Post on 12-Jun-2020
AhmetAltan’dan Laikliğin
çöküşüne sevinç
hezeyanıB. Sadık Albayrak
Cahit
Kayra’dan
anıtsal bir
milli iktisat
tarihi
Barış Doster
Tevfik
Fikret’in
geleceğe
kaçışı ve
gençlik
Seyyit Nezir
İşçiokumazsa
işçiedebiyatı
olmaz!Mecit Ünal
Aydınlık17 Mayıs 2013
Cuma Yıl: 2
Sayı: 64Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidirKITA P
.Geçen hafta 63.383 okura ulaştık
Gençlik ne okuyor?
Gençlik ne okuyor?
17 MAYIS 2013 CUMA 3Aydınlık KİTAP
En çok onların ellerinde kitap var. Kızların erkeklere göre daha çok okuduğu gö-
rülüyor.“Şu Çılgın Türkler”i yüzbinlerce yüzbinlerce
okuyan o çılgın genç Türkler değil miydi?Bir kitap okumak daha nice okumanın nedeni-
dir. Öyle de oldu, Atatürk'e, İstiklal Savaşı'na, Cum-
huriyet'in kuruluş sürecine dair nice kitabı yine en çokonlar okudu.
Özlemi içlerinde en çok onlar hissediyor da on-dan elbette.
Sosyalizme, devrime ait kitapları da en çok on-ların aldığı, okumaya başladığını biliyoruz.
Zaten iyi kötü, gerçek yalan, değerli değersiz ede-biyat adına dayatılanları da onlar okuyorlardı.
Türkiye'nin şu zor yılları, artık okuma öncelikle-rini, yönünü değiştiriyor.
Gittikçe daha çok devrime, bağımsızlığa, cum-huriyete dair okuyorlar...
Yeter ki nitelikli kitaplar, nitelikli olarak ve elbettebiraz iktisatlı olarak sunulsun ve yaygın ulaştırılabilsin.
***Devrime, bağımsızlığa dair okumak yeni Os-
manlılardan JönTürklere uzanan, despotizme karşıdemokrasi, mutlakiyetçi baskıya karşı özgürlük oku-malarıydı.
Ziya Paşa'dan, Namık Kemal'den Tevfik Fi-kret'ten esin alındı.
Seyyit Nezir son zamanlarda geniş okur kitlesincebüyük ilgiyle okunan ve ufuk açan yazılarından biri-ni bu sayımızda o okumalar bağlamında yazıyor: “Tev-fik Fikret’in geleceğe kaçışı ve gençlik”
Hani Mustafa Kemal'in kendi sorusuna verdiği,en büyük şairimiz kimdir yantındaki: “Fikret a be ço-cuklar, Fikret”
“Ferda”nın şairi Fikret ve ferda 19 Mayıs'ta uf-kunu kaplayacak bu “acılı ülke”nin...
Öyle de oluyordu; gencecik Niyaziler, Enverler,Eyüp sabriler, dağlara çıkıyor, özgürlük ve HareketOrduları oluşturup yobazlığı ve 33 yıllık karanlığın sal-tanatını boğuyorlardı...
Çanakkale'de İstanbul Liseliler, Kayseri TaşMektep ve daha nice okul sıralarını bırakıp öğrenci-liklerinden vatan savunmasının kandan köpük kesenboğazını, işgalcileri geçirmemek üzre tutuyorlardı...
“Annem beni yetiştirdi bu ellere yolladı...” diyebaşlayan bir marşı, vatana hizmet, çalışma, adanış mo-tiflerinin güç veren ezgisini, Sakarya'da, neredeyse tü-müne yakını üniversite öğrencilerinin oluşturduğu biryedek subay savaşının gencecik kurbanlarının rengiyleakacak nehre kavuşturup, Kafkasya Dağları'nın ye-
nilgi hüznünde gırtlakda düğümlenen marşını İzmi-rin Dağlarında kaçan düşmanın peşi sıra çiçeklenenbir neşeye, sevince dönüştürerek Bağımsızlığı aka-caklar... 'Uzun Türkiye Tarihi'nce.
Ömer Seyfettin, Halide Edip, Yakup Kadri, Fa-lih Rıfkı ve Nazım oldular...
Okudular, okundular...
28 Nisan'dı “Yavri hey!”gökyüzünün rengini mormenekşeye bürüdüler. “Kahrolası diktatörler / Bu dün-ya size kalır mı” sordular, çığırdılar ve yürüdüler. İç-lerinden Nedim Özpulat'ı Ve Turan Emeksiz'i şehitverdiler... Doğu Perinçek'in o görkemli tanımıyla, butoprakların en büyük yer altı zenginliğine kattılar be-denlerini de daha da zengin eylediler.
555 K oldular Cemal Süreya ile, Kızılayları, Be-yazıt Meydanlarını “Hürriyet Meydanları” yaptılar.27 Mayıs devrimcileri de şehit gençlerinin adını Şe-hir Hatları vapurlarına verdiler...
Ferdadır... Gelecek günlerde İzmir, İstanbul şehir hatları ye-
niden kamunun eline geçtiğinde vapurların adları on-ları taşıyarak süzülecek maviliklerde: Turan Emek-siz'in, Vedat Demircioğlu'nun, Deniz Gezmiş'in,Mahir Çayan'ın, Bora Gözen'in... Bir de şairlerinki-ni... Ne güzel yakışacaklar denizlere ve birbirlerine...
Ferda...Yine 19 Mayıs'ta...Mavi Gözlü Dev'in umudunca, dizelerince gele-
cekler, kitapları, türküleri, bayraklarıyla...Kitapsızların, türküsüzlerin, bayraksızların üstü-
ne üstüne:“Yine kitapları, türküleri, bayraklarıyla geldiler dalga dalga aydınlık oldular yürüdüler karanlığın üstüne meydanları zaptettiler yine”
***Yine Aydınlık olacaklar, karanlığı en koyu ye-
rinden delecekler... Meydanları zaptedip, adlarını ve-recekler...
19 Mayıs'ta Sıhhiye'de bu memleketin en sağlık-lı,zinde gücü Bağımsızlık ve Devrim mayalayacak.
Çağdaş Cengiz; son yılların en görkemli ve bir okadar da etkileyici gençlik hareketi TGB'nin başka-nı olarak onca yoğunluğunda sorularımızı yanıtladı.
Gençlik bağımsızlık ve devrim okuyor...Okuyanlar yazacaktır. Yazmak eylemliliktir.Bağımsızlığı ve devrimi yazıyorlar...Tarih yapıldıkça yazılan bir şeydir.En güzel sayfaları olarak bu destanın... Ne güzel okunacak.
HALDUN ÇUBUKÇU
İÇİNDEKİLER
Arap Baharı’na dışarıdan bir tanık s. 4
Psikoloji ve koşullar
uygun hale geldiğinde s. 5
İşçi okumazsa işçi edebiyatı olmaz! s. 6
Türk okuruna derin saygıyla... s. 7
Laikliğin çöküşüne
sevinç hezeyanı s. 8-9
Cumhuriyet Ekonomisinin Öyküsü s. 10
Tevfik Fikret’in geleceğe
kaçışı ve gençlik s. 11
s. 12-13
Bu topraklarda alegori
bir yüzleşmedir s. 14
Trenler gelir geçer anılardan s. 15
Türk Aydınının Türkçülükle Sınavı s. 16
Mumcu’dan Kansu’ya
Rabıta takibi s. 17
Yeni çıkanlar s. 18-19
Çocuk-Genç :
Futbolun Picasso’su s. 20
Ayşe topu at! Ali annene
yardım et! s. 21
Bulmaca s. 22
kitap@aydinlikgazete.com
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu/ İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Genel Müdür YardımcısıSaynur Okuroğlu
saynur@aydinlik.com.trReklam Müdürü
Kamile Karakadılarkamile@aydinlik.com.tr
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
SahibiAnadolum Gazetecilik Basım Yayın
San. ve Tic. A.Ş. Genel Müdür Yalçın Büyükdağlı
Genel Yayın YönetmeniMustafa İlker Yücel
Sorumlu MüdürMehmet BozkurtTüzel Kişi Temsilcisi
Metin Aktaş
Aydınlık
KITA P.
Sayfa Sekreteri Alev Özgenç
Editör Pınar Akkoçpinar@aydinlikgazete.com
Yazıişleri İrem Halıç, Cenk Özdağ
Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcıdamla@aydinlikgazete.com
Yayın Yönetmeni Haldun Çubukçu
Gençlik bağımsızlık vedevrim okuyor!
Reklam Servisi
Gençlik ne okuyor?
17 MAYIS 2013 CUMA4 Aydınlık KİTAP
“Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onla-
ra” kitabıyla ülkemizde tanınan ünlü Fran-
sız yazar Mathias Enard şimdi de “Hırsızlar
Sokağı” kitabı ile Türk okuruyla buluştu.
Geçtiğimiz hafta da Can Yayınları’nın İs-
tanbul Modern işbirliğiyle düzenlediği
“Arap Baharı, Ortadoğu’nun Siyasi Çal-
kantıları ve Edebiyatın İlişkisi” başlıklı et-
kinliğinin konuşmacısı olmak üzere ülke-
mize geldi. Biz de yazar ile son kitabı üze-
rine bir röportaj gerçekleştirdik.
Bir Batılı olarak Ortadoğu’ya mera-kınız nereden geliyor?
Arap edebiyatı okudum, benim eğiti-
mim bu. İran’da ve Arap ülkelerinde uzun
yıllar kaldım. Her geçen gün daha
çok ilgi duydum. Bu da
Ortadoğu yazarı olmak
gibi tuhaf bir konumda ol-
mama sebep oldu.
Peki, bir Batılı ola-rak Doğu’yu anlatmak nederece mümkün?
Tersini düşünün, yani
bir Fransız yazar olarak İs-
panya’da, Barcelona’da ya-
şıyorum. İspanya hakkında
ya da İtalya hakkında bir
roman yazmam sorun olur
muydu? Bunlar sorun ol-
mazken neden Ortadoğu
hakkında bir şeyler yaz-
mam sorun olsun? Bence
edebiyatta sınır diye bir şey
yok. Edebiyat dediğiniz şey
açık bir alan. O alanda her şey
mümkün, her şey denenebilir.
Roman biçimi de keza aynı şekilde, birçok
farklı olasılıklara açıldı.
Bazı yazarların eserlerine baktığınızda
çok farklı yöntemleri bir araya getirdiğini
görüyorsunuz. Mesela James Joyce bi-
çimde olağanüstü şeyler yaptı. Benim ko-
nularım da bugünün bana getirdiği im-
kanlar dolayısıyla yalnızca Fransa’ya dair
olamaz. Günümüzün bana verdiği im-
kanlar bunlar. Ben de bu imkanları kulla-
nıyorum.
Kitapta Arap Baharı, Barcelona’dakiisyan dalgası gibi tarihsel olaylar var. Ta-rihsel bir olguyu bir kurgu eserde işlemek
için üzerinden ne kadarzaman geçmesi gereki-yor? Arap Baharı yenibir olgu. Doğru tahlilyapmak açısından birsüreç gerekli midir?
Kitap, bu sürecin
bir şekilde bir parçası
oldu denebilir. Olaylar
meydana gelirken sıcağı
sıcağına yazıyordum as-
lında. Ancak sizin dedi-
ğiniz gibi biraz mesafe-
ye de ihtiyacım vardı.
