Post on 22-Mar-2021
• Savaşlar bitmiyor. Terörün acımasızlığı dinmiyor. İnsanlar acı çekiyorlar, çekmeyenler ise mutsuzlar.
• Doğal kaynaklar tükeniyor. Hava ve sular kirleniyor. Zehirli atıklar, ozon deliği ve asit yağmurları gibi tehlikeler dünyayı tehdit ediyor.
• İnsanlar acaba "bindikleri dalı" neden kesiyorlar?
• Holistik (Bütünsel) Evren Tasarımı, bize şu gerçekleri bilimsel yolla açıklıyor:
• Hepimiz aynı bütünün parçalarıyız. • Varedilmiş her birim, bütün evren
bilgisine sahiptir. * Bütün bilgiler her an ve her yerdedir. • Evren ancak tek tek algılanmalar
sonucunda canlanır.
• Bir diğerini sevmek, dostluğu, yardımlaşmayı, barışı, dayanışmayı seçmek, neden "bilimsel bir zorunluluk" bilmek ister misiniz?
HOLİSTİK EVREN TASARIMI
İnsanı ve Evreni Anlamanın Altın Anahtarı
Aydın Arıtan
Türkçe Hakları © Arıtan Yayınevi 2004
Yayınevi'nin izni olmadan, kısmen veya tamamen hiçbir yolla
kopya edilemez, çoğaltılamaz ve dağıtılamaz.
Bilimsel Danışman: Garabet Mirzahanyan
Yayın Danışmanı: Fuat Yalçın
Teknik Editör: Selma Turhan
Dizgi Operatörü: Burçin İmergi
Ofset Hazırlık: Aydın Ata
Kapak Tasarımı, Dizgi ve Ofset Hazırlık: Arıtan Yayınevi
1. Baskı: Eko Matbaası, Kasım 2004, İstanbul
ISBN: 975-7582-40-9
ARITAN YAYINEVİ
Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi
A Blok Kat: 6 No:4NA6 Topkapı-İstanbul
Tel: (0212) 576 87 41 Fax: (0212) 576 87 06
İÇİNDEKİLER
Prolog 5
Sunuş 9 Giriş 23
1. BÖLÜM
Hologram Nedir, Nasıl işler? 39
Bilimsel Gelişim 41 / Hologram Nerelerde Kullanılır? 43 / Bir Görüntü Kaydetme Yöntemi: Fotoğraf Çekme 45 / Hologram İle Fotoğraf Arasındaki Farklılıklar 47 / Hologram Düşüncesine Giriş 50 / Holografik Yaradılış Efsanesi 53 / Gördüğünüz Nesneler Gerçek mi? 55
2. BÖLÜM
İhsan Beyni Nasıl tşler? 61
Hafızanın İşleyiş Mekanizması 63 / Beyin Algı Esnekliği 66 / Öğrenilmiş Yeteneklerin Aktarılması 66 / Fantom Görüntüler ve Ağrılar 67 / Beynin Dev Saklama Kapasitesi 67 / Hologram Devreye Giriyor 69 / Bilimsel Gelişim 70 / Mercekler Sistemi 76 / Anlaşılmaz Olanları Açıklamanın Yolu: Hologram 79
3. BÖLÜM
Yeni Fizik Anlayışına Doğru 83
Klasik Fizikten, Kuantum Fiziğine 86 / Atomaltı Alemin Temel Özellikleri 88 / Kader Konusunun Kuantum Anlayışı Açısından Yorumu 92/ Gözlemcinin Rolü 102 / Tek Başına Varolan Bağımsız Nesneler Anlayışı Yanlıştır 106 / Olumlu Düşüncenin Gücü 109 / Atomaltı Alem "Canlıdır" 111 /Kuantum Fiziği ve Değişen Anlayışlar 113/ Da-vid Bohm ve "Kapalı Düzen" Tanımı 116/ Gerçeğin Öbür Yüzü 118/
Uzay ve Zamanın Aşılması 119 / Kuantlar ve Dalga-Parçacık Bütünselliği 122 / Kral Midas'm Altınları 124 / Akvaryumdaki Balık 125 / Silindir ve Mürekkep 129 /Evren Bir Hologram mı? 132
4. BÖLÜM
İhsan, Evren ve Hologram 139
Beyin Hücrelerinin İşleyişi 139 / Her Canlı Ya Da Farklılaştmlmış Her Cisim, Aynı Bütünün Parçalandır 147 / Bütün Bilgiler Her An Ve Her Yerdedir 149 / Varedilmiş Her Birim Bütün Evren Bilgisine Sahiptir 151 / Evren, Ancak Tek Tek Algılanmalar Sonucunda Canlanır 153
5. BÖLÜM
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 157
Yeni Çağın Bilinci 161 / Yeni Bir İnsan, Yeni Bir Toplum, Yeni Bir Dünya 162 / Ekonomi 164 / Cinsellik 179 / Din 185 / Tıp 190 / Ana-Babahk Sanatı ve Eğitim 199 / Toplum ve Siyaset 204 / Komplo Teorisi 208 / Ben Bir Ceviz Ağacıyım Gülhane Parkı'nda 214
||ı l|| Ş İ İ • l i f i P|| nuru ıinın ininin Fin
PROLOG
Başlangıçta hiçbir şey yoktu. Ne zaman, ne mekân, ne yıldızlar, ne gezegenler, ne meteorlar, ne taşlar, ne bitkiler, ne hayvanlar ve ne de insanoğlu. Herşey bir hiçten oluştu. Kuarklardan, elektronlardan ve diğer parçacıklardan zaman ve mekân içinde kızgın bir plazma varoldu. Bu plazma hızla soğumaya başladı ve protonları, nötronları, atom çekirdeklerini, atomlan, yıldızlan, galaksileri ve gezegenleri meydana getirdi.
Uzayın birçok güneş sisteminde hayat ortaya çıktı. Sonrasında birçok galaksinin bulunduğu bir güneş sisteminin spiral kollarının bı.in-deki yıldızın sıradan bir gezegeninde hayat oluştu. Orada milyarlarca yıl boyunca çok basit bazı organizmalardan bitkiler, hayvanlar gelişti ve sonunda insan ortaya çıktı. İlk başlarda insanlar uzayın merkezinde olduklarını sanıyorlardı. Ve tüm dünyanın sadece onlar için yapıldığına inanıyorlardı. Varoluşlanna bir anlam kazandıran ve dünyaya hükmeden Tannlar icat ettiler.
Uzayın oluşumundan yaklaşık 15 milyar yıl sonra insanoğlu kendi zaman hesabıylada 2. Binyıl'da çevresini ve kendisini sistemli bir şekilde araştımıaya başladı. Ve dünyadaki çeşitliliğin basit bir şekilde açıklanabileceğini gördü. Uzaydaki madde, ki kendisi de buna dahildi, iki cins yapı malzemesinden oluşmaktaydı: Kuarklar ve atomun etrafını dolduran elektronlar. Kendisinin de uzayın merkezinde değil, basit ve çok da göze batmayan bir galaksinin kenarında varolduğunu anladı.
Galileo Galilei'den sonra dünyanın yuvarlak olduğu ve güneşin etrafında döndüğü iddia edilmeye başlandığında bu konuya bir çok kişi soğuk bakmaktaydı. Oysa güneşin de sabit bir yıldız olmadığı ve Samanyolu galaksisinin merkezi etrafında gezegenleriyle birlikte döndüğü ortaya çıkmıştır. Asırlar boyunca insanoğlu ölüm korkusunu yene-
bilmek ve varolabildiği sürecede mutlu yaşayabilmek için kendince bir takım felsefî ve bilimsel teoriler üretmiştir ve üretmeye de devam etmektedir.
Olaya günümüzdeki bilimsel bulgular aracılığı ile katı bir açıdan yaklaşanlar açıklayamadıkları bazı gerçekleri görmemek için anlaşılmaz bir çaba içindedirler.
Niels Bohr'dan başlayan ve günümüze kadar süregelen atom modelinde de olduğu gibi gerçek, Schrödinger'in Kedisi örneğinde olduğu gibi, tüm bu fikirlerin arasında bir yerde. Atomdaki elektron gibi, hem bir parçacık, hem de bir enerji türevi. Yerine göre ikisi de doğru, ancak ikisi de tek başına yanlış.
Holografik model, yani holistik evren tasarımı aracılığı ile günümüzde bilimsel olarak açıklayamadığımız bir çok fenomeni anlayabiliyoruz. Holografi konusunda Dermiş Gabor'un 1947'de yaptığı matematiksel hesaplamalarda Fourier Transformasyon'uyla başlayan, Da-vid Bonn, Kari Pribram gibi bilimadamlarmm pekiştirdiği ve bir dizi araştırmacının yürütmeye devam ettiği bu süreç Albert Einstein, Frit-jof Capra, Werner Heisenberg, Erwin Schrödinger gibi bilim adamlarıyla zirveye ulaşmıştır.
Hepimiz varoluş gerçeğinin arkasındaki bir düzeni açıklama çabası peşindeyiz. Çünkü insan bir düzen içinde yaşamaktan mutlu olmaktadır. Üniversitedeki ilk yıllarımda Heisenberg'in Belirsizlik İlkesi'ni yok sayarak hayata bir anlam katmaya çalışmıştım. Çünkü bu teori o yıllarda kendi etrafıma kurduğum kağıttan evi yıkmaktaydı. Ve ben, kapkaranlık, sonsuz uzay denen boşlukta yapayalnız kalacaktım. Üstelik uzay için çok önemsiz bir birimdim. Kütüphanedeki kitapların içlerine ve derinlere daldıkça, Heisenberg'in yaklaşımının aydınlandığını ve bir anlam kazandığını gördüm. Giderek atomların o belirsizliklerle dolu elektron bulutu gözlerimin önünde belirginleşmeye başladı.
Gerçek tek tek hepimizde bir bütün olarak varolduğunda, bu devasa bilgi okyanusundan hepimiz kendimize uygun olduklarını varsaydıklarımızı görüp çıkartırız. Bu doğruları seçerken de, diğerlerini yok saymakta büyük bir ustalık geliştiririz. Aslında en yakın bilgi kaynağı-
nı elimizin altında bulundururuz. Onunla tanışmak için çevremize ve kendi içimize bakmamız yeterli olur.
Tüm evreni bir tiyatro sahnesine benzetirsek, hepimizin bu "muhteşem oyunda" birer oyuncu olduğumuzu farketmemiz mümkün hale gelir; işte tam bu noktada, aklımıza iki som gelmektedir: Bir; eğer hepimiz sahnede birer oyuncuysak, bizi seyredenler kim? İki; bu oyun neden ya da niçin sahnelendi ve bunu başlatan, hem de sahneleyen kim? •
İşte bu somlara bir cevap arayanlar, İstanbul Erkek Lisesi'ni ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ni bitirdikten sonra, Münih'te Ludwıg Maximilians Üniversitesinde doktora çalışması yapan araş-tırmacı, yazar, yayıncı Aydın Arıtan'ın uzun yıllar süren araştırmalarının sonucunda hazırladığı "Holistik Evren Tasarımı"nda, (dallarındaki bir çok somya bir çözüm bulabilecekler.
38 Halistik Evren Tasarımı
deli"ne yönelebiliriz. Nitekim, çağdaş bilimsel veriler bize, yepyeni bazı gerçekleri gösteriyorlar. Yeni bir evren ve yeni bir insan anlayışına geçerek, insanlığa vaadedilen "cennete" nasıl ulaşılabileceğinin ipuçlarını ve yollarını gösteren bu bilimsel gerçekleri, açık bir yürek ve berrak bir beyinle ele alamazsak, anlam ve önemlerinin tam olarak farkına varmamız zorlaşır.
Bizlere yeni ufuklar açan ve düşüncelerimizde büyük bir değişim yapma fırsatını sunan bu bilimsel yaklaşımların en önemlileri: İzafiyet Teorisi, Kuantum Fiziği ve Hologram Tekniği'dir. İzafiyet ile Kuantum, 20. Yüzyıl'ın başlanndan beri bilim dünyasında yer aldıkları için, üzerlerinde çok konuşulmuş ve haklarında çok şeyler yazılmıştır.
Ama Hologram Tekniği 1960'h yıllardan sonra ortaya çıkmış ve de bilim çevrelerinde önemi daha yeni anlaşılmaya başlanmıştır. İnsanı ve evreni anlama konusunda bize çok büyük imkânlar sunan Hologram Tekniği'ni şimdi biraz daha yakından tanıyalım.
Gördüklerin gerçek değil, düşündüklerin gerçek değil, algıladığın zaman ve mekân gerçek değil! Ya da bunların hepsi geçici, bir suret ve ancak sana "göre" böyle. Senin organize olduğun üç boyutlu dünya planına "göre" ve sadece o dar ara kesitte geçerli. Öncelikle bunları kavramak gerekiyor. Yani bildiklerinin kökten yıkılması ve büyük bir hayal kırıklığı yaşaması şart insanlığın.
Hologram Nedir, Nasıl îşler?
Hologram Nedir, Nasıl İşler? 41
Holografi, lazer tekniği kullanılarak yapılan üç boyutlu bir görüntü kaydetme yöntemidir. Kelime anlamı "tam mesaj" ya da "bütünün kaydı" olan hologram, bildiğimiz fotoğraf çekme tekniğinden oldukça farklıdır. Bazı özel kimyasal maddelerle kaplanmış olan küçük plakaların üzerine, görüntüsü kaydedilmek istenen cismin şekli değil de, o şekli oluşturan frekansların modeli yansıtılır. Bu nedenle bir hologram plakasına bakıldığında, kaydedilen cismin bir görüntüsüne ya da negatifine rastlanmaz. Yalnızca bir "girişim ağı modeli" göze çarpar. Bu da, buruşturulmuş bir ipek kumaş görüntüsüne benzer.
Daha sonra kaydın yapıldığı aynı açıdan yeni bir lazer ışını gönderildiği zaman, kaydedilen cismin görüntüsü yeniden ve üç boyutlu olarak odanın içinde canlanır. Bu üç boyutlu görüntünün her tarafı nettir, çevresinde dolanarak yanım ve arkasını görmek de mümkündür. Ancak bütün bu özelliklerine rağmen, elinizi uzattığınızda bir boşluk ile karşılaşırsınız. Yani ortada aslında öyle bir cisim ya da görüntü yoktur, oluşan şekil bir göz yanılması gibidir, sanaldır ve gerçek değildir. Ama yine de gözümüze görünür ve ana ışın kaynağından gelen ışınla aydınlatıldığı (pozlandmldığı) sürece de varlığını sürdürür.
Bilimsel Gelişim
Hologramın gelişimini sağlayan matematiksel temeller, 1947 yılında, bu buluşu ile Nobel Ödülü'nü kazanan Dennis Gabor tarafından atılmıştır. Elektron mikroskobunu geliştirmek amacıyla yola çıkan Gabor, holografi konusundaki çalışmalarını 18. yüzyılda yaşamış olan Fransız bilim adamı Jean B.J. Fourier'in matematiksel hesaplama yöntemine dayandırmıştı.
42 Halistik Evren Tasarımı
Fourier'in buluşu, her türlü (basit ya da karmaşık) yapıyı, kendi dalga boylarına indirgemek temeline dayanıyordu. Onun matematiksel formülleri sayesinde, cisimleri dalga boyu modellerine çevirmek, sonra da yine asıl şekillerine dönüştürmek mümkün oluyordu.
Bu tıpkı, televizyon kamerasının yaptığı çekimlerde, cisimleri elektromanyetik frekanslara çevirerek kaydetmesine (ve göndermesine), bu kaydın da televizyon cihazı tarafından tekrar çekimi yapılan görüntüye (cisme) dönüştürülmesine benzemektedir. Fourier'in yaptığı da, aynı oluşumun matematiksel formüllerini ortaya koymaktı. Bu nedenle cisimleri frekanslarına çevirmek ve sonra tekrar eski haline getirmek işlemine "Fourier Analizi" ya da "Fourier Transformasyonları" adı verilmiştir.
Fourier Transformasyonları Gabor'a, herhangi bir cismin görüntüsünü, karmaşık bir frekanslar demeti olarak hologram plakasının üzerine yansıtma imkânını sağlamıştı. Sonra da bu frekans kaydından oluşan görüntüyü, tekrar aynı cismin bilinen görüntüsüne dönüştürecek formüller de yine Fourier eşitliklerinde yer almaktaydı.
Daha sonraları 1960'da Maiman, lazer kullanmayı başararak, Hologram tekniğinde yeni bir sayfa açmıştır. 1962'de Leith ve Upatnisek adlı iki araştırmacı, kaydedilen ışının yanına, ikinci bir ışın dalgası eklemeyi başarmışlar ve böylece gerçek ve yapay görüntüleri birbirlerinden ayırmak mümkün hale gelmiştir.
Hologramın kaydedildiği plakalar genelde, bir cam tabakasının üzerine ışığa duyarlı ince taneli gümüş tuzlarından oluşan bir emülasyon kaplanarak elde edilir. Bu levha üzerine birbirinden farklı bir kaç cismi görüntülemek mümkündür. Duyarlı tabakası kalın olan levhalar üzerine ise, 200 civarında kayıt yapılabilir. Kayıt bittikten sonra bu plakalar tıpkı bir dia fotoğrafı gi-
Hologram Nedir, Nasıl îşler? 43
bi banyo edilirler. Gelişen teknoloji ile birlikte silinip, yeniden kayıt yapılabilen, anında görüntü verebilen hologram plakaları da üretilmiştir. Bu plakaların yapımında, ışığa tutulunca kırılma indisi ve kalınlığı değişen polimerler, renk değiştiren fotokro-mikler ve kuvvetli bir ışın ile yerel olarak ısınan termik filmler, termo plastikler ve elektro-optik kristaller kullanılmaktadır.
Hologram Nerelerde Kullanılır?
Önceleri yalnızca laboratuarlarda kullanılan bir teknik olan hologram, günümüzde giderek daha çok tanınmakta ve gelişen teknikle paralel olarak, günlük kullanıma dek hayatın içine girmektedir. Hologram plakalarından oluşan sanat sergileri açılmakta, tiyatro oyunlarında dekor olarak kullanılmakta, hatta sinema filmlerinde büyük ve kalabalık sahnelerin çekiminde işe yaramaktadır. Sanat dünyasında arşiv kayıtlarında kullanılmaya başlanmıştır. Asılları müzede dururken, dünyanın her yerinde değerli eserlerin hologramlar aracılığı ile sergilenmesi düşünülmektedir.
Mimaride, maketleri broşürlere basmak yerine, küçük ve rahat taşınabilir hologramlar ile müşterilere çekici görüntüler sunulabilir. Hologram kullanımı ile reklamcılık alanında da sonsuz imkânlar açılabilir.
Kuyumcular artık, kıymetli mallarını içeride, kasada tutarken, vitrine o malların hologramını koyacaklardır. Teknik haberleşmede optik lifler arası geçişte yine hologram kullanılmaktadır. Uçaklarda pilotlara kolaylık sağlanmasi için hologramdan yararlanma, bir süredir uygulanmaktadır.
Hologramın kullanım alanları daha çok teknik konularda ortaya çıkmaktadır. Opto - elektronik kristaller kullanılarak üretilen hologram plakalarında, cismin kendisi ile başka bir anda çekilmiş görüntüsünü (ya da iki ayrı andaki görüntüsünü) üst üste
44 Holistik Evren Tasarımı
getirmek mümkün olmaktadır. Böylelikle metalürjide, uçak parçalarının ve oto lastiklerinin kontrolünde ve benzeri bir çok yerde işe yaramaktadır. Bu teknikte, önce cismin serbest haldeki görüntüsü kaydedilir. Sonra cisim "yüklenir" ve o anda plaka üzerine yeniden bir hologram kaydı yapılır. Cismin direnç noktasına ulaşılınca, bir değişim ya da bir çatlama olur. O anda, cismin ilk görüntüsü ile ikincisi birbirleriyle çakışmaz olur. Böylelikle denenen cismin en zayıf yeri ve de pratik direnci saptanabilir.
Sürtünme sonucunda oluşan aşınmaların tesbit edilmeleri de yine aynı biçimde, hologramdaki görüntülerin çakışıp, çakışmaması ile belirlenir. Görüntünün farklılaşması nedeniyle, o yerde açıklı ve koyulu eğri şeritler belirir. İşte orası aşınmanın başladığı yerdir. Böyle büyük hacimli cisimleri, başka hiç bir teknikle, bu kadar mükemmel olarak kontrol etmek mümkün değildir.
Araştırmalarda hologramın tercih edilme nedeni, bu tekniğin, incelenen olayı inceleme sırasında etkileyip, değiştirmeme-sindendir. Örneğin bir alevin sıcaklığını, basıncını ya da hızım ölçmek için bir ölçüm aleti aleve sokulursa, alevle alet karşılıklı olarak birbirlerini etkiler ve sıcaklık, basınç ya da hız değişir. Yani doğru bir ölçüm yapmak mümkün olmaz. Hologram kullanılması halinde ise, ölçüm için ışın dalgaları kullanılır. Bu da ortamı etkilemez ve Ölçümü pek bozmaz.
Hologram, küçük ayırt etme limitleri ile büyük bir alan derinliğini aynı anda gerçekleştirir. Bu nedenle çok küçük ve çok hızlı parçaların yer aldığı deneylerde de kullanılır. Parfümlerde eriyik içindeki parçaların homojen olup-olmadıklarımn araştırılması, otomobil motorlarındaki yanma odasına püskürtülen yakıt taneciklerinin dağılım şekli ve benzeri bir çok test, böylesi deneylerle kontrol edilir. Bunların bazıları kalite kontrolünde, ba-
Hologrum Nedir, Nasıl İşler? 45
zıları da giderlerde bir tasarruf sağlayabilmek amacıyla devreye sokulur. Ayrıca bilgilerin stoklanıp saklanması ve optik sistemlerdeki hataların düzeltilmesi gibi alanlar da, hologramın sağladığı yararlar kapsamına girer.15 Bu örnekleri uzatmak mümkün. Ama bizim bu çalışmadaki amacımız, hologram konusunu tanıtmak ve onun insanı ve evreni anlamamızda yarattığı fırsatları ortaya koymaktır. Bu nedenle örnekleri ve kullanım alanlarını sıralamaya son veriyoruz.
Şüphesiz ki, teknoloji geliştikçe hologramın kullanım alanları ve sağladığı yararlar da artacak. İnsanlara daha iyi, daha güzel ve daha gelişmiş bir hayat sağlama çabalan içindeki yeri de sağlamlaşacak.
Bir Görüntü Kaydetme Yöntemi: Fotoğraf Çekme
Fotoğraf, insan gözünün görme prensibinden hareket edilerek oluşturulmuş olan, iki boyutlu bir görüntü kaydetme tekniğidir. Mercekten içeri giren görüntü, ters olarak makinenin içinde bulunan ve özel kimyasal bir sıvı ile kaplanmış olan filmin üzerine yansıtılır. Filmin negatifi üzerine kaydedilen bu görüntüyü, banyodan geçirerek fikse etmezsek, ışığı görünce, görüntü "yanar." Banyo işlemi ile negatif üzerine fikse edilen görüntüyü, daha sonra bir agrandizör yardımı ile boş bir fotoğraf kartı üzerine pozlandırarak nakledersek, son fikse etme banyosundan sonra, çekilen fotoğraf sonsuza dek elimizde kalır.
Cisimden geçen ya da yansıyan ışınlar, fotoğraf filmi üzerinde aydınlık, yarı aydınlık ve karanlık bölümler oluşturarak, cismi ve çevresini belirlemişlerdir. Pozlandırma sırasında da filmin ışığa duyarlı tabakası, bu ışınların gelişine göre etkilenmiş ve biçim almıştır. Kartın üzerinde de cismin pozitif görüntüsü iki boyutlu olarak belirmiştir.
Görüntü kaydetmenin en bilinen şekli olan fotoğraf çekme-
46 Holistik Evren Tasarımı
nin, bazı konularda yetersiz kaldığı biliniyor. Bunları üç noktada toplayabiliriz:
1. Eğer çekilen resimde farklı uzaklıklarda bulunan görüntüler varsa, bunlardan öndekiler net, arkadakiler ise flu (bulanık) çıkacaklardır. Çünkü fotoğraf, iki boyutlu bir kayıt etme yöntemidir. Fotoğraf kartında "derinlik" olmadığı için de, uzaklıkları ne olursa-olsun, bütün görünenler aynı düzlemde yer alırlar.
Bunu açıklamaya çalışalım: Fotoğraf çekmek, insan gözünün görme işlemi ile aynı temele dayanır. Bir cisimden geçen, yansıyan ya da kırılarak gelen ışınlar, göz merceğinden geçer ve retina üzerinde o cismin görüntüsünü oluşturur. Fotoğraf makina-sının objektifi de, bunu film üzerinde gerçekleştirir. Ancak, bir farkla. Film plakası, ışık dalgalarının yalnızca yüksekliğine (amplituduna) duyarlıdır. Bu nedenle de pozitif film, cisimdeki ışık dalgalarının tümünü yansıtmaz. Örneğin, ışığın nereden geldiğini belirleyecek olan fazını kaydedemez, böylece de resmin derinliği kaybolmuş olur.
2. Fotoğrafın ikinci yetersizliği "paralaks" olmayışıdır. Para-laks, bir cismin çevresinde döndüğümüzde ya da o cisme bakış açımızı değiştirdiğimizde, cismin değişik yanlarını görebilmemiz olayına verilen addır. Oysa fotoğrafa ister sağdan, ister soldan bakalım, görüntü aynı kalır ve değişmez.
3. Fotoğraf filminin ve kağıdının her bölümüne, cismin ayrı bir bölümünün görüntüsü kaydedilir. Yani her bir noktanın görüntüsü, fotoğrafın yalnızca bir bölümüne geçmiş olur. Fotoğrafın yansını kopartıp-atarsak, geriye kalan, bize cismin de ancak o kadarlık bölümünü gösterir.16
Hologram Nedir, Nasıl îşler? 47
Hologram île Fotoğraf Arasındaki Farklılıklar
Hologramın fotoğraftan en büyük farkı, hologram plakasına cisimlerin görüntüsünün değil, o görüntünün elde edilmesi için gerekli bilgilerin kayıt edilmiş olmasıdır.
Fotoğraf çekiminde doğal (güneş) ya da yapay (flaş, lâmba) ışık kaynakları kullanılır. Bunlar, büyük boyuüu kaynaklardır ve "koheran" olmayan (dağılmayan) ışık kaynaklan olarak ad-landınhrlar. Koheran olmayan kaynaklann dalga boylan çoktur, bu da onların çok renkli olmalarına ve de çevreye dağılmalanna yol açar.
Hologram kayıtlannda ise lazer işim kullanılır. Lazer "koheran" bir ışık kaynağıdır. Küçük boyutlu olan bu tür kaynaklann her noktasından çıkan ışın dalgalan arasında bir faz eşitliği vardır. Işın tek dalga boylu, böylece de tek renklidir ve boşlukta dağılmadan yol alır. Hologram plakasına nasıl kayıt yapıldığını ve bunun nasıl yeniden okunduğunu önce matematiksel, sonra da daha kolay anlaşılabilir bir biçimde açıklayalım:
Lazer kaynağından çıkan ışın, yarı geçirgen bir ayna tarafından ikiye bölünür. Bu aynadan "yansıyan ışın" 1 ve 2 nolu merceklere gönderilir. Bu mercek sistemi tarafından birbirine paralel genişlikte (ve resmi çekilecek objeyi kapsayacak) bir ışın huzmesi haline getirilir ve hologram plakasına ulaştırılır.
Yan geçirgen aynadan "geçen ışın" ise, 3 ve 4 nolu merceklere gelir. Burada yine aynı nitelikteki bir ışın huzmesi haline dönüşür ve sağ üst tarafındaki cisme yollanır. O cisimden yansıyan ışın da ayn bir yol Meyerek hologram plakasına ulaşır. Ayrı yollardan geçerek gelen ışınlar, hologram plakası üzerinde bir girişim (enterferans) oluştururlar. Görüntülenecek olan cismin bilgilerini içeren kayıt, tamamlanmıştır.
48 Holistik Evren Tasarımı
Daha sonra ise, hologram plakası aynadan "yansıyan ışın" olarak gelen ışın kaynağı ile tekrar aydınlatılır. Aynı ışın şartları ve açılan sağlandığı takdirde, cisim üç boyutlu olarak gözlerimizin önünde canlanır.
Lazer Kaynağı \
Ayna ^
%
Merc
/
İr r-A 1
I
•
toek 2
Hologmmır Okunuşu
\ \ I
i/l
' A
Hologram Nedir, Nasıl İşler? k 49
Bir havuz düşünün, içine aynı anda farklı yerlerden ve birbirlerinden belli bir uzaklıkta iki taş atalım. Her taş kendi çevresinde düzgün biçimde genişleyen halkalar oluşturacaktır. İki halkamn birbirine geçmesi, bir girişim (enterferans) modeli yaratır.
Birbirleri ile girişim yapan bu iki dalganın boyunun birbirini desteklediği yerlerde dalga boyu iki misli olur. Dalgalardan birisi yükseldiği yerde alçalan bir dalga boyu ile karşılaşırsa, birbirlerini etkiler ve düz hale gelirler. İki dalga boyu yüksekliği de alçalan eğilimdelerse, ortaya iki kat alçalan bir eğri çıkar.
Işınlar da böyledir. Kesişen ışın dalgalan, çeşitli girişim modelleri oluştururlar. Koheran, yani uyumlu ve dağılmadan, düz bir frekansta ışın yollayan lazer kaynağından gelen ve aynalar yardımıyla ikiye bölünen bu ışınlardan biri, cisimden yansıyarak hologram plakasına ulaşırken, ötekisi ayna ve mercekler yardımı ile plakaya doğrudan vanr. Böylece aydınlık ve karanlık bölgelerden oluşan bir girişim modeli ile cisim plakaya kaydedilmiş olur.
Hologram plakası, ışıkta, gri bir tabaka görüntüsünü verir. Ama doğru açıdan ve doğru frekansta bir lazer ışını ile ışıklan-dınlırsa, girişim modeli yeniden oluşur ve üç boyutlu hologram resmi gözler önüne serilir.17
Hologram, fotoğrafı aşan bir kayıt etme tekniğidir. Çünkü:
1. Hologramın çevresinde dolanarak veya bakış açımızı değiştirerek, sanki cismin çevresinde dönüyonnuş gibi, onu çeşitli açılardan görebiliriz. "Paralaks" adı verilen bu özellik, cismin görüntüsünün üç boyutlu olarak verilebilmesiyle sağlanmaktadır.
2. Dolayısı ile iki boyutluluk sınırı aşılmış ve uzaklık ile ya-
50 Holistik Evren Tasanmı
kmlığın yanı sıra, derinlik kavramı da kaydedilen resimde yer almıştır. Yani resmin her yanı, uzaklık farkı olmaksızın, nettir.
3. Hologramın en büyük özelliği ise, tek tek her parçasının bütün cismin görüntüsünü (netliği azalarak da olsa) verebilmesidir. Hologram plakasının her noktasına, cismin her yanından ışın dalgalan gelmekte ve orada kaydedilmektedir. Bu nedenle, hologram plakası ne kadar kopanlsa ve kırılsa bile, her parça bütünün bilgisini içinde taşır ve gerektiğinde, bütünün tam görüntüsünü tek başına verir. İşte bu olgu, Hologram Tekniği aracılığı ile insanı, evreni ve yaradılış kanunlarını anlamamızdaki en can alıcı noktadır.
Hologram Düşüncesine Giriş
Tam bu noktada bazı ilginç noktaların altını çizmek ve hologram konusundaki kavrayışlarımızı derinleştirmek yerinde olacak: Bir hologramın oluşması için gereken temel şartlar şunlardır:
1. Işınını düz ve bozulmadan yollayan ana bir ışın kaynağının varolması.
2. Bunun ikiye bölünmesi (düalite). 3. Bu iki ışından birisinin direkt (referans kayıt), diğerinin ise
endirekt (dolaylı kayıt) bir yolla hologram plakasına ulaşması.
4. Görüntünün, bu iki ışın kaydı (direkt gelen ile cismin çevresinde dolaşarak gelen, yani dışlaşan, bozulan ve aslından farklı hale gelen) arasındaki farklılıktan oluşması.
5. Ana kaynaktan gelen ışının olmaması halinde, görüntünün (yani, dış âlemin) ortaya çıkamaması.
6. Dış âlemin, yani görüntü dünyasının varolabilmesi için, kaydın yapıldığı aynı açıdan ilk ışın kaynağı ile aydınlatılması.
Hologram Nedir, Nasıl İşler? 51
7. Ana ışın kaynağının, hem kaydın yapılması, hem de daha sonra görüntünün yeniden oluşması için gerekli olması.
8. Üç boyutlu görüntü âleminin varlığını ve canlılığını sürdürebilmesinin, ana ışın kaynağından gelen ışının hiç eksilmeden, değişmeden ve bozulmadan süregelmesine bağlıolması.
Şimdi de kısaca bunların felsefî yorumlarına değinelim: Öncelikle merkezî, temel ve ana bir ışın (enerji) kaynağının varolması gerekmektedir, varoluşun oluşabilmesi için. Ancak bu kaynağın enerjisi o derece yoğun ve üstündür ki, yaratılanlar onu gerçek hali ile algılayamazlar, göremezler, bu gerçek onlara ağır gelir ve "yakar". Bu nedenle bu ışın (enerji) kendini indirger ve ikiye böler (düalite, artı ve eksi kutup), böylelikle de kavranılır hale gelir. Ya da başka bir sekile bürünür. Belki de bu türlü davranması nedeniyle (ya da bu yolla) dünya planını, canlılığı ve hayatı meydana getirir.
Hologram plakasına kaydın yapılabilmesi için, plakaya referans ışın olarak doğrudan ulaşan ana ışın ile dolaylı olarak gelen, yani cisimden yansıyarak, daha doğrusu cismin çevresinde dolaşarak onun bilgilerini alan, dışlaşan, bozulan ve farklılaşan ışının birbirlerinin üzerine düşmeleri gerekmektedir. Çünkü görüntü, bu iki farklı ışın arasında ortaya çıkan farklılıktan oluşmaktadır. Yani ana kaynağa "göre" değerlendirme yapılmakta ve ondan bir sapma gösteren, yani farklılaşan şey de, bizim "görüntü" olarak, üç boyutlu planda algıladığımız "cisim" halini almaktadır.
Ana kaynak, hem kaydın yapılması (yaradılış), hem de daha sonra görüntünün yeniden oluşması (evrenin canlanması) için gereklidir demiştik. Varoluşun sürebilmesi için de, bu ışın kaynağının hiç kesilmeden sürmesi şarttır. Yani Tanrısal el ortadan kalktığı anda, bütün canlılık yok olacaktır.
52 Halistik Evren Tasarımı
Hologramın Yazılımı Ve Okunuşu: ıs
l. Hologramın Oluşumu (Yazılım): Bir lazer kaynağından gelen ışın, ikiye ayrılır. Bu ışınlardan birisi hologram plakasına doğrudan ulaşır, öbürü ise, görüntülenmek istenen cisme yöneltilir ve oradan yansıyarak hologram plakasına varır. Hologram plakasına doğrudan gelen lazer ışını ile cisimden yansıyarak gelen lazer ışını, bu plaka üzerinde bir girişim modeli oluştururlar. Böylece cismin görüntüsü kaydedilmiş olur.
2. Büyütülmüş Hologram Filmi: Hologram plakasına kayıt, siyah-be-yaz olarak (ya da herhangi bir lazer ışını renginde), yani renkli olmadan yapılır. Bu kayıt, birbirleriyle girişen ve kesişen dalgalar biçiminde gerçekleşir. Büyütüldüğünde, ortada herhangi bir resim görünmez, plaka, ipeksi bir kumaş izlenimi verir.
3.Hologramdan Resmin Elde Edilişi (Okunuş): Kayıt sırasında kullanılan frekansta ve aynı açıdan yeni bir lazer ışını ile hologram plakası pozlandınlacak olursa, görüntülenen cisim, 3 boyutlu olarak, odanın içinde canlanır (tek renkli olarak). Plaka, kendisine gelen ışınları tıpkı görüntüsü saptanan cisim gibi yansıttığı için, görüntü net ve eksiksiz olur.
Hologram Nedir, Nasıl İşler? 53
Hologramın yazımı aşaması, yani yaradılış, David Bohm'un "implizit (kapalı) düzen" dediği transandantal alanda gerçekleşir. Hologramın okunması demek olan, gömintü Ve canlılık kazanma aşaması, kısaca varoluş ise, "explizit-(açık) düzen"de kendini dışarı vurur. Ortaya çıkan ve varedilmişler tarafından algılanan bu görüntüler, üç boyutluluk açısından reel ve gerçektir. Ama evrenin temel yapısı olan holografik platformdan bakıldığında ise, sadece "suret" ya da "hayal"dirler. Holografik planda zaman ve mekân yoktur, yaradılış ve yok oluş tek bir anda gerçekleşmiş ve bitmiştir. Evren ancak tek tek algılamalar sonucunda canlanır. Suret bulabilmek ve canlanabilmek için algılanmak zorundadır. Dolayısı ile zaman da ancak bir algılayanın olması halinde varolmaktadır. Kısaca "evren" ya da "suret âlemi" her an yeniden kumlmakta ve yok olmaktadır.
Holografik Yaradılış Efsanesi
Bütün bu süreci yeniden ele alacak olursak, şöyle bir spekülasyona gidebiliriz: İlk başta hiç bir şey yoktu, sadece dev bir enerji denizi bulunmaktaydı. Burada zaman ve mekân yoktu, baş ve son ya da aşağı ve yukarı bulunmamaktaydı. Geçmiş-şimdi ve gelecek de yoktu ya da birarada ve tek bir an olarak mevcuttular. Herhangi bir görüntüye ya da canlılık izine rastlamak da mümkün değildi. Dalga boyu salınımlan içindeki holografik âlem, farklılaştınlmamış bir süreklilik halinde adeta "cansız" ve "uyku durumunda" idi.
Daha sonra "Tanrı" "bilinmeyi" diledi ve ışınını bu dev enerji denizine doğru tuttu. İstek, bir bilinci oluşturdu. Bilinç ise, ilk algılamayı yaptı. İlk algılama ile varolma aynı anda gerçekleşti. Ana kaynak, ışınını hiç kesmeden, dağılmadan ve düz bir frekansta yollamaktaydı. Bir biçimin düşünülmesi ile bir yoğunluk oluştu ve farklılaştınlmamış sürekliliğin içinden bir kabarcık gi-
54 Holistik Evren Tasarımı
bi başını kaldırdı. Ana kaynaktan gelen ışının bu karmaşık (henüz bir biçim almamış olan) yoğunluğa vurması ile, yoğunluk üç boyutlu bir görüntüye büründü. Yani can buldu, varoldu ve bir şekil kazandı. Böylece Tanrı, düşüncesi ile enerji denizindeki holografik potansiyele bir biçim vermiş ve canlılık kazandırmış oldu. Artık varoluş serüveni başlamıştı.
Tanrı kendi düşüncesinde (ya da enerji denizindeki bütün potansiyel holografik demetlerde) mevcut bulunan özelliklere can verme ve onları deneyimleme sürecini çalıştırmıştı.
Enerji denizindeki her dışlaşma, yoğunlaşma ve biçim bulma, aynı anda orada mevcut olan bütün bilgi ve şekilleri de kendi bünyesinde barındırmaktaydı. Çünkü bu gizli, suskun ya da hareketsiz alan (yani, farklılaştınlmamış süreklilik) holografik bir biçimde organize olmuştu. Bu nedenle de, en küçük bir zerresi bile, bütünün (potansiyel tüm) bilgisine sahipti.
Tann yoğunlaşmanın hangi şekli almasını isterse, ışınını o frekansta ve o açıdan yolluyordu. Yoğunlaşan enterferans modeli de, üzerinde bütün bilgilerin kayıtlı olmasına rağmen, yani potansiyel olarak düşünülebilen her şekli alması mümkünken, yalnızca kendisine gelen açıya uyum gösteren kodlarını biçime dönüşüyordu. Tanrı neyi isterse, o oluyordu; taş, toprak, ağaç ya da hayvan veya insan.
"Tüm bunlar neden?" diye sordular bu can ve biçim kazananlar. Cevabı şöyle geldi: "Bilinmeyi diledim, onun için yarattım. Hepimiz birdik, ama sizler bunun bilincinde değildiniz. Şimdi hepiniz, sizde mevcut olan bütün potansiyel bilgileri deneyimle-mek, yaşamak ve kendinize mâl etmek zorundasınız. İşte ondan sonra, birbirinizden kopuk olmanın, yalnızlığın ve ayrılığın acısını içinizde duyacak, deneyimlerinizle giderek bütüne daha çok yaklaşacak ve bu kez bilinçli olarak ve isteyerek, yeniden bir ve
Hologram Nedir, Nasıl.tşler? 55
bütün olmayı düşüneceksiniz. O an, yüzünüzü bana çevirdiğiniz an olacak ve yeniden (bu kez bilinçli olarak) bir olma yolculuğuna çıkışınız başlayacak. Parçalanma döneminin sonunun geldiğini, birçok işaret size anlatacak. Dünyayı, evreni ve herşeyi birbirinden ayrı olarak ve bir makine gibi muntazam işleyen bir düzen içinde algılayıp-anlamaktan, bütünsel gerçeklik kavrayışına doğru yapacağınız sıçrama (ya da dönüş), yuvaya dönüş yoluna girdiğinizi ve yeniden birleşeceğimiz güne yaklaştığınızı size gösterecek. Önce ayrılın, deneyimleyin. Sonra gerçeği far-kedip, yönünüzü değiştirin. Sizin için en önemli gösterge "yolda olmak" ve istikâmeti bütünselliğe doğru çevirmektir!"
Gördüğünüz Nesneler Gerçek Mi?
Bu bölümü kapatmadan önce, size insanı ve bildiklerini oldukça sarsacak olan görsel algılama ile ilgili bazı gerçekleri aktarmak istiyoruz: Davranışçılık (Behaviorizm) akımının beyin ile ilgili yaklaşımına "siyah kutu" (black box) adı verilir. Bu akıma göre, beyni bilmek ve anlamaya çalışmak yerine, doğru-\ dan doğruya davranışları incelemek daha doğru olur. Davranış-../ çı düşüncenin tanınmış isimlerinden Wolfgang Köhler, "İzo-morfoloji" denilen bir teori geliştirmiştir. Daha önce de kısaca değindiğimiz bu teoriye göre, çevremizdeki dünyanın biçimi ile bunun beynimizdeki yansıyan biçimi arasında doğrudan bir ilişki vardır. Yani bir diktörtgene ya da bir masaya bakan bir kişinin beyninde, dikdörtgene ya da masaya benzeyen bir oluşum beklenmelidir. Bu nedenle de bizim görsel korteksimizin elektriksel alanında, bakılan cisimle özdeş bir formun meydana gelmesi düşünülmelidir.
Oysa hologram kavramının gündeme gelmesinden sonra, bu olayın böyle olmadığı anlaşılmıştır. Tanınmış nöroloji profesörü Kari Pribram, Yale Üniversitesi'nde yaptığı araştırmalarda,
56 Holistik Evren Tasarımı
maymunların beyinlerinde görme işlemi sırasında oluşan değişimleri gözlemlemiş ve iki temel sonuca varmıştır: Bunlardan birincisi; bakılan nesne ile beyinde oluşan elektriksel model ara-
Aynı anda bu. enformasyon, beyindeki görme merkezi tarafından dalga boylarına dönüştürülerek, bir transformasyona uğratılmakta ve böylece algılanmaktadır. Yukarıdaki düz çizgilerden oluşan görüntünün, beyindeki karşılığı böyle yükselip-alçalan dalgalar biçiminde olmaktadır.19
Hologram Nedir, Nasıl İşler? 57
sında hiç bir benzerlik bulunmamasıdır. İkincisi de, bırakın aynı elektriksel modelin yansımasını, ne olduğu bile hiç anlaşılamayan bir takım elektriksel değişim ve oluşumların ortaya çıkmasıdır.
Beyin holografik bir biçimde organize olduğu için, aldığı enformasyonları içsel bir hologramın çalışma tekniğineuygun bir biçimde işleme tâbi tutmaktadır. Bu nedenle büyük beyinsel hologramın her bir parçası, bütünün bilgisine sahip bulunduğu için, görme işlemini tam olarak yerine getirebilmektedir.
îşte bu nedenle beyindeki elektriksel aktivite, dış dünyadan alınan enformasyonlarla aynı görüntüde değildir. Bu durum tıpkı, bir hologram plakasının üzerine yapılan kayda benzer. Nasıl ki, görüntüsü kaydedilen cismin hologram plakası üzerinde beliren şekli sadece buruşuk bir kumaş gibi, yani bir kesişim ve girişim ağı modeli olarak ortaya çıkıyorsa, beyinde de aynı türden bir işlem oluşmaktadır.
Enformasyon, beyin tarafından sinüs bileşenlerine ayrılarak ve bir frekans modeli olarak alınır. Bu sırada beyinde bir kesişim ve girişim ağı modeli, yani bir enterferans olayı gerçekleşir. Enformasyonu oluşturan veriler, bizim üç boyutlu olarak gördüğümüz şekilleri ile değil, onları oluşturan frekanslar demeti haliyle kayda geçerler. Daha sonra da çağrışım yöntemiyle onlara ulaşılır ve orada kayıtlı bilgilerden yararlanılır.
Beyin, bir transformatör (yani, bir dönüşüm merkezi) olarak çalışır. Aynı zamanda bir indirgeme ve yüceltme yeridir. Çünkü bizler üç boyutlu bir görüntü dünyasında yaşamaktayız.
Aslında bize sert, katı ve durağan gibi gelen bütün maddeler ile birlikte, herşey titreşen ve salman (belli yoğunluklarda bir araya gelmiş olan) bir enerji biçimi ya da holografik bir alandır. Evrensel varoluş, üç boyutlu algı alanımızı aşan bir biçimde ger-
58 Holistik Evren Tasarımı
çekleşmektedir.
Beynimizin yaptığı, bir yandan kendisine ulaşan çeşitli frekansları (indirgemek ya da dönüştürmek) biçimlendirmek ve bizler için "anlaşılır kılmak", öte yandan da bizim ürettiğimiz "görüntüler dünyası"nı aynı şekilde, deforme edip, frekanslar haline dönüştürerek, evrensel akışa sunmaktır.
Beynimize beş duyumuzla ulaşan her türlü enformasyon ve veriler, beyinde transforme edilir, yani dönüştürülür. Örnek olarak; daha önce de gördüğümüz gibi, bir masaya baktığımızda, beynimizde o masanın elektriksel bir modeli oluşmaz. Beyin kendisine ulaşan (görüntü, ses, koku, tad ve benzeri) verileri, onların frekanslarına ayrıştırarak, kabul eder ve yerlerine de öylece yerleştirir. Hatırlama yaparken de süreç, bu kez tersine işler, frekanslar (görüntü, ses, koku, tad ve benzeri) belirli bir yoğunluk alır ve biz böylece normal (3 boyutlu) bir dünyayı algılamaya devam ederiz.
Nasıl ki, dünya sürekli ve büyük bir hızla döndüğü halde, biz onu duruyormuş gibi algılıyorsak, beyin de aslında inanılmaz bir hızla alıp-verme işlemi yaparken, görüntüden frekansa, frekanstan görüntüye geçip, durmaktadır. Yani bazı düşünürlerin: "İnsan bir hayaldir. Aslında bütün yaşananlar geçici ve aldatıcıdır. Bu âlem bir surettir" sözleri günümüzde bilimsel olarak da kanıtlanıyor gibidir.
Nitekim Kari Pribram gibi beyin uzmanları ile David Bohm gibi kimi fizikçiler, beynin frekanslar alanına geçmesinin, mistik bir yaşantı olduğunu dile getirmektedirler. Çünkü bu alan holografik bir biçimde organize olmuştur ve orada zaman ve mekân yoktur. Herşey "aynı anda" ve "her yerde birden" olur. "Var" ve "yok" ortadan kalkar, "her"şey "bir"şey halini alır. Burada akla şöyle bir soru geliyor: "Peki beyin bu içsel hologramı
Hologram Nedir, Nasıl İşleri 59
oluşturabilmek için ihtiyaç duyduğu dalga boylarını nasıl elde ediyor?" Bu olay ünlü beyin uzmanı John Eccles'in açıkladığı gibi gerçekleşmektedir. Beyin hücreleri olan nöronlar birbirleri ile sinir uçları uzantıları olan akson ve dentritler ile bağlanmış durumdadırlar. Beş duyu organı aracılığı ile dış dünyadan gelen uyaranlar, beyin tarafından elektriksel sinyaller haline dönüştürülerek algılanırlar.
Hücreler arasındaki iletişim de elektriksel ve kimyasal bir süreç şeklinde işler. Elektriksel uyan nöron hücresinin uzantıları içinde ilerleyerek bir diğer hücrenin uzantısına ulaştığında, orada suya atılan taşlar örneğinde olduğu gibi, elektriksel bir yaydım yapar. Nöronlar beyinde birbirleriyle çok yakın aralıklarla yer aldıkları için, her bir hücrenin elektriksel yayılımı diğerleri-ninkilerle bir kesişim ve girişim ağı yaratır. Böylece ortaya çıkan enterferans modelleri, beyne holografik işleyiş özelliğini kazandırırlar.
