olmaları ve konak görevi üslenmeleri sebebiyle bazı
vergilerden muaf olan köyler hizasında bulunan diğer birkaç köyün de, aynı
imkânlardan yararlanması için vilâyet melikleri tarafından beylerbeylik divanına arz-ı
hal sunulmuştur489.
İncelediğimiz dönemde Harput Sancağı’nda rastladığımız melikler ile ilgili
yukarıda verilen bilgilerden, zimmî statüsünde490 gayr-ı Müslim olduklarını, vergi
toplama görevlerinin yanı sıra kimi idâri işlerde yetkili kılındıklarını, sözlerine itibar
edildiğini ve ‘arzda yetkilerinin olduğunu v.s. belgelerden tespit etmiş durumdayız.
Ancak iddia edildiği gibi yalnızca Hristiyan halkın temsilcisi oldukları, bölgelerinin
şenlenmesini sağladıkları yahut tımar tasarruf ettiklerine491 dair somut bilgilere
rastlanmamıştır.
486 HŞS 362 : 93. 487 HŞS 382 : 458. 488 HŞS 362 : 293. 489 HŞS 382 : 465. 490Zimmiler hakkında bkz. Bahaeddin Yediyıldız, “İslam Hukukunda Zimmilerin Yeri”, Türk Kültürü, C. 25, S. 290, Ankara, 1987, s. 11-15. 491 Dündar Aydın, a.g.e, s. 219-220.
126
Ayrıca meliklerden 1691-1712 tarihlerini içeren iki defterde bahsedilmemesi
ve isimlerine rastlanılmayışı, bununla birlikte köy kethüdalarıyla kıyaslandığında
aralarında ne tür benzerlikler yahut farklılıkların olduğu gibi hususlar, belki üzerinde
önemle durulması ve araştırılması gereken ayrı bir çalışmanın konusu olabilir. Bunun
yanında isimleri ve etnik kimlikleri dışında görev süreleri ve atanmaları ile ilgili bir
bilgiye de tesadüf edilememiştir. Tüm atamalarda olduğu gibi, melik tayinlerinin de
merkezî otoritenin tasdikine bağlı olduğu muhakkaktır. Ancak konu hakkındaki
bilgilerimiz elimizdeki belgelerle sınırlı olduğundan, daha fazlasını anlayabilmemiz
şu an için mümkün görünmüyor.
B- Şer’i Yöneticiler
1- Kadı ve Harput Mahkemesi
Osmanlı Devleti klasik dönemde, bilindiği üzere adlî teşkilat bakımından
birçok kaza bölgesine ayrılmıştı. Her kaza birimi kadının idaresinde ve doğrudan
merkezî hükümete (divâna) bağlı olduğu için, eyâlet-sancak şeklindeki askerî-idarî
teşkilatın dışında ve tamamen sivil nitelikli bir de kaza idaresi mevcuttu492. Her
sancakta yer alan asıl kaza merkeziyle birlikte, bazı sancaklarda birden fazla kaza
bölgesi bulunabilirdi. Sancaktaki köyler askerî-idarî bakımdan sancakbeyine, adlî
bakımdan ise kadıya bağlıydı.
Ancak hemen belirtmeliyiz ki bu dönemde kaza tâbiri, ehl-i şer denilen kadı
ve mahkeme görevlilerinin yerleşip görev yaptıkları, mahkemenin kurulduğu yer
anlamında kullanılmaktadır. İdarî bir birim olmaktan çok yargı merkezleri olan
şehirlerin tümünün kaza diye isimlendirilmesi bu sebepledir. Kazanın sancaktan
sonra gelen bir idarî birim adı olması ise Tanzimat’tan sonradır493.
492 Osmanlı kadısının bu kendine özgü durumu, üç kritere dayanarak açıklanmaktadır. Bunlardan ilki, kadının doğrudan merkeze bağlı olup mahalli otoritelerden ve yöneticilerden bağımsız olması; ikincisi, yargı yanında mülki ve malî konularda da aynı derecede sorumlu bir yönetici olması ve son olarak, aynı hiyerarşi ve eğitimden geçmiş olması ve bir yerdeki görev süresinin belirli ve kısa olması. Ancak ayrıntılı incelemelerin yapılması neticesinde bu üç kriterin doğruluğunu kaybettiği, örneğin Osmanlı kadısının görevli olduğu yerlerde gerek mülki ve askeri temsilciler ve gerekse de mahalli nüfuz gruplarının etkisi altında kaldıkları anlaşılmaktadır. Ayrıntılı bilgi için bkz. İlber Ortaylı, “Osmanlı Kadısının Taşra Yönetimindeki Rolü Üzerine”, Amme İdaresi Dergisi, C. 9, S. 1, Ankara, 1976, s. 95-107. 493 Bkz. Musa Çadırcı, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentleri, s. 79.
127
Osmanlı kadılık müessesinin esasını kaza adını alan ve büyük bir kasaba veya
şehir ile etrafında ona tâbi birçok köyden ibaret olan bir bölge teşkil ediyordu. Her
kazanın başında en büyük şer’ yetkilisi olarak kadı bulunuyordu494. Ayrıca bir
kadının idarî ve kazaî bölgesi içerisinde yer alan köyler, bazen nâhiyeler halinde
gruplandırılarak buralara adlî ve mahallî işlerini yerinde yürütmek üzere, kazanın
kadısı tarafından kendi adına nâibler tayin olunmaktaydı495.
Kadı öncelikle şeriât ve kanûnu uygulayan bir yargı hâkimi olmakla birlikte,
aynı zamanda sultanın idarî ve malî emirlerinin yerine getirilmesini gözetmek ve
bunun yanında şehrin yönetiminde de çok önemli fonksiyonları olan bir görevliydi.
Bilindiği gibi bir kadının göreve başlar başlamaz yapacağı ilk işi adını, sanını
ve göreve başladığı tarihi sicil defterinin ilk sayfasına yazmak, vazifesi sona erince
de söz konusu defteri bizzat kendisi ya da emîni vasıtasıyla, halefi olan kadıya devir
ve teslim etmekti. Şayet kadı, defteri kendiliğinden teslim etmemiş ise bir sonraki
kadı, söz konusu sicil defterini selefinden talep etmekle yükümlüydü. Bu defterlerin
devlet malı sayılması sebebiyle kadının kendi parasıyla veya ilgililerden alınan
harçla temin edilmiş olması, devir ve teslim mecburiyetini ortadan kaldırmazdı496.
Ancak 17. yüzyıla ait incelediğimiz defterlerin hiç birisinde böyle bir kayda
(dibâce) rastlanmamaktadır497. Dolayısıyla, kadıların görev sürelerini kesin olarak
tespit etmek ne yazık ki mümkün görünmüyor. Çünkü yukarıda da belirtildiği üzere,
yeni görevine başlayan her kadının, mahkeme sicilinin başına kimliğini ve görevine
başlama tarihini kaydetme alışkanlığının yaygın olmayışı ya da böyle bir kuralın
belki zorunlu hale getirilmemiş olması dolayısıyla, kadıların görev süreleri ile ilgili
tam tespitler yapmak mümkün olmamaktadır.
494 M. Akdağ, “Osmanlı Müesseseleri Hakkında Notlar”, AÜDTCFD, C. 13, S. 1-2, Ankara, s. 48. 495 M. Tayyib Gökbilgin, a.g.m., s. 38. Kadı nâibleri genellikle yerli kişilerden oluyor ve mevkilerinde çok uzun süre kalıyorlardı. Oysa kadıların görev süreleri ancak bir iki yıllıktı. Bu nedenle uzun görev sürelerinin resmi onay görmemesine karşın, kadı nâibleri yerel bir güç tabanı oluşturmayı başarıp bunu kişisel kazanç sağlamak ve resmen atanmış kadıyı yönlendirmede kullanıyorlardı. Bkz. Suraiya Faroqhi, Osmanlı Dünyasında Üretmek, Pazarlamak, Yaşamak, (Çev. G. Çağalı Güven-Özgür Türesay), İstanbul, 2003, s. 299. Ayrıca bazı kadıların geniş yetkilerini kötüye kullandıkları hakkında bkz. Hali İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ, s. 122. 496 İ.Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı, Ankara, 1988, s.116 497 Bu konuda sadece 18. yüzyılın başlarına ait kullandığımız bir defterin girişinde yer alan dibâce kaydından, Şeyh Eyûb Efendi’nin söz konusu defteri kendisinden önce Harput kazasının kadısı olan Abdulbâki Efendi ibn. Eyüb Efendi el- Merzifonî den, 1122 senesinde devraldığını öğrenmekteyiz (HŞS : 388, defterin dibâce kısmı)
128
Tüm bunlardan sonra, isimlerine ancak belge aralarında ya da şühûdü’l hâl
içerisinde ve nadiren isimleri zikredilerek gönderilen resmi belgelerde rastladığımız
Harput kadılarından, tespit edebildiklerimiz şunlardır.
Tablo 12 : Sancakta Görevli Kadılar ve Kimlikleri
Tabloda isimleri ve görevli oldukları muhtemel tarihleri verilen kadılar
defterlerde, tayin edilenlerin dışında genellikle isimleriyle hitap edilen belgeler ile 498 Zilhicce 1072/Ağustos 1662 tarihli bir niza davasının şühûdü’l-hâl kısmında “Molla Mustafa El-Kadı” şeklinde ismi geçmektedir. Diğer örnekler için bkz. HŞS 382 : 329, 330, 335, 344. 499 HŞS 382 : 494. 500 HŞS 382 : 428. 501 HŞS 382 : 485. 502 HŞS 362 : 436. 503 HŞS 362 : 482. 504 HŞS 362 : 428. 505 HŞS 362 : 350. 506HŞS 391 : 200, 482 507 HŞS 391 : 291, 313. 508 HŞS 391 : 371. 509 HŞS 388 : 1, 118. 510 HŞS 388 : 345.
DEFTER
KADI
GÖREVDE OLDUĞU TARİH
HŞS 382 (1661-1662)
Molla Mustafa498 Mevlâna Mehmed499 Mevlâna İbrahim500
Ömer Efendi501
Evâsıt-ı Şevval 1072 / Haziran 1662
3 Safer 1073 / 16 Eylül 1662
HŞS 362 (1671-1673)
Mevlâna Ahmed502 Mevlâna Hamza503
Kadı Mehmed Efendî504 Kadı Osman Efendî505
Evâsıt-ı Şevval 1082 / Şubat 1672 Evâhir-i Şevval 1083 / Şubat 1673
01 Muharrem 1083 / 29 Nisan 1672) (Tayin)٭ 20 Şevvâl 1083 / 8 Şubat 1673) (Tayin)٭
HŞS 391 (1691-1693)
Mevlâna Hamza Efendî506
Kadı İsmail Efendi507 Mevlâna Ebûbekir508
Evâil-i R.E. 1104 / Kasım 1692
C.A. 1104 / Şubat 1693 (Tayin)٭ 19 Ramazan 1103 / 5 Haziran 1692
HŞS 388 (1710-1713)
Eyûb Efendi509 Mevlâna Esseyyid Salih510
1122 / 1710
01 C. A. 1123 / 17 Temmuz 1711 (Tayin)٭
129
isimlerini şühûdü’l-hâl içerisinden tespit ettiklerimizdir. Şahitler kısmında yer alan
kadıların, o an görevli olup olmadıklarına dair kesin bir hükme varamıyoruz. Zira
ismi şühûdü’l-hâl içerisinde geçen kadıyla, bizzat kendilerine hitap edilen ferman
veya buyruldularda geçen kadı isminin farklılığı, bu kişilerin ma’zûliyet dönemindeki
kadılar olabileceği ihtimalini çağrıştırıyor. Çünkü belirli bir süreliğine göreve atanan
kadılar, bu sürenin dolmasıyla birlikte ya başka bir kazaya nakledilir veya İstanbul’a
çağrılırlardı. Uygulama böyle iken, acaba bazı kadılar İstanbul’a gitmeyerek tevkît
(bekleme süresi) zamanlarını da aynı kazada (Harput’ta) geçiriyor olabilirler miydi?
bilemiyoruz.
Bu arada kadıların görev süreleri hakkında farklı görüşler ileri sürülmektedir.
Akdağ, kadıların görev yerlerine bir yıllık müddet-i örfi ve bir yıllık uzatmalı olarak
ancak iki yıllığına yollandıklarını ve başka bir kadılığa atanmadan önce İstanbul’da
bir yıl mülâzemette (maaşsız hizmet) bekletildiklerini, böylelikle bir kadının
memuriyet hayatının (örneğin 30 yıl kadılık yapan birisinin) üçte birinin İstanbul’da
geçtiğini söylemektedir511. Uzunçarşılı ise mülâzemet döneminin 2 yıl, kaza
kadılıklarının 20 ay olduğunu ifade etmektedir512. Ortaylı, bu sürelerin kanûnnâmeler
kadar uygulamada da kesinlik kazanmayan bir husus olduğuna ve “mevlevîyet”
pâyesine hâiz kadılıklar ile kaza kadılıkları arasındaki görev sürelerinin farklılığına
dikkat çekmektedir513. Halaçoğlu bu sürenin 18 aydan üç yıla kadar duruma göre
değiştiğini belirtirken514 Ergenç, kadıların görev sürelerinin uygulamada pek dikkate
alınmadığını, zaman ve şartlara göre kadıların bir yerdeki görevlerinden alınışlarında
mutlak şekilde “müddet-i örfiye” ye uyulmadığını örneklerle tespit etmektedir515.
Mesela 16. yüzyıl sonunda Ankara ve Konya kadılarının görevleri 3 ay ile 16 ay
arasında değişmektedir.
Elimizdeki bir tayin beratı hariç, Harput kazasına tayin olan kadıların görev
süreleri ve ne kadar ücretle atandıkları belki değişik kaynaklardan tespit edilebilir.
Ancak, elimizdeki belge gurubuna göre bunu yapmak mümkün görünmüyor. Gurre-i
C.A.1123/17 Temmuz 1711 tarihli berat ve aynı tarihli Anadolu Kazaskeri İsmâil
511 Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, C. 2, s. 98. 512 İ.Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı, s. 104. 513 İlber Ortaylı, “Osmanlı Kadısı- Tarihi Temeli ve Yargı Görevi”, AÜSBFD, C. 30, S. 1-4, Ankara, 1977, s.122. 514 Yusuf Halaçoğlu, Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı, s. 127. 515 Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 82.
130
Efendî imzalı bir kadı tayin mektubundan, Harput kazası kadılığına günlük 200 akçe
yevmiye ile Mevlâna Seyyid Sâlih’in 12 aylığına atandığı açıkça belirtilmektedir516.
Belgedeki uygulamadan anlaşıldığına göre, kadılıklar arası tayin ve nakiller
önceden planlanmakta ve bir yerin kadılığı daha boşalmadan, oraya gelecek yeni
kadıya durum önceden bildirilmektedir. Nitekim Harput’a atanan Mevlâna Salih’in
belgenin yazıldığı tarihten yaklaşık beş ay sonra, yani Zilkâde ayında bu görevi hak
edeceği ve hâli hazırda Harput kadısı olan Ebûbekir’in, ancak beş ay sonra bir başka
kazaya (Sağman’a) “ilhakıyla tayine-i müddeti âher kazada tekmil ricası” dile
getirilmektedir517.
Benzeri bir uygulama Antakya kadısı Abdülhâlim Efendi’nin Harput’a tayini
ile ilgilidir518. Anadolu Kazaskeri Abdulkâdir Efendi imzasını taşıyan buyrulduda,
Gurre-i Şevval 1072/19 Mayıs 1662 tarihinde “Antakya kazasının tevkîyeti hulûl”
edeceğinden ve “müddet-i örfiye’den ‘ad olunmamak için” kendisinin Harput
kazasına tayin olunduğu bildirilmektedir519. Bu durumdan hâla görevde olan Harput
Kadısı Ebûbekir de haberdar edilmektedir520.
İncelediğimiz dönemde Harput kadılarının ne kadar ücretle atandıklarına
ilişkin yukarıda verilen 1711 tarihli örneğin dışında somut bir bilgiye rastlanmazken,
tayin edilen kadılara hazineden her hangi bir para ödenmediğini ve kadıların
yaptıkları işlemler sonrası aldıkları harçlarla geçimlerini sürdürdüklerini biliyoruz.
Kanûnnâmelerde alınacak bu harçlar ayrıntıları ile belirtilmektedir521. 17. yüzyıla
516 “Şeriât meâb şeriât nisâb Esseyyid Mevlâna Sâlih Efendi tahiyyat-ü sâfiye ithâfıyla inhâ olunur ki Harput Kadısı Eyüb iş bu sene-i selâse ve ‘işrîn ve miete ve elf C.A. gurresinden beş ay tevkiyetle ref’ ve yerine yevm-î 200 akçe ile Van kazasından 10 ay mağduriyetinden gayrı 20 ay infisâli ve kezâlik ve sene-i müstemirresi olub, mütea’yyenü’l-ehliyet ve istinhâk olduğu ecilden kaza-yı merkûmun muvâkkit-i sene-i müsta’fisi te’hir olan ve 12 ay ile bâ ferman-ı hümâyun sana tevcih olunub, sene-i merkumun Zilkâde-i şerîfesi gurresinden 5 ay Ebubekir ref’inden Sağman kazasına ilhâkıyla 12 ay mutasarrıf olub, ta’yin müddetini âher kazadan tekmil etmek üzere ilhak-ı mezkûre ile kazay-ı mezburesine mutasarrıf olub, beynel-ahâl-î icrâ-yı âhkâm-ı şer’ idesiz vesselam”, HŞS 388 : 346. 517 HŞS 388 : 345. 518 HŞS 382 : 285. 519 “Şeriât şi’âr muvakkaten Antakya kadısı Abdulhâlim Efendi kâmyâb, tahiyyât-ı sâfiye ithâfıyla inhâ olunur ki, iş bu sene isneyn ve seb’in ve elf Şevvâli gurresi’nden, kaza-i mezbûr Antakya’nın tevkîyeti hulül edince mutasarrıf olub, müddet-i örfiye’den ‘add olunmamak üzere Harput Kazası sana sadaka olunmuştur. Gerektir ki gurre-i merkumdan kaza-i mezbura tevkîyet-i Harput’a hulülüne değin mutasarrıf olub, beynel ahâl-i icra-i ahkâm-ı şer’iyye idesiz vesselam” . HŞS 382 : 285. 520 HŞS 382 : 286. 521 I. Bayezid devri ile ilgili örnekler için bkz. İlber Ortaylı, “Osmanlı Şehirlerinde Mahkeme (Binanın Yeri, Yargılama Usulü, Mahkeme Görevlileri ve Bürokratik Faaliyet, Mahkeme Gelirleri ve Arşiv)”, Prof. Dr. Bülent N. Esen’e Armağan, Ankara, 1977, s. 260. 15. yüzyılda Fatih Kanûnnâmesine göre alınan harçlar için bkz. Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 83.
131
gelindiğinde ise artan enflasyon ile birlikte mahkeme harçları da belirtilenden ziyâde
arttırılmış, kadı ve nâiblerin suiistimalleri hakkında artan şikayetler üzerine pek çok
“adâletnâme” çıkarılmıştır522. Ancak ehl-i örf hakkında çok sayıda şikâyet davasına
karşılık, Harput kadısı ve mahkeme görevlileri hakkında her hangi bir şikâyete
elimizdeki belgelerde tesadüf edilememiştir. Yine çeşitli belgelerde mahkemenin
“kalemiye”, “katibiye”, “nâibiye”, “muâmele”, “hüddâmiye” ve “harc-ı mahkeme”
adıyla çeşitli ücretler aldıkları tespit edilebilmekte523, bunlar içerisinde nâiblerin
aldıkları harcın bazı yerlerde “kalemiye” diye isimlendirildiği görülmektedir524. 16
R.E. 1083/30 Haziran 1673 tarihli bir avârız kaydından (Leh Seferi ordu-bazâr
sâlyânesi), mahkeme görevlilerinin aldıkları ücretleri tespit edebiliyoruz. Belgede
geçtiğine göre toplanacak vergi ile birlikte nâibiyye 8, kâtibîye 2, mukayyîde 2,
hüddâmiyeye 3 ve mahkeme saraydârına 8 esedî gurûş ücret ödenmektedir525.
Burada ücretin defter hâsılatı üzerinden alındığını belirtmeliyiz.
Bunlardan hariç kadıların, incelediğimiz dönemde mahkeme gelirlerinin
dışında toprak tasarruf ederek geçimlerini sağladıkları anlaşılıyor526. Örneğin Harput
Kadısı Mevlanâ Hamza, 216 gurûş borcuna karşılık Sarpulu ve Arındık köylerinin
mahsûlatını bedel göstererek bunu borçla takas etmektedir527.
522 Bu konudaki çeşitli örnekler için bkz. Halil İnalcık, “Adâletnâmeler”, s. 75-79. 523Harput mahkemesinin günlük iş yoğunluğu hakkında vereceğimiz tablodan da izlenebileceği gibi, mahkemeye intikal eden dava sayısı azdır ve yine bilindiği gibi mahkemeye intikal eden davaların görülmesi, belirli bir ücrete tâbidir. Buna ilave olarak nikâh akdi, terekenin varisler arasındaki taksimi, tescil ve alacak-verecek v.s gibi kadı tarafından yapılan her türlü işlemlerden kadılar belli bir miktar para almaktadırlar. Mahkeme görevlileri de bu işlemlerden belirli ücret almaktaydılar. HŞS 362 : 524. 524 Genel olarak mahkeme tarafından alınan harçlara baktığımızda, harç miktarının özellikle avârız cinsi vergilerin tahsilinde daha yüksek olduğu gözlenmektedir. Bazen kuruş bazen de akçe olarak toplandığını gördüğümüz nüzûl, bedel-i beldâr, ordu-bazâr gibi vergilerin toplanması sırasında mahkemenin ve nâibin ayrı ayrı harç aldıklarıyla ilgili örnekler için bkz. HŞS 382 : 454, 455, 456, 457 525 HŞS 362 : 414. 526 Kadılara görevleri karşılığında günlük hesabı ile “cihet” adı verilen bir gelirin tahsis edildiği, bu cihetlerin tımar adı altında bir köyün vergi hasılı ile kazanın her yüz hanesinden biner akçe ‘adet-i hâne olarak verildiğine dair örnek için bkz. Dündar Aydın, a.g.e., s. 220. 527 Belgede Harput Kadısı Mevlâna Hamza’nın 5 Şevval 1103/20 Haziran 1692 tarihli bir tezkereye göre, Harput Mirlivâsı El-Hac Ali Ağa’dan aldığı bir yağız at, bir Sadr-ı Şerife, iki cild İbn-i Melik ve bir Tenbîhü’l Gâfilin ve bir Hadîs-i Necâd ve sâir iki mâ’i ferâce ve iki kızıl damga ferâce ve çuhâ bahâlarından 216 gurûş ki cem’an 108 esedî gurûş olan borcunu üç aydır ödeyememesi üzerine, borcuna karşılık Sarpulu ve Arındık köylerinin mahsulâtını Ali Ağa’ya verdiğine dair bilgiler yer almaktadır. HŞS 391 : 426.
132
Ücretler ile ilgili yukarıda verilen örnekte, mahkeme saraydârından bahisle 8
gurûş ücret verileği belirtilmesine rağmen, incelediğimiz dönemde sicillerde resmi
bir mahkeme binasının varlığına rastlanmamaktadır. Belgelerde geçen konak ya da
saray gibi mekânların, sancakbeyleri/zâbit ya da mütesellimler için tahsis edildiği
anlaşılıyor. Buraların kiraları ile çeşitli masraflarının, halktan alınan vergiler ile
karşılandığını biliyoruz.
Konuyla ilgili elimizdeki örnekleri karşılaştırdığımızda, aynı mekânlar için toplanan
paranın zamanla birkaç misli arttığı görülüyor528.
Yine bu tarihlerde klasik dönemde olduğu gibi529, Harput kadısının şehirde
oturduğu ve kaza bölgesi içinde kalan bütün köylerin davalarını meclis-i şer veya
mahfil-i kazâ denilen ve aynı zamanda kendisinin de ikâmet ettiği bir mekândan
yürüttüğü tahmin edilmektedir530. Osmanlı kentlerinde resmi bir mahkeme binasının
bulunmayışı dolayısıyla kadı, muhtemelen büyük bir ev ya da konak satın alarak
veya kiralayarak evin bir bölümünü kendi ev halkı ile yaşadığı özel bir mekân, diğer
bir bölümünü de davaların görüldüğü mahkeme olarak kullanıyordu. Bu durum,
kullandığımız sicillerden yeterince açık tespit edilemese de, Evâsıt-ı Receb
1072/Mart 1662 tarihli bir satış hücceti bu konuda bazı ipuçları içeriyor.
Söz konusu belgede Meydan Mahallesi’nde Kadı Mustafa Efendi, Ayşe
Hatun’un babasından kalan büyükçe bir evi 200 gurûşa satın almaktadır531. Meydan
Mahallesi’nin şehrin en büyük mahallelerden biri olması ve şehir merkezinde
bulunması, ayrıca belgede arzgâhı ile satıldığının ifade edilmesi, satın alınan evin ne
amaçla kullanılacağı hakkında fikir vermektedir.
528 16 R.E. 1083/8 Temmuz 1672 tarihli bir avârız kaydında kazâ-i mezbûr zâbitinin saray kirası ve sâir masrafları için 80 esedî gurûş tespit olunmuş iken bkz. HŞS 362 : 414; Şevval 1104/Haziran 1693 tarihli belgede ise Harput sancakbeyinin saray kirası, döşeme bahâsı ve saraydârlarının masrafları için 200 gurûş tespit edilmiş ve şehir avârız-hânesinden 230 haneye tevzî edilmiştir. HŞS 391 : 401. 529 Bkz. M.Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 51. 530 İstanbul, Ankara ve Konya örnekleri için bkz. İlber Ortaylı, “Osmanlı Şehrinde Mahkeme”, s. 246. 531 HŞS 382 : 111.
133
Burada kadının evinin mahkeme ile iç içe olması ilk bakışta yadırgansa da,
ileride görüleceği gibi incelediğimiz dönemde mahkemenin gündemi çok yoğun
değildir. Dolayısıyla adlî-idarî görevlerin yerine getirilmesi için mevcut görevlilerle,
daha büyük ve kadının kendi evinin dışında bir mekâna ihtiyaç duyulmadığı
söylenebilir. Akdağ, mahkeme dairesinin kadının oturduğu evi ile yan yana ve bazen
büyükçe bir caminin içinde bulunduğunu söylese de532 bunu te’yid edecek belgelere
sahip değiliz. Mahkeme olarak kullanmaya elverişli bir konağın ya da başka bir
mekânın olmaması durumunda böyle bir yol tercih edilmiş olabilir. Ayrıca Fatimîler,
Eyyubîler ve Memlûkler devrinde kadıların kendi evlerinde mahkeme kurdukları da
bilinmektedir.
Kadının duruşmasının herkese açık olması prensibi gereği muhtemelen
başlangıçta cami, bu amaçla mahkeme yeri olarak seçilmiş olabilir533. Osmanlı
mahkemelerinde de duruşmaların açık yapıldığını, sicil-i mahfûz denilen zabıt
defterlerindeki her kaydın altında o dava ile ilgili bazı kişilerin isimlerinin yer
almasından (şühûd’ül hâl) anlamaktayız.
Kaldı ki, kadının yardımcıları arasında yer alan pek çok görevlinin direkt
olarak kadının yanında bulunmadıklarını ve faaliyetlerini doğrudan kadıya bağlı
olarak yerine getirmediklerini biliyoruz. Dolayısıyla bürokratik işlemleri yürütecek
merkez kadronun kadı, nâib ve belli sayıdaki katipler ile muhzırlardan müteşekkil
olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. Ayrıca ileride görüleceği üzere bu
dönemde mahkemenin avârız türü vergilerin şehir ve köy hanelerine taksimini
gözden geçirmek üzere, şehir ileri gelenlerince sıklıkla toplanılan bir meclis haline
gelmesi, değişimin bir başka boyutunu göstermektedir.
2- Arpalık Uygulamasına Geçiş
İncelediğimiz 17. yüzyılın ikinci yarısında Harput Sancağı’ndaki yönetim
faaliyetleri, klasik dönemde olduğu gibi sancakbeyi (emîn/zâbit/mütesellim) ve kadı
ile yardımcıları eliyle yerine getirilmekteydi. Sancakbeylerinin kimlikleri ve atanma
biçimlerinde meydana gelen değişikliklerin yukarıda ortaya konmasının ardından bu
bölümde, söz konusu tarihlerde Harput’ta görevli kadıların özlük hakları, görevleri,
532 Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisâdi ve İçtimaî Tarihi, C. 2, s. 97. 533 İlber Ortaylı, “Osmanlı Şehrinde Mahkeme”, s. 246.
134
yetkileri, görevin tevcih şeklinde v.s. klasik dönemden farklı bir uygulamanın olup
olmadığı hususlarının tespitine çalışılacaktır.
Belgelerde açıkça belirtilmese de elimizdeki bazı örneklerden klasik dönem
kaza teşkilatının, 17. yüzyılın ortalarına kadar devam ettiğini ve bu tarihten sonra
bazı belgelerden Harput kazasının çeşitli tarihlerde arpalık olarak tevcih edildiğini
tespit ediyoruz.
Önce de belirtildiği gibi bu dönemde bir çok sancak arpalık olarak paşa veya
beylere tevcih edilmekteydi. Oysa incelediğimiz tarihlerde arpalık uygulamasının
yalnızca sancak yönetiminde değil, kaza idaresinde de uygulandığını görmekteyiz.