Bu yüzden olayın merkezini, devrimlerin
olduğu Arap ülkelerine değil de, Bask gibi
biraz daha dışarıda kalan bir yere taşıdım.
Ana karakterim Lehtar da benim gibi bir
yolcu, bir gözlemci. Bu ayaklanmalara
benim gibi dışarıdan tanık oluyor. Sonra
Barcelona’ya gidiyor, oradaki ayaklan-
malara da dışarıdan bir gözlemci olarak ta-
nık oluyor. Yani benim gibi Lehtar da bir
yolcu aslında.
Karakter ve hikaye nasıl doğdu?Bugünün 20 yaşlarında olan gençlerin
dünyalarına çok ilgi duyuyorum. Onlar, İs-
panya’da olsun, Arap ülkelerinde olsun,
20 yaşlarındaki yeni nesil, benim 20 ya-
şımda olduğum zamandan çok daha fark-
lı ve çok daha bilgili. Çünkü internet sa-
yesinde dünyada olup bitenlere, popüler
kültüre dair, çok geniş alana yayılan bil-
giler edinebiliyorlar. Buna özellikle çok ilgi
duydum ve bu döneme ait genç bir ada-
mın erginleşmesini, nasıl yetişkin haline
geldiğini anlatmak istedim. Böylece o
yaşlarda olan Lehtar’ı bu olayların içine
sokmak istedim.
Bir macera romanı olarak tanımlanı-yor kitap. Burada bir ta-nıklık, tepki, taraf olma is-teği var mı, böyle bir hedefgüdülüyor mu? Ayrıca ki-taplarınızda, kendi başınabir konu olabilecek pek çokşeyi bir kitaba yükleyip ak-siyonu yüksek tutuyorsu-nuz. Ama o konuların daderinliği pek yok. Bu birteknik mi?
Bu romanda üç dört
şeyi bir araya getirdim.
Birincisi, macera roman-
larına, popüler romanla-
ra bir şekilde şapka çı-
karmak, selam vermek istedim. Çünkü
bunlar beni ben yapan şeylerdi aynı za-
manda. Sonra eski gezi kitapları da benim
hayatımın bir okur olarak parçası olduğu
için, onlarla da paralellik kurdum. Bir de
günümüz romanının olanaklarını kullan-
mak istedim. Bu roman, üç farklı alanı bir
araya getirmekten doğdu. Tabii ki, belki de-
rin analizler olmayabilir ama olayları ken-
di kitabım için kullandım. Karakterim bir
gözlemci olarak bu korkunç savaş alanla-
rında dolanıyor ve gördüklerini anlatıyor.
Bunları anlatması belki bahsettiğim gibi,
bir yolculuk, gezi romanı olarak düşünün
kitabı, karakterimin içsel yolculuğunu da
temsil ediyor diyebiliriz. Roman bunları
kendi içerisinde öğütüyor.
Ortadoğu’daki Arap Baharı dönemi-ni bir özgürleşme süreci olarak mı görü-yorsunuz? Emperyalizm olgusunu nereyekoyuyorsunuz?
Ne olduğunu henüz bilmiyoruz aslın-
da. Hala devam eden bir süreç bu. Suri-
ye’de, Mısır’da, Libya’da olacakları bilmek
mümkün değil. Arap dünyası çok çeşitli-
lik arz eden bir coğrafya. Bunu unutmamak
lazım. Suriye’deki durum Tunus’ta olup bi-
tenlerden çok daha farklı, ama her ikisi için
de Arap Baharı ile ilgili şeyler söyleniyor.
Suriye’nin çok önemli komşuları var, İran
gibi, İsrail gibi, Türkiye gibi. Onlar nasıl etki
edecekler olup bitenlere belli değil. Do-
layısıyla olacakları önceden görmek ve ne
olacağını söylemek kolay değil. Belki en
azından Tunus için -ki bu ülkelerin ara-
sındaki en küçük ülke o- devrimin daha ile-
ri bir safhaya geçtiğini söylemek mümkün.
Belki yakında sorunlarını çözecek ku-
rumlar kurup yola koyulabilirler.
Olaylar meydana gelirken s�ca�� s�ca��na yaz�yordum asl�nda. Ancak sizin dedi�iniz gibi biraz mesafeye deihtiyac�m vard�. Bu yüzden olay�n merkezini, devrimlerin oldu�u Arap ülkelerine de�il de, Bask gibi biraz dahad��ar�da kalan bir yere ta��d�m. Ana karakterim Lehtar da bu ayaklanmalara benim gibi d��ar�dan tan�k oluyor
DAMLA YAZICIdamla.yazici@msn.com
Arap Baharı’nadışarıdan bir tanık
Hırsızlar Sokağı, Mathias
Enard, Can Yayınları,
Çev: Aysel Bora, 312 s.
Mathias Enard
Mathias Enard ile Damla Yaz�c�Mathias Enard ile Damla Yaz�c�Mathias Enard ile Damla Yaz�c�Mathias Enard ile Damla Yaz�c�Mathias Enard ile Damla Yaz�c�Mathias Enard ile Damla Yaz�c�Mathias Enard ile Damla Yaz�c�Mathias Enard ile Damla Yaz�c�Mathias Enard ile Damla Yaz�c�
5Aydınlık KİTAP
Psikoloji ve koşullaruygun hale geldiğinde
Fa�izm, kitleleri hor görür. Kad�ns� olduklar�n�dü�ünerek onlara “tecavüz etmekten” ho�lan�r.
Bunu yapmak için her türlü kurnazl�ktan yararlan�r
Acıtıcı bir kitle tespiti: “İnsanların düşü-
nememesi liderler için ne büyük şans,” di-
yor “Kahverengi Veba”nın lideri. Bu
“Kahverengi Veba” ne mi? Tabii ki Na-
zizm. Lideri de Adolf Hitler.
Hayatını proletaryanın devrimine ada-
mış Marksist Daniel Guerin’in “Kahve-
rengi Veba” kitabının ilk basımı 1936 yı-
lında yapılmış. Habitus Kitap da Volkan
Yalçıntoklu tarafından bugün dilimize
çevrilen kitabı okuyuculara sunuyor.
1931’den 1936’ya kadar Almanya’daki
değişimi göstermeye çalışmış yazar. Göz-
lemlerden ve dönemin Al-
manya halkının fikriyatın-
dan yola çıkan Guerin,
Alman sosyalistlerin ve
işçi sınıfının tehlikeyi nasıl
göremediğini, yanılgıya
düştüğünü gözler önüne
sermiş.
Seyahat notlarından
oluşan kitap iki bölümden
oluşuyor. Birincisi Hitler
henüz iktidara gelmeden
önceki izlenimler, diğeri de
Hitler’in iktidara geldik-
ten sonraki Almanya’daki
izlenimler.
Hitler’in seçimleri ka-
zanmasının ardından başta
sendikalar olmak üzere bir-
çok alanı işgal eden vebayı,
salgın daha yayılırken yerin-
de görmüş yazar. Birebir ko-
nuşmalardan alıntılar yapmış. Alıntılar
içinde en dikkat çekenlerden biri de sos-
yalist bir gazetenin yazı işleri müdürü ta-
rafından kaleme alınmış sözleriyle o anki
şartlara yönelik bakış açısı: “Yoldaşlar yeni
beyefendilerin eskilerden daha iyi çalış-
masının bizim için bir kazanım olacağını dü-
şünüyorlar. (…) Naziler emekçiler adına
adımlar atarlarsa, geçmişteki tüm kin ve öf-
kemize rağmen onlarla işbirliği yapacağız.”
Kulakların nasıl tıkalı, gözlerin nasıl
kör olabildiğine şahit olmuş. Okuyucusu-
na anlatmış.
Faşizm, kitleleri hor görür. Onları za-
yıf yanlarından ele geçirmekte tereddüt et-
mez. Kadınsı olduklarını düşünerek onlara
“tecavüz etmekten” hoşlanır. Bunu yap-
mak için zaaflara hitap eden her türlü kur-
nazlıktan yararlanır.
Aynı zamanda nüfusu artırma için fa-
şizmin iktidarda olduğu ülkelerde doğum
kontrol yöntemleri acımasız bir şekilde
baskı altına alınır ve kadın, çocuk bak-
makla yükümlü doğurgan anne rolünü
üstlenir.
DEVLET�N ��NE NASIL SIZILIR
Bakın faşizmin bir başka özelliğini
Guerin nasıl tanımlıyor: “Faşizm, (…) halk
kitlelerini yeterince ele geçirdiğinde ve seç-
men kitlesinin çoğunluğunu olmasa da bü-
yük bir bölümünü saflarına kattığında, ik-
tidarı hedefler. Ama işini kendine özgü bir
tarzla görür. (…) Ordu ve polis şefleriyle,
üst düzey bürokrasiyle işbirliği içinde ol-
duğundan kendine güveni tamdır. (…)
Tüm psikolojik ve ya-
pısal koşullar uygun
hale geldiğinde hiç zor-
lanmadan devletin içine
yerleşir. İktidara sağ-
lam bir şekilde tutun-
duğunda, daha önce
geçici olarak görevlen-
dirdiği faşist olmayan
politikacıları kolayca
devre dışı bırakır.”
Yüzyılın vebası her
yerden yayılıyor olabilir.
Farkına varamaz bazen
insan. Çünkü uyuştu-
rucudur bir bakıma.
Aynı sosyalistlerin fa-
şizmle “omuz omuza”
gelmesi gibi.
“Amerika’ya faşizm
gelirse ve geldiği zaman,
‘Made in Germany’ şek-
linde etiketlenmeyecek; gamalı haç işareti
olmayacak, elbette o, Amerikancılık ola-
rak adlandırılacak” saptamasıyla, faşizmin
olası gelişme biçimlerini hatırlatmış biz-
lere Halford E. Luccock.
Kitap daha Hitler’in, Nazi kamplarını
kurmadan, Polonya’yı işgal etmeden, in-
sanlar üzerinde ölümcül deneyler yap-
madan ve henüz bir savaş başlatmadan
tehlikeyi haykırmış. Sosyalizmin kabul
edilemez ancak çaresiz yenilgisini…
Mücadeleler tıpkı Almanya’da ol-
duğu gibi yeraltına inmeden, kahveren-
gi veba daha küçük bir mikropken baş-
lamalı diye düşünüyor insan. Çünkü bu
veba mikrobu önce hafızayı siliyor, dü-
şünmeyi engelliyor, gözleri kör, kulakları
sağır ediyor… Sonra da ya kahverengi-
leri giyiyorsun ya da bu veba seni ka-
ranlıklara gömüyor…
ERDEM ATAY
Kahverengi Veba, Daniel Guerin, Habitus
Kitap, Çev: Volkan Yalçıntoklu, 160 s.
17 MAYIS 2013 CUMA6 Aydınlık KİTAP
Bu yazının ilk bölümünde tahmin ettiğim
şey oldu. 2013’ün 1 Mayıs’ında artık iki
ayrı Türkiye’nin varlığı kesinleşti. O 1
Mayıs’tan akıllarda, bu gerçeğin yanın-
da, bir de, biber gazıyla dağıtılan kala-
balıklar ile başlarına aldıkları darbeler-
le ağır yaralanan iki genç kızımızın ver-
diği yaşam mücadelesi kalacak.