Görsel sistem, çevreden sidiği uyarıları Fourier Anali-zi'ne benzer bir biçimde bileşenlerine ayırarak algılar. Ekranda hareket eden bir noktayı izleyen bir maymunun beynindeki görme merkezi, bu resimde görülen biçimde bir tepki göstermektedir. Bir Meksikalı şapkasına benzeyen bu model, görsel enformasyonların beyinde sinüs dalgalarına dönüştürülerek değerlendirildiğini ve böylece "görüldüğünü" belgeleyen bir örnektir. 20
60 Holistik Evren Tasarımı
1. Hologram, lazer tekniği kullamlarak yapılan bir veri kaydetme tekniğidir.
2. Kayıt yapılan plakanın üzerine resmin görüntüsü değil, onu oluşturan bilgiler, yani frekansların "girişim ağı modeli" yansıtılır. Bu nedenle hologram kaydı karmaşık bir girişim-kesişim modeli şeklinde olur ve buruşuk bir ipek kumaş görüntüsündedir.
3. Daha sonra kaydın yapıldığı açıdan yeni bir lazer ışını gönderildiği zaman, kaydedilen görüntü yeniden oluşturulur. Bu görüntünün üç önemli özelliği vardır:
• Görüntü üç boyutludur.
• Görüntünün tamamı ve her yanı nettir.
• Hologram plakası parçalara ayrılsa bile, her parça, görüntünün tamamını (netliği azalsa, yani detay ve veri kaybına uğrasa da) aynen yansıtmaya devam eder.
4. Çünkü hologram plakasına yapılan kayıt, plakanın tümüne yayılmıştır. Bu nedenle her birim, bütünün bilgisini içinde taşır.
2. BÖLÜM İNSAN BEYNİ NASIL İŞLER?
60 Holistik Evren Tas
1. Hologram, lazer tekniği kullanılarak yapılan bir veri kaydetme tekniğidir.
2. Kayıt yapılan plakanın üzerine resmin görüntüsü değil, onu oluşturan bilgiler, yani frekansların "girişim ağı modeli"yansıtılır. Bu nedenle hologram kaydı karmaşık bir girişim-kesişim modeli şeklinde olur ve buruşuk bir ipek kumaş görüntüsündedir.
3. Daha sonra kaydm yapıldığı açıdan yeni bir lazer ışını gönderildiği zaman, kaydedilen görüntü yeniden oluşturulur. Bu görüntünün üç önemli özelliği vardır:
• Görüntü üç boyutludur.
• Görüntünün tamamı ve her yanı nettir.
• Hologram plakası parçalara ayrılsa bile, her parça, görüntünün tamamını (netliği azalsa, yani detay ve veri kaybına uğrasa da) aynen yansıtmaya devam eder.
4. Çünkü hologram plakasına yapılan kayıt, plakanın tümüne yayılmıştır. Bu nedenle her birim, bütünün bilgisini içinde taşır.
H
4W- % J u l %Jr JL# %*F Jü ;
Nasü tşler?
insan Beyni Nasil îşler? 63
20. Yüzyıl'a girilirken, çeşitli alanlarda çok büyük ilerlemeler gösteren bilim, insan beyni konusunda pek de büyük bir gelişme kaydedememişti. Gerçi beynin yapısı, fonksiyonları ve işleyişi gibi alanlarda önemli buluşlar yapılmış ve oldukça ciddî sonuçlar alınmıştı. Ama beyin ile insan davranışları arasındaki bağlantılarda aydınlatılamayan birçok konu bulunmaktaydı. Bunlardan belli başlı olanları şöylece sıralamak mümkündü:
Hafızama İşleyiş Mekanizması
1940'lı yıllarda bilim adamları, her türlü hatıranın beynin belirli bölgelerine kaydedildiğini düşünüyorlardı. Okuldaki öğretmenden işitilen bir azar ya da babaannenin o mis kokulu su börekleri gibi anıların beyin hücrelerinden bazıları tarafından kayda geçirilerek, sonsuza dek aynı yerde saklandığına inanılıyordu. Çoğu kimsenin bir çok şeyi unuttuğu, hatta yaşanan binlerce olayın bir daha hiç hatırlanmayacak bir biçimde geçmişe gömüldüğü sanılıyordu. Peki ya bu "sonsuza dek" yaklaşımının anlamı neydi?
Hatıraların beyinde hiç kaybolmadan sonsuza dek saklandığı fikrinin insanlarda doğmasına neden olan buluşların başında, Kanadalı beyin uzmanı Wilder Penfield'in yaptığı araştırmalar ve bunların sonuçlan gelir. 1920'li yıllarda yaptığı araştırmalarla Penfield anıların hiç kaybolmadığını, hatta hepsinin beyinde belli yerlerde lokalize olduklarını ortaya koymuştu. Bu buluşlarından ilkinin doğru, ikincisinin ise yanlış olduğunu daha sonraki bilimsel çalışmalar göstermişlerdir.
Beyin, acı hissini direkt olarak algılamaz. Eğer bu bilgiyi ona götüren bazı sinirler uyuşturulacak olursa, beynin duyumlarını
64 Halistik Evren Tasarımı
etkilemek mümkün olabilir. Penfıeld, kullandığı elektrodlarla beyin kabuğunun belirli bölgelerini etkileyerek, beynin acı duyma hissini ortadan kaldırmayı başarmıştı. (Günümüzde aynı etkiyi, hiç bir ek ya da yardımcı alet kullanmadan, sadece hipno-tik telkin vererek elde etmek, artık rutin bir uygulama halini almıştır.) Böylece hiç acı duyurmadan çeşitli operasyonları uygulamak ve hatta doğum yaptırmak bile mümkün olmaktadır.
Penfield'e, anıların beyinde belli yerlerde toplandıktan ve hiç yok olmadıkları düşüncesini getiren diğer bir deneyde, beyinde belli bir bölgeye elektrodlarla yapılan uyanlarda, o kişilerin geçmişte kalan hatıraları, hem de çok ayrıntılı olarak hatırlayabildikleri ortaya çıkmıştı. Daha da ilginci, aynı bölgeye daha sonra yapılan elektriksel uyanlarda, yine aynı hatıralar canlanıyordu. "Öyleyse" diyordu Penfield: "Hatıralar beynin belli merkezlerine kaydedilirler ve sonsuza dek de orada kayıtlı olarak kalırlar.'^
Aynı beyin bölgelerine aynı uyanyı alan kişilerin, geçmişteki birçok ayrıntıyı (sesi, kokuyu, görüntüyü, tadı) net bir şekilde hatırlamalarım, bir rüya görme olayından çok, bir kütüphanede raflara dizilmiş olan farklı kitaplann, oradan alınıp, okunması ve sonra tekrar yerine konulması şeklinde ele almak, Penfield'e en doğru açıklama gibi geliyordu.
Son yıllarda giderek artan bir biçimde hipnoz uygulamaları ile geçmişe giden deneklerin, ki buna "ekminezi" adı verilmektedir, tıpkı Penfield'in deneylerinde olduğu gibi, hatıralarını tam olarak ve bütün aynntılan ile net olarak hafızalarında canlandı-rabildikleri görülmektedir. Bu olgu, spritüel bilimlerdeki "evrendeki her olayın hiç bir ayrıntısının yok olmadan kaydedildiği" gerçeğini açıklamakta kullanılan "akashik kayıt" kavramıyla da örtüşmektedir.
İnsan Beyni Nasıl İsler? 65
Ancak bu hatırlama işleminin bir kütüphaneden kitap seçmek şeklinde değil de, holografik bir şekilde gerçekleştiğini de burada belirtmek gerekiyor.
Konuya bu açıdan bakınca, rüya görme olayının da bu kayıtlı enformasyonların "rastlantısal çağnşım" yoluyla oluşan bir "hatırlanması" olduğunu düşünebiliriz.
Hafızaya kaydedilen enformasyonlann belirli yerlere yerleşmeleri olgusu, bilim adamlarım "engram" adını verdikleri "hafıza molekülleri"ni araştıraıaya yöneltmişti. Ama uzun yıllar süren çalışmalara rağmen, böylesi engramlara bir türlü rastlanamadı.
1950'li yıllarda Amerikalı nörofizyoloji uzmanı Kari Lashley Florida'daki Yerkes Laboratory of Primate Biology'de beyin ve hafıza konularında önemli araştırmalar yürütmekteydi. Lashley denek farelerine, önce bir labirentte yollarını bulmayı öğretiyordu.
Daha sonra bu deneklerin beyinlerindeki farklı bölgeleri bir ameliyatla alıyor ve onlan yeniden yollanın bulmaları için, labirent girişine bırakıyordu. Elde edilen sonuçlar, deneklerin bazı becerilerinin geciktiği ortaya koydu. Kesilen beyin bölümleriyle orantılı olarak yürüme ve yön bulma zorlukları yaşıyorlardı. Ama beyinlerinin 2/3'ü alınmış olanların bile, hafızalarının tamamına yakınını koruyabildikleri de tesbit ediliyordu. Ve hepsi de labirentte yollarını bulabiliyorlardı.22
Bu, inanılması çok güç bir şeydi ve o güne kadar beyinle ilgili bilinen herşeyin yanlış olduğunu ortaya koyuyordu. Eğer hatıralar tıpkı bir kütüphanede olduğu gibi, beynin belirli yerlerine kaydediliyorsa, beyninin yarısı çıkarılan bir deneğin (ya da felç olan bir insanın) hafızasının ve öğrendiklerinin yarısını unutması gerekmez miydi? Ya da okuduklan bir romanın yan-
66 Holistik Evren Tasarımı
sını unutmaları, belki de ailelerindeki kişilerin bile sadece yansını hatırlamaları?
İnsan üzerinde yapılan araştırmalar, insan vücudundaki birçok sistemde, sinir hücrelerinin sadece %2'sinin bile, sistemin bütün görevini üstlenip-yerine getirebildiğini ortaya koymuştu.
"O halde" diye düşündüler bilim adamları "beyinde de bu durum geçerli ve beyine yapılan kayıtlar, belirli yerlerde lokalize olmak yerine, beynin tümüne dağılıyorlar." Ve sistemin küçük bir parçası bile, bütünün görevini (bazı eksiklikleri olsa bile) üstlenebiliyor.
Beynin Algı Esnekliği
Beyin konusunda çalışan uzmanların çözmekte zorlandıkları ikinci konu, beynin algılama yaparken gösterdiği esneklik yeteneği idi. Bizim için son derece olağan olan ve kolaylıkla gerçekleştirdiğimiz bu özellik, yani bildiğimiz bir kimseyi yakınlık veya uzaklık farkı olmaksızın tanıyabilmek, hangi perspektiften bakarsak-bakalım nesnelerin ne olduğunu bilebilmek ya da ufak bir parçasını ya da sesini görüp-duysak bile, o şeyin ne olduğunu kestirebilmek, aslında bilimsel anlamda açıklanması çok güç olan birşeydir.
Birbirine kesinleşmiş ve değişmeyen nöron bağlantıları ile bağlanmış, hücrelerinin sayılan ve büyüklükleri değişmeyen beyin nasıl oluyor da, çeşitli nesneleri onları tam olarak görmese bile gerçek şekilleri ve boyutlan ile rahatlıkla göz önünde can-landırabiliyor ya da böylesi bir algı esnekliği gösterebiliyordu?
öğrenilmiş Yeteneklerin Aktarılması
Bilim adamlannm, klâsik teoriye uygun düşüncelerinin bir uzantısı olarak çözemedikleri bir diğer konu, motorik sisteme bağlı olan bir takım öğrenilmiş yeteneklerin, nasıl olup da baş-
İnsan Beyni Nasıl İşler? 67
ka organlara aktanlabildiğiydi.
Sağ eliyle yazı yazan bir kimse, biraz gayret etmesi halinde sol eliyle ya da ağzı veya ayaklan ile yazmayı öğrenebilir. Böyle bir durumda beynin, sağ el ile yazmayı yöneten bölgesindeki bilgilerin, nasıl ve hangi yolla bir diğer organa aktanldığının bir açıklamasını yapmak mümkün olamamaktaydı.
Akla en yakın olan, yazma ile ilgili bilgilerin de diğerleri gibi, kayıt edildikten sonra beynin tümüne birden dağılmış olması ve gerektiğinde de bu hücrelerin devreye sokulmasıydı. Ama bu inancı destekleyecek olan bilimsel bir bakış ortalarda görünmüyordu.
Fantom Görüntüler ve Ağrılar
Pek sık rastlanmasa da, tıp tarihinde örnekleri olan bir durum da, herhangi bir organını yitirmiş (kolunu, bacağını) kişilerin, zaman zaman adeta bu organları yerlerinde duruyormuş gibi, ağalar ve sızılar hissetmeleridir. Hatta bu "sanal" sancılar bazen öylesine gerçek ve ızdırap verici olmaktadır ki, şiddetli ağn kesiciler kullanılmadan, bu ağnlann ve şikayetlerin iyileştirilmeleri mümkün olamamaktadır.
Bazı durumlarda da kişiler, artık yerinde olmayan bu organlarını, sanki oradaymışlar gibi görüp, hissettiklerini söylemektedirler.
Peki acaba nasıl oluyor da, insanlar olmayan bir şeyi, sanki varmış gibi algılayabiliyorlar?
Beynin Dev Saklama Kapasitesi
Beynin büyüklüğü genellikle bütün insanlarda aynıdır, ağırlığı da öyle. Ama herkesin beyinsel gücü birbirinden farklıdır. Ayrıca, eğer her türlü enformasyon beyinde bir yer tutup, bir
gg Holistik Evren Tasarımı
kütle oluştursaydı, herhalde başımızı dik olarak tutmak mümkün olamazdı.
Amerikalı fizik ve matematik uzmanı John von Neumann, ortalama bir insan beyninin yetmiş yıllık bir süre içinde 2.8 x 1020 (kelimelerle yazılması pek de mümkün olmayan) sayıda enformasyon kaydettiğini hesaplamıştır. Beynin bunca bilgiyi nasıl kaydettiğini ve sonra da gelen yeni uyaranlara göre, uygun cevaplan nasıl bulup-çıkardığmı açıklayacak bir teori henüz bulunamamıştı.
Lashley çıkan sonuçlar karşısında şaşkınlığa düşmüştü: "Hafızanın beyinde belirli bölgelerde yerleşip-lokalize olduğu konusunda bir türlü istediğimiz kanıtları elde edemedik. Bu açıdan bakınca, insanın nasıl öğrendiği ve hafızasında bu bilgileri nasıl sakladığı konusu adeta bir muamma. Ama tüm bunlara rağmen, öğrenme olayı gerçekleşiyor" diyordu.
Lashley ile birlikte çalışmalar yapan Alman asıllı nöroloji uzmanı Kari Pribram, hem Penfield'in, hem de Lashley'in çalışmalarını yakından izliyordu. 1948'de Yale Üniversitesinden bir çağrı alınca, çalışmalarına burada devam etti. Kendisi de başarılı bir cerrah olan Pribram, beyinlerinin bir kısmı çıkarılan insanların, hafızalarının sadece belirli bir kısmını kay-
Prof. Kari Pribram
insan Beyni Nasıl İşler? 69
bertiklerini sık sık gözlemliyordu.
Dış dünyadan alınan enformasyonların beyinde belirli bölgelere yerleşip, lokalize olmadıkları artık iyice anlaşılmıştı. Enformasyonların beynin bütününe yayıldıklarını varsaymak, en doyurucu açıklamaydı. Ama buna uygun bir teori henüz ortalarda yoktu.
Hologram Devreye Giriyor
1960lara gelindiğinde, üç boyutlu kayıt etme tekniği olarak bilinen hologram, bazı yeni gerçeklerin göz önüne gelmesini sağladı. Beyin konusunun önde gelen isimlerinden birisi olan John Eccles, bir makalesinde şöyle yazmıştı:
"Beyin hücreleri arasındaki iletişimi sağlayan sinapslarda oluşan elektriksel ve kimyasal alış-veriş, yalıtılmış bir biçimde oluşmaz. Elektriksel olarak gelen bilgi, nöronların uzantıları ve bağlantılı kollan arasında hızla dolanırken, bir dalgaboyu meydana gelir. Bu arada başka dalgalar da yollanırsa, bu dalgalar birbirine kanşır, kesişir ve bir "girişim ağı modeli" ortaya çıkar. Bu tıpkı, bir havuza atılan taşların yarattığı dalgaların birbirleriyle kesişmelerine benzer."
O halde bilginin beyinde kaydedilebilmesi için, kesişen dalgalar ve onlann oluşturduklan bir "girişim ağı modeli" gerekmektedir. Bilim adamları bu bulgu üzerine, beyinle hologramın benzer "organizasyon ilkeleri"ne göre çalıştıklarını düşünmeye başladılar. Ve giderek daha fazla ortak özellikler ortaya çıktı.
Tıpkı hologramı küçük parçalara ayıımak gibi, beyin dokusu da küçük parçalara aynlsa bile, her parça bütün bilgiyi yeniden verebilmekte ve bilgileri işleyebilmektedir. Hafıza da, hologram da zedelenmeler ve yaralanmalar karşısında dayanıklıdırlar, fonksiyonlannı yerine getirmeye devam ederler.
70 Halistik Evren Tasarımı
Bilimsel Gelişim
Bilim, sürekli araştırmak, daha iyiye ve daha doğruya gitmek zorundadır. Hologram ile beyin arasındaki benzerlik ortaya konulduktan sonra, bilimsel deneylerle de kanıtlanması ve doğrulanması gerekmekteydi. Bu amaçla, görsel sistemdeki hücrelerin, algılama sırasında nasıl davrandıkları araştırıldı. Acaba bu beyin hücreleri de, hologram ile aynı matematiksel kanunlara göre mi hareket ediyorlardı?
Bilindiği gibi hologram, fiziksel bir yaklaşım ile, nesnelerden yansıyan ışınları bir girişim modeli olarak kayıt edip, saklamaktaydı. Bunun beyindeki karşılığı şuydu: Acaba beyinde, farklı frekansta gelen uyarılara karşı, farklı biçimde tepki gösteren hücreler mi vardı?
Görsel bir uyarı alındığında, bu uyarının girişim modeline göre tepkide bulunan, yani "frekans analizörii" gibi davranan hücrelerin varlığı kamtlanabilirse, beyin ile hologram arasındaki benzerliğin ilk somut örneği elde edilmiş olacaktı. Nitekim dış çevreden belirli bir frekansta gelen uyanlara, beyindeki yalnızca bu frekansa ayarlı hücreler tepki göstermektedir. Ne bu hücreler başka frekanslara, ne de başka hücreler bu frekansa tepki vermemektedirler.
Yaklaşık 100 yıl kadar önce, elektrikte volt, amper ve dirençten oluşan ünlü "Ohm Kanunu"nun da kumcusu olan George Si-mon Ohm, işitsel sistemle ilgili beyin hücrelerinin, çevreden gelen her türlü sese karşı, tıpkı birer "frekans analizörii" gibi hareket ettikleri görüşünü ileri sümıüştü. Ondan sonra bu konuya eğilen Hermarın von Helmholtz, işitsel sistemin bir piyano tuşu gibi işlediği fikrini ortaya attı.
Daha sonraları konuyla ilgili araştimıalan sürdüren Georg von B6k<5sy, iç kulakta bulunan helezonun bir tuş gibi değil, bir
İnsan Beyni Nasıl İşler? 71
tel gibi esnek ve hareketli olduğunu gösterdi. Ayrıca B6k6sy yalnızca kulağın değil, insan derisinin de böyle, bir tel gibi davrandığını kanıtladı: Deri de, titreşimlere ve onların frekanslarına göre tepkide bulunur. Örneğin, koltuk altına tutulan "ses çatalla-rı"nm dalgaboylannın ve fazlarının birbirleriyle çatışmaları halinde, deri, bunları tek bir titreşim noktası olarak algılamaktadır. Böyle bir durumda büyük beyin kabuğunda da, yalnızca tek bir tepkimenin oluştuğu saptanmıştır.
Bu araştırmaların temel aldığı matematiksel ilke, daha önce de görmüş olduğumuz Fourier Analizi adı verilen uygulamadır. Fourier Analizi, karmaşık modellerin, onu oluşturan dalga boylarına, yani bileşenlerine ayrıştırılarak, dönüşüme uğratılması-dır. Helmholtz, bu analiz yardımıyla işitsel sistemin işleyiş biçimini açıklamayı başarmıştır.
Sonraları bambaşka bir araştırma alanından Sovyet bilim adamı N. Bernstein, aynı analizin insandaki motorik sistem için de kullanılabileceğini göstermiştir. "The Coordination and Re-gulation of Movements" adlı kitabında,23 yaptığı deneyleri şöyle anlatmıştır: "Deneklere siyah bale elbiseleri giydirdik ve onların siyah bir fonun önündeki hareketlerini filme aldık.
Deneklerin hareket eden yerlerine (dirsekler, dizler gibi) ise, beyaz noktalar yerleştirdik. Sonra onlara bu siyah giysilerle siyah bir fonun önünde, çivi çakmak, bir yere çıkıp, yere atlamak gibi hareketler yaptırdık. Çektiğimiz filmi incelediğimizde, filme yalnızca hareketli beyaz noktaların çıktığım gördük. Onların hareketleri yoktu ortada. Sadece, bazı dalga boylan biçiminde yansıyan grafiklerdi gözüken."
Bernstein, daha sonra bu dalga boylarının frekanslanm analiz etmiş ve şu sonuca varmıştır: Fourier'nin matematiksel yöntemlerini uygulayarak yapılan bu analizlerin sonucunda, bir son-
72 Holistik Evren Tasarımı
Nikolai Bernstein, deneklerine siyah giysiler giydirmiş, hareketli yerlerine de beyaz noktalar koymuş. Sonra onların siyah bir fonun önünde yaptıkları hareketleri filme almış. Ortaya çıkan dalga boylarını analiz ettiğinde ise, bunların hologramın oluşumunda kullanılan aynı matematiksel ilkelere (Fourier Analizi'ne) göre davrandıkları ortaya çıkmış.
raki hareketin nereye ve nasıl yöneleceğini önceden belirlemek, hatta bilmek mümkün hale gelmiştir.
Bernstein'ın araştırmaları çok ilginç bazı sonuçlara yol açmıştı. Pribram, Fourier Analizi ile sinüs dalgalarına dönüştürülen hareket eyleminin, beynin büyük bir hızla bir sürü karmaşık hareketi ardı ardına gerçekleştirebilmesinin açıklaması olduğunu düşünüyordu. Beyin bir öğrenme sürecinde, tek tek ayrıntıları üstüste koyarak bütüne varma şeklinde davranmıyordu. Öğrenme işlemi sırasında genel akışa ve hareketin bütününe konsantre olan beyin, olayı Fourier Analizi yöntemini kullanarak analiz etmekte ve süreci bir bütün olarak kayda geçirmektedir.
V . : ! i ' :' :•! ': •*.
İnsan Beyni Nasıl işler? 73
Bernstein'ın motorik etkinliği belirlemek için kullandığı yöntem ile Ohm'un işitsel sistemin tanımında yararlandığı yöntem aynıydı. Ayrıca Dennis Gabor'un hologramın temelinde yatan matematiksel ilkeleri ortaya koyusunda, ona yol gösteren yöntem de buydu. "O halde beyin de tıpkı böyle, hareketleri frekans bileşenlerine ayırarak algılıyor olabilir" diye düşünen bilim adamlarından en önde geleni, Stanford Üniversitesi profesörlerinden Kari Pribram'dı. Pribram bu gelişimi şöyle açıklıyor:
"1968 yılına gelindiğinde, yapılan araştırmalar insandaki motorik ve duyumsal sistemlerin hep aynı ilkelere göre çalıştığını göstermişti. Bir tek görsel sistemin buna uygunluğu daha kanıtlanamamıştı. 1968'de Cambridge Üniversitesi'nden Fergus Campbell ve arkadaşları, görsel sisteme ait hücrelerin de birer frekans analizörü gibi çalıştıklarını gösterdiler. Beynin bu bölümündeki hücrelerden bir kısmı yalnızca çizgilere ya da köşelere tepki göstermekteydiler. Nitekim kurbağalar üzerinde yapılan deneyler sonucunda, onların beyinlerindeki görsel hücrelerin yalnızca böceksi hareketlere karşı duyarlı oldukları anlaşılmıştı. Buradan çıkan sonuç, insan beyninin de algılama sırasında böyle çalıştığı biçimindeydi. Yani beyinde belirli hücreler, özel (spesifik) verilere karşı duyarlıdırlar ve yalnızca onlar tarafından uyanlabilmektedirler.
Ama bu, gerçeğin tamamı değildir. Çünkü görsel sistemdeki hücreler yalnızca bazı çizgilere karşı duyarlı olmak yerine, aydınlık ve karanlıktan oluşan görsel modellere de tepki gösterirler. Nereye bakarsak-bakalım, her yanda böyle aydınlık ya da karanlık lekeler görürüz. İşte göz, bu lekeleri algılar ve büyük beyin kabuğundaki görmeyi sağlayan görsel kortekse aktarır. Aydınlık ve karanlık lekelerin birbirleriyle olan ilişkileri, değişim ve etkileşimleri de hacimsel frekanslar olarak algılanır ve beyinde de böyle değerlendirilir (işitsel sistemdeki algılamalar
74 Holistik Evren Tasarımı
ise, zamansal frekanslar biçiminde gerçekleşir.)
Beyindeki görsel korteksin hücreleri birer frekans analizörü gibi çalışırlar ve her bir grubu, ayrı bir hacimsel frekansa duyarlıdır. Görsel modellerdeki aydınlık ve karanlık karışımı oldukça karmaşıktır. Ama Fourier Analizi ile, en kannaşık modelleri bile, kendi sinüs dalgalarına ayrıştırmak kolay olur. Yedi ya da en çok on iki dalga boyu modeli ile tüm görsel biçimleri ayrıştırmak ve tanımlamak mümkündür."
Ekranda saniyenin 30'da biri kadar bir zamanda kar yağışını gören denek maymunların, görme merkezlerinde bulunan kürelerde oluşan figür (resimde, beyaz yoğunluk olarak görülen) bu biçimde ortaya çıkmaktadır.
10 ms sonra, bu hücrelerin reseptif alanlarında (resimde siyah şekilde görülen) ortaya çıkan görüntü ise, sağ resimdeki gibi olmaktadır. Bu deney bize, beynin aldığı enformasyonları bu gibi elektriksel modellere (lekelere) dönüştürerek algıladığını ve işlediğini gösteriyor.24
Bu konuda son yıllarda Leningard, Cambridge, Harvard, Berkeley ve Stanford Üniversiteleri'nde yapılan çalışmalar yukarıda anlatılanları destekler biçimdedir. Ancak bilim çevrelerinde hâlâ, eski Euklid geometrisinde yer alan ve görsel modellerin çeşitli temel öğelerden ve bunların birleşmelerinden oluştuğu konusundaki inancı sürdürenler de bulunmaktadır.
İnsan Beyni Nasıl İşler? 75
Yeniden konumuza dönelim. Görsel sistem, görme ve bunu hafızaya kaydetme işlemi sırasında şöyle davranmaktadır: Görsel model, beyinde görme işlemi ile ilgili olan ve birer frekans analizörü gibi iş gören hücreler tarafından, sinüs frekans bileşenlerine ayrılır. Görsel hafıza da, belirli yerlerde lokalize olmuş "engram'lardan oluşmaz. Tıpkı bir hologram gibi, kesişen ve et-kileşen dalga boylarının farklı bileşimleriyle meydana gelmiştir. Ona uygun "ışık"la aydınlatılınca, yani benzer ve aynı yönden bir dalga boyu geldiğinde ve çağrışımı sağladığında, görsel hafıza uyarılmış (canlanmış) olur ve hatırlama gerçekleşir.
Burada öğrenme konusu bakımından, bir noktayı belirlemekte de yarar var. Bir profesyonel tenisçiyi seyreden acemi oyuncunun kendisini geliştirmesi ya da tören geçidindeki askerleri izleyen bir çocuğun, uygun adım geçişi öğrenmesi gibi birçok şey, görerek öğrenilir. Buna "benzeterek öğrenme" veya "taklitle öğrenme" ya da "kalıp öğrenme" adı verilir. Küçük bir çocuğun konuşmayı öğrenmesi de böyledir. Hareketler ya da kelimeler tek tek her ayrıntısı aynen tekrarlanarak, bir merdiveni çıkar gibi birbiri üstüne konularak öğrenilmez. Burada bir genel kavrayış söz konusudur. Kişi bakar ya da duyar; sonra onu taklit ederek, kendini geliştirir. İşte burada da beyin, hareketin tümün1', sinüs dalgalarına ayrıştırmıştır. Daha sonra beyni yeniden aynı dalga boyları ile uyardığımızda, eski kayıtlar canlanır ve bunlar, kişi tarafından kullanılabilir ve yararlanılabilir hale gelirler. Özetlersek, beyin, bazı hareketler konusunda oluşanlar dalga modellerini algıladığında, eski kayıtlardaki benzer dalga boyları harekete geçmekte ve örneğin tenis topunun nasıl karşılanması gerektiği bilgisini ortaya koymaktadırlar.
Kısaca, beyin, hareketlerin oluşturduğu "dalga boylan mo-delleri"ne tepki gösterir. Daha sonra ise, bir dönüşüm gerçekleştirerek, bu kaydı ve bilgiyi kişiye mâl olmuş bir harekete dönüş-
76 Holistik Evren Tasarımı
türür. Bunu şöyle de açıklayabiliriz: "Kişi, karşısındakinin "titreşimlerine" (dalga boylarına) göre hareket etmektedir."
İnsanların birbirlerini anlamaları için aynı dalga boyuna gelmeleri inancı, böylece bilimsel olarak da kanıtlanmış olmaktadır.
Hologram, bilinci ve davranışları, çok yeni ve çok değişik bir gözle görmemizi sağlamaktadır. Felsefe akımlarından Behavi-orizm'i (davranışçılık) seçenler, nedenler ve sonuçlarla; Feno-menoloji'yi (olaycılık) seçenler ise, istekler ve hedefler ile ilgilenmekteydiler. Oysa hologram, tüm bunları aşan bir biçimde, dönüşüm ile ilgilenmekte ve çeşitli düşünce akımları arasındaki yatay geçişleri sağlamaktadır.
Nitekim az sonra Kuantum Kuramı'nda göreceğimiz gibi, atomaltı birimlerin parçacık halinden dalga boyu haline geçmeleri ve geri dönmeleri şeklinde beliren dinamik dönüşüm süreci de, holografik açıklamalar ile anlaşılabilir bir özellik kazanmaktadır.
Mercekler Sistemi
Beyin, bilinenden daha farklı olarak işleyen özel bir holografik düzene sahiptir. Nörologlar, görsel sisteme ait olan bir hücrenin alıcı alanının beş derecelik bir görüş açısıyla kayıt yaptığını saptamışlardır. Gerçekten de, çevrenin algılanması, bu hücrelerden binlercesinin yaptığı tek tek kayıtların birleşmesinden oluşmaktadır. İşte bu beş derecelik kayıt açısı, holografik işleyişin ana noktasıdır. Hücre tarafından alınan bu görüntüler, elektriksel sinyallere (impulslara) dönüştürülür ve beyin kabuğuna yollanırlar. Bu sinyaller kaydedilecek olursa, ortaya çıkan şey, her bir hücrenin beşer derecelik açılarla görüntüledikleri bir modeldir. Her hücrenin yanındaki hücre de, görüntüyü yine kendi alıcı alanının beş derecelik açısıyla algılar. Yani korteks ta-
însan Beyni Nasıl İşler? 77
bakası, böyle mozaik taşlan gibi dizilmiş birçok hücreden oluşmuştur. Bunlardan her mozaik, yani hücre, frekansları kendi açısıyla alır ve işler. Görsel sistem, tek bir hologramdan değil, "mozaik" biçiminde dizilmiş birçok hologramın birleşmesinden meydana gelmiştir. Bu, tıpkı bir böceğin gözünde tek bir mercek yerine, yüzlerce küçük mercek olmasına benzer. Böcekler buna rağmen, dış dünyayı tek bir mercekten algılıyormuşcasma net olarak görürler. Ya da bir hoparlör sisteminde, tek bir hoparlör yerine, 18 hoparlör kullanılması da bunun gibidir. Sayı fazla olsa bile, kulağımız bunu, tek bir hoparlörden gelen ses gibi algılar.
Bu bileşen sistemlerin bir yaran daha vardır. Algılanan sinyal bir mozaikten diğerine geçerken, arada ufak sıçramalar yapar ve her bir atlayışta biraz daha farklı olarak kaydedilir. Bu ise, hareketli görüntülerin algılanmasını kolaylaştınr. Gerçekten de, gözleri birçok mercekten oluşan böcekler, insan gözünün bile farkedemediği küçük hareketleri çok iyi farkeder ve algılarlar. Kısaca, bir sinyalin ya da uyaranın algılanması ve işlenmesi bakımından birçok küçük hologramdan oluşan sistemler, tek bir hologramdan oluşan sistemlere oranla daha yararlı ve verimli olmaktadır.25
Burada akla şöyle bir som geliyor: "Görsel sistem beş derecelik açılarla algılama yapan hücrelerin bileşiminden oluştuğu halde, bizler çevremizi nasıl oluyor da, böyle tek tek noktalardan meydana gelen bir tablo biçiminde değil de, tek bir görüntü modeli olarak algılıyoruz?"
Bilim adamlarına göre bu nokta, Hologram Teorisine geçişi anlamamızdaki en önemli aşamadır. Her bir hücrenin etkinliği kendi içinde bir dalga boyu oluşturmaktadır. Bir sürü hücrenin dalga boylanmn birbirleriyle girişim yapmalanndan oluşan
78 Holistik Evren Tasarımı
holografik model, bizim algıladığımız görüntüyü ortaya koymaktadır.
Hologram biçimdeki işleyiş, beynimize çok önemli iki özellik kazandırır. Bunlardan birincisi, hafızanın çok büyük bir saklama kapasitesine sahip olmasıdır. Ayrıca her şeyi tüm ayrıntılarına kadar kaydetmek yerine, beyin, yalnızca birkaç kayıt yöntemini öğrenmekte; sonraki kayıtlar ise, bu yöntemlere göre, otomatik olarak gerçekleşmektedir. İkinci özellik ise, olaylar (bilgiler) arasındaki bağlantıları yakalama, onlardan yeni bağlantı modelleri üretme yeteneğidir.
Yaratıcılığın kökeni de, çeşitli verileri birbirleriyle değişik biçimlerde bağlayarak yeni sonuçlar çıkarmaya dayanır. Bilgisayarda da, işlemleri hızlandırabilmek için, veriler Fourier Analizi ile dönüştürülüp bileşenlerine ayrılmakta, sonra da çapraz korelasyonlar denenerek, sonuca varılmaktadır. Beynin bu özelliği, insanların çok karmaşık olan dış çevre ile ilişkilerini ayarlamasını sağlamaktadır. Sonsuza dek uzanabilecek olan ihtimaller ve sonuçlar karmaşasından bizleri kurtaran, holografik korelasyon (karşılıklı çapraz ilişkilendirmeler) uygulamasıdır. Beynimiz, biz hiç farketmeden, verileri birbirleriyle karşılaştırmakta, sınamakta ve sonuçlara ya da kararlara varmaktadır.
Kısaca özetlersek, beyin bir olayla ilgili verileri, tek tek düşünüp, ayıklamaz. Bir durumla ilgili tüm veriler beyin tarafından algılanır, korelasyonu araştırılır, yani karşılıklı bağlantıları incelenir ve bunların sonucunda bir cevap ya da bir tepki ortaya çıkar. Beyin aynı anda birçok korelasyonu birden gerçekleştirme yeteneğine sahiptir. Çevremizdeki bunca bilgi arasından, beyin, önemli olanları, işine yarayanları ve daha önceden tanıdıklarını, yani kendinde kayıtlı dalga boylarma benzeyenleri ayırır ve onlara tepki gösterir. Böylece olayın aynntılan çok kısa bir
İnsan Beyni Nasıl İşler? 79
sürede elenir ve bilinçli olarak yalnızca o anla ilgili olanlar değerlendirmeye alınır.
Anlaşılmaz Olanları Açıklamanın Yolu: Hologram
Diğer bölüme geçmeden önce, anlattıklanmızın kısa bir özetini yapalım ve bilim adamlarının akıllanndaki sorulara Hologram Teorisi'nin nasıl cevaplar verdiğini yeniden gözden geçirelim:
• Enformasyonlann beyinde nasıl ve nerede saklandıklan konusu bilim çevrelerini en çok ilgilendiren şeydi. Penfıeld, kayıtların yerlerinin belli olduğunu ve sonsuza dek yok olmadan sak-landıklannı düşünüyordu.
Beyin kayıtlannı holografik olarak yaptığı için, enformasyonlar beynin tümüne yayılır. Holografik kaydın en önemli özelliği, her bir birimin bütünün bilgisine sahip olması ve gerektiğinde de bu bilgiyi aynen verebilmesidir. Böylece enformasyonlann beynin tümüne yayıldığı, yani yerlerinin belli olmadığı, ama bilgilerin sonsuza dek saklanabildiği ortaya çıkar.
• Hücreleri birbirlerine değişmeyen bağlantılarla tesbit edilmiş olan beynin, algı esnekliğini nasıl gösterdiği de bilim adamlarının zihnini zorluyordu.
Holografik kayıtta her birim, bütünün bilgisini içinde taşır ve her küçük parça, netliği azalsa da, enfonnasyonun bütününü hafızaya çağırır. Oluşan beyinsel hologram sağa-sola döner ve her açıyı dener, sonunda benzerlikler bulununca, tanıma işlemi gerçekleşmiş olur.
Bir diğer açıklama da şöyledir: İki farklı girişim ağı modeli üstüste çakışınca, arada oluşan farklılıklar ya da sapmalar, "tanıdık" veya "yabancı" olarak değerlendirilir.
gO Hohstik Evren Tasarımı
• Beynin öğrenmiş olduğu bir takım becerileri nasıl olup da başka organlara aktarabildiği sorusu beyin uzmanlarını epeyce sıkıntıya sokuyordu.
Az önce de açıkladığımız gibi, holografik kayıtlar yapan beyin, kendisine ulaşan enformasyonları bir girişim ağı modeli şeklinde değerlendirir ve bu model beynin tümüne yayılır. Ayrıca her hücre, bütünün bilgisini içinde barındırır ve gerektiğinde de devreye girer.
• Fantom görüntüler ve ağrılar konusu da başka bir garipliktir bilim adamlarına göre. Neden ve nasıl ortaya çıktıklarını anlamak, klâsik bilim anlayışı açısından mümkün olmayan bir şeydir.
Görsel algılama yaparken beyin, kendisine ulaşan enformasyonu retina üzerinde değerlendirir, sonra bu bilgi beynin merkezine iletilir ve orada da "görme" karan verilir. Karşıdaki bir adama baktığımızda, algı süreci gözde gerçekleşmesine rağmen, biz o adamı retinanın üzerinde değil de, dışanda bir yerde olarak değerlendiririz.
Cisimlerin gerçekten olmadıklan (ya da bulunmadıktan) bir yerde görülmeleri ve "var" sayılmalan, hologram plakasının aydınlatılması halinde odada ortaya çıkan üç boyutlu "sanal" görüntüye benzer.
Ayrıca bu konuda Bekesy'nin yapmış olduğu araştırmalar da, ilginç sonuçlar vermiştir. Bekesy, deneklerinin her iki dizine de titreşim veren birer elektrod bağlamış ve sonra bunlara verdiği elektriğin dozunu derece derece artırmış. Öyle bir an gelmiş ki, denekler, titreşim merkezinin bir dizlerinden diğerine doğru hareket ettiğini söyler olmuşlar. Hatta bir süre sonra bu titreşim veren elektrodlann iki dizlerinin arasında boşlukta bir yerde oldu-
İnsan Beyni Nasıl İşler? 81
ğunu hissetmeye başlamışlar. Bekesy diğer deneylerinde de buna benzer sonuçlar elde etmiş. Duyu organı olmayan yerlerde bir takım duyumlann alınması ve hislerin oluşması şeklindeki bulgular, Bekesy'yi de Pribram'ı da şöyle düşündürtmüştü: "Tıpkı elektrodlann oluşturduğu vibrasyon dalgalannın birbirleriyle bir girişim ağı modeli meydana getirmeleri gibi, kesişen bu dalga boyları da, beyni, bedende oluşan bir süreci, beden dışı bir alana taşıması yönünde yönlendirebilirler." Yani beyin, hologram plakasına yapılan kaydın oda içinde canlanması örneğindeki gibi, gerçekten varolmayan bir şeyi orada varmış gibi algılayabilir.26
• Beynin inanılmaz saklama kapasitesinin, nasıl olup da bunca enformasyonu bünyesinde banndırabildiği gerçeğine hiç bir bilim adamı cevap veremiyordu.
Holografik anlayış, buna da bir açıklama getiriyor: Bir hologram plakasının üzerine, açıları farklı olmak suretiyle teorik olarak sonsuz derecede kayıt yapmak mümkündür. Bunlar dalga boyu modelleri olarak kaydedildikleri için, birbirlerini engellemezler ve herhangi bir yer de işgal etmezler. Daha sonra da kaydın yapıldığı açıdan gelen bir uyaran alınca, sadece o dalga boyuna uyan görüntüler canlanır (diğerleri değil) ve hatırlama sağlanır.
Kari Pribram beyin konusundaki araştırmalarını sürdürürken, aynı dönemlerde fizik dünyasında da ilginç gelişmeler görülmekteydi. Şimdi gelin bunlan daha yakından inceleyelim:
82 Hokstîk Evren Tasarımı
1. Beyne gelen enformasyonlar, dalga boyu modellerine ayrılarak, holografik (bir girişim ağı modeli) olarak kaydedilirler.
2. Bilgiler (enformasyonlar) beyinde belirli yerlerde lo-kalize olmazlar, beynin bütününe yayılırlar.
3. Beyne kayıtlı olan modellere benzer bir dalga boyunda gelen yeni bir girişim ağı modeli, çağrışım yoluyla hatırlamanın gerçekleşmesini sağlar.
4. Beyin, kendisine gelen sonsuz sayıdaki enformasyonu, Fourier Analizi yardımı ile belirli kayıt biçimlerine indirger ve böylece birbirlerini etkilemeyen sonsuz derecede kayıt yapıp, bunları saklayabilir.
82 Holistik Evren Tasarımı
1. Beyne gelen enformasyonlar, dalga boyu modellerine ayrılarak, holografik (bir girişim ağı modeli) olarak kaydedilirler.
2. Bilgiler (enformasyonlar) beyinde belirli yerlerde lo-kalize olmazlar, beynin bütününe yayılırlar.
3. Beyne kayıth olan modellere benzer bir dalga boyunda gelen yeni bir girişim ağı modeli, çağrışım yoluyla hatırlamanın gerçekleşmesini sağlar.
4. Beyin, kendisine gelen sonsuz sayıdaki enformasyonu, Fourier Analizi yardımı ile belirli kayıt biçimlerine indirger ve böylece birbirlerini etkilemeyen sonsuz derecede kayıt yapıp, bunları saklayabilir.
3. BÖLÜM
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru 85
İnsan beyninin holografik esaslara uygun olarak çalıştığı konusunda bir çok kanıt ve bilgi bulunmaktadır. Bunların büyük bir bölümünü de incelemiş bulunuyoruz. Karşılaştığımız şaşırtıcı ve hatta sarsıcı bilgiler, bizi yepyeni bir anlayışın eşiğine doğru getiriyor. İnsan, evren, zaman, mekân, düzen, kaos, canlılık, cansızlık, sonsuzluk ve yokoluş gibi çok temel ve can alıcı noktalar, holografik bir bakış açısından oldukça farklı ve ilginç sonuçlara götürecek bizleri. Ama biz şimdi bilimsel gelişme içindeki çizgimizi ve ilerleyişimizi sürdürelim ve boyutumuzu insan ve insan beyninden, evrensel plana doğru çevirelim. Evreni anlamak ve onun nasıl kurulup, işlediğini araştırmak konusunda holografi kavramı, bize yeni ufuklar açmaktadır. Fizikten tasavvufa dek uzanan bir yelpaze içinde bize yol gösteren bu kavramı evrensel boyutta ele almak, onun bizlere sunduğu fırsatları doğru olarak değerlendirebilmemiz açısından oldukça önemlidir.
Beynin holografik bir organizasyona ve bütüncül bir işleyiş mekanizmasına sahip olduğunu iyice anlamış bulunuyoruz. Ama ilk şaşkınlık ve şoku atlattıktan sonra, konuyla biraz derinden ilgilenenlerin aklına şu çarpıcı soru gelebilir: "Beyin holografik bir biçimde işliyorsa ve bir hologramsa, neyin hologramı acaba?" Yani hologram plakasına yapılmış olan ve yapılan kayıtlar hangi "cismin" ya da "varlığın" kayıtlarıdır? Hologram "kaydı" nerede yapılmış ki, biz onu burada "okuyoruz" ya da "yeniden canlandırıyoruz?
Bunlar çok can alıcı sorulardır. Bu açıdan bakınca, gerçeğin ne olduğunu tesbit etmek zorlaşıyor. "O halde" diye sorulabilir "dış dünyada görüp-algıladığımız "objektif realite", yani üç bo-
86 Holistik Evren Taşanım
yutlu fizik âlem yok mudur? Ya da en azından gerçek şekli bize göründüğü gibi değil midir? Yani bu âlem Tasavvuf bilginleri ya da Uzakdoğu mistikleri tarafından dile getirildiği gibi sadece bir "hayal", bir "suret", bir "yansıma" veya bir "Maya" mıdır?"
Fotoğrafçıda bir aile fotoğrafı çektirdiğinizi düşünün. Film tab edildikten sonra, fotoğraf kartını elinize aldığınızda, çocuklarınızla birlikte mutlu bir aile tablomu görmeyi beklerken, orada sadece birbiriyle kesişip-girişen c1 .lga boyu modellerinden oluşan bir karmaşa görürseniz, neler hissedersiniz?
Ama bu da sizin fotoğrafınız. Hem de pozlandırıldığında üç boyutlu, yani gerçeğe daha yakın bir kayıt. Peki acaba hangisi daha gerçek? Tabii her ikisi de!
Bu gibi soruların tek bir cevabı olabilir: Eğer bütün kâinatı bir hologram gibi düşünebilirsek, aklımıza takılan bütün bu sorulara anlamlı cevaplar bulabilmek mümkün olacak.
Klasik Fizikten, Kuantum Fiziğine
Davranışçılık (Behaviorizm) akımının beyin ile ilgili yaklaşımına "siyah kutu (black box)" adı verildiğini daha önce söylemiştik. Tekrarlayacak olursak: Bu akıma göre, beyni bilmek ve anlamaya çalışmak yerine, doğrudan doğruya davranışları incelemek daha doğru olur. Wolfgang Köhler'in "İzomorfoloji" adı verilen yaklaşımına göre, çevremizdeki dünyanın biçimi ile bunun beynimizde yansıyan biçimi arasında doğrudan bir ilişki vardır. Bir dikdörtgene bakan bir kişinin beyninde, dikdörtgene benzeyen elektriksel bir oluşumun ortaya çıktığı düşünülmelidir. Oysa hologram kavramının gündeme gelmesinden sonra, bu olayın böyle olmadığı anlaşılmıştır. Çeşitli minik hologramların oluşturduğu dalga desenlerinin birleşmesiyle ortaya çıkan beyin hologramının varlığı bilgisi sayesinde olayları şimdi daha farklı bir gözle görmekteyiz.
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru 87
Ama İzomorfoloji Teorisi'nin bize kazandırdığı bir şey vardır. Çevremizdeki dünya ile beynimizin etkinliği arasında doğrudan bir ilişki vardır. Ama bu görüşü tersine çevirmek gerekecektir. Beyin, dış çevreden alındığı sanılan nesneler dünyasının aynen yansıması ile işlemez. Çünkü dış çevrede gördüklerimiz de, aslında holografik esaslara göre oluşmuşlardır. Yani dış dünyanın dalgaboyu modelleri ile beyindeki dalgaboyu modelleri "izomorfturlar (benzeşirler). Burada akla hemen şu soru geliyor: "Peki evren holografik biçimde düzenlenmişse, biz onu neden resimler, görüntüler ve nesneler olarak algılıyoruz?" îşte bu noktada, düşüncenin gelişimini, klasik fizikten günümüze dek kısaca izlemek doğru olur.
Newton Fiziği, evreni, neden-sonuç sürekliliği içinde işleyen mekanik bir düzen olarak açıklıyordu. Einstein, "İzafiyet Teorisi" ile, dördüncü boyutu devreye sokmuş ve evreni rölatif (göreceli) bir kavram olarak açıklamıştı. Niels Bohr'un öncülük ettiği Kuantum Mekaniği ise, fiziğin en son aşamasıydı. Bu düşünce akımına göre, atom içindeki parçacıkların hareketlerini gözlemlemek ve onlann neden böyle davrandıklarını bilmek mümkün olmuyordu. Çünkü parçacığın hareketi incelenmek istenirken, onun davranışı bozuluyordu. Evren, dalga desenlerinden oluşuyordu ve çeşitli düzeylerdeki enerji salınmalarının birleşmeleri sonucunda parçacıklar (nesneler) ortaya çıkıyorlardı.