Örneğin kadı tayini içerikli çeşitli belgelerde geçen “ber vech-i arpalık Harput
kazasına mutasarrıf Ebubekir”534, “Harput Kadısı İsmail kazâ-i mezbûrede
mutasarrıf olub”535 gibi bir çok örnek ve ifadeler, bu düşüncemizi doğrulamaktadır.
Ayrıca merkezden Harput kadılarına hitaben gönderilen emirlerde genellikle kadının
adı geçmezken, kadılığı arpalık olarak tasarruf ettikleri belirtilen kadıların, tevcih
edilen görevlerini bizzat ya da nâibleri vasıtasıyla yerine getirip getirmedikleri
anlaşılabilmektedir. Elimizdeki üç örnek dışında, görüldüğü kadarıyla Harput’a tayin
edilen kadılar genelde görevlerini kendileri yerine getirmektedirler.
Söz konusu belgelerden ilki C.E. 1075/ Kasım 1664 tarihli bir tayin beratıdır.
Belgede Kale cami-i şerîf vakfına câbi olarak Murat’ın atanması ile ilgili, Harput
Nâibi Mevlâna İsmail’in ârzına yer verilmektedir. Evâhir-i R.E. 1084/Temmuz 1673
tarihli ikinci belgeden, Ahi Musa Mescidi’ne Harput Nâibi Mevlanâ Mehmed’in
ârzına binâen imam atandığını öğreniyoruz536. Aynı şekilde Şevval 1072/Haziran
1662 bir beratta Zahiriye zâviyesine mütevelli olarak atanan Molla Mehmed’in de
ta’yini Harput kaza nâibi Mevlanâ Mehmed’in arzı sonucu gerçekleştirilmiştir537.
2 Muharrem 1096/9 Aralık 1684 tarihli bir belge içerik olarak öncekilerden
farklıdır. Zira bu belgede bizzat Harput Kadısı Mevlanâ Mehmed imzasıyla fahrü’l-
ulemâ Ali Efendi, kendi yerine nâib tayin edilmekte ve görevleri belirtilmektedir538.
Bazı belgelerde nâib olarak isimlerine rastladığımız kişilerin ise çeşitli adlî işlerin
534 HŞS 382 : 286 535 HŞS 391 : 291. 536 HŞS 391 : 365. 537 HŞS 382 : 484, 489. 538 HŞS 331 : 313.
135
takibi (keşif v.b.) amacıyla539 Harput mahkemesi tarafından görevlendirildikleri
anlaşılıyor540. Bu kişilerin sayısı bazen birden fazla olabilmekteydi541ve gördüğümüz
kadarıyla çoğunlukla mahallî medreselerdeki müderrisler ile seyyid unvanlı kişiler
arasından seçiliyorlardı542.
3- Kadı’nın Başlıca Görevleri
Osmanlı şehir yönetimine ilişkin yapılan çalışmaların tümünde belirtildiği
gibi, yerine getirdiği görevler bakımından kadı543şehrin yönetiminde en etkin ve üst
düzey bir yöneticidir. Kendisi şer’î ve örfî hukukun uygulayıcısı olarak emrindeki
görevlilerle, çeşitli kesimlerle yakın iş birliği içerisinde olduğu için, görevi yalnızca
bir yargı organı olmanın ötesindedir. Ayrıca önemlerine binâen bazı belgelerde
kadıların yetkileriyle ilgili olarak “taht-ı hükûmetinizde”, “tâht-ı kazânızda” veya
“zeyl-i hükûmetinizde” ifadeleri kullanılmaktadır544.
İncelediğimiz dönemde savaşlar sebebiyle sancaktaki askerî zevâtın yerlerine
vekil bırakarak sıklıkla seferlere katıldıkları düşünülürse, başta şehrin güvenliği
olmak üzere pek çok konuda sorumluluğun kadıya geçeceği muhakkaktır545. Yine
böyle bir ortamda yani sefer ehlinin savaşa gitmesinin ardından ortaya çıkması
muhtemel otorite boşluğu ortamında taşrada görev yapan bir kadının ise, emsâllerine
göre daha geniş boyutta kamu ve özel hukuk alanına giren meselelerle karşılaşacağı
tahmin edilebilir.
539 Osmanlı kadılarının nâibleri daha çok sorgu hakimi olarak görevlendirdikleri, bu kişilerin son kararı vermeye yetkili olmadıkları ve dolayısıyla nâibleri yargıya yetkili ve yargıya yetkili olmayan nâibler diye iki kısma ayırmak gerektiği hakkında bkz. Abdülaziz Bayındır, İslam Muhakeme Hukuku (Osmanlı Devri Uygulaması), İstanbul, 1986, s. 91. 540 Örneğin, sadât-ı kirâmdan bazı kimselerin toprak yüzünden reâyâ ile devam eden anlaşmazlıklarını yerinde inceleyip çözmek için mahkemece Mevlâna İsmail “nâib” tayin edilmiştir. HŞS 382 : 295, 320, 333. 541 Belgede Esseyyid Ahmed’den “nâib-i sâni” diye bahsedilmektedir. HŞS 391 : 59, 283. 542 HŞS 391 : 59, 283; HŞS 382 : 295. 543 Kadılık müessesesi ve Osmanlı hukuk sistemi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Ebul-ulâ Mardin, “Kadı”, İ.A., C. 6, İstanbul, 1977, s. 42-46; Halil İnalcık, “Mahkeme”, İ.A., C. 7, s. 149-151; Halil İnalcık, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet, İstanbul, 2000; Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 80-88; Nurcan Abacı, Bursa Şehrinde Osmanlı Hukukunun Uygulanması, Ankara, 2001; Abdülaziz Bayındır, İslam Muhakeme Hukuku; Mehmet Akman, Osmanlı Devleti’nde Ceza Yargılaması, İstanbul, 2004. 544 HŞS 391 : 335; HŞS 362 : 497; HŞS 382 : 445; HŞS 388 : 301. 545Şer’i ve örfî hukukun uygulayıcısı olan kadı, Padişah otoritesinin ehl-i örf ile birlikte en önemli temsilcisidir. Oldukça geniş görev ve yetkileri bulunan kadı yargı, yönetim ve beledî hizmetleri yerine getirmekle mükellefti. Kadılar, bütün davalara bakarlar ve adlî işleri görürlerdi. Bunun yanında noterlik işleri de onların yetkisindeydi. Kadıya mahkeme kâtipleri, muhzır-başı ve muhzırlar yardımcı olmaktaydı. Bununla birlikte kadının hükümet ile reâyâ arasındaki münasebetlerde arabuluculuk
136
Ayrıca incelediğimiz defterlerde gördüğümüz kadarıyla, merkezden veya
eyâlet divanından gönderilen resmi belgelerin büyük çoğunluğunun kadıya hitaben
yazılmış olması546, görevinin dîni niteliği bir çok müessese üzerinde meşrû ve doğal
görünen sıkı bir denetim yetkisi547, bu dönemde kadıların sancakbeyi/emîn/zâbit
veya mütesellimlere nazaran daha aktif roller üstlendiklerine işaret etmektedir. Bu
durumda eski nüfûz ve kudretlerini kaybettikleri iddiaları548, incelediğimiz dönemde
henüz geçerli olmasa gerektir.
Ancak biz burada Harput kadısının görevleri içerisinde, özellikle 17. yüzyılda
yaşanan değişimlerin klasik dönemden farklı biçimde, kadıların yetki ve sorumluluk
alanına giren işlerde v.s. bir sapmaya veya uygulamada her hangi bir yeni değişikliğe
yol açıp açmadığı, dolayısıyla 17. yüzyıldaki değişimin izlerini sürebileceğimiz
başlıca görevleri üzerinde durmaya çalışacağız.
etmek gibi idarî bir görevi de bulunmaktaydı. Ayrıca kadı aynı zamanda idaresi altındaki bölgede asayişi temin etmekle de yükümlü olduğu gibi belediye reisliği görevini de yerine getirmekteydi. Bu hususta kendisine yardım eden memurlar muhtesip, pazarbaşı, esnaf yiğitbaşılar, çöp subaşısı ve mimarbaşı idi. Narh tesbiti suretiyle fiyatların keyfiliğini önlemek, satışları kontrol etmek ve her türlü ihtikârlara mani olmak, ticari kaideleri tatbik etmek ve hükümete ait kazanç vergilerini toplamak gibi işleri kadı, hep muhtesip vasıtası ile idare ediyordu. Bkz. Şinasi Atundağ, “Osmanlılarda Kadıların Salâhiyet ve Vazifeleri Hakkında”, VI.TTK, Kongreye Sunulan Bildiriler ( 20-26 Ekim 1961),Ankara, 1967, s. 342-351; Mustafa Akdağ, “Osmanlı Müesseseleri Hakkında Notlar”, s. 49-51. 546 362 numaralı defterde toplam 145 sûretten beratlar hariç 95’i, 391 numaralı defterdeki toplam 175 sûretten 101 tanesi ferman, buyruldu ve mektup olarak Harput kadısına hitâben gönderilmiştir. 547 Bkz. İlber Ortaylı, Türkiye İdare Tarihi, s. 200. 548 Yücel Özkaya, “XVIII. Yüzyılda Taşra Yönetimine Genel Bir Bakış”, Türkler, C. 13, s. 701.
137
Harput kadıları incelediğimiz dönemde yargı ve şehir yönetimine ilişkin
görevlerinin yanında, klasik dönemde olduğu gibi ancak daha belirgin bir şekilde
merkezî ve yerel hükümetin talepte bulunduğu malî ve askerî konuların takibini
yapmaktaydı. Bunlardan bazıları; avârız vergilerini toplatmak, cizye tahsiline nezâret
etmek549, Van ocakları maâş bedelinin zamanında gönderilmesini denetlemek550,
ocaklık mukâta’asının teftişi551, sefer dolayısıyla sivil halktan istenilenleri tedârik
etmek552, sefer ehlinin serhâdlere intikâlini hızlandırmak553, hazinenin nakli için
güvenliğin sağlanması554 v.s. şeklinde sıralanabilir. Ayrıca Diyarbekir valilerine
verilen sâlyâneleri mübâşirlere teslim etmek555, şehirden geçen veya gelen üst düzey
yöneticilerin menzil ihtiyaçlarını gördürmek556, kassâmlık557, yerlerini terk eden
taîfelerin yerlerine iâdesinin sağlanması558 konularıyla da yine kadı ilgilenmekteydi.
Kendisinden yapılması istenen işlerin büyük bir kısmı, elbette ki kadının aslî
görevleri arasındaydı. Ancak bu taleplerin geneli incelendiğinde görüleceği gibi,
içinde bulunulan şartlar kadıya yeni sorumluluklar yüklemekteydi. Bu yüzden, en
kritik zamanlarda ve olumsuzlukların giderilmesi noktasında kadı, âdeta bir kurtarıcı
olarak algılanmaktaydı.
Harput kadısının incelediğimiz dönemde en önemli görevlerinden birisi, Leh
ve Avusturya Seferleri dolayısıyla sancakta bulunan sefer ehlînin bir an önce yola
çıkarılması için askerî erkân ile birlikte hareket etmesiydi. Bu konuda gönderilen
fermanlarda kadı ile birlikte alaybeği, kethüdâyeri ve yeniçeri serdârına hitap
edilmekteyken, emrin tekrarlanması durumunda ise sadece kadıya hitap edilmesi,
temsil ettiği makamın güvenirliğinin ve yaptırım gücünün yüksek olması sebebiyle
olsa gerektir.
549 HŞS 391 : 337. 550 HŞS 391 : 292, 399. 551 HŞS 382 : 472, 473, 474; HŞS 362 : 527; 552 HŞS 362 : 453, 454 553 HŞS 362 : 425, 429, 441, 452, 462…HŞS 391 : 293, 322, 330, 332, 334, 442, 443; HŞS 391 : 389. 554 HŞS 362 : 386 555 HŞS 382 : 459; HŞS 362 : 415 556 HŞS 391 : 363; HŞS 368 : 450. 557 HŞS 362 : 347, 428, 512; HŞS 382: 485. 558 HŞS 391 : 336.
138
Nitekim aynı konuda tekrarlanan fermanlarda, sefere gitmeyenler ölümle
tehdit edilmektedirler559. Yine bu tür fermanların çoğunlukla genel bir anlam taşıdığı
ve kol güzergâhları üzerindeki tüm kadılıklara gönderildiği anlaşılıyor. Örneğin
asker talebiyle ilgili 2 Şaban 1104/8 Nisan 1693 tarihli bir ferman suretinde
Harput’tan Malatya, Sivas, Tokat, Zile, Amasya, Çorum, Çankırı, Bolu, Kastamonu
ve Sapanca’ya kadar tüm kadılar zikredilmektedir560.
Bunların dışında özel olarak Harput kadısına hitap edilen çok sayıda belge de
bulunmaktadır. Örneğin askerî levâzımâtın karşılanması ile ilgi buyrulduda muhatap
Harput kadısıdır. 22 Muharrem 1083/20 Mayıs 1672 tarihli Diyarbekir Valisi Hasan
Paşa imzalı buyrulduda Harput kadısından, şehir kethüdâsı ve melikler yardımıyla
araba tekerleklerinin yağlanması için 30 batman kuyruk yağı, 150 çadır kazığı ve 15
tokmak tedârik etmesi, bedellerinin 1083 yılı ordu-bazâr sâlyânesinden düşülmesi
istenmektedir561.
Yine kadıya hitap edilen bir buyrulduda, esnafa uğrayarak ordu-bazâr ihrâç
ettirmesi, mükemmel çadır ve aletler temin ederek mübaşirle acele Diyarbekir’e
göndermesi istenmektedir562. Bir diğer buyrulduda kadıdan Diyarbekir’den
Edirne’ye doğru yola çıkmış orduya, geçecekleri menzillerde zaruret çekmemeleri
için zahire temin etmesi, gerekli malzemeler liste halinde belirtildikten sonra bu
bahâneyle fukâraya zûlm edilmemesi yönünde tembihte bulunulmaktadır563. Bu
hatırlatma aynı içerikli tüm belgelerde görülmektedir.
Verilen bu örnekler aynı zamanda Harput kadısının, askerî alanda yürüttüğü
faaliyetler ile sefer hazırlığının lojistik arka planı hakkında çeşitli ipuçları içeriyor.
Örneğin elimizdeki bir diğer belgeden sefere giden Eyâlet valisinin sefer-i hümâyûn
harçlığı tâbir edilen hazinesinin, arkadan kapıcılar kethüdâsı tarafından taşındığı ve
kaza sınırları içerisine vardıklarında gerekli yem ve yiyeceklerin temin edilerek
Malatya’ya kadar en az 30-40 nefer ile gönderilmesi, bu adamların güvenilir
kişilerden seçilmesi hususunda kadı ve diğer askerî yetkililer uyarılmaktadır564.
559 HŞS 362 : 462: HŞS 391 : 430. 560 HŞS 391 : 333, 334. 561 HŞS 362 : 453, 454. 562 HŞS 382 : 434. 563 HŞS 362 : 447. 564 HŞS 362 : 499.
139
Askeri alanda kadının görevini göstermesi açısından bir diğer örnek ise,
mahallelere göre asker yoklamasının kadı eliyle yapılmasıdır565. 5 Muharrem 1083/3
Mayıs 1672 tarihli ve Hasan Paşa imzalı buyrulduya göre nefs-i Harput’ta bulunan
yeniçeriler, kuloğulları ve dirlik tasarruf eden askerîler hakkında bilgi istenmektedir.
Bunun için Harput kadısından kasabadaki imamları ve müezzinleri şer-i şerife davet
etmesini, asker geçinen herkesin isimlerini, unvanlarını ve ekonomik durumlarını
mahalleleri ile beraber deftere yazarak, tekrar kontrol ettikten sonra bir an evvel
mübaşir ile Diyarbekir’e göndermesi buyurulmaktadır566.
Bu konudaki diğer bir belgede askerlerin sefere çağrıldıklarında türlü
bahanelerle gitmemeleri veya ortadan kaybolmaları halinde, askerlîkle ilişkilerinin
kesileceği, “yeniçeri ocağında alakâları kalmamağıyla askerî kıyafetinde gezilmeyüb
reâyâ zümresine tâbi” olacakları ve kadının yakın denetimine tâbi tutulacakları
vurgulanmaktadır567.
Verilen örneklerin dışında askerî konularda kadının şüphesiz en önem taşıyan
görevi, savaş gibi olağanüstü durumlarda toplanacak vergilerin esnafa ve ahâliye
taksim edildiği şekliyle, bir an evvel görevlilerce toplatılmasını sağlamak ve vakit
geçirmeden seferde bulunan orduya ulaştırmaktı.
Ancak vergilerin toplanmasında bazı güçlükler yaşanmaktaydı. Gerçekten de
savaşlar sebebiyle vergilerin tahsîl edilmesi önemli bir sorundu. Bu bağlamda Harput
kadısının askerî-malî görevlerinin başında bedel-i nüzûl, bedel-i sürsât, bedel-i
beldâr568, bedel-i seferiye, ordu-bazâr akçesi569, donanma sâlyânesi gibi avârız türü
vergilerin yanında, öşür ile zimmîlerden alınan cizye ve Diyarbekir valilerine eskiden
beri verilmesi âdet olan çeşitli vergilerin tahsîli için, kadı tarafından yapılacak
organizasyon, büyük bir önem arz etmekteydi. Bunun yanında sancağın mukâta’aya
dönüştürülerek gelirlerinin Van ocaklarına bağlanması, mukâta’ayı iltizâm edenlerin
gelirleri tahsil etmeleri için ikinci defa iltizâma vermeleriyle pâre mültezimleri nin
ortaya çıkması ve söz konusu kişilerin halktan haksız yere vergiler toplamasıyla baş
gösteren şikayetler, Harput kadısının gündemini meşgul eden diğer önemli konulardı.
565 HŞS 391 : 329 566 HŞS 391 : 455. 567 HŞS 362 : 462. 568 HŞS 368 : 454. 569 HŞS 368 : 457; HŞS 362 : 414.
140
Askerî ve malî bir terim olan nüzûl, askerî bir kıt’anın beslenmesi için belli
miktardaki zahirenin temini ve daha önce belirlenmiş bir yerde (menzilde) hazır
bulundurulmasını ifade etmektedir.
Nüzûl ilk zamanlarda askerlerin geçecekleri yolun yakınında bulunan köy ve
kasabalardan, askerin ihtiyacını karşılamak üzere önceden tespit edilip bildirilen
menzillere getirilirken, 16. yüzyıl sonlarına doğru sınırlarda çarpışan askerler için
istenen un ve arpa gibi malzemeler, belirli yerlerdeki ambarlarda toplanmakta ve
buradan cephedeki orduya iletilmekteydi570. Ayrıca doğrudan ziraî mahsûlden alınan
öşür ve salâriye gibi vergiler çiftçiyi mükellef tuttuğu halde nüzûl, bir kazaya
(kadının mes’uliyet bölgesine) aitti. Bu sebeple kadılar belgelerde gördüğümüz üzere
adlî görevlerinin yanında, nüzûl ve sürsât gibi vergilerin toplanıp istenilen yere
sevkinden de sorumluydular.
Önceleri bölgenin hububat üretimine göre miktarı farklı ve genellikle aynî
olarak belirlenen nüzûl vergisi571, incelediğimiz dönemde nakdî alınmaktadır.
Örneğin 17 C.E. 1104/24 Ocak 1693 tarihli fermanda, avârız-hânesi hesabına göre
her haneden 600 akçe toplanması emredilmektedir. Bu belgede ayrıca o tarihte
piyasada bulunan paraların değerleri de verilmektedir572.
Bu konudaki benzer örneklerde, esnaf ile şehirdeki ve köylerdeki hanelerden
belirli aralıklarla söz konusu verginin yine nakit olarak alındığını görmekteyiz573.
Safer 1103/Masım 1691 tarihli mektupta, Harput kazasındaki 281,5 avârız-hânesinin
her birinden nüzûl malına mahsup 7’şer gurûş alınması ve kadının bunu “vilâyet
‘ayânı ma’rifetiyle” gerçekleştirmesi istenmektedir574.
570 Lütfü Güçer, a.g.e., s. 69. 571 Bkz. Lütfi Güçer, a.g.e., s. 76. 572 HŞS 391 : 341 (Örneğin, alınan her 110 akçenin 1 esedî “ba-penc” gurûş, penc frengi altın 2, 5 gurûş, şerîfî altın 2 gurûş ve 1 rub’, “hâlisü’l-ayar para” nın her biri 41 esedî gurûş gibi). 573 HŞS 391 : 299, 384 (Esnaf), 304 (Köyler). 574 HŞS 391 : 380.
141
Söz konusu vergilerin toplanması sırasında görevlilerin yaptığı yolsuzluklar,
vergilerin sık aralıklarla tekrarlanması, vergi vermemek için türlü hilelere baş
vurulduğu duyumlarının alınması ve eşkiyalık gibi sebeplerle toplanamayan vergiler
hakkında, Harput kadısı başta olmak üzere yerel idarecilere hitâben ferman, buyruldu
ve mektup gönderilmiştir575. Bunların bazılarında kadının teftiş yetkisini kullanması
istenirken, bir kısmında ise kadı ve diğer idareciler bilgilendirilmektedirler.
Örneğin 13 C.E. 1104/ 20 Ocak 1693 tarihli ve Edirne mahreçli bir fermanda,
Harput, Pertek, Çemişkezek, Sağman ve Mazgird kazalarında oturan ehl-i zimmî,
nasârâ ve Yahudilerin cizye ödememek için türlü hilelere başvurdukları konusunda
ilgili kaza kadıları uyarılmaktadır576.
Fermanda özetle, zimmilerin ekonomik durumlarına göre düzenlenmiş âlâ,
evsât ve ednâ tezkereleriyle cizyelerini ödemeleri gerekirken, hile yaparak kağıtlarını
değiştirdikleri ve bu sebeple her birinden “ale’s-seviye” 2’şer şerîfî altun alınması
emredilmektedir577.
575 Vergi memurunun parasının gasbı, vergi tahsiline giden memurların yaralanmaları hakkında bkz. HŞS 362 : 181, 492. 576 HŞS 391 : 337. Ayrıca 1691-1695 tarihleri arasında cizye kağıtları üzerinde devlet eliyle gerçekleştirilen değişiklikler ve bu konuda yayınlanan emirler hakkında bkz. Yücel Özkaya, “XVIII. Yüzyılda Genel Hatlarıyla Osmanlı İmparatorluğu’nda Vergi Sorunu”, s. 500. 577 Cizye ve haraç dini vergi sayıldıklarından toplanması konusunda oldukça titizlik gösterilmiştir. Bu verginin mükelleflerine verilmek üzere âlâ, evsât, ednâ mühürlerini taşıyan renkli tevzi kağıtları düzenlenmiştir. Bunların üzerinde cizyenin hangi seneye ait olduğu, sınıfı, cizye muhasebesi, baş hazinedar ve cizye umum mülteziminin isimleri de yer almaktaydı. Ayrıntılı bilgi için bkz. Christoff Nedkoff, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Cizye”, (Çev. Şinasi. Altundağ), Belleten, C.VII, S. 29-32, Ankara, 1944; Yavuz Ercan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrımüslimlerin Ödedikleri Vergiler ve Bu Vergilerin Doğurduğu Sosyal Sonuçlar”, Belleten, LV, 212-214, (1991), s. 371-391; Oktay Özel, “Osmanlı Demografi Tarihi Açısından Avarız ve Cizye Defterleri”, Osmanlı Devleti’nde Bilgi ve İstatistik, Ankara, 2000; Bahaeddin Yediyıldız, “İslam Hukukunda Zimmîlerin Yeri”, s. 11-15. Ayrıca gayrımüslimlerin 18. yüzyılda cizye ödememek için başvurdukları yollar hakkında bkz. Yücel Özkaya, ”XVIII. Yüzyılda Genel Hatlarıyla Osmanlı İmparatorluğu’nda Vergi Sorunu”, s. 499-505.
142
Aynı konuda gönderilen bir başka fermanda veba salgınına işaret edilerek
zimmîler dâhil pek çok kişinin öldüğü, defterde belirtilen rakam ile cizyenin
toplandığı yerlerde yaşayanların sayılarının tutmadığı, bu durumda “taraf-ı mîrîye
gadr ve zarar” geldiği belirtilerek görevlilerden daha sağlam defter tutmaları, bunun
yanı sıra bazı zimmilerin kendilerini tercüman, rahib veya patrik gibi tanıtarak
“ruhbândan cizye alunmaz deyû” inat ederek vergilerini ödememeleri durumda dahi
cizyelerinin alınması, defterlerinin kadı tarafından kontrol edilerek imzalanması sıkı
sıkıya tenbih edilmektedir578.
Yine vergi uygulamasındaki değişiklikler hakkında mahallin kadısına bilgi
verilirken579 bazı durumlarda, örneğin avârız-hânelerinde tenzîlata gidilmesiyle ilgili
zaman zaman halkın şikayetleri doğrultusunda kadının doğrudan merkeze arzda
bulunma yetkisinin olduğu da bilinmektedir580.
Mukâta’anın denetiminden de sorumlu olduklarını bildiğimiz kadıların, bu
konuda gönderilen mektup ve buyruldulara muhâtap olmaları, malî görevlerinin bir
diğer boyutunu göstermektedir. Örneğin 1072/1662 tarihli buyrulduda Harput
mukâta’asının önceki emîni Ömer Bey’in zimmetinde kalan paranın, şer’ ile tahsil
ettirilerek mübaşire teslimi istenmektedir581.
Görüldüğü gibi 17. yüzyılın ikinci yarsından itibaren Harput kadıları yargı ve
diğer idarî görevlerinin yanı sıra (belki de çoğunlukla) merkezî ve yerel hükûmetçe
kendilerinden istenen malî ve askerî talepleri yerine getirmeye çalışıyorlardı. Bu
açıdan bakıldığında göze çarpan en önemli değişiklik, mahkeme ile kadının avârız
cinsi vergilerin toplanması ve devam eden savaşlar sebebiyle artan askerî ihtiyaçların
karşılanması konularında, yoğun bir baskı altında tutulmalarıydı.
Yukarıda bahsettiğimiz askerî ve malî görevlerinin dışında kadıların, kamu ve
özel hukuk alanına giren adlî konulardaki işleri de doğal olarak devam etmekteydi.
Yine klasik dönemdeki gibi kadı, yakın çevresindeki nâib, kâtipler ve muhzırlarla
daha ötede ise subaşı, muhtesib ve diğer görevliler ile şehri ve reâyâyı ilgilendiren
çeşitli konularda görevini icrâ etmekteydi.
578 3 C.A. 1103/21 Şubat 1692 tarihli fermanda ayrıca zenginlerden 48 dirhem gümüş veya 3 dinar; orta hallilerden 24 dirhem gümüş veya 2 dinar; fakirlerden ise 12 dirhem gümüş veya 1 dinar alınacağı belirtiliyor. HŞS 391 : 47. 579 HŞS 391 : 295, 318, 439, 440; HŞS 362 : 438. 580 HŞS 388 : 339 (Harput Kadısı Mevlanâ İbrahim’in arzı üzerine avârızda indirim yapıldığı) 581 HŞS 382 : 517.
143
Bu görevler arasında incelediğimiz dönemde Harput mahkemesinin keşif için
görevli yollaması, belgelerde çok sık görülen bir durumdur. Örneğin Temmuz 1692
tarihli bir hüccete göre taraflar arasında bağ suyunun kullanımı yüzünden çıkan
anlaşmazlık sebebiyle meydana gelen zararın keşfi için mahkeme tarafından Mevlanâ
Ahmed Efendi582; Dirican aşiretinin köy basarak adam yaralaması ve hayvanları
kaçırması üzerine İlyas Efendi583; 12 Zilhicce 1103/25 Ağustos 1692’de Behrimaz
Nahiyesinde bir köyde şakîlerin yol kesip adam yaralamaları üzerine Mustafa
Efendi584; 7 Receb 1104/14 Mart 1693 tarihinde evinin önünde ateşle oynarken
kazara yanarak ölen 4 yaşındaki Neslihan’ın ölümünü keşf için yine İyas Efendi585;
15 R.A. 1133/13 Mart 1721’de ise Harput’a bağlı Uluâbâd Nahiyesinde Haringid
çayında boğulan İsmail’i yerinde keşif için mahkeme tarafından Nâib Mevlanâ es-
Seyyid Hacı Ömer Efendi586; Evâil-i Safer 1083/Haziran 1672 tarihinde İlmili ve
Ağıl köyleri arasındaki çayır ve otlak anlaşmazlığı sebebiyle köy sınırlarının keşfine
Mevlana Mehmed; kar dökülen alanın mülkiyetini keşif için Feyzullah Çelebi587;
Evâil-i Şaban 1083/Kasım 1672 tarihli hüccete göre dirlik sahipleriyle Kehli ve
Hozektek köylüleri arasındaki sınır anlaşmazlığının çözülmesi için mahkemeden
nâib istenmesi üzerine Mevlanâ Muhammed Efendi keşif için tayin olunmuştur588.
Özellikle 18. yüzyılın başlarına ait kullandığımız belgelerde çoğu zaman
sipahilerin kendi aralarında, bu tür sınır anlaşmazlıklarının sık yaşandığı görülüyor.
Örneğin Harput’a bağlı Behrimâz nahiyesindeki bir köy sipahisi ile sınıra yakın
Malatya Sancağı’na bağlı bir köyün zâimi arasında, köyün sınırı yüzünden çıkan
tartışmanın halledilmesi için Harput kadısı Abdullah Efendi, nâib olarak Hüseyin
Efendi’yi görevlendirmiştir589.