ACIMA VE BA�I� D�LENEN GAPON
Ben bu bölümde, işte o 1 Mayıs
günü birçok tv kanalının aynı anda ver-
diği öfke ve utançla izlediğim, bu yazı ge-
reğinden fazla öfkeliyse öfkesini, eğer hü-
zünlüyse hüznünü de borçlu olduğum-
zihnime çakılıp kalan bir görüntüden söz
edeceğim. Ekranlarda “çiçeği burnunda”
DİSK Genel Başkanı Kani Beko var.
Beko, polisin, Taksim’e gitmek üzere
Dolmabahçe ve Şişli’de toplanan kala-
balıklara karşı kullandığı şiddeti kınayan
bir açıklama yapıyor. Ama kurduğu
cümlelerde öfkenin, kızgınlığın zerresi
yok; acıma, bağış ve lütuf dileme var.
Beko, işçilerin güvenli bir şekilde evle-
rine gitmek istediğini söylüyor: “Lütfen,
bu dakikaya kadar yaptıklarınızı işçilere
tekrar yapmayın. Bu insanlar kutsal in-
sanlardır. Onlara saldırıda bulunulma-
masını diliyorum,” diyor.
(www.hurriyet.com.tr, 1 Mayıs 2013).
Beko’nun bu sözlerini bir de bundan
hemen önce “Taksim’de kutlanmayan 1
Mayıs, bizim için 1 Mayıs olamaz” sözüyle
birlikte değerlendirelim. Konuşmasın-
dan adına “barış süreci” denilen parça-
lama sürecinin fahri akillerinden biri ol-
duğunu anladığımız Genel Başkanlık’ta-
ki rüştünü göstermek için olsa gerek, işçi
kitlelerinin önüne Taksim hedefini ko-
yarak onlara hak etmedikleri bir yenilgi
ve aşağılanma tattıran Beko’nun Papaz
Gapon’dan ne farkı var? Beko’nun yakın
bir gelecekte temsil edeceği tek bir işçi kal-
mayacağının ipuçlarını ise, taşeronlaştır-
ma, istihdam büroları gibi hükümet uy-
gulamalarından çok daha önce, araştırma
rakamları gösteriyor…
B�Ç�M �LE �ÇER�K ZARF �LE MAZRUF
DİSK’e bağlı Sosyal-İş sendikasının
2012’de yayımladığı “Türkiye’de Sendikal
Örgütlenme” başlıklı bir değerlendirmede
verilen rakamlara göre 2010 yılında 13 mil-
yon 762 bin ücretli sayısına karşılık Toplu İş
Sözleşmesi (TİS) kapsamındaki ücretli sa-
yısı 805 bin 525. TİS kapsamındaki ücretli-
lerin tüm çalışanlara oranı 5,9. Bu oran
1988’de yüzde 22, 2 imiş… Aradaki rakam,
ülke nüfusundaki artış dikkate alındığında
çok daha büyük aslında.
(Ocak ayında Resmi Gazete’de yayım-
lanan Sendikalar İstatistiği’ndeki rakamlar,
herhangi bir sendikaya üye tüm çalışanları
kapsadığı için yüksek gibi görünüyor.)
Bütün bu görüntü ve rakamların konu-
muzla çok yakın bir ilgisi var. Çünkü, salt
edebiyat alanında değil, toplumsal-siyasal
alanda da içerik neyse biçim, nicelik neyse
nitelik ya da zarf neyse mazruf da biraz odur.
Her şey birbirine bağlıdır. 60’lı 70’li hatta tüm
olumsuz siyasal koşullara karşın 80’li yıllarda
bir işçi sınıfı varlığından söz edebiliyorsak,
buna uygun bir işçi edebiyatı varlığından da
söz edebiliriz.
Bizde işçi edebiyatının köklü bir geçmişi
yok. Bu durum Türkiye’de modern an-
lamda bir işçi sınıfının ortaya çıkışıyla çok
yakından ilgili elbet. İlk işçi eyleminin bun-
dan en fazla yüz yıl geriye gidebildiği, em-
peryalizme göbeğinden bağımlı kapitalizmin
egemen olduğu bir ülkenin edebiyatından
bir “Ana”, bir “Germinal” ya da bir “Bit-
meyen Kavga” veya “Gazap Üzümleri”
beklemek elbet hayal olur. Ancak bu ede-
biyatın -köklü bir geçmişi olmasa da- hâlâ
okunan, yeni baskıları yapılan klasikleşmiş
çok güçlü eserleri, yazarları, şairleri var?
SEND�KASINI SOYAN SEND�KACI
Ne var ki, ortada birçok roman, öykü ve
şiir bulunsa da bazı sendikalar bu alanda
ödüller düzenleseler de bugün böyle bir ede-
biyattan aynı rahatlıkla söz edecek durum-
da değiliz. Çünkü işçi sınıfı yükselen bir sı-
nıf değil. Bir yandan hükümetler, bir yandan
işçi örgütlerinin yöneticileri birçok örnek-
te olduğu gibi sendikaları da işçiyi de bitir-
diler. Sendikasını soyan sendikacıdan bıra-
kalım edebiyatı, işçiye ne hayır gelir? Bunun
son örneğini Yıldırım Koç Aydınlık’taki kö-
şesinde yazdı. (Bkz., 13 Mayıs günlü Ay-
dınlık, “Otobüs Faturaları’nda tahrifatlar
Yol-İş’in soyulması”).
İyi kötüyü kovar derler. Bizde daha çok
tersi olsa da, Genel-İş, Petrol-İş ve Sağlık
Emekçileri Sendikası (SES), bu anlamda kö-
tüyü kovan, çeşitli dallarda sanat ve edebi-
yat ödülleri veren üç işçi sendikamız. Ver-
dikleri ödüller, bugüne kadar güçlü bir rüz-
gâr yaratamasa da, işçi edebiyatımıza önem-
li katkılarda bulunduğu açık. Genel-İş’in ya-
yımladığı, -Tuncer Uçarol’un ödül kazanan
öykülerden seçerek oluşturduğu- “En Gü-
zel Esnaf ve Sanatkâr Öyküleri”, “Bakkal
Öyküleri”, “İşçi Öyküleri 2004”, “Timsahın
Ağzındaki Usta”, “Kadın İşçiler”, “Çocuk
İşçiler”, “Hüzün Dolu İşçi Öyküleri”,
“Sonu Mutlu Biten İşçi Öyküleri” bu ça-
banın somut ürünlerinden bir kısmı. Genel-
İş’in düzenlediği “Abdullah Baştürk İşçi
Edebiyatı Ödülleri”ni kazanmış çeşitli dal-
larda ayrıca 12 kitap daha var. Genel-İş, Pet-
rol-İş ve SES, bu çabalarıyla en azından işçi
sınıfına ait bir edebiyatı yaşatmaya çalışı-
yorlar. “En azından” ve “çalışıyorlar” sözü
gerçekten de durum böyle olduğu için.
(Bundan 4-5 yıl önce kadın işçi öyküleri ya-
rışması düzenleyen bir sendikamızın ödül
sekreteryasından bir arkadaşın eli kalem tu-
tan birçok kadın arkadaşını sendikayı des-
teklemek için yarışmaya katılmaya çağır-
dığını hatırlarım.)
YANITLAMASI ZOR SORULARYine de bu durumu bütün çıplaklığıyla,
yıllarını işçi edebiyatına vermiş edebiyat eleş-
tirmeni Tuncer Uçarol, kurucusu ve yöne-
ticilerinden olduğu “Abdullah Baştürk İşçi
Edebiyatı Ödülleri”nin 10. yılı toplantısın-
da yaptığı konuşmada sorduğu bir soruyla
ortaya koyuyor. (Tuncer Uçarol’un konuş-
ma metnini işçi edebiyatı yazarlarımızdan öy-
kücü sayın Celal İlhan sağladı, kendisine te-
şekkür ederim).
Uçarol konuşmasında şöye diyor:
“Bu kitapları acaba kaç sendikacımız, kaç
işçi, kaç işçi çocuğu, kaç işçi eşi okudu?.. Oku-
yacak?.. Kaç sendika bu kitaplara sahip
çıktı?.. İşçi okumazsa işçi edebiyatı olur mu?..
Dert ortaklığı, kendini tanıma oluşur mu?..
İşçilerle ilgilenen kaç politik kurum, kaç res-
mi kurum, kaç sivil toplum kuruluşu bu ki-
taplara sahip çıktı?.. Kaç toplumcu edebi-
yatçı, kaç toplumcu gazeteci, dergici, kaç top-
lumcu olmayan yazar, bu kitaplar için bir eleş-
tiri, bir tanıtım yazısı yazdı?.. Kaç televizyon
kanalı onca ekonomi programında bu ki-
taplarla ilgilendi?.. Politikacılar, devlet
adamları, aydınlar bu kitapları okumazsa, işçi
edebiyatı olur mu?.. Zor durumda olanlar-
la duyumdaşlık, gönüldeşlik kurulabilir mi?
On yıldır düzenli sürdürdüğümüz bu yarış-
ma ve etkinlikleri, son yıllarda düşünüyorum
da, boşa mı gidiyor acaba?”
Gerçekten de boşa mı gidiyor yoksa?
İşçi okumazsa işçiedebiyatı olmaz!
SENDİKASINI SOYAN SENDİKACININ EDEBİYATA NE HAYRI DOKUNUR
�yi kötüyü kovar derler. Bizde daha çok tersi olsa da, Genel-��, Petrol-�� ve Sa�l�k Emekçileri Sendikas� (SES),bu anlamda kötüyü kovan, çe�itli dallarda sanat ve edebiyat ödülleri veren üç i�çi sendikam�z. Verdikleri
ödüller, bugüne kadar güçlü bir rüzgâr yaratamasa da, i�çi edebiyat�m�za önemli katk�larda bulundu�u aç�k
MECİT ÜNALmecitunal@aydinlikgazete.com
GÜLDEN TERAZİ
7Aydınlık KİTAP
Türk okurunaderin saygıyla...
Savc�, tutuklanan gencin evinde bulunan üç kitab�inceliyor. “Bu kitaplarda herhangi bir sak�nca yok. Niçin
tutuklad�n�z?” diye soruyor. Yan�t: “Kitap, kitapt�r!”
Böylesi çıplak gerçekliği yine bütün çıp-
laklığı ile ortaya koyan kitapları okudu-
ğum zaman, devekuşu olasım tutuyor…
Deve kuşu olup, başımı kuma gömmek
istiyorum. Kör, sağır, dilsiz, hatta… Evet
hatta aptal, geri zekalı, hiçbir durumu al-
gılayamayan biri olmak istiyorum. Yok
yok, bunlar da değil. Ot
olmak istiyorum, ot! Üs-
tüne sabah çiği düşmüş,
düşünmek ve değerlen-
dirmek gibi kaygılardan
uzak ve bir ineğin iştah-
la dilini dolayıp cayırt
diye söküp ağzına aldığı
ot olmak istiyorum!..
Ve bir bakıyorum et-
rafıma ki!... Zaten her-
kes ya ot ya da ot takli-
di yapıyor! Herkes de-
vekuşu. Herkesin üstüne
yağan da ölü toprağı.
Canım sıkılıyor…
Canım sıkılıyor, çün-
kü bu memleket, başka
hiçbir şeyden çekmemiş,
cehaletten çektiği ka-
dar… Orhan Veli’nin, na-
sırından çeken Süleyman Efendisi küçük
bir nüve cehalet yanında.