O zamana kadar, insanın algıladığı dış dünyanın tek ve değişmez gerçek olduğu, insanın da burada merkezf bir rolü bulunduğu sanılıyordu. Einstein, hızın çok artırılması ve ışık hızına yaklaşılması durumunda, zamanın daha yavaş işlediğini, hatta belki durabileceğini ortaya koyunca, herkes şaşkınlığa düştü. Çünkü insan artık neyin doğru ve neyin de yanlış olduğunu bilemez bir hale gelmişti. Gördüğü ve içinde yaşadığı dünya ve Newtoncu düzen mi gerçekti, yoksa Einstein'cı İzafiyet mi?
Halistik Evren Tasarımı
20. Yüzyıl'a kendinden emin, teknoloji, bilim ve sanayide büyük gelişmelere imza atmış, gururlu bir insan tipiyle giren insanlık, şimdi değişik şaşkınlıkların içine düşmüştü. Kısaca "insanlığın tahtı sallanıyordu!" Çünkü İzafiyet Teorisi'nin açıkladığı, zamanın farklı biçimlerde de işleyebileceği gerçeğinin yanı sıra, insanın tüm dünya ve evren görüşlerini değişime uğratan bir diğer gerçek, atomaltı dünyayı inceleyen fizikçiler tarafından ortaya konuluyordu.
20. Yüzyıl'a girerken, araştırma araç ve gereçlerinde sağlanan olağanüstü teknolojik gelişmeler sonucunda, kâinatın temel yapıtaşı olduğu düşünülen atom ve onun atomaltı dünyası incelenebilir olmuştu.
Bu alanda çalışmalar yürüten Max Planck, Niels Bohr, Erwin Schrödinger ve Werner Heisenberg'in de aralarında bulunduğu fizikçiler topluluğu, her gün daha fazla şaşkınlığa düşüyorlar, hatta atomaltı âlemde gözlemlenen fenomenler karşısında, onları tanımlayacak sözcükleri bile bulamıyorlardı. Çünkü gördükleri şey (karşılaşılan gerçeklik), normal hayatlarını yaşarken algıladıkları ve tâbi oldukları gerçeklikten çok farklıydı.
Atomaltı Âlemin Temel Özellikleri
Bunlardan en ilginci, atomaltı âlemde katı bir "yapı taşının" bulunmamasıydı. Derinlere inildikçe katılıklar ve belirlilikler, yerlerini enerji salınımlarına, hareketli bir akışa ve belirsizliğe bırakıyorlardı.
Bu ne demekti, katı maddenin ve bunca devasa kâinatın temeli boşluk muydu? Kâinat sadece nabız gibi atan bir enerji sa-lınımından mı ibaretti? O zaman birbirinden ayrı ve katı maddelerden oluşan bu dünya, yani tüm bu gördüklerimiz, hissettiklerimiz, tuttuklarımız, tattıklarımız "yok muydu?", bir "hayal" ya da bir "suret" miydi?
lir l l l i ı .<l|||l I l ı «Ilı :ll)ll: <i)l|ll <l||tl|||l <()[ ı||||l l|l|Hl|||| Il||> ilillil1 < i f il|ll|i: İ|
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru 89
Ayrıca atomaltı âlemdeki parçacıklar birbirlerinden ne kadar uzakta da olsalar, birbirleriyle nasıl olup da haberleşiyor ve et-kileşebiliyorlardı? Burada mekân da mı yoktu?
İzafiyet "zaman", kuantum da "mekân" kavramlarını yerle bir etmişti.
Aynı dönemlerde düşünce dünyasında boy gösteren Sig-mund Freud ise, insanın psikolojik yapısını ele alıyor ve bilinçaltı kavramını ortaya atarak, insanlan tam bir çıkmazın içine sürüklüyordu.
Çünkü Freud, insanın göründüğü ve kendini tanıttığı halinin "gerçek" olmadığını açıklıyordu. Hatta insanın bırakın dışa yansıtmasını, kendisini bile tam olarak tanıyıp, bilemediğini dile getiriyordu. Onu iradesi dışındaki bilinçaltı ve bilinçdışı güçler idare ediyorlardı. Oysa o zamana kadar, insanın düşündüğü ve söylediği herşeyin, yani "görülen gerçekliğin" tek doğru olduğu sanılıyordu.27
Dört bir koldan insana verilen mesaj şöyleydi: "Sen de, kâinat da senin algıladığın ve gözlemlediğin gibi değilsiniz. Sen dar bir ara kesit içinde organize olmuşsun. Senin dışında ise, bildiğinden çok daha farklı kurallara göre varolan çok değişik bir âlem var. İşin ilginci, sen, aynı zamanda o âlemin de bir parça-sısın. Yoksa onun hiç farkına vaımadan yaşar-giderdin. Ama sen, iki ayrı gerçeklik biçiminde birden varolmuş durumdasın. Eski bildiklerini, katı maddelerden ve birbirinden ayrı birimlerden oluşan ve bir makine düzeni ile işleyen Mekanistik-Newton-cu anlayışı terketmek ve yeni bir kavrayışa geçmek zorundasın!" Buna, "bana ne?" diye cevap vermek ve başını kuma gömmek mümkün değildir. Çünkü insanlık tarihi bizleri bu noktaya doğru hızla itmektedir.
Bize göre de, bu "ayrı ayrı varoluş algısı"ndan, "bütünsel ev-
90 Hohstik Evren Tasarımı
ren anlayışı"na yapılması gereken sıçrama, insanlığın ve dünyanın en temel varoluş nedenidir.
Özetlersek; gördüklerin gerçek değil, düşündüklerin gerçek değil, algıladığın zaman ve mekân senin algıladığından çok daha farklı bir yapıya sahip. Ya da bunların hepsi geçici, bir suret ve ancak sana "göre" böyle. Senin organize olduğun üç boyutlu dünya planına "göre" ve sadece o dar ara kesitte geçerli. Öncelikle bunları kavramak gerekiyor. Yani bildiklerinin kökten değişmesi ve büyük bir hayal kırıklığı yaşaması şart insanlığın.
Ancak ondan sonra yeni "düşünce ve anlayış modeli"nin ne olacağı konusuna eğilebiliriz. Bunun için de, insanın da bir parçası olduğu kâinatın yapısı üzerinde durmak gerekiyor. Ardından yeni zaman-mekân ve insan anlayışının hangi temeller üzerine oturması ve nasıl olması gerektiğini ele alacağız.
Ünlü fizikçi Werner Heisenberg, kuantum araştırmaları sırasında ortaya çıkan şaşırtıcı sonuçlar üzerine şöyle söylemişti: "Doğanın atomaltı deneylerde bize göründüğü kadar saçma olması mümkün mü?" Aslında saçma olan, zayıf ve yetersiz bir donanıma sahip bulunan insandır ne yazık ki!28
Aletler ve teknoloji geliştikçe, önce atomlar deneysel yollarla incelendi ve ortaya çıktı ki; atomlar bölünmez değillerdi ve içlerinde de herhangi bir temel cevher ya da öz bulunmaktaydı. Elektronlar (protonlar ve nötronlar) birbirlerinin etrafında dönmekteydiler ve aralarında da büyük boşluklar bulunmaktaydı. Yani, katı bir temel yapı taşı yoktu.
Atomaltı parçacıkların derinine inildiğinde de böyle bir temel parçacık bulunamıyordu. Yani katı, sert ve bölünmez gibi görünen maddesel kâinatın temelinde bir "boşluk" yer almaktaydı. Şaşırdılar bilim adamları.
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğıv 91
Ama asıl şaşkınlık, atomaltı parçacıkların incelenmek istendiğinde ortaya çıktı. Çünkü burada karşılarına dev bir enerji denizi ya da tıpkı bir nabız gibi atan bir enerji salimim çıkıyordu. Yani katı birşey yoktu ve tüm kâinat aynı özelliklere sahipti. İnsan da, taş da, toprak da...
İşin ilginci, bu atomaltı parçacıkların ikili bir yapıya sahip olmalarıydı. Kimi zaman bir parçacık, kimi zaman da dalga boyu şeklinde hareket ediyorlardı. Yani her türlü kesinlik ve katı cevher beklentisi boşa çıkıyordu. Kâinatın görünürdeki yapı taşı olan atomların iç bünyeleri, ikili bir görünüme sahipti ve "soyut" (belirsiz) bir özellik taşıyordu. Peki nasıl oluyor da, "soyut" özellikteki enerji birimlerinden "somut" ve katı (birbirinden ayrı) bir dünya ve kâinat doğuyordu?
Burada insanın beyni işin içine giriyor ve "mercekleştiren" algı özellikleri ile, o karmaşık enerji salınımının içinden bir takım atomcul partikülleri "görünür" kılıyor, "algılıyor" ve onları böylece "canlandırıyor"du. Yani beyin bir transformatör gibi çalışıyor ve holografik planda varolan evrensel potansiyelin içinden kimilerine odaklanarak, onlardan oluşan bir âlemi ortaya koyuyordu. Kendindeki mercekleştiren, yani sonsuz olasılıklar demetinin içinden odaklandığı bir özelliği ya da boyutu ortaya çıkaran nitelik sayesinde, üç boyutlu dünyayı oluşturuyordu.
Dışlaştırılan, benlik kazandırılan ve olasılıklar demetinin içinden çekip alınan üç boyutlu kâinat bir realite haline gelirken, diğer tüm potansiyel varoluşlar ve bilgiler, kuantumda "dalga çökmesi" denilen olayda olduğu gibi, bozulmakta ve yok olmaktadırlar. Ama sadece o an ve o gözlemci için. Yoksa enerji denizi içinde her zaman varlıklarını korumakta ve sonsuz olma özelliklerini yitirmeden salınımlanna devam etmektedirler.
Maddenin bu ikili yapısı, üç boyutlu bir dünyada yaşamak
92 Holistik Evren Tasannu
üzere organize edilmiş olan insan zilini için kavranılması çok zor bir iştir.
Maddenin bir yandan dar bir alana sıkıştırılmış bir varlık, bir diğer yandan da uzaya yayılan bir dalga boyu olması çok gariptir. Bunu dünyanın neden-sonuç yasalarına göre organize olmuş olan insan zihniyle kavramak, neredeyse mümkün değildir. Çünkü atomaltı bir birim ne bir parçacıktır, ne de bir dalga boyu. O, aynı anda bunların her ikisi birdendir. (Belki daha da fazlası.) Kendi içsel varoluşu ve potansiyeli açısından, her an farklı bir yüzüyle ortaya çıkabilmektedir. Kâinatın bütün özellikleri, zamanı ve mekânı onda mevcuttur.
Kader Konusunun Kuantum Anlayışı Açısından Yorumu
"Kader belli mi, değişebilir mi?" sorusu insanın aklından hiç çıkmaz. Yeri gelmişken olaya kuantum düzeyinde ve farklı bir perspektiften bakalım isterseniz. İşte size yaşanmış bir öykü ve kader sorununun incelenmesine yapacağı katkılar:
Dimitri bir Bulgar köylüsüdür. İki yetişkin oğlu vardır ve herşey yolunda gitmektedir. Günlerden bir gün Dimitri'nin büyük oğlu, ormanda hızarla ağaç keserken, ağaç başına düşer ve ölür. Aile çok büyük bir üzüntü ile çocuklarını defneder. Aradan altı ay kadar bir süre geçer. Dimitri'nin küçük oğlu, elinde orakla otlan biçerken, ayağı kayar ve orak boğazını keser, o da ölür. Dimitri'nin acısı dayanılmazdır. Bütün köy halkı cenazeye katılır, Dimitri ayakta zor durmaktadır. O sırada Dimitri'nin yakın arkadaşı Petre, köyün Türk cemaatinden Akif Amca'ya yaklaşır ve şunları anlatır: "Şimdi düşünüyorum da, İlahî Adalet gerçekten de işliyor. Biz Dimitri ile birlikte askerlik yapmıştık. O dönemlerde Türk köylerinde görev yapıyorduk ve bir gece nöbet tutuyorduk. Hükümet sokağa çıkma yasağı koymuştu. Tam biz devriye görevine çıkmıştık ki, iki küçük Türk çocuğu, komşula-
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru 93
rina gitmek için evlerinden çıktılar ve bizim önümüzden geçerek yürümeye başladılar. Dimitri hemen atıldı ve çocukların önünü kesti, elindeki tüfeğin dipçiğiyle de kafalarına vurmaya başladı. İki çocuğun kanlar içinde yere serilişleri ve çırpınarak can vermeleri hâlâ gözümün önünden gitmiyor. Hele çığlıklara koşarak gelen acılı ana-babalann o yüzleri ve bakışlan... Şimdi Dimitri'nin yüz ifadesini görünce, aklıma bunlar geldi. Gel de kadere ve Allah'ın adaletine inanma!"
İlginç, ama bilinen ve karşılaşılabilen bir öykü. Daha az acılı olanları da var. Atalarımız bunlara uygun deyişler de geliştirmişler: "Etme-bulma dünyası" ya da "ne ekersen, onu biçersin" gibi. Olaya farklı açılardan bakmak ve değişik perspektiflerden yorum yapmak mümkün. Duruma dışarıdan bakan ve üçüncü kişi olma özelliğini taşıyan Akif Amca, o anın ve dar bir ara kesitin fotoğrafını çekebilir ancak. Olayın dehşetini yaşar önce, "Daha dün görüp-konuştuğu, dağ gibi, yakışıklı çocuk, pisi pisine ölmüştür." Soma da Dimitri'ye acır, onunla birlikte üzülür. Bu duygusal tutumun arkasında iki temel yaklaşım vardır: "İyi ki benim başıma gelmedi" ferahlaması ve sevinci ile "ya benim de başıma gelirse" tedirginliği ve korkusu. Çünkü bizler birbir-îerimizi ayrı ayrı varlıklar olarak değerlendirip, hayatı kendi benlik zırhımızın içindeki "kovuk"ta geçilmeye devam ettikçe, başkaları için duyulan üzüntü, aslında "paçayı kurtarmanın" ya da belânın "kendisine değmemesinin" sevinci ile birlikte boy gösterir. Her ne kadar kişi bunu farketmese ya da kendine itiraf efelekten kaçınsa bile, üzüntü de "ya bana da olursa" korkusunun bir uzantısıdır. "Ateş düştüğü yeri yakar" ya, doğrudur bu. En büyük bir felâket bile, bizim kişisel işleyişimizi olumsuz yönde etkilemediği sürece, bizim için pek de önemli değildir. Yardım etme güdüsü de, aynı olayın kendi başımıza da gelebileceği korkusuyla ve bilinçaltında onu örtebilmek amacıyla be-
94 Holistik Evren Taşanını
lirir içimizde. Ama bu durum, insanın "genlerinde" vardır, tıpkı açgözlülük, saldırganlık ve öldürme güdüsü gibi, hayvansı yan-larımızdır bunlar. Ancak onların aşılması gereken duygular ve güdüler olduğunu da biliriz. Bu nedenle Akif Amca'mn bu yaklaşımı gayet doğaldır ve bilinçaltı etkenlerle süslüdür. Ona "neden böyle bencilce yaklaşıyorsun olaya?" suçlamasını yapamayız. Zaten o da bu davranışının ana nedenlerini bilmemekte, bilinçli düşüncesiyle de doğru bir duygu ve davranış içinde olduğuna inanmaktadır.
Akif Amca'mn bu olayla ilgili üçüncü duygusu yine çok tanıdık bir biçim taşır: "Hayat, herşey, hepsi boştur." İnsanın ne zaman hastalanacağı, ne zaman öleceği belli değildir. Kitabımızın giriş bölümünde de altını çizerek belirttiğimiz gibi, insan, zamanı ve şekli belli olmayan bu "ölüm" ve "yokoluş" gerçeğinin ağırlığım ve tedirginliğini bütün ömrü boyunca sırtından atamaz.
Bu "belirsiz" ve "saçma" olgu, onu yer ve bitirir. Kısaca; korku duygusu, dünyanın boş olduğu duygusu, ölçülü davranma duygusu gibi birçok duygusal öğe, öne çıkar böyle bir durumda. Akif Amca bu üç aşamalı zihinsel-duygusal süreci yaşamıştır Dimitri'nin oğlunun cenazesi kalkarken.
Şimdi bir de Petre'nin açısından bakalım duruma. Onun olayı algılayış açısı, Akif Amca'nınkinden daha derindir. Çünkü işin geçmişini ve arka planım da bilmektedir. Onun açısından bütün bu yaşananlar, insanların o bildik "etme-bulma" anlayışının ve Tanrı'nm varlığının bir kanıtı gibidir. "Hiç bir suç, cezasız kalmaz", "Allah herşeyi görür", "iyilik de kötülük de dönücüdür" türünden yaklaşımlar Petre için artık yerçekimi yasası kadar doğru ve gerçektir. Tıpkı dünya planında Newton Fizi-ği'nin ve neden-sonuç ilişkisinin geçerli olduğu ve hiç şaşmadan
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru 95
hüküm sürdüğü gibi. Makro boyuttaki fizik yasaları, hep aynı şekilde kalırlar ve geçerliliklerini korurlar. Petre bir yandan üzülmektedir, hem arkadaşı Dimitri'ye, hem de gencecik çocuklarına. Yakınlık ve etkilenme alanı daraldığında, yani benlik zırhı ile korunan sınırlar gevşediğinde, kendini bir diğerinin yerine koyma ya da onun hissettiklerini duyumsama oranı artar.
Öte yandan da, olaydan bir ders almanın ve ibret duymanın şaşkınlığını yaşamaktadır. "Yapılanların karşılığı er-geç, hem de benzer fiziksel biçimlerde karşımıza çıktığına göre, ayağımızı denk almalıyız" diye düşünür. Bu, bilinenlerin yarattığı bir korkudur. Bilinmezliğin getirdiği, yani kendimizin ne zaman ve ne şekilde öleceği korkusu ise, üçüncü aşamadır ve en "başat" ve en "belirleyici" olan korkudur.
Yalnız Petre'nin aklını karıştıran bir diğer nokta daha vardır. "Yahu, Dimitri aslında öyle kötü bir insan değil. Bazen hırslanıyor, sert ve ters oluyor, ama genelde o da hepimiz gibi normal birisi. Neden ona böyle bir kader biçilmiş? O çocuklan öldürmesi, bir anda bir hırsa kapılması sonucunda olmuştu. Gençlik, dolduruşa gelmek, o anda kendini birşey sanmak gibi duygularla ve bir yerde de bilinçsizce hareket etmişti. Sonradan çok pişman olduğunu da biliyorum. Yoksa biz, bizi aşan bir kaderin oyuncağı mıyız?"
Akif Amca, olaya üçüncü kişi olarak katılmış ve olağan "dünyasal" tepkiler vermiş, doğal duygular yaşamıştır. Yani, üç boyutlu Newton'cu dünya ve Descartesçi "düşünüyorum, öyleyse varım" temeline dayalı, ben-merkezci insan anlayışına uygun bir pozisyon almıştır.
Petre'nin durumu ise, biraz daha farklıdır. O bir yandan makro düzeydeki neden-sonuç yasalarının işleyişine tanık olmuştur, ama öte yandan da daha farklı bir gerçeklik olgusunun farkına
96 Holistik Evren Tasannu
varmıştır. Tıpkı atomaltı âlemin dünya mantığı için anlaşılamaz gelen o gerçeklik düzeyi gibidir bu. Burada insan mantığı için şaşkınlık, hayret ve anlaşılmazlık söz konusu olmaktadır. "Neden?" diye sormaktadır Petre "neden benim değil de, Dimitri'nin başına geldi böyle birşey? O kötü birisi de, ben çok mu iyiyim? O niçin küçük çocukları öldürdü, o anda aklından neler geçti, içinden ne gibi duygular kabardı? Acaba ben onu vazgeçilebilir miydim, yoksa kader ağlarını bir kez örmüş müydü?"
Sıra konuya olayın baş kahramanı Dimitri'nin açısından bakmaya geldi. Dimitri iki oğlunu da fecî bir biçimde ve genç yaşta kaybetmenin derin acısını yaşıyordu. Belki de insanın hayatta başına gelebilecek en kötü şeylerden birisi onun başına gelmişti, sanki "piyango" ona çıkmıştı. "Evet" diye düşündü "ben o iki çocuğu başlarına vurarak öldürmüştüm. Demek ki İlahî Adalet var, Allah da benim iki çocuğumu başlarına vurup-keserek benden aldı. Ama ben yaptığımdan pişman olmuştum, af ve nedamet dilemiştim. Neden kabul olmadı dileklerim? Neden aynı şeyler benim de başıma geldi?"
Haklıydı Dimitri belki bu isyanında, ama o da hepimiz gibi, bir insan olarak üç boyutlu dünya realitesinin neden-sonuç yasalarına tâbiydi. Fizik âlemin değişmez kuralları işlemeye devam ediyordu. Yaptığının karşılığını görmüştü. Hiç bir şey yanına kâr kalmıyordu. "O halde" dedi kendi kendine ve de korku duygusuyla "bundan böyle hata yapmamaya dikkat etmem gerekiyor, yoksa pabuç pahalı."
Cezalar ve acılar ya da kan, ter ve gözyaşı dünya planının eğitim programının öğeleri. Bu üç boyutluluk içinde sıkışmış olan dünyanın şartlan, ne yazık ki oldukça geri ve epeyce de ağır.
Zaten insan, kendi ruhsal varlığını bu maddesel beden içinde
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru 97
hapsettiği andan itibaren zincirlenmiş bir durumda hissediyor kendini. Ruhsal varlığın o zamana ve mekâna bağlı olmayan ve kâinatın tüm bilgilerine "vâkıf bulunan dev kapasitesinin, "öyle gerektiği için" maddesel bir kılıfa bürünmesi, zaten başlı başına bir hapishane hayatı. Böylelikle adeta bir hayvanla eşdeğer bir konuma indirgenmiş oluyor insan fiziksel olarak. Yiyor, dışkı ve pislik üretiyor, yaşlanıyor, dişleri dökülüyor, çürüyor, kendi bedeninin ürettiği kötü kokular içinde yaşıyor, düşkün ve zavallı bir hale geliyor. Ruhsal varlık için bundan daha ağır ve aşağılayıcı şartlar olabilir mi?
Acaba Dimitri'nin duyduğu pişmanlık, Tanrı'dan af dilemesi ve kilisede günah çıkartması neden işe yaramamıştı? Ya da bize mi öyle geliyordu?
Dimitri bir yandan da şöyle düşünüyordu: "Hem ben bu suçu nasıl işledim bilemiyorum. Aklımızı Türk düşmanlığı ile doldurmuşlardı, onlardan nefret ediyordum. Belki de bunun için o kadar sert davrandım. Onları öldürmek de değildi amacım. Kızgınlığımı gidermek ve canlarını acıtarak bir ders vermek istiyordum, "hırsa çıktın kestin baş, hırstan indin yoktur baş" diyen atalarımın sözleri ne kadar da doğruymuş. Acaba bu, benim kaderim miydi?"
Düşünceler giderek "önceden belirlenmiş bir kader" anlayışına doğru çekiyor bizi. Hele Dimitri'nin karısının ona şu söylediklerini dinledikten sonra: "Sana söylememiştim, daha doğrusu içimden söylemek gelmemişti. Ben bu olacakların hepsini iki sene önce rüyamda görmüştüm. İki oğlumuzun ölüm şekilleri bile aynen gözümün önüne gelmişti de, korkuyla uykumdan fırlamıştım. Sonra da bunları bir daha hatırlamamak için gayret göstermiştim. Her aklıma geldiğinde, o görüntüleri bastırmıştım."
98 Holistik Evren Tasarımı
Bu, nasıl olabilirdi? Önsezi, olacakları hissetme, önceden bilme gibi açıklamalar, olabileceklerin ancak yaklaşık bir tanımlamasını yapabilirler. Bir uçağın düştüğünü rüyasında görebilenler olabilir, bir ön his olarak bunu hisseder ve beyinlerindeki görüntülerle birleştirip, rüyalarında bunları görebilirler. Ya da içinde bir huzursuzluk hissedip, sonra olumsuz bir olayla karşılaşmak da mümkün. Ama eğer bir kişi, herhangi bir olayı bütün ayrıntıları ile aynen görüyorsa (rüyasında ya da uyanıkken bir vizyon olarak), bunun tek bir açıklaması olabilir: Bu olay, önceden yaşanmış ve bitmiştir. Bu şekliyle de evrensel akashik kayıtlara, yani görüntü arşivine girmiş ya da kaydolmuştur.
Tıpkı Nevvton Fiziği ile Kuantum Fiziği arasındaki fark gibidir bu. Makro planda neden-sonuç yasaları, mikro planda ise bütünsellik yasaları geçerlidir. Gerçi asıl temel, holografik âlemdeki zaman ve mekândan yoksun düzendir (ve oradaki yaşanıp-bitmiş tek bir andır) ama, onun bir dışa vurumu olarak neden-sonuç yasalarına uygun bir düzen alan dünya planı da, onu algılayanlar (biz insanlar ve diğer bütün yaratılmış olanlar) olduğu sürece, kendi içinde bir gerçeklik düzeyi oluşturmaktadır.
Konumuza bu açıdan bakacak olursak, makro planda Dimit-ri ettiğini bulmuştur. Ama mikro planda ya da bütünsel düzende, bu olayın gerçekleşmesi gerektiği için, yani bir zorunluluk olarak bu olay meydana gelmiştir. Başka türlü söylersek, biz istesek de, istemesek de bu olay gerçekleşecek; Dimitri katil olacak, onun öldürdüğü çocuklar ile ölen kendi çocukları da ölecektir. Yani biz, varolan ve yazılı bir senaryoyu oynamaya çalışan oyunculardan başka birşey değiliz.
İki gerçeklik biçimi iç içedir, aynı anda farklı katmanlarda varlıklarını sürdürmektedirler ve bizler de her iki düzende birden yaşamaktayız. Aslında farklı ya da birbirinden ayrı düzen-
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru 99
lerden söz etmek de yanlıştır, ama biz konuyu anlayabilmek için dünya realitesine uygun olarak, gerçekliği bölümlendirmek ve katmanlara ayırmak zorunda kalmaktayız.
Çözümlemelerimiz bitmedi. Olaya kansan iki farklı grup daha var: Bunlardan birincisi, Dimitri'nin başlarına dipçikle vurarak öldürdüğü iki küçük Türk çocuğu. Hemen herkesin: "Bunların ne günahları vardı?" diye sorası geliyor. Evet, doğru da bu. "O halde neden öldüler ve niye böyle bir cinayete kurban gittiler?"
Bu iki küçük çocuğun görevleri bu kadardı. Diğer insanlara; çevrelerine, ana-babalanna ve onları öldüren Dimitri'den, onun durumunu bilenlere kadar birçok insana belirli dersler vermek ve kendilerini geliştirme fırsatı yaratmalarını sağlamak için be-denlenmişler, bu görevi yerine getirince de, bu plandan ayrılmışlardı. Herkes görevini yapıyordu bu dünyaya doğmakla. Her ayrı ruh, bütünün bilgisini deneyimlemek için geliyordu bu plana ve süreç bitene kadar da geliş-gidişler yapıyordu, farklı biçimsel formlarda.
Dimitri'nin ölen çocuklarına gelince, onlar da tıpkı ölen iki Türk çocuğu gibi, aynı plan çerçevesinde eğitici bir görevle gelmişlerdi. Ama bir yandan da, kendi kişisel evrim çizgileri içindeki deneyimleme sürecini yaşıyorlardı. Bu nedenle onların durumuna uzaktan bakıp: "Vah zavallılar, ne günahları vardı" ya da "babalarının günahını niye onlar çekiyor?" diye düşünmek, gerçeğin ancak yarısını düşünmekle eş değerdir.
Dünya planında neden-sonuç ilişkileri ve Nevvton Fiziği geçerlidir, yani burası bir "etme-bulma dünyasıdır". Ama bu, gerçeğin sadece bir yüzüdür. Onunla aynı anda atomaltı âlemde ise, bambaşka bir yapı ve bambaşka bir işleyiş söz konusudur. Evrenin ana (temel) planında ise, bütünsellik yasası geçerlidir.
100 Halistik Evren Tasarımı
Zaman ve mekân yoktur. Bütün herşey tek bir an gibidir. Yani, olmuş ve bitmiştir. Bu nedenle de kesin ve değişmez olan bir kader vardır. Herşey önceden bellidir, yaşanmış ve bitmiştir. Ya da tek bir an şeklinde sürekli olarak (paralel evrenlerde) yaşanıyor gibidir. Bütün anlar, geçmişler-şimdiler ve gelecekler her an yeniden tek bir an olarak varolmakta ve yok olmaktadırlar.
Dimitri, kendi ektiğini biçmiş, yaptığı kötülük ya da yanlışlığın cezasını aynen ödemiştir. Bu, bizim algıladığımız üç boyutlu dünyanın varlığı ve işleyişi gibidir. Neden ve sonuç ilişkileri vardır. Sıcak soba elinizi yakar, buzların içine girerseniz donarsınız. Bu durum her zaman, her yerde aynı sonucu verir, kesindir ve değişmez.
Ama işin bir de başka boyutu var. "Kader" diye adlandırdığımız. Sen ne kadar iyi bir kişi de olsan, kaderinde "değişmez" olarak yazılan bazı olayları "kaçınılmaz" olarak yaşamak zorun-dasındır. "Alın yazısı" denir böyle şeylere. Mistik bilimlerde ise, kâinatın varoluşundan yokoluşuna kadar olacak her şeyin, Tanrı katında saklı duran "Levh-îMahfuz"da yazılı olduğu belirtilir.
Olaya bu açıdan bakınca, akıllar tamamen karışır. İnsan neye göre yaşayıp, nasıl davranacağına bir türlü karar veremez hale gelir. Dünya planında neden-sonuç ilişkisi içinde ve New-ton'cu Fizik mantığı ve kuralları ile işleyen "etme-bulma" ya da "günah-ceza" ve "sevap-mükâfat" anlayışını kavramak kolaydır. Buna göre bir yaşantı da tutturmuşuz. Ama bir sürü de karşı koyamadığımız ve bizi kendi irademizin dışında etkileyen olaylarla karşılaşıyoruz. Bu sorunu da, algılayamadığımız güçleri Tan-rı'ya atfedip "külli irade-cüzf irade" ya da spritüel bir yaklaşım içinde "mukadderat-icabat" yorumu ile aşmaya çalışıyoruz.
Hayat bu kadarla yakamızı bıraksa, öyle-böyle yaşayıp gideceğiz. Ama tıpkı kuantum bulguların kafamızı karmakarışık et-
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru 101
tiği gibi, önceden belirlenmiş kader (ya da çizgi) olgusu, her geçen gün bizi daha fazla rahatsız etmektedir. Keşke kafamızı kuma gömmek, onu görmezlikten gelmek ve hayatı bildiğimiz gibi sürdürmek mümkün olabilseydi.
"Kader" konusu tıpkı evrenin düzenlenişi gibi iki farklı düzeyde, iki farklı şekilde işlemektedir. Gelişmeleri bu türlü ele alınca, yaşanan olaylardan kimi sorumlu tutmak gerektiği de ilginç bir hal alıyor. Aslında herkes, bir diğerinin planının işlemesi için aracılık ve katalizatörlük rolünü üstlenmiş durumda. Diyelim ki, bir otomobil aşırı hız nedeniyle kaza yapıyor ve karşı şeride geçerek iki kişinin ölümüne neden oluyor! Tavrınız ne olurdu? Suçlu kişinin cezalandırılması, hızın zararlarının anlaşılması, yolların daha iyi yapılması gibi bir sürü çıkarılacak ders vardır bu olaydan. Bir çok kişi, bu olay nedeniyle sorumlu olabilirler. Çünkü onlar da, olayın oluşumuna çeşitli derecelerde etkide bulunmuşlardır. Sürücünün ana-babasmdan, aldığı eğitime, karayollarının o yolu kontrol eden memuruna kadar bu sorumluların sayısı artırılabilir. Ders alınması gereken noktalan belirlemek ve böylece insanların onları deneyimleme imkânı bulmaları sonucunda, evrim kazanmaları gerçeğinden yola çıkarak olayları değerlendirmek, olağan dünyasal plan için gereklidir ve doğrudur.
Ama olaya bir de kuantum perspektifinden bakarsak, şöyle bir durumla karşılaşırız: Aslında o kişiler kuantum bilinç düzeyinde bu şekilde ölmeyi seçmişlerdir. Belki de çok sayıda kişiye ibret olması amacıyla böyle bir senaryo işlerlik kazanmıştır. Neticede bütün sorumlular, aslında olayın gerçekleşebilmesi için görev yapan "katalizatörler"dir. Bu şekilde düşününce, suç da yoktur, suçlu da. Herşey "olması gerektiği gibi" olmuştur. Böyle olacağı da zaten bellidir ve bilinmektedir. Nitekim çok küçük ipuçian ile bazı kişilere bu "gelecek" gösterilmekte ve
102 Halistik Evren Taşanım
sistemin işleyişi hakkında bilgi verilmektedir. Aslında "gelecek" herkes için bilinebilir bir nitelik taşımaktadır. Çünkü herkes potansiyel olarak bütün evren bilgisine sahiptir. Ama sistemin işleyebilmesi için, "geçmişi" unutmak, "geleceği" de bilememek gerekmektedir.
Dünyasal planda yaşanan olaylara, tıpkı fizik biliminin yaptığı gibi, iki farklı düzlemde bakmak doğru olacaktır. Nasıl ki fizik açısından dünyadaki oluşumlar belirli yasalara bağlıysa ve onları önceden belirleyebilmek ve bilmek mümkünse; kuantum düzeyinde de şans, raslantı, düzensizlik ve kaos gibi dünya insanı için "anlaşılamayan" konuların düzenlendiği başka bir gerçeklik düzlemi vardır. Onlar da bu düzlemde, dünya planının fizik yasaları gibi, belirli bazı yasalara bağlıdırlar. Bu nedenle onları da önceden bilmek, görmek ya da tahmin etmek mümkündür.
İşte size bilimsel açıdan "kader" konusunun yorumlanması. Gerisi size kalmış.
Gözlemcinin Rolü
Atomaltı birim, içinde evrenin bütün bilgisini ve görüntülerini potansiyel olarak bulundurmakta ve bir ona, bir de diğerine doğru değişebilmektedir. Gözlemci onu hangi biçimde, hangi özelliğiyle ya da boyutu ile görmek isterse veya kendi gözlem (varediş-varoluş) donanımı ne ise, onu o yönüyle görür ve algılar, diğer boyutları o gözlemci için, bilinemez ve ulaşılamaz olarak kalırlar.
İnsan beyni "mercekler sistemi"ne göre organize olmuş ve bu yolla üç boyutlu dünyayı oluşturmuştur. İnsanlar dünyayı bir frekanslar âlemi olarak değil, parçacıkların katı ve birbirinden ayrı konumda varoldukları bir plan olarak algılarlar. Çünkü donanımları öyledir. Bu nedenle sonsuz sayıdaki boyutu, görüntü
lü ııiı
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru 103
yü ve varoluşu barındıran atomaltı âlemden yalnızca üç boyutlu ve Newtoncu fiziğin yasalarına göre işleyen bu dünyayı varede-riz, algılarız ve yaşarız.
Bir gözlemci tarafından algılanmadan önce holografik düzende zamansız ve mekansız bir biçimde varolan âlem, gözlemlendikten, yani algılanıp, dışlaştıktan sonra can kazanır, hareketlenir ve böylece de aynı anda sonlu ve ölümlü bir biçime bürünür. Yani zamana ve mekâna tâbi hale gelir.
Konuyu bu açıdan değerlendirecek olursak, kâinatta tek bir an vardır. Ve o anın içinde potansiyel olarak tüm geçmiş, şimdi ve gelecek aynı anda barınmakta ve varolmaktadır. Tâki içlerinden bir olasılık, algılanıp-dışlaştmlana kadar. Tıpkı Levh-f Mahfuz'da anlatıldığı gibi.
Aslında farklı gibi duran tüm özellikler (parçacık, dalga, boyut, mekân, zaman) aynı ve tek olan birşeyin, bakanın ve gözlemcinin bakış açısına (ve hatta isteğine) göre ya da boyunun uzayabildiği yere kadar algılayabildiği şekliyle bir görüntü alır. Bir elmaya üç ayrı yerden bakanların onu farklı farklı tanımlamaları gibidir bu. Orada herşey vardır. Siz ne kadarını görebilir-seniz, size o kadarı yansır. Ya da siz nasıl bir donanıma sahipseniz, onu o yönüyle algılayabilirsiniz ancak.
Atomaltı parçacıkların ikili (belki de daha fazla) bir yapıya sahip olmaları, yani bünyelerinde farklı varoluş özelliklerini bulundurmaları ve oluşan koşullara göre bir biçime bürünmeleri çok ilginçtir. Hatta insan için kavranılamaz bir gerçekliktir. Parçacıkların bir diğer ilgi çekici özellikleri ise, hiç bir zaman çevrelerinden kopuk ve tek başlarına hareket etmemeleridir.
Heisenberg, atomaltı parçacıkların böyle "belirsiz" bir tavır sergilemelerini "Belirsizlik İlkesi" adlı formülü ile açıklamıştır. Atomaltı âlemdeki tüm varoluşların ikili bir yapı taşıdıklarını ve
104 Holistik Evren Tasarımı
hiç bir şekilde birarada tanımlanamadıklarını ortaya koyduğu bu matematiksel yaklaşımda, hangi yönü ölçmeye kalkarsak, diğerinin oluşumunu bozmak zorunda olduğumuzu ve bu ikilemin aşılamayacak bir sınır oluşturduğunu göstermeye çalışmıştır.29
Atomaltı birimlerin tek tek ve birbirlerinden ayrı olarak ele alınmaları ve nitelendirilmeleri mümkün olmadığı için, onları ancak birbirleriyle olan karşılıklı ilişkileri çerçevesinde değerlendirmek mümkündür. Yani birarada değil, ikili yapı içinde ya da karşılıklı etkileşim ve bağlantılarının içinde.
Özetle; maddenin alt birimlerine doğru gittikçe, kâinatta yalıtılmış, yani yalnız ve tek başına varolan bir temel yapı taşının olmadığını görürüz. Varolan tüm birimler, birbirleriyle bir iletişim ve etkileşim içindedirler. Bizler de onları değil, ancak onların karşılıklı ilişki ve etkileşimlerini gözlemleyebilmekteyiz.
Tıpkı bir insan bedeninde olduğu gibi. Sayısız hücre ve molekülden oluşur insan bedeni. Ama biz onlan değil, onların ortak ürünlerini görürüz sadece. Yürürüz, güleriz, kalbimiz atar...
Ama en ufak bir yerimiz incinse, bütün beden bundan haberdar olur. Bütün hücreler birbirlerine muhtaçtırlar.
Birinin sağlığı ve iyiliği; diğerinin iyiliği, sağlığı ve mutluluğu demektir. Bir hücrenin başarısı, diğerinin de başarısı anlamına gelir. Çünkü onlar (dışarıdan bakıldığında) tek başlarına güçsüz, zavallı ve küçüktürler. Ama görevlerini tam ve doğru olarak yerine getirdiklerinde, yani ortak ürünlerine doğru katkıyı sağladıklarında, güçlü, kendinden söz ettiren ve kâinatta yeri olan bir varlık haline gelirler. Onlar için kişisel başarı ya da ayn bir "benlik" yoktur. Görev vardır. Görevi doğru şekilde yapmak yeterlidir. Çünkü çaba ve sonuç, hepsinin "ortak ürünü" açısından önem taşır. Onlar birbirleriyle olan karşılıklı ilişkileri içerisinde vardırlar. Alıp-verdikleri ve bir diğerine aktardıkları
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru 105
bilgiler ve etkilerdir onlan belirleyen. Ortak ürün açısından bakınca, hepsi aynı değerdedir, herhangi birinin bir yanlışı, diğer tüm hücrelerin çabalarını etkiler. Bu nedenle hepsi, bir diğerinin de en az kendisi kadar iyi olması için çabalar.
Hepsi birbirinden sorumludur. Yapılacak bir hata, kişiselleş-tirilmez, o, hepsinin ortak hatasıdır.
Hepsi hem kendine, hem de bütün diğerlerine karşı sorumludur.
Heisenberg'in Belirsizlik İlkesi, atomaltı birimlerin ikili bir yapıda olduklarını ve her iki özelliğin birden aynı anda devrede olamadıklannı açıklamaya çalışıyordu. Gözlemci bu iki durumdan hangisine yönelirse, o özelliği ile onun karşısına çıkıyordu atomaltı dünya. Yani onun kimliğini gözlemci belirliyordu ya da başka bir deyişle: "Gözlemci, evreni kendi düşünce ve isteklerine göre etkileme ve biçimlendirme imkânına sahipti!"
Danimarkalı bilim adamı Niels Bohr, insanın kafasını kanna-karışık eden atomaltının bu ikili ve belirsiz yapısını açıklayabilmek için Uzakdoğu Düşüncesi'nde yer alan Yin-Yang kavramlarından esinlendi ve "Bütünleyicilik Teorisi"ni ortaya attı. Bu teoriye göre, atomaltı birimlerin parçacık ve dalga boyu biçimindeki varoluş yapılanın, aynı bütünlüğün iki farklı boyutu olarak ele almak gerekmektedir. Her bir yapı kendi başına kısmen geçerli ve kısmen doğrudur; yalnızca sınırlı bir uygulama alanına sahiptir. Bilindiği gibi Yin ve Yang kavramları hem karşıt, hem de birbirlerini bütünleyici bir özellik taşırlar.30
Atomaltı düzeyde, bizim bilip-tanıdığımız ve gözlemleyip-deneyimlediğimiz, yani günlük hayatımızda karşımıza çıkan fizik kuralları geçerliliklerini yitinnişlerdir. Bu düzeyde artık katı maddelerden değil, enerji salınımlarından, birimler arasındaki etkileşimden ve olasılık bulutlanndan sözetmek gerekmektedir.
106 Holistik Evren Tasarımı
Niels Bohr şöyle yazıyor: "Birbirinden ayn, kopuk ve tek başına yalıtılmış bir halde bulunan maddesel temel yapı taşları ya da maddî parçacıklar anlayışı artık iflâs etmiştir. Onların özellikleri ve varlıkları, diğer birimlerle olan etkileşimleri içinde belirlenebilir ve ancak bu yolla ya da bu yönleriyle gözlemlenebilir.""
Söylediklerimizi toparlayacak olursak; dünyayı "birbirinden ayn olan ve bağımsız bir biçimde hareket eden küçük parçacıklardan oluşmuştur" şeklinde açıklayanlayız. Çünkü maddenin alt birimlerine doğru ilerledikçe, herhangi bir yalıtılmış temel yapı taşını göremez oluruz. Karşımıza çıkan, birleşik bir bütünün çeşitli birimleri arasındaki karşılıklı ilişkiler ağı ya da karmaşık bir olaylar dokusudur. Bütün bu anlatılanlardan yola çıkarak, evrenin üç boyutlu plandaki varoluşunun, parçacıklardan oluşan ve bu nedenle de birbirlerinden ayrı, bağımsız ve tek başına varolan nesneler anlayışına dayandığını söyleyebiliriz.
Ama bu, gerçeğin sadece üç boyutlu algılarla kavrandığı alanda geçerlidir. Çünkü bize böylesine gerçek ve değişmez gibi görünen bütün bu varoluş biçiminin temelleri, çok daha farklı ve birbiriyle bölünmez bir bütünlük içinde olan bir yapıyı ortaya koymaktadır.
"Hangisi gerçek?" diye soracak olursanız, cevabımız: "Her ikisi de" şeklinde olacaktır. Ama bunlardan bir tanesi, dar bir ara kesit, diğeri ise bütün varoluşlann içinden çıktığı, ana ya da temel yapı ya da oluşum merkezi.
Tek Başına Varolan Bağımsız Nesneler Anlayışı Yanlıştır
Anlayışlanmızı, bağımsız nesnelerden, atomaltı düzeydeki karşılıklı ilişkiler ağına doğru değiştirmemiz gerekmektedir. Çünkü kuantum düzeyinde olaylar, bütünle ve birbirleriyle olan bağlantılan aracılığı ile belirlenmektedir.
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru 107
Buradaki bir ilginç nokta da, olasılığın işin içine karışmasıdır. Birimler arasındaki bağlantılar, önceden belirlenme imkânına sahip değildir. Ortada bilinemeyen bazı "değişkenler" vardır ve ilişkiler de belirli zamanlarda belirli yerlerde değil, aniden ve önceden bilinemeyen bir yerde ortaya çıkarlar. Yani bir olasılık bulutunun içinde ve "non lokal" (yeri belirsiz ya da yeri belirlenemeyen) olarak gözükürler.
Klasik fizikte, yani makroskopik planda, yeri belirsiz bağlantılar önemsenmeyecek düzeydedir. Bu nedenle bazı kesinlikleri ortaya koyabilir ve bunları önceden tanımlayarak, bir takım değişmez fizik yasalarını elde edebiliriz. Böylece birbirinden ayn nesnelerden söz etmek mümkün hale gelir. Ama ato-maltına inildikçe, "non lokal" bağlantıların etkisi artar ve artık onlan birbirlerinden ve ilişkili oldukları bütünlüğün içinden çekip ayırmak mümkün olmaz.
Ekranda bir film oynadığını varsayın. Bu filmin saniyede tek kareden, yüz kareye kadar farklı hızlarda ve hepsinin de aynı anda oynatıldığını düşünelim. Seyircinin elindeki gözlük hangi düzeydeki kareye göre ayarlanmışsa, onu tam ve gerçek olarak algılayacak, diğer görüntüler ise, onun için algılanamaz olarak kalacak ya da algılansa bile anlamsız gelecektir. Bilindiği gibi, insan gözü saniyede yaklaşık 24 kareyi algıladığı için, filmler bu düzeneğe göre oynatılırlar.
Birbirinden ayrı iki elektron düşünün, aralannda epeyce bir mesafe olsun, bunlardan birisinin üzerinde uygulanan bir ölçüm ya da etki, derhal diğeri tarafından da hissedilmekte ve ona uygun bir tepki verilmektedir.
Kısaca EPR Deneyi adı verilen bu uygulama ile ilgili olarak bir yorum yapan Bohr, bu durumu şöyle açıklamaktadır: "Bu iki parçacık, birbirlerinden ayrı gibi dursalar da, aslında sistemin
108 Holistik Evren Tasarımı
içinde yer alan bölünmezliğin bir uzantısı olarak, birbirleriyle bağlantılıdırlar. Bu nedenle ana sistemi, tek tek bağımsız parçalara bakarak anlamak mümkün değildu. Uzay içinde ayrı da düşseler, lokal olmayan bağıntılar nedeniyle birbirlerinden haberdar bir hale getirilmiş ve birleştirilmişlerdir."32
Ünlü fizikçi Henry Stapp bu durumla ilgili olarak şunları yazmıştır: "Dünya ya tamamen raslantısal ve karmakarışık yasalar tarafından yönetiliyor ya da tamamen birbirine kenetlenmiş bir bütünlüktür."33
Atomaltı düzeyde ortaya çıkan lokal olmayan (yeri belirsiz) bağlantılar, dünya planının en önemli iki belirleyicisinden biri olan "mekân" (ve uzay) kavramını, belli zamanda herhangi bir yerde kesinlikle bulunma durumunun belirsizliğine işaret eden olasılık bulutlarının varlığı ise, bilinen "zaman" kavramını yerle bir etmiştir.
Artık biliyoruz ki, Newton fiziğinin geçerli olduğu ve birbirinden ayn parçalan bir saat gibi düzenli bir biçimde işleyen ve neden-sonuç yasalarına tâbi olan bir dünya ve kâinat anlayışının kökeninde, tam da ona zıt bir oluşum yatmaktadır. Herhangi bir birimin özellikleri ve hareket şekli, lokal etkenler tarafından değil, bağlantılı (ya da bir parçası) olduğu bütünün, zaman ve mekân sınırlarını aşan öğeleri tarafından belirlenir. Yani tek tek parçalar ya da birimler davranışları ile bütünü belirlemezler.
Burada akla şöyle bir soru geliyor: "Madem ki bu üç boyutlu fiziksel âlem bir suret, bir yanılgı ve bir eksik bilgi odağı, o halde neden var? Neden biz gerçek şekli değil de, bunu yaşıyoruz? Bu suretlerle uğraşmanın ne manası var? Neden bizim fiziksel yapımız, mercekleştiren bir özellik taşıyor ve üç boyutlu bir ara kesite sıkışmış olarak yaşıyoruz?"
Bizce insanlık tarihinin ve dünyanın varoluş işlevi de, biz in-
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru 109
sanlara, reel olarak algıladığımız bu âlemden, bütünsel gerçeklik anlayışına doğru bir sıçrama yaptırtmak. Tüm düzenler bu amaçla ve bu hedefe yönelik.