582 HŞS 391 : 4. 583 Evâil-i Ramazan 1103/ Mayıs 1692 tarihli hüccete göre mahkeme tarafından gönderilen İlyas Efendi, aşiretin kethüdası Şaban ve diğer ileri gelenlerle birlikte köyde “akd-i meclis-i şer’i-şerif” eylemişlerdir. HŞS 391 : 58. 584 HŞS 391 : 87. 585 HŞS 391 : 181. 586 HŞS 391 : 471. Daha önce belirtildiği üzere söz konusu defterin son 10 sayfası 1720’den sonraki tarihe aittir. 587 Evâhir-i Safer 1083/Haziran 1672, HŞS 362 : 139. 588 HŞS 362 : 271. 589 HŞS 388 : 35.
144
Görüldüğü gibi mahkemenin keşif için nâib olarak görevlendirdiği kişiler,
çoğunlukla mahallî medreselerdeki müderrisler ile seyyid unvanlı kişiler arasından
seçiliyordu590. Keşif, mahkemeye talep üzerine gerçekleştirilirken görevlendirilen
nâib, izlenimlerini “ketb ve imlâ ile gelüb meclis-i şer’e inha” suretiyle kadı
huzurunda ikrar etmekteydi591. Örneğin, Aşağı Huh mezrasında tandıra düşüp yanan
3 yaşındaki çocuğun durumunu keşfe giden Molla Ömer için belgenin başında,
“mahallinde keşf ve imlâ ile gelüb meclis-i şer-i garrâda inhâ eylemek içün bit-taleb
es-Seyyid Molla Ömer” ifadesi yer almaktadır592. Ayrıca nâiblerin yanına daha alt
hizmetteki başka bir mahkeme görevlisinin verildiği anlaşılıyor593.
Ayrıca bu kişilerin keşif görevi sırasında her hangi bir ücret alıp almadıklarını
gösteren belgelere sahip değiliz. Ancak avârız vergilerinin toplanması sırasında
Harput kadısı tarafından atanan nâibe, toplanan vergiden belirli bir ücret ödendiğine
göre594, keşif için bazen günlerce sürecek bir yolculuğa çıkacakların da elbette bu
masraflarını cebinden karşılaması beklenemezdi. Muhtemelen bu kişilerin günlük
masrafları da bir şekilde karşılanmaktaydı.
Şikâyet hakkını divân-ı Âmid’e arz-ı hâl sunarak kullananlarla ilgili Âmid
kâim-makâmlarının mübaşir görevlendirmesi, bu tarihlerde mahkemenin gündemini
işgal eden önemli konular arasındadır595. Bu arzlar, kadı aracılığıyla veya bizzat
yapılabildiği gibi şahsen yapılan müracaatlarla ilgili kadıya gönderilen emirlerde,
önce iddiânın doğruluğunun tespit edilmesi ve ardından müdahalede bulunulması
emredilmektedir596.
590 HŞS 391 : 59, 283; HŞS 382 : 295. 591 HŞS 391 : 181. 592HŞS 388 : 26 (Gurre-i Ramazan 1122/24 Ekim 1710), 32, 46… 593 2 Şevval 1122/23 Kasım 1710 tarihli kayda göre Şahsuvar karyesinde keşif için “bit-taleb Molla Ebubekir ve hüddâm-ı mahkemeden Mustafa tayin ve irsal” olunmuştur. HŞS 388 : 32. “Seyyid Molla İsmail ve adamımız Mustafa tayin olmağla..”, HŞS 388 : 81. 594 HŞS 368 : 454, 455. 595 HŞS 362 : 383, 421, 435, 449; HŞS 391 : 350, 385, 393; HŞS 382 : 478.. 596 “..emrim üzerine ‘amel edüb dahi göresin fi’l-vâkî dediği gibi ise..”, HŞS 278 : 87.
145
Bunun dışında beledî hizmetlerin ve vakıfların597 da kadının sorumluluğunda
olduğunu biliyoruz. Mesela şehrin imar ve diğer bayındırlık işleriyle ilgili konularda
kadı, şehirde ortaya çıkan ve halka zarar veren yapıları bilirkişilere keşfettirdikten
sonra yıktırabilmekteydi598. Örneğin, Evâil-i R.A. 1104/Ağustos 1672 tarihli bir
hüccetten öğrediğimize göre Sarahatun Mahallesi sakinleri, zimmî Ohan’ın ev
inşâsına karşı çıkmaktadırlar. Çünkü yapılmakta olan ev, su kuyularına yakın olduğu
gibi sık kullanılan bir yol üzerindedir. Keşif için ise, mahalle imamı Mehmed Efendi
ve cemaâtten kişiler yollanmıştır599.
Buraya kadar verilen örneklerin dışında Harput kadısının şehirdeki beratlıları
denetleyerek “kendi umûru ile meşgul olmayanları” merkeze bildirip, yerlerine
başkalarını tayin ettirdiğini görmekteyiz. Örneğin, 19 Ramazan 1123/4 Haziran 1692
tarihli berata göre Harput Âhi Musa Mescidi’nin imamı olan es-Seyyid İbrahim
“ticarete sülûk etmesi” üzerine kadının arzına binâen görevinden alınarak, yerine Ali
imam tayin edilmiştir600. Yine Evâsıt-ı Şaban 1104/Nisan 1693 tarihli berattan
anlaşıldığına göre, Harput'ta Cami-i Kebir'de hâtiplik yapan Ali'nin kendi halinde
olmayıp, cemâ’ate zararının olduğu yönünde Harput Kadısı İsmail Efendi’nin arzı
sonucu, Ali’nin yerine günlük üç akçe ile Ebubekir tayin edilmiştir601. Bunlardan
hariç yapılan tayinler, kadının şikâyetinden çok haklarında olumlu görüş bildirdikleri
kişilerin belirli görevlere nasbı şeklindedir602.
597 HŞS 391 : 190. 598 Kayseri, Konya ve Isparta örnekleri için bkz. Yusuf Oğuzoğlu, a.g.e., s. 151-153. 599 HŞS 391 : 314 600 HŞS 391:371 601 HŞS 391:325 602 Bu tayinlerden bir kısmı padişah değiştiğinden dolayı yenileme (mesela, Harput Bazârbaşısı olan Hâlid ve Zâhiriye Camisi imamı Seyyid Yasin’in görev beratları II. Ahmed’in cülûs-ı hümâyunu nedeniyle yenilenmiştir), bir kısmı ise daha önce yapılan tayinlerde sonradan yanlışlık yapıldığının anlaşılması üzerine görevin iâdesi şeklindedir. Mesela 15 seneden beri Âhi Musa Mescidi’nde imamlık yapan İlyas’a cami görevlilerinden birisinin iftirâ ederek imamlık görevini ondan alması, daha sonra İlyas'ın suçsuz ve kusursuz olduğunun anlaşılması üzerine tekrar İlyas'a imamlık verilmesi gibi. HŞS 391: 451, 484, 326. Bu konuda yine Harput Âhi Musa Mescidi imamı Abdurrahim'in azlini gerektiren kusuru yokken Ali ve İlyas'ın gadr ile vazifeyi aldıklarının anlaşılması üzerine, her ikisi de ref’ edilerek Abdurrâhim’e tekrar imamlık vazifesi tevcih edilmiştir. HŞS 391: 388
146
Sonuçta buraya kadar genel olarak, 1661-1693 tarihleri arasında öne çıkan
konular üzerinde kadının başlıca görevlerinden bahsedildi. Ancak çok geniş yetki ve
görev salâhiyetine sahip kadıların tüm görevlerinden bahsetmek mümkün olmadığı
gibi çalışmadaki amacımız, kadının klasik dönemde yerine getirdiği görevlerin
boyutunda ve yoğunluğunda, 17. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde her hangi bir
değişmenin olup olmadığı veya hangi konuların daha öne çıktığını, belgelerden tespit
edebildiğimiz kadarıyla anlamaya çalışmaktı.
4- Gündelik Hayat İçerisinde Harput Mahkemesi
İncelediğimiz dönemde Harput şehrinin, aynı isimle anılan sancağın “kaza
merkezi” olduğunu, kadının ve mahkeme görevlilerinin burada ikâmet ettiklerini ve
elimizdeki sicil kayıtlarına göre “kazâ dairesi” içerisinde kalan bütün köylerin
davalarının “meclis-i şer” denilen ve muhtemelen kadının yaşadığı konak veya evin
bir bölümünde bulunan mahkemede görüldüğünü ilgili bölümde belirtmiştik.
Sicillerde geçen ifadeler, davaların Harput şehrinde görüldüğü konusunda bizi
doğrulamaktadır. Örneğin davâcının şehir halkından olması durumunda “nefs-i şehir
halkından”, “kasabâ-i Harput’ta vâki’…mahallesinden”, “medîne-i Harput
sâkinlerinden”, “medîne-i Harput mahallâtından” denilmekte; şehir dışından olursa
“Harput kazâsına tâbi …nâm karye sâkinlerinden”, “Harput muzâfatından …nâm
karye sakinlerinden”, “Medîne-i mezbûre mülhakâtından” ifadeleriyle durum
formüle edilmektedir. Yine Harput Sancağı’na gönderilen bütün emir ve hükümlerde
doğrudan Harput kadısına hitap edilmesi, sancağın tek kaza bölgesinden ibâret
olduğu hakkındaki tereddütlerin ortadan kaldırılması yönünde önemli bir ip ucudur.
Çünkü incelediğimiz dönemde kazaya bağlı nahiyelerin olmasına rağmen, buraların
başında her hangi bir nâibin varlığına veya söz konusu nahiyelerde ikâmet ettiğine
dair603 bir bilgiye ve belgeye tesadüf edemediğimizi belirtmiştik.
Bilindiği gibi mahkemede “sicilli-i mahfûz” denilen zabıt defterlerine,
görülen davaların yanı sıra merkezden veya yerel otoritelerden gönderilen emir ve
hükümler ile çeşitli meseleler hakkında taraflara verilen tezkere ve temessük türü
belgelerin suretleri kaydedilmekteydi. Bilgisayar ortamına aktardığımız belgelerin 603 Bkz. Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 85.
147
içerisinde sadece zabıt türü belgelerin aylara ve günlere göre dökümü yapıldığında
ortaya çıkacan sonuç, Harput mahkemesinin işlem yoğunluğuyla birlikte günlük
hayatın akış hızı hakkında bir fikre ulaşmamızı mümkün kılabilir.
362 numaralı ve 1671-1673 tarihli defterimizdeki toplam 531 belge içerisinde
386’sı zabıt, geri kalan 145 belge ise başta da belirttiğimiz gibi ferman, berat,
buyruldu ve mektup gibi belge sûretlerinden oluşmaktadır. Yaklaşık iki yıl gibi bir
süreyi kapsayan deftere göre, mahkemenin en yoğun olduğu ayda bakılan dava sayısı
56 iken, bu yoğunluk kış aylarında 1’e kadar düşmektedir. Bu davaların büyük
çoğunluğunu, baharın başlamasıyla artan toprak anlaşmazlığı, ev, tarla, bağ, bahçe ve
değirmen satışları ile alacak-verecek konularında yaşanan nizalar oluşturmaktadır.
Bu durumu tablo üzerinde aşağıdaki şekilde gösterebiliriz.
148
Tablo 13 : HŞS 362 Nolu Defterdeki Zabıtların Aylara Göre Dağılımı
604 Bu grupta beş belge tarihsizdir. 605 Bu sayı tüm belgeler içerisinde sadece hüccetleri gösteren rakamdır.
HARPUT ŞER’İYE SİCİLİ 362 Gurre-i Muharrem 1082- 29 Zilhicce 1083
(10. 05. 1671– 17. 04. 1673)
Yıl Hicri Tarih Miladi Tarih Belge Adedi
Yüzdesi-%
Muharrem Gurre-i Muharrem 1082- Evahir-i Muharrem 1082 (10.05.1671- Haziran 1671) 6 % 1, 55
Safer - R.Evvel - - R.Ahir - - C.Evvel - - C.Ahir - - Receb - Şaban - -
Ramazan Evâil-i Ramazan 1082 (Ocak 1672) 1 % 0, 25 Şevval - -
Z.Kade Evasıt-ı Zilkade 1082 – Evahir-i Zilkade 1082 (Mart 1672 ) 3 % 0, 77
1 0
8 2
Z.Hicce 8 Zilhicce 1082 – 28 Zilhicce 1082 (6.04.1672 – 26.04.1672) 34 % 8, 80
Muharrem Gurre-i Muharrem 1083- 26 Muharrem 1083 (29.04.1672 – 24.05.1672) 56 % 14, 5
Safer 3 Safer 1083 – 29 Safer 1083 (31.05.1672 – 26.06.1672)
34 % 8, 80
R.Evvel Gurre-i Rebi’ül-evvel 1083 – 26 Rebi’ül-evvel 1083 (27.06.1672 -22.07.1672) 22 % 5, 69
R.Ahir Gurre-i Rebi’ülâhir 1083 – 28 Rebi’ülahir 1083 (27.07.1672 – 23.08.1672) 14 % 3, 6
C.Evvel Gurre-i Cemâziyelevvel 1083 – Evâhir-i Cemâziyelevvel
1083 (29.08.1672 – Eylül 1672)
33 % 8, 5
C.Ahir Gurre-i Cemâziyelahir 1083- 26 Cemâziyelâhir1083 (24.09.1672 – 19.10.1672) 29 % 7, 5
Receb Gurre-i Receb 1083 – 25 Receb 1083 (23.10.1672 – 16.11.1672) 24 % 6, 2
Şaban Gurre-i Şaban 1083 – Selh-i Şaban 1083 (22.11.1672 – 20.12.1672) 34 % 8, 80
Ramazan Gurre-i Ramazan 1083 – 29 Ramazan 1083 (21.12.1672 – 18.01.1673) 27 % 6, 99
Şevval Evâil-i Şevval 1083 – 28 Şevval 1083 (Ocak 1673 – 16.02.1673)
15 % 3, 88
Z.Kade Gurre-i Zilkade 1083 – 26 Zilkade 1083 (18.02.1673 – 15.03.1673) 35 % 9
1 0
8 3
Z.Hicce 2 Zilhicce 1083 - 29 Zilhicce 1083 (21.03.1673 - 17.04.1673) 14 % 3, 6
Diğer - 5604 % 1, 29
Toplam 386605
149
Yine tabloya göre Harput mahkemesi en yoğun olarak bahar ve yaz aylarında
çalışmaktadır. Bağlı köylerin davalarının da şehirde görüldüğü dikkate alınırsa,
bunun mevsim şartlarından kaynaklandığı açıktır. Çünkü ağır kış şartlarının hüküm
sürdüğü Doğu Anadolu Bölgesi’nde yer alan ve zeminden oldukça yüksekte
kurulmuş şehre kış şartlarında ulaşmanın zorluğu tahmin edilebilir.
Tabloya yakından bakıldığında, mahkemede 10 Mayıs 1671 ile Haziran 1671
arası kısa dönemde toplam 6 dava görülmüşken, bu tarihten Ocak 1672’ye kadar yani
7 ay boyunca her hangi bir davanın görülmeyişi dikkat çekicidir. Ayrıca bu ara
dönem ile ilgili yaptığımız sorgulamada, Harput kadısı olduğunu tespit ettiğimiz
Mevlanâ Ahmed’in ismine ancak Şubat 1672 tarihli belgede rastlamaktayız606. Söz
konusu 7 ay boyunca kadıya sadece merkezden gelen ferman, berat ve Âmid’den
gönderilen bir kaç buyruldu intikal etmiş ve bunların suretleri sicile kaydolunmuştur.
Ayrıca bu süre içerisinde sicile her hangi bir hâlî kaydı da düşülmemiştir.
Oysa Harput mahkemesi dâhil607 mahkemelerin gece-gündüz 24 saat açık olduğu
bilinmektedir608. Nitekim bir zafer veya örneğin doğan bir şehzâde için düzenlenen
şenlikler609 veya dinî bayramlardaki resmi tatillerde mahkemelerin acil durumlar
dışında çalışmadığından hareketle610, belki bir kaç günlüğüne Harput mahkemesinin
de tatil edilmiş olduğu düşünülebilir. Fakat 7 ay boyunca hiç bir davanın görülmemiş
olmasının izâhını yapmak, bu aşamada mümkün görünmüyor.
Bu konudaki bir diğer defterimiz 1691-1693 tarihleri arasını kapsayan ve bir
önceki defterden yaklaşık 20 yıl sonra tutulmuş 391 numaralı şer’iye sicilidir. Bu
defterdeki toplam belge sayısı 490 olup, bunlardan 315’i zabıt geri kalan 175 tanesi
ise sûrettir. Davaların aylara göre dağılımını hesapladığımızda ise aşağıdaki tabloyu
elde ediyoruz.
606 HŞS 362 : 436. 607 HŞS 382: 125 608 Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisâdî ve İctimaî Tarihi, C. II, s. 84 -85; Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 84. Ayrıca bunu sicillerde de görüyoruz. Örneğin bkz. HŞS 388 : 459. 609 1691-1695 arasında padişahlık yapmış Sultan ikinci Ahmed’in yeni doğan çocukları şehzâde İbrahim ve Selim için Harput kadılığına gönderilen müjdenâmede, dört gün ve gece boyunca türlü şenlikler düzenlenmesi emredilmektedir. HŞS 391 : 374, 375. 610 Halkın kutladığı bayramlar ve padişahların düzenlettikleri şenlikler hakkında ayrıntılı bilg için bkz. Suraiya Faroqhi, Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam: Ortaçağdan Yirminci Yüzyıla, (Çev. Elif Kılıç), İstanbul, 1998, s. 197-199.
150
HARPUT ŞER’İYE SİCİLİ 391
(Evâil-i Muharrem 1103- Evâil-i Zilkâde 1104) (Eylül 1691- Temmuz 1693)
Hicri Yıl
Miladi Belge Adedi
Yüzdesi %
Muharrem Evail-i Muharrem 1103 – 21 Muharrem 1103 (Eylül 1691 – 14.10.1691) 5
% 1, 5
Safer Evahir-i Safer 1103 (Kasım 1691) 1 % 0, 3 R.Evvel - - R.Ahir - - C.Evvel - -
C.Ahir Evail-i Cemaziyelahir – 26 Cemaziyelahir 1103 (Şubat 1692 – 15.03.1692) 16 % 5
Receb 2 Receb 1103 – Evahir-i Receb 1103 (20.03.1692 – Nisan 1692) 17 % 5, 3
Şaban 2 Şaban 1103 – Evahir-i Şaban 1103 (19.04.1692- Mayıs 1692) 17 % 5, 3
Ramazan 4 Ramazan 1103- Evahir-i Ramazan 1103 (20.05.1692 – Haziran 1692) 12 % 3, 8
Şevval Gurre-i Şevval 1103 – Selh-i Şevval 1103 (16.06.1692 – 14.07.1692) 12 % 3, 8
Z.Kade 02. Zilkade 1103 – Evasıt-ı Zilkade 1103 (16.07.1692 – Ağustos 1692) 3 % 0, 9
11
03
Z.Hicce Evail-i Zilhicce 1103 – Evahir-i Zilhicce 1103 (Ağustos 1692 – Eylül 1692) 9 % 2, 8
Muharrem 01 Muharrem 1104 – Evahir-i Muharrem 1104 (12.09.1692 – Ekim 1692) 4 % 1, 2
Safer Evail-i Safer 1104 – Evahir-i Safer 1104 (Ekim 1692 - Kasım 1692) 9 % 2, 8
R.Evvel Gurre-i Rebi’ülevvel - Evahir-i Rebi’ülevvel 1104 (10.11.1692 – Aralık 1692) 15 % 4, 7
R.Ahir 3 Rebi’ülahir 1104 – 15 Rebi’ülahir 1104 (12.12.1692 –24. 12. 1692) 17 % 5, 3
C.Evvel Gurre-i C.E. l 1104 – Evahir-i Cemaziyelevvel 1104 (8.01.1693 – Şubat 1693) 12 % 3, 8
C.Ahir Evail-i Cemaziyelahir 1104- Selh-i Cemaziyelahir (Şubat 1693 – 07.03.1693) 11 % 3, 49
Receb Gurre-i Receb 1104 – Evahir-i Receb 1104 (8.03.1693 - Nisan 1693)
35 % 11, 1
Şaban Gurre-i Şaban 1104 – 25 Şaban 1104 (7.04.1693 – 1.05.1693) 32 % 10, 1
Ramazan Gurre-i Ramazan 1104- Evahir-i Ramazan 1104 (06.05.1693- Mayıs-Haziran 1693) 29 % 9, 2
Şevval Gurre-i Şevval 1104 – Evahir-i Şevval 1104 (5.06.1693 – Temmuz 1693) 20 % 6, 34
Z.Kade Evail-i Zilkade 1104 (Temmuz 1693) 1 % 0, 3
11
04
Z.Hicce - - Muharrem - -
Safer - -
R.Evvel Evail-i R.E. l 1133 – Evahir-i R.E. l 1133 (Ocak 1721 ) 3 % 0, 95
R.Ahir Gurre-i R..A. 1133- Evahir-i Rebi’ülahir 1133 (30.01.1721 – Şubat 1721) 11 % 3, 49
C.Evvel Gurre-i C. E. l 1133 – Evahir-i C. E. l 1133 (28.02.1721 – Mart 1721) 10 % 3, 17
C.Ahir 3 Cemaziyelahir 1133 – 10 Cemaziyelahir 1133 (01.04.1721- 08.04.1721) 3 % 0, 9
11
33
Receb - -
151
Şaban - - Ramazan Gurre-i Ramazan 1133 (26.06.1721) 1 % 0, 3 Şevval - - Z.Kade - -
Z.Hicce - -
Diğer - 10 611 % 3, 1
Toplam 315
Tablo 14 : HŞS 391 Nolu Defterdeki Zabıtların Aylara Göre Dağılımı
Tabloya baktığımızda 1691-1693 tarihleri arasındaki dönemde de bir önceki
defterde görüldüğü gibi üç ay kadar mahkemeye intikal etmiş bir dava görülmüyor.
Kış aylarına denk geldiği anlaşılan bu ara dönemde, her hangi bir hâli kaydı
düşülmediğine ve sicile geçirilmiş bir çok ferman ve berat sûretlerinin varlığına
bakılırsa, mahkemenin açık olduğu söylenebilir. Ancak bir önceki defterde de
görüldüğü gibi, bu zamanlarda her hangi bir olayın mahkemeye yansımamış olması,
şu aşamada cevaplandırılması güç bir durum olarak karşımızdadır. Bunun sebebini
sadece mevsim şartlarına bağlayarak açıklamaya çalışmak, tek başına yeterli değildir.
Çünkü yine kış olmasına rağmen, tabloda 1083/1673 tarihine baktığımızda aylık
ortalama 20-30 arası dava görülmektedir. 1104/1693 tarihinde ise kış aylarında bu
sayı ortalama 4-15 arasında değişmektedir.
Her iki tabloda da normal olarak davaların yoğunluğunun bahar ve yaz
aylarında arttığı görülmektedir. Müslümanlar için bir ibadet ayı olan Ramazan’da
mahkemeye yansıyan dava sayıları ise 1083’te 27, 1103’te 12 ve 1104 tarihinde 29
olarak tespit edilmektedir. Bu tarihlerin bir yıl öncesinde ve çok daha sonrasında
(örneğin 1133/1721) dava sayısının 1 olarak sicillere yansımış olması, bu konuda
yapılacak sağlıklı bir değerlendirmeyi güçleştirmektedir. Ancak Müslümanlık
açısında “kutsal” olan bu ayda, karşılıklı ilişkilerde ortaya çıkacak anlaşmazlıkların
an azından asgari bir düzeyde seyretmesi beklenen bir durumdur. Ayrıca söz konusu
defterlerde Ramazan ayının sıcak mevsimlere denk gelmesi ve hareketliliğin bu
mevsimde artmış olması da, dava sayılarındaki artmaya sebep olmuş olabilir. Yine
bu ayda görülen davaların niteliğine bakıldığında çoğunluğun ticari ilişkilerden
(satış, alacak-verecek) kaynaklanan anlaşmazlıklar olduğu görülmektedir. Ancak
bunların içerisinde bir kısmı, tarafların aralarında anlaştıklarını ve sulh olduklarını
611 6 adet belgenin tarihi ve ayı belirtilmemiş. Ayrıca bir belge eksik olduğu için okunamadı. Diğer üç belgeye ise sadece 1103, 1104 ve 1133 tarihleri düşülmüştür.
152
mahkemede tescil ettirmeleri, ya da davadan ferağ, yahut miras yüzünden çıkan
anlaşmazlıkların yine sulh yoluya, belkide içinde bulunulan ayın kutsallığı sebebiyle
taraflar arasında çözülüp mahkemede resmîyet kazandırılmasından kaynaklanıyordu.
Sonuçta defterlerin geneline bakıldığında mahkeme gündeminin belirli
ayların dışında yoğun olmadığı göze çarpıyor. Ancak ilgili bölümde bahsettiğimiz
gibi, kadı ve mahkemenin yargılama dışındaki görevlerinin yoğunluğu dikkate
alınırsa, tablolarda görülen işlem hacminin düşük olmasına göre varılacak yargı,
Harput kadı ve mahkemesinin çalışma yoğunluğu hakkında ileri sürülecek kanaatleri
tahminden öteye götüremeyecektir.
Burada üzerinde durulması gereken bir diğer önemli husus, mahkemeye
yansıyan davaların ne kadar bir sürede çözüme kavuşturulduğudur. Bu konuda
incelediğimiz döneme ait defterlerde klasik uygulamaların aynen sürdürüldüğünü,
örneğin zabıtların belli bir kalıpta formüle edildiğini ve yine kadının hükmünü içeren
zabıtların neredeyse bulunmadığını görmekteyiz. Bu şekildeki bir uygulama tarzı,
davaların ne kadar sürede karara bağlandıklarını anlamamız için yeterli değildir.
Ancak kadının o anda özellikle niza davalarında hüküm vermemesi, davanın
niteliğiyle de ilgilidir. Örneğin toprak, hırsızlık, ölüm, sınır ihlali, miras, kız kaçırma
gibi konularda yaşanan anlaşmazlıklarda genellikle mahkemeden keşif talebinde
bulunulduğu hatırlanacak olursa, bu tür davaların çok zaman alacağı kendiliğinden
anlaşılır. Bunların dışında sicillere yansıdığına göre miras, vergi ve borç konularında
bazen müftüden fetva alınması da zaman alıyor olsa gerektir. Ancak bu konudaki
belgelerin sayısı çok azdır612. Yine tarafların mahkemeye intikali, şikâyetlerin
dinlenmesi, davacının iddialarını ispat etmesinin istenmesi, şahitlerin görüşüne
başvurulması, karşı tarafın savunmasının alınmasının v.s. ardından sicile geçirilmesi,
doğal olarak belli bir zaman aralığında gerçekleşmekteydi. Ama bu zamanın sayısal
olarak ifadesi mümkün değildir.
Tüm bunların dışında, mahkemenin yoğunluğunu etkileyen bir diğer önemli
faktör de şüphesiz nüfustur. Harput şehrinin nüfusu, klasik dönemdeki tahrirlere
göre 1566’da yaklaşık 13.437 civarında hesaplanmışken613, incelediğimiz yüzyılın
ortalarına ait 1646 tarihli Avârız Defterine göre bu rakamın yaklaşık 5 bin civarında
612 HŞS 350 : 36; HŞS 382 : 495. 613 M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 60.
153
olduğu tahmin edilmektedir614. Ancak bu rakamların kesin ve sağlıklı olmadıklarını
belirtmek gereklidir. Çünkü Osmanlı tahrir defterlerinin daha çok malî sebeplerle
düzenlendiğini ve nüfusun tamamını değil, askerî muâfiyeti olanların dışındaki erkek
vergi mükelleflerini kapsadığını biliyoruz. Aynı şekilde avârızda da hâneler gerçek
olmayıp askerîler muâf tutulmaktaydı.
Sonuçta Anadolu’nun batısındaki sancaklarla kıyaslandığında az bir nüfusa
sahip Harput Sancağı’nda, mahkemenin gündem yoğunluğu da o nispette olacaktır.
Bunların dışında zamanın ulaşım teknolojisi, savaş ekonomisinin halka yüklediği
vergi yükü (belki mahkeme ücretinin ayrı bir külfet getirmesi)615, bazı sorunların
mahkemeye gerek duyulmadan kende aralarında halledilmiş olması ihtimali gibi
sebepler, bu yoğunluğu belirleyen başlıca etkenler olarak görülebilir.
614 M. Ali Ünal, “1056-1046 Tarihli Avârız Defterine Göre 17. Yüzyıl Ortalarında Harput”, Belleten, LI,199, (1987), s. 119-129 (Her hane yedi kişi olarak hesap edilmiştir). Harput Sancağı’ndaki avârız-hânelerin, sancağın nüfus tahmininde kullanımları üzerine bkz. Rıfat Özdemir, “Avârız ve Gerçek-Hâne Sayılarının Demografik Tahminlerde Kullanılması Üzerine Bazı Bilgiler”, s. 1581-1613. 615 Mahkemelerin zamanla soygun derecesine varan usulsüz harç taleplerinin ahâliyi mahkemeye baş vurmaktan ürküttüğü hakkında örnekler için bkz. İlber Ortaylı, “Osmanlı Şehirlerinde Mahkeme”, s. 260-261. Ayrıca Kadı ve nâiblerin bu konudaki suiistimalleri hakkında örnekler için bkz. Halil İnalcık, “Adâletnâmeler”, s. 77 v.d.