Bunca serzeniş niye? Ve neden baş-
lık, “Türk Okuruna Derin Saygıyla” di-
yor? Anlatayım: “Bir Savcının Not Def-
teri”ndeki olabildiğine açık ve akı-
cı bir dille yazılmış gerçek
yaşam öyküleri yüzünden
serzenişim. Türk oku-
runun önünde eğilme-
me sebep olan hikâye
de oradan geliyor. 12
Mart Muhtırası dö-
neminde, yazarımız
görevi başında bir
savcı. Olayı bizzat ya-
şayan kendisi. Bu tip
askeri müdahalelerin
olduğu her dönem gibi,
o dönemde de polis, evin-
de yasak yayın bulunan her-
kesi tutuklayıp getiriyor. Savcı, tu-
tuklanarak üç gün nezarethanede kalan
gencin evinde bulunan üç kitabı inceli-
yor. Biri bir aşk romanı, diğeri bir poli-
siye hikâye, öteki ise bir tarih kitabı. Tu-
tuklayan polise dönüp; “Bu kitaplarda
herhangi bir sakınca yok. Niçin tutukla-
dınız?” diye soruyor. Yanıt: “Kitap, ki-
taptır!”
Bu cümle ile birlikte, beynimin en
ince kıvrımlarından, incecik bir ağıt yük-
seliyor benliğime. Anadolu insanının, el-
lerini dizlerine vurarak ama ağzından tek
bir vaveyla çıkmaksızın, uğunarak tuttuğu
ağır bir yas hali bu. Elif elif tozan kar ta-
neleri gibi yığılıyor acı içime. Elif’in
‘dahha’ dese de yerin-
den kımıldamayan ökü-
zü gibi ıhıyor beyin çe-
perlerimin her zerresine.
Simsiyah bir matem!..
Kapkara!... Çünkü 12
Mart’lar bitmedi bu özü-
nü sevdiğim memlekette.
80’de az kitap yakmadı
insanlar arka bahçele-
rinde. İşte bu yüzden…
Okumanın ve kitabın
önüne çekilmiş onca ba-
riyere rağmen bugün
hâlâ okuyan bir kitle var-
sa, onun önünde değil
eğilmek, secde edesim
var…
ALTINI�ZD�KLER�M
Ağıtların altı çizilir mi? Yahut han-
gi çizgi kaldırabilir onca acıyı? Acının öl-
çülebilir desibeli var mıdır ki altı çizile-
bilsin? Kitaptaki her öykünün yaşan-
mışlığı, yaşanırken not düşülüp işlen-
mişliği sızlatıyor zaten yüreği.
GER�YE KALANİnleyen ah’lar var
muhayyilemde, geri-
ye kalan hoş bir seda
değil… Buruk bir
tat. Hayat, mahke-
me koridorlarında
giyotin kadar kes-
kin ikiye ayırıyor in-
sanları: Güçlüler ve
zayıflar. Güçlüysen
ve ezilenin yanında yer
alıyorsan (alabiliyorsan)
insansın. Güçlüysen ve yine
de eziyorsan hayvan bile değil-
sin. Ya zayıfsan? Sus! Söz hakkın yok
çünkü. Bir makarna paketi ve kömür çu-
valı neyine yetmiyor?! Okuma, bilme, öğ-
renme, aydınlanma! Zira güçlüye, bu ha-
linle lazımsın!..
EMİNE SUPÇİNeminesupcin@gmail.com
Bir Savcının Not Defteri’nden,
Çetin Yetkin, Gürer Yayınları, 156 s.
Zay�fsansus!
Söz hakk�n yokçünkü. Bir makarna
paketi ve kömür çuval�neyine yetmiyor?!
Okuma, bilme, ö�renme,ayd�nlanma! Zira
güçlüye, bu halinlelaz�ms�n!..
17 MAYIS 2013 CUMA8 Aydınlık KİTAP
Öylesine haksız ve zor durumdalar ki, ha-
yatın bütününü koca bir vaazın parçala-
rına dönüştürmekten başka bir yol bu-
lamıyorlar. Okulda dersi vaaz yaptılar.
Zaten camiden çıktı, beş vakit yetmedi;
en kitlesel vaazı verecek aleti, televiz-
yonları ele geçirdiler ve 16 saat durma-
dan vaaz verme gücünde baş imamı ev-
lere, işyerlerine taşıyorlar. Hayat bit-
meyen, uzun bir vaaza dönüştürülüyor.
Uzun yıllar en çaresiz kaldıkları alandı
sanat, vaazlarının bayağı palavralar gü-
rültüsü olduğunu biliyorduk, Ahmet Al-
tan son kitabı “Son Oyun”da yine bunu
anlatıyor.
Tiyatro salonlarını satışa çıkararak,
çürümeye terk ederek, sinemaları yıka-
rak, kitabevlerinin iflas ettiği şehirlerde,
kültür merkezlerinin yerine AVM deni-
len insan depolarını ikâme ederek sa-
natın altyapısını dinamitlediler. En zor
ele geçirilebilecek edebiyatta da, “mu-
hafazakâr sanat”, best-seller dalgaları ha-
linde üzerimize geliyor. Şimdi vaazları-
nı bir de kitap biçimine sokup, zamanı-
mızı, kitaplıklarımızı işgal etmek isti-
yorlar.
“Son Oyun” vaaz kültürünün son ve
en bayağı ürünlerinden biri olarak, sor-
gulama, yargılama yetileri silinmiş best-
seller müptelalarının eline tutuşturulu-
yor. 12 Eylül darbesinin yazarlarından biri
olduğunu daha ilk kitabıyla, “Sudaki
İz”le, ortaya koyan, Yalçın Küçük’ün
1986 yılında “Küfür Romanları” olarak
adlandırdığı bu “edebiyat”ın kurucu ya-
zarı Ahmet Altan, yeni kitabında yeni dö-
nemin diline ve estetiğine yani vaaz kül-
türüne katkı işine girişerek öncü rolünü
ıskalamıyor.
ESTET�K BE�EN�S�ÇÖKERT�LM�� OKUR
“Küfür Romanları”, 1986’dan beri
dönemin iktidar güdümlü, sol düşmanı
romanını nitelemek için elverişli bir
kavram oldu. Bu romanları yazanlar, kü-
fürlerini yükselterek veya lafebelikleri-
nin arkasına gizleyerek konjonktüre
göre üretimlerini sürdürdüler. Serma-
yeleşen yayıncılık ve basın dünyasının gü-
cünü kullanarak, okuryazar halkımızın
edebiyat beğenisini sıfırlayacak ölçüde
başarılı oldular. Ahmet Altan’ın roman
diye piyasaya sürülen son uzun vaazının
okunmasını başka türlü nasıl açıklaya-
biliriz? Bozuk diliyle, insanı değersiz-
leştiren bakış açısıyla, mantık dışı kur-
gusuyla, böylesine bayağı bir kitabın
okutulması sistemin başarısıdır.
90’lı yılların başında, İnsancıl dergi-
sinde, edebiyatın metalaşmasını göster-
meye çalışırken, bu sürecin bu ölçüde
ekonomik determinizme dönüşeceğini
düşünemiyorduk. Sonuçta, edebiyat, ne
de olsa bir bilinç etkinliğiydi ve eleştirel
uyaranlara her zaman açık olabilirdi.
Hamburger tüketmekten, moda giysiler
satın almaktan bir farkı olmalıydı. Ahmet
Altan’ın “Son Oyun”unun okur bulma-
sı ve okunması böyle bir farkın kalma-
dığının acı bir göstergesidir. Artık ede-
biyat da metadır ve nasıl gdo’lu pirinç,
hormonlu domates, zararlarına karşın
üretilmeye ve tüketilmeye devam edi-
yorsa, kapitalist sistem aşılmadıkça buna
tam bir çözüm bulamıyorsak, iktidar
güdümlü edebiyat da, iktidar gdo’lu ro-
man da aynı gerçeğin bir başka parçası-
dır. Gdo’lu besinlerin bedensel sağlığı-
mızı bozma etkisinin benzerini, iktidar
hormonlu edebiyat, toplumsal kişiliği ze-
deleyerek yapıyor. İnsanların bakış açı-
larını, kendilerine ve başkalarına yöne-
lik düşünce ve duygularını yönlendiriyor.
Kısırlaştırıyor ve köreltiyor.
YEN� ROMAN’IN KL��ES�Hakkını vermek gerek; Ahmet Altan,
iktidara alabildiğine duyarlıdır, dönemin
gereklerini kavramakta ve uygun ürün-
ler çıkarmakta hiç gecikmiyor. Roman-
ları ve gazetecilik çalışmasını bu açıdan
incelediğimizde, son otuz yılın sermaye
politikalarının soyağacını çıkarabiliyoruz.
Ahmet Altan, sol düşmanlığından, 200
yıllık bütün kazanımlarımızı silmeye cü-
ret eden Cumhuriyet düşmanlığına ev-
rilen bu politika ve ideolojinin birebir ya-
zıcısı olmuştur. “Son Oyun”da, Cumhu-
riyet’in en önemli niteliğinin, laisizmin yı-
kılışıyla yaşamı kuşatan dinselliğin temel
alındığı ve meşru kılındığı uzun bir vaaz
buluyoruz. Laikliğin çöküşüne bir sevinç
hezeyanı da diyebiliriz.
Daha kitabın ilk sayfasında katil ol-
duğunu söyleyen bir anlatıcı ikinci say-
fada “tanrı” vaazına başlıyor: “Tanrı’nın
kötü ve savruk bir romancı olduğunu dü-
şünüyorum.” Bu tatsız vaazın iskeletini,
insanların bütün yaşamını bir romancı tü-
ründen belirleyen “tanrı” düşüncesi
oluşturuyor. Bunun analizini de Yalçın
Küçük’ün “Küfür Romanları”nda bula-
biliyoruz, “Yeni Roman”cıların elli yıl-
dır bir klişe haline getirdikleri, gerçek-
çi romancıya, her şeyi bilip anlatan “tan-
rı romancı” benzetmesiyle saldırmaları-
nı Ahmet Altan, kitabının sakızı yapmış.
Kurguda ve olmayan olay örgüsünde ak-
lına estikçe bu sakızı çiğniyor. Ama ya-
zıcılığına uygun bir düzeyde, “Yeni Ro-
mancı”ların benzetmesini tersine çevi-
rerek, romancıyı sorgulamak yerine,
“romancı tanrı” benzetmesiyle dinci
vaazına entelektüel çeşni katmaya çalı-
şıyor. Sonraki cümle kötü romana açık-
lama getirmekten çok, tanrıyı doğallaş-
tırma çabasını düşündürüyor. Sözde,
tanrı bir romancıdır ve hepimiz onun ro-
manının kişileriyiz. “Yarattığı bütün in-
sanlar arasındaki ilişkileri tesadüfler üs-
tüne kuran, olayların sıkıştığı bölümle-
ri tesadüflerle çözen bir romancıya iyi ro-
mancı demem ben.” (s.2) Yaşamlarımı-
zı tanrı yazmaktadır. Bütün vaaz bu dü-
şünceyi eksen alarak sayfa doldurmaya
dayanıyor.