Kaldığımız yerden devam edelim: Parçaların davranışları ve özellikleri bütün tarafından sağlanmaktadır. Bu nedenle evreni dev bir makina gibi değil, büyük bir düşünce şeklinde görmek daha doğru olacak gibi.
Olaya böyle bakınca, atomaltı âlemde gözlemcinin rolü de çok büyük bir önem kazanır. O, olayı nasıl görmek isterse, araştırdığı parçacık da ona o yönde bir cevap verecektir. Çünkü hem o parçacık, hem de gözlemcinin zihni birbirinden ayn varlıklar değildirler. Aynı bütünün parçalandırlar ve aralannda (bizler için) görünmez olan ve zaman-mekân ötesi bağlantılar vardır. Aslında zihin parçacıktır, parçacık da zihin.
Bu, son derece önemli başka bir özellik. Gözlemcinin atomaltı birimin hareketlerini etkileyebilir, hatta yönetip-yönlendi-rebilir oluşu, bizi çok ilginç noktalara götürmektedir.
Olumlu Düşüncenin Gücü
"Sen kâinata nasıl bakarsan, o da sana öyle gözükecektir. Onda potansiyel olarak herşey vardır. Dahası, senin ona bakan zihnin, aslında ondan bağımsız olmadığı için, ona her ne açıdan bakarsan, onu öyle göreceksin. Daha doğrusu, her baktığın yerde sadece kendini göreceksin. Çünkü senden ve senin zihninden ayrı bir kâinat yok. Sen O'sun aslında, O da sen. Hepimiz aynı bütünün parçalarıyız.
Bu nedenle dış âlem ve kâinat bir ayna gibidir. Sen ne görürsen O'dur. Sen ne söylersen, o da sana "evet, öyle" der.
Başka bir deyişle, hiçbir şey demez, kafasını sallar sadece, hatta onu bile yapmaz, ayna gibi durur ve sen sadece kendini gö-
110 Holistik Evren Tasarımı
rürsün orada ve dış âlemde! Orası da yok, dış âlem de yok. Tek bir şey var: Sen ve seni kapsayan bütünlük!"
O halde "herkes potansiyel olarak bütün evren bilgisine sahiptir" diyebiliriz, tıpkı bir hologram plakasına teorik olarak sonsuz sayıda kayıt yapılabilmesi gibi. Eğer siz bunun da ötesine uzanıp "her varolan, evreni kendi düşüncesine göre biçimleyip yönlendirebilir" derseniz, burada durmak gerekir. Eğer kodlarınızın tümü açıksa, siz O'sunuz, O'da siz, yani Hallac-ı Man-sur'un dediği gibi: "Enel Hak!"
Gözlemcinin atomaltı âlemdeki oluşumları düşünceleri ile etkileyip-yönlendirebilmesi ve onlara istediği biçimi kazandırabilmesi, dünyevî boyuttaki, yani potansiyel kodlarının yalnızca belirli olanları açık olan "dünya insam"na da bazı güçler verebilir.
"Yüzde yüz düşünce gücü, olumlu düşüncenin etkileri, pozitif olmanın yararlan, bilinçaltının gücü" gibi kavramlar, olaya bu açıdan bakınca normal, doğal ve olağan birer fenomen görü-nümündedirler. Az önce de söylemiştik, kâinat tıpkı bir ayna gibidir, siz ne ister ya da ne düşünürseniz, onun tek bir cevabı vardır: "Evet, öyle!"
Eğer kişinin olaya bakış açısı, atomaltı âlemin oluşumunu, dışa vurumunu ve belirişini etkiliyor ve hatta ona istediği biçimi verebiliyorsa, o zaman olumlu düşünmek ve olumlu davranmak, hem bizi istediklerimize ulaştırır, hem de çevreyi ve dünyayı pozitif yönde etkiler. Olumsuz düşünce ise, bunun aksini çağrıştırır. O halde neden halimizden şikayet edelim, böylelikle de önce kendimizin, sonra da çevremizin ve dünyanın olumsuza doğru gitmesine yol açalım ki?
Mahareshi Mahesh Yogi'nin, Transandantal Meditasyon Tekniği'nde, bir şehirdeki insanların yüzde birinin meditasyon
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru 111
yapmaları halinde, o şehirdeki suç oranının büyük oranda azaldığı yolundaki yaklaşımı, bilimsel açıdan da kanıtlanmıştır. Tıpkı Buddha'mn ölmeden önce söylemiş olduğu son söz gibi: "İyilik iyilikten, kötülük kötülükten doğar!"
Kâinatın aslında tüm varolanları ile birlikte tek bir bütün olduğu gerçeğini bilimsel olarak önümüze koyan, atomaltı âlemin birbiri ile etkileşim ve iletişim içinde bulunan bir ağ gibi (ya da bir ilişkiler bütünü) olması olgusuna şimdi de yeni bir ek yapalım:
Atomaltı Alam "Canlıdır"
Sözü edilen bu ilişkiler ağı, aynı zamanda dinamik, yani canlı ve hareketli olma özelliğini de taşır.
Maddenin dinamik yapısı, atomaltı parçacıkların dalga boyutunda olmalarından doğar. Onların temel özellikleri hareket (dinamizm), karşılıklı etkileşim ve dönüşümdür.
Varolan enerji, dıştan başka bir enerji biçimi ile sıkıştırıldı-ğında buna bir tepki verir ve hareket hızı artar.
Kuantum fiziği maddeyi durağan, katı, birbirinden ayrı ve pasif bir birim olarak ele almaz. Tam tersine canlı, sürekli olarak titreşen ve ritmik kalıplara sahip bir enerji paketi olarak değerlendirir.
Kuantum fiziğinin doğmasında, teknik araçl ardaki ilerlemenin yanı sıra, Einstein'ın İzafiyet (Görecelik) Teorisi'nin de çok büyük bir önemi ve etkisi vardır. Klasik fizik, hayatın yaşandığı bir platform olarak "mutlak uzay" ve bu platformdaki süreci belirleyen ya da işleten "mutlak zaman" kavramlarını kendisine temel olarak almıştır. Oysa Einstein, hızın ışık hızına yaklaşması halinde, hem uzay (mekân), hem de zaman kavramlarında, bizim olağan yaşantımızı ve bildik algılarımızı aşan bir başka an-
112 Holistik Evren Tasarımı
layısın geçerli olduğunu ortaya koymuştur. Bu teoriye göre, zaman ve uzay sabit ya da değişmez özellikler değildirler. Gözlemcinin konumuna ve donanımına (teknolojik ve zihinsel) "göre" değişirler ve farklı biçimler alırlar.34
Einstein üç boyutlu ve maddesel kâinat anlayışına "gözlem-ci"nin varlığını ve rolünü de ekleyerek, dört boyutlu bir uzay-za-man modeli oluşturmuştur. Birbiriyle etkileşim ve iletişim içindeki bu süreklilik "İzafiyet Teorisi" (Görecelik Kuramı) olarak bilinmektedir.
Ancak işin ilginç yanı, bizlerin bu dört boyutlu oluşumu hissetme ve duyumsama imkânına sahip olmayışımızdır. Tıpkı suyun altında yaşayan balıklar gibiyiz. Zaman zaman suyun yüzeyine yaklaşıyor, hatta bazen suyun üzerine sıçrayıp, dışarıdaki o muazzam dünyayı da görüyoruz. Ama donanımımız buna elvermediği için, bizim dışımızdaki o planı görsek bile, algılayamı-yor ve anlayamıyoruz. Yani orası bizim için "deneyimlenemez" olarak kalıyor. Ancak bunun bizim algılarımızı aşması, onun varlığı ve gerçekliği üzerinde hiç bir şüphe oluşturmuyor.
Atomaltı âlemde zaman ve mekân kavramları ortadan kalkar, çünkü orada varolan sadece dev bir enerji salınımıdır. Bu birleşik alanda ya da süreklilikte, atomaltı parçacıklar ileriye ya da geriye veya sağa ve sola doğru hareket edebilirler.
Ama biz onları tanımlarken, "önce ve sonra" ya da "sağa ve sola" gibi sözcükleri kullanamayız. Bizim fiziksel donanımımız için bu durumu anlamak da, anlatmak da çok güçtür. Bildiğimiz neden-sonuç ilişkisi burada geçersizdir. Bu düzeyde, bütün olaylar birbirleriyle karşılıklı ve bütünsel olarak bağlantılıdırlar.
Neticede Einstein E = mc2 formülünü ortaya atarak, kütle ile enerjinin eşdeğerliğini ortaya koymuştur. Burada E "enerji", m "kütle", c ise "ışık hızı" anlamına gelmektedir.
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğıu 113
Atomaltı araştırmaların yapıldığı ve parçacıkların birbirleri ile çarpışünldığı deneylerde, kütlenin hareketten enerjiye, enerjiden de maddeye doğru dönüştüğü gözlemlenmektedir.
Kütlenin bir enerji fonnu olarak ortaya çıkması, insanların madde konusundaki anlayışlarında parçacık kavramının aldığı önemli yeri sarsmıştır. Artık kütlenin, maddf bir öz ile bağlantılı olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de parçacıklar herhangi bir maddeden oluşmazlar. Onları ancak enerji paketleri olarak ele almak mümkündür. Ya da atomaltı parçacıkları "uzay-zaman sürekliliği içindeki dört boyutlu varlıklar" olarak tanımlayabiliriz.
Kuantum Fiziği ve Değişen Anlayışlar
Giderek Kuantum Kuramı'nm sonuna doğru geliyoruz. Bu bölümde ele aldığımız konulan son bir kez gözden geçirelim isterseniz:
Dünya (ve makro âlem) bize birbirinden ayrı, bağımsız, yalıtılmış ve katı maddesel birimlerden oluşan ve birbirinden farklı parçalan mekanik bir saat gibi muntazam olarak işleyen dev bir makina şeklinde görünür. Burada Newton fiziğinin kuralları ve neden-sonuç yasaları geçerlidir. "Ne ekersen onu biçersin" ve "etme-bulma dünyası"dır burası.
Ama gözümüzün son derece gelişmiş bir mikroskop olduğunu varsayalım ve çevremize bir de öyle bakalım. Önce katı ve durağan görüntülerin yerini, onların enerji salınımlannın yansıması olan renkler alır. MR (Emar) çekimlerinden ve "aura alanı" tanımından öğrendiğimiz bir alandır burası. Sonra biraz daha derinlere bakalım, o zaman maddenin yapı taşı olan moleküllerle karşılaşıra. Daha soma molekülleri oluşturan tek tek atomlar çıkar karşımıza. Ama biz dev mikroskobumuzla daha da derinlere bakmayı sürdürelim. Giderek atomu oluşturan elektron-
114 Holistik Evren Taşanını
lar, protonlar ve nötronları görmeye başlarız. Ancak dikkatimizi, onların sıkı sıkıya birbirlerine bağlı olmadıkları çeker. Aralarında çok büyük boşluklar (ya da dev bir elektron okyanusu) vardır.
Biz onları katı ve yalıtılmış maddenin, aynı özelliklere sahip katı ve yalıtılmış, hem de sımsıkı yerinde duran parçacıkları ve yapı taşlan olarak düşünürken, çok büyük bir hızla atom çekirdeğinin çevresinde dolaştıklarını ve sürekli bir hareketlilik içinde olduklarım farkederiz.
Gözlemimizi sürdürdükçe, şaşkınlığımız daha da artar. Büyük boşluklarda, çok hızlı hareket eden bu parçacıkların da aslında böyle olmadıklarını, sadece dinamik bir dönüşüm ve etkileşim içinde olan enerji kalıplarından ibaret olduklarını anlarız. "Bu nasıl iş?" diye düşünürken, hayretimizi iyice artıran başka şeyleri görür oluruz. Bu parçacıkların ne zaman ve nerede olduklarını tespit etmek de mümkün değildir. Yani, biz onları hiçbir zaman gerçek bütüncül doğalarının içinde kavrayamayız. Bir olasılık bulutunun içinde hareket eden bir birimi gözlemlemek istediğimizde, diğer bütün olasılıkları "öldürmüş", yani gözardı etmiş, bozmuş ve değiştirmiş olunız. Onların yerleri belli değildir. Birbirleri ile sürekli olarak etkileşim içinde bulunan bir bütünlük, karmaşık bir ilişkiler ağı ya da dev bir enerji salınımıdır artık karşımızdaki.
Şaşkınızdır, ama daha son nokta karşımıza gelmemiştir. Her-şeyin aynı şey olduğunu, (taşın da, toprağın da, benim de) anla-mışızdır, anlamasına ya, asıl şaşırtıcı gerçek en sondadır: Aslında ben de yokumdur, çünkü gözlemcinin bilinci de aynı bütünselliğin bir parçasıdır. Yani o baktığım ve gördüğüm şey, kendimden ve kendi düşüncelerimin yansımasından başka birşey değildir. Yani ben O'yum, O da ben. Hatta herşey O şey, O şey
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru 115
de herşey ve aynı şey!
"Elektronların yerlerini kesin olarak belirlemek mümkün değildir" demiştik. Onların ancak bir olasılık bulutunun "içinde bir yerlerde" olduğunu söyleyebiliriz. Parçacığın doğasına müdahale ettiğimizde ve hızım ya da yerini tam anlamıyla belirlemek istediğimizde, ölçüm yaptığımız alan dışındaki değerleri bozmak zorunda kalırız. Yani, onu tam ve bütün özellikleri ile kavramak ve tesbit etmek, insanoğlu için hiç bir zaman mümkün değildir ve olmayacaktır.
Olasılık bulutu, sonsuz sayıda varoluş özelliğini içinde barındırır. Biz onun herhangi bir özelliğini tutup da, öne çıkardığımızda, ölçtüğümüzde ya da gördüğümüzde, bir dalga çökmesi olur ve diğer tüm olasılıklar "ölürler."35 Daha doğrusu sonsuzluğa ve sessizliğe gömülürler. Bizim seçip, çıkardığımız ve görünür kıldığımız özelliği ise, canlanır ve dünyasallasın Böylece de sonlu ve ölümlü (âleme geçer) hale gelir.
Zaman, bir algılayanın varlığı ile can kazanır ya da bir gözlemci olmadan, canlanamaz. Çünkü frekanslar âleminde zaman ve mekân yoktur.
Tıpkı bir hologram plakasına (teorik olarak) sonsuz sayıda kayıt yapılabilmesine benzer bu durum. Ancak her bir kayıt ayrı bir açıdan yapılmak ve birbirini kesmemek şartıyla. Böyle bir durumda, bütün kâinat bilgisi bir olasılık bulutu gibi plakaya kayıt edilmiştir. Gelen ışın hangi açıyı kullanırsa, o dalga boyunda kaydedilmiş olan bilgiler ya da âlemler canlanır, yaşamaya başlar, açılır ve hareket kazanırlar. Böylece de canlı ve sonlu bir hale gelirler. Diğerleri ise, potansiyel varlıklarını sürdürürler, ama can ve boyut kazanamadıkları, yani zaman ve mekâna tâbi olmadıktan için cansız ve sonsuzdurlar.
Işın alan kayıtlanır canlılık kazanabilmesi için, onu algılayan
116 Holistik Evren Tasarımı
bir bilincin ya da varoluşun olması gerekir. Ama asıl önemli olan, görüntünün oluşmasını, yani canlanmasını sağlayan ana ışın (enerji) kaynağının varlığı ve devamlılığıdır. O kesilirse, canlılık da biter. Çünkü kaydın yapıldığı, (yani, uygun frekanstaki) ışın olmadan, hologram plakası üzerinde hiç bir görüntü oluşmaz. Oysa potansiyel olarak kâinatın bütün bilgisi orada mevcuttur. Ama hangi bilgilerin canlanması isteniyorsa, ışınlar o açıdan gönderilir. Ya da gelir. Bu nedenle varolan her birim, potansiyel olarak kâinatın bütün bilgisine sahiptir, adeta kendi başına bir Levh-î Mahfuz'dur. Yani bütün bilgiler, her an ve her yerdedir ve bütün varolanlar aynı bütünün parçalandır.
David Boîsm ve "Kapalı Dttaen" Tanımı
Kuantum Fiziği'ni en çok eleştirenlerden birisi, Londra Üniversitesi profesörlerinden David Bohm'dur. Bohm, fiziksel evren ile beynimizin yapılarının birbirleriyle aynı olduğunu ve bunun da hologramın işleyiş ilkeleri ile benzeştiğini ileri sürmektedir. Bohm'a göre, teleskop ve mikroskop bulunduğundan beri, mikro ve makro kozmosa hep mercekler aracılığı ile bakılmıştır. Bundan da önemlisi, evreni kavrayışımız, fizik ve biyoloji anlayışımız da hep bu açıdan gelişmiştir. Mercek, olayı objektifleş-tirir. Nitekim bilim adamları da, her zaman objektif olmaya gayret eder ve nesneleri, parçacıkları ve ele aldıkları her şeyi objektif olarak incelemeye çatışırlar. Ama Kuantum Fiziği, atomaltı birimlerin bazen parçacık, bazen de dalga gibi davrandıklarını ortaya koymuştur. David Bohm, dalga desenlerinin holograma benzer organizasyon biçimine "kapalı (implizit) düzen" adını verir. Bu, mercekler aracılığı ile bakılan ve objektif olarak algılanan dünya anlayışından bambaşka bir kavrayıştır. Bohm, insanların, hayvanların ve galaksilerin dünyasını ise "açık (expli-zit) düzen" adıyla nitelendirir. Bu düzende nesneler kendilerini bilinen uzay-zaman boyutu içinde gösterirler. Bohm'a göre ato-
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru 117
mun içindeki parçacık ve kuvvetlerin Kuantum Fiziği'nce bilinemeyen davranışlarım, nedensellik teorisi ile anlaşılır kılmak mümkündür.
Fizik, 300 yıldan beri uzay ve zamanı objektif gerçeğin temel kategorileri olarak ele almış, fiziksel olayları uzay ve zaman içinde değerlendirmiştir. Oysa fiziksel olayları açıklamanın başka bir yolu daha vardır. "Kapalı düzen" adı verilen ve objektif gerçekliğin derinlerine inen bu yaklaşıma göre, evren holografik biçimde düzenlenmiştir ve her şey birbirine bağlıdır. Böylece her bir öğenin hareketi, bir başkasını da etkileyebilmekte ve geçmiş-şimdi-gelecek, zaman dışındaki holografik evrende bira-rada bulunmaktadır.
Bohm, Niels Bohr, Werner Heisenberg ve Albert Einstein gibi çağın önemli fizikçilerinden birisidir. Einstein'la "Birleştirilmiş Alan Teorisi" üzerinde çalışmıştır. Einstein, evrenin çeşitli parçacıklann düzensiz bir biçimde biraraya gelişlerinden oluştuğunu bir türlü kabul edememişti. Bir keresinde "Tanrı, evrenle zar atmış olamaz" diyerek, bu inancını dile getirmiştir. Bohm,
atomun içindeki kuvvetlerin bazen parçacıklar (nesneler), bazen de dalgalar olarak hareket etmeleri çelişkisine alternatif bir çözüm getirmiştir. Onun iddiası şöyledir: Raslantılara göre oluşan görüntülerin gerisinde, nedensellik ilkesi (neden-sonuç ilişkisi) uyannca işleyen bir düzen vardır. Bu düzenin farkına varılacak olursa, daha sonraki düzensiz hareketlerin ve parçacıkların nasıl davranacakları ko-
Prof. Dr. David Bohm.
118 Halistik Evren Tasmımı
nusunun bir açıklaması yapılabilir. Böylelikle bilinemezlik sınırı aşılmış ve görüntüdeki düzensizliğin, temelde varolan bir düzenin ilkelerine bağlı olarak davrandığı belirlenmiş olur.
Ünlü nörolog ve hologram teorisini beyinle bağdaştıran en önemli isim olan Stanford Üniversitesi profesörlerinden Kari Pribram'ın bu noktada David Bohm'a çok yaklaştığım vurgula-malıyız. Pribram, beynin, çevresi hakkındaki bilgileri, sınıflandırılmamış bir "kapalı düzen" biçiminde aldığım söyler. Alınan bu bilgiler holografik biçimde kaydedilir. Sonra dıştan gelen frekanslara göre, bunları üç boyutlu uzay-zaman biçiminde düzenleyerek, bilinen algı dünyasını oluşturur.
"Gördüğümüz ve anladığımız biçimiyle evren", "açık dü-zen"e göre işlemektedir. Oysa bir de, holografik olarak ve dalga boyu desenlerine göre çalışan "kapalı düzen" olduğundan söz ediliyor. "Acaba yaşadığımız dünya, neden dalga desenlerinden değil de, nesnelerden oluşuyor?" sorusunun cevabını, Kari Pribram şu biçimde veriyor: "Çünkü tüm duyu organlanmız, şu ya da bu şekilde mercekler sistemine göre ayarlanmıştır. Gözdeki mercek sistemi daha gelişmiştir; ama kulaktaki helezonlar ve hatta derideki algılama kanalları da hep mercek sistemine göre çalışırlar. Bekesy'nin araştıraıaları, tüm sensorik yüzeylerin basit birer mercek gibi çalıştıklarını ortaya koymuştur. Bu nedenle algıladığımız herşey, merceksi bir filtreden süzülerek, boyut ve şekil kazanmaktadır."
Gerçeğin Öbür Yüzü
Olayı yanlış anlamamak gerek. Görünen dünya ve evren, gerçektir. Ama bu, gerçeğin tek yüzü değildir. Evren başka biçimlerde de düzenlenmiştir. Ancak biz, üç boyutlu madde ve mercekler sistemi ile kısıtlı olduğumuz için, gerçeğin yalnızca bir türünü algılayabilmekteyiz. Ama insan, aklını kullanıp, elin-
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru 119
deki verileri değerlendirerek, gerçeğin öbür yüzünün de farkına varabilir. Görüntü olarak dünya bize düzmüş gibi gelir; ancak onun, yuvarlak olduğunu da biliyoruz. Görüntünün düz olması, dünyanın gerçekte yuvarlak olduğu bilgisiyle çelişmez. "Görüntüler dünyası yanlıştır ya da hayaldir" demek de doğru olmaz. Ya da "gerçeğin daha üst derecelerinde, nesneler dünyası yok olur" iddiasını ileri süremeyiz. Yapılacak şey, gerçeği bir başka yönden kavramak, evreni mercekler sistemi dışında algılamak ve bu deneyi yaşamaktır. Hologram Tekniği bize, bugüne dek bilimsel olarak açıklanamayan bir çok gerçeği anlama ve kanıtlama imkânını vermiştir.
Uzay ve Zamanın Aşılması
Bilinci anlayış biçimiyle, Holografi Teorisi, mistik düşünürler ile Doğu filozoflarına çok yaklaşmaktadır. Az önce değindiğimiz, görüntüler dünyasının başka bir biçimde kavranması olayını, mistik düşünür ve yazarlar uzun yıllardır söyleyegelmişler-dir. Ama bilim, ancak yeni yeni onları anlamaya ve doğrulamaya başlamıştır. Mistik düşünürler, görünen dünyanın ardındaki ayrı bir gerçekliğe, yani "kapalı düzene" geçmenin mümkün olduğunu belirtmişlerdir. Bilinci aşan bu düzene geçmek, onu şahsen "yaşamak" ile, yani bireysel bir tecrübe ile mümkündür. Buna ulaşabilmenin yolu da, birtakım dikkati toplama (konsantrasyon) teknikleri ve bilincin disipline edilmesi ile gerçekleşebilir.
Dikkati toplama yolu ile bilincin diğer aşamalarına geçişin, beyindeki hangi merkez tarafından yönlendirildiği sorusuna bilim adamları şu cevabı vermektedirler; "Bunu tam olarak açıklamak mümkün değildir. Ama söz konusu olabilecek bölgeleri, ön loblar ile limbik sistemin birleştiği bölge ve altlarda yer alan beyin maddesi ile daha üstte yer alan korteksin birleştiği bölge olarak sıralayabiliriz. Bu ikinci bölge, dikkat etmeyi ve dikkati
120 Holistik Evren Tasarımı
toplamayı önemli ölçüde yönlendiren bir fonksiyon görür."36
Bilimin vardığı bu sonuçlar, Hologram veFourier Analizi gibi konular baş döndürücü niteliktedir. Nitekim Kari Pribram, bu konuda şunları söylemektedir: "Frekanslar alanında, bildiğimiz anlamdaki uzay (mekân) ve zaman aşılmıştır. Çünkü bunların her ikisi de içice geçmiştir. Her şey, olayların yoğunluğu ile ilişkilidir. Görüntüler ve nesneler alanında dönüşüme uğrayan uzay ve zamanın sınırları yok olmuştur. Böylece birçok bilimsel görüşün temel aldığı nedensellik (kausalite) de, uzay-zaman koor-dinatlanmn yokluğu nedeniyle ortadan kalkmıştır. Olayların yoğunluğu derken, yoğunluğun da, uzayın bir özelliği olup-olma-dığı sorusu akla gelebilir. Ama eğer uzay yoksa, onun özellikleri de olmaz.
Bir beyin EEG'sinin frekans analizini yaptığımızda, koordinatlardan hiçbirisi uzayı ya da zamanı göstermez. Koordinatlardan birisinde, frekanslar (ya da aktivite), diğerinde ise bu frekansların birer sinyal olarak kaydedilmesini sağlayan enerji (ya da miktar) yer alır. Böylelikle uzay-zaman bağlantılı olaylan dönüşüme uğratarak, "başka alanlar"a aktarmak mümkündür. "Başka alanlar" kavramı, bilgilerin, uzay ve zamana göre değil de, daha değişik bir biçimde düzenlendikleri (ya da organize oldukları) ve "gerçeğin öbür yüzü" olarak da adlandırabileceğimiz bir düzeyi anlatır.
Sözü edilen alanda her şey uzay ve zaman ötesi biçimde, hemen ve aynı anda gerçekleşir. Ama istersek bunu, koordinatlara dökerek, alışılmış görüntüler alanı için, "anlaşılır kılabiliriz."
İnsan beyni aslında, sürekli olarak uzay ve zamandan yoksun olan bu alana gidip-gelmektedir. Bir sohbet sırasında ya da bir ders anlatırken, konuşulan şeyler daha önceden zamansal ya da uzaysal bir biçimde düzenlenmez. Hafızada her şey holografik
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru 121
olarak kaydedilmiştir. Her ne kadar uzaysal özellikler taşısa da, hafızanın düzenleniş biçimi, uzay ve zaman ötesidir.
Bu açıklamalar bizi, paranormal özelliklerin varlığını anlamaya ulaştırıyor. Genelde "hokkabazlık" veya "gözbağcılık" olarak bilinen (ve çoğu kez de böyle olan) olağandışı yeteneklerin varlığını bilimsel olarak anlamak, bu yolla mümkün hale gelmektedir. Belki "Holografik ve Kapalı Düzen"in işleyiş kurallarını daha iyi tanıdıkça, neyin nonnal ve neyin normalötesi (paranormal) olduğu konusundaki anlayışımız da değişecektir. Bu yolla evrenin "Kapalı (implizit) Düzen"ini kavrayışımız derinleşecek ve belki de her insan bilinçli olarak, bu uzay ve zamandan bağımsız olan alana geçiş yapabilecektir. Böylece birçok anlaşılmayan ya da raslantı olarak değerlendirilen olay, bir anlama kavuşacaktır.
Ünlü düşünür Cari Gustav Jung, anlaşılamayan olaylar olarak nitelediği: "Eşzamanlamalar (Senkronizasyonlar)" tanımıyla, bazı olayların anlamsız bir biçimde birbiriyle bağlı olduğunu anlatmıştır. Örneğin, uzun süredir göremediğiniz bir arkadaşınıza mektup yazmak istediğiniz anda, ondan bir mektup almanız ve benzeri birçok olay, genellikle "rastlantı" olarak adlandırılır. Nitekim Jung da bunlara anlamlı bir açıklama bulamamış, ama yine de böyle garip "rastlantıların" varlığına dikkat çekerek, buna düşüncesinde "Eşzamanlamalar (Senkronizasyonlar)" adını vermiştir. Ama artık bunları bilimsel yöntemlerle anlayabilme çizgisine ulaşılmıştır.37
Biraz daha ileri giderek, holografinin bilim dünyasına sunduğu "uzay ve zamandan bağımsız alan" kavramının, bilim ile tasavvuf arasında da bir köprü kurabileceğini ileri sürebiliriz. Çünkü holografik düşüncenin ortaya koyduğu "uzay ve zamandan bağımsız alan ve bütün varedilmişleri kapsayan bütünlük"
122 Halistik Evren Tasarımı
yaklaşımı tasavvuf düşüncesinde de vardır.
"Zaman ve mekândan bağımsız olan alan" kavramı, bir çok metafizik teoride, Tanrı'nın tanımını içerir. Ünlü filozof Le-ibniz, felsefesinde "penceresiz" ve "bölünmeyen" bir bütünlük olan "Monad'lardan söz eder. Ona göre bu "Monad"lar, evrenin temelini oluştururlar ve Tanrı da bir "Monad"dır. "Mo-
CarlGustavJımg nad"lardan meydana gelen bir
organizasyon içinde bir tek "Monad" tüm "Monad"larm bilgisine sahiptir ve onları temsil edebilir. Tıpkı Hologram'da olduğu gibi, her bölüm aynı anda bütünü de içinde barındırmaktadır. Buna şaşırmamak gerek. Çünkü aynı zamanda iyi bir metafizik-çi olan Leibniz, "matematik hesaplama" kavramını ilk bulan ve geliştiren kişidir. Derınis Gabor da Hologram'ı bulurken "matematik kalkül" tekniğini kullanmıştır. Yani Leibniz ile Hologram tekniği arasındaki yakınlık bir raslantı değildir. Leibniz felsefe-sindeki "Monad"larda "penceresiz" kavramı yerine, "merceksiz" tanımını kullanacak olursak, Monadoloji ile Holografi iyice birbirine yaklaşmış olur.
"Tanrı insanı kendi suretinden yarattı" sözü, mekansız ve zamansız bir gerçeklik alanım düşünce yoluyla kavrayan mistikler kadar, bu alana bilimsel olarak yaklaşan bilim adamlarınca da kabul edilebilir oluyor mu dersiniz?
Kuantlar ve Dalga-Parçacık Bütünselliği
David Bohm, 20. Yüzyıl'ın en zekî fizikçilerinden birisi ola-
Yeni Biı Fizik Anlayışına Doğru 123
rak tanınıyordu. 1930'lu yıllardr Penrısylvania'da lisede okurken tanıştığı Kuantum Fiziği, onu oldukça etkilemişti. İnsan bilincine tamamen aykırı yasalara göre işleyen atomaltı dünya ilgisini çekiyordu.
Bohm kuantumla ilgilenmeye başladığında, ilk olarak maddenin temel bir yapıtaşının olmayışı konusuyla karşılaşmıştı. Bir elektronun bazen bir parçacık olarak "göründüğü" bilgisi vardı, ama aynı anda o elektronun hiç bir boyuta tâbi olmadığı, yani bir dalga boyu özelliği taşıdığı da anlaşılmıştı. Oysa bizim içinde yaşadığımız ve algıladığımız dünya, boyutlardan (üç boyuttan) oluşmaktaydı.
Elektronlar adeta sihirli bir oyun oynar gibiydiler, kâh parçacık, kâh dalga boyu biçimini alıyorlar ve birbirlerine dönüşüp-duruyorlardı. Işık, röntgen ışınlan, radyo dalgaları, gamma ışınımı gibi dalgalar şeklinde davranan ve çeşitli girişim (enterfe-rans) ağı modelleri oluşturan elektronlann aynı zamanda parçacık özellikleri taşıdıkları da anlaşılınca, uzmanlar, atomaltı parçacıkların potansiyel olarak her iki oluşum (görünüm) biçimini birden taşıdıklan şeklinde bir açıklama yaptılar. Bu görünüm biçimlerine de "kuantlar" adını verdiler. Bir atomaltı birim "ku-ant", bunların birkaçı birden "kuantlar" olarak nitelendirildiler. Kuant "dalga-parçacık" anlamına gelir ve atomaltı dünyanın o ikili görünümünü en iyi anlatan kavram olarak bilinir.
Bohm için bu bilgiden çıkan bir diğer sonuç, daha da şaşırtıcı idi. Yapılan bir yoruma göre, kuantlar bir gözlemci tarafından algılanmadan önce dalga boyu özelliğini taşımakta ve ancak bir gözlemci tarafından algılandıkları anda parçacık biçimini almakta, yani boyut kazanmaktaydılar. (O halde evren ancak tek tek algılanmalar sonucunda canlanır ve varolur, ondan öncesinde ise yoktur.)
124 Holistik Evren Tasarımı
Kral Midas'ın Altmlan
Nick Herbert adlı bir fizikçi bu durumu şu ilginç anekdotla açıklamaktaydı: M.Ö. 700'lü yıllarda Frigya Kralı olarak bilinen Kral Midas, akılsız, ama açgözlü bir kişi olarak tanınmıştı. Efsaneye göre, Dionysos'un en iyi arkadaşı olan Silenas'a zor durumda iyi davrandığı için, Dionsysos tarafından ödüllendirilir ve bir dilekte bulunma hakkını elde eder. Ne istese olacaktır. Midas uzun süre düşünmeden hemen dileğini söyler: "Her dokunduğu şeyin alnna dönüşmesini istemektedir." Dileği kabul olur ve elini sürdüğü herşey, gerçek bir altın halini alır. Ama giderek bu durum bir kâbusa dönüşür. Çünkü yiyecekleri bile altına dönüştüğü için, açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Yaptığı hatanın farkına varır ve pişman olur. Bunun üzerine Di-onysos'a yalvanr ve kendisini eski haline döndürmesini ister. Dionysos da onu Paktolos ırmağında yıkayarak kurtarır.
Nick Herbert bu duruma atıfta bulunarak şöyle bir benzetme yapar: "Algıladığımız dünyanın arkasında sürekli akış halinde bulunan bir kuantlar denizinin varolduğunu düşünüyorum. Bir canlı çıkıp da bu denize bir bakış attığında, onun gördüğü her şey adeta donmakta ve bildiğimiz üç boyutlu realite özelliğini kazanmaktadır." Tıpkı Kral Midas'ın elini sürdüğü herşeyin altına dönüşmesi gibi, kuantum denizinden yaptığımız her türlü gözlem ya da algılama, onun, gerçek özelliklerinden sıyrılıp, maddeye dönüşmesine yol açmaktadır.38
David Bohm kuantum dünyasındaki araştırmalarını derinleş-tirdikçe, karşısına çok ilginç sonuçlar çıkmaya devam ediyordu. O döneme dek fizikçilerin pek de önemli bulmadıkları kuantla-rın birbirleriyle olan iletişim ve etkileşim özellikleri, Bohm'un dikkatini yoğunlaştırdığı konulardan başka bir tanesiydi.
Diğer bilim adamları bu konuda pek fazla bir araştırma yap-
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru 125
matruşlar ve yaklaşımları genellikle Danimarkalı fizikçi Niels Bohr'unkilerle aynı olmuştu. Atomaltı birimlerin birbirleriyle olan ilişki ve iletişimleri konusunda şöyle düşünüyorlardı: "Eğer atomaltı dünya ancak bir gözlemcinin varlığı halinde gerçeklik ve canlılık kazanıyorsa, onun algılanmadan önceki özelliklerinden bahsetmek pek de mümkün olamaz."
Ancak Kuantum Fiziği'nin kurucularından olan Einstein bu açıklamadan memnun kalmamıştı. Çünkü olaya bu açıdan baktığımızda, kuantum bilimindeki diğer bilgiler de işin içine katılacak olursa, atomaltı birimlerin birbirleriyle örülü bir ağ halinde bağlı oldukları sonucu ortaya çıkıyordu.
Bohm 1943 yılında Berkeley Üniversitesi'nde çalışmaya başlamış ve burada plasmalarla ilgili araştınnalar yapmıştı. Plasma, yoğun elektronlar oluşan bir gazdı ve Bohm şaşırarak, bir plasma içindeki elektronların "raslantısal" ve "bireysel" hareket etmek yerine, adeta büyük bir bütünün parçacıklanymış ve o bütünle içice örülü imişler gibi hareket ettiklerini gözlemlemişti. Bohm bu durumu: "Elektron denizi adeta canlı gibiydi" cümlesiyle özetlemişti.
Akvaryumdaki Balık
1947'de doçent olarak Princeton Üniversitesi'ne atanan Bolım burada da metal içindeki elektronlar üzerinde çalışmaya başlamıştı. Karşısına hep aynı sonuçlar çıkıyordu. Bohr'un açıkladığı gibi, birbirinden farklı uzaklıklara gönderilen elektronların birbirlerinden haberdar olmaları gerçeği, burada çok daha geniş bir çerçeve içinde gerçekleşiyordu. Elektron okyanusu içindeki her bir elektron, diğer milyarlarca elektronun nasıl davrandığını "bilerek" hareket ediyor gibiydi. Bohm elektronların bu "kollektif hareketleri"ni "plasmonlar" olarak adlandırmış ve bu buluşu ile büyük bir ün kazanmıştı. 1951 yılında "Kuantum
126 Holistik Evren Tasarımı
Teori" adıyla bir çalışma hazırlayan Bohrn, kitabının taslaklarını Einstein ve Bohr'a yollar. Bohr'dan bir cevap alamaz, ama Einstein da Princeton şehrinde bulunduğu için, onunla kitabı üzerinde konuşma fırsatını elde eder. Einstein'ın olumlu yaklaşımı, onu kitabını bastırma konusunda cesaretlendirir.
Bohm da Einstein gibi, Bohr'un Kuantum Kuramı'na iki noktada katılmamaktadır. Bunlardan birincisi, atomaltı birimlerin gözlemlenmeden önce varolmadıkları konusudur. İkincisi ise, kuantlarm ötesinde ya da altında onları derinden kavrayabilecek olan bir gerçeklik düzeyinin bulunmadığı konusundaki inançtır.
Bohm, "kuant potansiyeli" adını verdiği gerçeklik düzeyinin, bütün kâinatı sarıp-samıaladığıru ileri sürerek, bu kavramın her-şeyin temelinde yer aldığını savunduğu yeni teorisini 1952'de yayınladığı makalesi ile ortaya koyar. Ama fizik âleminin bu kitaba tepkisi, genelde olumsuz olur. Çünkü fizikçilerin çoğu Bohr'un teorisi üzerinde yoğunlaşmışlardır.
Ancak bu durum Bohm'u yıldırmaz, araştırmalarına devam eder ve "kuant potansiyeli" adını verdiği alan üzerinde yoğunlaşır. Karşısına çıkan olgular, onu geleneksel Kuantum Teori-si'nden iyice kopmaya yöneltir. Klasik fizik bilimi, herhangi bir sistemi, kendi parçaları arasında oluşan karşılıklı etkileşimlerin bir sonucu olarak açıklar. Oysa Bohm'un elde ettiği veriler, onun olaya tamamen farklı bir açıdan bakmasına sebep olmuştu. Çünkü ona göre, parçaların davranış biçimi, ait oldukları sistem ya da bütünlük tarafından belirlenmekteydi. Bu durum, plasmonla-rın (ve süper iletkenlerin), bir bütünün parçalarıymış gibi davranmalarına da bir açıklama getiriyordu.
Bohm ilgi çekici yorumlarına devam ediyordu: Günlük hayatta her cismin belli bir yeri vardır ve bu yerini değiştirmesi için bir enerji harcaması gerekmektedir. Ayrıca bu durum, za-
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru 127
mansal olarak da belli bir süreye ihtiyaç gösterir. Oysa atomaltı birimlerin alt dünyası olan "kuant potansiyeli" düzeyinde "belli bir yerde olma" diye bir durum geçerli değildi. O düzlemdeki tüm noktalar diğer bütün noktalar ile eşittiler ve onların birbirlerinden ayrı ya da bağımsız olma gibi bir özellikleri bulunmamaktaydı. Bunun Kuantum Fizik'teki adı "non lokal (yeri belirsiz olma)" idi. Bohm bu yolla EPR-Paradoksu'nu açıklama fırsatını da elde etmiş oluyordu. Birbirinden uzak yönlere doğru gönderilen atomaltı parçacıkların, ışık hızından daha hızlı bir haberleşme yaparak, birbirlerinden haberdar olabilmeleri çelişkisini, Bohm: "Onlar birbirinden ayrı parçacıklar değil, aynı bütünün farklı parçalarıdırlar ve "non lokal" olarak hareket ederler. Aynı bütünlük içinde bulundukları için de ışık hızından daha hızlı hareket etmelerine ihtiyaç yoktur. Onlar zaten birbirleriyle iletişim içindedirler" açıklaması ile aşıyordu.
Bu durumu daha iyi anlayabilmek için şöyle bir örnek verebiliriz: "Bir akvaryumun içinde yüzen bir balık olduğunu ve bizim de bu balığı, iki farklı açıya yerleştirilmiş olan iki ayrı kamera ile izlediğimizi varsayalım. Balığı önden gören kameranın görüntüsü ile aynı balığa yandan bakan kameranın görüntüsü arasında ne gibi farklar oluşacak acaba? Ya da biz gördüklerimizi nasıl değerlendireceğiz?
Kameraları gönnediğimizi farzedersek, ilk anda akvaryumda iki farklı balık olduğunu düşünmemiz, gayet doğru olacaktır. Biraz daha dikkatli bakınca, bu iki balık arasında bir ilişki olduğunu sanmamız da normaldir. Çünkü birinin hareketinin aynısını, diğeri de tekrarlamaktadır.
Gerçi açılar farklı olduğu için bu hareketler bize aynı değil de benzermiş gibi görünecektir. Ama biz yine de bu iki "ayrı" balığın birbirleriyle haberleştiklerini düşünmeye başlayacağız.
128 Holistik Evren Tasarımı
Bohm'a göre otomattı İmamlar arasındaki ilişki, aynı balığın iki farktı kamera ile çekilmiş olan değişik görüntülerine benzer. Balığın her hareketi, iki ayrı ekranda birbirine benzeyen, ama birbirinden ayrı iki hareketmis gibi algılanır. Ya da birbirinden haberdar olan iki ayrı balığın iletişimi gibi gözükür. Oysa burada ne iki ayrı balık, ne de iki ayrı hareket vardır. Algılanan gerçeklik düzeyinden daha derin bir planda (burada akvaryumda) bütün bu farklılıkların aslında aynı bütünlüğün farklı yansımaları olduğu anlaşılır.
Halbuki burada bir haberleşme ya da iletişim söz konusu değildir. Daha derin bir gerçeklik düzeyinde (ki burada bu, akvaryum olmaktadır) bu iki ayrı (gibi gözüken) balığın tek ve aynı balık olması gerçeğidir işin en ilginç olan yanı."
Bohm'un yorumuna göre, "kuant potansiyeli" bütün evreni doldurduğu için, bütün atomaltı parçacıklar "bir mekâna bağlı olmaksızın" birbirleriyle bağlı ve "örülü" gibidirler.39
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru 129
Silindir ve Mürekkep Damlası
Düşüncelerini "bütünlük", "lokal olmama" ve "düzen" gibi konular üzerinde yoğunlaştıran Bohm, bir gün BBC televizyonunu seyrederken gördüğü (özel olarak hazırlanmış olan), dönen bir silindirin işleyişi üzerine geliştirdiği fikirlerle, hologram kavramının alanına doğru bir geçiş yapıyordu.
Sözü edilen silindir şöyle işliyordu: Bir kabın içinde yer alan ve üstteki kolun yardımıyla çevrilen silindir ile içinde bulunduğu kabın arasındaki boşluk gliserin ile doldurulmuştur. Gliserin ile dolu bu alana bir damla mürekkep damlatılmıştır ve mürekkep, gliserinin içinde dağılmadan durmaktadır. Silindir üstte bulunan kol yardımı ile çevrilince mürekkep damlası, gliserinin içine karışmakta ve yok olmaktadır.
Ancak hareket tersine çevrilecek olursa, yani silindir aksi yöne doğru döndürüp, eski haline getirilirse, görünmez hale gelmiş olan mürekkep yeniden "eski durumunu" alır ve bir damla olarak gliserinin içinde yüzmeye devam eder.
Bohm bu deneyi, evrendeki düzenin bir kanıtı olarak değerlendirir. "Eğer mürekkep damlası, gliserin içinde kaybolduktan sonra yeniden eski haline dönebiliyorsa, içinde gizli bir düzeni saklayıp, taşıyor olmalıdır. Mürekkep damlası önce bir düzen içindeydi, sonra düzensizliğe geçti, ardından yeniden ilk düzene geri döndü. Temelde ve derinde "saklı", "kapalı" ya da "gizli" (veya bizim algı alanımızı aşan) bir düzen olmadan, bu dönüşümün gerçekleşmesi mümkün olamazdı."
Tam bu sıralarda ilgisini çeken hologram ile gliserinin içinde dağılan mürekkep damlası arasındaki benzerlik, Bohm'un hologramla daha yakından ilgilenmesine yol açtı. Hologram plakasına yapılan bir kayıtta ortaya çıkan enterferans modeli gibi, mürekkep damlası da gliserinin içinde dağıldığında, çıplak insan
130 Holistik Evren Tasarımı
gözü için anlamsız ve düzensiz gibi görünüyordu. Oysa her iki olayda da, daha derin bir planda onları çevreleyen, kuşatan ve kapsayan bir düzen ve bütünsellik bulunmaktaydı.40
ı
Üstündeki kolun yardımı ile çevrilen bir silindir, gliserin ile doldurulmuş bir kabın içinde bulunmaktadır. Kap ile silindir arasında kalan ve gliserin ile dolu olan alana bir damla mürekkep damhülmıştır. Silindir çevrilince, mürekkep damlası dağılıp-kaybolmaktadır. Ama silindirin kolu ters tarafa doğru döndürüldüğünde, yok olduğu ve dağıldığı sanılan mürekkep damlası gliserin içinde yemden belirmektedir. Bohm bu durumu, iki farklı ve birbirinden ayrı düzenin (implizit "kapalı" ve explizit "açık") aynı anda varolmalarının bir kanıtı olarak değerlendirmektedir.
Bu konu üzerinde düşündükçe Bohm, evrenin de holografik esaslara göre düzenlenmiş olabileceği fikrine vardı. Hatta bir adım daha atılacak olursa, evrenin kendisinin de sürekli bir hareket ve akış içerisinde bulunan dev bir hologram olduğu bile ileri sürülebilirdi.
1980'de yayınlanan ünlü eseri "Wholeness and the Implica-ted Order" de bu yorumlarım tam olarak anlatan Bohm, günlük
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru 131
yaşantımızda karşılaştığımız, birbirinden ayn parçalardan oluşan, yerleri belli, sert ve katı üç boyutlu maddesel varoluşun, tıpkı hologram plakasında ortaya çıkan görüntü gibi bir hayal (illüzyon ya da yanılsama) olduğunu iddia ediyordu.
Bohm'a göre üç boyutlu algı alanımıza giren dünya, daha derinde varolan (temel ve sonsuz) bir düzen tarafından tıpkı bir hologram plakasından elde edilen hologram resmi gibi oluşturulmaktadır. Bohm bu derindeki düzene "implizit (kapalı) düzen", bizim algıladığımız üç boyutlu fizik âleme de "explizit (açık) düzen" adını venrıektedir. Bohm, evrendeki bütün varoluşların adı geçen düzenler içindeki kapanma (gizlenme) ve açılma (dışa vurum) lann bir sonucu olduğunu düşünüyordu. Biz bir laboratuarda bir elektronu tesbit ettiğimizde, onun çeşitli varoluş olasılıklarından bir tanesi o noktada açığa çıkmış demektir. Tıpkı mürekkep damlasının gliserinin içinde görünmesi gibi. Elektronun hareketi ise, bu açılma ve kapanmaların hızla birbirlerini takip etmeleri sonucunda ortaya çıkar.
Şöyle de söyleyebiliriz: Bir hologram plakası ve onun oluşturduğu görüntü, kapalı ve açık düzenleri açıklamakta çok işe yarar. Plakanın üzerine görüntünün değil de, onu oluşturan bilgilerin, yani frekanslarının kaydının yapılması; ki bu, bir enter-ferans modeli olarak gerçekleşir, gizli ve kapalı (implizit) düzenin sembolüdür. Bu kayıtta görüntü yoktur, bir kesişim ve girişim modeli vardır, yani görüntü "gizlenmiş" ya da "kodlanmış" haldedir. Frekanslar kodlandıktan sonra, zaman ve mekândan yoksun bir hale gelirler. Bu nedenle de görüntü ya da bilgi, plakanın tümüne yayılmış bir durumdadır.
Bu plakaya yapılan kayıt, kapalı düzenin özelliklerini taşır ya da kayıt, bu düzen tarafından yapılmıştır. Görüntünün canlanması ya da görünür hale gelebilmesi için, kaydın yapıldığı aynı
132 Holistik Evren Tasarımı
açıdan yeniden ışınlandırılması gerekir. Ancak ondan sonradır ki, bizler dışa vurulmuş ve algı alanımızın sınırları içine girmiş (algılanabilir olmuş) olan bu görüntüyü görebiliriz. Böylece kapalı ve gizli görüntü, açık ve anlaşılır bir nesneye dönüşmüş olur ki, bu da açık (explizit) düzenin sembolüdür.