154
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KENTTE MEKÂNIN KULLANIMI
Tarihî ve sosyolojik açıdan bakıldığında şehir yerleşimi, dönem veya kültür
çevresi farkı gözetilmeksizin, bütün toplumların gelişmişlik düzeylerini gösteren
önemli bir olgudur. Ancak şehirlerin sadece belli bir mekânda ve yüksek nüfusa
sahip yerleşim birimleri olmadığı, bazı fonksiyonel özellikler taşıması gerektiği de
bilinmektedir616. Örneğin, nüfusunun büyük çoğunluğunun tarım dışı üretim ve
hizmet faaliyetlerinden geçimini sağlaması ve bu yerleşim birimlerinin mahallî veya
daha geniş boyuttaki sosyo-ekonomik ilişkilerinin denetleyip organize edileceği
kurum ve kuruluşları barındıracak merkezler olmaları gerekmektedir. Bununla
birlikte örneğin, idarî endişelerle vücuda getirilmiş olan sancakların, sınırları içindeki
şehirler ve kasabalarla etrafındaki alanları besleyebilen tarım bölgeleri üzerinde
oluşturulmuş oldukları görülmektedir. Bu durumda, yani şehir nüfusunun kırsal
çevresinden beslenebilmesi, kırsal alanın da tarım dışı üretime dayanan ihtiyaçlarını
o merkezlerden sağlayabilmesi, sağlıklı bir iktisâdi ilişkinin sürekliliği açısından çok
önemlidir. Konunun bu boyutu şehrin yakın ve uzak çevresiyle ilişkileri bağlamında
ele alınabileceği gibi, bu bölümde şehrin daha çok fiziki yapısı üzerinde durulacaktır.
616 Bu açıdan bakıldığında geleneksel bir İslam şehrinde fiziksel olarak üç temel öğenin varlığı öne çıkmaktadır. Bunlar dinî vecîbelerin yerine getirildiği ve aynı zamanda toplumsal ilişkilerin pekiştirildiği cami, ticârî faaliyetlerin yürütüldüğü pazar yeri ve hanlar ile temizlik ve sağlık açısından vaz geçilmez hamamdır. Bkz. Doğan Kuban, “Anadolu-Türk Şehri Tarihi Gelişmesi, Sosyal ve Fizikî Özellikleri Üzerinde Bazı Gelişmeler”, Vakıflar Dergisi, İstanbul, 1968, s. 53-73; Ruşen Keleş, Şehirciliğin Kuramsal Temelleri, Ankara, 1972, s. 24. Ayrıca ortaçağlarda şehir denince başlıca iki nokta önem kazanmaktaydı. Buna göre bir yerleşimin iktisadî faaliyetinin varlığı (pazar, el sanatları) ve savunma tesislerinin (kale, sur) olması gerekmekteydi. Bkz. Tuncer Baykara, “Eski Türk İktisadî Hayatı ve Şehir”, Tarih Enstitüsü Dergisi, 6, 1975, s. 75; Bunların dışında bir yerleşim biriminin şehir olarak nitelendirilebilmesi için sancakbeyi veya en azından bir kadısı; ticarî amaçla üretilen malzemenin satıldığı bir pazarı ve burada satılan ürünlerden alınan verginin ipatlanması gerektiği de ifade edilmektedir. Bkz. Suraiya Faroqhi, Osmanlı’da Kentler ve Kentliler, s. 12-13. Aslında burada vurgulanan, söz konusu çalışmada yer alan şehirlerden sadece bu özellikleri taşıyanların çalışmaya dahil edildiğidir. Bunların dışında şehir olgusunu Avrupa merkezli bir bakış açısıyla ele alan Weber, Avrupa dışında kalan ve İslam şehirleri de dahil tüm şehirlerin kentsel bir kültür geleneğini taşımadığını, özerklikten ve hemşehrilik ruhundan yoksun olduklarını ayrıca yine Avrupa şehirlerinin dışında kalan Ortadoğu ve İslam şehirlerinin birbirlerinden farksız olduklarını iddia etmektedir. Bkz. Max Weber, Şehir: Modern Kentin Oluşumu, (Çev. Musa Ceylan), 2. Baskı, İstanbul, 2000. Ancak son zamanlarda bir kısmı Avrupalı araştırmacılar tarafından yapılan çalışmalar, bu iddiaların geçersizliğini kanıtlamıştır. Bkz. Edhem Eldem-Dainel Goffman-Bruce Masters, Doğu İle Batı Arasında Osmanlı Kenti: Halep, İzmir ve İstanbul, İstanbul, 2003.
155
A- Şehrin Genel Görünümü
Harput şehri, yaklaşık 1280 m. yüseklikteki sıradağlar üzerinde kurulmuştur.
Şehrin yayıldığı alan yalçın kayalıklara hatta bazen dağın zirvesine kadar ulaşırken,
kimi yerlerde düzbir alana yayılmıştır. Stratejik açıdan çevresine hâkim bir konumda
bulunduğu için, kalesi sayesinde eskiden beri korunma ve şehrin yakınından geçen
kervaların güvenliğini açısından önemli hizmetler görmüştür. Şehrin tarihi geçmişine
baktığımızda bu durum daha açık görülmektedir617.
Şehrin yüksekte ve dört bir taraftan açıkta oluşu, mevsim şartlarıyla birlikte
ulaşım sorunlarını da beraberinde getirmiştir. Belirtildiğine göre, Halep’ten ve diğer
şehirlerden gelen yük kervanları, nakliye pazarlığını Elazığ Ovası’na kadar ayrı
yapmakta, yüksekteki Harput şehri için ise ayrıca pazarlık etmekteydiler618.
Fizikî açıdan şehre baktığımızda, incelediğimiz belgelerden hareketle şehrin
planını çıkarmak, mümkün görünmemektedir. 16. yüzyılda yapılmış tahrirlerden elde
edilen verilere göre şehrin klasik dönemdeki görünümü, mahalleler ile çeşitli sosyal,
dini, kültürel ve ticarî yapılar bazında ele alınmıştır619. Sanat tarihi açısından ise
şehir, Ortaçağ’daki farklı hükümranlıklar döneminde yine mimarî yapılar açısından
değerlendirilmektedir620. Dolayısıyla bu konuda, klasik dönem ile incelediğimiz
dönem arasında, şehrin fizikî özelliklerinin şehir planına yansımaları yönünde tam
bir karşılaştırma yapmak durumunda olmadığımızı belirtmeliyiz.
617 Tarihi M.Ö. 2000 yıllarına kadar uzandığı tahmin edilen şehir, bir çok istilalara maruz kalmış; Urartulardan başlayarak Hititlerin, Romalıların, İranlıların, Bizanslıların, Arapların, Selçukluların, Artukluların, Moğolların, Akkoyunluların ve Safevîlerin elinde kaldıktan sonra, Çaldıran Zaferi’ni müteâkip Osmanlı hakimiyetine geçmiştir. Geniş bilgi için bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s.12-27. 618 Civar köylerden gelenler bile, şehre gidip gelmenin zorluğu karşısında yakın ova köylerinden ihtiyaçlarını karşılamakta bu yüzden buralar zamanla kasaba olacak şekilde gelişmişlerdir. Bkz. Selçuk Hayli, a.g.m., s. 300. 619 Bunların fiziki özelliklerinden ziyade, ödenen ücretler ya da elde edilen gelirler ölçeğinde isimlerine temas edilmektedir. Ayrıca son dönemde yazılan çeşitli eserlerden de istifade edilerek, yapıların günümüzldeki yerleri de tespit edilmeye çalışılmaktadır. Bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 196-222. 620 Ertuğrul Danık, Ortaçağ’da Harput, Ankara, 2001.
156
B- Kale
Kurulduğu ilk yıllardan itibaren bir kale şehir özelliği taşıyan Harput,
Osmanlı hâkimiyetine girmeden önce yaklaşık 17 hükümranlık devresi atlatmıştır.
Uzun süre tek bir devlet ya da sülalenin elinde kalmayan şehir ve çevresi, bir sınır
kalesi ve yerleşmesi olarak, çok defa istilalarla yıkılıp tekrardan onarılmış ve bundan
dolayı şehrin fiziki gelişimi olumsuz yönde etkilenmiştir621. 17. yüzyılın ortalarına
doğru Harput’tan geçen Evliya Çelebi’nin belirttiğine göre, şehrin etrafını saran
surlar yıkık ve onarılmaya muhtaç bir durumdaydı622. 1632 tarihli bir sicil kaydından
anlaşıldığına göre ise, Tavîl Mehmed tarafından 1014/1605’te ele geçirilen şehirde,
surlar tamir görmüştür623. 1608-1619 arasında Anadolu’nun çeşitli şehirlerini gezmiş
Polonyalı Simeon, Harput şehri ile ilgili izlenimlerini aktarırken zorbaların ve
yeniçerilerin şehre hakim olduklarını, her birisinin bir bey kesildiğini, kendileri için
saray gibi büyük evler yaptırdıklarından bahsetmektedir624. Nitekim incelediğimiz
belgelerde geçen ve sancakbeylerinin oturduğu sarayların haricinde, bulundukları
mevkinin mahkemede satışının gündeme geldiği harâbe sarayların, bunlarla bir
ilgisinin olup olmadığını tespit etmek çok zor görünmektedir625..
Bahsedilen sur veya hisarla ilgili rastladığımız Evâhir-i Receb 1104/Mart
1693 tarihli bir ev satış hüccetinde, evin civarından bahsedilirken bir tarafının yola
baktığı bir tarafının ise hisara bitişik olduğu belirtilmektedir626. Normalde hisar veya
surun şehrin dışını çevreleyen bir yerde olması beklenirken bir evle bitişik tarif
edilmesi, şehrin zamanla büyüdüğünün ve surların dışına taştığının bir kanıtı olabilir.
621 Şehir ve çevresinin Malazgirt Zaferi’ni müteâkip Osmanlı hakimiyetine kadar hangi devlet ya da beylikler arasında el değiştirdiği ile ilgili geniş bilgi için bkz. Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul, 1971; Aynı yazar, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul, 1973; Besim Darkot, “Harput”, İ.A., C. 5, İstanbul, 1950. 622 Evliya Çelebi, Seyahatnâme, C. 3, s. 218. 623 “ Tavîl zâlim 1014 senesinde kasabâ-i Harput’ta müstevlî olmağla şehirden taşra evlerin taş ve toprakları ile şehir etraflarına ihyâ olunub…”, HŞS 181 : 153/4. Ayrıca bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 196. 624 Polonyalı Simeon’un Seyahatnâmesi (1608-1619), (Çev. H. D. Andreasyan), İstanbul, 1964, s. 89. 625 HŞS 362 : 100. 626 HŞS 391 : 193.
157
Nitekim daha sonra bahsedeceğimiz gibi şehirdeki bazı zimmî mahalleleri,
surların dışında ve kalenin eteklerine kurulmuştur. Söz konusu belgede satılan evin
Meydan Mahallesinde yer alması ve bu mahallenin de şehir merkezinde bulunduğu
dikkate alınırsa, incelediğimiz dönemde Harput kalesi iç kale özelliği taşımaktaydı.
Şehir surlarının nerelerden geçtiğinin tespit edilmesi ise, elimizdeki belge gurubuna
göre mümkün görünmemektedir.
İncelediğimiz dönemde kalenin faâl olduğu dizdâr, alaybeği, kethüdâyeri ve
yeniçeri serdârı gibi görevlilerin tayin ve azilleriyle ilgili belgelerin varlığından
anlaşılıyor. 2 C.E. 1103/21 Ocak 1692 tarihli Harput kadısı ve kale dizdarına hitaben
gönderilen buyrulduda, kale askerlerine verilmesi gereken cülûs-ı hümâyûn bahşişi
ve toplam 9800 akçe tutarındaki kale erlerinin maaşları hesaplanmaktadır627. Ayrıca
bir camisinin bulunduğunu ve imam tayin edildiğini görmekteyiz628. Daha önce
varlığı bilinen Kale Mahallesinin incelediğimiz dönemde ismi geçmediği gibi629,
kalenin mimarisi ve bölümlerine ait herhangi bir kayda da rastlanmamaktadır.
B- Şehir Sakinlerinin Yaşadığı Mahalleler
Osmanlı şehrinde mahalle kent hayatının fiziksel merkezîolmakla birlikte,
kendine özgü yapısıyla aynı zamanda temel bir idarî birimdi. Mahallede yaşayanlar
ortak inanç, ekonomik hayat düzeyi veya kendilerini komşularından ayıran bazı
unsurlarla birbirlerine bağlıydılar. Uygulamalara göre, birbirlerinin davranışlarından
ortaklaşa sorumlu tutulmaktaydılar. Bu bir bakıma mahallelinin birbirini kontrolü
anlamına geliyordu. İşlenen suçlarda müteselsil kefil muamelesi görmeleri mahalle
sakinlerine, özellikle keşif gerektiren (hırsızlık, ölüm v.s.) adlî vak’âlarda suçluların
yakalanması için birlikte hareket etme refleksi kazandırmıştı. (Kollektif ceza ve
kefâletin önemi üzerinde daha önce durulmuştu)
Bunun dışında tahrir ve sicil kayıtlarında görülen avârız türü vergilerin
mahallelere tevzî, buradaki topluluğa vergi mükellefiyetliği gibi malî bir sorumluluk
ta yüklemişti. Bu kayıtlardan şehir sakinlerinin yaşadıkları mahallelerin isimlerini, 627 HŞS 391 : 449 628 HŞS 362 : 437. 629 Ancak 25 Şevval 1122/16 Aralık 1710 tarihli sicil kaydında bir boşanma olayının taraflarından olan Ayşe bint-i Ali Beşe isimli hatundan “Harput Kalesi sâkinlerinden” şeklinde bahsedilmektedir. HŞS 388 : 39. HŞS 391 : 26, HŞS 362 : 209. Nitekim mahalleler ile ilgili kısımda görüleceği üzere 1710 tarihlerinde Kale Mahallesi tekrardan sicillerde geçmeye başlıyor.
158
tespit edebilmekteyiz. Ayrıca gerçek olmayan bu hane sayıları, mahallelerin nüfusları
hakkında sadece fikir edinmemizi sağlayacak ipuçları içerebilmektedir.
MAHALLENİN ADI
AVÂRIZ-HÂNE SAYISI (1691-1692)630
Ahi Musa 1, 5 Ahmed Bey 3 Alaca Mescîd 2, 5 Cami-i Arslaniye 6,75 Cami-i Kebir 0, 5 Cami-i Meydan 0,75 Cami-i Zahiriye 1 Gürcü Beğ (Zimmîyân) 13 Hoca 3 Mescîd-i Hacılı 1, 5 Mescîd-i Karasofu 3, 5 Mescîd-i Müderris 0, 5 Mescîd-i Ortak 2 Mescîd-i Sarahatun 3, 5 Mescid-i Muzaffereddin - Mescid-i Molla Seyyid Ahmed - Sinabûd (Zimmîyân) 2,75 Şehrûz (Zimmîyân) 10 TOPLAM 55, 75 631
Tablo 15 : Harput’un Mahalleleri ve Avârız-hâne Sayısı
630 Tabloda verilen rakamlar defterde mahalleye ait asıl avârız rakamlardır. Daha sonra bu rakamlarda indirime gidildiği anlaşılıyor. Yapılan indirim tabloya alınmamıştır. HŞS 391 : 310, 438. 631 Bizden önce aynı belge serileri kullanılarak hazırlanan bir çalışmada, 391 nolu sicilde geçen avârız-hâne sayılarına göre bir nüfus tespiti yapılmıştır. Önce bir avârız-hânesinin kaç gerçek haneye tekâbül ettiğini bulmaya çalışan araştırmacı, 1103/1691 tarihinde Harput’un toplam avârız-hâne sayısını defterde geçtiği şekliyle 281,25 hane tespit ettikten sonra, bir kat sayı verilmediğini belirterek 1646 tarihinde Harput’ta yapılan avârız tahririndeki 10, 5 katsayısından yararlanma yoluna gitmiştir. Şehrin toplam avârız-hâne sayısını belgelerden 55,75 olarak tespit eden araştırmacı, bu rakamla 10,5 katsayısını çarpıp 560,28 olarak gerçek hane sayısını bulduğunu ifade etmiştir. Ortalama her aileyi 6-7 kişi olarak kabul eden araştırmacı, bulduğu geçek hane sayısıyla ferd sayısını çarpmış ve sonuçta Harput şehrinin nüfusunu 3.362 ile 3.921 arasında değişen bir oranda tahmin etmiştir. Nasıl bulunduğu belirtilmeden 400 kişi de muâf kabul edilerek bu rakamlara eklenmiş ve sonuçta şehrin nüfusunu 3.762 ile 4.320 arasında tahmin olunmuştur. Aynı yolla araştırmacı, köylere uyguladığı hesaplamalar sonucunda sancağın toplam nüfusunu 19 ile 22 bin arasında hesaplamaktadır. Sonuçta araştırmacının kendisi de bu metodun tutarlı olmadığını itiraf etmektedir. Bkz. Erdinç Gülcü, 391 Numaralı Harput Şer’iyye Sicili, F.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Elazığ, 1993. Kaldı ki, elimizdeki belgelere göre avârız-hâne sayıları şehir ve köy ölçeğinde sıklıkla değişebilmektedir. Şevval 1074/Mayıs 1664 tarihili bir iltizâm beratında sancak gelirleri sayılırken 295,5 avârız-hânesi (HŞS 368 : 398), 16 R.E. 1083/30 Haziran 1673 tarihli kayıtta kasabâ-i Harput’un 288 avârız-hânesinin olduğu ve her haneye 6 gurûştan 1 rub’ eksik gurûş tekabül ettiği belirtilirken (HŞS 362 : 414), 12 R.E. 1103/3 Aralık 1691 tarihli fermana göre 281hâne 1 rub’, 12 Ramazan 1104/23 Mayıs 1693 tarihli mektuba göre 51 hâne 1 rub’ indirime gidilerek 230 avârız-hâne üzerinden vergi hesaplanmıştır (HŞS 391 : 438, 318). Hele bu durumda muâf askerîleri tespit etmek mümkün değildir. Ayrıca sancağın geneli üzerinde yapılacak nüfus tahminlerinde, köylerin bazılarının muâfiyetleri söz konusu olduğu için, bu durumu da dikkate almak gerekir.
159
Yukarıdaki tablo görüldüğü gibi yalnızca 1691-92 tarihlerini kapsamaktadır.
Normalde bir karşılaştırma yapılabilmesi için, en azından çalışma aralığımız olan 17.
yüzılın ikinci yarısına ait ve değişik tarihli rakamların verilmesi gereklidir. Ancak
kullandığımız defterlerde, yukarıda verilenin dışında avârız vergisinin mahallelere
dağılımını gösteren başka bir kayda rastlanmamaktadır. Esnafa ve köylere isabet
eden miktarlar belirtilmişken, mahallelere ait bir başka liste bulunmamaktadır. Bu
dönemde izleyebildiğimiz kadarıyla değişik adlarla sâlyâne olunan vergiler, önceden
deftere kaydedilmiş miktar üzerinden ve her defasında topluca tahsil edilmektedir632.
İncelediğimiz dönemde çok sık toplanan bu vergiler için, yeniden bir tahrire gerek
duyulmamış olabilir.
Vergi mükelleflerini barındırması açısından malî bir özelliğinin de varlığına
işaret ettiğimiz mahallenin, avârız-hânelerine göre hesaplanacak büyüklükleri, bazen
yanıltıcı olabilmektedir. Çünkü avârız vergisi yönünden kimi zaman bir mahalle,
birkaç mahallenin birleştirilmesiyle tek bir mahalle şeklinde düşünülebilmekteydi.
Bunu örneklerle somutlaştırabiliriz. Mesela yukarıda avârız-hâneleri verilen tablodan
ilk bakışta o tarihlerde Harput şehrinde toplam 16 mahallenin bulunduğu sonucu
çıkmaktadır. Oysa defterin tümünden tespit ettiğimiz mahalle isimlerine göre bu
tarihte şehirde bulunan mahalle sayısı 16 değil, gerçekte 20’dir. Bu demektir ki, bazı
mahalleler avârız-hane vergisi yönünden birleştirilerek tek bir avârız ünitesi şeklinde
düşünülmüş olabilir. Benzeri bir karşılaştırma, 1646 tarihli Harput avârız defterine
göre de yapılabilir. Söz konusu defterde Harput şehrinin mahalle sayısı 13 olarak
geçmekteyken, 6 yıl önceki bir sicilde bu rakam 19 olarak tespit edilmektedir. Yine
Norsis Mahallesinin avârız tablosunda geçmemesi ve Gürcü Bey Mahallesinin 13
gibi yüksek bir avârız-hânesi ödemesi, benzeri bir uygulamanın varlığına işaret
etmektedir. Ayrıca mahalle isimlerinin defterlerde geçme sıklığına ait aşağıda verilen
tabloyla karşılaştırıldığında nüfus büyüklükleriyle defterlerde geçme sıklığı birbiriyle
paralellik arz etmemektedir. Örneğin avârız tablosuna göre 704 kişi tahmin edilen
Şehrûz Mahallesinin ismi 2-4 arasında geçmekte iken, 35 nüfus tahmin edilen Cami-
Kebir Mahallesi, defterlerimizde 14-23 arası sıklıkta geçmektedir.
Mahallelerin yıllara göre isim ve sayıları karşılaştırıldığında, karşımıza şöyle
bir tablo çıkmaktadır.
632 Örneğin, 16 R.E. 1083/30 Haziran 1673 tarihli kayıtta, kasabâ-i Harput’un 288 avârız-hânesinin olduğu ve her haneye 6 gurûştan 1 rub’ eksik gurûş tekabül ettiği belirtiliyor (HŞS 362 : 414).
160
1518
(TD)633
1523-1566
(TD)
1623-1640
(HŞS)634
1671-1673
(HŞS)
1691-1693
(HŞS)
1710-1712
(HŞS)
1 Aşçı Cami-i Kebir Ahi Musa Ağa Cami-i Şerif
Ağa Cami-i Şerif Ağa
2 Börekçi Pir Mehmet Gürcü Bey Arslaniye Ahi Musa Ahi Musa Ahmed Bey
3 Gürcü Bey Hoca Hasan Cami-i Kebir Ahmed Bey Ahmed Bey Alaca Cami
4 Hacı Satılmış Kaya Cuma Mescidi Alaca Mescid-i Şerif
Alaca Mescid-i Şerif Arslaniye
5 Hanke Medrese-i Hümmam Dere Hamamı Arslaniye Arslaniye Cami-i
Kebir 6 Hoca Hasan Mescid-i Ahi Musa Gürcü Bey Cami-i Kebir Cami-i Kebir Ebutâhir 7 Kadı Kayası Mescid-i Alaca Hacılı Cami-i Şerif Ebutâhir Esediye
8 Kaya Mescid-i Arslaniye Hoca Derviş Mescid-i Şerif Esediye Gökçe
Mescidi
9 Medrese-i Hümmam
Mescid-i Atik (Meydan) Huriye Hatun Ebutahir Gökçe
Mescid-i Şerif Gürcü Bey
10 Mescid-i Cuma Mescid-i Cedid Kozluca Esediye
Cami-i Şerif Gürcü Bey Hacılı
11 Norsis Mescid-i Muzaffereddin Meydan Cami Gökçe
Mescid-i Şerif Hacılı Hoca
12 Sinabud Mescid-i Müderris Molla Maksut Gürcü Bey Hoca Kale 13 Şehrûz Mescid-i Ortak Müderris Hacılı Karasofu Karasofu 14 Mescid-i Zahiriye Norsis Hanegah Mescid-i Şerif Meydan 15 Molla S. Ahmed Ortak Mescidi Hoca Meydan Müderris 16 Norsis Osman Kethüda Huriye Hatun Müderris Ortak 17 Sinabud Sara Hatun Karasofu Sara Hatun Sara Hatun 18 Şehrûz Sinabud Kozluca Zahiriye Zahiriye 19 Şehrûz Mescid-i Şerif Ortak 20 Meydan Şehrûz 21 Müderris 22 Ortak 23 Silahhâne 24 Sara Hatun 25 Sinabud 26 Şehrûz 27 Tepegöz 28 Ulu Cami 29 Zahiriye
Tablo 16 : Harput Şehrinde Bulunan Mahalleler (1518-1712)
Nitekim incelediğimiz dönemde Harput mahallelerinin cami gibi dinî yapılar
etrafında şekillendiklerini, isimlerini ise bu yerlerden ve kurucularından aldıklarını
633 Tahrirlere dayalı bu bilgiler Ünal’ın “Harput Sancağı” çalışmasından alınmıştır. (s. 204) 634 İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, C. I, s. 241. Belirttiğine göre bu tarihte Harput mahallelerine ait bilgiler, müellifin elinde bulunduğunu söylediği 1044 tarihli sicil defterinden alınmıştır.
161
somut bir şekilde tablodan görebiliyoruz635. Ayrıca tablodaki mahalle isimlerinin,
bilgisayar yoluyla ve yalnızca belgelerde geçenler arasından tespit ettiğimiz isimler
olduğunu belirtelim. Mahallelerin sayı ve isimlerinde meydana gelen değişiklikleri
mukayese için, klasik dönem tahrir defterlerinde geçen mahalle isimleri de tabloya
dâhil edilmiştir.
Tabloda dikkatimizi çeken yıllar, 1671-73 tarihleri arasıdır. Görüldüğü gibi,
bu tarihte 29 mahalle tespit edilmiş durumdadır. Bu kadar çok sayıda mahallenin bir
anda ortaya çıkması, ya da 1691-93 yıllarına gelindiğinde yaklaşık 10 mahallenin bir
anda ortadan yok olup gitmesi mümkün olamayacağına göre, bunun mantıklı bir
izahının olması gerekir. Bu aşamada düşünülmesi gereken, isimlerine belgelerde
sadece birkaç defa rastladığımız veya küçük olduklarını tahmin ettiğimiz bazı
mahallelerin, birleştirilmiş olabileceğidir. Bu düşünceden hareketle, her iki dönemde
mahallelerin belgelerdeki geçme sıklığını tespit ettiğimizde vardığımız sonuç, bu
konudaki tahminimizin doğru olabileceğini göstermektedir. Gerçekten de 1671-73’te
defterlerdeki kullanım sıklığı az olan Derviş Mescid-i Şerif Mahallesi, Cami-i Şerif
Mahallesi, Hanegâh Mahallesi, Huriye Hatun Mahallesi, Silahhâne Mahallesi,
Tepegöz ve Ulu Cami Mahalleleri 1691-93 tarihlerinde incelediğimiz sicillerde yer
almamaktadırlar.
Daha ileri tarihlere baktığımızda, yine bir taraftan yeni mahalle isimlerine
rastlanmaktayken, bazı mahallelerin varlığı bilinmesine rağmen isimlerine tesadüf
edilememektedir. Örneğin 1691-93 tarihlerinde olmadığı halde, 1710-12 tarihli
defterde Kale Mahallesi’nin ismine rastlıyoruz. Ancak yüzyılın sonlarında ismi
geçen Şehrûz (zimmîyan) mahallesi, 1710’larda geçmiyor. Oysa mahalle zimmîlerin
kalabalık olarak yaşadığı ve 19. yüzyıla kadar varlığını sürdürmüş bir mahalledir.
1690’larda Kale mahallesininin adı geçmezken, kale içinde böyle bir mahallenin
varlığını gösteren örneklere sahibiz636. Ancak belirtmek gerekir ki, demografik veya
malî sebeplerle duruma göre değişik uygulamalara gidilmesi mümkün iken, sicillerde
kısa aralıklarla ismine rastlanmayan mahallelerin, mutlak surette bir başka mahalleye
ilhâk edildiğini veya isminin değiştiğini düşünmek, bazen yanıltıcı olabilir.
635 Yukarıda Harput örneğinde görüldüğü gibi mahalle, aslında bir cami etrafında biçimlenen organik bir ünitedir. Aynı durum zimmîler için kilise etrafında söz konusudur. Bkz. İlber Ortaylı, “Osmanlı Kadı’sının Taşra Yönetimindeki Rolü Üzerine”, s. 99. 636 Elimizdeki bazı ev satış kayıtlarından, kale sakînlerinin karşılıklı ev alışverişinde bulunduklarını görüyoruz. HŞS 362 : 209.
162
Görülen bir diğer değişiklik ise, mahalle isimlerinin belgelerdeki kullanılış
biçimlerindedir. Cami veya mescit ile birlikte yazılan mahalleler, bu dönemde bazen
sadece ismiyle kullanılmaktadır. (Ağa ve Meydan Mahallesi gibi).
Söz konusu mahallelerin konumlarının şehir planına nasıl yansıdığı, belki ayrı
bir çalışmanın konusu olabilir. Ancak şehrin, tahrirde geçen ilk mahalleler etrafında
genişlediği söylenebilir. Araştarmalarla bu durum tespit edilmeye çalışılmıştır637.
MAHALLE İSİMLERİ
HŞS 382
(1661-1662)
HŞS 362
(1671–1673)
HŞS 391
(1691–1693) Ağa Cami-i Şerif 1 11 5 Ahi Musa - 11 3 Ahmed Bey - 9 11 Alaca Mescid-i Şerif 4 10 3 Arslaniye - 4 5 Cami-i Kebir (Ulu Cami ) 3 14 23 Cami-i Şerif - 2 - Derviş Mescid-i Şerif - 1 - Ebutâhir - 6 4 Esediye Cami-i Şerif - 11 4 Gökçe Mescid-i Şerif - 4 1 Gürcü Bey (G.M.) 2 3 6 Hacılı 3 6 5 Hangâh - 1 - Hoca - 9 6 Huriye Hatun 2 2 - Karasofu 1 21 7 Kale 1 - - Kayabaşı 2 - - Kozluca - 7 - Mescid-i Şerif - 1 2 Meydan 7 29 25 Müderris 1 10 6 Ortak 2 8 9 Silahhâne (Salhâne) - 2 - Sara Hatun 6 14 9 Sinabud (G.M.) 1 5 - Şehroz (G.M.) 1 2 4 Tepegöz - 1 - Ulu Cami - 1 - Zahiriye 1 6 5
Tablo 17 : Mahallelerin Defterlerde Geçme Sıklığı
Harput şehrinde mahalleleri süsleyen evlerin, genel olarak ahâlinin sosyal ve
ekonomik özelliklerine uygun olarak inşa edildiği söylenebilir. Dolayısıyla tarımsal
ekonomi ile iç içe yaşayan şehir sakinleri, evlerinin planında yaşam tarzlarına uygun
637 Mahallelerin yerleri, klasik dönemdeki hane ve nüfusları hakkında bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 198-203. Şehir planına yansımaları hakkında bkz. Ertuğrul Danık, a.g.e., s. 73-75. İshak Sunguroğlu, HarputYollarında, C. I, s. 239-376. F. Kırzıoğlu, “450 Yıl Önceki Harput Mahalleleri ile Nahiyeleri”, Yeni Fırat Dergisi, C.I, S. 17, Elazığ, 1963.