Laikliğin çöküşünesevinç hezeyanı
CAHİLİYE DÖNEMİ ROMANCISI AHMET ALTAN’IN DİNSELLİK VE CİNSELLİK DOLU
Ahmet Altan, sol dü�manl���ndan, 200 y�ll�k bütün kazan�mlar�m�z� silmeye cüret eden Cumhuriyet dü�manl���naevrilen politika ve ideolojinin yaz�c�s� olmu�tur. “Son Oyun”da, Cumhuriyet’in en önemli niteli�inin, laisizmin
y�k�l���yla ya�am� ku�atan dinselli�in temel al�nd��� ve me�ru k�l�nd��� uzun bir vaaz buluyoruz
B. SADIK ALBAYRAKbizimsadikalbayrak@gmail.com
17 MAYIS 2013 CUMA 9Aydınlık KİTAP
�MAMIN ÖNÜNDE D�Z ÇÖKMEK
İnsanları çizmeyi, mekânları betim-
lemeyi beceremeyen Ahmet Altan, dini
güzelleştirmek için bütün gücünü sefer-
ber ediyor. Romanın anlatıcı kişisi ya-
zarın, uçakta tanıştığı Zuhal, işletmeci-
dir, tekellerde danışmanlık yapıyor, ne-
dense, “imam nikâhı”yla evlenmek isti-
yor. Aldığı eğitime, yaşam biçimine hiç
uymayan, hiçbir mantıksal gerekliliği
bulunmayan bu istek, Ahmet Altan’ın
uhrevi atmosfer ve güzellik çizimi için ge-
rekiyor. Camideki imam nikâhını şöyle
anlatıyor:
“Başımı çevirdiğimde, Zuhal’in genç
kadının verdiği incecik beyaz bir başör-
tüyü bağladığını gördüm. Çok güzeldi.
Böylesine masum, saf bir kadın güzelli-
ğine daha önce hiç rastlamamıştım. Ca-
minin bir parçası olmuş gibiydi.” (s.
259) Betimleme yoksunu yazar “çok
güzeldi”, “masum”, “saf” güzellik kav-
ramlarıyla, son yirmi yıldır, kadının ba-
şını türbanla kapatmaya çalışanlardan
biri olduğunu göstermek istiyor. Cami-
nin bir parçası olmuş, başı bağlanmış ka-
dının eşsiz güzelliği… Bir otel odasından,
hard porno olduğu ima edilen bir çift-
leşme sahnesinden çıkıp gelmiş Zu-
hal’in imam nikâhının sırrı da bu dinci
güzellemede gizli. Yazar, roman kişile-
ri için hiçbir gerekli-
liği olmayan imam ni-
kâhını bu güzelleme-
yi yazabilmek için
araya sokuşturuyor.
Devamı da var. “Ca-
miye girdik. İçerisi
tertemizdi, aydınlık-
tı, sessizdi, kilimler
pencerelerden giren
güneş ışıklarıyla par-
lamıştı, mihrap sade
ve huzur vericiydi.
Emekli imamın
önünde diz çök-
tük.” (s. 259) Can-
landırmayı becere-
meyen yazar bütün iyi sıfatları cami için
kullanıyor. “Aydınlık” da buradadır. Ki-
limlerin “pencerelerden giren güneş
ışıklarıyla” parlamasını canlandıramasak
da yazarın bize ideal bir ortamı ve eyle-
mi çizdiğini görüyoruz. İmamın önünde
diz çökmek; iktidarın ideal insanını Ah-
met Altan pek açık göstermiştir.
Bir karşılaştırma için gerçekçi ede-
biyatımıza bakabiliriz. Örnek olsun, Or-
han Kemal’ın “Kabak Hafız”ı, 50’li yıl-
lardan beri içine sokulduğumuz dinci ka-
ranlığı ve tiplerini anlamak için büyük
ipucudur.
TOPLUMSAL KÖTÜLÜ�ÜÖRTEN “GÜNAH”
Kitabın en çok kullanılan kavramla-
rından biri, “günah” kavramıdır. “Son
Oyun”un roman değil, uzun bir vaaz ol-
masının kanıtlarından biri olarak da alı-
nabilir, Ahmet Altan, kötülük kavramı-
nı günahla özdeşleştirerek, gerçekliği
tersyüz etmektedir. Dinsel kötülük kav-
ramı günah, çıkar çatışmalarından ve top-
lumsal ilişkilerden örülü bir yaşamda or-
taya çıkan toplumsal kötülüğü göz ardı et-
mek içindir. Ahmet Altan yazıcılığının
toplumsallıkla ilişkisi her zaman ideolo-
jiktir. Toplumsallığı görmemeye, çarpıt-
maya ve gerçekdışı, günah benzeri kav-
ramlarla gizemli hâle getirmeye çalışır.
“Günah” dinin temel kavramlarındandır.
Toplumu dine indirgeme-
ye çalışan dincilere uygun
yazıcılık bu kavramı ro-
mana izlek yapmıştır. De-
nilebilir ki, Ahmet Altan,
“günah”lı gazete fıkraları-
nın aralarına eklediği yatak
odası fantezileriyle ilgi çek-
meye çalışarak uzun bir va-
azdan roman çıkarmaya
yeltenmiştir.
Dili bozuk, kurgusu, ki-
şileri bu kadar kötü oluştu-
rulmuş bir kitabı, ciddi bir
incelemenin nesnesi yapma
eziyetini göze almak da, bu
ideolojik niteliğinden dola-
yı gereklidir. “Son Oyun”, bayağı bir ki-
taptır, ancak burjuva edebiyatının insa-
na ve topluma bakışının nasıl sınıfsal, hi-
yerarşik değerlerle yüklü olduğunu gör-
mek için veri deposudur.
Ahmet Altan’ın her satırına sinmiş sı-
nıfsal bir bakış vardır. Ancak bu sınıf-
sallık, toplumsal ilişkilere göre belir-
lenmiş biçimiyle ortaya konmaz, egemen
sınıfın gözünden yapılmış ikili bir sınıf-
landırmaya dayanır. Yazarın anlatıcı ki-
şisinin gözünden kitaptaki bütün kişiler
seçkin, zeki, yakışıklı, güzel olanlar ve
bunların karşısında aptal, sıradan, çirkin,
nesne konumunda olanlar biçiminde
iki sınıfa ayrılmıştır. Birinci sınıftakiler,
kitapta adları sanlarıyla yazılanlar hep ik-
tidardakilerdir. Kitabın anlatıcısı, her ki-
şiyi kendisinden üstün mü aşağı mı de-
ğerlendirmesine sokar, olaylar karşısın-
daki temel kaygısı, kendisine sağlayaca-
ğı yarardır. Her şeyi böyle bir sınıflan-
dırma içinden gör-
mek, sağlıklı bir
ruh halinin ürünü
olamaz. Top-
lumsal hiyerarşi-
nin derin izler bı-
raktığı, zedeledi-
ği bir ruhsallıkla
dünyaya yaklaşmak
sıradan ve olağan su-
nulmaktadır. Böyle
kompleksli bir kişiliğin
olağan ve meşru gösterildiği,
hayatın başkalarıyla kendimizi hep
kıyasladığımız bir cehennem olarak su-
nulduğu bir kitabı okuyanlar buna nasıl
katlanabiliyorlar anlamak zordur.
C�NSELL�K: PARÇALA BEHÇET
Ahmet Altan’ın vaazında dinsellik ka-
dar cinsellik de vardır. Cinsellik, bu
uzun vaazı okutmak için, aralara serpiş-
tirilen parçalardır. Bir zamanlar “seks
filmlerinin” arasına konan parçalar ben-
zeri. Kitabın bütününde görülen betim-
leme, canlandırma yetersizliği bu parça-
larda da var. Ahmet Altan cinselliği de
anlatamıyor, parçalar cinsellik konulu va-
azlardan öteye gitmiyor. Yazarın kadın er-
kek ilişkisine bakış açısı da benmerkez-
ci, hiyerarşik ve erkek egemen nitelikte.
Sevişme değil, kadını “teslim alma”,
nesneleştirme üzerine kurulu bir ilişkiyi
yazıyor. “Masanın yanında sevişmeye
başladık,” diye başlıyor Ahmet Altan, de-
vamında şunları okuyoruz: “Bir hayvan
gibi parçaladım onu. Ben paramparça et-
meyi seviyordum. O paramparça olma-
yı. Vücudunda değmediğim, dokunma-
dığım, doldurmadığım hiçbir yer kal-
madı.” (s. 111) Ahmet Altan’ın sevişme
anlatımı işte budur: “doldurmadığım
hiçbir yer kalmadı.”! Kitap boyunca ken-
dini, “kadınları çok iyi anlayan ve anla-
tan” bir yazar olarak sunan anlatıcının,
bütün yazabildiği bu kadardır. Cinselli-
ğe bu bakışın, estetik bir anlatım oluş-
turması mümkün olamıyor. Parçalardan
birinde şunu okuyoruz: “Beni yönet-
mekten vazgeçip teslim olmuştu. O es-
kimiş vücudu, hafifçe sarkan göğüsleri,
dolgun karnıyla beni gerçekten çıldırtı-
yordu.” (s.189) “Eskimiş vücudu” olan bir
insandır ki bu da, insana bir eşya olarak
baktığını yeterli açıklıkta gösteriyor.
Cengiz Gündoğdu, “İsyan Günlerinde
Aşk” kitabı için yazdığı eleştiride, Ahmet Al-
tan’ın cinselliğe ve aşka bakışını şöyle çö-
zümlüyor: “Yazar, körelmiş duyguların üs-
tünde yükselmemelidir. Yazar aşka öyle bir
yorum getirmeli ki, ben bu aşk için müca-
dele etmeliyim. Ama Ahmet Altan bas-
makalıp, insanın içini bunaltan bir yorum ge-
tiriyor aşka. Aşk, kasıkların hazdan sızla-
ması… Bunun hiçbir yanı insanî değil. Ben
bunu bütün kötü romanlarda okudum.
Yetmezmiş gibi bir de Ahmet Altan’ın ki-
tabında okuyorum.” (Taşkıran,
Cengiz Gündoğdu, İnsancıl
Yayınları, s. 148, 2004) Ah-
met Altan “Son Oyun-
da” da buradadır. Aşkı
yazamıyor, yazmaya
başlayamıyor bile.
Tinto Brass’ın film-
lerinden ibaret bir
düş gücüyle olmalı,
kitabın kadın kişisi
Zuhal, sevdiğini söy-
lediği yazara, “Sat
beni!” diyebiliyor ve onu
seven yazar, “pezevenklik”
rolünü üstlenmekte hiç du-
raksamıyor. Ahmet Altan’ın düş
gücü porno filmlerinin de gerisindedir; uy-
gun “alıcıyı” bulamıyorlar.
ANCAK BU KADAR B�R D�LBozuk bir Türkçeyle sayfalar dolusu
sürüp giden vıdı vıdı. “Eteği hafifçe sıy-
rılınca diğer bacağının üstüne koyduğu
bacağının arkası kalçasına doğru bir ka-
rış kadar açıldı.” (s. 186) Tipik bir Ah-
met Altan Türkçesi örneğidir; “bacağı-
nın arkası kalçasına doğru bir karış” açıl-
mış… Yolculuğa çıkacak; “Orada ne
kadar kalacağımızı bilmediğim için kü-
çük bir çantaya birkaç gün yetecek kadar
eşya koydum” (s. 109) diye yazıyor.
“Eşya” sözcüğünün valize sığmayacak
çağrışımları hiç umurunda değil.