Sözü edilen iki düzen arasında sürekli bir iletişim, etkileşim ve dönüşüm vardır. Elektronların neden bazen parçacık, bazen de dalga boyu şeklinde ortaya çıktıklarını da bu yolla açıklayabiliriz. Her bir kuant bu iki potansiyel özelliği (belki bizim bilemediğimiz daha başkalarını da) birlikte barındırmaktadır. Durum neyi gerektiriyorsa ya da gözlemci onun hangi özelliğini görmek istiyorsa, kuant bize o yönüyle görünmektedir. Bu durum, bir mücevher ustasının değerli bir taşı işlerken yaptığı işe benzer. Taşın bir sürü "yüzünden" hangilerinin görünüp, öne çıkacağı, hangilerinin ise gizli kalacağı, ustanın o anki tercihine ve eylemine bağlıdır.
Hologram kavramı temel olarak, bir resmi ve durağan bir anı sembolize etmektedir. Bohm bu kavramın sürekli bir akış ve hareket içindeki kapanma ve açılma olgusunu açıklamakta yetersiz kaldığını görünce, evrenin düzenine "hologram" yerine "holo-hareket" adını vermeyi uygun görmüştür.41
Evrenin holografik bir biçimde organize olduğu yolundaki yorum, bize Kuantum Fiziği'nin "non lokal" (yeri belli olmama ya da bir yere bağlı olmama) kavramını da açıklıyor. Holografik platformda bize özgü zaman ve mekân kavramlarının bulunmayışı, yapılan kaydın plakanın tümüne yayılması sonucunu getiriyor. Böylece bütün bilgiler her an ve her yerde olabiliyor ve belli bir yere ya da zamana bağlı kalmaktan kurtuluyorlar.
Evren Bir Hologram mı?
Olaya bu açıdan bakınca, akla ister-istemez şu soru geliyor:
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru 133
"Eğer evrende herşey holografik bir biçimde düzenlenmişse ve adeta birbiriyle örülü bir ağ gibiyse, onu ayrı parçalardan oluşan mekanik bir sistem gibi tasarlamak ne kadar doğru olur?"
Bohm şöyle söylüyor bu konuda: "Herşeyin temelinde kapalı (implizit) düzen yer alır. Bütün dışavurumların kaynağı da holografik bir yapıya sahip olan bu plandır. Bir elektronu atomaltı bir parçacık olarak değerlendirmek yanlış olur. Bu onun, holo-hareket içindeki dışa vurumlanndan sadece birisine verilen bir addır. Gerçeği parçalara bölmek, bir halıyı onu oluşturan motiflerine bölmek gibi birşey olur.
Hatta zaman ve mekân bile kendi başlarına varolan birimler değildirler. Birbirlerine bağlıdırlar ve aynı bütünün parçalarıdırlar. Einstein bunlara gözlemciyi de katarak, bütün bu birimlerin dört boyutlu, bir süreklilikte eridiğini ileri sürmüştü. Biz bir adım daha atıyoruz ve diyoruz ki: "Evrende varolan herşey aynı bütünlüğün bir parçasıdır."
Bu noktada Bohm, Fritjof Capra, Frederic Vester ve Erich Fromm gibi bilimadamlan ile aynı sonuca varıyor: Evreni parçalara ayırmak ve bütün birimlerin birbirleri ile olan iletişim ve etkileşim dinamizmini yok saymak, bilimde olduğu kadar, toplum yaşantısında ve daha da önemlisi kişisel hayatımızda yıkıcı etkiler oluşturmaktadır. Asit yağmurları, ormanları yok etmek ve zehirli atıklar sanılıyor ki doğa tarafından hazmediliyor. Ama hiç beklenmedik doğal felâketler acaba neden oluyor? Hem de katliamın yapıldığı yerden bazen çok da uzakta? Ya Ozon delikleri, peki uyuşturucu kullanımının artması, daha neler-neler. Olayı bütünsel olarak değerlendirmedikçe, içinde yaşadığımız toplumsal sistemler de, dünya da yok olmaya doğru gidecektir.
Bohm, Niels Bohr'un "atomaltı birimlerin gözlemlenmeden önce varolmadıkları" yolundaki iddiasına katılmamaktadır.
134 Holistik Evren Tasarımı
Çünkü ona göre, bilinç ile maddeyi birbirinden ayrı iki farklı birim olarak ele almak, evreni parçalara bölerek anlama yanlışına düşen Newtoncu fiziğin bir uzantısıdır. Oysa evreni bütünsel implizit düzenin dışa vurumu ve sonra da kapanması sürecinden oluşan, akış halindeki dev bir holo-hareket olarak ele alırsak, gözlemci ile gözlemlenen nesne ayrımına gitmemek gerektiğini anlanız. Aslında gözlemcinin gözlemlediği şey, kendisinden başka birşey değildir.
Bohm, bilinç ile madde (ya da dış dünya) arasındaki ilişkinin (üç boyutlu dünya realitesinde birbirine karşı ve ayrı gibi durmasına rağmen), her ikisi de implizit düzenden kaynaklandığı için, aynı bütünselliğin iki ayrı versiyonu olduğunu ileri sürer.
Bu nedenle evreni canlı ya da cansız nesneler olarak bölüm-lendirmek de anlamsızdır. Çünkü bu iki tür de ayrılmaz bir biçimde içten-içe birbirleriyle bağlantılıdır. Her ikisinin de cevheri aynıdır. Aynı enerji salınmamın değişik yoğunluklarda birara-ya gelmiş parçalarıdır.
Herşeyin aynı bütünlüğün içinde yer alması, zaman ve mekândan bağımsız olarak birbirleriyle ilişki ve iletişim içinde bulunmaları ve bütün bu (implizit) düzenin holografik bir biçimde organize olması, bizi şu sonuca ulaştırıyor: Evrende varolan her birim, bütünün bilgisini "kodlanmış olarak" kendisinde bulundurur ve "saklar". Uygun frekansta yeni bir ışın geldiğinde de, o açıdan yapılmış bütün kayıtlar gün ışığına çıkarlar. "The Holog-raphic Universe" adlı kitabın yazan Michael Talbot, bu durumu şu ilginç anektodla açıklıyor: "Teorik olarak, Andromeda yıldızlarını sağ elimizin başparmak tırnağı üzerinde görmemiz mümkündür."
Kari Pribram ile David Bohm'un yaklaşımlarını birleştirecek olursak, ortaya şu sonuçlar çıkar: Pribram, insan beyninin fre-
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru 135
kanslar alanından aldığı verileri matematiksel bir formül aracılığı ile (Fourier Transformasyonu) objektif gerçeklik haline dönüştürdüğünü ve holografik esaslara göre çalıştığını ileri sürüyordu. David Bohm da evrenin holografik ilkelere göre organize olmuş "implizit" (kapalı, gizli) bir düzenden varolduğunu söylüyordu. Beyin, zaman ve mekân ötesi bu âlemden gelen frekanslar yansımasını alıyor ve dönüştürüyordu. Yani beyin de, holografik bir evren içinde dışa vurulmuş olan açık (explizit) bir hologramdı.
implizit düzende kaydedilen hologram plakası, explizit düzende okunuyordu ve ortaya "sanal" bir görüntü çıkıyordu. Bu sanal ya da suret oluş, saklı ve gizli düzene "göre" idi. Üç boyutlu bir maddî varlığa sahip olan varlıklar içinse bu sanal görüntü, gerçekti ve maddî değerler taşıyordu.
Özetleyecek olursak, bizim algı alanımıza giren üç boyutlu dünya "yoktur". Ya da en azından gerçek şekli, bizim görüp, algıladığımız gibi değildir.
Dış dünya, dev bir enerji salınımı ya da dalga boyları ve frekanslardan oluşan büyük bir okyanus gibidir. Bizim beynimiz bu karmaşık "gibi gözüken" holografik kaydı, okuma ve mer-cekleştirip objektifleştirme ve de üç boyutlu hale getirme donanımına sahip olduğu için, dünya bize, birbirinden ayrı birimlerden oluşan üç boyutlu bir âlem olarak görünmektedir.
Beyin bunu, çok çeşitli frekansları yaklaşık oniki temel modele indirgeyerek, yani Fourier Analizi ile sinüs frekanslarına dönüştürerek gerçekleştirir. "Peki, ama varolmayan bir şeyi biz nasıl olup da varmış gibi algılıyoruz o halde?" diye soracak olursak, bunun cevabı da Bekesy tarafından veriliyor. Daha önce de anlatmış olduğumuz gibi, Bekesy deneklerinin dizlerine yerleştirdiği vibratörlere elektriksel uyanlar vermiş ve onlar da bu iki
136 Holistik Evren Tasalımı
ayrı vibrasyon merkezini hissetmek yerine, uyarının bir dizden ötekine doğru sıçradığını sanmışlardır. Deneylerine devam eden Bekesy, deneklerin, duyu organları bulunmayan yerlerinde bile bazı vibrasyonları hissedebildiklerini ortaya koymuştur. Kısaca, beyin, varolmayan bir takım şeyleri varmış gibi hissetme özelliğine sahiptir. Tıpkı fantom ağrılarda olduğu gibi.
Bu açıdan bakınca, bir fincanın ya da bir ağacın gerçek olmadığını düşünebiliriz. Bu da bizi şaşkınlığa uğratır. Ama asıl durum şöyledir: Fincanın ya da ağacın farklı (dünya insanına göre de iki tane) gerçeklik düzeyleri vardır. Bunlardan birincisi, Bohm'un implizit (kapalı) düzen dediği ve enterferans modellerinden oluşan, zaman ve mekândan bağımsız bulunan, holografik bir biçimde organize olmuş olan gerçeklik düzeyidir. İkincisi ise, beynimiz tarafından dönüştürülerek, merceksi bir süzgeçten geçirilen ve bu yolla "varolan" bilip-tamdığınıız üç boyutlu gerçeklik düzeyidir. Fincan ya da ağaç, aynı anda bu iki farklı gerçeklik alanında birden bulunmaktadırlar. Onların farklı görünümler almaları, gözlemcinin donanımına bağlıdır. Yoksa onlar tek ve aynıdırlar. Ama insan donanımıyla bakarsak, üç boyutlu bir cisim, mercekler sisteminden sıyrılarak bakarsak, karmaşık bir girişim ve kesişim ağı, yani bir hologram kaydı görürüz. Aslında farklı görüntüler değildir onlar. Tek bir görüntü vardır sadece. Bir bilinç bunlara bakıp da, bir algılama yapınca, frekanslar da bir şekil alırlar. İnsanın donanımı, bu durumu üç boyutlu gerçeklik düzeyinde, dar bir ara kesitte ve belli bir yoğunlukta canlandırır.
"Hangi ağaç ya da fincan gerçek, hangisi hayaldir?" diye soracak olursak, cevap: "Her ikisi de" ya da "hiçbirisi" şeklinde olacaktır. Biraz daha derinleşelim: Eğer bir hologram plakasına kaydedilen fincana ya da ağaca dışarıdan bakıyor olursak, durumu anlamak çok kolay olurdu. Ama işi zorlaştıran nokta, bizim
Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru 137
de seyrettiğimiz aynı hologram plakasının bir parçası olmamızdır.
Kendimizi zaman ve mekân boyutları içinde hareket eden bir beden olarak görebiliriz. Böyle bir durumda kendimizi, holografik bir düzene sahip olan ve holografik bir biçimde organize olmuş bir evreni anlamaya çalışan bir varlık olarak görürüz. Ama tam holistik bir kavrayış açısından, bu yaklaşım da yanlıştır. Çünkü birbirinden ayrılması mümkün olmayan iki şeyi (evreni ve bilinci) birbirinden ayrı gibi görmek hatasına düşülmektedir. Oysa, kendimizle evren arasında bir ayrım ve bir başkalık yoktur. En doğrusu, bizim kendimizi evrensel hologramın bir parçası olarak ve bir enterferans modeli biçiminde değerlendirmemiz-dir.42
4. Bölüm'de bunları daha detaylı olarak ele alacağız ve insan, evren ve hologram arasında kumlan köprünün yolumuzu ve önümüzü nasıl aydınlattığını göreceğiz. Kari Pribram, insan beyninin holografik esaslara göre çalıştığını ve nesneler dünyasını ortaya çıkardığını söylüyordu. David Bohm da, evrenin holografik bir yapısı olduğunu ve zaman ile mekân kavramlannı insan bilincinin oluşturduğunu ileri sürüyordu. Olaya bu açıdan bakınca, çok önemli bir takım felsefî sonuçların doğduğu ortaya çıkıyor. Şimdi sıra bunları incelemeye geldi.
138 Holistik Evren
1. Nev/ton Fiziği makro âlemde geçerlidir. Ancak atom-alti plana inildiğinde bu fiziğin kuralları işlemez, onun yerine Kuantum Fiziğinin bulgularını dikkate almak gerekir.
2. Newtoncu anlayış, evreni, birbirinden ayrı parçaları mükemmel bir uyum içinde çalışan mekanik bir saat gibi görür. Kuantumda ise, varolan bütün birimler arasında bir ileşitim ve etkileşim vardır. Hiç bir birim diğerlerinin ve bütün kainatın haberi olmaksızın hareket edemez.
3. Atomaltı birimlerin biçimlerini tesbit etmek mümkün değildir. Onlar bazen bir parçacık, bazen de bir dalga boyu özelliğinde yansırlar gözlemciye. Oysa klasik fizik, maddenin temel bir yapı taşı olduğu fikrinden hareket eder.
4. Kuantum düzeyde, birimlerin nerede ve ne zaman bulunduklarını söylemek mümkün değildir. Ancak bir olasılık bulutunun içinde bir yerlerde oldukları ileri sürülebilir.
5. Madde yoktur, temel bir yapı taşı yoktur. Sadece salı-nıp-titreşen dev bir enerji denizi vardır atomaltı âlemde.
6. Gözlemci atomaltı birimleri nasıl ve hangi yönleriyle görmek isterse, o yönleriyle görür. Kuantın diğer özellikleri ise, bozulur ya da yok olurlar.
7. David Bohm, üç boyutlu olarak işleyen evreni "expli-zit (açık)" düzen, holografik olarak organize olmuş ve dalga boyu girişim desenlerine göre fonksiyon gören planı da "implizit (kapalı)" düzen olarak tanımlamıştır.
8. Bohm'a göre explizit planda görülen karmaşıklık ve nesnelerin tek başlarına oluşlarının temelinde, onlara bu biçimi veren implizit plan yer alır. Orada bir "bütünsellik" ve "düzenlilik" vardır.
11
mm «•_
4, BOLUM
İnsan» Evren
Hologram
138 Holistik Evren
1. Newton Fiziği makro âlemde geçerlidir. Ancak atom-altı plana inildiğinde bu fiziğin kuralları işlemez, onun yerine Kuantum Fiziğinin bulgularını dikkate almak gerekir.
2. Newtoncu anlayış, evreni, birbirinden ayrı parçaları mükemmel bir uyum içinde çalışan mekanik bir saat gibi görür. Kuantumda ise, varolan bütün birimler arasında bir ileşitim ve etkileşim vardır. Hiç bir birim diğerlerinin ve bütün kâinatın haberi olmaksızın hareket edemez.
3. Atomaltı birimlerin biçimlerini tesbit etmek mümkün değildir. Onlar bazen bir parçacık, bazen de bir dalga boyu özelliğinde yansırlar gözlemciye. Oysa klasik fizik, maddenin temel bir yapı taşı olduğu fikrinden hareket eder.
4. Kuantum düzeyde, birimlerin nerede ve ne zaman bulunduklarını söylemek mümkün değildir. Ancak bir olasılık bulutunun içinde bir yerlerde oldukları ileri sürülebilir.
5. Madde yoktur, temel bir yapı taşı yoktur. Sadece salı-nıp-titreşen dev bir enerji denizi vardır atomaltı âlemde.
6. Gözlemci atomaltı birimleri nasıl ve hangi yönleriyle görmek isterse, o yönleriyle görür. Kuantm diğer özellikleri ise, bozulur ya da yok olurlar.
7. David Bohm, üç boyutlu olarak işleyen evreni "expli-zit (açık)" düzen, holografik olarak organize olmuş ve dalga boyu girişim desenlerine göre fonksiyon gören planı da "implizit (kapalı)" düzen olarak tanımlamıştır.
8. Bohm 'a göre explizit planda görülen karmaşıklık ve nesnelerin tek başlarına oluşlarının temelinde, onlara bu biçimi veren implizit plan yer alır. Orada bir "bütünsellik" ve "düzenlilik" vardır.
4. BÖLÜM
İnsan, Evren ve
Hologram
İnsan, Evren ve Hologram 141
Şu ana dek çok çarpıcı şeyler öğrendik. Kendimize, doğaya, uzaya, zamana, mekâna ve evrene bakışımız çok değişti. Hiçbir şeyin aslında bizim görüp-algıladığımız biçimde olmadığı ya da işlemediği ortaya çıktı.
Peki bunları öğrenmemizin bize ne yaran oldu ya da bunların bizim gündelik hayatımıza yansımalan olacak mı, olacaksa nasıl olacak?
İnsanlar hep bir takım eksiklikler hissederler hayatlarında. Hep bir takım özlemleri vardır, hayaller kurarlar. Sağlık, para, basan gibi önde gelen bir kaç faktörün aşılması durumunda, tek ve en büyük hedef, bir olmak, beraberlik, banş, dostluk, sevgi, kardeşlik, huzur ve mutluluktur.
Bunun düşünsel ve felsefî boyuttaki yansımalan ise, birçok yazar tarafından dile getirilen ütopyalardır. "Yeryüzü cenneti" adı da verilebilecek olan bu ideal ize edilmiş hayat ve toplum biçimleri, insanların özlem ve dileklerini çok güzel ve açık bir biçimde ortaya koyarlar.
"Peki, bütün bunlar biliniyor da, neden yapılmıyor, neden uygulanmıyor, engel nerede?" diye sorduğunuzu duyar gibiyiz. Bunun cevabı çok basit: "Çünkü insana ve evrene bakış açımız yanlış, ters ve yetersiz."
İşte bunca sayfa dolusu yazdıklanmız ve döktüğümüz diller, hep bunun içindi. Hatta daha önce de belirttiğimiz gibi, dünyanın ve dünya insanının varoluş işlevi de bu: Üç boyutlu ve birbirinden ayrı parçalardan oluşan, bu parçalan mekanistik bir düzen içinde, adeta muntazam bir saat gibi işleyen bir insan ve evren anlayışından; bütün öğeleri içten içe birbirleriyle bağlı, her
142 Halistik Evren Taşanım
birimi birbirleriyle iletişim ve etkileşim içinde olan bütünsel (holistik) evren kavrayışına doğru bir sıçrama yapmak.
Bu tarihsel dönüşümün ya da sıçramanın yapılması için zaman artık azalıyor ve bu süreç, büyük bir hızla işlemekte.
Bu olayı zihnimizde en basit bir şekilde canlandırabilmek için, şöyle bir ömek verelim: Evreni dev bir insan bedeni, vare-dilmiş birimleri de bu bedendeki hücreler olarak ele alalım ve çevremize bu gözle bakalım:
Her bir hücre bütün evren bilgisine sahiptir. Ancak yeri, görevi ve konumu itibari ile bu kodlarından bazıları açık, çoğu da kapalıdır. Hücreler arasında bir eşitlik hakimdir "daha büyük" ya da "daha önemli" hücreler bulunmaz. Hücreler sadece "görevlerini" yaparlar. Yargılamazlar, eleştirmezler, tembellik ya da çalışkanlık yapmazlar. Sevinmezler, üzülmezler. Nötrdürler. Benlik ya da kimlikleri yoktur. Egoları bulunmaz. Ama hem herşeyin bilgisine sahiptirler, hem de çok akıllıdırlar. Onlar için kişisel başarı ya da tatmin bir önem taşımaz. Tek hedefleri kendilerinin de aktif bir parçası oldukları "ortak ürün"ün mükemmelliği ve başarısıdır.
Bilirler ki, bu ortak basan için, hepsinin hepsine, her birinin de bir diğerine ihtiyacı vardır. Birinin iyiliği, sağlığı ve başarısı, hepsinin iyiliği, sağlığı ve başarısıdır. Bu nedenle hiç biri görev sınırlarını aşmaz ve diğerinin hakkına el uzatmaz.
Tıpkı beyin hücrelerinin yaptığı gibi.
Beyin Hücrelerinin îşleyişi
Beyin hücreleri kendilerine gelen sinyalleri elektriksel im-pulslara (uyaranlara) çevirerek algılarlar. Daha önce de gördüğümüz gibi, Fourier Analizi'ne benzeyen bir işleyiş sonucunda sinüs frekanslarına dönüştürülen bu enformasyonlar, beyinde
İnsan, Evren ve Hologram 143
holografik bir süreç izleyerek kayda geçerler. Bu arada tek tek hücreler birer mini hologram gibi davranırlar ve yaptıkları kayıtlar minik açılarla birbirlerinden ayrı olur, böylece de karmaşık ve hareketli görüntüleri kavramamız kolaylaşır.
Sinir hücreleri kendilerine ulaşan elektriksel uyaranları, hücre uçlarında ve uzantılarında yer alan bağlantı noktalarında kimyasal bir değişim oluşturarak, bir diğer hücreye aktarırlar. Bu akış içinde hiç bir hücre (ya da hücre grubu) gelen uyarıyı kendinde bloke etmez, duygusal ya da bencilce davranıp onu kendine mâl etmeye çalışmaz. Görevi, gelen uyanyı kendi açı farkını da işin içine katıp, en hızlı ve en eksiksiz bir biçimde bir diğerine aktamıaktır. Böyle olduğunda, gelen enformasyon eksiksiz ve hızlı bir biçimde değerlendirilir ve gerekli yerlere ulaştırılır. Bunun sonucunda ortaya çıkan "ortak ürün" de başarılı ve kaliteli olur: Çok iyi görürüz, çok iyi duyarız, çok iyi tad alırız.
Bir de bunun tersi bir durumu düşünelim: Eğer hücreler ya da herhangi bir hücre, kendisine ulaşan uyaranları ve enformasyonları bir diğerine aktaraıayıp, kendisinde tutacak olursa ne olur? Nitekim eğer bedende herhangi bir nedenle stres honnonlan (adrenalin ve noradralin) devreye girerse, beyindeki sinapslarda (bağlantı ve aktarma bölgeleri) kimyasal geçiş süreci bloke edilir. Gelen sinyal, bir yandaki hücreye geçemez. Sonuç: İyi düşünemeyiz, iyi göremeyiz, iyi hatırlayanlayız, tadım tam anlayamayız. Kısaca, bir hücrenin bencil ve "biriktirmeci" tutumu, bütün hücrelerin etkinliğini zedelemiş, engellemiş ve bozmuş olur. Hepsinin ortak emeği ve katkısıyla oluşan "ortak ürün"leri de bundan son derece olumsuz olarak etkilenir.
Tek bir hücre açısından işe bakarsak, "ne olmuş ki yani?" diye düşünmek mümkündür. Ama işi bütünsel bir perspektiften ele alırsak, yapılan yanlışın ne denli büyük olduğu ve diğerleri-
144 HoHstik Evren Tasarımı
nin emeklerine de olumsuz yönde etki ettiği, yani onlara karşı da haksızlık olduğu ortaya çıkar.
Olayın bir de şu yönü var düşünülmesi gereken: "Ortak ürün" sözkonusu olduğuna göre,.hatalı davranan hücrenin sorumluluğu da, aslında diğer bütün hücrelerin ortak sorumluluğu anlamına gelir. Yani onun böyle yanlış davranmasının nedenini, bütün hücreler kendi aralarında aramak zorundadırlar.
O halde hepsi, bir diğerinin iyiliği, sağlığı, mutluluğu ve iyi çalışması için gayret göstermek zorundadır. Hatta en iyi şekilde verimli olabilmeleri için, birbirlerini sevmeleri bile gereklidir. Başka türlü düşünmeleri ve davranmaları mümkün değildir. Çünkü her birinin varlığı, bir diğerininkiyle bir ağ gibi bağlıdır ve örülmüştür.
Beyin hücrelerinin davranış biçimi, en doğal bir biçimde bizim nasıl davranmamız gerektiğini ortaya koyuyor: "Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için!" Bunun bir sonucu olarak da, günümüzde bir erdem gibi gözüken; bir diğerini sevmek, bencil olmamak, kul hakkı yememek, yalan söylememek, dürüst olmak, diğer insan kardeşlerinin iyiliğini istemek gibi özelliklerin de, tıpkı güneşin doğması ya da yağmurun yağması gibi doğal ve vazgeçilmez unsurlar olduğu ortaya çıkıyor. Evrensel düzen açısından başka türlü davranmamız zaten mümkün değil.
"Peki, neden mi yanlış davranıyoruz?" İnsanı ve evreni gerçek yüzüyle, yani bütünselliği içinde kavrayamadığımız için. Bu sıçramayı yapmayı başarabildiğimizde, insana ve evrene bakış açımız, anlayışımız ve sonra da davranışımız bambaşka bir biçim alacak. Şimdi yeniden Hologram konusuna dönelim ve önce bu konuda öğrenmiş olduklarımızı özetleyelim, sonra da buradan çıkacak felsefî sonuçların neler olduğunu görelim:
İnsan, Evren ve Hologram 145
• Hologram, lazer ışını kullanılarak yapılan üç boyutlu bir görüntü kaydetme yöntemidir.
• Hologram'm temel özelliği, enterferans, yani bir kesişim ve girişim ağı modeli niteliğini taşımasıdır. İki ya da daha çok dalganın birbiri ile kesişmesi sonucunda ortaya çıkar. Göle atılan taşların oluşturduğu kesişen ve girişen dalgalar gibi.
• Işık ve radyo dalgalan da girişim (enterferans) ağı modeli oluşturabilirler (diğer bütün dalga boyu olguları gibi).
» Lazer, koheran (düz bir demet halinde yayılan) bir ışık kaynağı olduğu için, girişim ağı modeli oluşumunda büyük bir kolaylık sağlar.
• Hologramın oluşabilmesi için, bir kaynaktan gelen lazer ışını, bir ayna yardımı ile ikiye ayrılır.
Işının bir tanesi yansıtıcı bir ayna ile hologram plakasının üzerine yansıtılır, diğeri ise görüntülenmek istenen cismin üzerinden yansıyarak, yani onun etrafında dolanıp, onun görüntüsünü alarak hologram plakasının üzerine gelir.
Hologram plakasına bakıldığında, herhangi bir görüntü göze çarpmaz, buruşuk bir ipek kumaşa benzer bir görüntüdür oluşan. (Çünkü kaydedilen şey, o cismin görüntüsü değil, onu ya da görüntüsünü oluşturan, yani temel evrensel yapısını ortaya koyan, frekanslardır.)
• Görüntünün oluşması, kaydın yapıldığı aynı açıdan tutulan ışın kaynağının yardımı ile olur. Böylelikle pozlandırılmış olan plakanın arkasında, kaydedilmiş olan cismin görüntüsü, hem de üç boyutlu olarak çıkar. Bu görüntünün her tarafı nettir ve yandan ya da arkadan bakarak, onun yanını ve arkasını görmek de mümkündür.
146 Holistik Evren Tasarımı
• Hologramın en temel özelliği, kaydın, plakanın tümüne yayılması ve bu nedenle de, plakanın her bir parçasının, uygun ışınla aydınlatıldığında, kaydı yapılan cismin (bütününün) görüntüsünü (netliği azalarak da olsa) aynen verebilmesidir. Yani her birim, bütünün bilgisine sahiptir.
• Aynı plakanın üzerine teorik olarak, açılan birbirlerinden farklı olmak suretiyle, sonsuz sayıda kayıt yapmak mümkündür.
Bütün bu bügilerin ışığında hologram kavramını felsefi bağlamda ele alacak olursak, en can alıcı noktanın şu olduğu ortaya çıkar: Üzerine herhangi bir görüntü kaydedilmiş olan hologram plakası, ne kadar küçük parçalara aynlırsa-aynlsm, bu küçük parçalara uygun açıdan bir lazer ışını gönderildiğinde, plakaya kaydedilen görüntünün tamamını yeniden elde edebiliriz. Yani her birim, bütünün bilgisini ve benzerliğini kendi bünyesinde korumakta ve saklamaktadır. İşte bu can alıcı noktanın farkına varmak, bizi oldukça ilgi çekici sonuçlara ulaştırmaktadır.
İnsandaki algılama sisteminin, frekans analizörü (çözümleyicisi) gibi davranan hücreler tarafından oluşturulduğunu ve bu hücrelerin birer mini hologram gibi davrandıklarını görmüştük. Beyin, bu sayısız mini hologramın yarattığı dalgaların girişim ve kesişimlerinden oluşan dev bir hologram gibidir. Hafıza kayıtlan holografiktir. Bu kayıtlar, daha sonra benzer dalga boylarında gelen frekanslara tepki göstererek, hatırlama olayının gerçekleşmesini sağlarlar. David Bohm, evrenin de holografik biçimde davrandığını ileri sürmektedir. Görünen ve yaşayan düzenin ardında, zaman ve uzaydan bağımsız olan bir yapı ya da bir düzen vardır. Geçmiş, şimdi ve gelecek, bu holografik düzende bir arada bulunmaktadır.
İnsandan da öteye, "evren de holografik biçimde organize olmuştur" dediğimizde, buradan çok önemli dört sonuç çıkar:
İnsan, Evren ve Hologram 147
1. HER CANLI YA DA FARKLILAŞTIRILMIŞ HER CİSİM, AYNİ BÜTÜNÜN PARÇALARIDIR
Hologram plakasına yapılan kayıt, plakanın tümüne yayılır. Dolayısı ile en küçük bir parçası bile, bütünün bilgisinin tümüne sahiptir ve o bütünü aynen yansıtma potansiyelini içinde taşır. Bu nedenle varolan herşey ve tüm evren, aynı bütünün parçalandır ve birbirinin kardeşidir. Her biri evrenin bilgilerinin tümünü içinde taşır. Ama "tam" ve "mükemmel" bir "görüntü" için hepsi birbirine muhtaçtır.
David Bohm, EPR Paradoksu'nu yorumlarken, yapılan temel bir hataya işaret etmişti. Burada "birbirinden ayn" iki parçacık üzerinde ölçüm yapıldığı ileri sürülüyordu. Oysa Bohm, bu par-çacıklann birbirlerinden ayn olmadıklarını, aynı bütünlüğün bizim bakış açımıza göre ayn gibi duran iki bölünmez parçası olduklannı düşünüyordu. Bunlar aynı bedenin birbiriyle içten i-çe örülü iki farklı yansımasıydı sadece.
Einstein İzafiyet Teorisi'nde zamanın ve mekânın birbirlerinden ayrı değerler olarak ele alınamayacağını, işin içine gözlemciyi de katınca, bunlan dört boyutlu bir bütünlük ve sürekliliğin parçaları olarak değerlendirmek gerektiğini dile getirmişti. Bohm burada bir adım daha atıyor ve evrendeki herşeyin bir ve aynı bütünlüğün parçası olduğunu söylüyordu.
Her varedilmiş olan, içinden çıktığı o ana planın ve bütünlüğün bütün özelliklerini, hatta özünü (değişik biçimler ve oranlarda) içinde taşır. Evrenin ana bilgi yığını, bütün canlılara dağılmış durumdadır. Bu özü içlerinde taşıyan ve saklayan canlılar, o ana bilgi kaynağına yaklaştıkça, özleri daha net olarak belirir.
İnsan hiçbir şeyi yoktan var edemez. Bizler ancak, evrende varolan o ana bilgi plakasının dalga boylanyla ilişkiye gire-
148 Holistik Evren Tasarımı
bilirsek o frekansın imkânlarından yararlanarak, gerçekleri "keşfedebiliriz". Bu emek ve çalışmanın sonucunda liyâkat olarak elde ettiğimiz şey, ana kaynağa daha çok benzemektedir. Yani ana hologram plakasının çok küçük parçalan olan biz canlılara tutulan ışığın doğurduğu görüntü, ana görüntüye ne kadar "net" olarak benzerse, o parça o kadar "değerlidir" diyebilirz.
Gözlerimizi yeniden bilime çevirelim: "Sonunda Einstein, "Birleştirilmiş Alan Teorisi"ni ileri sürdü. Bu büyük açıdan bakıldığında, ayn kalan son iki kuvvetin (yerçekimi ile elektromanyetik kuvvet) birbirinden ayrılamayacağı ortaya çıkar. Artık tüm evren "bir temel alan gibi" görünür. Orada her yıldız, her atom ve galaksiler, "temelde bulunan uzay-zaman birliği"nin içinde bir dalgacık ya da kabarcık gibidir."43
"Temel alan" kavramının Doğu'nun "Değişimler Kitabı"ın-daki açıklaması şöyledir: Temel olandan (Taegug) olumluluk ve olumsuzluk (Yin ve Yang) oluşmuştur. Bir Yang ve bir Yin'in birleşmesi ise, "Tao" olarak tanımlanır. Ve Tao bir "söz"dür.44
Bu kavrama ilişkin olarak Yuhanna İncili'nde: "Başlangıçta kelâm Allah idi. Herşey O'nunla oldu ve olmuş olanlardan hiçbir şey O'nsuz olmadı." (1:1-3) denir.45
Şeyh Bedrettin ise, çağdaş bilimsel dilde "temelde bulunan uzay-zaman birliği" olarak adlandınlan gerçeği: "Evrende Tan-rı'dan başka birşey yoktur" diyerek anlatmış uzun yıllar önce. Bilim şöyle ekliyor: "Böylece doğanın görünüşteki kannaşıklı-ğmın yerini, derindeki birlik alır." Şimdi de yine Şeyh Bedrettin: "Farklılık ancak dolayısı iledir ve kavramlardadır. Çokluk, hayallerden başka bir şey değildir. Belirdiği yerlerin sayıca çok olması ile, Tanrı'nın da çok sayıda olması gerekmez. Her yerde ve her şeyde görünen aslında birdir ve aynı şeydir."46
İnsan, Evren ve Hologram 149
2. BÜTÜN BİLGİLER HER AN VE HER YERDEDİR
Evrende varolan her türlü bilgi (mikro ve makro boyutta) her an ve her yerdedir. Hatta insanın her zerresinde yer alır, ona "şah damanndan bile daha yakındır." Yeter ki onu görecek "göz", "nasip" ya da "görev için gerekli liyâkat" mevcut olsun.
Hologram plakasında görüntü plakanın tümüne dağılmıştır, bu nedenle "her yerdedir". Yapılan işlem, gözle görülen özelliklerin değil, o görüntüyü oluşturan frekansların kaydıdır. Holografik düzende zaman ve mekân bulunmaz. İşte bu nedenle bilgiler hem "her yerde", hem de "her zaman" mevcutturlar.
Eğer evren holografik biçimde düzenlenmişse, uzay-zaman koordinatlanran ötesine geçilmiş olmaktadır. Böyle bir planda geçmiş-şimdi ve gelecek aynı yerde, aynı anda bulunmaktadır. Ayrıca ana hologram plakasında yer alan her şey, plakanın bütün zerrelerine (tüm varedilmişlere) kadar yayılmış demektir. Uzay ve zamandan bağımsız olarak, her birim her türlü evren bilgisini her an alabilir ya da içinde hissedebilir, mistik olarak yaşayabilir. Ama bu ana bilgiden yararlanabilmek, kişilerin ruhsal olgunluk derecelerine ve de çok çalışmalanna, kendilerini geliştirmelerine bağlıdır. Kısaca, evren denen bu okyanustan herkes ancak kendi kabının büyüklüğü kadar su alabilir.
Kuantum Teorisi'nin en ilginç özelliklerinden bir tanesi de, kuantlann yerlerinin kendi düzenekleri içindeki mekânda belli olmaması, yani "non lokal" (yeri belli olmama) konusudur. Bu özellik, kuantlann önceden bilinemeyen bir şekilde, elektron okyanusunun herhangi bir yerinde ve zamanında ortaya çıkmaları ile kendini gösterir.
Atomaltı düzeyde, herhangi bir parçacığı evrenin tamamından koparmak adeta imkânsızdır. Parçacıklar bize birbirlerinden ayn düşmüş gibi gözükseler bile, onlar lokal olmayan bağıntılar
150 Holistik Evren Tasarımı
tarafından birleştirilmişlerdir. Herhangi bir parçacığın davranışı, sistemin bütünü tarafından belirlenmiştir. Kısaca "bütün bilgiler her an ve her yerdedir" diyebiliriz.
Bu bilgilerin ışığında, bize anlaşılmaz gibi gelen birçok şeyi açıklamak da mümkün olmaktadır. Örneğin, telepati, önceden bilme, uzağı görme, falcılık ve benzeri olaylar, aslında var olan ve her an kullanıma açık bulunan hologram plakasına kayıtlı bilgileri "başka bir gözle" görebilme yeteneğine dayanır. Paranor-mal fonksiyonlar, "bilginin başka türlü değerlendirilmesi"nden başka birşey değildir. Çünkü bütün bilgiler, zaman ve uzaydan bağımsız olarak, "her an ve her yerde"dir.
Burada sözü yine bilime vermek istiyoruz: "Açığa çıkan bağlantıların ışığında, yerçekimi kuvvetiyle elektromanyetik kuvvet, madde ile enerji, elektrik kuvvetiyle elektrik alan ve uzay ile zaman arasındaki ayırımlar yiter. Bunların tümü Einstein'in "evren" olarak belirttiği dört boyutlu süreklilikte erirler. Böylece insanoğlunun yaşadığı dünya konusundaki bütün algılan ile gerçek konusundaki soyut sezgileri bir olur, evrenin derinliğindeki temel birlik açığa çıkar."47
İhsan, Evren ve Hologram 151
3. VAREDÎLMÎŞ HER BİRİM BÜTÜN EVREN BİLGİSİNE SAHİPTİR
Her insan, hatta her atom ya da her zerre, kendi başına bütün evren bilgisine sahiptir. Ancak bu bilgi kodlarının, o cismin içinde bulunduğu görev alanının gerektirdiği kadarı açıktır.
Hologram plakasına teorik olarak, açılan farklı olmak üzere, sonsuz sayıda (yani, tüm bilgileri içeren) kayıt yapmak mümkündür. İnsan beyni de holografik işleyişe uygun olarak organize edilmiş olduğu için, aynı özelliğe sahiptir.
Oraya da sonsuz sayıda kayıt yapmak ve bilgi depolamak mümkün olabilir. Ayrıca yapılan kayıtlann hologram plakasının tamamına yayılması nedeniyle, her birim, bütünün bilgisine sahip olma şansını da elde etmektedir.
Kuantum Fiziği'nde atomaltı birimlerin ne zaman ve nerede bulunacaklan belli değildir. Onlann ancak bir olasılık bulutunun içinde "bir yerlerde" olabileceklerini söyleyebiliriz. Bu olasılık bulutu aslında atomaltı birimin ya da kuantın bütün varoluş biçimlerini kapsar. Yani bir potansiyel olarak, tıpkı hologram plakasında olduğu gibi, kâinatın bütün bilgileri bu olasılık bulutunun içinde mevcuttur.
Herhangi bir gözlemci o kuant üzerinde bir gözlem yapana ya da onu algılayana dek, olasılık bulutu bütün bilgilere sahiptir. Gözlemci onun herhangi bir yönünü gözlemlediği anda ise, gözlemlenen özellik suret bulur, boyut kazanır, sonlu ve canlı hale gelir. Diğer bütün olasılıklar ise "ölürler", daha doğrusu kuantum düzeyinde varlıklannı sürdürmeye devam ederler. Ku-antumda bu olaya "dalga çökmesi" adı verilir. Bunu en iyi anlatan ve en çok tanınan örnek "Schrödinger'in Kedisi" adıyla ün kazanmıştır.48
152 Holistik Evren Tasarımı
Tanınmış Kuantum fizikçisi Envin Schrödinger'in ortaya attığı bu teorik örnekte, bir kutu içine yerleştirilmiş bir kediden söz edilmektedir. Kedinin bulunduğu kurunun ağzı sıkıca kapalıdır ve kutunun içinde de otomatik olarak işleyen radyoaktif bir düzenek vardır. Bu düzeneğin kolu sağa dönecek olursa, odaya zehir yayılmakta, sola dönecek olursa da, kediye yemesi için yiyecek çıkmaktadır. Buradaki soru şudur: "Radyoaktif süreç işlerliğe girince, acaba kol ne tarafa doğru hareket edecektir?"
Kutu açılmadığı zaman, kedinin hem ölü, hem de canlı olduğu varsayılabilir. Yani her iki "karşıt" durum da aynı anda ve birlikte vardır. Ama kutunun kapağını açıp, içine bakan bir gözlemci işin içine karışınca, tek bir olasılık gerçeklik kazanır: "Kedi ya ölüdür ya da diri."49
İnsan, Evren ve Hologram 153
4. EVREN, ANCAK TEK TEK ALGE.ANMALAR SONUCUNDA CANLANIR
David Bohm, kuantların bir gözlemci tarafından gözlemlenmeden önce dalgaboyu biçiminde varolduklarını, ancak gözlemlendikten sonra parçacık biçimini alarak üç boyutlu maddf âlemi meydana getirdiklerini savunmaktadır.
Fizikçi Nick Herbert ise, bu konuda ilginç bir benzetme yapıyor: Perdeyi kaldırıp da kuantlar potansiyeli denizine her bakışımızda, o an gördüğümüz herşey donar ve boyut kazanarak dünya planını oluşturur. Tıpkı Kral Midas'ın elini sürdüğü her-şeyin "altına" dönüşmesi gibi. Eğer bir gözlemci yoksa, enerji denizi salınımına devam eder, akışını ve varlığını sürdürür. Bildiğimiz üç boyutlu evren ise, algılanmalar yoluyla belli bir yoğunluk, yani boyut kazanır, canlanır ve aynı anda da sonlu, yani ölümlü hale gelir.
Evren bütünden ayrılıp, tek tek cisimler ve nesneler olarak belirebilmek, bedenlenebilmek, varolmaya başlamak, kısaca "görülebilir" olabilmek ya da "suret âlemi"ne geçebilmek için algılanmak ve farklılaştınlmak zorundadır. Nesneler veya bilgiler dünyası, bizlerin algılamaları ile farklılaşmakta, dışlaşmakta, biçim bulup, canlanmaktadır. Yani evrende bir bütünlük, bir ana plan ve süreklilik söz konusudur. Bizler, ancak o çok katlı ana planın dalgaboylanyla bir rezonansa ve bir paralelliğe girdiğimiz oranda, o frekansın bilgilerini cisimleştiriyor, buluyor ve kendimize mâl edebiliyoruz. Böylelikle de, evrenin bazı "sırla-rı"nı çözebilmekteyiz.
Nitekim ünlü Batılı bilim adamları da, bu gerçeğin farkına varmış ve "farklılaştınlmış süreklilik" kavramını dile getirmişlerdir. Bakın Einstein ne diyor: "Yerçekimi, elektromanyetik kuvvet, enerji, akım, moment ve nötron gibi kavramlar, bunların
154 Holistik Evren Tasarımı
tümü, "her şeyin temelinde bulunduğu sezilen nesnel (objektif) gerçeği" açıklayabilmek için insan zihninin kurduğu teorik yapılar, benzetmeler ve sembollerden başka bir şey değildir."50
Bir de aynı konuda yüzyıllar önce sezilmiş ve söylenmiş olanlara bakalım: "Herşeyin temelinde bulunmak" olgusunu Şeyh Bedrettin'den dinleyelim: "Salt (mutlak) varlık, bütün erdemlerle donatılmış bulunması bakımından "Tanrı" adını aldı."51
"Sezilen nesnel gerçek" oluşu da Krishna açıklasın bize: "Her yerdedir O. Heptir O. Gözle görülemez, akılla bilinemez ve değiştirilemez. Solmazdır, ıslanmazdır O. Yanmaz, yaralan-mazdır O. Değişmezdir, tükenmezdir."
Yine Batı bilimine dönelim:
"Bilimin ilk yaptığı, doğadaki çok çeşitli maddeleri 90 kadar doğal elemente indirmesiydi. Sonra bu elementler birkaç temel parçacık oldu. Ayrıca dünyadaki çeşitli kuvvetlerin her biri, elektromanyetik kuvvetin değişik görünümleri (farklı dalgaboyu ve frekansta olan elektromanyetik dalgalar) olarak bilindi. Evrenin özellikleri de birkaç temel nicelik halinde ayrıldı: Uzay, zaman, madde ve enerji. Sonra Einstein geldi. Madde ile enerjinin eşdeğerliliğini "Özel İzafiyet Teorisi" ile gösterdi".52
Yüzyılımızın tanınmış kuramcılarından olan Northrop, bu "bölünemezliği" bakın nasıl anlatıyor: "Farklılaştınlmamış süreklilik, doğrudan duyumlanan (algılanan) bütün farklılaşmaların (varedilmişlerin) içinden çıktığı ilk sürekliliktir. Bu, bütün farklılaştınlmış olguları (varedilmişleri) kapsamaktadır. O, bölünemez ve değiştirilemez olandır. Aynca Konfüçyus düşüncesindeki Jen, Taoizm'deki Tao, Buddhizm'deki Nirvana, Hindu-izm'deki Atman, Brahman ya da Çit'tir. Mistiklerin "Kutsal Hiçlik" ya da "Çok Katlı Sonsuzluk" diye adlandırdıklarıdır."53
İnsan, Evren ve Hologram 155
Farklılaştınlmamış süreklilik kavramının, tasavvuftaki karşılığı ise, "kesrette vahdet (çokluktaki birlik)"tir,
Bütün bu anlatılanlardan sonra, Einstein'ın dediği gibi "bütün algılar" ile "soyut sezgiler" bir olurlar. Bu, insanlığın geldiği ilginç bir aşamadır. Başlangıcından beri birbirine karşıt gibi duran pozitif bilim ile sosyal bilimler ve akıl ile gönül, ilk kez aynı noktada buluşmuş gibidirler.
Nitekim tarihe baktığımızda, birçok konuda sezginin, bilimin önünde gittiğini görüyoruz. Buddha: "Ruh (sezgi) hep önde gidendir, madde (akıl ya da beyinsel işleyiş) onu yakalayıp, dünyaya çekmeye çalışır" demişti. 16. Yüzyıl'da ülkemizde yaşayan bir halk ozanı olan Muhiddin Abdal da: "Muhiddinem, dervi-şem / Halk yoluna girmişem, / Onsekizbin âlemi / Bir zerrede gönnüşem" diyor ve bilim burada sözü edilen bilgilere ancak yüzyülar sonra varabiliyor. Gerçeğe varmada felsefe bilimden, şiir ve sezgi de felsefeden önde geliyor.54 Şimdilerde bilimin geldiği aşama ve evrenin holografik kavranışı, artık sezginin bilimi, bilimin de sezgiyi dışlamadan hareket etmesine yol açacak gibi görünüyor.
İnsana, hayatta birçok şey anlaşılamaz, garip ve bilinemez gibi gelir. Oysa bu, inşânın duygularının ve algılarının zayıflığından doğmaktadır. Aynca, yine insanın kendi eseri olan bilimin ve onun getirdiği açıklamalann yetersizliği de buna eklenir. Yoksa, bütün olup bitenler anlamlıdır. Hepsinin bir nedeni ya da gerekliliği vardır. Evrende dengesizlik, adaletsizlik ve hata yoktur. Önemli olan, bu güzellikleri ve adaleti kavrayabilecek ve de onlara uyum gösterecek olgunluğa erişebilmektir.
Holistik Evren Ta.
1. Her canlı ya da farkhlaştmlmış her cisim, aynı bütünün parçalandır. Çünkü hologram plakasına yapılan kayıt, plakanın tümüne yayılır. Her birim, bütünün bilgisini içinde barındırır.
2. Bütün bilgiler her an ve her yerdedir. Hologram plakasına cismin görüntüsü değil, onu oluşturan frekanslar kaydedilir ve bu düzlemde zaman ve mekân yer almaz. Bu nedenle bilgilerde "heran" ve "heryerde"dirler.
3. Varedilmiş her birim, bütün evren bilgisine sahiptir. Hologram plakasına (teorik olarak) sonsuz sayıda kayıt yapılabilir. Yani varolan tüm bilgileri ona yüklemek mümkündür. Plakanın her birimi de bütünün bilgilerini içerdiği için, birimler bütün evren bilgisine sahiptirler.
4. Evren ancak tek tek algılanmalar sonucunda canlanır. Hologram plakasına yapılmış olan sonsuz sayıdaki kayıttan, yalnızca kendi kayıt açısına uygun ışın alan kayıt, canlanır, boyut ve görüntü kazanır. Diğer kayıtlar ise "gizli" olarak potansiyel varlıklarını sürdürürler.