163
bölümler bulundurmak zorundaydılar. Bu açıdan bakıldığında bir evde özel hayatın
yaşandığı yerin dışında kışlık gıdaların konulduğu, kiler, ambar, kış damı ve ahur
gibi bölümler göze çarpmaktadır. Eve ait bu bölümleri, sicillere yansıyan çeşitli ev
satışlarından kısmen de olsa tespit edebilmekteyiz638. Örneğin 1671-73 tarihleri
arasında deftererde geçen toplam 115 satıştan 42 tanesi, 1691-93 arası 118 satıştan
69 tanesi sadece ev satışına aittir. Ortaya çıkan rakamlar, evin bulunduğu semte ve
evin özelliklerine göre çeşitlilik arz etmektedir. Örneğin evlerden bir kısmı harabe
olarak nitelendirilmekte ve ucuza satılmaktayken639, bazıları daha yüksek fiyata alıcı
bulabilmekteydi640. Bu ve benzeri tespitlerin yanında asıl yapmaya çalışacağımız,
ilgili belgelerden hareketle bir Harput evi hakkında, incelediğimiz tarihlerde ne tür
bilgilere ulaşılabileceği ve evlerin özelliklerinde ya da belgedeki tarif edilişlerinde
zamanla bir değişiklik olup olmadığını gözlemleyebilmektir.
Ev satış hüccetlerinin tamamında, öncelikle satılacak evin yeri az veya çok
tarif edilmektedir. Bu yapılırken evin civarındaki mülkler ve sahipleri belirtilmekte
ve ardından evin dış bölümüne ilişkin bilgiler verilmektedir. Örneğin Evâsıt-ı Şaban
1103/ Mayıs 1692 tarihinde Sarahatun Mahallesi’nde satışa konu olan bir evin yeri
tarif edildikten sonra “bir bâb sofâ ve bir bâb kış evi ve dâhilinde bir bâb kiler ve
matbah, haricesinde fevkâni bir bâb oda ve tahtâni ahur ve örtme ve kenefi ve tevâbi’
ve levâhıkı” ile birlikte, 150 esedî gurûşa satılmıştır641. Bir diğer belgede Cami-i
Kebir Mahallesinde yine bir evin civarı tarif edilmekte “fevkâni bir bâb oda, tahtâni
bir örtme, avlu ve kenefi tevâbi’ ve levâhıkıyla” 29 esedî gurûşa satılmaktadır642.
Aslında bu iki örnek üzerinde yapılacak karşılaştırma, incelediğimiz dönemde tüm ev
satışlarıyla ilgili uygulamaların ortak özelliğini yansıtmaktadır. Örneğin yaklaşık 20
yıl öncesinde yapılan bir ev satışını diplomatik (yazım) yönden ele alacak olursak; 2
638 Bu konuyla ilgili en ayrıntılı bilgileri, son zamanlara ait olsa da Sunguroğlu’nun eserlerinde bulabiliyoruz. “Harput Evleri ve Hususiyetleri” başlığı altında Sunguroğlu, tarihi Harput evlerinin bina yapısındandamına, tavanına, kapılarına, avlularına, selamlıklarına, harem ve sofalar ile mutfak, kiler ve tuvaletine kadar gerek yaşayıp gördüklerini ve gerekse de duyduklarını anlatmaktadır. Bkz. İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, C. II, s. 252-268. Harput evleri hakkında sanat tarihi ve mühendislik açıdan yapılmış bazı çalışmalar için bkz. Aysel Demirkol, “Geleneksel Harput Evlerinin Korunması ve Yaşatılması”, Dünü ve Bugünüyle Harput Sempozyumu (24-27 Eylül 1998),C. I, Elazığ, 1999, s. 339-355; Aynı seri içinde bkz., Halil Günek-Sabri Karadoğan, “Harput’ta Rekreatif Amaçlı Fiziki Mekân Düzenlemeleri ve Çevre Planlaması”, s. 339. 639 HŞS 391 : 147, 391 (Ortak Mahallesi’nde 5 esedî gurûş, Karasofu Mahallesi’nde 7,5 esedî gurûş). 640 HŞS 362 : 155, 462 (Ahmed Bey’de 800 esedî gurûş, Hoca Mahallesi’nde 312 esedî gurûş). 641 HŞS 391 : 48. 642 HŞS 391 : 246.
164
Muharrem 1082/15 Mayıs 1671 tarihinde Sara Hatun Mahallesindeki bir ev satış
hüccetinde evin yeri tarif edildikten sonra evin kısımları “mümtâz olan bir bâb sofa
ve bir kış damı ve bir bâb matbah ve bir bâb ahur, tahtında eyvânı ve avlu ve kenefi
müştemil” şeklinde tarif edilerek 100 esedî gurûşun yanında bir kara kılıç, bir at
eğeri ve bir miktar pamuk ve sabuna satılmıştır643. Örnekleri çoğalttığımızda, evlerin
benzer kısımlarının aynen tekrar edildiğini görmekteyiz. 1670’li yıllarda, satılan evin
kısımları daha az bazen hiç geçmemekte ancak bu durum, uygulamanın böyle olduğu
şeklinde bir yargıya varabilmek için yeterli değildir. On yıl daha geriye gittiğimizde
yani 1660’lardaki ev satış hüccetlerine baktığımızda da formel olarak belgenin aynı
şekilde düzenlendiğini görülüyor. Burada göze çarpan en önemli fark, kullanılan para
birimidir. Örneğin, Evâsıt-ı C.E. 1072/Ocak 1662 tarihli bir hüccete göre Müderris
Mahallesinde bir ev “bir bâb sofa önünde eyvanıyla ve bir bâb kış damı ve bir oda ve
bir bâb ahur ve bir eyvan avlusuyla kenefi ile kadîmi karlığıyla” ile birlikte 155
hurda akçeye satılmışken644, bir başka ev 100 gurûşu hurda ve 50 gurûşu riyâlî
olmak üzere toplam 150 gurûşa alıcı bulmuştur645.
Ayrıca defterlerde görüldüğü üzere, evin bedeli bazen para ve üstüne çeşitli
eşya veya mal ile ödenirken, bazen hiç parasız sadece mal ile ödenebilmekteydi646.
Örneğin Hoca Mahallesi’nde 14 C.E. 1133/13 Mart 1721 tarihli bir begede geçen
evin, 26 batman kahveye (batmanı 12 gurûştan toplam 312 gurûş eder) satıldığını
görüyoruz. Satış rakamının 312 gibi yüksek oluşu dikkat çekerken, belgeye yakından
baktığımızda evin eyvan, oda, ahır, sofa, kış evi, avlu, kenef ve merdiven başında bir
ilave evden v.s. ibaret olduğunu görmekteyiz647. İlginç olan, evin belgede Fazlı Bey
isminde bir kişinin evi ile mukayese edilip, onunla eş değerde tutularak değerinin
belirlenmesidir. Belgenin tarihi 18. yüzyılın ilk çeyereğine ait olduğu için Fazıl Bey,
bu dönemde ‘ayân veya eşrâftan zengin birisi olabilir. Şahitlerin tamamı, seyyid
unvanlıdır.
Tespitlerimiz arasında en yüksek rakamlı ev satışının, farklı tarihlerde olmak
üzere 800 esedî gurûşa Ömer Ağa’nın sattığı648, 600 esedî gurûşa Harput Alaybeyi
643 HŞS 362 : 46. 644 HŞS 382 : 46 645 HŞS 382 : 76 646 HŞS 391 : 98, 99 ; HŞS 362 : 98. 647HŞS 391 : 462. 648 HŞS 391 : 155.
165
Mustafa Ağa’nın aldığı evler için gerçekleştirildiği görülüyor. Evlerin geniş ve çok
işlevli oldukları belgelerde geçen “mümtâz olan içerili ve taşralı fevkâni ve tahtâni
buyût ve avlular ve tevâbi’ ve levâhıklarıyla” ifadelerinden anlaşılmaktadır649.
Ev satışlarının bir başka boyutu, alım-satımı yapılan evlerin taraflar açısından
hangi sebeplerle alınıp satıldığıdır. Bu açıdan bakıldığında, satışların çoğunlukla
normal gerçekleştirildiği anlaşılıyor. Bunların dışında borçtan dolayı, yahut aldığı bir
mülk ya da mal ile takas, mirastan kalan ev veya ev hissesi ya da ihtiyaç fazlasından
satış şeklinde de görülmektedir. Bunların haricinde, sadece tek belgede rastladığımız
bir uygulama var ki o da icâre vermektir. 1074/1663 tarihli belgede, Şehir Kethüdâsı
Bekir ve Havâs Meliki Hokâs tarafından bir evin kiralanması konu edilmektedir. Bu
kiralama şahsi olmayıp resmî bir görevle “şehre gelen misâfir içün” ve bir yıllığına
45 gurûşa kiralanmaktadır. Kira şartlarından birisi, evlerin sergisiyle ve lazım olan
tüm malzemesi ile birlikte kiralanmasıdır. 45 gurûş kiranın ise, bedel-i beldârdan
sâlyâne olunması karara bağlanmıştır650. Nitekim masraf kayıtlarından “gelen
mübâşirler içün ev kirası” adı altında bir paranın ayrıldığı görülüyor651.
Özetlersek, ev satışlarıyla ilgili incelediğimiz belgelerde Harput evlerinin
klasik bölümleri olan sofa, oda, matbah, avlu, kiler, ahur, eyvan, kış damı (tabhâne),
karlık ve kenef gibi dış kısımları belirtilmektedir. Evin içindeki odaların açıldığı yer
olan sofa, ev halkının bir arada oturdukları önemli bir mekândı. Bazı kaynaklarda
sofaların sokağa bakan pencerelerinin bulunmadığı, daha çok iç avluya baktığı
belirtiliyorsa da, günümüzde eski Harput evleri üzerinde yapılan çalışmalarda bazı
evlerdeki sofanın pencereli ve açık bir alana baktığı belirtilmektedir652. Aslında bu
durum, Osmanlı aile yapısının mekân örgütlenmesinde ve fiziksel biçimlenişindeki
bir yansımasıdır653. Evin fiziki durumuyla ilgili örneğin çatısı, penceresi, yapıldığı
649 HŞS 362 : 73. (Alaybeyi Mustaf Ağa 100 gurûşu peşin, geri kalan 500 gurûşu da zeâmeti olan köylerin mahsûlatıyla takâs etmektedir (11 Muharrem 1083/9 Mayıs 1672). 650 HŞS 368 : 460. 651 HŞS 368 : 451, 456. 652 Bkz. Aysel Demirkol, a.g.m., s. 345. 653 İslam dini Türk konutunda kimi ortak nitelikleri belirlemiştir. İslam toplumunda aile kavramı içe kapalılık, gizlilik ve temizlik gibi değerler içerir. Ev içe dönük bir aile kavramının ifadesidir. Aile yaşantısının hareket alanı ev içi ve bahçe, yüksek bir duvarla dış dünyadan ayrılmıştır. Tek katlı evler dışındaki zemin kat, duvarın bir parçası olara değerlendirildiği için penceresiz veya az pencerelidir. Bkz. Ayla Ödekan, “Konut”, Türkiye Tarihi 3: Osmanlı Devleti 1600-1908, (Edt. Sina Akşin), İstanbul, 1988, s. 398-404. Bkz. Sedat Hakkı Eldem, Türk Evi Plan Tipleri, İstanbul, 1954; Erdem Aksoy, “Ortamekân: Türk Sivil Mimarisinde Temel Kuruluş Prensibi”, Mimarlık ve Sanat, S. 7-8, İstanbul, 1963, s. 39-92.
166
malzeme, içerisinde çeşmesinin olup olmadığı654 gibi bilgiler, belgelerde geçmezken
fevkâni gibi bazı ifadelerden, en yüksek binanın iki katlı olduğunu anlayabiliyoruz.
Bu durumda örneklerden takip edebildiğimiz kadarıyla zemin kat ve bahçede ahır,
samanlık, kiler, mutfak yer alırken; iki katlı evlerde üst katlarda yeme, yatma,
dinlenme ve konuk ağırlama gibi etkinliklerin yapılabileceği bir düzen kurulu olsa
gerektir. Tespitlerimize göre evler genellikle tek katlıdır. Genelde kerpiçten yapılan
evlerin toprak damla örtülü olduğunu, damdan düşüp ölen birisinin keşfiyle ilgili
hüccetten öğreniyoruz655. Ayrıca evlerin belli bir düzen içerisinde sıralandığını,
gelişi güzel veya başkalarını rahatsız edecek tarzda ev yapımına izin verilmediğini
yine bazı belgelerden anlıyoruz656. Birçok evin harabesiyle birlikte satılması, bir
kısmının bakımsız veya yıkık-dökük olduklarının göstergesi olabilir657. Bunun
dışında evlerin malî değeri, bulundukları mahallelere, alıcılarının maddi durumlarına
ve kimliklerine göre değişmektedir. Evleri satıldıkları fiyatlara göre ve şehir geneline
yaydığımızda ise, Müderris, Meydan, Ağa, Ahmed Bey, Sara Hatun, Hoca ve Cami-i
Kebir Mahallelerindeki evlerin biraz daha pahalı olduğunu görüyoruz. Ancak
kullanılan defterlerde geçen rakamlar arasında büyük farkların oluşu ve kimi zaman
aynı mahallede olmalarına rağmen satılan iki ev arasında bile bu farkın yüksek
oranda gözlenmesi, bu konuda bir genelleme yapmamızı güçleştirmektedir. Şehirdeki
ehl-i örf ile ehl-i şer’in, şehrin hangi alanında yaşamayı tercih ettikleri hakkında
yapılmak istenen tablodan, belgelerdeki bilgi eksikliği yüzünden bir sonuç
çıkmamaktadır.
Neticede günümüzdeki gibi, Sara Hatun Cami’i ile Sûk-ı Sultanî şehrin
merkezini teşkil etmekteydi. Batıda şehrin girişinde yer alan Dağ Kapı’sından
başlayıp kaleye kadar uzanan ana cadde, şehrin en hareketli ve ağırlık noktasıydı. Bu
cadde üzerinde camiler, hamamlar ve çeşiti çarşılar yer alıyordu. Günümüze kadar
varlığını koruyabilmiş küçük kalıntılardan bu durum kısmen anlaşılabilmektedir.
654 Az da olsa bazı belgelerde evin kuyusu zikrediliyor. HŞS 382 : 83. 655HŞS 362 : 163. Günümüzde Harput’ta geleneksel sivil mimariye ait çoğu taştan ve kısmen de kerpiçten yapılmış üzerleri toprak damlı, çıkmalı (şahnişinli) evlerin çok az örneği kalmıştır. Hele bazı kaynaklarda geçen ve “davraza” adı verilen kemerli büyük kesme taşlardan yapılmış haremlik-selamlık gibi kısımları olan büyük yapılı konaklardan günümüze eser yoktur. 656 HŞS 391 : 134; HŞS 382 : 362. 657 Nitekim 17. yüzyılda Anadolu’yu gezmiş bazı seyyahlar, şehirdeki evler ve iskân edilmiş binaların bakımsızlığına rağmen cami, han, kervansaray ve imâret gibi sosyal yapıların devamlı onarım gördüğünden bahsetmektedir. Bkz. Gülgün Üçel-Aybet, Avrupalı Seyyâhların Gözünden Osmanlı Düyası ve İnsanları 1530-1699, İstanbul, 2003, s. 614.
167
D- Ticâret ve Sanat Yerleri
Osmanlı şehirlerinde her malın belirli yerlerde satıldığını ve buralara han,
kapan ya da çarşı denildiğini biliyoruz. Bunlardan daha büyük, yani çarşıların da
içinde yer aldığı büyük ticaret yerlerine Harput’ta “sûk-ı Sultanî” (Sultan Çarşısı)
ismi verilmektedir. Bu çarşıların dışında kurulan pazarlar da, şehir halkı için
ihtiyaçların giderilebildiği önemli alış-veriş merkezleriydi. Bu özelikleri sebebiyle
Osmanlı, fizikî yönden şehir ve kasabayı “cum’a kılunur ve bâzârı durur” yer olarak
tanımlamaktadır. Osmanlı kanununa göre ise han, hamam, bedesten ve kervansaray
bina edilmişse o yer kasabadır. Şehir ve kasaba içindeki topraklar tarım dışı
faaliyetlerin yapıldığı yer olduğu için mîrî arazi değildir658. Osmanlılarda ki esnaf
çarşıları, önemlerine ve dinî hizmetlerle ilişkilerine göre camiden, şehrin kapılarına
doğru bir sıralama içerisinde görülmekteydiler659.
17. yüzyılda Harput’a uğrayan Evliya Çelebi, bu tarihlerde şehirde 600
dükkânın varlığından bahsetmektedir ki660, bu abartılmış bir rakam olmalıdır. Zira
çalıştığımız sicillerde bu durum açıkça görülmektedir. Elimizdeki mukâta’a iltizâm
beratlarında geçen ticâri faaliyetlerden alınan vergiler, avârız vergilerinin esnafa
paylaştırıldığı sâlyâne kayıtları, ev ile mülk satışlarında yapılan çevre tarifleri ve
mahkemeye yansıyan ticarî konulardaki niza davaları dışında hiçbir yerde, esnaf ve
bunlara ait çarşı veya başka mekânlar hakkında bilgi edinemiyoruz. Edindiğimiz bu
bilgiler de, sadece isimleriyle sınırlıdır. Bulundukları mahalle, cadde v.s. ismi ne
yazık ki, çoğunlukla belirtilmiyor. Dolayısıyla belgelerden edindiğimiz ipuçlarıyla
yapılabildiği kadar şehirdeki ticâri mekânları tespit etmeye çalışacağız.
Anlaşıldığı kadarıyla şehirdeki en büyük çarşı Harput sûku ismiyle bir vergi
kaydında geçen ticaret merkezidir661. Belgede görüldüğü üzere çarşıdaki her bir
dükkan dolap ismiyle ve çarşı içindeki konumuna göre yola yakın, kemerin dibinde,
sağda-solda gibi tarif edilmekte ve fülûs (bakır) para birimiyle vergilendirilmektedir.
658 Özer Ergenç, “Osmanlı Şehirlerindeki Yönetim Kurumlarının Niteliği Üzerinde Bazı Düşünceler”, VIII. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, C. II, Ankara, 1981, s. 1265. 659 Özer Ergenç, “Osmanlı Şehrinde Esnaf Örgütlerinin Fiziki Yapıya Etkileri”, Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi (1071-1920), (Ed. Osman Okyar-Halil İnalcık), Ankara, 1980, s. 105. 660 Evliya Çelebi, Seyahatnâme, C. 3, s. 218. 661 HŞS 368 : 458 (Evâil-i C.E. 1074/Aralık 1663)
168
Bu çarşının belgelerde geçen sûk-ı Sultanî ile aynı olup olmadığını
bilemiyoruz662. Çarşının şehrin neresinde yer aldığı yine belirtilmezken, bazı
belgelerde geçen bedesten in bu günkü Kurşunlu Cami’nin bulunduğu ve Kömür
meydanı denilen yerde olduğu daha önce tespit edilmiştir663. Haziran 1692 tarihinde
bir demirci dükkânının satışı sırasında dükkânın yeri tarif edilirken, dükkanın terzi ve
nalbând dükkanları ve bezistân harâbesi ile bitişik olduğundan, Ekim 1692 tarihli bir
başka belgede ise sadece bezistana bitişik dükkanlardan bahsedilmektedir664.
Belgede kale sakinlerinden Mehmed Bey’in bir mescide vakfettiği dükkânlarının,
vakıf yönetimince iyi korunmadığı için harabeye döndüğünü, mahkemeden keşif
talebinde bulunduğu anlaşılıyor. Bu şekildeki örnekler, incelediğimiz dönemde
karşımıza sıklıkla çıkmaktadır. Örneğin bir cami vakfı adına kiralanan dükkan ve
hamamlar harabe olduklarından tamir edilmeleri şartıyla kiraya verilmektedir665.
Şehir genelinde göze çarpan hâli ve harâbe yapıların, 1604 yılında şehri istila
eden Tavil Mehmed ve adamlarının yağmalarıyla ilgisi muhakkaktır666. Hatta şehirin
ele geçirilip yağmalanması sebebiyle Harput ve çevresinin nüfusu azaldığı gibi, bir
çok ev, han, hamam ve çeşme tahrip olduğundan uzun süre kullanılamaz hale
gelmiştir. Nitekim verilen örneklerde görüldüğü gibi, 17. yüzyılın ortalarında bile bu
eserlerin tamire muhtaç olduklarını sicillerdeki kayıtlardan takip edebilmekteyiz667.
Şehirdeki esnaf çarşılarına baktığımızda, aynı gruptan esnaflar mesleklerinin
ismiyle anılan çarşılarda çalışıyorlardı. Kasaplar, nalbandlar, semerciler, sarâçlar,
pabûşçular çarşısı veya kuyumcular sokağı668 gibi. Bu esnaf grupların isimleri, vergi
kayıtlarında sıkça geçmektedir. Ancak yine bu çarşıların hangi sokak veya mahallede
bulunduğu hakkında, bazı ipuçları dışında kesin bilgilere rastlanmamaktadır. Ayrıca
görüldüğü kadarıyla bu esnaf dükkânlarından bazıları, çarşıların dışında ve mahalle 662 HŞS 362 : 173. 663 HŞS 362 : 177. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 221. Bedesten, büyük tüccarların bulunduğu ve transit ticarete konu olan malların alınıp satıldığı kapalı pazar yeridir. Şehirde ülkeler ve şehirler arası pazar için üretim yapan sanat dallarının bedestene en yakında bulunması, onları temizlik ve sağlık yönünden problemleri olmayan iş kollarının izlemesi, debbâğlar ve boyacılar gibi akarsuyu gerektiren mesleklerin şehir kenarında ve bir nehir yanında icra edilmiş olması, Osmanlı şehirlerinin çarşı ve pazar düzenidir. Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 50. 664 HŞS 391 : 107, 72. 665 HŞS 362 : 127. 666 M. Ali Ünal, “Şer’iyye Sicillerine Göre Harput’taki Eserlerin Korunması Hususunda Halkın ve İdarenin Tutumu”, Osmanlı Devri Üzerine Makaleler, s. 70. 667 HŞS 362 : 297. 668 HŞS 362 : 333.
169
aralarına dağılmış durumdaydılar669. Çarşıların yeri tespit edilemediğinden, belki de
isimlerine mahalle aralarında rastladığımız dükkanlar, buralarda bulunan çarşıların
içerisinde yer almaktaydılar. Örneğin Evâsıt-ı Ramazan 1104/Mayıs 1693 tarihli bir
dükkan satışında dükkanın Meydan sûkunda vâki olduğu kayıtlıdır670. Vergi kayıtları
ve şühûd’ül-hâller içerisinde isimleri geçen esnaflara bakılırsa bir Osmanlı şehrinde
olması gereken çoğu sanat kolunun Harput şehrinde de mevcut olduğu anlaşılıyor.
Elbette ki mekânlarının sicillerde açık olarak belirtilmemesi, sayıca az veya çok
oldukları hakkında bir değerlendirmede bulunulmasını güçleştirmektedir. Dolayısıyla
bu konuda esnafa isabet eden vergi miktarlarına ait kayıtların rakamsal olarak
tabloya dönüştürülmesi, sayıları ve şehir ekonomisindeki rolleriyle ilgili yapılacak
tahminlerde önemli ip uçları içermektedir.
669 HŞS 391 : 265, 267. 670 HŞS 391 : 266.
170
Tablo 18 : Harput Şehrinde Faaliyet Gösteren Esnaf Grupları
Tabloya göre en fazla vergi ödeyenler sırasıyla attarlar, bakkallar, kasaplar,
debbâğlar ve pabuşçulardır. Tablodaki vergi miktarlarının esnafın sayısı oranında
toplandığını farzedersek, bu rakamlar aynı zamanda şehirdeki esnaf guruplarının
671 HŞS 361 : 417. (Avârız Esnâfı) 672 HŞS 362 : 400. (Menzil Sâlyâne Defterinde Esnafa İsabet Eden Vergi) 673 HŞS 362 : 401.(Leh Seferi İçir Ordu-Bazar Salyanesi) 674 HŞS 362 : 525.( Vali Hasan Paşa Tarafından Sâlyâne Olunan Bez Bahâsı) 675 HŞS 362 : 402 (Hasan Paşa Razı Olmadığı İçin 200 Guruş Zamla Tekrar Toplanan Bez Bahâsı) 676 HŞS 362 : 343. (Kanice Kalesi’nin Fethi İçin Donanma Sâlyânesi) 677 HŞS 391 : 384. 678 HŞS 391 : 299. 679 HŞS 362 : 507 (Harput Beyine Kumaş Bahâsı). 680 HŞS 391 : 357. (Şahin Mehmed Paşa’nın 1692 tahinide esnafa isabet eden nüzûl bahâsı)
ESNAF GURUBU
Avârız 1672671
Menzil Sâlyâne 1672672
Ordu Bazâr
Sâlyâne1672673
Bez Bahâ
I 1672674
Bez Bahâ
II 1672675
Donanma Sâlyânesi
1673676
Nüzûl
1691677
Nüzûl
1692678
Kumaş Bahâsı679
Zâhire Bahâsı680
Allâf 5
3, 5
5, 75
1, 25
2
9, 73
8
4
1
10
Aşçı 1 3 1 - - 2 2, 25 1,5 0, 25 4 Attâr 40, 5 29 51 10 20 87 42, 25 33 10 70 Baharatçı - - - - - - - - - 5 Bakkal 20 14, 5 23 4, 5 8, 5 39 42 18 4, 5 70 Berberân 14 10 15, 5 3, 75 5, 5 26 18 9 3, 75 20 Cüllah 6, 5 4, 5 - - - 10 - - - - Debbâğ 28 21, 5 34 6, 5 13 58, 5 - 22 1, 75 70 Demürcü 5, 5 4 6, 5 1, 35 2 10, 75 5 3 1, 25 7 Ekmekçi 13, 5 8 15, 5 3 5, 5 26 21, 25 10 3 30 Eskici 10 7, 25 11, 75 2, 25 4, 25 19, 5 14 7 3, 25 20 Kalaycı 4, 5 2 5, 25 1 1, 5 8, 5 4, 75 3 1 7 Kassâb 28 - 31, 5 6, 25 12, 5 54 42 32, 25 6, 25 70 Leğenci - - - - - - - - 1,5 - Messak - - - - - - - - 1, 5 - Mutaf 1, 5 1 2 1, 5 0, 5 3 2, 25 2 1, 5 4 Nalband 6, 75 4, 5 7, 75 1, 5 3 13 7, 75 5 1, 5 10 Nalçacı 6, 75 2 7, 5 1, 5 2, 5 13 11, 25 9 - 18 Neccâr 4 2, 5 4 2, 5 1 7, 75 3 2, 5 3, 25 - Pabuşçu 16, 5 12 19, 25 3, 75 7, 25 32, 5 21 10 3, 75 30 Saka 1, 5 1 2 0, 25 0, 5 3 - - 1, 5 5 Sarâc 2, 75 2 2, 5 1, 5 1 5, 5 5, 5 3, 5 0, 75 - Semerci 4, 5 3 5, 25 1 1, 5 8, 75 6, 5 4 10 10 Uncu 0, 5 1, 5 2, 5 1, 5 1 4, 5 4, 25 2, 5 0, 5 6 Zimmiyân - - 170 - 80 186 - - - -
TOPLAM 225 Guruş
136, 75 Guruş
422, 5 Guruş
53, 35 Guruş
173 Guruş
627 Guruş
261 Guruş
166, 25 Guruş
70 Guruş 412 Guruş
171
büyüklüğünü gösteren bir ölçü olarak da kabul edilebilir. O halde attar681, bakkal,
kasap, debbağ ve pabuşçuların şehirdeki en kalabalık esnaf gurubunu oluşturdukları
söylenebilir.
Ticaret yolları üzerinde ve klasik dönemde kervanların gelip geçmesiyle canlı
bir ticaret merkezî olduğu tahrirlerdeki vergi miktarlarından anlaşılan Harput
şehrinde68217. yüzyılın ortalarından itibaren bu ticarî hareketlilik kaybolmuştur. Bu
açıdan bakıldığında, şehirdeki diğer önemli bir ticarî mekân olan hanların varlığı
önemlidir. Ancak incelediğimiz dönemde Harput şehrindeki hanların varlığının veya
sayılarının belirlenmesi, elimizdeki belgelere göre mümkün görünmemektedir683.