Yalçın Küçük, “Küfür Romanları”nı,
2011’de yeni bir kitaba dönüştürdü:
“Cumhuriyete Karşı Küfür Romanları”.
1986’da eksik kalanlar, Orhan Pamuk ve
Ahmet Altan’ın sonraki ürünleri, bura-
ya girdiler. Roman yazmayı bilmediği bu-
rada kayıtlıdır, öğrenme yeteneğinin ol-
madığını “Son Oyun” bir kez daha gös-
teriyor. Roman bir olay örgüsü ve ka-
rakterler yaratma sanatıdır. Altan’da
ikisini de bulamıyoruz. Yazarın kuklaları,
onun vaazlarını aktarmak için belirsiz bir
zamanda ve olmayan mekânda oyna-
maktadırlar. “Son Oyun”, Cumhuriyete karşı kü-
für romanlarının, reklam ve pazarla-mayla okuryazar halkımıza kakalanankötü bir örneğidir. Böyle bir kitabı romanniyetine okuyanlar adına üzülmek de bizekalıyor.
Dilibozuk, kurgusu,
ki�ileri bu kadar kötüolu�turulmu� bir kitab�,
ciddi bir incelemenin nesnesi
yapma eziyetini göze almak,ideolojik niteli�inden dolay�
gereklidir. “Son Oyun” baya�� bir
kitapt�r, yazar�n�n insana ve
topluma bak���n�n nas�l s�n�fsal,hiyerar�ik de�erlerle
yüklü oldu�unu görmek için veri
deposudur
17 MAYIS 2013 CUMA10 Aydınlık KİTAP
Cahit Kayra, başta Varlık Vergisi olmak üze-
re, Cumhuriyet tarihimizin en tartışmalı ko-
nularında en sağlam kanıtlarla, bilimsel de-
lillerle çalışan, üreten, araştıran bir yazar-
dır. Eski bir maliye müfettişi ve milletveki-
li olan, Enerji ve Tabii Kay-
naklar Bakanı olarak görev ya-
pan Kayra, Tarihçi Kitab-
evi’nden çıkan ve 3 ciltte ta-
mamlanacak olan “Cumhuri-
yet Ekonomisinin Öyküsü” adlı
kitabının ilk cildinde 1923-1950
arası dönemi inceliyor.
“Devletçilik” başlıklı cildin
altbaşlığı “Altın Yıllar: Bozkırdaki
Mucize”. Kayra bu ciltte Cum-
huriyet’in kuruluşundan Demokrat
Parti’nin iktidara gelişine dek ge-
çen dönemde izlenen ekonomi
politikalarını anlatıyor.
Kitap 455 sayfa, 4 bölümden
oluşuyor. Sonundaki ekler bölü-
münde, incelenen dönemin başba-
kanları, maliye bakanları, sanayi ba-
kanları, iktisat ve ticaret bakanları, ka-
botaj kanunu, 1838 Ticaret Anlaşması,
demiryollarının yapımı, devletleştirme
uygulamaları, ülkemize gelen yabancı pro-
fesörler, Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT)
sıralanıyor. Ayrıca çok zengin bir kişiler di-
zini de bulunuyor.
BOZKIRDAK� MUC�ZEÇalışmanın ilk bölümünde 1923 Tür-
kiye’si anlatılıyor. Mondros ve Sevr’in da-
yattığı yapının, Türkiye’nin bağımsız ve
egemen bir devlet olarak tescil edildiği,
“Cumhuriyet’in tapu senedi” olarak tarihe
geçen Lozan Antlaşması’nın üzerinde du-
ruluyor. Tablolarla, haritalarla, istatistiklerle,
fotoğraflarla desteklenen eserde Kayra,
1923 Ankara’sına ve başkentin imarına
ilişkin çalışmalara değiniyor.
Kayra, kitabına her ne kadar “Ben
ekonomist değilim” tümcesiyle başlasa da,
hayli alçakgönüllü davranıyor. Zira kitap,
onun ne kadar yetkin bir maliyeci ve eko-
nomi uzmanı olduğunu kanıtlıyor. Dahası
bu çalışma, Türkiye’yi uzun yıllar yöneten
kadroların ağırlık-
lı olarak ya hesap
uzmanları kurul-
larından, teftiş
heyetlerinden ya
da planlamacılar
arasından çık-
masının ne den-
li isabetli bir ter-
cih olduğunu da
ortaya koyuyor.
1923-1939 döne-
minin, iki farklı
karakterde olduğuna dik-
kat çeken yazar, 1923-1929 arasının naif bir
liberal ekonomi iddiası taşıdığını, ancak sis-
temin liberal gibi görünmesine karşın, bu
dönemde devletleştirme-milletleştirme ve
ciddi büyük yatırımların devlet tarafından
yapılması olaylarının giderek devletçiliğe ze-
min hazırladığını belirtiyor. Kayra, “Eğer
1929 Dünya Ekonomik Krizi olmasaydı bile,
Türkiye o günlerin ortamı ve koşulları
içinde kendiliğinden, devletin ekonomiyi dü-
zenlemesi ve devlet eliyle sanayi kurulma-
sı gerçeğini yaşayacaktı,” diyor.
1939-1946 yıllarında devletin sadece
ekonomiye değil, kişisel mülkiyete ve ya-
şam koşullarına da müdahale etmek zo-
runda kaldığını, kısa geçiş döneminde yö-
neticilerin, çok partili dönemin getirdiği de-
ğişikliklerin etkisinde kalarak çelişkili ka-
rarlar içinde bocaladıklarını vurguluyor.
1950’lerde başlayan “Karma Ekonomi” dö-
neminin karakterinin daha belirgin bir çe-
lişki içerdiğini savunurken şu noktaya
dikkat çekiyor:
“Sistem liberal bir görüntü taşır. Ger-
çekten alınan ve uygulanan kararlar eko-
nomiyi liberalleştirme yönündedir. Ancak
büyüyen ekonominin yarattığı fonlar, bu dö-
nemde oldukça önemli ölçüde, devlet ta-
rafından kurulan kurumlara yöneltilmiş,
Türkiye’ye düzensiz ama gelecek için cid-
di hazırlık niteliğinde bir sanayileşme zemini
hazırlanmıştır. 1980 sonrasında ise hükü-
metler ekonomiyi liberalleştirme konu-
sunda radikal ve etkin adımlar atmışlardır”.
DEVLET-� �KT�SAD�YE’N�NATILIMLARI
Kitabın ikinci bölümü “Tek Parti ve
Devletçilik” başlığını taşıyor. 1923-1939
dönemini ele alıyor. İzmir İktisat Kongre-
si, Chester Projesi, İş Bankası’nın kurulması,
Tarım Reformu, Kooperatifçilik, Harf
Devrimi, Kabotaj hakkının elde edilmesi,
Seyyar Sergi olayı, Tayyare Piyangosu, Ha-
vuz-Yavuz Olayı olarak bilinen yolsuzluk da-
vası, isyanlar, kapitülasyonlar, gümrükler,
1929 Dünya Ekonomik Buhranı, zaman ve
ölçü birimlerindeki yeni ayarlar, Merkez
Bankası, demiryolu politikası, Irak ve Mu-
sul petrolleri macerası, üniversite reformu,
Kadro Hareketi, SEKA Kâğıt Fabrikaları,
Kayseri Motor ve Uçak Fabrikası, Os-
manlı borçları, Milli İktisat ve yabancı ser-
maye, millileştirme operasyonu, arazi ver-
gisi ve tahrir işleri, Şeker fabrikaları ve şe-
ker İstihlak Vergisi, Ford Montaj Fabrika-
sı, Cumhuriyet Postaları, Atatürk Orman
Çiftliği, Sümerbank’ın doğuşu, Maden Tet-
kik Arama Enstitüsü, Etibank, Elektrik İş-
leri Etüd İdaresi, denk bütçe, düzgün öde-
me, Birinci ve İkinci Beş Yıllık Sanayi
Planları bu bölümdeki konu başlıkları ara-
sında dikkati çekiyor.
DÜNYADA SAVA� VARDIKitabın üçüncü bölümünün başlığı ise
“Savaş Ekonomisi”, 1939-1946 dönemini
kapsıyor. Bu bölümde dönemin özellikle-
ri genel hatlarıyla anlatılıyor. Savaş koşul-
ları, Truman Doktrini, Milli Korunma Ka-
nunu, savaşın finansmanı, Varlık Vergisi, kır-
sal kesimden alınan vergiler, eğitimdeki ge-
lişme ve Köy Enstitüleri, zirai kombinalar,
sağlıkta atılan adımlar, Türkiye’ye yapılan
para ve silah yardımları, enerji sorunu,
kâğıt para bunalımı gibi konular işleniyor.
Savaş döneminin muhasebesi yapılıyor.
Dördüncü bölüm savaş sonrası yıllara
ayrılmış. 1946-1950 arasını inceliyor. Dö-
nemin genel bir fotoğrafını çekerken, 1946
devalüasyonuna, bankacılık sistemine, üçün-
cü plan girişimine, politika değişikliklerine,
1948 İkinci İktisat Kongresi’ne, Marshall
Yardımı’na, ülkemize gelen yabancı uz-
manlara, vergi reformuna, Türkiye’nin al-
tın stokuna değiniyor.
Kayra, kitabının sonunda çok önemli
bilgiler verirken çok doğru bir siyasal ve
mali muhasebe yapıyor. Savaş dönemin-
deki önemli gelişmeleri, bilim, teknoloji,
edebiyat, felsefe, kültür ve sanattaki atı-
lımları kronolojik olarak sıralıyor. Gerçek
bir başucu kitabı niteliğinde olan çalış-
masında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuru-
luşunun nasıl da yedi düvele karşı verilen
bir antiemperyalist savaş ve ülkede ger-
çekleşen aydınlanma devrimiyle başarıl-
dığını anlatıyor. Hem insan yetiştiren,
hem fabrika kuran, hem köye yol götüren,
hem bataklıkları ağaçlandıran, hem bilim
ve sanat insanlarının önünü açan Cum-
huriyet mucizesinin ekonomik boyutunu
ortaya koyuyor. Kayra aynı zamanda da,
Cumhuriyet’in birikimini, emeğini, alın-
terini “babalar gibi satmakla” övünenlere,
her biri birer destan olan KİT’lerin “ad-
larını tarihten silmekle” gurur duyanlara,
büyüme ile kalkınma arasındaki farkı bil-
meyen sözde ekonomi profesörlerine, “te-
levole iktisatçıları”na adeta ders veriyor.
Cumhuriyetekonomisinin öyküsü
CAHİT KAYRA’DAN ANITSAL BİR MİLLİ İKTİSAT TARİHİ
Bu çal��ma, Türkiye’yi uzun y�llar yöneten kadrolar�n a��rl�kl� olarak ya hesap uzmanlar�kurullar�ndan, tefti� heyetlerinden ya da planlamac�lar aras�ndan ç�kmas�n�n ne denli
isabetli bir tercih oldu�unu da ortaya koyuyorBARIŞ DOSTER
Altın Yıllar-Cumhuriyet
Ekonomisinin Öyküsü,
Cahit Kayra, Tarihçi
Kitabevi, 456 s.