5. BÖLÜM.
-Yeni Bîr Düşünce Yapısı Kurmak
•İ
ıııiııı
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 159
Şimdiye kadar çok değişik bilgilerle karşılaştık. Ne insanın, ne de dünyanın ve giderek evrenin, bizim algılayıp, zannettiğimiz gibi olmadığını farklı anlatım biçimleri çerçevesinde gönrıüş ve de bilimsel olarak anlamış bulunuyoruz. Zaten insanlığın bunca yıldır içten içe ve son dönemlerde de artık bağırarak aradığı birlik, beraberlik, barış, kardeşlik, huzur ve mutluluk, kısaca "Altın Çağ" bu yanlış insan ve evren anlayışı nedeniyle gerçekleşemedi ya. Bu anlayış değişikliğini başaramadığımız sürece de, durum değişmeyecek.
Herşey çok ümitsiz gibi gözükmekle beraber, alttan gelen çok büyük bir bilinç yükselmesini ve değişimini gözlemlemek mümkün. Nitekim düşünsel açıdan çok ağır birçok konu, artık günlük sohbetlerde dile geliyor. "Enel Hak" diyen Hallac-ı Mansur'un asıldığı, Yunus Emre'nin doğru bilgiye varmak için 40 yıl dergâha düz odun taşıdığı dönemlere göre oldukça farklı bir durumda bulunuyoruz.
Artık birçok "yüce gerçek" ya da "evrenin idare ediliş sırları" günlük konuşma dilimize girdi, bazı şeyleri "sen bensin, ben de sen" ya da "ben O'yum" gibi rahatlıkla telâffuz ediyoruz. Uzaylılar, reenkarnasyon, ölümden sonraki hayat gibi konular hiç kimse tarafından "hadi canım sen de" şeklinde yaklaşımlarla reddedilmiyor.
Hologram konusu da bunlardan birisi. İzafiyet Teorisi ve Ku-antum Fiziği'nin açtığı yoldan giden Hologram Kuramı "Evrensel Bütünsellik 01gusu"nun anlaşılması ve kavranılması konusunda oluşturduğu sayısız imkânlar sayesinde, bizlerin "Bütünsellik" yaklaşımında önemli bir yol almamızı sağlamıştır.
160 Halistik Evren Tasarımı
Şimdi sıra, buraya kadar bütün öğrenmiş olduklarımızdan nasıl yararlanabileceğimiz konusuna gelmiş bulunuyor.
Şöyle sorabilirsiniz: "Bir çok şaşırtıcı bilgi edindik ve yepyeni şeylerle karşılaştık. Şaşırdık. Bir yandan da eski bilgi, inanç ve alışkanlıklarımızın yıkılması karşısında, nasıl davranıp, neye göre yaşayacağımızı bilemez olduk. Düşüncemizi yeniden nasıl kuracağız?" Ya da olaya şu pratik açıdan bakabilirsiniz: "Bunca öğrenilenin bana pratikteki yaran nedir? Hayatımda neleri değiştirecek, nasıl değiştirecek, kısaca, ne işime yarayacak?"
Evet, konunun en önemli yanı da burası zaten. Bütün söylenenler ve öğrenilenler, birey olarak bize, toplum olarak da hepimize, yeni bir bakış, farklı bir anlayış ve bir değişim imkânı yaratmazsa, teorik bir model olarak kalır. Hoş bir zihinsel spekülasyon şeklinde raftaki kitaplıkta yerini alır. Bu da iyidir. İnsanın ufkunun açılması ve değişik açılımlar yaparak daha zengin bir beyinsel potansiyele ulaşması yararlı bir durumdur.
Ancak bu, bizim için yeterli değil. Elinizdeki kitabı yazmaktaki hedef ve amacımız da bu kadar dar olamaz zaten. Biz, bir değişimi amaçlıyoruz, insana, büyük bir dönüşümü gerçekleştirip, tarihî bir sıçrama yaptırmanın yollarını anlatmaya çalışıyoruz. Aklını, düşüncesini ve davranışlarını "başka" ya da "farklı" bir biçimde kurması gerektiğini, yoksa topyekün bir "yokolma" tehlikesinin eşiğinde bulunduğunu dile getiriyoruz. Yanlış düşünüp, yanlış yaşaması nedeniyle dünyayı bugünkü haline getiren insan, böyle yapmaya devam ederse, bütün doğal dengeleri bozacak, kendisi de bencillikler, düşmanlıklar ve savaşlar arasında ezilmeye devam edecek. Yani bir yandan doğa ve dünya, öte yandan da insan, tahrip olmaya ve yok olmaya doğru gidiyorlar.
Kurtuluş yok mu? Var, hem de bunun yolu çok basit. Çünkü çözüm herkesin içinde ve elinde. Ama önemli olan, bu çareyi ya
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 161
da çözümü farkedebilmek. İnsanların olduğu gibi, dünyanın ve evrenin de bir kaderi var. Aynca dünya ve insan, evrende tek başına ve yalnız değil. Bir takım plan ve sistemlerin içinde bir yere sahip. Bu nedenle kendi başına buyruk ve terkedilmiş olması söz konusu değil. Yani kendisini ve sistemi bozması ya da yok etmesi imkânına veya iznine sahip değil.
Yeni Çağın Bilinci
Bizim "Yeni Çağın Bilinci" ya da "Holistik (Bütüncül) Evren Tasannu" adını verdiğimiz anlayış ve düşünce biçimi daha önce de sık sık tekrarladığımız gibi, yeni bulunmuş bir şey değil. İnsanlık varolduğundan beri bu bilgiler çok çeşitli biçim, form ve dillerde, değişik kaynaklardan insanlara anlatılmaya devam edilmiş. Ancak o dönemlerde bu gibi bilgiler insanlığın bilinci genel olarak daha düşük düzeylerde bulunduğu için, bireysel ya da lokal ve bölgesel olarak veriliyordu. Belli gruplara, kişilere, bireysel olarak belli bir eğitimden geçmiş olanlara, belirli bir ruhsal olgunluğa ve kapasiteye ulaşanlara aktanlıyordu. Bu nedenle gizli, mistik ve gizemli bir özellik taşıyordu. Zikirler, namazlar, yoga ya da meditasyon gibi teknikler ve deneyimlerle kendini geliştiren kişiler bu bilgilerle buluşturuluyordu. Zaten evrenin idare ediliş bilgilerini başka ve sıradan insanlann anlamaları da mümkün olamıyordu.
Ama artık dumm değişti. Belki de kimilerinin iddia ettikleri gibi "âhir zaman" geldi ve insanlık soyunun toptan biçim değiştireceği "kıyamet" dönemi yaklaşıyor. Kesin olan şu ki, görüntüdeki bunca olumsuzluğa rağmen, insanlık bilinci son derece duyarlı ve gelişmiş bir durumda.
Bu nedenlerden dolayı, bilgi, herkese ulaşmak zorunda. Hem. de; her zaman, her yerde ve herkes için geçerli olacak bir biçimde, yani "bilimsel dille" aktarılmak ve herkese eşit olarak veril •
162 Holistik Evren Tasarımı
mek zorunluluğu var. Ondan sonra hiç kimse çıkıp da: "Benim bunlardan haberim yoktu" ya da "bana bu bilgiler iletilmedi" veya "ben bütün ömrümce namaz kıldım, zikir yaptım, ama hiç bir zaman böylesi "derin" bilgilerle karşılaşmadım" diyerek işin içinden sıynlamayacak. Herkes eşit sorumluluğa sahip olacak ve "hesap günü geldiğinde" herkes evrenin bütün bilgi ve imkânlarından eşit olarak pay almış bulunacak.
Bunun yolu da, evrensel bütünsellik olgusunun herkesin anlayacağı ve herkese eşit şans ya da imkân veren bilimsel bir yolla anlatılıp, açıklanmasından geçiyor.
Bilimsel verileri sizlere aktarırken, kendi yorumlarımızı da işin içine kattık. Bunun böyle olması kaçınılmazdı ve bu olmasa, böyle bir kitabı yazmaya gerek kalmazdı. Önemli sonuçlara vardık, iddialı yaklaşımlar yaptık. Ancak bütün bunları kişisel bir performans olarak değerlendirmek yanlış olur. Anlatılanlan "dipten gelen bir itmenin dışa vurumlan" ya da "kaynayan bir suyun, üzerine çıkan kabarcıkları" şeklinde ele almak daha doğrudur. Bizler sadece bu gerçekleri sizlere aktarma görevini üstlenmiş bulunuyoruz, fazlasını değil.
Yeni Bir İhsan, Yeni Bir Toplum, Yeni Bir Dünya
Sunuş Bölümü'nde: "Size, vaadedilen cennetin anahtarlarını veriyoruz" demiştik. Doğru da bu. İnsanların en büyük, özlemleri olan birlik, beraberlik, sevgi, saygı, mutluluk ve huzur gibi kavramların içi boş kalmazsa, bunlara nasıl ulaşılacağı bilinirse, neleri değiştirmek, neleri başka türlü değerlendirmek gerektiği ortaya çıkarsa, "cennete" ulaşmak hiç de zor değildir. Geçtiğimiz bölümlerde verdiğimiz bazı örnekleri yeniden hatırlamanın yeri geldi. Hani: "Komşum açken, ben tok olsam bana ne?", "yalan söylerim, kul hakkı da yerim, bunun da bana bir zararı dokunmaz" şeklindeki düşünmenin insanın günlük doğasına daha
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 163
uygun olduğunu söylemiştik. Eğer hepimiz birbirimizden ayrı cisimlersek, sen orada, ben de buradaysam, "senden bana ne?" diye düşünmem gayet doğaldır. Ama öte yandan bütün bilgiler: "Bu yanlış, böyle yapma!" diyor. Haydi, gel de çık işin içinden.
Bu sorunu aşmak için de, evreni bir insan bedeni, tek tek insanları da o bedendeki hücreler olarak ele almış, davranış örneği olarak da, beyin hücrelerinin "ortak ürün" temelli davranışlarıyla birbirleriyle nasıl yardımlaştıklarını incelemiştik.
Olaya bu açıdan bakınca, herşey bambaşka bir biçim alıyor ve çok farklı şeyler düşünmeye başlıyoruz.
O zaman anlıyoruz ki, biz ancak diğer bütün canlılar "iyi" olduğu zaman "iyi" olabiliriz. Tek başına bir nota olarak sesimiz ve değerimiz yoktur. Ancak insanlık ve evren senfonisi içinde kendi notamızı seslendirdiğimizde bir değerimiz olur. Bu değer hem senfoniyi zenginleştirir, bütünler ve tamamlar, hem de bir birey olarak bizim kişisel potansiyelimizi en üst düzeyde kullanmamızı, yani "görevimizi yapmamızı" sağlar.
Dünyaya "ortak ürün" perspektifli bir bakışla yaklaşmamız gerekir. O zaman anlarız ki, bizim bir diğerimizi ve herşeyi sevmemiz bir erdem değil, bir zorunluluk. Aynı şekilde bütün "iyi" huylar; yardımseverlik, cömertlik, fedakârlık, dürüstlük, namusluluk gibi bütün bu "dünyasal erdemler" son derece noraıal ve basit. Zaten başka türlü olmasını düşünmenin mümkün olmadığını biliyoruz. Bunlar son derece "doğal". Tıpkı bir yağmurun yağması ve güneşin hergün doğması gibi. Ama bunlar kendiliğinden ve otomatik olarak gerçekleştikleri için, bize normal ve sıradan geliyor.
Önce taşları yerine oturtalım: Dünyayı ve insanları kendi dışımızda varolan birimler olarak ele aldığımızda, karşımıza şöyle bir durum çıkıyor: Diğer insanlar bizim için "yabancı" (bu ne-
164 Halistik Evren Taşanını
denle de onlara karşı olan duygumuz; ilgisizlik, yaklaşımımız ise; umursamazlık), "rakip" (bu nedenle de onlara karşı olan duygumuz; kıskançlık, yaklaşımımız ise; yenme duygusu ve her türlü yenilgilerinden haz almak) ve "düşman" (bu nedenle onlara karşı olan duygumuz; korku, yaklaşımımız ise; nefret dolu olmak, kaçmak, kendi kabuğumuza çekilmek, benlik zırhım kuşanmak) dırlar.
Aldatmanın, kandırmanın, yalanın, iftiranın, kul hakkı yemenin gerisindeki tek faktör; bunları başkalarının (ya da hiç kimsenin) görmüyor, bilmiyor ve duymuyor olduklarına inanmaktır. Oysa bu inanç, tamamen yanlış. Evrende varolan bütün öğeler, birbirleriyle ilişki ve iletişim içindeler. Aslında birbirinden ayrı birimler de yok, hepimiz aynı bütünün parçalarıyız. Herşey ve herkes herşeyden haberdar. Hepsinden de öte, biz bu durumun farkındayız, aklımız ve vicdanımızla. O halde, gizlendiğini sanmak ya da kimse farketmeden bir takım "dolaplar çevirmek" nasıl olacak? Kendimizi daha fazla aldatmayalım lütfen!
İşte bu yaklaşım, insanlık tarihinin bugün içinde bulunduğu durumu çok güzel bir şekilde açıklıyor. Aynı anda, bunun değişmesi ve dünyanın bir "cennet" olması için nelerin yapılması gerektiği de çok açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Şimdi yeni bir dünya ve yeni bir insanın yapısının nasıl olması gerektiği konusunu bazı genel başlıklar altında incelemenin zamanı geldi.
Ekonomi
Holistik Evren Tasarımı açısından baktığımızda, günümüzde geçerliliği olan bütün ekonomik sistemlerin yanlış ve insana ters oldukları ortaya çıkmaktadır. Daha önce de bahsetmiş olduğumuz gibi, birbirini yabancı, rakip ve düşman gören, bu nedenle de herşeye "bencilleştiren" bir gözlükle bakan ve korunmak için "benlik zırhının" içine gizlenen bir insan anlayışının doğru bir
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 165
sistem üretebilmesi mümkün değildir.
Ekonomi konusunda söyleyip, yazılabilecek çok şeyler var. Ancak bu kadar ayrıntı ve detay bu kitabın konusunu aşacağı için, biz, sadece belirli ipuçlarını ve farklı bakış açılarını aktarmakla yetineceğiz.1
Herhangi bir konuyu ele alırken, aklımıza hep aynı şeyi getirmemiz gerekiyor: İnsan bedenindeki hücreleri, onlann birbirleriyle olan ilişkilerini ve davranış biçimlerini. Ekonomi konusu da aynı temel mantığın üzerine inşa edilmek zorunda.
İnsanlar kendilerini önemli kılmak ve yaptıkları işi de dünyanın en ciddf konusuymuş haline getirmek için ellerinden geleni yaparlar. Konulan karmaşıklaştınr, durumları bir felâket senaryosu haline getirirler. Sonra bir takım sanal rakipler ve düşmanlar yaratarak, onlarla boğuşur ve kendilerini kahraman gibi hissederler. Bu politikada da böyledir, ekonomide de, tıpta da.
Aslında herşeyi çok basit bir yolla, dostça, ortak ürünü gözö-nünde tutarak ve yardımlaşma yaparak halletmek mümkün. Yeter ki niyet bu yönde olsun ve diğerlerini düşman gibi görüp, onlardan nefret etmeyelim ve korkmayalım.
"Piyasa tepki verdi... Döviz arttı, faizler düştü..." Son zamanlarda herkes "mecburen" piyasa uzmanı oldu. Çünkü "piyasalar" en sıradan vatandaşın bile cebini ilgilendiren bir hal almış bulunuyor. Bu yalnızca ülkemizde değil, bütün dünyada böyle. "Globalleşen" bir dünyada amaç, daha fazla egemenlik sağlamak ve daha fazla kişiyi ezmek.
Örneğin borsa olgusu. Borsanın çok temel bir kuralı vardır: "Birinin kazanabilmesi için, mutlaka bir diğerinin kaybetmesi gerekir!" Daha en baştan, insanın bütünsel varlığına ters ve yanlış bir yaklaşım.
166 Holistik Evren Taşanım
"Piyasa oyuncuları, Hazine'nin verdiği faizi beğenmediler..." Yahu kim bu oyuncular? Sen, ben, falanca bankanın Genel Müdürü, hatta memur emeklisi Haydar Amca. Biz, sanal bir ortamda birbirimize rakip ve düşman olup, çekişeceğimiz yerde, birlikte oturup hem kendi yararımız, hem de içinde bulunduğumuz (aynı geminin) ülkenin çıkarları doğrultusunda bir karar alamaz mıyız?
Sanal bir piyasa ve sanal düşmanlar, sanal rakipler yaratmak ve onlarla boğuşarak, kendinin "adam" olduğunu hissetmek, yine hep aynı yanlış anlayıştan kaynaklanıyor.
Bu yanlış ve yetersiz insan (ve dünya) yaklaşımı, ekonomi bilimine de damgasını vunnuş. Bize İktisat Fakültesi'nde "serbest rekabet" ve "piyasa ekonomisi" konularında şöyle öğretilmişti: "Herkes kendi yararı doğrultusunda hareket eder ve böyle olduğunda da "görünmez bir el" piyasayı dengeler. Bu da toplumun yararına olur, fiyatlar artmaz, herşey kendi dengesine gelir."
Bunun tıpkı demokrasinin en iyi idare şekli olduğunu iddia etmek gibi, komik ve saçma olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Bürokrasi ve mega devletin çarklıları arasında ezilen ve manipulasyondan manipulasyona sürüklenen zavallı bireylerin, at gözlüğü ile kısıtlanmış iradeleriyle ne kadar doğru ve "tam enfonne edilmiş" bir halde karar alabileceklerini sanıyorsunuz? Rahmetli İsmet İnönü'nün deyişi ile: "Hadi, canım sen de!"
"Daha iyisi bulunamadığı için" uygulamada kalan böyle ya-muk-yumuk, az kişiyi mutlu, çoğu kişiyi de mutsuz eden bu sistemlerden kurtulmak istiyorlar artık insanlar.
Çünkü bilim, artık evrende her şeyin birbirine bağlı olduğunu, bize birbirinden ayrı parçalar halinde gözüken maddesel evrenin, aslında bizim yetersiz algılama gücümüz nedeniyle, bize
| i MI ı MIHI I ' . HII||IMI|i||ii i fi | I i||||
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 167
öyle göründüğünü ortaya koymuş bulunuyor. Artık biliyoruz ki, hepimiz kendimize, diğer insanlara, doğaya ve giderek tüm evrene karşı sorumluyuz. Çünkü hepimiz aynı bütünün parçalarıyız ve kaderimiz birbirine bağlı, iç içe örülü.
Ayrıştırmacı ve farklılaştıncı anlayış içinde insanların birbirlerine, doğaya ve hatta kendilerine karşı çıkarcı, sömürücü ve düşmanca davranmaları normaldir. Çünkü herkes tek başına vardır ve önce kendi çıkan gelir. Öyle ya, benim her şeyi kendimde toplamam, başkalarının paylarını almam, gaspetmem ve ele geçirmem, (hele bu yasal bir toplumsal çerçevede gerçekle-şiyorsa) "haktır." Oysa bu, tıpkı kanserli bir hücrenin davranışına benzer. O da yalnızca kendisini düşünür, diğer hücrelerle "rekabet" eder, onların gıdalarına ve enerjilerine el koyar. Böylece büyür, gelişir ve irileşir. Ama yukandan bakan bir göz, bunun sağlıklı bir gelişme olmadığını, tam tersine bir felâketin habercisi olduğunu hemen görür. Çünkü, "bütün" açısından bakınca, beden, kanserli hücrenin o bencil ve sahip olmacı tutumu yüzünden zarar görmektedir. Ve o hücre, aslında kendi bindiği dalı kesmekte olduğunun farkında da değildir. Aynı sömürücü davranışı devam ederse, beden ölecek, böylece kendisi de yok olacaktır.
Oysa, bütün evren birbiriyle bağlantılı. Her bir birimin o bütün içinde bir rolü, gücü ve sorumluluğu var. Tıpkı beyin hücreleri gibi davranmak, belki de en doğrusu. Bilindiği gibi beyin hücreleri, kendilerine gelen impulslan (uyaranları) bir diğerine aktarırlar ve bu, hızla, engellenmeden dolaşan elektriksel akım, birtakım kimyasal etkiler oluşturarak algılamayı ve düşünceyi ortaya çıkarır. Daha önceki sayfalarda da anlatmış olduğumuz gibi, her bir beyin hücresi tıpkı minik bir hologram gibi çalışır. Yani "bütünün bilgisini" içinde taşır, ama dışarıdan gelen uyan, o gizli ve hazır duran potansiyelin hangi frekansına hitap eder-
168 Holistik Evren Tasarımı
se, o bilgi "görünür hale geçer" (suret bulur). Ayrıca her hücre bir diğerine oranla binde 5'lik bir açı farkı ile algılama yaptığı için, herbiri bir diğerinden daha değişik bir yönü yansıtma imkânını bulur. Kısaca, gelen uyan hücre tarafından alınır, kendi farklılığı (algılama ve yansıtma açısı) katılır ve diğerine aktarılır. Amaç, tümünün ortak ürünü olan algılama ya da düşüncenin mükemmelliğidir.
Eğer bir hücre (herhangi bir nedenle) bu impulsu kendisinde tutar ve bir diğerine aktarmazsa, algılama gerçekleşmez veya düşünce bloke olur ve hatırlama ortaya çıkmaz. Akışın böylece kesilmesi, yani bir hücrenin "bencilce" davranması, onların tümünün "ortak ürününün" verimsiz ve başarısız olmasına yol açar. İnsanlarda da öyle değil mi? Saklayıp, biriktirdikçe ve sahip oldukça, hem kendi stres ve yükleri artar, hem de onlann ortak ürünleri olan tarihin ve dünyanın yetersiz, kısır ve verimsiz kalmasına neden olurlar.
Marx bu gerçeği şu çarpıcı sözlerle dile getiriyor: "Ne kadar azsan, yaşamını ne kadar az görkemli kunmışsan, o kadar çoksun demektir ve görkemsiz yaşamın da o denli büyüktür."55Dinsel metinlerde "komşun aç iken, tok yatma" denir ve insanların mallarını birbirleriyle paylaşmaları, "yermeleri" öğütlenir. Bu gerçek artık, bilimsel olarak da kanıtlanıyor. Çünkü bizlerin kendimizi ve birbirimizi bir rakip ya da düşman gibi değil, bir kardeş gibi görmemiz gerekir. Bunu ne ahlâkî, ne de dinf bir gaye ya da korkuyla değil, doğrusu bu ve böyle olduğu için uygulamak "zorundayız." Yoksa, kendimiz için en iyiyi ve doğruyu yaptığımızı sanırken, hep beraber yok olmaya doğru gidiyoruz. Doğa kirleniyor, hava kirleniyor, denizler kirleniyor, doğal kaynaklar tükeniyor, savaşların ardı arkası kesilmiyor, açlıktan ölenler bitmiyor... Yaşayamaz hale geliyoruz.
Sahip olmacı ve ayrılıkçı anlayış, bizi kendi içimize kapatı-
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 169
yor ve çevreden izole ediyor. Saklanıyoruz, gizleniyoruz, kendi dışımızdaki her şey, bize rakip ve düşman gibi.
Ama dünyanın şu anda böyle işliyor olması, tek gerçeklik biçiminin bu olduğu anlamına gelmez.
İnsanların "yabancılaşması" kavramı, dindeki "günah" kavramı ile çok benzeşir. Çünkü her ikisi de "insana karşı" ve "insana yaramayan", yani onu bozan olgulara verilen adlardır ve her ikisi de, insanı gerçek hedefinden saptırıp, ayrılıkçı anlayış doğrultusuna sürüklerler. Ancak çağımızın bilimsel aşaması, bizi Descartes ve Nevvton'cu anlayışların hızla terkedilmesine doğru itiyor. Bütüncül bir insan ve evren anlayışına geçildiğinde, yalnızca ekonomik davranış değil, ahlâkından sanatına dek her şey değişecektir.
"Yeni Çağın Bilinci" olarak adlandırdığımız bu anlayışta, herkes tıpkı bir bedendeki hücreler gibi, evren bütünlüğünün içindeki yerini ve önemini farkedecektir. O zaman da, niçin bir diğerimize vermek, neden onların iyiliğini de kendimizinki gibi istemek ve ortak ürünün mükemmelliği için nasıl çalışmak zorunda olduğumuz gerçekleri net olarak belirecektir. Tıpkı yağmurun yağması ve güneşin doğması gibi doğal olan bu evrensel yasalara uymak, insana zor gelmez, ona acı da vermez. Çünkü evren boyutu ile bir olmak ve tüm insanlarla ortak olan bir frekansla titreşmek, olsa olsa haz, sevinç ve mutluluk gözyaşlarını getirir.
Ama bunun için, önce herkesin birbiriyle ve evrenle bir bütün olduğunun farkına varması gerekiyor. Yani, gelişmiş ve kendi önemi ile sorumluluğunun bilincine ulaşmış bireylerin ortaya çıkması ilk şart. Holistik (Bütünsel) Evren Kavrayışı günümüz biliminin vardığı son düzey. Artık insan; kendini, diğer insanları, doğayı ve evreni ayrç ayrı birimler olarak değil de, aynı bü-
170 Holistik Evren Tasarımı
tünselliğin değişik biçim ve formlardaki dışa vurumu ve belirmesi şeklinde algılamak zorunda.
Bu ilk adım atıldıktan sonra, birey, bir insan olarak kendi yerinin, görevinin ve sorumluluğunun farkına varacak, kendi dışındaki varoluşa başka bir gözle, değişik bir açıdan ve yeni bir perspektiften bakmaya başlayacaktır.
O zaman kişinin kendisine çok şey toplamasının, yani "sahip olmak"ın bir yük olduğu ortaya çıkacaktır. Biriktirmek, kendine mâl etmek (kanserli hücre örneğinde olduğu gibi) bütünün dengesini bozacaktır. Buna hakkımız yoktur. Ayrıca kendimiz de bu bozukluktan olumsuz yönde etkilenmekteyiz. (Düşük frekansta yaşarken, bu etkileri pek hissetmeyiz. Ama gözümüz açılıp, kaba titreşimlerden sıyrılınca, yani "incelince", bu yanlışlıklar ve terslikler bir acı olarak içimizi sızlatır.)
Gerçek özgürlük, insanın (evrensel plan içindeki) yerini bulması, bütünün içindeki önemini ve görevini kavrayarak, o evrensel müzik içinde titreşmeye katılması, yani kendi notasını en iyi biçimde icra ederek, evren müziğini daha zengin ve mükemmel hale getinneye çalışması demektir. Kişilerin gerçek değerleri de, sorumluluklarının bilincine varıp, onu uygulamaya döktüklerinde ortaya çıkacaktır.
İşte o zaman mülkiyet anlayışı, çalışma biçimleri ve toplumun (ekonomik, siyasî, ahlâkf...) bütün yapısı da bambaşka bir biçim alacaktır.
Din kurumu; zekât ve fitre gibi düzenlemeleri, düşünürler ise; felsefeleri ile aynı ve tek bir şeyi söylemeye ve insanların dikkatlerini çekmeye çalışıyorlar: Evrenin ve insanların birliği ile bütünselliğini...
21. Yüzyıl'a girdiğimiz bugünlerde bu bilgi, tüm dünyada en objektif biçimiyle, yani herkesin kavrayabileceği ve herkese eşit
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 171
olarak sunulan bir yapı içinde dile gelip, açıklanıyor: Yeni çağın dili olan bilim ile.
Evren bir bütündür. Herkes ve her şey birbirine bağlıdır ve mecburdur. Birinin başarısı ya da yanlışı, tüm evrenin (yani, sistemin) başansı ya da yanlışı demektir. Bir bedenin hücreleri gibi davranmak, yani bilgiyi ve akışı vermek, aktarmak, iletmek ve paylaşmak zorundayız. Böylece artar, coşar ve zenginleşiriz. Ama damarda biriken kolestrol ya da yağlar gibi akışı yavaşlatmak, kesmek, tutmak, engellemek ve kendimize ayırmak (sahip olmak ve buna bağlanmak) bizi fakir kılar, zayıflatır ve güçsüz-leştirir. Çünkü bizim asıl üretimimiz olan "ortak ürünün" durmasına, bloke olmasına ve verimsizleşmesine neden olur.
Ne kadar azsak, kendimize yük ettiğimiz (yani, bizim insanî değerlerimizi geliştirmemiz yönünde bir fayda sağlamayan) ne kadar az şey varsa, o kadar çokuz (yani, insanî ve manevî değerler açısından gelişmişiz) demektir. Çünkü bütünün gelişimine o kadar çok şey katıyoruz anlamına gelir bu ve o kadar da değerli olmamıza neden olur.
Dünyaya katılmak, eylem, dışa vurum ya da inanç, teslimiyet ve "gerçek" ibadet, hep aynı şey: Kendini akışa katmak ve kendi katkımızla, onun daha iyiye ve doğruya doğru yol almasına etkide bulunmak demek.
Bakmasını bilen; kendini, diğer insanlan ve doğayı, çiçekleri ve bitkileri aynı bütünün parçaları, kendi bedeni ve kardeşleri gibi sever, esirger, korur ve gözetir. Onlarla sanki söyleşir ve sırlarını çözer.
Az önce de belirttiğimiz gibi, beyin hücrelerinin görevleri farklıdır. Hatta aynı görevi üstlenenler bile, algılamalarım birbirlerine oranla küçük farklılıklarla yaparlar ve bütün görüntüye kendilerine özgü olan açıyı katarlar. Ama hepsi birbirleriyle iş-
172 Holistik Evren Tasarımı
birliği yapmak zorunda olduklarını bilirler. Doğru bir algılama ya da mükemmel bir düşünce, ancak hepsinin kusursuz ve verici bir biçimde çalışmalarına bağlıdır. Hepsi, ortak ürünün oluşma süreci içinde yer alırlar ve hepsi de onun birer öğesidir. Ama "ortak ürün" onların toplamından farklı bir bütünlüktür.
Dinde yer alan zekât kurumu ya da modern toplumlardaki çeşitli sosyal yardımlar, tıkanan daman açmak yerine, bir by-pass yapmak gibidir. Oysa bütünsel anlayışa geçilirse, sistem kendini içten ve kendiliğinden yenileyecektir. Ne mutlu ki, günümüzde bu gerçekleri farkedenlerin sayısı giderek artıyor. Aslında insanlar hep aynı, özlem, hedef ve istekleri de. Farklı olan yollan, dilleri ve yöntemleri.
Günümüzün başat ekonomileri ile onlann geçerli davranış biçimleri ve karakter yapıları; rekabeti, yalanı, aşırı kân, çok tüketmeyi, birbirine rol yapmayı, gizlemeyi, kandırmayı ve en çok da "uyanıklığı" önerip, destekliyor. "Ekonomi tipi karakter" olarak adlandırabileceğimiz bu tarz ve kapitalizm tipi bir ekonomi, tek ve değişmez bir gerçeklik biçimi değildir. Bu tavır ve tarzdan (uyanık ve işbilir olmaktan) rahatsız olanlann sayısı her geçen gün biraz daha artıyor. Eğer onlara doğru alternatifi sunabi-lirsek, değişim daha hızlı olacaktır.
Erich Fromm, "Sahip Olmak ya da Olmak" adlı kitabında, 20. Yüzyıl'ın ve modern insanın bir çözümlemesini ve değerlendirmesini yapar, sonuçta da şöyle söyler:
"İnsanlık büyük bir hızla tümden yok olmaya doğru sürüklenmektedir. Ekonomik gelişimin giderek insanları tutsak alması, doğaya karşı takınılan düşmanca tavır ve bir atom savaşı tehlikesi, insan soyunu ve dünyayı tehdit etmektedir. Yeni bir insan ve yeni bir topluma geçişin tek yolu, herşeyi elde etmek, onlara egemen olmak biçiminde beliren ve kâr tutkusu, açgözlülük, bir
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 173
de ihtiras demek olan "sahip olmak" karakterini terketmekten geçer. İnsanlar, onlan huzura, mutluluğa ve diğer insan kardeşlerini sevmeye yöneltecek olan "olmak" biçimli bir dünya görüşüne geçemedikleri sürece, kurtulmaları mümkün değildir."56
Bu yaklaşım, bir "bir lokma, bir hırka" felsefesi değildir, insanın sağlıklı bir birey olarak yaşayabilmesi için gereken ihtiyaçlann ötesindeki herşey, bu; ister yemek, cinsellik ya da uyku gibi fizyolojik, isterse de para, mal, mülk ve iktidar gibi maddesel ve psikolojik olsun, insana yüktür. Onun işini zorlaştınr, eforunu tüketir, onu yükselmekten alıkoyar, hep yere, aşağıya, toprağa doğru iter. İç özgürlüğünü, korkuya ve bağımlılığa dönüştürür. Sonu da yoktur. Çünkü her sahip oluş, korku, endişe ve telâşın daha büyük olmasına yol açar. Rahata, huzura ve özgürlüğe ulaşmak için biriktiririz, saklanz, yatırım yapanz. Ama ne ilginçtir ki, bu davranışımız bizi, asıl hedefin tam tersine götürür. Ne kadar çok şeye sahipsek, o kadar telâşlı, korkulu ve bağımlı oluruz. Hz. İsa'nın deyişiyle "kuşlar kadar hür ve yarını düşünmeden yaşamak" gerekirken, ayakları yere bağlı ve kanat çapmadan, atalet ve korku içinde sürüklenir, dunıruz.
"Sahip olmak" yüktür ve korkunun, yarından, gelecekten, başkalarından, herşeyden çekinmenin ürünüdür. İnsan, insan olması ve bu maddf bedene bağlı bulunması yüzünden "bileme-
Erich Fromm
174 Holistik Evren Tasarımı
mek" ve "tamdan eksik olmak" zorundadır. Çünkü bu dünyasal planın işlemesi ancak böylelikle mümkün olabilmektedir. Her-şeyi bilebilse tekâmül olmaz, dünya planetinin gereği ve işlevi kalmazdı. "Tam" olsa, bu kez de tüm evrensel varoluşlar, yani "herşey" olmazdı. O halde, gerçeğe olabildiğince yaklaşmak, ama içinde bulunulan bu kısıtlı ve dar gerçeklik biçiminin kurallarına da uygun davranmak zomndayız. Bazen bize ters, eksik ve yanlış gelse bile, katlanacağız, çaresi yok.
Yani dünyanın ve maddesel olanın gereklerinden kaçamayız. O halde varoluşu sürdürebilmek için, bazı şeylere "sahip olmak" durumundayız. İşte bu aşamada "gerekli oranda sahip olmak" ya da "fonksiyonel mülkiyet" ile "aşırı biçimde sahip olmak" ya da "çarpık mülkiyet" arasında bir ayırım yapılmalı. İnsan doğal ihtiyaçlarını gidermek ve hayatta kalabilmek için, gerekli oranda bir sahip olma güdüsüne bağlıdır. Gerçi bunun sınırlarını belirlemek pek kolay değildir ama, gereğinden ya da ihtiyaçtan fazlasına sahip olmak ve biriktirmek, kişiye bir yükten başka bir şey getirmez.
Evreni, tüm birimleri birbirlerine bağlı ve her an tüm birimlerin birbirleriyle iletişim ve haberleşme içinde oldukları bir bütünsellik olarak ele alırsak, yani kuantumcu ya da daha yeni yaklaşım ile holografik bir biçimde değerlendirirsek, kendi (fonksiyonel) ihtiyacımızdan fazlasına sahip olmanın, aslında diğer birinin hakkına tecavüz olduğunu, böyle bir davranışın genel dengeyi bozduğunu ve neticede bundan bizim de zarar göreceğimizi anlamamız kolaylaşır.
İnsan bedenini, evrenin küçük bir modeli olarak ele almak, bütünselliğin kavranışı açısından en iyi örnektir. Oradaki herhangi bir hücrenin, çıkarcı, yani kendine yönelik ve biriktirme-ci bir tutum içine girmesi, bedende hastalık yaratır. Orada bir ur
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 175
oluşur, nitekim kanserli hücrelerin böyle davrandığını da biliyoruz. Ama olaya bütünsel açıdan bakıldığında, o bedenin ölmekte olduğu anlaşılır. Ve işin garibi, bu duruma yol açan, yani sahip olmacı biçimde davranan birim de, kendi bindiği dalı kesmektedir. Çünkü kendisi de o bedenle beraber yok olacaktır. Ama yalnızca içinde yaşadığı ve gördüğü gerçeği "tek doğru" sanan bu birim, yok olacağını bilmek bir yana, yaptığının ne kadar iyi olduğunu düşünüp, gururlanabilir bile.
Yeni bir yüzyılın başlarında, bireylerden devletlere, hepimiz bu kanserli hücre gibi davranmıyor muyuz? O dar ve korkak dünyamızın içine gömülüp de, habire biriktirmiyor muyuz? Ama bizim bu doğal sahip olma duygumuzu böylesine çarpıtan ve yozlaştıran toplumsal sistemler, belki bizden daha fazla suçlu. Kendi çıkarları için toplumsal yapıları insana ters bir biçimde kuran kişiler, aslında daha sonra ona hükmedemez hale geldiler. Ve şimdi sistem, hepimizi dilediğince yönlendiriyor, ma-nipule ediyor ve öğütüyor.
Oysa niçin bu telâş? Kim bütün biriktirdiklerinden tam anlamıyla yararlanabiliyor? Nereye bu koşu ya da kaçış? Kapitalist düzenler, kendilerini yaşatabilmek için, aşırı tüketimi ve ona bağlı olarak da aşırı üretimi desteklemek zorundadırlar. Ama bu çarkın ya da kısır döngünün, insanı mutlu edemediği artık iyice anlaşılmıştır. (Nitekim dünyada "mutlu insanların" sayısının giderek azaldığını gösteren çeşitli araştırmalar ve istatistik sonuçlar mevcuttur.) Bu tersliği daha önce farkeden insanlar ise, kendilerini ifade edecek bir sistem arayışlarını bir türlü sonuçlandı-ramamışlardır. En tanınan karşı sistem, insanî değerleri öne almak iddiasında olan sosyalizm olmuş, ama o da bir netice vermemiş, yani insanları mutlu edememiştir. Çünkü tıpkı kapitalizm gibi, aynı yanlış ve tek yönlü insan anlayışından yola çıkmıştır.
176 Holistik Evren Tasarımı
Evrende varolan herşeyi; insanı, taşı, toprağı ve suyu, birbirinden ayrı ve bağımsız birimler olarak değerlendiren ve yalnızca üç boyutlu fiziksel algı alanımıza giren gerçekleri "var" sayan bir anlayış, artık iflâs etti. (Çünkü bütün dünya insanları gerginler ve bunalımdalar. Bu sorunları aşabilmenin telâşı içindeler. Ayrıca böylesi bir "ayrılıkçı" yaklaşımın, barış, huzur ve mutluluk yerine savaş, stres ve terörü getirdiğini de görmezlikten gelmemiz mümkün değil.) Şimdi yapmamız gereken, eskiden felsefî ve dinsel yollarla anlatılan, şimdilerde ise herkes için, her yerde geçerli olan "bilimsel dil" ile de ifade edilebilir hale gelen "bütünsel evren kavrayışına" geçmektir. Yani, her birimin birbiriyle ve bütünle bağlantılı olduğunu hissetmek, her birimin yine birbirine karşı sorumluluk taşıdığını bilmek ve bu yeni anlayışa uygun davranmak zorundayız. Böylece bilimsel, ahlâkî, ekonomik, toplumsal ve benzeri tüm sistemler yeni bir biçim kazanacaklar ve bizler de insan olarak, tıpkı evrendeki diğer birimler gibi "doğal" davranmaya başlayacağız.
İnsanlar, ekonomik ilerlemenin ve tüketimin hep aynı yöndeki gelişiminin mümkün olduğunu sanıyorlar. Yani tüketimin ve sahip olunacak şeylerin sayısının ve çeşidinin artmasının, mutluluğu da fazlalaştıracağına inanıyorlar. Halbuki tüketim ile mutluluk arasındaki lineer (tek yönlü) ilişki, belli bir noktadan sonra tersine dönmeye, ters yönde işlemeye başlıyor. Önce doğal bir sınıra ulaşılıyor. O noktaya gelindiğinde, tüketimin ve onunla birlikte üretimin artması, mutluluk yerine, mutsuzluk ve duyumsuzluk verir oluyor.
20. Yüzyıl'in başındaki ve özellikle 2. Dünya Savaşı'ndan çıkmış bir Batı Uygarlığı'nın ihtiyacı ve özlemi, bolluk, refah, mal ve mülk idi. Bu anlayış, 21. Yüzyıl'a girilmesine rağmen hâlâ egemenliğini sürdürüyor. Ama aynı anda da, mutluluk-tüke-tim grafiği eğrisi, artık en tepe noktadan geriye doğru dönmüş
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 177
durumda. İnsanlar daha fazla şeye sahip olmanın, onları mutlu etmediği gerçeğini yalnızca teorik olarak düşünmekle kalmıyor, bu gerçeği, mutsuzluğu ve acıyı bizzat kendi bedenlerinde ve içlerinde yaşıyorlar. Onların ihtiyaç ve özlemleri, 1945'lerden çok farklı. Dengeli, doğal, barış içinde, huzurlu ve manevî doyumları da kapsayan bir dünya içinde yaşamak istiyor ve bu yönde çaba (en azından içsel ve düşünsel olarak) gösteriyorlar.
Rekabet, yarışma ve çekişmenin evrimi ve gelişimi getirdiği doğru. Ama eksiksiz ve tam olarak uygulanırsa. Ancak bunun düzgün bir biçimde işlemediği artık besbelli. Kişilerin kendi yararlan için yaptıkları davranış ve eylemler, bütün (yani, diğer insanlar ve doğa) için de aynı dengeyi ve yaran getirmiyor. Çünkü birey, büyük çarkın içinde kendi (doğru dürüst olarak oluşmamış olan) iradesiyle doğru bir değerlendirene yapmak imkânına sahip değildir. Ne ekonomideki "tam rekabet" ne de toplumsal düzendeki "demokrasi". Teori, insansı bir uygulama ile pratiğe dökülünce, istenenin tersi sonuçlar veriyor. Kısaca, sistemin değişmesi gerek; yoksa, hem kendimizi, hem de dünyayı yok etmeye doğru gidiyonız. (Ekolojik felâketler, asit yağmurları, yok olmaya yüz tutan doğal kaynaklar...)
Kişisel sorumlulukların arttığı, yargıyı herkesin kendi vicdanı içinde yaptığı, en büyük cezanın da içsel acı olduğu bir anlayışa geçebilmek için, önce "bütünsel evren kavrayışını" içimize iyice sindirmemiz gerekir. İnsanlık bu anlayış biçimine doğru bir sıçrama yapmak, yani kendi algı alanı ile sınırlı ve kısıtlı olmanın ötesine geçmek zorundadır. "Yeni Çağın Bilinci", bu gerçeği kavramak ve ona uygun, en azından oraya doğru yönelmiş ve hedef olarak bütünsel anlayışı seçmiş bir davranış biçimine geçmek demektir. Bu sıçramayı yaptırtacak manevî ve bilimsel malzeme, yani potansiyel güç yeterince mevcuttur. Önemli olan, bunlan insanlığa doğru ve hızlı bir biçimde aktarmaktır.
178 Holistik Evren Tasarımı
İhtiyacımız olan belki de bir "gelişmiş ruhlar yönetimi"dir, yani, kendi iyiliğinin ve çıkarlarının, diğer tüm birimlere bağlı olduğunu bilen ve bu nedenle de onların hak ve isteklerine, ken-dininkilerden daha çok önem veren, bilgisi ve gelişmişliği ile gerçekten o yere yakışan kişilerden oluşan merkezi bir idare. Onları seçen ve denetleyen bireyler. "Rekabet" yerine "yardımlaşma", "yabancılık" yerine "dostluk" ve "düşmanlık" (çekişme ya da yarışma) yerine de "dayanışma" olmalı hayatımızda. O zaman "niçin ihtiyaçtan fazlasını biriktireyim, niçin kendime taşıyacağımdan fazla bir yük yükleyeyim, niçin başka birimlerin hakkına tecavüz edeyim? Gelecekten korkmama ne gerek var ki?" Herkes ihtiyacını ve hakkını, her an kısıntısızca temin edebiliyorsa, açgözlülük ve hırs biter. Böylelikle bütün israflar önlenir ve dünyanın aç kalmış kesimleri, hiç zahmetsizce doyar.
Ya da yazlık yerlerde milyonlarca konut, senede 10 gün oturulmayı bekleyerek, dev bir ölü yatırım olarak kalmaz. Bilinçli bir merkezî idare, oraya tasarruf ve yatırım amacı ile yatan sermayeyi çok daha verimli yatırım ve üretim birimlerine dönüştürebilir. Oteller yapar ve hisselerini yatırımcı olmak isteyenlere dağıtır. Ya da o kaynaklarla ülkenin ihtiyacı olan fabrikaları açar. Küçük küçük birikimlerin ve tek başlarına bireylerin yük-lenemeyecekleri sorumlulukları merkezî sistem üstlenebilir. Sarhoş bir müteahhitin çarpık üretimi ve sermayenin anlamsız yerlerde yoğunlaşması yerine, genele yayılması da böyle olur. Bundan hem bireyler, hem halkın diğer kesimi, hem devlet, hem de dünya ekonomisi faydalanabilir. Kısaca, bireylerin dar imkânları, hep çıkara yönelmiş idareler, yönetimler ve hükümetler, kaynaklan yanlış, çarpık ve hatalı kullanıyorlar. Sonuçta bir çok kişinin (ne işe yaradığı belli olmayan) servet kazanması uğruna, dünyanın genel dengesi olumsuza doğru yöneliyor. Artık bunlar insanları rahatsız ediyor. Ama doğrunun nerede olduğunu bilmi-
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 179
yoruz, ayrıca o yöne doğru nasıl yönelebileceğimizi de kestiremiyoruz. Bize bunun nasıl olacağını gösteren bir kimse de yok.
İşte bu aşamada, biz size çarenin "Holistik Evren Tasan-mı"m kavramakta olduğunu söylüyoruz.
Cinsellik
Herşeye gerektiği kadar önem verin. Cinsellikte iki farklı ku-tubun olması, tıpkı atomaltı birimlerin parçacık ve dalga boyu özellikleri gibidir: Uzun bir evrim süreci içinde, bir o duruma, bir de diğerine dönüşüp durmaktadırlar. Erkek ya da kadın olmak, tek bir hayat içinde, dar bir ara kesitte üstlenilmiş bir görev, giyilmiş bir elbise ya da deneyimlenmek üzere bürünülmüş bir kişiliktir. Ama kalıcı değildir, bu nedenle de aşın derecede abartıp, büyütmemek gerekir.
Aslında herkes kendisi için savaşıyor cinsellikte, sevgiyi de "ayıp olmasın" diye zorla araya sokuşturmaya çalışıyor. Belki de hayvanca bir eylemi, insanî kılma çabası bunlar. Oysa insan, fiziksel olarak bir hayvandan farksız. Ruhun o engin yüceliklerinde düşünceler, fikirler, hayaller, sevgi akışlan tasarlanırken, geriliğe ve ilkelliğe bakın ki, insan kan, ter ve gözyaşı ile cebel-leşiyor. Ruhun her an bir hayal kırıklığı yaşaması ve bu geri realite ile birarada bulunuşu hazmedebilmek için büyük gayretler göstermesi son derece normal.
Cinsel eylem de, fiziksel boyutuyla aslında son derece "kaba" ve "hayvanî" bir eylem. Tıpkı yemek yemek gibi, cinselliği de güzel kılmak için insanlar binbir icat ve süsleme geliştirmişler. Hatta bu işi (yemek yemekle birlikte) hayatın en üst hedefi ve zevki haline getirmeye çalışmışlar, çalışıyorlar da. Bu konuların üzerine büyük endüstriler inşa edilmiş. Amaç, bir türlü anlam verilemeyen "boş" ve "ölümle birlikte bitecek" bir hayatın verdiği acıyı ve çaresizliği örtebilmek.
180 Holistik Evren Tasarımı
Yanlış ve yine yanlış. Kimse kendini aldatmasın. Gerçek ilişki ya da insan ruhunun yüceliğine yakışan bir birleşme, gönülden gönüle oluk gibi akan bir sevgi olmalıdır. İnsanın içini ve yüreğini titreten. Çocuk istendiğinde ise (bir rivayete göre Ori-on Uygarlığı'nda olduğu gibi) sadece bunu istemek ve "âdet yerini bulsun" diye karşılıklı olarak bir öpücük kondurmak yeterli olabilir diye düşünmek mümkün. Nedir o, kan-ter içindeki "sıvı nakilleri" ve 9 ay süren karanlık, eziyetlerle dolu bir süreç ve annenin çektiği acılar? Bu açıdan bakınca, Tann'nın kendisine itaatsizlik eden Adem ile Havva'yı bu yolla cezalandırdığı düşüncesine kapılmamak elde değil.