Çeşitli amaçlarla günü birlik veya daha uzun süreliğine şehre gelenlerin nerede
kaldıkları hakkında tespit ettiğimiz birkaç belge, bu konuda nispeten aydınlatıcı
bilgiler içermektedir. Söz konusu belgelerden, mesela ticaret amacıyla şehre
dışardan gelenlerin, geliş amacına göre ilgili olduğu esnaftan kimselerin evlerinde
misafir edildikleri anlaşılmaktadır. Örneğin 9 Şaban 1083/29 Kasım 1672 tarihli bir
belgeden kumaş boyası işiyle uğraşan Deli Mehmed isimli bir kişinin Bağdat’tan
ticaret için Harput’a geldiğini ve boyacı Yusuf’un evinde684, Kayseri’den deri almak
için gelen Mustafa ibn. El-Hac İbrahim’in ise kasap Kaya’nın evinde ağırlandığını
görmekteyiz685.Oysa hatırlanacağı üzere şehre gelen resmi görevlilerin (mübaşir
v.s.) ağırlanması için ev kiralanmıştı.
E- Dini ve Sosyal Yapılar
Harput şehrinde mahallelerin diğer Osmanlı şehirlerinde de görüldüğü gibi
genellikle civarında kuruldukları cami, mescid, türbe gibi yapılar ve kurucularının
isimleriyle anıldıklarını belirtmiştik. Örneğin Ağa Cami’-i Şerif Mahallesi, Cami’-i 681Attarların satışını yaptıkları ürünler günümüzde de özellikle tedavi maksadıyla kullanılmaktadır. Tedavi maksadıyla kullanılan ürünlerden dolayı meydana gelebilecek bazı kayıplar konusunda attarlara sorumluluk yüklenmiştir. Örneğin solucan otu yerine sıçan otu veren bir attarın ölüme sebebiyet vermekten dolayı hapsi istenmektedir. Bkz. Tahsin Özcan, a.g.e., s. 149. 682 Kervanların taşıdıkları mallardan alınan tamgâ-i siyah, bâc-ı ‘ubûr ve şehirde satılan mallardan alınan diğer vergiler 1518’de 55.000, 1523’te 127.367, 1566’da ise 130.000 akça tutuyordu. Alınan bu vergiler, tüm sancak gelirlerinin %10’u gibi önemli bir yekün oluşturuyordu. Bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s.146. 683 1310/1892-93 tarihli Mamuretü’l-azîz salnâmesinde Harput’ta 20 han ve 800 dükkanın varlığından bahsedilmektedir. Ahmed Aksın, 19. Yüzyılda Harput, s. 147. (İsimleri verilmediği gibi yerlerinin de tarif edilmemesini ihtiyatla karşılamak gerekiyor) 684 HŞS 362 : 515. 685 HŞS 362 : 173.
172
Kebir Mahallesi, Ahi Musa ve Karasofu Mahalleleri gibi. İncelediğimiz dönemde
aynı yapının devam ettiği, yani isimlerinin mahallelere verildiği cami ve benzeri
yapıların çoğunun faaliyette olduğu anlaşılıyor. Bu konudaki en önemli bilgilerimiz,
söz konusu cami, mescid, zâviye ve türbelere imam, müezzin, cüzhân, duagû,
türbedar ve vâiz ile buraların vakıfları için câbi, mütevelli, katip ve aşçı atandığını
gösteren tayin beratlarıdır686. Ancak incelenen tarihlerde bu yapıların tamamını
gösteren bir liste oluşturulamadığı için687 faklı tarihlerde bu mekânların durumları
hakkında bir karşılaştırma yapmak güçtür. Fakat her biri için birer vakıf gelirinin
tahsis edilmiş olması688, bu yerlerin fizikî ve idarî (görevli atanması v.s.) açıdan uzun
süre ayakta kalmış olabileceklerini gösteriyor.
Bunun yanında mektep ve medreselerin bulunduğu şehirde, sayıları ve yerleri
bilinmemekle beraber689, aynı isimle kuruldukları camilerin iç kısmında veya
yakınında oldukları anlaşılıyor. Örneğin, 21 C. A. 1103/10 Mart 1692 tarihli tayin
beratına göre Cami-i Kebir avlusu içinde yeni inşâ edilen mektebe Seyyid Halil,
“halife” olarak atanmıştır. Günlük on akçe ücreti cizye malından karşılanacaktır690.
Şehirdeki zimmîlerin ibadet ettikleri kiliselerin isimleri geçmese de, varlıkları
bilinmektedir. Örneğin, Evâil-i R.E. 1104/Kasım 1692 tarihli bir hüccetten
öğrendiğimize göre, zimmîlerce meskûn olan Gürcü Bey mahallesindeki bir ev,
“kilise-i mezkûr fukârasına vakf olmak vechiyle” bağışlanmıştır691. Yine kiliselerin
686 HŞS 391 : 98, 324, 365; HŞS 362 : 388, 436, 440, 448. 687 Muhtelif tarihlerde Harput’taki cami, mescit, türbe, medrese, zâviye ve diğer yapıların kimliklerine ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz. İshak Sunguroğlu, a.g.e., C I, s. 259-376. M. Ali Ünal, a.g.e.,s. 205-222. 688 Haput Kalesi reisi Ahmed'in, Cami-i Şerif evkâfı mütevellisi vekili olan es-seyyid Ahmed Çelebi ibn-i Seyyid Mustafa huzurunda satın aldığı etmekçi dükkanının yarısı ile yanındaki bakkal dükkanını, Cami-i Şerifin mum yağı ihtiyacını karşılamak için vakfeylediğine dair bkz. HŞS 391 : 250, 424… 689 Harput şehrindeki medreseler hakkında bilgilerimiz daha çok 19. yüzyıla aittir. Sunguroğlu kitabında (C. II, s. 21-31) kaynak belirtmeden (muhtemelen salnamelerden yararlanarak) Harput merkezde 19, bu günkü Elazığ ilinin bulunduğu il merkezinde ise 4 adet medresenin varlığından bahsetmektedir. Ayrıca üç büyük kütüphanenin yanında 16 medrese kütüphanesinin mevcudiyetinden ve bu kütüphanelerde kendi yaptığı hesaplamalara göre yaklaşık 10 bin ciltten fazla kitabın bulunduğunu ifade etmektedir. Bu rakam kesin olmamakla birlikte, bahsedilen kitaplardan çok az da olsa bir kısmı günümüze kadar gelebilmiştir. Bir bölümü Süleymaniye Kütüphanesi “Harput Yazmaları”bölümünde korunan bu kitaplar için bkz. Ahmet Buran, “Elazığ İl Halk Kütüphanesindeki Yazma Eserler”, Fırat Havzası Yazma Eserler Sempozyumu(5-6 Mayıs 1986), Elazığ, 1986, s.177-182. 690 HŞS 391 : 429. 691 HŞS 391 : 120.
173
varlığını, 9 Muharrem 1103/2 Ekim 1691 tarihinde şehirdeki kiliseleri teftişe çukadâr
tayin edildiğini bildiren bir berat suretinden öğrenmekteyiz692.
Şehrin vaz geçilmez unsurlarından olan hamamların durumuna gelince, 17.
yüzyılın ortalarında Harput’tan geçtiğini belirttiğimiz Evliya Çelebi’nin belirttiğine
göre Cemşid, Dere ve Kale Hamamları şehrin en büyük hamamlarıdır693. Elimizdeki
belgelerden bu hamamların varlığını teyid edebiliyoruz. Cemşid hamamının kiraya
verilmesinde yaşanan nizalar ve hamamda çıkan kavgalar mahkemeye kayıtlarına
yansımıştır694. Hamamın Sara Hatun Camisi’nin yanında olduğu bilinmektedir.
Ayrıca kiraya verildiğine bakılırsa, bir vakfa ait olması muhtemeldir695. Aynı şekilde
ismi geçen kale hamamı da yine kiraya verilmek suretiyle işletilmektedir696. Bu
tarihte daha önce ismine rastlamadığımız bir hamamdan bahsedilmesi, ilk bakışta
sonradan inşa edilmiş izlenimi verse de, belgenin devamında harabe ve tamire
muhtaç olduğu anlaşılıyor. Evâsıt-ı Safer 1083/Haziran 1672 tarihli belgeye göre
ismi “Sıvacı Hamamı” olan yer, asıl sahibi Siyavuş Ağa’nın Diyarbekir’de oturması
üzerine, işletmek için Seyyid Mustafa Çelebi tarafından kiralanmıştır. Kendisi
hamamı görmeden kiralamış olacak ki, gördüğü harabe karşısında aldatıldığını
düşünerek mahkemeye başvurmakta ve keşif taleb etmektedir697. Keşif sonunda,
“106 gurûş ile ancak vücûda gelür” denilerek tahliyesine karar verilmiştir.
Sonuçta verilen örneklerden de anlaşıldığı gibi, incelediğimiz 17. yüzyılın
ikinci yarısına ait dönemde şehrin fiziki görünümü ve genel mimarisinde bariz bir
yıpranmışlık göze çarpmaktadır. Han, hamam, çeşme, medrese, cami ve zâviye gibi
şehrin önemli yapılarıyla, daha önce bahsettiğimiz ticarî ve askerî amaçla kullanılan
yol güzergâhlarında bulunan hanların zamanla harâbe duruma gelmelerindeki en
önemli sebep, şüphesiz ticarî hayattaki canlılığın kaybolması ve ardından yaşanan
692 HŞS 391 : 307. 693Evliya Çelebi, Seyahatnâme, C. III, s. 218. Ayrıca 120 “hânedân” hamamından bahsetmektedir. 694 HŞS 362 : 63, 64, 194… 695 18. yüzyıla ait bir evkâf defterinde, Harput’ta 24 adet vakıf olduğu görülmektedir. Bkz. M.Ali Ünal, “Osmanlı İmparatorluğunda Vakıf ve 16. Yüzyılda Harput’taki Vakıflar”, Osmanlı Devri Üzerine Makaleler, s. 24. 696 HŞS 362 : 267. 697 Bu belgenin bir diğer özelliği, keşfi yapılan yerin fiziki niteliklerinden bahsedilmesidir. Su akan olukların kemerinin yıkılarak suyun akmasını engellediği, gusûlhane ve ambarının harabe olduğu, hamam damında ve sıvasındaki toprağın dökülerek tuğla ve taşların ortaya çıktığı mahkemede keşfe giden Feyzulah Çelebi tarafından dile getirilmektedir. HŞS 362 : 127.
174
toplumsal ve ekonomik çöküntüdür698. Celali eşkiyasının şehirde yaptığı tahribatı da
eklemek gerekir.
698 Şehirde bulunan tarihi yapıların birkaçı dışında tamamen ortadan kaybolması, Harput’un Elazığ’a taşınmasından sonra başlamış ve son yıllarda bilinçsizlikten dolayı daha da hızlanmıştır.
175
SONUÇ
17. yüzyılın ikinci yarısında Harput’un konu edildiği bu çalışmadaki amaç,
bir ara geçiş veya değişim dönemi olarak nitelendirilen bu yüzyılda, 1661-1693
tarihleri arasında Harput Sancağı’nda mekânın kullanımı ile bu mekân üzerindeki
yönetim örgütlenmesini (örfî, şer’î) değişim özelliğiyle sorgulayarak anlamaya
çalışmaktı. Diğer bir deyişle, sancağın klasik dönemi için önceden bilinen bazı
özelliklerinin, 17. yüzyılın ikinci yarısında nasıl bir görünüme kavuştuğu noktasında
somut gelişmeler ekseninde değişimin izlerini sürülebilmesiydi.
Nitekim incelenen kaynaklardan elde edilen verilere göre değişimin izlerini
mevcut yapı üzerinde göstermeye çalışırken, diğer yandan klasik dönemdeki pek çok
uygulamanın hâlen devam ettiği ve bu arada yeni uygulamaların da boyut kazandığı
17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sancağın, değişim faktörlerinden ne ölçüde
etkilendiği veya ne gibi değişikliklerin yaşandığı, bunların en çok kendini hangi
alanlarda hissettirdiği veya farklılaşmanın nerelerde görülmediği noktasında bazı
tespitlerde bulunuldu. Ayrıca bilgisayar destekli yeni bir yöntemle sürdürülen bu
çalışma sonucunda Harput Sancağı’nın klasik dönemdeki durumuyla, 17. yüzyılın
ikinci yarısındaki durumunu çeşitli yönlerden karşılaştırıldı.
Bu bağlamda ilk olarak mekân organizasyonu içinde ve sancak-kaza ilişkisi
çerçevesinde Harput’un Osmanlı taşra idaresinde oluşturulan birimlerin sınırları ve iç
taksimatını etkileyen faktörler yönünden durumuna bakıldığında, şehrin etrafındaki
kırsal alan ile sağladığı olumlu bütünlüğün, klasik dönemdeki gibi 17. yüzyılın ikinci
yarısında da devam ettiği görülmektedir. Harput şehri bu tarihte de yine sancağın ve
aynı isimle anılan kazanın merkezidir. Şehir bir taraftan sancak sınırları içerisinde
kalan yakın çevresindeki kırsal alandan beslenirken, aynı zamanda bu kırsal çevre ile
adlî ve idarî ilişkiler içerisindedir. Çevresiyle ulaşılabilirliği ise mîrî örgütlenmelerle
sağlanmaktaydı.
Sancak sınırları, neredeyse bu günkü Elazığ il sınırları içerisinde kalan ve
yaklaşık 3200 km²’lik bir alana yayılmıştır. Tek kazadan oluşan ve tımar nahiyeleri
ile kaza dairelerinin aynı alanlar üzerinde bir nevi örtüştüğü sancakta, tahrirlerin
yapıldığı 1518-1566 arasında sancağa bağlı nahiye sayısı 5-7 arasında değişmektedir.
Farklı anlamlarına rağmen, temelde bir sancakta tımar sisteminin uygulandığı
alanlar ile kaza dairesi içinde ve kadı tarafından tayin edilen bir nâibin bulunduğu
176
bölgenin adı olarak bilinen nahiye, tek kazadan müteşekkil Harput Sancağı’nda
coğrafi farklılıkların belirlediği farklı özellikteki bölgeleri ifade etmektedir. Örneğin
Uluâbâd ve Kuzâbâd nahiyeleri, aynı isimle anılan ova ve bölgenin kapladığı alanları
belirtmektedir.
1646’da avârız-hânelerinin tespiti için yapılan tahrirde nahiye sayısı 3’tür.
Uluâbâd, Kuzâbâd ve Behrimâz adlı bu nahiyeler, muhtemelen avârız türü vergilerin
sancağa tevzi’inde kolaylık sağlanması için diğer nahiyelerin birleştirilmesiyle
oluşturulmuştur. Nitekim, 17. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde sicillerde yaklaşık
16 nahiye ismi geçmektedir. Oysa aynı tarihlerde avârız türü vergilerin tamamı, 1646
tarihli nahiye düzeni esas alınarak 3 nahiye üzerinden taksim edilmektedir. Bu
uygulamanın 19. yüzyılın ortalarına kadar aynen devam ettiği görülmektedir.
Klasik dönemden farklı olarak sancaktaki nahiye sayısında artış gözlenirken,
bunun yanında köy sayısı azalmıştır. Sancağa bağlı Ebutâhir Nahiyesi, incelediğimiz
dönemde güneyde Çüngüş Kazasına bağlı nahiyeler arasında geçmektedir. Köy
sayısındaki azalmanın sebepleri çeşitli etkenlere bağlı olarak ayrıca değerledirilebilir.
Bunların dışında sancağın sınırlarında her hangi bir değişiklik göze çarpmamaktadır.
Sancağın klasik dönemden itibaren tasarruf şekline bakıldığında, Harput’un
yer aldığı coğrafya üzerinde ve bölgenin kendine özgü coğrafî, siyasî, sosyal ve
ekonomik yapısına göre düzenlenmiş üç ayrı sancak tipi görülmektedir. Bunlar
arasında Harput Sancağı 1516’daki fethinin ardından klasik bir sancak olarak
Diyarbekir Eyâleti’ne bağlanmıştır. Oysa aynı tarihlerde Harput Sancağı’nın etrafını
çevreleyen sancaklar (kuzeyde Pertek, Sağman; güneyde Eğil ve Çermik; doğuda ise
Palu Sancakları), yurtluk-ocaklık ve hükümet olarak özel bir statüsüyle mülkiyet
üzere tasarruf edilmektedir. Harput ve benzeri sancaklar ise, tahrîrlerin yapılabildiği
ve aşiret geleneklerinin yaygın ve köklü olmadığı, ayrıca şehir yaşamına daha müsait
merkezî çevrelerde kurulmuşlardır. Sancağın yurtluk-ocaklık veya hükümetlik
statüsünün dışında tutulması, Osmanlı öncesi dönem de dâhil olmak üzere Harput’un
hiç bir zaman tek bir sülalenin elinde kalmayışı ve kuvvetli bir aşiret yapısının
mevcut olmayışıyla ilişkilendirilebilir.
Bu sancakların bazen siyasî şartlar gereği geçici olarak imtiyazlı sancaklar
halinde ihdâs edildikleri görülse de, bu bir kural değildir. Mesela klasik bir sancak
olan Harput Sancağı, 17. yüzyıl başlarında devlete hizmetlerinden dolayı aslen İran
ümerâsından Murad Han Bey’e kayd-ı hayat şartıyla tevcih edilmişken, aynı şekilde
sancağın 1630’da yine “kızılbaşdan rugerdân olup” Osmanlı hizmetine girmiş olan
177
Haydar Bey’e yine kayd-ı hayat şartı ile tevcih edilmiştir. Bunlar istisnâ olmakla
birlikte, genellikle Osmanlı klasik dönemi boyunca Harput sancakbeylerinin daima
merkez tarafından ve çoğunlukla bölgeyi tanıyan ve önceden çevre sancaklarda
görev yapmış kişiler arasından tayin edildikleri anlaşılmaktadır.
Sancak gelirlerinden padişah ve sancakbeylerine ayrılan hâsların oranı, 1518-
1566 arasındaki tahrirlere göre padişah hâsları lehine sürekli artarken, sancakbeyinin
gelirleri azalmaktadır. Tezimizin ilgili bölümünde bu durumun muhtemel sebepleri
üzerinde durulmuş ve tartışılmıştır. Kanuni zamanındaki yoğun seferler ve kapıkulu
sayısındaki artışa paralel olarak hazinenin masraflarını karşılamak için eyâlet ve
sancaklardaki havâss-ı hümâyûn gelirlerinin çoğaltılmasına yönelik uygulamalar,
sancakbeyleri dahil pek çok ümerâyı maddi açıdan zor durumda bırakmıştır. Bu
uygulama karşısında sancakbeylerinin olağanüstü durumlar dışında, keyfi salgunlarla
ve kanun dışı yollarla halktan nakdî ve aynî vergiler toplayarak yolsuzluklara
karıştıkları, yine sicillere yansıyan dava örneklerinden anlaşılmaktadır.
Sancakta incelediğimiz döneme kadar, padişah hâslarının sancakbeylerince ve
emâneten idare olunduğu anlaşılmaktadır. Yani Harput sancakbeyleri aynı zamanda
havâss-ı hümâyûn emîni olarak padişaha ve dolayısıyla merkezî hazineye ait bu
gelirlerin idare ve toplanması faaliyetlerini, ber vech-i emîn-î mültezim sıfatıyla
üzerlerine topluca iltizâma alarak yerine getirmektedirler. Nitekim havâss-ı hümâyûn
emînliğinin Harput sancakbeylerinin çoğu için 16. ve 17. yüzyılın ortalarına kadar
yaygın bir uygulama olduğu anlaşılıyor. Bazı uygulamalardan iltizâm ve mukâta’a
işlerine Harput sancakbeylerinin mâiyetleriyle birlikte girdikleri görülse de (17.
yüzyıl başlarında), asıl mukâta’anın aklâmından sayılanların, yüzyılın ortalarına
kadar kapıkulu efrâdından dergâh-ı âlî kulları, çavuşları, müteferrikalar, altı bölük
halkı, kethüdâlar ve yeniçerilerden kimseler tarafından ikinci kez iltizâma alındığını
sicillerdeki bazı örneklerden öğrenmekteyiz.
Mukâta’a uygulamasının teorik açıdan idarî ve malî fonksiyonları hakkında
bilgi verildikten sonra bunun pratikte, örneğin taşrada, ne şekilde cereyan ettiği ve
bazı özel şatlar gereği uygulamada her hangi bir değişikliğin olup olmadığını, Harput
Sancağı örneğinde sorguladığımızda ise şunları görmekteyiz.
İncelenen dönemde görülen değişikliklerin başında, sancaktaki padişah ve
mirlivâ hâslarının birleştirilerek tek bir mukâta’aya (mîrî mukâta’) dönüştürülmesi
gelmektedir. Böylece, klasik tımar uygulaması dönemindeki padişah hâssı dirlikler
ve sancakbeyi hâsları, tek bir mukâta’a hüküm bölgesi haline getirilmiştir. Ayrıca
178
belgelerde havâss-ı hümâyûn gelirleri arasına dahil edilen ve tek tek isimleri verilen
sancak gelirlerinin tümü, oluşturuldukları sancak ya da kazanın adıyla mukâta’a-ı
Harput şeklinde tek isimle ifade edilmektedir. Yani burada mukâta’a tâbiri, sancakta
merkeze bağlanan tüm gelirleri ifade ederken, Harput mukâta’ası denilince de,
sancaktaki tüm mukâta’alar kastedilmiş olmaktadır. Bu durum, elbette ki daha önceki
tımar uygulamasının sadece bir bölümünü kapsayan yeni bir uygulamadır. Diğer
yandan bu uygulama önceki uygulamaların toptan ortadan kaldırıldığı bir görünümde
değildir. Yani bir tarafta klasik tımar sistemi sürdürülmekteyken (hatta yeni tımar
tevcihleri yapılmaktayken), aynı zamanda mîrîden zabt uygulaması da devam
etmekteydi.
17. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde görülen bir diğer önemli değişiklik,
mukâta’a gelirlerinden başlangıçta bir kısmının Van kalesi askerlerine mevâcîb
(maaş) olarak tahsis edilmesidir. 13 Zilkâde 1082/ 12 Mart 1672 tarihli ve Diyarbekir
Eyâlet’i mutasarrıfı vezir Mehmed Paşa’ya hitaben gönderilen bir berat suretinden
anlaşıldığına göre, Harput Sancağı’ndaki bazı mukâta’a gelirleri 1052/1642 tarihinde
Diyarbekir hazinesinden tayin olunan maaşları karşılığında yıllık 40.000 kuruş olmak
üzere, “Van kalesi neferâtı mevâcîbleri içün ocaklık” şeklinde tevcih edilmiştir.
Nitekim IV. Murad zamanında devam eden Osmanlı-İran savaşları sırasında bazı
kalelerin muhafızlarına ait mevâcîb, hasılatı iyi vilâyet veya sancaklara havâle
edilmekteydi. Buna ocaklık mevâcîbi de denilmektedir. Bu uygulamanın daha önce
benzerleri (örneğin Erzurum Kalesi merdân ve ‘azeblerinin mevâcîblerinin temin
edilmesi amacıyla sancakbeyi ve aynı zamanda Harput mukâta’a emîni olan İbrahim
Bey’e hitaben bir ferman gönderilmiştir) görülmekle birlikte sancak gelirlerinin Van
ocaklarına tahsisi, yüzyılın ortalarına gelindiğinde mukâta’a ve iltizâm uygulamasına
idarî ve malî açılarından farklı boyutlar kazandırmıştır. Ancak belirtmek gerekir ki,
söz konusu uygulama aynı tarihlerde pek çok sancağın boş kadro bulunmayışı
yüzünden bey ve paşalara arpalık suretiyle tevcih edilmesinden farklı bir durumdur.
Başlangıçta yalnızca havâss-ı hümâyûna bağlı köylerin gelirleri Van kulları
ocaklarına maaşları mukâbilinde bağlanmışken, bu gelirler arasına zamanla cizye ve
avârız türü vergiler, ayrıca 1672 tarihli bir iltizâm beratına göre tamgâ, boyâhâne,
ihtisâb, bâc-ı ‘ubûr, bâc-ı bazâr, kirişhâne, debbâğhane gibi üretim ve ticaret gelirleri
ile arûsiyye, cürm-ü cinayet, salb-ü siyaset, bâd-ı havâ ve ihzâriyye gibi yönetim
gelirlerinin yanı sıra, pek çok vergi de eklenerek kapsamı genişletilmiştir. Nitekim
1693 tarihli bir buyruldu sûretinde ve aynı tarihli diğer bazı kayıtlarda belirtildiğine
179
göre, mukâta’a kapsamında yer alan havâss-ı hümâyûn ve havâss-ı mirlivâya ait tüm
köylerin şer’i ve örfî vergileri ile gayr-ı Müslimlerden alınan vergiler, hatta şehirdeki
üretim, ticaret ve yönetime ilişkin faaliyetlerden alınan resimlerin tümü ocağın
gelirleri arasında zikredilmektedir.
Bu tespitlerin ardından çalışmada üzerinde durulan diğer bir nokta, iltizâm
mekânizmasının sancakta nasıl işlediğini örneğin, sancak mukâta’asının kimlere, ne
kadar bedelle, ne tür işlemler sonucunda ve hangi şartlarla iltizâma verildiğini ortaya
koyabilmekti. Ayrıca klasik sancak idaresinden mukâta’a uygulamasına geçildiğinde
başlatılan uygulamaların malî ve idarî açıdan olduğu kadar, yöneticilerin kimliklerine
de nasıl etkide bulunduğunun tespit edilebilmesiydi.
Bu açıdan bakıldığında incelenen defterlerde iltizâmla ilgili belgelerin
sınırlılığına rağmen, tespit edebildiklerimiz arasında sancak mukâta’asını iltizâm
edenler arasında Van Ocaklarına bağlı ağaların ilk sırada yer aldıkları görülmektedir.
Ancak elimizdeki belgelere göre 1660’lı yıllara kadar mukâta’a idaresini yürütenlerin
kimlikleri açısından Van ocaklarıyla bağlantılarının ortaya konulması, pek mümkün
görünmemektedir. Nitekim anlaşıldığı kadarıyla, 1660’lı yılların başlarına değin
sancak mukâta’ası emînler vasıtasıyla ve emâneten yönetilmekte, bu kişiler de
zamanla emîn-i mültezim sıfatıyla mukâta’ayı iltizâm ile üzerlerine almaktadırlar. Bu
şekildeki yönetim biçimine emânet ber vech-i iltizâm denilmekteydi. Bu tarihe kadar
arada bir de olsa emîn-i mültezim sıfatıyla bazen ‘ayândan kimselerin de sancağın
idaresini üstlendiklerini gösteren az sayıda örneğe rastlanmaktadır. Uygulamalardan
takip edebildiğimiz kadarıyla, ocaklığa ait maaş ödemeleri de bu emînler tarafından
belirli aralıklarla yapılmaktadır.
1664 tarihli bir iltizâm mektubu ve daha ileri tarihlere ait çeşitli belgelerden,
sancak mukâta’asını iltizâm edenlerin kimlikleri bazen net, bazen de geçen kimi
ifadelerden tespit edilebilmektedir. Söz konusu belgelerdeki uygulamalardan, yüz
yılın son çeyreğine doğru mukâta’a idaresinin Van ocak ağalarına veya ocağın ihtiyar
ve emektarlarına verildiği, bu sürecin ise çoğunlukla ocak önde gelenlerinin üzerinde
mutâbık oldukları kişi ya da kişilerin isimlerini merkeze bildirmeleri ve merkezin
genellikle bunu onaylamasıyla, bir anlamda yine kendi ocakları tarafından iltizâma
verildiğini öğreniyoruz.
İltizâm yoluyla Harput sancak mukâta’sınının işletme ve yönetimini üzerine
alan söz konusu kişiler, ya kendileri ya da mütesellimleri aracılığıyla bu görevlerini
yerine getiriyorlardı. Kimi zaman söz konusu kişilerin mukâta’ayı ortaklaşa iltizâma
180
aldıkları görülmektedir. Nitekim bilgisayar ortamında bu kişiler ve görevlendirdikleri
mütesellimlerin isimlerini tabloya dönüştürdüğümüzde, sancağın idaresini üzerlerine
alanlar için incelediğimiz dönemde mirlivânın yanı sıra çoğunlukla mukâta’ zâbiti /
mukâta’a emîni / mütesellim / mültezim gibi ifadelerinin kullanıldığı anlaşılıyor.
Yönetim faaliyetleri açısından bu yeni yöneticilerin görevlerini klasik dönem
sancakbeyleri ile karşılaştırarak anlamaya çalıştığımızda ise, eldeki belgelerin ilk
bakışta bunu mümkün kılabilecek direkt bilgiler içermediği görülüyor. Bunun sebebi,
mukâta’anın hangi şartlarla ve ne kadar bedelle, kime verildiğini v.s. gösteren iltizâm
beratlarının, maliye kalemlerince düzenlenmiş olmasıdır. Dolayısıyla bu belgelerden
ilk bakışta mültezimin sadece bir maliye görevlisi ve tek görevinin mukâta’a alanı
üzerindeki vergilerin tahsilatını yapmak olduğu şeklinde bir sonuç çıkmaktadır. Oysa
önceden belirtildiği gibi mukâta’a alanı hem bir yönetim hem de bir maliye alanıdır.
Mîrî mukâta’aları üzerlerine alan mültezimler, âdetâ birer mâliye görevlisi oldukları
gibi aynı zamanda bir örf yetkilisi olarak görevlerini yerine getirmekte ve eyâlet ya
da sancağa bağlı olmadan doğrudan hazineye karşı sorumludurlar. Bu yüzden mîrî
mukâta’a haline dönüştürülmüş hâs veya çeşitli evkâf gelirleri, serbestiyyet üzere
tasarruf edilmekteydi.
İltizâm beratlarından ve mukâta’a kapsamındaki vergilerin içeriklerinden
açıkça belli olan klasik dönemde sancakbeyine ait gelirlerin, incelediğimiz dönemde
mültezimlere geçmesiyle aynı zamanda klasik dönem sancakbeyinin yönetim yetki
ve fonksiyonları da mültezimlere geçmiş olmaktaydı. Nitekim iltizâm beratlarındaki
gelir kalemlerinin içeriklerinden ve pratikteki uygulamalardan mültezimlerin malî
görevlerinin yanı sıra, sancağın tüm yönetiminden sorumlu oldukları anlaşılmaktadır.