Cahit Kayra
Tevfik Fikret; düşüncesi, yaşamı ve yapıtıyla
edebiyat dünyasını ve aydınlarımızı epeyi uğ-
raştırmış, döne döne tartışılmış öncü yurt-
sever şairimizdir. Baskı ve silkiniş dönem-
lerinde ilericiler için güvenli bir sığınak ve
umut kaynağı olan şair, yaşamının her dö-
neminde sık sık karamsarlığa da düştü-
ğünden, bu kararsız ruh yapısıyla birçok eleş-
tiriye uğramıştır. Oysa onun büyüklüğünü
oluşturan şey, en derin iç sıkıntısı, hüzün ve
kederli yalnızlık yıkıntıları altından devrimci
umutlarla çıkıp melankolik hallerden sil-
kinerek, bugünde filizlerini yakaladığı ge-
leceğe sımsıkı tutunmasıdır. Tek tek her in-
sanın duyarlığıyla örtüşen bu engin ruh ya-
pısı, toplumsal çalkantıyı
bütün dip dalgaları ve tor-
tularıyla içselleştirmenin
derin acı ve özlemlerini
nice gelgitlerle yaşayıp şii-
rinde dokumuştur. Ah-
met Hamdi Tanpınar, ona
dair yazısını, şu düşün-
ceyle bitirir: “Fikret’in
eserinden alınabilecek en
güzel ders, onun ferdî bir
melâlden büyük bir in-
sanlık ümidine doğru ge-
çişidir. Bu geçişin büyük-
lüğü onun hayatını bir
nevi yüksek ve beşerî bir
tecrübe haline getirir.”
TÜRK DEVR�M�N�N �A�R�Fikret; yaşam ilkelerine sıkı bağlılığı yü-
zünden, daha sonra düşmanlık duygularıy-
la küstüğü Süleyman Nazif’e dostluk yılla-
rında yazdığı bir mektubunda, çağı ve ken-
disini şöyle değerlendiriyordu: “Herkes
edepsizliğe hak veriyor; bana diyorlar ki: ‘Za-
man haklıdır, akıllıdır; sen budalasın!’ Allah
aşkına siz öyle yapmayın, siz bari deyiniz ki:
‘Sen budalasın; fakat zaman haklı, akıllı de-
ğildir.’... / 1899”
Tarih, o devrin değer yargılarının yanlış-
lığını gösterdi, Fikret’i haklı çıkardı. Sabiha
Sertel, onun bu kaygısını yıllar sonra yanıtladı:
“Fikret; yaşadığı devrin değil, gelmesi mu-
kadder olan bir devrin ideolojisini yapmıştır”.
Atatürk, Fikret’in devrimci ruhunu
Cumhuriyet kuşaklarında görme ülküsünü,
şairin kendisini tanımladığı şu dizeyle bir ay-
dınlanma şiarına dönüştürdü: “Fikri hür, ir-
fanı hür, vicdanı hür bir şairim.” Cumhu-
riyet’i gençliğe emanet etme duygusunu da
Fikret’ten aldı, yaptıklarını ve tasarılarını an-
lamakta zorluk çekenlere onu tekrar tekrar
okumalarını ısrarla önerdi.
GENÇL�KTE F�KRET’�N MAYASI
Tevfik Fikret’teki yalnızlık ve gönüllü sür-
gün duygusu, ülkemizin sonraki bütün bir ay-
dın birikimini derinden etkilemekle kalma-
mış, 20. yüzyılda aydın olgusunun en belir-
gin özelliklerinden birini evrensel düzeyde
göstermiştir. Gerçekten de Mithat Paşa’yı
Tayf Zindanı’nda, Namık Kemal’i Magosa
hücresinde boğan istibdadın ardından Bal-
kan, Yemen, Sarıkamış, Dünya Savaşı boz-
gunları, işgal edilmiş bir va-
tanda bu duygunun çok de-
rinlere kök salmasına yol
açmış, Çanakkale zaferinin
bile dağıtamadığı bu sürgün
duygusu, ancak destanını
Nâzım’ın yine cezaevinde
yazdığı İstiklal Savaşı’yla si-
linmeye yüz tutmuşken, 12
Eylül faşizmiyle gelen koyu
karanlık, yaşamın tüm do-
kularına sızarak bu zehirli
duyguyu önce aydınlara, son-
ra toplumun bütün kesimle-
rine yeniden bulaştırmış, git-
gide yaşamın her anında ve
yönünde salgına döndürm-
üştür. Cemal Süreya ve daha
sonra Erdal Atabek, bu kendi yurdunda sür-
günlük duygusunun bir genel aydın tepkisi
olarak yukardan aşağı yayılışını ve yoğun bi-
çimde yaşanışını ta o günlerde saptadılar.
Daha ilginci, Batılı aydın, iki dünya savaşının
ardından, bütün bir geçen yüzyıl boyunca bu
sürgün ve göçebelik duygusunu yaşadı; so-
nunda postmodernizmin getirdiği kopuş ve
hiçlik uçurumuna usulca inişin olanaklarıy-
la yetinmeyi hüner saydı.
Fikret’in melankolisi, bu nedenle yalnızca
kendi ülkesinin değil, dünyanın bunaltısını
da imliyor, çıkmazdan çıkış ilmeğinin uçla-
rını evrensel düzeyde ele veriyordu: Geleceği
gençlikte arayıp bulmak... Bu, geleceğin
bugünden tasarlanıp örülmeye başlanması,
günü atlamak değil, geçmişin bok çuku-
rundan geleceğin tohumlarını kurtarma gi-
rişimidir. Fikret’in düşüncesi ve şiiri, gençliğin
özgür birey olarak kendini yaratışının ma-
yasıydı. 68’de bu süreç, Batı’da kendini bir
patlayışla açıklarken, Türkiye’de geleneğe dö-
nüşüyordu.
GENÇL�K VE EVRENSELKARDE�L�K
Fikret için bilgi, yaşama geçirilen, ya-
şamda içselleştirilip onu dönüştürmeyi sağ-
layan, somut ama evrensel birikimdir, gele-
ceğin bugünde beliren, kendini toprağa sa-
lan çelikleridir. Turgut Uyar’da, elli yıl son-
ra, “bütün mümkünlerin kıyısında” şiire
sıçrayan, Fikret’in “gökten yere” indirdiği bu
büyüklüğün, “Rabb-i mümkinât”ın [bütün
mümkünlerin yaratıcısı insanın] sonsuzlu-
ğunu kurtaracak özne gençliktir. Bu nasıl bir
olgudur? Bu tıpkı elektrik gibi, tüm sonuç-
ları ve ürünleriyle hem somut hem evrensel
bir gerçekliktir. İşte gerçeklik algısı, şairi ev-
rensel yurt ve dünya yurttaşlığı kavramına ta-
şır. Bu kavrayışın ürünü, ulus ve yurt kavra-
mını dışlayan bir olumsuzlama değil, onu içe-
ren ve aşmayı üstlenen diyalektik bir olum-
suzlamadır.
Halûk’un Âmentüsü şiirinde, “Toprak va-
tanım, nev-i beşer milletim...” çizgisine gelen
şairin bu dizeleri, bir içe doğuşun yansıma-
sından çok, kökleri kendinden altmış yıl ge-
ride, Şinasi’de bulunan bir sürecin ürünüdür.
Aslında Türk aydını, Şinasi’den beri böyle dü-
şünür: “Vatanım rû-yi zemin milletim nev-i
beşer”. Her türlü ulusalcı ve yurtsever giri-
şim, özünde hep somut oluşundan gelen tap-
taze evrensel kardeşlik duyguları saklar. Ni-
tekim Atatürk de attığı her adımın hem Batı
hem de mazlum halklar açısından taşıdığı ev-
rensel değeri gözden ırak tutmamıştır.
2500 yıl önceden, Ergenekon’dan bugüne
nice olgunun damar damar dışa vurduğu bu
gerçek, Jean Jaurés’nin bizde 68 Kuşağı’nca
şiara dönüştürülen tanımına bitişiyor: “Yurt-
severliğin azı bizi enternasyonalizmden
uzaklaştırır, enternasyonalizmin azı bizi
yurtseverlikten uzaklaştırır.” Bu ilkenin
Fransa’nın toplumsal yaşamından fışkır-
ması boşuna değildir. Nitekim Fransa, bu il-
keyi içselleştirdiğini Nazilere karşı gerçek-
leştirilen rezistans (direniş) sırasında gös-
termiştir. Bugün Türkiye’nin birçok alanda
olduğu kadar, Kürt-Türk kardeşliğinin de-
rinleştirilmesi yönünde duyduğu gereksin-
me de, Fikret’in gençliğe yüklediği Prome-
te göreviyle sağlanacaktır.
�A�R, DEVR�MC� VE ADAMBurada etik ve estetik bağlanma ilkesi-
nin güncelliğini anımsamakta yarar var:
Tanpınar’ın Fikret üstüne yukarıda andığı-
mız sözlerinin hemen peşi sıra gelen ve esin
kaynağı Yahya Kemal olan son cümlesi as-
lında derin bir haksızlık içerir: “Eser, şah-
siyetin macerası yanında elbette ki ikinci de-
recede kalır.”
Hasan Âli Yücel, bir yazısında bu var-
gıya yaşamın tarafından katılır: “Bizzat ha-
yat da bir eserdir.” Gerçekte Halit Ziya
Uşaklıgil, bu polemiği derin romancı sez-
gisiyle öngörür, hazırlar ve sürdürür: “Onu
[Fikret’i] ne tarafından tutmalı? Şair sıfatıyle
mi, sanatkâr sıfatıyle mi, adam sıfatıyle
mi? Hele bu son sıfatında o karışık [ve]
mu’dil [çetin] idi ki, onun hakkında dostla-
rından, yakınlarından hiçbiri tam bir isabetle
hüküm verememişti; hatta kendisi bile... Yal-
nız, bir hükme vardık; her şeyden ziyade, her
sıfatından fazla bir adam, beşer için müm-
kün olan kemali şahsında toplayan bir insan
enmuzeci [tip] idi.”
Hayat ve eser örtüşmesi, Fikret’in ya-
şamının zorunlu ilkesiydi. Tam da bu ne-
denle, yani adam oluşla yazar oluşu aynı
anda gerçekleştirme ilkesine sadakatten
ötürü, başta Mehmet Âkif, Ahmet Haşim,
Yahya Kemal ve Nâzım Hikmet olmak
üzere, kendinden sonra gelen herkes onun
işliğinden geçmiş, konumunu onunla he-
saplaşarak seçmiştir. Nurullah Ataç da öyle
demiyor mu? “Bugün ülkede yazı yazanla-
rın hepsi ondan çıkmıştır.”
Tevfik Fikret’in geleceğekaçışı ve gençlik
Tevfik Fikret’teki yaln�zl�k ve gönüllü sürgün duygusu, sonraki bütün bir ayd�nbirikimimizi derinden etkilemekle kalmam��, 20. Yüzy�l’da ayd�n olgusunun en belirgin
özelliklerinden birini evrensel düzeyde haber vermi�tir
SEYYİT NEZİRseyyitnezir@yahoo.com
Tevfik Fikret
17 MAYIS 2013 CUMA 11Aydınlık KİTAPARAKABLO
17 MAYIS 2013 CUMA12 Aydınlık KİTAP KAPAK
Gençlik, bünyesinde barındırdığı coşku, ha-reket, işlenebilir taze bir dimağ ve geleceği varedecek güç olması sebebiyle odak noktası. Gü-nümüz gençliği ise teknoloji ile tanışmış,dahası darbe sonrasının apolitikleşme etkisininaltında büyüyen bir nesil.