İnsanlar cinsel eylem sırasında birbirlerini bir nesne olarak ele alıyorlar. İnsanın fiziksel donanımı ve nitelikleri açısından başka türlü davranma şansları da yok zaten. Tıpkı herşeyi tükettikleri gibi, cinselliği de bir tüketim malzemesi haline getirmişler, birbirlerini de bu iş için bir aracı olarak kullanıyorlar. İnsanların birbirlerine ihtiras ve cinsel arzu duyabilmeleri için, karşılarındaki kişiyi kendilerinden "farklı" ve "yabancı" gibi gönne-leri gerekir. Arkadan gördüğünüz ve çok istek duyduğunuz bir kadının, yüzünü dönünce bir erkek olduğunun anlaşılması ya da giysilerine bakıp, istekle başınızı çevirdiğiniz kişinin sizin eşiniz ve kardeşiniz olması durumlarını bir düşünün. Belki böylelikle, cinselliğin günümüzde bize lanse edilen biçiminin ne denli yüzeysel, çarpık ve yanlış temeller üzerine oturmuş olduğunu gözlerinizin önünde daha iyi canlandırabilirsiniz. Tamamen dış görünüşe, fiziksel özelliklere ve hep "daha çok" ve "daha değişik" zevklere "sahip olmak" eğilimine bağlı olarak gelişen bir cinsellik anlayışı, aslında kimseyi tatmin ve mutlu edemiyor. Ama kafamızda oluşturulan "sahip olmacı" şablona biraz uyan bir çizgi yakalayabilirsek, "tamam doyuma ulaştık" diye kendi kendimize telkinde bulunuyoruz.
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 181
Oysa kâinatta varedilmiş tüm birimlerin birbirleriyle içten içe bağlı bir bütünlük olduğunu hisseden ve giderek buna düşüncesi ve beyni ile de inanan ve farkeden bir kişi, olayı çok farklı bir biçimde görür. İnsan olmasının zorunlu kıldığı fiziksel özelliklerini abartmaz, büyütmez, söylemez ve baş tacı yapmaz. Onları yerinde, gerekli olduğu şekilde ve zamanlarda kullanır. Dünya planının anayasasına tâbi olduğunun bilinciyle, bu yasaları onaylasın ya da onaylamasın, beğensin ya da beğenmesin, onlara uyum göstermek zorunda olduğunu bilir. Ama asıl ağırlığı, o bütünsellik içindeki fonksiyonunun farkına varmak ve bu göreve ya da fonksiyona uygun olarak düşünmek, yaşamak ve davranmak yönüne verir. Kısaca "görevini yapar" o kadar! Fiziksel ve dünyevî olanları abartmaz, ruhsal ve bütünsel olanları da yok saymaz. Değerli olan ve asıl mutluluk vereni, diğerinin önüne alır.
Aslında herşey, insanın varoluş sorununa vermeyi arzuladığı bir cevap arayışından ya da doğumla birlikte içine düşülen boşluğun (yalnızlığın ve acizliğin) ve varoluş olgusunun temelindeki çelişkinin (beden ve ruh ya da doğum ile ölüm) çözümünü bulma veya aşılmasını sağlama çabasından başka birşey değil. Ama bunu herkes kendi bedeni, beyni, psikolojisi ve yapısına göre farklı farklı yapıyor.
Zayıf ve çaresiz olduğumuzu bir çoklarımız farkediyoruz. Bu, hayal kırıklığı ve acı veriyor bizlere, Ondan sonra iş geliyor, bu temel varoluş sorununa bir cevap bulmaya ya da vermeye. Kimi içe kapanıyor, kimi dışa dönüyor. Bazdan da başka bir plandan gelmiş gibi hissediyor kendini, buraya ait olmadığını farkediyor. İnsan olmaktan, bu dar fiziksel bedenin içinde hapsedilmekten duyduğu rahatsızlığı bilince çıkaran da var, çıkaramayan da.
Çare, durumu kabul etmek ve yapılabilecek en iyi şeyi yap-
182 Holistik Evren Tasarımı
mak. Çünkü insan dünyaya kabul ederek bedenleniyor, buna itiraz etmek yanlış olur. Önemli olan kendini tanımak, dünyadaki görev ve fonksiyonunu iyice tesbit etmek ve belirlemek, ondan sonra da "ne varlığa sevinmek, ne yokluğa yerinmek, sadece görevini yapmak". Zaten başka çaresi de yok, bununla yetinmek zorunda.
Cinsellik, insan hayatının en zor ve en hassas yanlarından birisi. İnsanlar varolduklarından beri, bu konu, onların hayatındaki en önemli ilgi alanlarından biri olmuş. İnsanlar dünya planına doğarken, cinsiyetleri kadın ya da erkek olarak ikiye ayrılır. Amaç, dünyadaki üç boyutlu maddesel gerçeklik düzeyinin düzenlenmesine uygun olarak, diğer bütün şeyler gibi, bu konuda da bir ikilik ve karşıtlık oluşturmaktır.
Evrensel "zamansızlık" içindeki bir ara kesit olan dünya hayatı, bizleri belli rol ve görevleri üstlenmeye yöneltmiştir. Cinsiyet de, bu rol dağılımı sırasında bize (ve hayvanlara) isabet eden bir özelliktir. Bu nedenle, geçici bir süre ile üstlendiğimiz role ve büründüğümüz giysiye, değişmez bir gerçekmiş gibi sarılmak, yanlış olur.
Cinsellik de, insan varlığının diğer fizyolojik ihtiyaçlan gibi, vazgeçilmez bir nitelik taşır ve ikili bir işlevi vardır. Tıpkı yemek, içmek ve uyku gibi ihtiyaçların insanları bu uğurda çalışmaya ve emek vermeye, sonuçta da evrime (zorunlu olarak) yöneltmesi gibi, cinsellik de, bu kişisel evrimin sağlanmasında, insanın karşısına binbir incelik ve dolambaçlı yollar çıkararak, etkili olur. Bu, işin ruhsal boyutu. Bunun yanı sıra bir de, fizyolojik olarak bedenin yaşamasını ve devam etmesini sağlama görevi bulunuyor.
Ama cinsellik, diğer fizyolojik ihtiyaçların biraz daha üzerine çıkarak, insan soyunun devam etmesi olayının da tek temsil-
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 183
cisi olmak durumundadır.
Bir de işin, bunca eziyet ve çileden sonra, haz alma ve "görev yapma sırasında ödüllendirilme" diyebileceğimiz tatmin bulma yanlan da vardır.
Ama bizce cinselliğin asıl önemli boyutu, iki ayrı varlığın, birbirlerindeki evrensel özleri görerek, onları birleştirmeye yönelmelerinde gizlidir ki, biz buna "sevgi" adını veriyoruz. Bütünsel gerçekliğe ulaşma yolunda, çeşitli (fiziksel ve ruhsal) yöntemler ve uygulamalar vardır. Cinsellik ise, bunlar arasında en kolay yoldan, o bütünsel gerçekliğin farkına varmamızı sağlayan bir araçtır.
Tabii sözünü ettiğimiz bu boyutun ortaya çıkabilmesi için, çağdaş (günümüz toplumlarında lanse edilen) cinsellik anlayışının çok ötelerine geçmek gerekir.
Dünya ve insanlık tarihine baktığımızda, iki kutup arasında gidip-gelen bir çizgi izlediğini görürüz. Çeşitli kültürler ve uygarlıklar, farklı anlayışlara göre yaşamışlar ve ortaya değişik örnekler koymuşlardır.
Kadın ve erkek, kutuplaşma ile sözü edilen karşıtlıklann en temel olanlarından birisidir. Bir yandan türün devamı için gerekli gibi duran bu cinsiyet farklılaşması, diğer yandan da, evrenin temel özelliklerinden olan sevginin deneyimlenmesi için gereklidir. Kadın ve erkek aynı zamanda, tek bir varlığın taşımakta zorlanacağı bütünsel özellikleri, kendi üzerlerinde ikiye bölerek, yaşanmalarını ve tecrübe edilmelerini kolaylaştırmışlardır.
Bu paylaşımda anneye} sevgi, şefkat, merhamet gibi analık özellikleri, erkeğe de; düzen, görev ve disiplin gibi babalık özellikleri düşmüştür.
İnsanlar en ufak birim olan "birey"den "aile"ye, oradan da
184 Halistik Evren Tasarımı
birlikte yaşamak ve birbirlerine muhtaç olmak zorunda oldukları için "toplum" a geçiş yapmışlar ve kendilerindeki bu özellikleri toplumsal yapıya ve toplumsal sistemlere de aktarmışlardır.
Cinsellik, gerek Batı, gerekse de Doğu Toplumları'nda hep "ayıp, yasak ve günah" olarak değerlendirilmiş ve hep bastırılmıştır. Yasaklama ve bastırma, sağlığı değil, hastalığı getirir, bu doğru.
Ancak, yasaklan aşacağız diye, âdeta hayvanlar arası ilişkilerde olduğu gibi, herkesin birbirinin üzerine tırmanması da, tatmini ve mutluluğu getiremez. Nitekim Batılı toplumlardaki "cinsel devrimin" mutlu bir sonuç yarattığını kimse iddia edemez. Çıplaklık, açılıp-saçılma, her an ilişkiye açık ve hazır olmak veya bütün tabuları kırmak da, tıpkı yasaklar ve bastırmalarda ortaya çıkan sapkınlıklar gibi, insanları mutlu etmekten uzak kalıyorlar.
Metalaştınlmış, şahlığa çıkarılmış ya da tamamen özgür ve bütün ahlâkî değerleri aşan bir cinsellik anlayışı, çözüm değildir.
Çözümü, (yani, doğruyu) hazzı ve mutluluğu bulmak için, dünyaya ve evrene karşı olan bakış açımızı değiştirmemiz gerekiyor. Nasıl ki, ekonomik anlayışta karşıdaki kimseyi rakip, düşman ve aldatılacak bir kişi gibi görmek yanlışsa, cinsellikte de kadın ve erkek ayrımının üzerine çok gitmek ve yalnızca fiziksel bir cinsellik özlemi ile eşimizi rakibimiz gibi görmek de yanlıştır.
Oysa bizler rakip, karşıt ya da düşman değiliz, tam tersine aynı bütünün parçalarıyız ve tüm bu evrensel serüvenin amacı da, ayrı parçaları birleştirmek ve biraraya getirmek. Biz birbirimize gerekliyiz. El ele gelmek, birbirimizi sevmek zorundayız. Ancak bu şekilde atılmış, yalnız ve terkedilmiş olmak duygu-
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 185
sundan sıyrılıp, birleşmenin ve bütünleşmenin hazzını duyabiliriz. Ve bu haz, o bir anlık maddesel tatminin çok daha ötesinde yer alır.
Dünyasal gerçekler açısından baktığımızda, cinsellik ve ka-dın-erkek ayrımı ya da karşıtlığı, bize en kısa yoldan, evrensel bütünsellik kavrayışının anahtarlarını verir. Doğru kullanılması halinde, gerçek hazza ve mutluluğa ulaşmanın fırsatıdır, bir şanstır.
Gelin bu büyük imkânı, kısır ve çarpık cinsellik kavramlarının dar parmaklıkları arkasına hapsetmeyelim.
Din
Din kurumu, insanları en çok meşgul eden ve kafalarını karıştıran olgulardan birisi olmuş ve olmaya da devam etmektedir. İnsanlık varolduğundan beri ona, evrenle ilgili bilgiler çok çeşitli yollar ve yöntemler yardımıyla aktarılmıştır. Din de, bu bilgilerin peygamberler aracılığı ile insanlara tebliğ edilmiş ve kitap-laştınlmış biçimidir.
İnsanlar dünyada yalnız, güçsüz ve zavallı bir durumda olduklarını hissettikleri andan itibaren, kendilerini koruyacak bir şeyler aramaya başlamışlardır. Sığınacakları ve korkularını giderecekleri bir "yer" arayışları, onları totemlere, büyülere ve büyücülere yönelmeye itmiştir. Ayrıca çaresizce etkileri altına girdikleri doğa olaylarını da yüceltmeye ve onlara adaklar adamaya çabalamışlardır.
Bütün bunların arkasındaki temel etken, kendi güçsüzlüğünü hissetme, çaresizlik, belirsizlik, yani kısaca korkudur. Korku, dünya insanının eğitilme programının en güçlü silâhlarından birisi ve en önemlisidir. Eğer Korku duygusu olmasa ve insan doğa ve evrensel koşullar ile gerçekten başa çıkmayı becerebilsey-
186 Holistik Evren Tasarımı
di, herşey çok daha başka olabilirdi.
İnsanların akıllan geliştikçe, kendilerini ve evreni anlayışları da değişmiştir. Korku, yerini korumaya devam etmiş ama bir yandan da gelişen bilim ve teknoloji, insanları araştırmaya sev-kermiştir. Evrenin o muazzam yapısı ve işleyişindeki kusursuzluğun ve mükemmelliğin farkına varmak, insanları daha farklı şeyler düşünmeye zorlamıştır.
Acımasız doğal koşullan yaratan sert bir varlık (Tann) anlayışından, süper akıllı, becerikli ve güçlü bir varlık ya da varlıklar anlayışına doğru bir geçiş yapmışlardır. Her bir güç için ay-n bir Tanrı ya da yönetici hayal etmişler ve efsaneler ya da mitolojiler yolu ile bir "Tannlar âlemi" tasarlamışlardır.
İnsanlık bu düzeye gelince de, idareci planların mesajlan onlara direkt olarak ulaşmaya başlamıştır. İnsanın bütün hayatını düzenleyen ve onlara nasıl davranmalan ve nasıl bir insan olmaları gerektiğini söyleyen bu bilgiler "din" olarak adlandınl-mıştır.
Dinf bilgiler doğru bilgilerdir. İnsana kısa yoldan kişisel olarak "yükselebilmelerinin" ipuçlannı verirler. Ancak herşeyde olduğu gibi din kurumu ve bilgileri de, insanlar tarafından eksik anlaşılmış, işin fenası çoğu kez de bilinçli olarak yanlış bir biçimde değerlendirilmiştir. İşin içine, insanların düşünsel-ruhsal seviyelerinin gelişmemiş olması nedeniyle, bu bilgileri anlayamamaları da girmiştir. Ama bu yanlış anlama ve (hem bilinçli, hem de bilirçsiz olarak) bilgileri çarpıtma eğiliminin temelinde, insanın kendisini ve doğayı üç boyutla kısıtlı dar bir perspektiften bakarak algılaması ve dünyayı birbirinden ayn, tek başına ve izole edilmiş birimlerden ibaret sanması yatmaktadır. Bu tutum, aslında bütünselliğin birinci ağızdan bir anlatımı olan dinf bilgilerin özüyle de çatışmakta ve ters düşmektedir.
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 187
Evrensel bütünsellik olgusunun doğru olarak kavranılması ve içimize sindirilmesi, din kurumuna da farklı bir bakış getirecektir. Oradaki bilgilerden yararlanabiliriz, o da, gerçeğe işaret eden pannaklann en önemlilerinden birisidir. Ama isterseniz başka yollardan da gidin, bilimi ya da içsel huzura erme yöntemlerini kullanın. Önemli olan, insanı ve evreni doğru olarak anlamak, insanlık tarihinin yapması gereken o sıçramanın bilincine varmak ve bu sıçramayı nasıl ve hangi yöne doğru yapacağımızı tam olarak kestirmektir.
Ondan sonra yasaklara, korkulara, cezalara ve yaptınmlara hiç yer olmayacak ve gerek kalmayacaktır. Hareketlerimizi korku, endişe ve bilinmezlik değil, akıl, anlayış ve bütünü kavramanın yarattığı sevgi ya da coşku belirleyecektir.
Bütün büyük dinlerin özü aynıdır: İnsancıl (hümaniter) değerleri savunurlar ve insana önem verirler. Çünkü dünya planetinin varoluş işlevi, insanın kendisini geliştirmesi, evrimleşmesi ve dönüşümü oluşturacak olan sıçramayı gerçekleştirmesi üzerine kurulmuştur. Bu nedenle hümaniter dinler, akıl, sevgi ve adaletin sözcüsü gibidirler. Zaten insan varoluşunun amacı da, akıl, sevgi ve enerji gibi kendi içsel güçlerini kullanarak, bağımsızlığa ya da özgürlüğe doğru adım atması, yani potansiyel güçlerini sonuna dek kullanarak, kendi sorumluluğunu taşıyacak güce erişmesi, sonra da gerçeğe ve bütünselliğe doğru yürümesidir.
Ancak dinler, toplumlardaki egemen güçlerle işbirliğine girdikleri oranda, bu hümaniter özlerinden uzaklaşırlar, çarpık ve iıısanlann zaranna işleyen bir hale dönüşürler. Böyle bir durumda din, otoriter bir yapıya bürünür. İnsanların kendi dışlannda bulunan ve görüp, bilemedikleri bir güce, kayıtsız-şartsız teslim olmalan ilkesine göre hareket etmeye başlar. Böylesi bir dinsel anlayışta en büyük erdem ya da sevap, itaat; baş günah ise, ita-
188 Holistik Evren Tasarımı
ateizliktir. Tanrı, herşeyi bilen, en güçlü olan ve cezalandıran, insan ise zavallı, güçsüz ve anlamsız olandır. İnsan için kurtuluşun tek yolu, kendini Tann'ya adamasından ve kendinde bulunan tüm güçleri ve yararlı yanlan reddetmesinden geçer. Ama böyle bir tutum, gerçek dine ve onun özüne terstir. İnsan ve evreni birbirinden ayrı parçalan düzenli olarak işleyen dev bir ma-kina gibi görmek yanlışının bir sonucudur. Bu nedenle "dindarım" demekle dindar olunamaz, önemli olan bütünselliğin kurallarına uygun olarak, yani doğru ve adaletli bir şekilde yaşamaktır.
İnsan, kendisinin ve evrendeki yeri ile rolünün bilincine varmalı, ayrıca kendi sınırlarını da tanımalıdır. Aynı zamanda, kendi dışında bulunan ve etkileyemediği bazı dış güçlere bağımlı olduğu gerçeğini de anlaması gerekir. Ancak insanın kendi sınırlarım tanıması ile kendini aşan güçlere tapınması, ayrı ayrı şeylerdir. İnsan kendi içsel potansiyelini ve güçlerini geliştirmek suretiyle, evrensel planla bir uyum ve etkileşim içine girebilir. Ona kendi notasını katıp, evren senfonisinin daha tam ve zengin bir hal almasına katkıda bulunabilir. Zaten başka türlü davranma şansı da yoktur. Buna ters davrandığında, hep acı, keder ve mutsuzluk duyacaktır; hem bireysel, hem de toplumsal boyutta, tıpkı bugüne kadar bütün dünyada olduğu gibi.
"Din aşılmış bir realitedir" diyen akımların sayılarının arttığı son günlerde, bu nokta, dini anlayış biçimine göre değişmektedir. Dini sadece bir kurallar bütünü olarak ve dış göriintü uygulaması şeklinde ele alan yaklaşım, gerçekten de aşılmıştır.
Ama dünyanın birbirinden ayn birimlerden oluştuğunu ve ayrışık, bağımsız olguların, bir makine düzeni ile işlediğini varsayan "maddeci-mekanistik" görüş de, artık giderek aşılıyor. Çağdaş bilim, dünyayı ve hatta tüm evreni, birbiriyle içten bağlı, sürekli haberleşme ve etkileşme içinde oları bir bütünsellik
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 189
biçiminde ele alıyor. Ayrılıkçı ve maddeci görüş, "Tann" kavramını da kendi an
layışına uygun bir biçimde yorumlar. Bir "insan" vardır ve bir de, ondan ayrı, bağımsız, üstte yer alan, güçlü ve yaratıcı bir "Tanrı". O oradadır, insan da burada. Birisi "yaratır", öteki ona "tapınır". Oysa iş, hiç de öyle değildir. Batı âleminde "Tann" diye bilinen şeyler, aslında insanda varolan bir takım içsel ve potansiyel güçlerdir. Bunlaıı, tıpkı mitolojilerde ya da Hint kozmolojisinde olduğu gibi, bir takım Tannsal adlarla nitelemek, olsa olsa, bunları akılcılaştırmak ve daha iyi anlamak içindir. Ama içinde bulunduğumuz yüzyıl artık çok farklı olmak zorunda. Görüşlerimizi "gerçeğin bütününü" kavramaya göre ayarlamak durumundayız.
Eğer evren bir hologram gibi organize olmuşsa, her insan da bir mini hologramdır. Yani evrenin bütün planı, her insanda vardır ve mevcuttur. Ama bizler, ancak kendi gelişmişliğimiz oranında, bu "ana bilgi kaynağı"ndan istifade etmekteyiz. Nitekim "kendini bil!", "kendini bilen, evreni bilir!" gibi birçok özdeyiş de buna işaret eder. Yani bütüncül görüş açısından "kendisini doğru olarak bilen kişi, herşeyi bilir ve evrenle bir olur." Böyle düşünen kişiler için, önce kendini bilmek ve önce kendini sevmek gerekir. Çünkü bu eylem, onlan benliklerinden alır ve tüm evrenle birleştirir. Oysa bütüncül bir görüşe sahip olmayan bir kişi için, kendini sevmek ve öne almak, egoistliktir. Böyle davranmak, onu diğerlerinden koparır, kendi içine izole eder ve yalnızlıkla başbaşa bırakır.
Bütüncül ve ayrıştırman yaklaşımlar arasında böylesine önemli farklılıklar vardır. Aynştırmacı görüşün geliştirdiği "Tanrı" kavramı için, bütüncül görüş şöyle söyleyebilir: "Evet, her insan bir Tanrı'dır. Ama "Allah" değildir." İşte bu noktada karşımıza çok temel bir aynm çıkıyor: "Tapılacak Tann'lar yok-
190 Holistik Evren Tasarımı
tur, ancak Allah" vardır. O Allah ve O yaratıcı, varedici ilke, tüm evrensel bütünselliğin içerisinde yer alan ve onunla hem bir, hem de ayrı olan bir olgudur. Bu gerçekten Kur'an'da: "Allah bir Tanrı değildir. O'na tapınılmaz, O'na ancak kulluk edilir" diye bahsedilir.57
Evren varedilmiştir. İşleyen bir sistem ve kurallar bütünü vardır. Tüm yaratılanlar gibi insan da, bu yaratılış amacına uygun bir plan içerisinde yer alır. Yaratılanların amaçları, kendi potansiyel güçlerini sonuna dek ortaya koymak, tekâmül etmek ve gelişmektir. İnsan kendi davranışlarını evrensel sistemin işleyişine uydurduğu oranda tad alıp, ters düştüğü oranda da acı duyarak, yoluna devam eder. İşte "kulluk" budur, tapınmak ya da kendi güçlerini reddederek, pasif bir itaate yönelmek değildir. Evrensel kuralların farkına varmak ve onlarla (olabildiğince) uyum içinde yaşayabilme akıllılığını göstemıektir.
Yine Kur'an'da, dinin temelinde "La ilahe İH Allah" sözünün yer aldığı belirtilir. Bunun doğru çevirisi, bize bu konudaki en temel gerçeği gösteriyor: "Tapınılacak ilâhlar (yani, Tanrılar) yoktur. Ancak Allah (vardır)." Ve Allah'a tapınılmaz, bütünselliğin kurallanna ve sistemin işleyişine uygun olarak davranılır, o kadar.58
Aslında "Tanrı vardır" diyen de "Tanrı yoktur" diyen de aynı şeyi söylemektedir. Çünkü sözü edilen şey, tek ve aynı şeydir. Herkes kendi durduğu yer ve boyunun uzunluğu kadarlık bir görüş açısına sahiptir. O açıdan gördüğünü söyler. Söylenenler değişik ve farklı farklı olabilir. Ama bakılan ve anlatılan hep aynı şeydir.
Tıp
İnsanların dünyayı kavrayış biçimleri, varoldukları andan itibaren hep aynı çizgide ve dogmltuda gelişmiştir. Birbirinden
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 191
ayrı parçalar, yerleri sabit olan cisimler, katı ve yalıtılmış halde bulunan moleküllerden (ya da atomlardan) oluşan bir madde, kişiden bağımsız zaman ve mekân, Newton Fiziği'nin yasalarına bağlı olarak işleyen bir düzen.
Bu anlayış, kendisine uygun olan bilimi ve felsefeyi de aynı düşünce yapısı içinde oluşturmuştur. Günümüzde bütün bilim alanlarında "ihtisaslaşma", yani parçalar üzerinde uzman olmak anlayışı gelişmiş durumdadır. Bunu güzel bir gelişim çizgisi olarak değerlendirmek mümkündür. Ancak detaya ve ayrıntıya dalan insanlar, "bütüne" bakmayı ve "bütünü" doğru olarak değerlendirmeyi unutmuşlardır.
Gelişim çizgisi bilimsel disiplinleri olduğu kadar, insanların beyinlerini de aynı doğrultuda yoğurduğu için, bilim adamlarının görüşleri de tek yanlı, aynşürmacı ve detaylara takılıp kal-macı özellikler kazanmıştır.
Hele tıp alanında bu "yabancılaşma" öyle bir duruma gelmiştir ki, doktor ile hasta arasındaki ilişki (çoğu zaman) yalnızca bir yarar ilişkisi halini almıştır. Bu çıkan sadece parasal bir çıkar olarak görmemek gerekir. Doktorlar hastalan üzerinden kendi "kesip-biçme" ihtiyaçlanm gideriyorlar, üstünlük duyma ihtiyaçlarını tatmin ediyorlar ve işlerini yaptıklannı zannederek vic-danlannı rahatlatıyorlar.
Hasta, doktordan, onun kendisine sahip çıkmasını beklemektedir. Kişi, ihtiyacı olan şeyi kendisine verenlere adeta tapınır. Onu besleyen ve büyüten annesine duyduğu ilgi ve sevgiyi, doktoruna da göstenneye eğilimlidir. Ama onun karşısına çoğu kez aşılması zor beton bir duvar çıkmaktadır. Tıp adamlan: "Her hastaya gereken (doğru dozda) ilgi ve şefkat gösterirsem, hem çok kişiye bakamam, hem de ben harap olurum" diye düşünüyorlar. Onlann derdi kariyer, şöhret ya da kazanç ve tatmin. Oy-
192 Holistik Evren Tasarımı
sa seçtikleri alan nedeniyle, daha farklı düşünmek zorundalar. Ama bunu hep unutuyorlar.
Tıp alanındaki en yaygın tutum, ki bunu çarpık bir insan anlayışının hüküm sürdüğü bir çok alanda, ekonomide, politikada, eğitimde görmek de mümkün, "ben üzerime düşeni yapayım, vicdanen rahat olayım da gerisini boşver" anlayışıdır. Hemşiresinden başhekimine kadar herkes, "baştan savma" bir biçimde görev alanlarını ve saatlerini doldurmaya çalışıyorlar. Hastalar onlar için birer külfet, yabancı ve "el". Sevgi, şefkat ve ilgi ise sadece "evde" olur "işte" değil.
Hasta ve yakınlan ise, ilgi ve "kendilerine sahip çıkılmasını" boş gözlerle beklemektedirler. Bu durumun parayla ya da özel hastanelerle bir ilgisi yok. Mantık, anlayış ve yaklaşım hiç değişmiyor. Çünkü insanî malzeme aynı. Eğer paranız çoksa, sadece temiz çarşaflar ve "gülen yüz" maskesi sizi bekliyor. Onun ardındaki anlayış ve yaklaşım ise, yine aynısı. Bu anlattıklarımızı Türkiye'ye özgü sanmayın, dünyanın her yerinde bu durum geçerli. Yani, "okka her yerde 400 dirhem".
Bencilce davranmak ve sadece işinin kendisini ilgilendiren bölümüne konsantre olmak, belki toplumun diğer kesimlerinde yanlış olmasına rağmen yürüyebilen bir yaklaşım olabilir. Ama tıp alanında böyle davranmak, sadece yanlış değil, sonucu da olumsuz yönde etkileyen bir olgu olarak ortaya çıkıyor.
Kendi durumlannı korumak ve pozisyonlannı sağlamlaştırmak derdindedir insanlar. Dar ve kısır bir anlayışın ürünüdür bu. Ama çoğunluk olaya böyle yaklaştığı için, böyle davranmak, sonuç da veriyor. Doktorlara gittiğinizde durumu abartmak, ciddf kılmak için ellerinden geleni yaparlar, sonra da ya bir sürü ilaç yazarlar ya da hemen "kesip-biçmeye" bakarlar. Böyle yapmakla hastaya karşı olan saygın ve üstün konumlannı da garantiye
Yem Bir Düşünce Yapısı Kurmak 193
alırlar. Aslında siz onun için bir "iş" ve "gelecek yatınım" gibisinizdir. Çok korkutucu ve ciddf davranıp, bir sürü ilaç yazma-sa, siz de "yahu, bu doktor hiç birşeyden anlamıyor" dersiniz. Bu, böylece karşılıklı bir itibar ve psikolojik tatmin ilişkisi olarak sürer-gider. Bizler de böyle bir "geri düzey" platformunda, yarım yamalak yaşamaya devam ederiz.
"Ben bu kişiye nasıl faydalı olabilirim? Onu nasıl sağlığına kavuşturabiliriz?" diye işe başlaması gerek tıp adamının. Karşısındaki kişiyi kendi annesi ya da çocuğu gibi değerlendirmek zorunda. Yoksa midesini iyileştireyim derken, bağırsaklarını bozması, kalbine ilaç yazarken karaciğerini işe yaramaz bir hale getirmesi kaçınılmazdır. Nitekim yapılan istatistiklere göre Amerika'da yılda yaklaşık 20.000 kişi yanlış tedavi yüzünden hayatlanm kaybediyorlar.
Bütüncül bir bakış ve şefkatli bir yürek. Bunun olabilmesi için de, önce o kişilerin evrenin ve insanın bütüncül yapısını kavramalan gerekir. Tabii sonra da baktıklan hasta sayısının dar ve belirli bir boyutta kalması.
Hastayı bir "iş" gibi görmemek gerekiyor. Onu tanımak, anlamak ve aynı dalga boyunda onunla birlikte titreşmektir doğru olan. Onu bütünsel olarak işleyen bir sistem olarak ele alıp, "hastaya nasıl faydalı olurum?" gayesiyle yaklaşmalı konuya.
Yorumlanmızı tıp adamlanmn kişisel eksikliklerinden, yetersizliklerinden ve yanlışlanndan, tıp biliminin çarpıklıklanna doğru çevirelim: Newton'cu Fizik ve Descartes'çi insan anlayışının getirdiği mekanistik yaklaşım, insan, doktor, bilim, ilaç, ameliyat gibi faktörleri birbirlerinin karşısına ve ayn ayn kutuplara yerleştirir. İnsan bir bütün olarak ele alınmaz. Tıpkı saatin bozulan parçasını değiştirmek gibi, ameliyat yapılır ya da dişlileri temizleyip, yağlamak için ilaç verilir. Bir de bunun üzerine
194 Hohstik Evren Tasarımı
inşa edilmiş muazzam bir ekonomi, kazançlar ve dev rantlar vardır. Bunlardan vazgeçilmek istenmez.
Halbuki bunca çabayı ve masrafı "koruyucu hekimlik" dediğimiz bir şekilde kullansak ve "hasta olmamaya" yöneltsek, yani hastalıkların oluşmasını önleme yolunda çaba göstersek, daha iyi olmaz mı?
Son yıllarda Alternatif Tıp ya da Alternatif Tedavi yöntemleri giderek öne çıktılar. 20. Yüzyıl'ın getirdiği teknolojik gelişim ve atılımlar, yüzyılın başında sanıldığı gibi, insanlara sonsuz bir mutluluk ya da tatmin sağlamadı. 1. ve 2. Dünya Savaşları ve ondan sonra hâlâ bitmeden süren savaşlar, doğal kaynakların sorumsuzca tüketilmesi ve dünyanın bırakın ileriye gitmesini, yok olma tehlikesine doğru hızla sürüklenmesi, insanların üzerinde derin izler bıraktı. Eski hayaller ve umutların yerinde şimdi şaşkınlık, bilememek ve hayal kırıklığı var. Yüzyılın başındaki "kaba ve materyalist" bilimsel anlayış artık iflâs etmiş durumda.
Çünkü evren, bizim üç boyutla kısıtlı algı alanımızın kısır ve dar sınırları içinde bize göründüğü gibi, birbirinden ayrı parçaları muntazam bir düzen içinde işleyen bir makina değil. New-ton fiziği, Descartes felsefesi ve Marx determinizmi gibi 20. Yüzyıl'ın başlarındaki bilimsel anlayışın eseri olan bu düşünce biçimi, insanın dış görünüşü ve algı anlayışı ile de uyuşuyordu. Yani varolan herşey birbirinden ayrı, tek başına ve hatta birbirine karşıt gibi algılanıyordu. Ama gelişen bilim ve tekâmül eden insanlık, artık çok daha değişik bir şekilde düşünüyor ve bu yeni ufka doğru yelken açıyor.
Kuantum Fiziği, İzafiyet Teorisi ve Hologram Kuramı gibi kavramlar, evrenin bütün varolanları ile birlikte bir bütünlük olduğunu, bütün birimlerinin birbirleriyle ilişki ve iletişim halinde
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 195
bulunduğunu, en ufak bir birimdeki değişimin, bütün evren tarafından anında algılandığını, kısaca hepimizin aynı bütünün birimleri ve parçalan olduğumuz gerçeğini gözler önüne seriyorlar.
Bu bütünsel kavrayış, aslında yeni bir olay değil. Yüzyıllardır insanlığa farklı şekillerde anlatılmış ve açıklanmış.
Yeni olan şey, eskiden kişesel çaba ve tecrübeye bağlı olan bu bilgi biçiminin, şimdi her yerde ve herkes için geçerli olacak şekilde, yani bilimsel araçlarla ve onların desteğiyle açıklanması ve böylece belki de bir kıyametin öncesi, herkese eşit bir şans verilmesi olayıdır.
Böylesi bir bütünsel kavrayışa geçemezsek, dünyayı yok etme tehlikesiyle başbaşayız demektir. Herşeyi sorumsuzca tüketme, kirletme, bozma ve olumsuza doğru değiştirme gibi açgözlü bir tutum, bizim bu birbirinden ayrı, karşıt ve rekabet içindeki insan ve evren tasarımımızın bir sonucu. Bu anlayış bizi, bir yere kadar getirdi ve belirli bir teknolojik sıçrama yaptırdı. Ama şimdi aşılması ve yenilenmesi gerekiyor, yoksa mahvolmanın eşiğine doğru hızla yol alıyoruz.
Diğer bilim dallan gibi tıp da, "birbirinden ayrı, tek başına ve yabancılaşmış" bir anlayışın uzantısı olarak gelişmiştir. Bu nedenle de insanı tıpkı bir makina gibi, bölümlere ayırarak ele alır ve öylece tedavi eder. Amacımız tıp bilimine karşı bir tavır koymak değil. Ama görünenin ötesinde, insanda bir takım başka özellikler, enerjiler ve oluşumlar da gizli. 21. Yüzyıl'da artık insanlar, yalnızca gördüklerine inanmakla yetinmiyorlar. Çünkü bizlerin algı alanı dışında daha nice şeylerin varolduğunu "biliyorlar". Önceleri çok az kişiye nasip olan bu bilgiler, artık bütün insanlık için rahatça ulaşılabilecek özellikler taşıyor. Bir kadın çıkıyor ve adeta röntgen çeker gibi, nerelerde enerji dengesizli-
196 Holistik Evren Tasarımı
ği var, nerede hastalıklı bir gelişim görülüyor ya da nerede kı-rık-çıkık var normal gözleriyle görüp, söyleyebiliyor. Biyoener-ji uzmanları aynı şeyi elleriyle yapabiliyorlar. Aurayı gören ve okuyanlar var. Bu tesbitlerden sonra da iş tedaviye geliyor. Re-iki, biyoenerji, çeşitli renk ve koku terapileri, yoga ve akupunktur gibi teknikler, insanlara şifa verme konusunda epeyce yol almış durumdalar.
İnsanı bir bütün olarak gören ve hastalığın da, tedavinin de onun kendi içinde olduğunu ileri süren bu "alternatif yöntemler" bizce önemli bir fonksiyonu üstlenmiş durumdalar. Bir yandan olağan tıp bilimine önemli bir destek ve katkı verirken, öte yandan da bütünsel bir evren tasarımı konusunda bizlere yeni ufuklar açıyorlar.
Yalnız burada önemli bir incelik gizli. Somut olarak görülüp, elle tutulamayan her konuda olduğu gibi, alternatif tıpta da, bir sürü aldatmacalar, yanıltmalar ve hokkabazlıklar yapılmakta. Ama amaç, kötüleri ve yanlışları ortaya koyup, bir düşünceyi yok saymaya çalışmak yerine, o görüşün gerçek yerini ve değerini anlamaya gayret göstermek olmalı. Önemli olan, yapılan işteki kalite ile o konuya eğilen kişinin eğitimi, yeteneği ve seviyesidir. Hatta "alternatif tammı bile, bir. karşıtlığı simgelediği için, "bütünsel tıp" veya "bütünleyici" ya da "tamamlayıcı" deyimi bu türlü tedavi biçimleri için daha uygun düşmektedir.
Tıp ve tedavi konusuna yapılan bu iki ayrı yaklaşım, kişilerin dünyaya bakış açılarına göre biçim bulmaktadır. Bu nedenle insanları birbirinden ayrı ve birbirine karşıt gibi gören bir anlayışın, "geleneksel" ve "alternatif tıp kavramlarını karşıt yöntemler olarak değerlendirmesi normaldir. Ama aslında onlar tıpkı diğer alanlarda olduğu gibi, aynı bütünlüğün iki farklı yansımasıdır yalnızca.
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 197
Dünya, yeni bilgi biçimlerine oldukça ilgi duyuyor. Ama aslında bizim yeni dediğimiz şeyler, yüzyıllar öncesinde söylenmiş, işlenmiş, hatta uygulamaya bile geçilmiştir. Bizler insan olmamız nedeni ile belirli kısıtlılıklar içerisindeyiz. Üç boyutlu bir algı alanımız var, beynimiz ancak "Karşıtlıklar İlkesi"ne göre çalışıyor. Yani ikili ve bir karşıtı olmayan şeyleri kavrayamıyo-ruz, bu türlü bilgileri ve gerçekleri anlamamız mümkün olmuyor. Lineer, tek yönde ilerleyen, yani geçmişten gelip, geleceğe doğru giden bir zaman anlayışımız var. Bu nedenle, sanıyoruz ki, herşey "doğar, büyür, gelişir ve ölür". Tıpkı canlılar gibi. Ama olaya daha geniş bir boyuttan baktığımız zaman, özellikle tarihsel gelişmelerin bir siklus, bir daire ya da bütünsel bir gelişim çizdiklerini görüyoruz. 20. Yüzyıl Uygarlığı en gelişmiş olanı, eski Mısır, Aztek, İnka, hatta Atlantis ve Mu Uygarlıkları ise eski, çocuksu ve geri kalmış diye düşünüyoruz. Çünkü öyle bir eğitim aldık. Basit insanî görüşlerimiz ve algılarımız da bunu doğruluyor. Eski olanı eksik, yanlış ve yetersiz; yeni olanı ise mükemmel, doğru ve gelişmiş sayıyoruz.
Gerçi artık bunun böyle olmadığım dile getiren ve daha farklı düşünmeye başlayan birçok insan var. Ama yine de bu gerçekleri vurgulamaktan kendimizi alamıyoruz.
Uygarlıkların yükselişi ve batışı, ayrıca incelenmesi gereken bir konu. Bizim için burada ilginç olan nokta, o dönemlerdeki bilgi birikiminin neden sıfırlandığı ve kültürel bir çizgi halinde günümüze dek gelmediği. Çünkü 21. Yüzyıl'ın başlarında bulunduğumuz şu günlerde, yeni, çağdaş ya da Amerikan tabiri ile "New Age" akımlar diye gündeme gelen bilgilerin hiç birisi "yeni bulunmuş" değil. Hepsi de, şu ya da bu şekilde bir zamanlar dile gelmiş ve az önce de söylediğimiz gibi, kullanıma bile konulmuş.
İ ,ı
198 Halistik Evren Tasarımı
Bizce yeni olan, bu eski birikimin günün şartlarına ve yaygın bir kabul görme durumunda olan "bilimsel anlayışa" uygun olarak yeni bir giysiyle insanlara sunulması.
Evrende bilgi sonsuz. Bizlerin "bulduk, keşfettik" diye bahsettiğimiz şey ise, aslında varolup da, orada duruveren şeyleri görecek beyinsel frekansa ulaşmaktan, yani kendimizi geliştirip, yüceltmekten başka birşey değil.
İnsanın bilgi ihtiyacı bir susuzluğa benzer. Bunu değişik biçimlerde tatmin etmek, gidennek ve susuzluğu aşmak mümkündür. Bir masanın üzerinde çeşitli içecek ve meşrubatların dizili olduğunu düşünün. Herkes susuzluğunu gidennek için bir başka içeceğe gidecektir. Kimi sıcak, kimi tam tersine buzlu bir tanesini tercih edecektir. Yani insanlar, o anki ihtiyaçlarına göre bir doyum yolu seçeceklerdir.
Bunların farklı olması doğaldır, kimse kimseye tercihi nedeniyle kızamaz ya da onu hor görüp, aşağılayamaz. Herşeyin üstünde ve önünde, insanın kalitesi gelir. Seçimine katılalım ya da katılmayalım, "kaliteli" bir insan, bizimle aynı tercihi paylaşan "kalitesiz" birinden daha değerli ve daha önemlidir.
Niçin sözü bu kadar uzattık dersiniz? Çünkü kendilerini "çağdaş" ve (bize göre dar ya da tek yönlü) "bilimsel" bir çizgide gördüklerini sanan ve bu konumlannı yitirdikleri takdirde, sarılacak başka bir dal bulamayacaklarını bildikleri için, bağnazca "dar ve maddeci bir bilimselliğe" yönelen kimi bilim insanları ve tıp adamları, kendi alanları dışındaki her türlü bilgiyi "boş, temelsiz ve hayal ürünü" olarak değerlendiriyorlar ve ekliyorlar: "İnanmak istediğiniz için onlann varolduklarını sanıyorsunuz."
Oysa insanın o dar algı alanım aşan ne bilgiler ve ne farklı âlemler var. Bizle içice yaşayan renkler, kristaller, bitkiler, hay-
Ye.ni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 199
vanlar, kokular ve daha neler neler. Bunların hepsinin ayrı güçleri, enerjileri ve etki biçimleri bulunuyor. Onları biz görmediğimiz için yok saymak, küçümsemek ve onlara aldınnamak, başarı ya da bilimsellik değil "safdillik" ve "ahmaklık"tır, kısaca "başını kuma gömmektir."
Önce insanı, sonra da dünyayı ve evreni birbirinden ayrılamaz özellikte olan bir bütünlük olarak ele alan ve teşhisi hastalanmadan önceye çeken, tedaviyi de bütünsel varoluşu zedelemeden yapmaya çalışan bir anlayış, tıp bilimini gerçek yerine oturtacaktır. Aynı anlayış doktorların da hastalarına karşı olan davranış ve yaklaşımlarını çok olumlu bir yönde etkileyecek ve kendilerine tedaviye gelen kişilere bir "iş" ya da "yabancı" ve bir "makine" gibi değil; bir "dost" ve bir "kardeş" gibi bakmayı öğreneceklerdir. Çünkü bileceklerdir ki, her bir insanın iyiliği, aslında bütünün, yani neticede kendilerinin iyiliğidir. Kendileri de o "ortak ürün"ün parçalandır. Ayrıca unuünamak gerek ki, fiziksel plan kuralları çerçevesinde işleyen neden-sonuç yasası uyarınca, "sen başkalarına nasıl davranırsan, sana da öyle dav-ranılacaktır!"
Ana Babalık Sanatı ve Eğitim
Çoğu anneler ve babalar; kendi istek, hayal, beklenti ve komplekslerini çocuklarına yansıtırlar, sonra da bunun adına "disiplin" derler.
Çarpık ve yetersiz insan anlayışının en önemli uzantılarından bir tanesi de, çocuk eğitimi alanında karşımıza çıkar. Herkes kendi zırhının içindedir. Anneler: "Önce benim hayatım" derler.. Kimileri çocuğu emzinnez "fiziğim bozulmasın" diye düşünür, bazılan çocuğu "kendi günlük hayat akışı" değişmesin diye küçük yaşta yuvaya gönderir.
Çocuklannı ciddiye almazlar, onu küçümserler ve "ağaç yaş-
200 Holistik Evren Tasarımı
ken eğilir" şeklinde düşünürler. Oysa bunların hepsi yanlıştır ve topluma sağlıksız bireyler, dünyaya da kendi zırhlarını kuşanmış "savaşçılar" yetiştimıek dışında bir işe yaramazlar. "Ana-babalann seviyeleri ve insanı anlayış biçimleri ne ki, çocuklan ne olsun!" diyebiliriz. Doğrudur da bu. Ama onlar gördüklerini, bildiklerini ve duyduklarını uygulamaktadırlar sadece. Hepsi de iyi niyetlidir. Belli bir gayret ve çaba içindedirler, ancak temel yanlış atıldığı için, binalar da pek sağlam olmamaktadır.
"Disiplin" diye ortaya attıkları şey, kendi hayatlarını rahatça ve kesintisizce yaşayabilmek için düzenlenmiş ve uydurulmuş bir düzenekler dizgesidir. "Dur" deyince çocuk durmalı, "gel" deyince gelmeli, "yat" deyince yatmalı, "kalk" deyince de kalkmalıdır. Tıpkı bir robot gibi. Çünkü onlara göre "çocuk" boş bir beyin (tabula rasa) ve boş bir ruhla doğmuştur. Anne ve babanın görevi de, bu "hiç birşey bilmeyen" varlığı eğitmek ve bu ağacı "yaşken eğmek"tir. Gerçi kendi kanlarından ve genlerinden dünyaya geldiği için, bu çocuk kendilerinden birisidir, ama yine de onların "düzenlerini" bozmaya hiç de niyetleri yoktur.
Oysa olay hiç de böyle değildir, hatta bunun tam tersidir. Çocuk dünyaya getirmek çok büyük bir sorumluluk ister. Gerek manevî, gerekse de maddî açıdan bu önemli olaya hazır olmak gerekir. Eğer doğurup da yuvaya vereceksiniz, bu işe hiç kalkışmayın. Çocuk yetiştirmek saksıda çiçek yetiştirmeye benzemez. Heveslenip, dünyaya getirdikten sonra, hevesin geçince, saksıyı komşuya vermeye benzemez bu. Hayatın değişecek, fedakârlık edeceksin, "öf bile demeyeceksin.
Önce bakış açımızı değiştirmemiz gerekiyor: Gelen bir "ruh"tur. Hem de benliğinde ve genlerinde bütün "eski bilgileri" beraberinde getirerek gelmiştir. Onu küçümsemek ve yok saymak bir yana, belki de ruhsal kapasite olarak bizim "ustamız",
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 201
"babamız" ya da "şeyhimiz" olabileceğini düşünmek gerekir. Bizden geri bir varlık değildir. Sadece boyut olarak küçük ve fonksiyon olarak yetersizdir. Ona tıpkı bir büyük insana gösterilen "saygıyı" ve "ilgiyi" göstemıekten başka yapacak birşey yoktur. O "eğilecek" bir ağaç değildir, ancak ona eşlik edip, yol gösterebilir, kendini bulması için yardımcı olabiliriz, o kadar. Eğerseniz, kırlır! Onu bir "rakip", ya da uğraşılması gereken bir "dert" olarak görmek yerine, birlikte eğlendiğiniz, öğrendiğiniz, zevk ve keyif aldığınız, mutlu olup, haz duyduğunuz bir "partner", bir "dost" ya da sevdiğiniz bir "arkadaş" gibi değerlendirmelisiniz. "Ben zaten öyle yapıyorum" deyip, işin içinden sıyrılmayın.
"Gerçekten" doğru ve dürüst olan çok az ana-baba var. İncelik şurada; onların çoğu bu davranışlarının bilincine varamıyorlar. Yani doğru, içten ve gerçekten öyle davrandıklarını sanıyorlar, ama yanılıyorlar, çünkü "önce ben" diyorlar ve "rol yapıyorlar."
Zorla hiç bir şey elde edemezsiniz. Pardon edersiniz; stres, nevroz, psikoz, bir sürü bilinçaltı olumsuz baskı öğesi ve benzeri etkenleri elde edersiniz. Onunla "dost" olun, "ikna etmeye", onu anlamaya ve yetenekleri doğrultusunda serpilmeye yöneltmeye çalışın. Tabii bu, sizin işinize pek gelmeyecektir. Yorulacak, bitap düşeceksiniz, sinirleriniz iflâs edecek, belki işinizdeki performansınız azalacak ya da karı-koca birbirinize bağırmaya başlayacaksınız. Ama dünya planının kuralı bu; bir emek ve bedel vermeden, başka birşeyi elde etmek mümkün olamamaktadır. Cesur olun ve zor olan yolu seçin! Çocuklara saygı gösterin, onları ciddiye alın, onları küçümsemeyin, onlarla dost olun, onlarla birlikte hareket edin, onlara karşı olmayın. Söylediklerimizi özetleyecek olursak, altım çizmemiz gereken noktalan şöylece sıralamak mümkün:
202 Halistik Evren Tasarımı
' Olumlu olun Önce "evet" deyin, mutlu edin, neşe verin, onu doğrulaym ve
pozitif olun.
• Dost olun Onu bir rakip, hayatınıza engel olan bir yabancı ya da "bükü
lecek bir ağaç" olarak görmeyin.
• Dürüst olun Kendi kompleks, istek ve hayallerinizi "disiplin" ya da "o öy
le istiyor" diye çocuğa yansıtmayın.