Bu bağlamda tezimizde mültezim veya mütesellimlerin, sorumluluk alanına giren
görevleri yönüyle ele alınmaları, görebildiğimiz kadarıyla birkaç istisnaî çalışma
dışında üzerinde pek durulmayan bir husustur. Aynı durum, sancakta malî idarecilik
kimliğiyle öne çıkan ve melik denilen yöneticiler için de söz konusudur.
İncelediğimiz dönemde askerî-idarî açıdan sancak idaresinde meydana gelen
değişmelere paralel kaza teşkilatlanmasında da değişimin etkileri gözlenmektedir.
Örneğin başlangıç tarihi tam olarak tespit edilememesine rağmen, belgelerde geçen
ifade ve bazı uygulamalardan Harput kazasının 17. yüzyılın ikinci yarısından sonra
değişik tarihlerde arpalık olarak tevcih edildiği anlaşılmaktadır. Bu tarihlerde bir çok
sancağın bey ve paşalara arpalık olarak tevcih edildiği düşünülürse aynı uygulamanın
şer’î açıdan kaza teşkilatlanmasında da kendini gösterdiği düşünülebilir. Arpalık
181
uygulamasıyla kendilerine tevcih edilen bu kazalara kadılar, genellikle nâiblerini
yollamaktaydılar.
İsimleri ve görev süreleri hakkında düzenli bilgiler edinemediğimiz Harput
kadıları, incelenen dönemde yargı ve kaza idaresinin yanı sıra Avusturya ve Lehistan
savaşları sebebiyle merkezî ve yerel hükümetin yoğun askerî ve malî talepleriyle
muhatap olmakta, hatta kimi zaman baskılarına maruz kalmaktaydılar. Bu yöndeki
ferman ve buyruldu türü belgelerin fazlalığı, yüzyılın ikinci yarısında değişim
açısından görevlerinin nitelikleri ve belde halkıyla birlikte yaşadıkları sosyal ve
ekonomik imkânsızlıkları yansıtan önemli ip uçları içermektedir.
Gündelik hayatta Harput mahkemesini, işlem hacmi ve zamanın kullanımı
yönünden değerlendirdiğimizde, kazanın nüfusuyla orantılı bir şekilde ve günlük
yaşamın hızına bağlı olarak yoğun bir hareketlilik göze çarpmamaktadır. Mahkeme
gündemini oluşturan davaların ağırlıklı olduğu konuların başında, parasal işlemlerin
ön planda olduğu satışlar (özellikle ev, tarla, bağ ve bahçe satışları), alacak-verecek
anlaşmazlıkları ve kamusal alanda işlenen çeşitli suçlar gelmektedir.
Sancağın yönetim örgütlenmesinde (örfî-şer’i) incelenen dönemde yaşanan
değişikliklerin şehir planına nasıl yansıdığı sorgulandığında ise, klasik dönemdeki
ticari canlılığın kaybolmasıyla birlikte, şehirdeki çeşitli mekânların da bu durumdan
olumsuz etkilendiği görülmektedir. Yapılan tespitlere göre şehrin fiziki görünümü ve
dolayısıyla mimarisinde bariz bir yıpranmışlık göze çarpmaktadır. Bu yıpranmışlık
dini ve sosyal yapılarda olduğu kadar, ticari yapılarda da kendisini hissettirmektedir.
Bu durumun en önemli sebebi bizce, klasik döneme oranla ticarî hayattaki canlılığın
kaybolması ve ardından yaşanan toplumsal ve ekonomik çöküntüdür. Ayrıca şehir
genelinde göze çarpan hâli ve harâbe yapıların 1604 yılında şehri istila eden Tavil
Mehmed ve adamlarının yağmalarıyla da ilgili olduğu bir gerçektir.
Şehir sakinlerinin yaşadığı mahalle sayılarını, klasik dönemden incelediğimiz
tarihe kadar sayısal olarak karşılaştırdığımızda 13 ile 29 arasında bir seyir takip ettiği
anlaşılıyor. Bu tespitlerimiz, avârız türü vergilerin mahallelere tevzi’ini gösteren
kayıtlara göre yapıldığı için, mahalle sayılarındaki bu farklılık belki de avârızın
hesaplanması sırasında bazen küçük mahallenin bir ihtimal tek bir mahalle olarak
birleştirilmesinden kaynaklanmaktaydı. Mahallelerin dördü gayr-ı Müslimlere aittir.
Ancak, bazı mahallelerde Müslüman ahâli ile birlikte yaşadıkları görülüyor. Aynı
şekilde kimi dükkan satışlarından öğrendiğimize göre, her iki guruba mensup
esnaflar aynı çarşı içerisinde ticari faaliyette bulunmaktadırlar. Ayrıca ev satışlarında
182
verilen ayrıntılardan, evlerin mimari tarzlarına ilişkin bir fikir sahibi olunabildiği
gibi, incelediğimiz dönemde şehre İstanbul veya sancak dışından resmi bir görevle
gelen memurların (mübaşir gibi) misafir edilmesi için bazı evlerin kiralandığını
öğrenmekteyiz. Ev satışlarındaki ayrıntılardan, şehirdeki bazı mahallelerin surların
dışına taştığı anlaşılıyor. Nitekim bazı zimmî mahalleleri surların dışında, genellikle
kalenin eteklerinde kurulmuştur.
Bunların dışında çalışmanın sınırlılıklarına gelince özetle; sancakta yaklaşık
16 nahiye ismi geçmekte iken vergilerin niçin 3 nahiye esasına göre tevzi’ edildiği,
iltizama verilen sancak mukâta’asının değerindeki kademeli düşüşün sebepleri,
iltizam prosedürünün uygulanmasında Diyarbekir ve Van hazinelerinin konumları,
mütesellimlerin kimliklerindeki belirsizlik (mültezimlerin kapu halkından mı yoksa
yerli ‘ayândan mı oldukları), mahkemede 7 ay gibi uzun bir sürede her hangi bir
davanın görülmeyişi, ehl-i örf ve ehl-i şer’ mensuplarının şehirde ikâmet ettiği
mekânlar, şehirdeki sosyal, dinî ve ticarî yapıların dağılımı veya şehir planı v.s. gibi
hususlar tezimizde kısmen cevaplandırılmaya çalışılan ancak tam olarak karşılıkları
bulunamayan başlıca konulardır.
183
BİBLİYOGRAFYA
A- Arşiv Kaynakları
391 Numaralı Harput Şer’iyye Sicili
362 Numaralı Harput Şer’iyye Sicili
388 Numaralı Harput Şer’iyye Sicili
350 Numaralı Harput Şer’iyye Sicili
331 Numaralı Harput Şer’iyye Sicili
368 Numaralı Harput Şer’iyye Sicili
382 Numaralı Harput Şer’iyye Sicili
278 Numaralı Harput Şer’iyye Sicili
386 Numaralı Harput Şer’iyye Sicili
397 Numaralı Harput Şer’iyye Sicili
B- Çağdaş Araştırma ve İncelemeler
ABACI, Nurcan, Bursa Şehrinde Osmanlı Hukukunun Uygulanması (17. Yüzyıl),
Ankara 2001.
ABOU-EL-HAJ, Rifa’at Ali, Modern Devletin Doğası: 16. Yüzyıldan 18. Yüzyıla
Osmanlı İmparatorluğu, (Çev.Oktay Özel-Canay Şahin), Ankara 2000.
ACUN, Fatma, “Klasik Dönem Eyalet İdare Tarzı Olarak Timar Sistemi ve
Uygulaması”, Türkler, (Ed. H.Celal Güzel-Kemal Çiçek), C. 9, Ankara 2002.
AÇIKEL, Ali, “Osmanlı Ulak-Menzilhâne Sistemi Çerçevesinde Tokat Menzilhânesi
(1690-1840)”, Tarih İncelemeleri Dergisi, XIX, 2, İzmir 2004, s. 1-33.
AKDAĞ, Mustafa, “Genel Çizgileriyle XVII. Yüzyıl Türkiye Tarihi”, Tarih
Araştırmaları, C. 4, S. 6-7, Ankara 1966, s. 201- 247.
AKDAĞ, Mustafa, “Osmanlı Tarihinde Âyanlık Düzeni Devri 1730-1839”, Tarih
Araştırmaları Dergisi, C. 8-12, S. 14-23, Ankara 1970-1974, s. 59.
184
AKDAĞ, Mustafa, “Tımar Rejiminin Bozuluşu”, AÜDTCF Dergisi, C. 3, S. 4,
Ankara 1944, s. 419-431.
AKDAĞ, Mustafa, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası “Celali İsyanları”,
Ankara 1975.
AKDAĞ, Mustafa, Türkiye’nin İktisâdî ve İçtimaî Tarihi, C. I-II, Ankara 1974-1979.
AKGÜNDÜZ, Ahmet, Şer’iye Sicilleri I-II, İstanbul 1988-1989.
AKMAN, Mehmet, Osmanlı Devleti’nde Ceza Yargılaması, İstanbul 2004.
AKSIN, Ahmet, 19. Yüzyılda Harput, Elazığ 1999.
AKTAN, C. Can, Vergi, Zulüm ve İsyan, Ankara 2002.
AKTÜRE, Sevgi, “17. Yüzyıl Başından 19. Yüzyıl Ortasına Kadarki Dönemde
Anadolu Osmanlı Şehrinde Şehirsel Yapının Değişme Süreci”, ODTÜ
Mimarlık Fakültesi Dergisi, I, Ankara 1975, s. 106-109.
AKYÜZ, Jülide, Ankara’nın Bütüncül Tarihi Çerçevesinde XVIII. Yüzyılda Ankara
(Şer’iye Sicillerinin Sayısal ve Muhtevâ Analizi Denemesi), A.Ü. Sosyal
Bilimler Enstitüsü, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Ankara 2002.
ALİ TEVFİK, Memâlik-i Osmaniye’nin Coğrafyası, İstanbul 1318.
ALTUNDAĞ, Şinasi, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Vergi Sistemi Hakkında Kısa Bir
Araştırma”, DTCF Dergisi, C. V, S. 2, Ankara 1947.
ALTUNDAĞ, Şinasi, “Osmanlılarda Kadıların Salâhiyet ve Vazifeleri Hakkında”,
VI .TTK Kongreye Sunulan Bildiriler ( 20-26 Ekim 1961), Ankara 1967.
ARAZ, Rıfat, Harput’ta Eski Türk İnançları ve Halk Hekimliği, Ankara 1995.
ARDIÇOĞLU, Nureddin, Harput Tarihi, İstanbul 1964.
ARIKAN, Zeki, “Osmanlı İmparatorluğu’nda İhracı Yasak Mallar”, Prof. Dr. Bekir
Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul 1991, s. 279-306.
185
ARMAĞAN, Mustafa, “Osmanlı Gerilemesi Masalından Uyanmak”, Düşünen
Siyaset (Osmanlı ve İdeolojisi Sayısı), Ankara 1999, s.116-117.
AYBET, Gülgün Üçel, Avrupalı Seyyâhların Gözünden Osmanlı Dünyası ve
İnsanları 1530-1699, İstanbul 2003.
AYDIN, Dündar, Erzurum Beylerbeyliği ve Teşkilatı(1535-1566), Ankara 1998.
AYDIN, M. Akif, Türk Hukuk Tarihi, İstanbul 1996.
AYDOĞMUŞ, Gürekan, Harput Kültüründe Din Alimleri, Elazığ 1998.
BALTACI, Cahit, “Arpalık”, DİA, C. 3, İstanbul 1999.
BARAKAN, Ö. L., “1070-71 (1660-61) Tarihli Osmanlı Bütçesi ve Bir Mukayese”,
İktisat Fakültesi Mecmuası, C.XVII, S. 1-4, İstanbul 1960, s. 304-317.
BARAKAN, Ö. L., “Avarız”, DİA, C. II, 1997, s. 13-19.
BARAKAN, Ö. L., “Timar”, İA, C. XII, İstanbul 1974.
BARAKAN, Ö. L.,“Türk-İslâm Toprak Hukuku Tatbikatının Osmanlı
İmparatorluğu’nda Aldığı Şekiller: Mâlikâne-Divânî Sistemi”, Türk Hukuk
ve İktisat Tarihi Mecmuâsı, C. 2, İstanbul 1939.
BARKAN, Ö. L., “ XVI. Yüzyılın İkinci Yarısında Türkiye’de Fiyat Hareketleri”,
Belleten, C. 34, S. 136, Ankara, 1970, s. 571-578.
BARKAN, Ö. L., Türkiye’de Toprak Meselesi Toplu Eserler I, İstanbul 1980.
BARKEY, Karen, Eşkıyalar ve Devlet, Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi, (Çev.
Zeynep Altok), İstanbul 1999.
BAŞAR, Fahameddin, Osmanlı Eyâlet Tevcihâtı (1717-1730), Ankara 1997.
BATMAZ, Eftal, “İltizam Sisteminin XVIII. Yüzyıldaki Boyutları”, Tarih
Araştırmaları Dergisi, C. XVIII, S. 29, Ankara 1996.
186
BATMAZ, Eftal, XVIII, Yüzyıldaki Mâli Uygulamaların Osmanlı Taşra Yönetimi
Üzerindeki Etkileri, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Basılmamış Doktora
Tezi), Ankara 1995.
BAYINDIR, Abdülaziz, İslam Muhakeme Hukuku (Osmanlı Devri Uygulaması),
İstanbul 1986.
BAYKAL, B. Sıtkı, “Osmanlı İmparatorluğu’nda XVII. Ve XVIII. Yüzyıllar
Boyunca Para Düzeni İle İlgili Belgeler”, Belgeler, IV, 7-8, Ankara
1967.
BAYKARA, Tuncer, Anadolu’nun Tarihî Coğrafyasına Giriş I, Ankara 1988.
BAYKARA,Tuncer, Osman Taşra Teşkilatında XVIII. Yüzyılda Görev ve Görevliler,
Ankara 1990.
BAYRAK, Şaban, XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Anadolu’da Eşkiyalık Olayları,
(Doktora Tezi), Malatya 1998.
BERKES, Niyazi, 100 Soruda Türkiye İktisat Tarihi, C. I, İstanbul 1969.
BİLKAN, A. Fuat, XVII. Yüzyılda Osmanlı Düşünce Hayatı, Ankara 2002.
BOKURT, Rıza, Osmanlı İmparatorluğu’nda Kollar, Ulak ve İâşe Menzilleri,
Ankara 1976.
CERASI, M. Maurice, Osmanlı Kenti: Osmanlı İmparatorluğu’nda 18. ve 19.
Yüzyıllarda Kent Uygarlığı ve Mimarisi, (Çev. Aslı Ataöv), İstanbul 1999.
CEZAR, Yavuz, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi, İstanbul 1986.
CİN, Halil, Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması, İstanbul 1985.
COOK, M. A., Population Pressure in Rural Anatolia 1450-1600, London 1972.
ÇADIRCI, Musa, “II. Mahmut Döneminde Mütesellimlik Kurumu”, AÜDTCF
Dergisi, C. 28, S. 3-4, Ankara 1970, s. 287-296.
187
ÇADIRCI, Musa, “Posta Teşkilatı Kurulmadan Önce Osmanlı İmparatorluğu’nda
Menzilhâneler ve Kirabaşılık”, XIII. Türk Tarih Kongresi Bildiriler, II,
Ankara 1981, 1359-1365.
ÇADIRCI, Musa, “Türkiye’de Kaza Yönetimi”, Belleten, C. LIII, S. 206, 1989, s.
237-257.
ÇADIRCI, Musa, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentleri’ni Sosyal ve Ekonomik
Yapıları, Ankara 1991.
ÇAKIR, Baki, Osmanlı Mukâta’a Sistemi (XVI-XVIII. Yüzyıl), İstanbul 2003.
ÇALIŞKAN, Filiz, “Osmanlı Diplomatikasında Mâlî Tarihin Kullanılışı”, İ.Ü. Tarih
Enstitüsü Dergisi, S. 14, İstanbul 1994, s. 51-57.
ÇİZAKÇA, Murat, “Tax-Farming and Financial Decentralization in Otoman
Economy, 1520-1697”, Journal of Economic History, 22, 1993.
DANIK, Ertuğrul, Ortaçağ’da Harput, Ankara 2001.
DARKOT, Besim, “Harput”, İA., C. 5, İstanbul 1950, s. 296-299.
DEMİRKOL, Aysel, “Geleneksel Harput Evlerinin Korunması ve Yaşatılması”,
Dünü ve Bugünüyle Harput Sempozyumu (24-27 Eylül 1998),C. I, Elazığ
1999, s. 339-355.
DENY, J., “Sancak”, İA, C. 10, İstanbul 1967, s. 186-189.
DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara 1999.
EKİNCİ, E. Buğra, “Osmanlı Hukukunda Mahkeme Kararlarının Kontrolü”,
Belleten, XLV, 244, s. 959-1005.
ELDEM, Edhem-GOFFMAN, Dainel-MASTERS, Bruce, Doğu İle Batı Arasında
Osmanlı Kenti: Halep, İzmir ve İstanbul, İstanbul 2003.
188
ELİBÜYÜK, Mesut, “Türkiye’nin Tarihi Coğrafyası Bakımından Önemli Bir
Kaynak: Mufassal Defterler”, Coğrafya Bilim ve İnceleme Kolu Coğrafya
Araştırmaları, C.I, S. 2, Ankara 1990, s. 11- 42.
EMECEN, Feridun, XVI . Yüzyılda Manisa Kazası, Ankara 1989.
ERCAN, Yavuz, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrımüslimlerin Ödedikleri Vergiler
ve Bu Vergilerin Doğurduğu Sosyal Sonuçlar”, Belleten, LV, 212-214,
Ankara 1991, s. 371-391.
ERDOST, Muzaffer, Osmanlı İmparatorluğunda Mülkiyet İlişkileri, Ankara 1989.
ERGENÇ, Özer, “Osmanlı Klasik Dönemindeki Eşrâf ve A’yân Üzerine Bazı
Bilgiler”, The Journal of Ottoman Studies, III, İstanbul 1982, s. 105-118.
ERGENÇ, Özer, “Osmanlı Klâsik Düzeni ve Özellikleri Üzerine Bazı Açıklamalar”,
Osmanlı, C. 4, Ankara 1999.
ERGENÇ, Özer, “Osmanlı Şehirlerindeki Yönetim Kurumlarının Niteliği Üzerinde
Bazı Düşünceler”, VIII. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, C. II, Ankara 1981.
ERGENÇ, Özer, “Osmanlı Şehrinde Esnaf Örgütlerinin Fiziki Yapıya Etkileri”,
Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi (1071-1920), (Ed. Osman Okyar-Halil
İnalcık), Ankara 1980.
ERGENÇ, Özer, “Osmanlı Şehrindeki Mahallenin İşlev ve Nitelikleri Üzerine”,
Journal of Ottoman Studies/Osmanlı Araştırmaları, IV, İstanbul 1984, 69-78.
ERGENÇ, Özer, “Sosyal ve Ekonomik Yapı”, Beylikten Cihan Devletine,
Milliyetçilik ve Milliyetçilik Tarihi Araştırmaları VII. İlmî Kongresi
(Eskişehir 3-4 Aralık 1999), Ankara 2000, s. 159-166.
ERGENÇ, Özer, “XVI. Yüzyılın Sonlarında Osmanlı Parası Üzerinde Yapılan
İşlemlere İlişkin Bazı Bilgiler”, Türkiye İktisat Tarihi Üzerine Araştırmalar,
ODTÜ Gelişme Dergisi: 1978 Özel Sayısı, Ankara 1979, s. 6-97.
189
ERGENÇ, Özer, “XVIII. Yüzyılda Osmanlı Sanayi ve Ticaret Hayatına İlişkin Bazı
Bilgiler”, Belleten, C. LII, S. 202-205, Ankara 1988, s. 501-533.
ERGENÇ, Özer, “XVIII. Yüzyılda Osmanlı Taşra Yönetiminin Mâlî Nitelikleri”,
Journal of Turkish Studies, (Ed. Ş. Tekin-G. Alpay Tekin), 10, 1986, s. 87-96
ERGENÇ, Özer, Osmanlı Klasik Dönemi Kent Tarihçiliğine Katkı: XVI. Yüzyılda
Ankara ve Konya, Ankara Enstitüsü Vakfı Yayınları, Ankara 1995.
ERGENÇ, Özer, XVI. Yüzyılın Sonlarında Bursa (Yerleşimi, Yönetimi, Ekonomik ve
Sosyal Durumu Üzerine Bir Araştırma), (Basılmamış Doçentlik Tezi),
Ankara 1979.
ERİNÇ, Sırrı, Doğu Anadolu Coğrafyası, İstanbul 1953.
FAROQHI, Suraiya, “16. Yüzyıl Sonlarında Osmanlı İmparatorluğu’nda Siyaset ve
Sosyo-Ekonomik Değişim”, Kanuni ve Çağı, Yeniçağda Osmanlı Dünyası,
(Ed. M. Kunt, C. Woodhead), İstanbul 1998, s. 92-115.
FAROQHI, Suraiya, “16. Yüzyılda Batı ve Güney Sancaklarında Belirli Aralıklarla
Kurulan Pazarlar”, ODTÜ Gelişme Dergisi (1978 Özel Sayısı), Ankara 1979.
FAROQHI, Suraiya, “Agriculture and Rural Life in the Ottoman Empire 1500-1878:
A Report on Scholarly Literature Published Between 1970 and 1985”, New
Perspectives on Turkey I, 1987, s. 3-34.
FAROQHI, Suraiya, “Krizler ve Değişim 1590-1699”, Osmanlı İmparatorluğu’nun
Ekonomik ve Sosyal Tarihi, (Ed. H. İnalcık-D. Quataert), C. 2, İstanbul 2004.
FAROQHI, Suraiya, “Yeniçağ Başlarında Siyasi ve İktisadi Bunalımlar”, Türkler,
(Ed. H.Celal Güzel-Kemal Çiçek), C.9, Ankara 2002, s. 33-43.
FAROQHI, Suraiya, Men Of Modest Substance- House Owners and House Property
in Seventeenth –Century Ankara and Kayseri, Cambridge 1987, s. 6-22.
190
FAROQHI, Suraiya, Osmanlı Dünyasında Üretmek, Pazarlamak, Yaşamak, (Çev. G.
Çağalı Güven-Özgür Türesay), İstanbul 2003.
FAROQHI, Suraiya, Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam: Ortaçağdan Yirminci
Yüzyıla, (Çev. Elif Kılıç), İstanbul 1998.
FAROQHI, Suraiya, Osmanlı Tarihi Nasıl İncelenir?, (Çev. Z. Altok), İstanbul
2001.
FAROQHI, Suraiya, Osmanlı’da Kentler ve Kentliler, (Çev. N. Kalaycıoğlu),
İstanbul 2000.
FLEISCHER, H. Cornell, Tarihçi Mustafa Âli, (Çev. Ayla Ortaç), İstanbul 1996.
GENÇ, Mehmet, “18. Yüzyıla Ait Osmanlı Malî Verilerinin İktisadî Faaliyetlerin
Göstergesi Olarak Kullanılabilirliği Üzerine Bir Çalışma”, Türk Dünyası
Araştırmaları, C. 11, S. 2, İstanbul 1981, s. 33-77.
GENÇ, Mehmet, “İltizam”, DİA., C. 22, İstanbul 2000, s. 154-158.
GENÇ, Mehmet, “Osmanlı İktisadî Dünya Görüşünün Klâsik İlkeleri ve Temel
Değerleri”, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi, İstanbul 2000.
GENÇ, Mehmet, “Osmanlı Maliyesinde Malikâne Sistemi”, Türkiye İktisat Tarihi
Semineri, Ankara 1975.
GÖÇEK, Fatma Müge, Burjuvazinin Yükselişi İmparatorluğun Çöküşü: Osmanlı
Batılılaşması ve Toplumsal Değişme, (Çev. İbrahim Yıldız), Ankara 1999.
GÖKBİLGİN, M. Tayyib, “Kanuni Sultan Süleyman Devri Başlarında Rumeli
Eyaleti, Livalar, Şehir ve Kasabaları”, Belleten, XX, 89, 1956, s. 247-285.
GÖKBİLGİN, M. Tayyib, “Kanuni Sultan Süleyman Devri Müesseseler ve
Teşkilâtına Işık Tutan Bursa Şer’iyye Sicillerinden Örnekler”, İ. Hakkı
Uzunçarşılı’ya Armağan, Ankara 1976, s. 91-112.
191
GÖKBİLGİN, M. Tayyib, “Nahiye”, İ. A.,C. 9, İstanbul 1964.
GÖKBİLGİN, M. Tayyib, “XVI. Asırda Mukâta’a ve İltizam İşlerinde Kadılık
Müessesesinin Rolü”, IV. Türk Tarih Kongresi (Ankara, 10-14 Kasım 1948),
Ankara 1952, s. 433-444.
GÖKÇE, Turan, XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Lâzıkıyye (Denizli) Kazâsı, Ankara, 2000
GÖYÜNÇ, Nejat, “Diyarbekir Beylerbeyliği’nin İlk İdâri Taksimatı”, İ.Ü.E.F. Tarih
Dergisi, S. 23, İstanbul 1969.
GÖYÜNÇ, Nejat, “Osmanlı Devleti’nde Taşra Teşkilatı”, Yeni Türkiye, S. 31,
Ankara 2000, s. 430-441.
GÖYÜNÇ, Nejat, “Yurtluk-Ocaklık Deyimleri Hakkında”, Prof. Dr. Bekir
Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul 1991.
GÖYÜNÇ, Nejat, XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı, Ankara 1991.
GRISWOLD, William, Anadolu’da Büyük İsyan 1591-1611, (Çev.Ülkün Tansel),
İstanbul 2000.
GÜÇER, Lütfi, “XVI. Yüzyıl Sonlarında Osmanlı İmparatorluğu Dahilinde Hububat
Ticaretinin Tâbi Olduğu Kayıtlar”, İ.Ü.İ.F.M., C. 13, S. 1-4, İstanbul 1951.
GÜÇER, Lütfi, “XVIII. Yüzyıl Ortalarında İstanbul’un İâşesi İçin Lüzumlu Olan
Hububatın Temini Meselesi”, İ.Ü.İ.F.M., C. 9, 1-4, İstanbul 1952, s. 397- 416.
GÜÇER, Lütfi, XVI-XVII. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğu’nda Hububat Meselesi
ve Hububattan Alınan Vergiler, İstanbul 1964.
GÜRKAN, Feyyaz, “Şer’iye Mahkemeleri Sicilleri Üzerine Bir Araştırma”, IX. Türk
Tarih Kongresi, C.II, Ankara 1988, s. 765-779.
HALAÇOĞLU, Ahmet, “1866-1868 Tarihleri Arasında Harput Mahkemesine İntikal
Eden Dava ve İdari Uygulamalar”, T.K.A., Ankara 1988, s. 141-147.
192
HALAÇOĞLU, Yusuf, Osmanlılar’da Ulaşım ve Haberleşme (Menziller), Ankara
2002.
HALKIN,E., Leon, Tarih Tenkidinin Unsurları, (Çev. Bahaeddin Yediyıldız),
Ankara 1989.
HASSAN, Ümit, Osmanlı: Örgüt-İnanç-Davranış’tan Hukuk-İdeolojiye, İstanbul
2002.
HATHAWAY, Jane, Osmanlı Mısır’ında Hane Politikaları, (Çev. Nalan Özsoy),
İstanbul 2002.
HAYLİ, Selçuk, “Tarihi Coğrafya Açısından Harput Şehrinin Fonksiyonları ve Etki
Sahası”, Dünü ve Bugünüyle Harput Sempozyumu (24-27 Eylül 1998),C. I,
Elazığ 1999.
HEYWOOD, Colin, “Osmanlı Döneminde Via Egnatia: 17.Yüzyıl Sonu ve 18.
Yüzyıl Başlarında Sol Koldaki Menzilhâneler”, Sol Ko,l Osmanlı
Egemenliğinde Via Egnatia (1380-1699), (Ed. Elizabeth Zachariadou,) (Çev.
Özden Arıkan, Ela Güntekin, Tülin Altınova), İstanbul 1999, s. 138-160.
IGGERS, Georg, Yirminci Yüzyılda Tarih Yazımı, (Çev. G. Ç. Güven), İstanbul
2000.
IMBER, Colin, Şeriattan Kanuna Ebussuud ve Osmanlı’da İslami Hukuk, (Çev.
Murteza Bedir), İstanbul 2004.
İNALCIK, Halil, “Adâletnâmeler”, Belgeler, C. II, S. 3-4, Ankara 1967.
İNALCIK, Halil, “Köy, Köylü ve İmparatorluk”, Osmanlı İmparatorluğu: Toplum ve
Ekonomi, (Der. Eren Yayınları), İstanbul 1993, s. 1-14.
İNALCIK, Halil, “Mahkeme”, İA, C. 7, s. 149-151.
193
İNALCIK, Halil, “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire, 1600-
1700”, Archivum Ottomanicum, VI, Louvain 1980, s. 283-337.
İNALCIK, Halil, “Osmanlı Fetih Yöntemleri”, Cogito, (Osmanlılar Özel Sayısı),
İstanbul1999.
İNALCIK, Halil, “Osmanlı İktisat Zihniyeti ve Osmanlı Ekonomisi”, Tarih
Risaleleri (Der. Mustafa Özel), İstanbul 1995, s. 35-53.