• Samimi olun İlaç içmesi ya da yemek yemesi için ona yalan söylemeyin,
hiç bir konuda kandırmayın. İçten, açık ve yapıcı olun.
• Onu ciddiye alın Karşınızda sizden "geri" ya da "zavallı" bir varlık bulunmu
yor. O, getirdiği ruhsal kapasite olarak, belki de sizin "ustanız" olabilir. Ona gereken saygıyı ve önemi gösterin. İstek ve dileklerini ciddiyetle dinleyin.
• Onunla "birlikte" olun Çocuğu "kendi ayakları üzerine durmayı öğrensin" "palavra
sı "nın arkasına sığınıp, bir an önce evden uzaklaştırmaya bakmayın. Onun size, evine ve ailesine "yoğun bir" ihtiyacı olduğunu hiç unutmayın.
• Onun 'önünü açın" Bir karar verirken, en doğruyu bildiğinizi sanıp da, komp
leksleriniz doğrultusunda çocuğunuzu baskı altına almayın. Kararlan "birlikte" alın.
Aslında herkes hasta, ama dereceleri ve bunu tolere etme, yani kaldırabilme ve dengeleyebilme kapasiteleri farklı. Bunun manevi nedeni, bedenlenmek suretiyle, o temel bütünsellikten
rnıli!rirıpıii::-ıını|!iri|!in!iiri[!nifi'-Tii:i''-!i||Fn<i|
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 203
kopmak, yalnız ve yabancılaşmış olarak yaşamak zorunda kalmak. Dünyevî nedeni ise, çocukluk döneminde etkisi altında kalınan yanlış eğitim. Bunlar, insanın bütün ömrüne damgasını vuruyor.
Çocuk eğitiminden normal eğitime geçecek olursak, manzara daha da kötü bir hal alacak. Kitap boyunca görmüş olduğunuz gibi, yorumlamalarımızı dünya insanı boyutunda ele aldık. Yani Türkiye ve Türk insanına özgü bir kısıtlama içine ginnedik. Burada da öyle yapacağız, Türkiye'deki eğitim, Batı'nın kötü bir kopyası olma çabası içinde. Dünya' planında bozuk ve yetersiz bir eğitim düzeni olduğunu söylersek, bizdeki durumu varın siz hesap edin.
Genel olarak eğitim, insan beyninin konuları nasıl öğrendiği temeline göre hareket ettiğini söylemekle beraber, tam ona ters bir tutum içinde. Özellikle sosyal bilimlerde, kavramlar kargaşası içinde boğulan bir metin, anlamayı neredeyse imkânsız kılıyor. Bilim adamları ise, kendi mevkilerini koruma telâşı ile konulan iyice karmaşıklaştırıp, zorlaştırmakta, sonra da bunlan kimse anlamasın diye uzun metinlerle öğrencilere sunmaktadırlar. Sonra giderek kendileri de bu karmaşıklaşan ve sanal bir ha-
. le gelen bilimselliği anlamaz olmaktadırlar.
-Eğitimde de çözüm ve çare tek: Bütünselliği kavramak. O zaman eğitim anlayışı da rekabet-düşmanlık-yabancılık çemberinden çıkacak. Not ve basan stresi, yerini öğrenme sevinci ve kendini geliştirme fırsatlarına bırakacak. Bir sürü ezber bilgisi
" yeririe, hayatın içinde kullanılabilecek pratik bilgiler ağırlık kazanacak. Daha bir sürü değişikliği öngörmek mümkün, ama bu kitabın kapsamı içinde, eğitim konusunu burada kapatmak daha doğru olacak.
204 Holistik Evren Tasarımı
Toplum ve Siyaset
Ne demokrasi, ne ekonomi, ne hukuk, ne din, ne de ahlâk anlayışlarımız artık bize yeterli gelmiyor. İnsana ters, yanlış, eksik ve yetersiz. Çünkü çarpık inançların, yanlış görüşlerin, farklı ve eksik bir insan anlayışının ürünü.
Demokraside hiçbir zaman bireyin iradesi temsil edilmiyor. Çıkarcı bir oyuna alet olmaktan ileri gidemiyor insanlar. Yöneticiler kendilerini önemli bir kişi kılabilmek için yaptıkları işleri abartıp, yüceltmeyi pek severler. Vatandaşlar da onların gösterdikleri hedeflere kilitlenerek, sürüden kopmamaya ve yine "önemli bir kişi" olmaya çalışırlar. Oy verme eylemi ile de, ülkenin idaresine katkıda bulunduklarını sanarak, avunurlar. Yaklaşım hep aynıdır: "Ne yaparsan yap, ama vicdanını kandır ve rahatlat." Sonra da kendi büyüttükleri ve yücelttikleri şeylerin altında ezilir, kişiliklerini yitirir ve onlara "tapınmaya" başlarlar. Hatta o "eşit idare" adı verilen demokrasi uğruna, canlarını bile verirler.
Ekonomide siz, istediğiniz ve ihtiyacınız olan şeyleri mi alıp, tükettiğinizi sanıyorsunuz? Deniliyor ki: "Herkes kendi bireysel çıkar ve menfaatini gözetir ve kollarken, bütünün çıkarına da hizmet eder" ya da "tam rekabet kuralları, firmaları üretim ve fiyat açısından dengeye sokar, bu da bireyin yararına olur". Kimi kandırıyorsunuz ya da siz hâlâ bu masallara inanıyor musunuz? İnsanlar artık kullanılmak ve başkalarının çıkarları doğrultusunda davranmak istemiyorlar.
Descartes'in "düşünüyorum, öyleyse varım" deyişiyle zirveye ulaşan bireysel ayrımcılık ve izolasyon süreci, artık tarihsel gelişim içindeki görevini tamamladı ve işlevini bitirdi. İnsanlar şimdi daha değişik ve daha yeni, aynı zamanda daha farklı şeylerin özlemini duyuyor, ihtiyacını hissediyorlar.
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 205
İnsanlık artık büyük mekanizmaların oyuncağı olmak, onların gücü altında ezilmek, "bireysel olmak" ve "kişisel özgürlük" aldatmacası ile yalnızlığa ve güçsüzlüğe itilmek, sonra da bir oyuncak ya da kukla haline gelmekten kurtulmak istiyor.
Yine aynı şekilde, birbirine rakip olmak, düşmanca davranmak, basan stresi ile birbirini yok etmeye çalışmak istemiyor, rekabet, mücadele ve savaştan bıkmış durumda.
Bireysel gücünün aslında yok denecek kadar az olduğunun farkında. Kendi seçimleri ile çoğu kez başkalarının çıkarlarına hizmet ettiğini, kaynakların yanlış, çarpık ve kötü kullanılmasına yol açtığını da biliyor. O halde ne yapmalı, nasıl olup da, hem kendi gerçek değerini ve gücünü yerli yerine oturtmalı, hem de bütünün (ortak ürünün) ve insanlığın hayrına olarak nelere ve nasıl kararlar vermeli? Bir çözüm önerisi, bireyselliğin ve yalnızlığın derinine dalmak, iyice içe çekilmek ve içsel değerleri farkederek, orada bütünselliğin hazzma varmak ve bu güçle, dışa karşı savaşmak ya da karşı koymak şeklinde olabilir. Ama bizce asıl doğru olan, evrensel bütünsellik gerçeğinin farkına varmak ve o doğrultuda davranıp, o çizgide yaşamak.
Bu çok zor, karmaşık ve bilinmeyen birşey değil. Yüz hatta bin yıllardır, çeşidi dinlerde, felsefelerde, inançlarda dile getirilmiş, bir çok düşünür, din adamı, filozof, evliya ve peygamber-lerce de yaşanarak gösterilmeye çalışılmış, bu "doğru inanç ve doğru yaşam" bilgisi. Ve bu anlayış, geçmişte ya da geride kalan bir yaklaşım değildir. Bunun günümüzde daha çağdaş ve değişik biçimlerdeki uygulamaları, insanlığın önünü açacak ve onu düzlüğe ulaştıracak olan tek yol, tek seçenektir.
Nedir evrensel bütünselliğin farkına varmak? Evren aslında, sanki gömnmeyen bir takım iplerle birbirine içten içe bağlı bir bütünlüktür. Burada her yapılan şey ve her türlü hareket, siste-
206 Holistik Evren Tasarımı
miri bütünü tarafından algılanır, hissedilir ve ona bir cevap verilir. Bir kelebeğin kanadını çırpmasından, bütün kâinatın haberdar olması gibi. Ama bizler (öyle olması gerektiği için) üç boyut ve beş duyu ile sınırlı olduğumuzdan, bütün bunların farkına varamayız. Tıpkı yanımızdan ve içimizden gelip-geçen çeşitli elektronik frekansların, ışımaların ve hatta renklerin, seslerin ve mikropların farkına varamadığımız gibi. Ve işte ondan sonra da insanlık serüvenimiz başlar. Başımızı kuma gömer, başlarız yaşamaya.
Sanırız ki, yalnız ve tek başınayız. Kimse bizim ne yaptığımızı, neleri sakladığımızı, gizlediğimizi bilmiyor ve farketmi-yor. Oysa bir sistem var ve biz bu sistemin içindeyiz, ona bağlıyız, onunla birlikte vanz ve birlikte hareket ediyoruz. Ama insanlar bağımsız, özgür ve kendi iradeleriyle davranıyor olmayı pek severler. Bu nedenle de, kendilerini hep böyle avutup, oyalarlar.
Ama biz, bu sistemin içindeyiz. Ondan ayrı ve bağımsız olmamız da mümkün değil. Bu gerçeğin bilincine varmak, aslında bizi çok daha özgür ve huzurlu kılacaktır. İnsanlık artık böyle gelişmiş bir anlayışa ihtiyaç duyuyor ve bu türlü modellere istek gösteriyor. İşte bu bütünselliği ve taş, toprak, hava, su ve bütün canlılar ile birlikte insanların da birbirlerine bağlı olduğunu (hem aynı bütünün parçalan, hem de birbirine bağlı olmanın bilincini) farketmek, hissetmek ya da kavramak, yeni bir insanlığa ve yeni bir çağa girişin ilk adımı olacaktır.
O zaman böyle çarpık toplum modellerine ve yanlış ekonomik ya da siyasî düzenlemelere gerek kalmayacak. Çünkü bütünselliği farketmek, kişiye muhteşem bir sorumluluk ve dev bir görev anlayışı getirmektedir.
Böyle bir durumda kişiye ayrıca ekonomik yaptırımlar uygu-
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 207
lamaya, toplumsal cezalar vermeye ve kişiyi çeşitli baskı unsurları ile tehdit etmeye gerek kalmaz. En büyük yargıç, onun kendi içindedir zaten. "Vicdan" denir onun adına. Karşıdaki farket-meden onu kandırsa bile, kendi vicdanını aldatması mümkün olmaz. Her yanlışında, sisteme her ters davranışında, başkasının hakkına her el uzattığında ya da bir başkasını kırdığında, onu herkesten önce kendi vicdanı yargılar.
Bütünsel gerçekliği kavrayış, bize yepyeni ekonomik, toplumsal, ahlâkî, sanatsal, bilimsel ve dinsel anlayışlar getirecek. Şimdilerde toplumsal kurumlar, dinler, ahlâkî anlayışlar gibi çeşitli çabalar ve yaptırımlarla zorlanan inanışlar (ki bunlar, bizi çeşitli biçimlerde o bütünsel anlayış doğrultusunda davranmaya iterler, bu amaç için "yaratılmış" koltuk değnekleri gibidirler), artık tıpkı yağmurun yağması, rüzgârın esmesi ve güneşin doğması gibi doğal hale geleceklerdir.
Eğer her türlü düşünce, eylem, hatta istek ve hayallerin bile, sistemin içinde bir yeri ve etkisi olduğunu bilirsek, sisteme verilen her türlü üretimin, yine o sistemin içinden kişiye geri döneceğinin (kötülük de, iyilik de dönücüdür) farkındaysak, daha da önemlisi kişinin iyiliğinin, huzurunun, mutluluğunun, gelişiminin, özetle herşeyinin bu bütünsel sisteme bağlı olduğunu iyice anlamışsak: Hiç başkasının hakkına el uzatır mıyız? Hiç yalan söyler miyiz? Bir diğeri açken, tok yatabilir miyiz? Afrika'da insanlar açlıktan ölürken, içimiz "cız" etmez mi? Çünkü o da bizim bir parçamız, o da aslında "ben". Ayrıca onun kötülüğü, bütün sistemin kötülüğü, "ortak ürünümüzün" yetersizliği ve başarısızlığı, yani bizim de bundan zarar görmemiz demek.
Böyle bir dununda, rekabet, çekişme ve düşmanlık en çok kişinin kendisine zarar vermez mi? Yalan, aldatma, kandırma ve her türlü olumsuzluk sisteme, yani kişinin kendisine geri dönmez mi?
208 Holistik Evren Tasarımı
Her türlü biriktirme, saklama ve kendinin kılma, hem kişinin kendisine bir yük, hem de sisteme bir tıkanıklık anlamına gelmez mi?
Komplo Teorisi
Son yıllarda "Komplo Teorisi" adıyla tanınan ve insanların ya da dünyanın geleceği ile ilgili bazı ilginç planları ve projeleri ele alan teorilerden söz edilmeye başlandı. Dünyayı idarelerine almak isteyen bazı grupların varlığına ve onların planlarına dayandığı ileri sürülen bu yaklaşımların içinde ilginç bazı yönler bulunmaktadır. Uzaktan ve manyetik yollarla gerçekleştirilmek istenen "beyin kontrolü" konusu da bunlardan birisidir. "Bunun bu kitabın kapsamı ile ne gibi bir ilgisi olduğunu" soracak olursanız, cevabımız sizleri biraz şaşırtacak sanırım.
Çünkü böyle bir yaklaşımın çok farklı alanlarda, çok değişik uygulamaları vardır.
Siz hiç çocuk çizgi filmlerini seyrettiniz mi? Seyretseniz, sizin de tuhafınıza giderdi. Son yıllarda hemen hemen bütün çizgi filmler önce vahşeti, savaşı ve vurdu-kırdıyı içeriyordu. Bu akım giderek çirkin, sevimsiz ve mide bulandırıcı tiplerden oluşan filmlere kaydı. Filmlerin bütün kahramanları inanılmaz derecede çirkin ve nefret uyandırıcı. Yemyeşil dişler, kanlı ve pörtlek gözler, iğrenç dinazorlar ve benzerleri. Bu akımın son dalgası, büyüleri, büyücüleri ve cadıları içeriyor. "Yahu bizim hayatımızda bunların hiçbirinin yeri yok, nereden çıktı bunlar?" deseniz de, çocukların bunları seyretmelerine engel olmanız çok zor. Sonra da bilinçaltı dünyalannda korkudan korkuya koştuklarını ne yazık ki sürekli olarak gözlemlemek durumunda kalıyoruz. Ya Harry Potter'lara ne demeli? Ne eve sokun, ne o kitapları okuyun, ne de filmine gidin. Hep şöyle soruyorum: "Neden hep böyle şeyler "moda" oluyor? Batı ülkelerinin yönetimleri
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 209
nasıl oluyor da böylesi beyin yıkamalara karşı tepkisiz kalıyorlar?" Bunun cevabı acaba: "Onlar da zaten bunu istiyor ve hedefliyorlar" olabilir mi?
Hatırlarsınız 1970'li yıllarda, tek kanaldan siyah-beyaz yayın yapıldığı dönemde televizyonların çok sevilen bir dizisi olan "Komiser Colombo" vardı. Bir bölümündeki ilginç bir olay geliyor aklıma. "Bilinçaltı kurgulama" denen bir yöntemden bahsediliyordu o filmde, Seyircilere seyrettirilen sinema filmlerinin kareleri arasına, bazı reklâm sloganları sıkıştırılıyordu. Bilindiği gibi insan gözü, tek tek karelerden oluşan bir görüntüler dizisini, eğer saniyede 24 karelik bir hızla önünden geçirilirse, kesintisiz bir hareket olarak algılamaktadır. Zaten "çizgi film" dediğimiz filmler de tek tek karelere çizilen resimlerin, birbiri ardınca hızla çevrilmesi ile film niteliğini kazanmaktadırlar. Gözün önünden saniyede 24 adet olarak geçen resim karelerinin arasına 1 ya da 2 kare olarak başka bir görüntü ekleseniz bile, göz bunu bilinçli olarak farkedemez. O normal görüntüyü algılar. Ama örneğin 3 ya da 4 adet boş kare bırakırsanız (ya da araya monte ederseniz) göz bunu bir flaş çakması biçiminde değerlendirir.59
İşte bu teknik oluşumdan hareket ederek, film karelerinin arasına seyirciye verilmek istenen herhangi bir mesaj sıkıştınla-bilir. Örnek olarak Cola reklâmını içeren bir veya iki kare ekleyebilirsiniz. Sonuçta ne mi olur? Filmin devre arasında çoğu kişi susuzluk hisseder ve soğuk birşeyler içme isteğine kapılır. Çünkü, göz aslında her bir kareyi tek tek algılamakta, ama belirli bir akış altında, bunu beyne hareketli tek bir görüntü olarak bildirmektedir. Bilinçli beyin bunu tek bir görüntü şeklinde değerlendirirken, gözün yaptığı tüm algılamaları eksiksiz olarak kayda geçiren beyinsel düzenek, "bilinçaltı" dediğimiz ve bilince ulaşma basamağını aşamamış olan bilinç bölümüne verilen
210 Holistik Evren Tasanmı
mesajı aktarmıştır bile.
. Her ne kadar, bu konuda yeterli sayıda araştınna bulunmasa ve bir-iki kareyle bilinçaltına verilen mesajın ne kadar ve hangi dozda olursa, kişiyi o yönde davranmaya iteceği konuları belirsiz olsa da, böyle bir tekniğin mevcut ve uygulanabilir olduğunu bilmek, hiç de fena olmaz.
Komiser Colombo'ya geri dönecek olursak, o filmde "bilinçaltı kurgulama" yoluyla işletilen bir cinayeti inceleyen Co-lombo, sonuçta suçluları bulur. Olaya çocuk filmleri açısından bakarsak, muhtemel bir tehlikenin ne kadar açık olduğunu söylemeye gerek yok sanırız. Hem gösterilen büyücüler, cadılar, vampirler ve canavarlar aracılığı ile beyinler belli bir yöne ka-nalize ediliyor, hem de yine aynı yolla (bilinçaltı kurgulama ile) bütün dünya çocuklarının bilinçaltlarına belli kodlar ve şifreler yerleştiriliyor olabilir.
Gelelim ülkemizde son yıllarda "modernlik" ve "çağ atlama" olarak lanse edilen "vergi numarası", "kimlik numarası" gibi, insanları tek bir numaraya indirgemek ve fişlemek girişimlerine. Evet, bu sistem çeşitli konularda bazı yararlar sağlayabilir. Ama temelde, insana ve insan haklarına ters ve aykırı bir yaklaşımdır.
Neymiş, "vergi kaçıranlar yakalanacakmış". Tıpkı kitap ve kasetlerdeki bandrol olayı gibi. Bizim buna cevabımız hep aynı oluyor: "Hırsızı yakalamaya çalışmak yerine, ev sahibini dövmektir bu." Siz kolaya değil, zora ulaşmaya çalışın, yanlış yapanı yakalayın.
Kişilerle ilgili bilgilerin belli yerlerde toplanması, potansiyel tehlikeleri de beraberinde getirir. "Yok ona herkes ulaşamaya-cakmış" falan. Bunlara inanmayın. George Onvell'in ünlü 1984 romanını hatırlayalım. "Big Brother" (Büyük Kardeş) adı verilen kontrol mekanizması, bütün insanları her an gözetleyip,
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 211
kontrol etmektedir. Sonuçta, bütün insanlar birer robot gibi hissetmeye başlarlar kendilerini. Sıradan bir banka memuru, herkesin ne kadar parası var bilebiliyor. Canı isterse de bunu herkese anlatabiliyor. Firmalara özel kartlarla yaptığımız her türlü alışveriş kayda geçiyor. Günün birinde telefonunuz çalıp da: "Falanca Bey, son günlerde gereğinden fazla et yiyorsunuz" ya da "bu açık-saçık dergileri niye alıyorsunuz?" diye bir eleştiri alırsanız ne yaparsınız? İnternet de öyle, herşey açık ve ayan!
Ama insanların kendilerine özgü olan, yani özel ve mahrem bir yanlan vardır. Başkalanna göstermek istemediği, gizli kalmasını arzuladığı ya da sadece kendi istediklerine açıklamak istediği özellikleri bulunur. Kazanç, para, servet, karı-koca ilişkileri, cinsel hayat, fiziksel özellikler gibi bir çok konuda herkes çok hassastır. Geçmişte yaşadığınız ve unutmak istediğiniz konular da bulunabilir. Belki de geçmişinizde bir suç işlediniz, sonra da bunun üzerini örtüp, kendinize yeni bir hayat kurdunuz. Bunun açığa çıkması işinize gelir miydi?
Siz herkesin önüne çırılçıplak çıkmak ister misiniz? Ben istemem doğrusu. Bir robot gibi yaşamayı da reddediyorum. Her türlü duyguyu ve edebi (hayayı) ortadan kaldıran bir anlayışa "hayır" diyoruz. Yoksa siz bunu "gelişmişlik" ya da "modernlik" mi sayıyorsunuz?
Sanılıyor ki, herkese bir vergi ve kimlik numarası verilmesi, gelişmişliğin bir göstergesi ve hayatı kolaylaştıracak. Aslında insanların fişlenmesi ve özel hayatlarının ortadan kalkması demek bu. 21. Yüzyıl'ın Big Brother'ının robotları mı olmak istiyorsunuz yoksa? Yani kişisel özgürlük ve mahremiyetten çıktığımız yolun sonunda, çok daha büyük bir esaret ve yönlendirilme tehlikesi gizli bulunuyor.
Her türlü yanlışın temel nedenini siz de artık iyice biliyorsu-
212 Hohstik Evren Tasarımı
nuz. Birbirimizi rakip ve düşman gibi gördüğümüz için, karşı-mızdakini sıkıştırıp, zora sokup, açıklarından ve zayıflıklarından yararlanmaya, bu durumdan kendimize bir çıkar ve fayda sağlamaya çalışıyoruz. "Rüzgâr eken, fırtına biçer!" Biz böyle davrandıkça, karşımızdakiler de daha şiddetlisini uygulamaya çalışıyorlar. Bu yanlışlık da katlanarak büyüyor.
Herkesin belli bir numarası olması, bu bilgiye sahip olanlara büyük bir kontrol ve yönetme imkânı tanır. Hele bu bilgilerin bilgisayar ve internet erişimlerine açık olması, kontrolün "globalleşmesine" de büyük bir imkân tanımaktadır.
Dünyada tarikatların, Hint felsefesinin ve mistisizmin yayılmasında da büyük bir artış var son yıllarda. Bu konuda da ilginç bazı yorumlar yapabiliriz. Bilindiği gibi gerek mistisizmde, gerekse de diğer tarikat biçimlerinde, belirli bedensel tekniklerin uygulanması ve zihinsel esrime (gevşeme) teknikleri mevcuttur. Transandantal Meditasyon'da kullanılan "mantra" ya da "zikir" ve benzeri çalışmalarda yinelenen "hu Allah" gibi sözcükler, beyine, belli frekanslarda yoğunlaşarak, bilincin alt katmanlarına geçiş imkânı yaratırlar. Kişilerin hangi ses titreşimlerine konsantre oldukları ya da hangi frekansta beyinlerini gevşettikleri ve evrensel enerjiye açtıkları bilinirse, o frekansları kullanarak, onların beyinlerine girmek, onlara müdahale etmek ve onları etkilemek mümkün olabilir.
Nitekim, eski tarikatlarda ve medreselerde şeyhlerin, mürid-lerinin rüyalarına girmeleri ve onlara çeşitli öğütler vermeleri sıkça tekrarlanan bir şeydi. Bu durumda, müride yoğunlaşacağı sözcük ve telkinleri veren şeyh, onun beyninin hangi frekansa ayarlı olduğunu bildiği için, onun beyin dalgalarına girebilir ve onu etkileyip, yönlendirebilir. Tabii bu iş için onun da bazı güçlerinin bulunması ve "marifet ehli" olması gerekmektedir. İma
nın ••I ll||l|l II || i) I||l- ilf l|| İli' i||ll İli ili
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 213
jinasyon, tayy-f mekân (ruhun bedene bağlı olmadan hareket edebilmesi) ve benzeri marifetlere sahip olan şeyhlerin yerinde, şimdi teknolojik aygıtlarla donanmış gruplar yer alabilirler.
Sese duyarlı bilgisayarlar ve cep telefonları, frekanslar yardımı ile manyetik etkiler göndermenin tekniğini basit olarak bize açıklıyorlar. Bilim bu alanda bakın daha neleri icat etmiş durumda: Eski bir demirperde ülkesine girdiğinizde, bindiğiniz otobüsün kol dayama yerlerine gizlenmiş olan sensörler, kişinin nabzını ölçerek, heyecanını ve kalp atışlarını kontrol edebiliyorlar. İsrail'de, otobüslere yerleştirilen bir düzenek, otobüse müs-lüman birisinin girdiğini, koku frekansları aracılığı ile şoförün önündeki tabloda yer alan kontrol düğmesine ulaştırıyor. Çünkü müslümanlar domuz yemedikleri için, vücutlarından yayılan koku, diğerlerinden daha farklı olmaktadır. Ya da Amerika'da yapılan bazı ameliyatlarda, devlet adamların derilerinin altına bazı chiplerin yerleştirildiği ve böylelikle bu kişilerin uzaktan kumandaya açık hale geldikleri de ileri sürülüyor.
Bütün bunları değerlendirecek olursak, ekonomik emperyalizm, kültürel emperyalizm derken, şimdi de beyinsel emperyalizmle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Hatta Irak'la yapılan savaşta, Bağdat'a Amerikan askerleri girmeden önce iki gün süreyle çok alçaktan bazı uçakların uçtuğu ve yaydıkları belirli ses frekansları ile Iraklı askerlerin direnişlerini (bilinçaltı düzeyde) kırdıkları da iddia ediliyor.
Günün birinde, uzaydaki bir merkeze yerleşmiş herhangi bir gücün, manyetik olarak, tanıyıp-bildiği beyinsel frekanslara istediği yönde telkinler ve mesajlar yollaması, teknik olarak mümkün görünmektedir. Gelen emir ve telkinlere uyan dünya insanlarının bir koyun sürüsüne dönüşme tehlikesi de her zaman mevcuttur.
214 Hohstik Evren Tasarımı
Çizgi filmler, vatandaşlık numarası, meditasyon ve mistik tarikatlar derken, bakın iş nerelere kadar geliyor.
Çarenin ve çözüm yolunun ne olduğunu tekrarlamaktan biz bıkmadık, ama sanırım siz artık sıkıldınız. Bütünselliği kavramak, diğer insanları rakip ve düşman gibi görmemek ve kendi iyiliğinin, diğer tüm varedilmişlere bağlı olduğunu bilmek. Yani tek yanlı ve "hep bana" anlayışı, başlangıçta işe yarar gibi gözükse bile, sonuçta, kanserli hücre gibi bindiği dalı kesecektir. Bunu idrak etmek, maalesef büyük liderlere ve devlet adamlarına pek de nasip olmamaktadır.
Biraz da başka gerçeklere çevirelim dikkatlerimizi. Daha önce de belirttiğimiz gibi, dünya planeti evrende tek basma dolaşan bir gezegen değildir. Büyük sistemlerin bir parçasıdır ve onlardan ayn düşünülemez. Bu nedenle büyük sistemi bozacak bir düzenleme yapılmasına, evrendeki diğer güçler (maddî ve manevî anlamda) izin vermeyeceklerini düşünmek, hiç de yanlış olmaz.
Ben Bir Ceviz Ağacıyım Gülhane Parîa'nda
Rahmetli Cem Karaca'nın o dillerde dolaşan parçası şu sözlerle başlıyordu: "Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda, ne ben bunun farkındayım, ne de sensin farkında."
Dünya yüzeyinde çok farklı seviyelerde insanî realite birara-da bulunmaktadır. Aynca insanlık tarihi boyunca gelişen ve yükselen bir değerler sıralaması da mevcuttur. "Peki yeni çağın insanı nasıl olmalıdır?" ya da "holistik düşünceye göre, dünya planının son seviyesine yükselmesi beklenen insan tipi ne gibi özellikler taşımalı, nasıl davranmalıdır?" gibi sorular geliyor hepimizin aklına. Gerçi yeni bir toplum, insan ve dünya anlayışının nasıl olması, ne gibi özellikler taşıması konularında az önce size açıklamalarda bulunmaya gayret ettik. Ama şimdi bu nok-
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 215
tayı biraz daha netleştirelim.
İnsan, içinde bulunduğu zaman ve mekân koordinatları çerçevesinde ve o anki zihinsel ve ruhsal seviyesi doğrultusunda, kişisel potansiyelini sonuna dek kullanmak zorundadır. Bu, bir kadının tığ işi işlemesi, bir çöpçünün caddeyi süpürmesi ya da bir çaycının çay hazırlaması olabileceği gibi, bir çevirmenin çeviri yapması, bir bakanın ülkeyi idare etmesi veya bir öğrencinin derslerine çalışması ile ilgili de olabilir. Önemli olan, o zaman (ve tarihsel süreç) ve o yer (ve toplumsal konumu) itibari ile, elinden gelenin en iyisini yapmak, gücünü ve aklını bütünüyle kulanmak ve yaptığı işe kendindeki bütün değerleri katabilmektir.
Böyle olduğunda, belki o kişi işinde mutlaka başarı elde ede-meyebilir ya da beklenen düzeyde bir gelire ulaşamayabilir. Bazen de başka birisinin yaptığı iş, bu kişinin yaptığından daha iyi olabilir. Bu, ayrı bir konudur. Asıl önemli olan nokta, işin boyutu ne olursa-olsun, onu yerine getiren kişinin kapisitesini sonuna dek kullanması ve vicdanen rahat olarak "ben elimden gelenin en iyisini yaptım" diyebilmelidir. Bu türlü hareket eden bir kimsenin hiç bir zaman "sırtı yere gelmez".
"Yeni Çağın İnsanı"mn temel davranış biçimi böyle olmalıdır. "Peki düşünce şekli nasıl olmalıdır?" derseniz, onun cevabını da Yunus'un ünlü dörtlüğünü biraz değiştirerek verebiliriz:
"Ne varlığa sevinirim, Ne yokluğa yerinirim, Ben, görevimi yaparım!"
Kişi, nötr olmalıdır. Yani varlık, para, şöhret gibi tutkulardan kendini sıyırmalı, bununla bağlantılı olarak, her türlü kaybı da doğal karşılamalıdır. O kendini sadece "görevine" odaklamalı-
216 Holistik Evren Taşanını
dır, yani kendini geliştirmeye ve güçlerini potansiyel sınırına dek artırmaya çalışmalıdır. Üzerine düşeni, en iyi şekilde ve art niyetsiz, temiz duygularla yaptıktan sonra, ona düşen, bilgece bir: "Bana ne!" sözü olmalıdır.
Bu, bir evliyalık düzeyidir. "Dünya batacakmış" "bana ne!", "yeryüzü bir cennet haline gelecekmiş" "bana ne!", "sana piyangodan büyük bir para çıkmış" "bana ne!", "herşeyin yanmış, sadece üzerindekilerle kalmışsın" "bana ne!". Tabii bu "bana ne"ler, tembelce bir boşverişin değil, bilgece bir uyanık (farkında) oluş halinin neticesidir. Herkesin bir anda aynı seviyeye gelmesi beklenemez. Zaten böyle bir şey bir anda gerçekleşecek olsa, dünyanın varoluş işlevi biterdi. Ama bu belirtilen seviye ve Holistik Evren Tasarımı'nın gösterdiği yol, bize yönümüzü "nereye doğru" çevirmemiz ve "neye göre" yaşamamız gerektiğinin anahtarl arını veriyor.
Tam bu noktada geçenlerde gözlemlediğim şu olay aklıma geliyor: Ahmet Bey yolda yürümektedir. Soğuk bir kış günü akşamıdır ve herkes acele ile evine gitme telâşı içindedir. Birdenbire yolun kenarında yüzü-gözü kan içinde yatan bir adam görür, adam zor durumdadır ve yardım istemektedir. Ahmet Bey irkilir, şöyle bir düşünür: "Yann ben de böyle muhtaç bir duruma düşebilirim. Ne demişler: "İyilik eden, iyilik bulur. Şu adama yardım edeyim bari!" Sonra da adamı kolundan tutup, kaldırımın kenarına oturtur ve vicdanı rahatlamış olarak evinin yolunu tutar. Az sonra Deniz Bey geçer oradan, adamın yüzü-gözü kanlı, üstü-başı çamurlu halini görünce, içini bir iğrenme duygusu kaplar. "Aman şimdi akşam vakti üstümü başımı pisletmeyeyim, hem başka birileri mutlaka ona yardım ederler, zavallı adam" diye düşünür ve yoluna devam eder.
Hemen ardında Salih Bey vardır. "Aman Allahım şu hale
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 217
bak" diye geçirir içinden. "Yahu günahtır, bari bir elinden tutu-vereyim. Belki de bu sevap bana Sırat Köprüsü'nde Burak Atı olur da, beni Cennet'e uçurur, hele de böyle karşılıksız yardım yapınca." Elinin ve üstünün kirlenmesine aldırmaz, adamı kucaklar ve "başka bir ihtiyacın var mı, gidecek yerin var mı?" diye sorar ve "en iyisi karakola haber vermeli, onlar bunu bir hastaneye kaldırsınlar" der çevrede toplananlara.
İnsanlar oradan geçmeye devam etaıektedirler. Cengiz Bey de görür bu yerde yatan adamı. "Vah zavallı" diye düşünür "dur şunu bir kaldırayım. Kimsenin oralı olduğu yok çünkü. Korkmama gerek yok, üstümü kirletmemeye dikkat etsem yeter. Ne demişler: "İyilik yap, denize at. Bâlik bilmezse, Halik bilir." Yardım yapmam gerekiyorsa, yapayım. Hem çevreden görenler sonra ne derler?"
Az sonra Engin Bey gelir oraya, o da akşam soğuğunda hızla evine doğru gitmektedir. Yaralı adamı görüp de etkilenmemek ne mümkün. "İyilik de, kötülük de dönücüdür. Herhalde buna lâyık olacak birşey yaptı hayatında ki, başına bunlar geldi bu adamın. Ben de aynı hataya düşmeyeyim, yardımcı olup-iyi-lik yapayım" diye aklından geçirir ve adamı kolundan tutup, kaldırır. "Senin için başka ne yapabilirim?" diye sorar "sağol, ben iyiyim" cevabım alınca da yürüyüp-gider.
İnsanlar böylece gelip-geçmektedirler. Hepsi de ayrı bir düzeyden bakmaktadır yerde kanlar içinde yatan adama. Herkes adamın durumuna üzülmektedir. İnsanlık realitesi belli bir alt seviyeye çıkmış bulunmaktadır. Yani "oh olsun!" diyen hiç kimse yoktur. Ondan sonraki ortak nokta, korku duygusudur. Hemen hepsi: "Ya benim de başıma böyle bir şey gelirse" endişesini taşımaktadır. Zaten "korku" öğesi, dünya insanını disipline etmenin en kolay ve başarılı yöntemidir. Üçüncü duygu katma-
218 Holistik Evren Tasarımı
m, vicdanı rahatlatma çabasıdır. Çünkü insan, evrensel düzenin kendi içindeki denetleme ve yargılama merkezi olan vicdanıyla uyum içinde olmak zorundadır, onunla çatışarak hayatını sürdüremez. Vicdanın nasıl rahatlatılacağı da, kişinin aldığı eğitime ve ruhsal seviyesine bağlıdır. Rahatlatma unsurunu sağlayacak gerekçeler de bu nedenle çeşit çeşittir.
Aslında herkes aynı şeyi istemektedir. Huzuru, sevgiyi, mutluluğu ve yardımlaşmayı. Ama bunu nasıl yapacaklarını bilememektedirler. Herkesin temel motivasyonlarım (acıma, şefkat, iyilik, sevgi, yardımlaşma, huzur) harekete geçirme Öğeleri farklıdır: Korku "Ahmet Bey"i, karşılık görme beklentisi "Engin Bey"i, manevi âlemden ve çevreden takdir alma ihtiyacı "Cengiz Bey"i, günaha girmeme-sevap yapma isteği "Salih Bey"i motive etmiştir. Kimileri ise, ego zırhına iyice yapışmış ve onun içine gizlenmiş durumdadırlar. Dış dünyanın düşmanları ve rakipleri onları zedelemesin diye, işte bunun da örneği "Deniz Bey"dir.
Gecenin ilerlemiş bir vaktinde evine giden Mehmet Bey yerde yatan adamı görünce, duraklar. Yanma yanaşır, adamla göz göze gelirler. "Gözlerinin rengi ne kadar da güzelmiş" diye düşünür. Sevgiyle kaldırır adamı yerden ve sorar: "Ne oldu sana böyle?" diye. Adam "araba çarptı, ben de burada kaldım" der, hâlâ kan-revan içindedir. "Yürüyebilir misin?" diye sorar, adam "belki" deyince de, koluna girer ve onu az ötedeki bankın üzerine oturtur. "Beni biraz bekle, geleceğim" der, hızla yola koyulur. "Eve götürüp yaralannı sannaya kalkışsam, Kemalettin Tuğcu'nun romanlanndaki gibi "gözyaşı edebiyatı"na girer iş. Akılcı olmalıyım. En iyisi karakola haber vermek ve oradan bir hastaneyi arayarak, ambulans temin etmek" diye düşünerek, karakola vanr. Hastaneyi ararlar, adresi verir ve yeniden yaralı adamın yanına döner. Sırtındaki paltosuyla onun üzerini örter,
Yeni Bir Düşünce Yapısı Kurmak 219
üşümemesi için. Adama onu teselli edici sözler söyler, bir süre sonra da ambulans gelince, binmesi için yardımcı olur ve adamı yolcu eder. Görevini yapmış olmanın rahatlığı ile eve dönerken, yanına mahallenin gençlerinden Cemal ile Cevdet yaklaşırlar ve şöyle sorarlar: "Mehmet Abi, sana mı kaldı yardım etmek, polise bildirip evine dönseydin. Hem bak, palton da çamurlandı, kan lekeleri bile var üzerinde. En akıllı sen misin?"
Mehmet Bey güler ve onlara şunları anlatır: "Ben görevimi yaptım sadece. Ne gerekiyorsa onu ve o kadar. Ne bir fazlası, ne bir eksiği. Siz Cem Karaca'mn: "Ben bir ceviz ağacıyım Gülha-ne Parkı'nda" diye başlayan parçasını biliyor musunuz?" "Evet, duymuştuk." "İşte benim yaptığım da böyle. Biz hepimiz birer ceviz ağacıyız ve görevimiz, günü geldiğinde meyva, yani ceviz vennektir. Ama bu cevizlerin ne olacağını bilemeyiz. Belki hepsi yere dökülüp çürüyecek, belki de zengin sofralarını süsleyecek. Belki hasta birisinin iyi olmasını sağlayacak, belki de bir yumurcağın eline geçip, birinin başını yaracak. Biz bunlara karışanlayız. Görevimiz sadece meyva vermektir. Bu meyvalan "iyi kimseler yesin", "kötüler ellerini sürmesin" diye bir yargılama yapamayız. "Sizin cevizinizin tadı güzel" derlerse, cevabımız "eyvallah" olur, "sizin ceviziniz kötü" derlerse, cevabımız yine "eyvallah"tır. Çünkü biz, içinde bulunduğumuz zaman ve mekân koordinatları çerçevesinde, kendi potansiyelimizi sonuna dek ve tüm iyi niyetimizle kullanıyoruz. Yapabileceğimizin en iyisi budur. Bu nedenle de eleştirilerden yararlanmanın yollarını arar, övgülerle de moral buluruz, ama sonuçta:
"Ne varlığa seviniriz, Ne yokluğa yeriniriz, Biz görevimizi yaparız..."
Halistik Evren Tasarımı
1. Yeni Çağın Bilincine, Hol istik Evren Tasarımını anlamak yoluyla ulaşılır. Yani, evrende varolan her birimin, diğerleriyle bağlı bulunduğu ve hepimizin aynı bütünün parçaları olduğu gerçeğinin kavranması yoluyla.
2. "Evrende varolan bütünsellik olgusu"nun bilgisi yeni bir şey değildir. Ama bu, eskiden kişiye özel bir bilgi biçimiyken ve ona ancak kişisel deneyim ya da performansla ulaşılabiliyorken, gelinen dünyasal dönem ve seviye nedeniyle, şimdi, her yerde, herkes için ve her zaman geçerli bir yolla, yani bilimsel dille insanlara aktarılmak ve açıklanmak durumundadır.
3. Evrenin mekanistik tasarımından, bütünsel kavranışına sıçramak için artık yeterli derecede kanıt vardır. İnsanlık serüveni, bu tarihî sıçramayı yapmak için varedilmiştir ve bunu ya başaracak ya da yok olacaktır.
4. Düşünce alanında gerçekleşecek olan bu değişim, insanın varolduğu her alanda ve bütün hayatında etkilerini gösterecek. Yeni bir insan ve yeni bir topluma geçişte, yolumuzu belirleyen slogan "ortak ürün", tasarım biçimi de, varedilmiş her birimin "insan bedenindeki hücrelef'den birisi olduğu anlayışıdır.
5. "Yeni Çağın İnsanı" nötr olmalıdır. İçinde bulunduğu zaman ve mekân koordinatları çerçevesinde kişisel potansiyelini sonuna (en üst sınırına) dek kullanmalıdır. Üzerine düşeni yapıp, bir ceviz ağacı gibi meyvasını verdikten sonra da, şöyle dile getinnelidir hayata bakışını: "Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim, ben, görevimi yaparım!"
KAYNAKÇA
1. Kari Pribram, Daniel Goleman ile yaptığı röportaj "DasHolog-raphische Gedachnis" (Holografik Hafıza) Psychologie Heute Dergisi, Ekim 1979.
2. Aydın Arıtan, İnsan Beyni ve Hologram, Bilim ve Teknik Dergisi, Nisan 1984, S.24-27.
3. Aydın Arıtan, Hologram Nedir, Nasıl İşler? Bilim ve Teknik Dergisi, Nisan 1990,.Sayı:269, S. 17-20.
4. Aydın Arıtan, Beyin ve Hologram, Bilini ve Teknik Dergisi, Mayıs 1990, Sayı:270 S.24-28.
5. Aydın Arıtan, Yeni Bir Fizik Anlayışına Doğru, Bilim ve Teknik Dergisi, Haziran 1990, Sayı:271, S.35-37.
6. Aydın Arıtan, İnsan, Evren ve Holografi, Bilim ve Teknik Dergisi, Temmuz 1990, Sayı:272, S.28-29.
7. Aydın Arıtan, Bilgisayar Hologram Tekniğine Girdi, Bilim ve Teknik Dergisi, Ocak 1990, Sayı:266, S. 14-17.
8. Aydın Arıtan, Kendi Başına Öğrenebilen Bilgisayarlar, Bilim ve Teknik Dergisi, Şubat 1990, Sayı:267, S.16-18.
9. Ahmet Hulusi, Tek'in Seyri, Kitsan, 1995, S.9-10.
10. İnsan ve Kâinat Dergisi, Haziran 1986.
11. Prof. Dr. A. Schimmel, Hallâc-ı Mansûr, International Rewiew for the History of Religion, Fasikül 3, Redhouse Yayınevi, 1969, S.l 1.
12. Erich Fromm, Çağdaş Toplumların Geleceği, Arıtan Yayınevi, 2004.S.30-31.
222 Holistik Evren Taşanını
13. Michael Talbot, Das Holographische Universum (Holografik Evren), Dromer Knaur Yayınevi, 1992, S.29.
14. Fritjof Capra, The Tao ofPhysics (Fiziğin Tao'su), Arıtan Yayınevi, 1991, S.207.
15. Cafer Özkul, İnsan ve Kâinat Dergisi, Mayıs 1988, S.67-68.
16. Cafer Özkul, İnsan ve Kâinat Dergisi, Nisan 1988, S.52-56.
17. Kari Pribram, a.g.e, S.33.
18. Kari Pribram, a.g.e, S.37.
19. Kari Pribram, a.g.e, S.36.
20. Kari Pribram, a.g.e, S.35.
21. Wilder Penfield, The Mystery of the Mind. A Chtical Study of Consciousness and the Human Brain (Beynin Sırları. Bilinç ve insan Beyni Üzerine Eleştirel Bir Çalışma), Princeton University Press, 1975.
22. Kari Lashley, in Search oftheEngram (Engramların Peşinde) Psysiological Mechanisms in Animal Behavior (Hayvansal Davranışların Fizyolojik Mekanizması) adlı çalışma içinde, Academy Press, 1950, S.454-482.
23. Nikolai Bernstein, The Coordination andRegulations ofMove-ment (Hareketlerin Düzenlenmesi ve Koordinasyonu), Pergamon Press, 1967.
24. Kari Pribram, a.g.e, S.38.
25. Kari Pribram, a.g.e, S.38.
26. Kari Pribram, a.g.e, S.36.
27. Erich Fromm, Greatness and Limitations of Freud's Thought (Freud Düşüncesinin Büyüklüğü ve Sınırları), Arıtan Yayınevi, 2004, Giriş.
28. Werner Heisenberg, Physics and Philosophy (Fizik ve Felsefe),
Holistik Evren Tasarımı .'.M
Harper and Row, 1963, S.50.
29. Werner Heisenberg, a.g.e, S.139.
30. Niels Bohr, Atomic Pyhsics and Human KhoWİedge (AtOlTl Fİ ziği ve İnsan Bilgisi), John Wiley and Sons, 1958, S.57.
31. Niels Bohr, a.g.e, S.58.
32. Fritjof Capra, The Tuming Point (Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası), İnsan Yayınları, 1989, S.92-93.
33. Henry Pierce Stapp, S~matrix Interpretation of Quantum The-ory (Kuantum Teorisi'nin S-matriks Yorumu), Physical Rewiew, 1971, S.15.
34. Lincoln Barnett, Cosmos and Einstein (Evren ve Einstein), Varlık Yayınları, 1982, S.21.
35. Prof. Dr. Tekin Dereli, Kuantum Dünyası, Bilim ve Ütopya Dergisi, Nisan 1996, Sayı:22, S.14.
36. Kari Pribram, a.g.e. S.39.
37. Cari Gustav Jung, On Synchronicity (Senkronizasyonlar), Princeton University Press, Toplu Eserler, Cilt, 1951, S. 133.
38. Nick Herbert, How Large is Starlight? A BriefLook at Quan-tum Reality (Yıldızların Işığı Ne Kadar Geniştir? Kuantum Gerçekliğine Bakış) Revision 10, 1987, Sayı:l, S.31-35.
39. Michael Talbot, a.g.e. S.53-54.
40.David Bohm, Wholeness and the Implicated Order (Bütünsellik ve İmplizit Düzen), Routledge and Kegan Paul, 1980. S.20.
41. Ken Wilber (yayınlayan), The Holographic Paradigm (Holografik Paradigma), New Science Library, 1982, S.83.
42. Michael Talbot, a.g.e, S.58-59.
43. Lincoln Barnett, a.g.e. S.78.
224 Halistik Evren Tasarımı
44. Whi Kira Young, Die göttlichen Prinzipien (Tanrısal Prensipler), München, 1975, S.83.
45. Kitab-ı Mukaddes, İstanbul 1974.
46. Şeyh Bedrettin, Varidat, İstanbul, 1971, S.46.
47. Lincoln Barnett, a.g.e, S.80.
48. John Gribbin, Auf der Suche nach Schrödingers Katze (Schrödinger'in Kedisi'ni Arayış), Piper Verlag, 1996, S.220-224.
49. lan Marshall - Danan Zohar, Wlıo's Afraid of Schrödinger's Cat? (Kim Korkar Schrödinger'in Kedisi'nden?) Gelenek Yayıncılık, 2002, S.17-18.
50. Lincoln Barnett, a.g.e, S.83.
51. Şeyh Bedrettin, Varidat, İstanbul, 1971, S.48.
52. Lincoln Barnett, a.g.e, S.84.
53. Pitirim Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1975, S.139.
54. Bülent Ecevit, Şiirler, Ankara, 1976, S.124-125.
55. Erich Frornm, Man.'s Concept of Man (Manc'ın İnsan Anlayışı), Arıtan Yayınevi, 2004, Arka Kapak.
56. Erich Frornm, To Have or To Be (Sahip Olmak ya da Olmak), Arıtan Yayınevi, 2004, S.8-10.
57. Erich Frornm, Psychoanalyse and Religion (Psikanaliz ve Din), İstanbul 2004, Aydın Arıtan'ın yazdığı Sunuş.
58. Ahmet Hulusi, Uz. Muhammed'in Allah'ı, Kitsan, İstanbul, 1990, S.12-15.
59. Robeıt Matthews, Und Gott hat doch gewürfelt (Tanrı Yine De Zar Attı), Dromer Knaur, 1994.