İNALCIK, Halil, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş ve İnkişafı Devrinde
Türkiye’nin İktisadî Vaziyeti Üzerine Bir Tetkik Münasebetiyle”, Belleten, C.
XV, S. 57-60, Ankara 1951, s. 629-684.
İNALCIK, Halil, “Osmanlı Tımar Rejimi ve Sipahi Ordusu”, Türk Kültürü, C. 10, S.
118, Ankara 1972, s.139.
İNALCIK, Halil, “Osmanlı Toplum Yapısının Evrimi”, (Çev. M. Özden-F. Unan),
Türkiye Günlüğü, S.11, Ankara 1990.
İNALCIK, Halil, “Osmanlı’da İstatistik Metodu Kullanıldı mı?”, Osmanlı
Devleti’nde Bilgi ve İstatistik, (Der. H. İnalcık-Ş. Pamuk), Ankara 2000.
İNALCIK, Halil, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300 - 1600), (Çev. R. Sezer),
İstanbul 2003.
İNALCIK, Halil, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, (Çev.
Halil Berktay), C. I, İstanbul 2000.
İNALCIK, Halil, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet, İstanbul 2000.
İNALCIK, Halil-ANHEGGER, Robert, Kânûnnâme-i Sultânî Ber Mûceb-i ‘Örf-i
‘Osmânî, Ankara 2000.
İNALCIK, Halil-Arı, Bülent, “Türk-İslam-Osmanlı Şehirciliği ve Halil İnalcık’ın
Çalışmaları”, Literatür, C. 3, S. 6, İstanbul 2005, s.27-56.
194
İPŞİRLİ, Mehmet, “Beylerbeyi”, DİA., C. 6, İstanbul 1992.
İPŞİRLİ, Mehmet, “Sosyal Tarih Kaynağı Olarak Şer’iyye Sicilleri”, Tarih ve
Sosyoloji Semineri, İstanbul 1991, s. 157-162.
İSLAMOĞLU, H.- KEYDER, Ç., “Osmanlı Tarihi Nasıl Yazılmalı? Bir Öneri”,
Toplum ve Bilim, I, 1977, s. 49-80.
KANKAL, Ahmet, “17. ve 18. Yüzyıllarda Kuzey-Batı Anadolu’da Sosyal Hayat
(Şer’iyye Sicillerine Göre)”, Tarih İncelemeleri, XV, İzmir 2000, s. 31-74.
KARAMURSAL, Ziya, Osmanlı Malî Tarihi Hakkında Tetkikler, Ankara 1989.
KARPAT, Kemal, “Osmanlı Tarihinin Dönemleri, Yapısal Karşılaştırmalı Bir
Yaklaşım” (Ed. Kemal Karpat), Osmanlı ve Dünya: Osmanlı Devleti ve
Dünya Tarihindeki Yeri, İstanbul 2000, s. 119-145.
KAZICI, Ziya, Osmanlılarda İhtisab Müessesesi, İstanbul 1987.
KELEŞ, Ruşen, Şehirciliğin Kuramsal Temelleri, Ankara 1972.
KEYDER, Çağlar-TABAK, Faruk, Osmanlı’da Toprak Mülkiyeti ve Ticari Tarım,
(Çev. Zeynep Altok), İstanbul 1998.
KHOURY, Dina Rızk, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Taşra Toplumu:
Musul, 1540-1834, (Çev. Ülkün Tansel), İstanbul 1999.
KILIÇ, Orhan, “Klasik Dönem Osmanlı Taşra Teşkilatı: Beylerbeyilikler, Eyaletler,
Kaptanlıklar, Voyvodalıklar, Meliklikler”, Türkler, C. 9, Ankara 2002.
KILIÇ, Orhan, “Osmanlı Döneminde Yurtluk-Ocaklık ve Hükümet Sancakları
Üzerine Bazı Tespitler”, OTAM, S.10, Ankara 1999, s.119-139.
KOÇ, Yunus, “Osmanlı’da Kent İskânı ve Demografisi (XV.-XVIII. Yüzyıllar”,
Literatür, C. 3, S. 6, İstanbul 2005, s. 161-210.
195
KUBAN, Doğan, “Anadolu-Türk Şehri Tarihi Gelişmesi, Sosyal ve Fizikî Özellikleri
Üzerinde Bazı Gelişmeler”, Vakıflar Dergisi, İstanbul 1968, s. 53-73;
KUNT, İ. Metin, “Karşılaştırmalı Tarih Üzerine”, Toplumsal Tarih, C. 19, S. 114,
İstanbul 2003.
KUNT, İ. Metin, Sancaktan Eyâlete, İstanbul 1978.
KUNT, İ. Metin, The Sultan’s Servants: Transformation of Ottoman Provincial
Goverment 1550-1650”, Osmanlı Araştırmaları/Journal of Ottoman Studies,
6, İstanbul 1986, s. 221-246.
KUNT, Metin-WOODHEAD, Christine, Kanuni ve Çağı: Yeniçağda Osmanlı
Dünyası, (Çev. Sermet Yalçın), İstanbul 2002.
KURT, Yılmaz, “XVI. Yüzyılın İkinci Yarısında Diyarbekir Eyaleti’nde Sanayi ve
Ticaret”, Tarih İncelemeleri, V, İzmir 1990, s. 191-201.
KURT, Yılmaz, Osmanlıca Dersleri II, Ankara 1997.
MARDİN, Ebul-ulâ, “Kadı”, İ. A., C. 6, İstanbul 1977, s. 42-46.
MİROĞLU, İsmet, “Osmanlı Yol Sistemine Dair”, İ.Ü. Tarih Enstitüsü Dergisi, 15,
İstanbul 1997, s. 241-252.
MİROĞLU, İsmet, Kemah Sancağı ve Erzincan Kazası (1520-1566), Ankara 1990.
NAGATA, Yuzo, Tarihte Ayanlar: Karaosmanoğulları Üzerine Bir Deneme,
Ankara 1997.
NEDKOFF, Christoff, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Cizye”, (Çev. Şinasi Altundağ),
Belleten, VII, 29-32, Ankara 1944.
OCAK, A.Yaşar, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, İstanbul 1999, s. 37.
OĞUZOĞLU, Yusuf, “Osmanlı Şehirlerindeki HalkınVergi Yükü Üzerine Bir
Araştırma (1680-1700)”, Osmanlı Araştırmaları, XV, (1995), s. 157-186.
196
OĞUZOĞLU, Yusuf, “XVII. Yüzyılda Türkiye Şehirlerindeki Başlıca Yöneticiler”,
19 Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 1, Samsun 1986. s. 140- 155.
OĞUZOĞLU, Yusuf, Osmanlı Devlet Anlayışı, İstanbul 2000.
ORHONLU, Cengiz, Osmanlı İmparatorluğu’nda Derbend Teşkilâtı, İstanbul 1967.
ORTAYLI, İlber, “17. Yüzyıl Sonlarında Orta Anadolu Vilayetlerinin Toplumsal-
Ekonomik Durumu Üzerine”, Osmanlı İmparatorluğu’nda İktisadi ve Sosyal
Değişim, Makaleler I, Ankara 2000.
ORTAYLI, İlber, “Osmanlı Kadısı- Tarihi Temeli ve Yargı Görevi”, AÜSBFD, C.
30, S. 1-4, Ankara 1977.
ORTAYLI, İlber, “Osmanlı Kadısı’nın Taşra Yönetimindeki Rolü Üzerine”, Amme
İdaresi Dergisi, C. 9, S.1, Ankara 1976, s. 95-107.
ORTAYLI, İlber, “Osmanlı Şehirlerinde Mahkeme (Binanın Yeri, Yargılama Usulü,
Mahkeme Görevlileri ve Bürokratik Faaliyet, Mahkeme Gelirleri ve Arşiv)”,
Prof. Dr. Bülent N. Esen’e Armağan, Ankara 1977.
ORTAYLI, İlber, Türkiye İdare Tarihi, Ankara 1979.
ÖDEKAN, Ayla, “Konut”, Türkiye Tarihi 3: Osmanlı Devleti 1600-1908, (Edt. Sina
Akşin), İstanbul 1988, s. 398-404.
ÖZ, Mehmet, “II. Viyana Seferine Kadar XVII. Yüzyıl”, Genel Türk Tarihi, C. 6,
Ankara 2000.
ÖZ, Mehmet, “Onyedinci Yüzyılda Osmanlı Devleti: Buhran, Yeni Şartlar ve Islahat
Çabaları Hakkında Bir Değerlendirme”, Türkiye Günlüğü, 58, Ankara 1999.
ÖZ, Mehmet, “Osmanlı Klasik Döneminde Anadolu Kentleri”, Literatür, C. 3, S. 6,
İstanbul 2005, s. 57-88.
ÖZ, Mehmet, Osmanlı’da Çözülme ve Gelenekçi Yorumcuları, İstanbul 1997.
197
ÖZ, Mehmet, XV-XVI. Yüzyıllarda Canik Sancağı, Ankara 1999.
ÖZCAN, Tahsin, Fetvalar Işığında Osmanlı Esnafı, İstanbul 2003.
ÖZDEMİR, Rifat, “Avârız ve Gerçek-Hâne Sayılarının Demografik Tahminlerde
Kullanılması Üzerine Bazı Bilgiler”, X. Türk Tarih Kongresi (22-26 Eylül
1986), C. IV, Ankara 1993, s. 1581-1613.
ÖZDEMİR, Rifat, “Çeşitli Osmanlı Kanunnâmelerinin Mukayesesi ve
Uygulaması Üzerine Bazı Bilgiler”, 19 Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Dergisi, S. 3, Samsun 1988, s. 125-151.
ÖZDEMİR, Rifat, “Harput ve Çemişgezek’te Askeri Ailelerin Sosyo-Ekonomik
Yapısı 1890-1919), Tarih İncelemeleri, V, İzmir 1990.
ÖZDEMİR, Rifat, Antakya Esnaf Teşkilatı (1709-1860), Antakya 2002.
ÖZEL, Oktay, “Osmanlı Demografi Tarihi Açısından Avarız ve Cizye Defterleri”,
Osmanlı Devleti’nde Bilgi ve İstatistik, Ankara 2000, s. 33-50.
ÖZEL, Oktay-ÇETİNSAYA, Gökhan, “Türkiye’de Osmanlı Tarihi’nin Son Çeyrek
Yüzyılı: Bir Bilanço Denemesi”, Toplum ve Bilim, 91, 2001-2002, s. 8-38.
ÖZKAYA, Yücel, “XVIII. Yüzyılda Ankara’da Sof ve Kayseri’de Deri Sanatları”,
III. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, V, Ankara 1987, s. 303-
312.
ÖZKAYA, Yücel, “XVIII. Yüzyılda Mütesellimlik Müessesesi”, AÜDTCF Dergisi,
C. 28, S. 3-4, Ankara 1970, s. 369-390.
ÖZKAYA, Yücel, ”XVIII. Yüzyılda Genel Hatlarıyla Osmanlı İmparatorluğu’nda
Vergi Sorunu”, V. Milletlerarası Türkoloji Kongresi, İstanbul 1989, s. 499-
505.
ÖZKAYA, Yücel, Osmanlı İmparatorluğu’nda Âyânlık, Ankara 1994.
198
ÖZKAYA, Yücel, XVIII. Yüzyılda Osmanlı Kurumları ve Osmanlı Toplum Yaşantısı,
Ankara 1985.
ÖZKAYA, Yücel, XVIII. Yüzyılın Sonlarında Tevzî Defterlerinin Kontrolü”, Selçuk
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, S. 1, Konya 1982, s. 135-155.
ÖZKAYA, Yücel,“XVIII. Yüzyılda Taşra Yönetimine Genel Bir Bakış”, Türkler, C.
13, s. 701.
ÖZTÜRK, Mustafa, “XIX. Yüzyılda Harput’ta Fiyatlar”, Belleten, C.53, S. 207-208,
Ankara 1989.
ÖZVAR, Erol, “XVII. Yüzyılda Osmanlı Taşra Maliyesinde Değişme: Diyarbakır’da
Hazine Defterdarlığından Voyvodalığa Geçiş”, IX. International Congress Of
Economic And Social History Of Turkey (Dubrovnik, 20-23 August 2002),
Ankara 2005, s. 93-115.
ÖZVAR, Erol, Osmanlı Maliyesinde Malikâne Uygulaması, İstanbul 2003.
PAMUK, Şevket, Osmanlı İmparatorluğu’nda Paranın Tarihi, İstanbul 1999.
Polonyalı Simeon’un Seyahatnâmesi (1608-1619), (Çev. H. Andreasyan), İstanbul
1964.
SAHİLLİOĞLU, Halil, “Bir Mültezim Zimem Defterine Göre 15. Yüzyıl Sonunda
Osmanlı Darphâne Mukâta’aları”, İ.Ü. İktisat Fakültesi Mecmuası, C. 23, S.
1-2, İstanbul 1963.
SAHİLLİOĞLU, Halil, “Savaş Yılı Buhranları”, İktisat Fakültesi Mecmuası,
C.XXVII, S. 1-2, İstanbul 1969, s. 304-317.
SAHİLLİOĞLU, Halil, “XVII. Asrın İkinci Yarısında İstanbul’da Tedavüldeki
Sikkelerin Rayici”, Belgeler, I, 1964.
199
SARICAOĞLU, M. Esat, Malî Tarih Açısından Osmanlı Devletinde Merkez Taşra
İlişkileri (II. Mahmit Döneminde Edirne Örneği), Ankara 2001.
SAYAR, A. Güner, Osmanlı İktisat Düşüncesinin Çağdaşlaşması, İstanbul 1986.
SAYAR, A. Güner, Osmanlı’dan 21. Yüzyıla Ekonomik, Kültürel ve Devlet
Felsefesine Ait Gelişmeler, İstanbul 2001.
SERTOĞLU, Midhat, Osmanlı Tarih Lûgatı, İstanbul 1986.
SHAW, Stanford, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye, (Çev. M. Harmancı), C. I,
İstanbul 1982.
SUNGUROĞLU, İshak, Harput Yollarında, (4 Cilt), İstanbul 1959-1968.
ŞAHİN, İlhan-EMECEN, Feridun, “XVI. Asrın İkinci Yarısında Tokat Esnafı”,
Osmanlı Araştırmaları, 7-8, İstanbul 1988.
ŞEMSEDDİN SÂMİ, Kâmûsu’l A’lâm, C. 3, Ankara 1996, s. 2032-2033.
ŞENTÜRK, M. Hüdâi, “Osmanlı Devleti’nin Ulaşım Teşkilatı ve Yol Sistemine
Genel Bir Bakış”, Türkler, (Ed. H.Celal Güzel, Kemal Çiçek v.d), C. 10,
Ankara 2002.
TABAKOĞLU, Ahmet, Gerileme Dönemine Girerken Osmanlı Maliyesi, İstanbul
1985.
TABAKOĞLU, Ahmet, Türk İktisat Tarihi, İstanbul 2000.
TAŞ, Hülya, XVII. Yüzyılda Ankara, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü,
(Yayınlanmamış Doktora Tezi), Ankara 2004.
TEKELİ, İlhan, “Anadolu’daki Kentsel Yaşantının Örgütlenmesinde Değişik
Aşamalar”, Türkiye’de Kentleşme Yazıları, Ankara 1982, s.11-18.
TIZLAK, Fahrettin, Osmanlı Döneminde Keban-Ergani Yöresinde Madencilik
(1775-1850), Ankara 1997.
200
TİMUR, Taner, Osmanlı Çalışmaları, Ankara 1996.
TİMUR, Taner, Osmanlı Toplumsal Düzeni, Ankara 2001.
TUNCEL, M., “Türkiye’de Yer Değiştiren Şehirler Hakkında İlk Not”, İ.Ü.
Coğrafya Enstitüsü Dergisi, S. 20-21, İstanbul 1977, s. 119-128.
TUNCER, Cezmi, “Diyarbakır-Harput Kervan Yolu”, Güzel Sanatlar Enstitüsü
Dergisi, S.5, Erzurum 1999, s. 151-172.
TURAN, Osman, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1973
TURAN, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971.
TURAN, Şerafettin, “XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İdari Taksimatı”,
Atatürk Üniversitesi 1961 Yıllığı (Ayrı Basım), Erzurum 1961.
UĞUR, Ahmet, Osmanlı Siyâset-Nâmeleri, Kayseri 1992.
UĞUR, Yunus, “Mahkeme Kayıtları (Şer’iyye Sicilleri): Literatür Değerlendirmesi
ve Bibliyografya”, Türkiye Araştırmaları ve Literatür Dergisi, (Türk İktisat
Tarihi Özel Sayısı), C. I, S. I, İstanbul 2003.
ULUÇAY, M. Çağatay, 17. Asırda Saruhan’daki Eşkıyâlık ve Halk Hareketleri,
İstanbul 1944.
UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı, Ankara 1988.
UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı, Osmanlı Tarihi, C. 3, Ankara 1983.
ÜNAL, M. Ali, “1056-1046 Tarihli Avârız Defterine Göre 17. Yüzyıl Ortalarında
Harput”, Belleten, C. LI, S. 199, Ankara 1987, s. 119-129.
ÜNAL, M. Ali, “1646 (1056) Tarihli Harput Kazâsı Avârız Defteri”, Tarih
İncelemeleri Dergisi, C. XII, İzmir 1997, s. 9-75.
ÜNAL, M. Ali, “Harput”, DİA, C.16, İstanbul 1987.
201
ÜNAL, M. Ali, “XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Diyarbekir Eyaleti’ne Tâbi Sancakların
İdari Statüleri”, X. Türk Tarih Kongresi (Bildiriler), C.5, TTK, Ankara 1994.
ÜNAL, M. Ali, “XVI. Yüzyıl Sonlarında Bir İltizam Sözleşmesi”, Osmanlı Devri
Üzerine Makaleler-Araştırmalar, Isparta 1999.
ÜNAL, M. Ali, “XVI. Yüzyılda Harput Sancakbeyleri”, Osmanlı Devri Üzerine
Makaleler-Araştırmalar, Isparta 1999, s. 90-110.
ÜNAL, M. Ali, “XVII. Yüzyılın Başlarında Harput Mukâta’atına Ait Bir İcmâl
Muhâsebe Defteri”, Osmanlı Devri Üzerine Makaleler-Araştırmalar, Isparta
1999, s. 36-50.
ÜNAL, M. Ali, XVI. Yüzyılda Çemişgezek Sancağı, Ankara 1999.
ÜNAL, M. Ali, XVI. Yüzyılda Harput Sancağı (1518-1566), Ankara 1989.
WEBER, Max, Şehir: Modern Kentin Oluşumu, (Çev. Musa Ceylan),İstanbul 2000.
YAMAN, T. Mümtaz, “Osmanlı İmparatorluğu Teşkilatında Mütesellimlik
Müessesesine Dair”, Türk Hukuk Tarihi Dergisi, C.1, Ankara 1944,s. 75- 105.
YEDİYILDIZ, Asım, Bursa Esnafı ve Ekonomik Hayat, Bursa 2003.
YEDİYILDIZ, Bahaeddin, “İslam Hukukunda Zimmilerin Yeri”, Türk Kültürü, C.
25, S. 290, Ankara 1987, s. 11-15.
YEDİYILDIZ, Bahaeddin, “Osmanlıların Kuruluş ve Yükselişinde Rol Oynayan
Müesseseler”, Milli Kültür, XLI, 1983, s. 41-47.
YEDİYILDIZ, Bahaeddin, “Türk Vakıf Kurucularının Sosyal Tabakalaşmadaki Yeri,
1700-1800”, Osmanlı Araştırmaları, III, İstanbul 1991, s. 143-164.
YEDİYILDIZ, Bahaeddin, “Yerleşim Durumuna Göre Osmanlı Toplumu”, Osmanlı
Devleti Tarihi (Editör: E. İhsanoğlu), C. II, İstanbul 1999, s. 471.
YEDİYILDIZ, Bahaeddin, Ordu Kazası Sosyal Tarihi (1455-1613), Ankara 1985.
202
YILMAZÇELİK, İbrahim, “Malî ve İdarî Bir Birim Olarak Diyarbakır
Voyvodalığı”, XIII. Türk Tarih Kongresi (4-8 Ekim 1999), Bildiriler, C. III,
Ankara 2002, s. 2029-2047.
YILMAZÇELİK, İbrahim, “XVIII. Yüzyıl ile XIX. Yüzyılın İlk Yarısında
Diyarbakır Eyaletinin İdari Yapısı ve İdari Teşkilatlanması”, AÜDTCF Tarih
Araştırmaları Dergisi, C.XVIII, S. 29, Ankara 1997, s. 217-232.
YUVALI, Abdülkadir, “Kayseri’de XVII. Yüzyıl Sonlarında Kadının Sosyal
Statüsü”, I. Kayseri ve Yöresi Tarih Sempozyumu Bildirileri (11-12 Nisan
1996), Kayseri 1997.
YÜCEL, Yaşar, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Desantralizasyona Dair Gözlemler”,
Belleten, C. 38, S. 149-152, Ankara 1974.
YÜCEL, Yaşar, “XVI-XVII. Yüzyıllarda Osmanlı İdarî Yapısında Taşra Ümerasının
Yerine Dair Düşünceler”, Belleten, C. XLI, S. 163, Ankara 1977.
YÜCEL, Yaşar, Kitâbu Mesâlihi’l-Müslîmîn ve Menâfi’i’l-Mü’minîn, II, III, Ankara
1980-81.
YÜCEL, Yaşar, Osmanlı Devlet Düzenine Ait Metinler I: Kitâbi Müstetâb, Ankara
1974.
ZE’Vİ, Dror, Kudüs: 17. Yüzyılda Bir Osmanlı Sancağında Toplum ve Ekonomi,
(Çev. Serpil Çağlayan), İstanbul 2000.
203
ÖZET
Erdoğdu, İbrahim, XVII. Yüzyılın İkinci Yarısında Osmanlı Toplumunda
Değişim Eğilimleri: Harput Örneği, Doktora Tezi, Danışman: Prof. Dr. Özer Ergenç,
208 s.
Şer’iyye sicilleri kullanılarak hazırlanan “XVII. Yüzyılın İkinci Yarısında
Osmanlı Toplumunda Değişim Eğilimleri: Harput Örneği” başlıklı tezimizde genel
olarak, Osmanlı ülkesinin Anadolu cânibinde ve orta kol güzergâhında yer alan
Harput Sancağı’nda zaman ve mekân içinde yaşanan değişimin izleri sürülmüş ve bu
değişim, temelde iki açıdan değerlendirmeye tâbi tutulmuştur.
İlk olarak sancağı bir yerleşme alanı niteliğiyle anlayabilmek için, taşra
idaresinde oluşturulan birimlerin sınırlarını ve iç taksimâtını etkileyen üç önemli
faktörün varlığı ve bunların önemi üzerinde durulmuştur. Dolayısıyla başlangıçta
sancağın, bu faktörler açısından klasik dönem ile 17. yüzyılın ikinci yarısına kadar
geçen süre içerisindeki durumu, yine değişim niteliği göz önünde bulundurularak ele
alınmıştır.
1- Oluşturulan Birimin Yönetim Açısından Fonksiyonelliği,
2- İktisadi Yönden Çevresi İle Entegrasyon İmkânları,
3- Belde Yerleşiklerinin Birbirleri ve Devletle İlişkilerinin Düzenlenebilmesi
şeklinde özetlenebilecek bu üç faktör, kendi içinde etkileşim halinde bulunduğu gibi
zaman içindeki gelişmelere de tâbi olmuştur.
Bilindiği gibi Osmanlı klasik döneminin sonlarına doğru, temel sistemleri
derinden etkileyecek bazı değişmeler ortaya çıktı. Bunların bir bölümü Osmanlı’nın
dışında oluşmuştu ama bir bölümü, Osmanlı kurumlarının ilk dinamiklerinin yeni
koşullarla karşılaşması sonucu meydana gelmişti. Bu değişmeler, hem Osmanlı tımar
ve kul sistemlerinin kendi içlerinde, hem de birbirleriyle olan ilişkilerinde
değişiklikler ortaya çıkardı. Konumuz açısından en önemli gelişme, tımar sisteminin
eskisi gibi fonksiyonel olmaması sebebiyle, daha önce bu sistem içinde var olan bir
uygulamanın alanının genişlemesidir. Bu uygulama, iltizâm usûlüdür. Bu usûl, tımar
siteminin fonksiyonel olduğu dönemde, tımarın içine yerleştirilemeyen bir takım
hizmetlerin yürütülebilmesi ve padişah hâsları olan dirliklerin gelirlerinin, hazineye
aktarılması için kullanılıyordu. Öyle ki bu uygulama, 16. yüzyıl ortalarına kadar
merkezîhazineye ait vergi gelirlerini yarı yarıya yakın oranda karşılamaktaydı.
204
Özellikle 16. yüzyıl sonlarından itibaren kapıkulları sayısının hızla artması,
daha sonra başlayan uzun ve masraflı savaşların hazineye getirdiği büyük malî yükler
ve ardından baş gösteren malî kriz, devleti bazı tedbirlerin alınması yönünde
harekete geçirdi. Bunların başında, hazinenin gelirlerinin çoğaltılması gelmektedir.
İlk önce düşünülen, daha önceden tımar sistemi içinde kalan bazı gelir
kaynaklarının dirliklerin kalemi olmaktan çıkarılıp doğrudan mukâta’ şeklinde
hazineye bağlanmasıydı. Bu açıdan bakıldığında, 1642’den itibaren Harput
Sancağı’ndaki padişah ve sancakbeyi hâsları mukâta’-ı Harput adıyla tek bir isim
altına birleştirilmiştir. Yine aynı tarihte sancak gelirleri, daha önce Diyarbekir
hazinesinden ta’yin olunan yıllık 40 bin kuruş maaşları karşılığında, Van Kalesi
askerlerine Ocaklık şeklinde tevcîh edilmiştir.
Bu tarihten sonra sancak, idarî ve malî bakımlardan yeni bir sürecin içine
girmiştir. Dolayısıyla tezimizde ikinci olarak, sancaktan mukâta’ya geçiş sürecinde
Harput’un malî ve idarî dönüşüm açısından öne çıkan yeni özelliklerinin tespitine
çalışılmıştır. Bu yeni durumun değişim açısından mekândaki yönetim örgütlenmesine
yansımaları ise, sancak yönetimindeki gelişmelere paralel olarak, yöneticilerin
kimlikleri ve görevleri bazında tablolar ve çeşitli örnekler şeklinde örfî ve şer’i
açılardan bilgisayar destekli ortamda sorgulanmıştır.
Bunların dışında değişimin, Harput şehrinde mekânın kullanımına ne ölçüde
yansıdığı da, yine belgelere yansıdığı kadarıyla tespit edilmeye çalışılmıştır.
205
ABSTRACT
Erdoğdu, İbrahim, Tendencies of Change in the Ottoman Society during the
Half of the Seventeeth Century: The Case of Harput, Ph. D. Thesis, Advisor: Prof.
Dr. Özer Ergenç, 208 p.
This dissertation entitled “Tendencies of Change in the Ottoman Society
during the Second Half of the Seventeenth Century: The Case of Harput” scrutinizes
the traces of regional and diachronic change in the Ottoman Harput Province, which
was located in the orta kol of Anatolia. These tendencies for change are studied from
two primary perspectives.
First, I scrutinize the three significant factors that determined the borders and
the distribution of provincial administration units, in order to understand the sancak
as an “area of settlement”. In this framework, I compare the Harput Sancak of the
latter part of the seventeenth century with that of the Classical Age, with respect to
change. The aforementioned criteria are as follows:
1. The functionality of the administrative unit
2. The possibilities of its economic integration with its hinterland
3. The organization of the relationship among the settled people and with the
State
These three factors have interacted with each other, and have undergone
change with time.
The changes that took place in the fundamental systems towards the end of
the Classical Age are well known. Some of these changes were external, however,
some were results of the adaptation of Ottoman institutions to new dynamics and
circumstances. These changes transformed the timar and kul systems both
individually, and also in relation to each other. The most significant development
relating to our subject was the mal-functioning timar system, which led to the
expansion of another practice (iltizam) that coexisted with timar. Iltizam was
employed during the heyday of the timar system to manage certain services that
could not be included under timar; and to transfer the income from Sultanic Hass to
the treasury. This practice provided nearly half of the tax income of the central
treasury up until the mid sixteenth century.
206
The Ottoman State had to come up with certain measures especially
following the rise in the number of kapıkulu beginning with the sixteenth century,
the increased burden of long and expensive wars on the treasury, and the fiscal crisis.
Foremost among these measures was increasing the income of the treasury. The first
practice for this purpose was the transfer of certain timar items directly to the
treasury as mukâta’’as. In this framework, the hass of the Harput Province (both
Sultanic and of the Sancakbeyi) were gathered under one name called mukāta’a-ı
Harput beginning in 1642. In the same year, provincial income was distributed as
ocaklık to the soldiers of the Van Castle to meet their 40,000 kuruş yearly salary.
Following this date, the province entered a new administrative and fiscal
phase. Accordingly, the second aspect of scrutiny of the present dissertation
comprises the new fiscal and administrative characteristics of Harput. These new
characteristics are studied in terms of their reflection on the organization of spacial
administration. This part of the study consists of computer analyses of tables
showing the identities of the administrators, as well as sample cases of the örfī and
şer’ī aspects of administration.
Apart from these, an analysis of the use of space in the town of Harput, and
how it got transformed with the above-mentioned changes over time are examined
using the source material.
207
208
Harita 1: Klasik Dönemde Harput Sancağı’nın Sınırları (M. A. Ünal, a.g.e., s. 40.)
209
Harita 2 : 18. Yüzyılda Rumeli ve Anadolu’daki Kollar ve Bunlar Üzerindeki Ulak ve İaşe Menzilleri
(Rıza Bozkurt, a.g.e.)