Bugün her yıl değişen eğitim sistemiyle, osistemin sınavlarıyla, o sınavların sorularıy-la boğuşan, hayatı bunlarla dolan ve her biradımda kabulleniş ile karşı çıkış dürtüsü ara-sında debelenen bu büyük güç bütün bu ku-şatmaya rağmen kendi seçimini neredenyana kullanıyor diye baktığımızda “karşı çı-kış”, “kabullenmeyiş” tarafının ağır bastığı-nı görüyoruz.
12 Eylül darbesi sonrası, "Küçük Ameri-ka" olarak şekillendirilen bir Türkiye'de gen-çliğin nitelikli okumadan uzaklaştırılması çe-şitli yollarla sağlandı. Toplumcu yazının geriplana düşmesiyle beraber artan bireyci ede-biyat ve gençliğin gerçeklerden kopartılmasıylakarşılaştık. Hollywood diye adlandırabilece-ğimiz konu ve anlatım tarzının edebiyata ek-lemlenmesi sayesinde, “bestseller” bombar-dımanının had safhaya çıkışı ile gençler birkuyuya itilmeye çalışıldı. Pohpohlanma so-nucu gerici yayınların yükselişi bu ortama ek-lendi. Bu kuyuya düşen gençler olduğu bir ger-çek. Ancak son zamanlarda yıllardır sustur-ma ve uyutmaya dayalı politikalar, Türkiye'detoplumun bütün kesimlerine uygulanan bubaskı yerini başkaldırıya bırakıyor. Elbette ede-biyat da bu siyasal yansımaların dışındakalmıyor. Edebiyatın gelişimi her zamantoplumsal gelişmelerle birlikte yol alır. Edebiyattürü ve içeriği tabiri caizse gökten inmez. Top-lumcu gerçekçi edebiyatın geri geldiğindenbahsetmiyoruz elbette. Ama başkaldırıyıkonu alan edebiyatın gençler tarafından ilgiyleizlendiği söylenebilir. Asi olmak, haksızlıkla-ra ses çıkarmak çok satan edebiyat eserleri-nin ana karakterlerinin ortak özelliklerinden.
Yine siyaset kitaplarınıngençlik tarafından yoğunbir şekilde okunduğu birgerçek. Gözlemimiz şu-dur: Gençliğin kitaplaolan bağı güçleniyor. Su-nulan kof edebiyatıngençleri kuşatma çabası-nı görmekle birlikte sade-ce bu alanı odak almış vebunun üzerine pedago-jik olarak da ilerleyen uz-man yayınevlerinin oldu-ğunu görmek dahi umu-dumuzu korumamızı sağ-lıyor.
Toplumsal hareket-lerin dalga dalga geldiği,19 Mayıs'a doğru gittiği-miz günlerde eylemsellikve isyan etme dürtüsünüen güçlü şekilde içinde ba-rındıran gençlik, ilerleyenzamanlarda bunu kitapyönelimine daha fazlayansıtacaktır.
Genç arkadaşlarımı-za sorduk. Yukarıdaki sa-tırları onların yanıtların-dan yola çıkarak kaleme aldık. Arkadaşları-mızın yazın ve okuma kültürüne ilişkin gö-rüşlerini keyifle okumanızı diliyoruz.ÇAĞDAŞ CENGİZ (TGB Genel Başkanı)
Bugün gençlik ve kitap okumak deninceaklına gelen ne oluyor?
Şöyle yanıtlayabilirim: Kinetiğe dö-
nüşmesi engellenen devasa bir potansiyel
enerji.
Gençlik ve kitap okumak denince, ben-
de, edebi yazın dünyasının verimli toprağına
atılması gereken tohumların nasıl çöllere,
taşlık araziye saçıldığı fikri uyanıyor.
Biraz açayım. İlk gençlik yıllarında,
lise döneminde yalnızca sınavları geçmek
üzere ezberlenen ders kitapları ve test ki-
taplarıyla bir öfke birikimi yaratılıyor. Bir de
şu internet mevzusu var. Bilgiye hızlı ulaş-
mak… Ama hangi bilgiye? Daha çok yan-
lış ve yalan bilgiye hızlı ulaşım sağlanıyor. Sis-
temin bilgi üretim merkezleri, daha çok ma-
nipülasyon merkezleri işlevi görüyor. Genç-
lik bir özne olmaktan ziyade nesneleşerek
yönlendiriliyor. Gençliğin ufkunu açacak en
etkili araç olan kitaba yabancılaşması için
her türlü ortam mevcut.
Ancak elbette, her tohum içerisinde gi-
zil bir güç taşır. Bazen gerektiğinde betonu
deler fidan verir. Gençlik her türlü olum-
suz koşula rağmen, doğru bilgiye ulaşma-
nın kaynaklarına bir şekilde ulaşıyor. Anlık,
saniyelik bilgi akışının bilinç bulandıran işl-
evini reddeden ve uzun soluklu okumala-
rın, kitabın işlevini kavrayan gençler de el-
bette var ve sayıları her geçen gün artıyor.
Kitap piyasasında gençliğe yönelik birkuşatmadan bahsedebilir miyiz?
Elbette. Bakkalda, süpermarkette reçel
kavanozunun yanındaki raftan bile geliyor
kuşatma. Billboardlarda, gazetelerde dev
reklamlar... Her kuşatma ya kaleyi fetheder
ya da yarılır geçilir.
Ancak kuşatmanın öznelerinin çapsız-
lığı da bir gerçek. Bir dizide, filmde göre-
ce sağlanabilen hızlı bilinç bulanıklığını bir
kitap aracılığıyla yapmak çok daha zordur.
Çünkü kitap okuyan kişi en nihayetinde za-
manının yöneticisidir. Okuma eylemi film
ya da diziler gibi 1-2 saate sıkışmaz. Mu-
hakeme yapma potansiyeli daha büyüktür.
Kuşatma, dışarıya çıkmayı zorlaştırsa da, içe-
riyi fethetme kabiliyetinden de yoksun.
Bu kuşatma, yarılması çok da zor olmayan
bir kuşatmadır kanımca.
Sosyal medya ya da teknoloji gençlerinokuma alışkanlıklarına katkı mı sunuyoryoksa köstek mi oluyor?
Sosyal medya ve teknolojinin olumsuz
özelliğine ilk soruya verdiğim cevapta dik-
kat çekmiştim. Ancak, şunu da ifade etmek
gerekir. Sistemin bize yönelttiği her silahı
ona karşı kullanmamız mümkündür. Sos-
yal medyayı ve teknolojiyi reddetmek müm-
kün değil. Doğru olan bu araçları en etki-
li şekilde kullanmaktır. Yalana karşı gerçeğin
kılıcı olarak.
Yakın çevrendeki gençleri düşün. Genç-lik ne okuyor?
Yakın çevrem daha çok TGB üyesi ol-
duğu için çeşitlilik olabildiğince fazla. Po-
litika ve edebiyat ise en çok ilgi çeken-
ler. Özellikle bir üretim faaliyetinin için-
de bulunan farklı alanlardan pek çok
genç arkadaşım da uzmanlaşmak istediği
alana özgü kitaplara yöneliyor. Burada
kolektif bir paylaşım iklimi kitap oku-
manın zeminini yaratıyor. TGB toprağı
gayet verimlidir.
Gençlik ne okuyor?Toplumsal hareketlerin dalga dalga geldi�i, 19 May�s'a do�ru gitti�imiz günlerde
eylemsellik ve isyan etme dürtüsünü en güçlü �ekilde içinde bar�nd�ran gençlik, ilerleyenzamanlarda bunu kitap yönelimine daha fazla yans�tacakt�r
AYDINLIK KİTAP
Beste Çırak, 17Yılda ortalama 60-80 kitap oku-yorum galiba. Tabii bu kitapla-rı okuma sürem kalınlığına, iç-eriğine ve benim yoğunluğumagöre değişiyor. Kitapların sade-ce boş zamanda okunacak bir şeyolduğuna değil kitap kokusuylayaşamamız gerektiğine inanı-yorum. Aydınlık beyinleri ay-dınlık kitaplar oluşturacak banakalırsa. Önemli olduğunu dü-
şündüğüm bir şey var ki kitaplarokunmaları için yazılır. Kişiselkitaplık oluşturma arzusuna an-lam veremiyorum. Öyle kitaplık-lar gördüm ki sanki yazarlar baş-ka evrenler için yazmış, çürüyor-lar... Bu konuda şanslı olmalıyımki içinde bulunduğum arkadaşgrubunda ortak kullandığımızgeniş bir kitaplığa sahibiz.
Sanat, politika, araştırma, ta-rih, psikoloji, öykü ve şiir kitaplarıokuyorum. Aslında ilgimi çeken
her şeyi okumaya çalışıyorum.Şu an özellikle içinde bulunduğuzdurumda kendimizi siyasi teoriaçısından geliştirmemiz gerekti-ğini düşünüyorum. Bu konuda de-rinlemesine araştırmamız gere-kiyor. Aynı zaman diliminde fark-lı kitaplar okuduğum oluyor. Me-sela bir şiir ya da öykü kitabı herzaman okunabilir.
Orhan Kemal, Jack Lon-don, Özdemir Asaf, Aziz Nesin,Jose Mauro de Vasconcelos,
Cemal Süreya, Rıfat Ilgaz, Yıl-dırım Koç, Erich Fromm, TuranDursun, Can Yücel, Nazım Hik-met, Yusuf Atılgan, GabrielMarquez... aslında bu listeyi çokuzatabiliriz :)
Şu an Tugay Şen'in "Ata-türk ve Teşkilatçılık" kitabınıokuyorum. Atatürk'ün teşki-latçılığa verdiği önemi ve teş-kilatçılığın bugün için de enönemli güç olduğunu anlama-mız için önemli bir kitap.
17 MAYIS 2013 CUMA 13KAPAK
Yılda kaç kitap okursun? Toplamda otuz altıyı buluyor. Her ay genelde
3 kitap okuyorum ama bazı kitaplar kalınsa o za-
man ayda iki kitabı ancak bitirebiliyorum, çün-
kü bir yandan üniversite sınavına hazırlanıyorum.
Ne tür kitaplar okursun?Polisiye ve psikolojik gerilim türündeki ro-
manları seviyorum. Dramatik hikayeler de za-
man zaman ilgimi çekiyor. O yüzden rafımda o
türde kitaplar da var.
Sevdiğin yazarlar?Tess Gerritsen, Jean-Christophe Grange,
Agatha Christie, Kahraman Tazeoğlu, Anne
Rice, Tolstoy ve Victor Hugo.
Şu an okuduğun ya da okumayı planladığınkitap ne?
Şu an Maksim Gorki’nin “Yirmi Altı Adam
ve Bir Kız”ını okuyorum. Ardından ise E.L. Ja-
mes’in “Özgürlüğün Elli Tonu” adlı kitabını oku-
yacağım. Sonra da T. Gerritsen’ın “Asla Arka-
na Bakma” ve “Kemik Bahçesi” adlı kitapları-
nı, Grangé’ın “Taş Meclis”ini ve Kahraman Ta-
zeoğlu’nun “Kıyısızlar”ına geçerim.
Neden?
“Yirmi Altı Adam ve Bir Kız”, dedemin kü-
tüphanesinden bana kalan bir kitap. Daha önce
Gorki’yi hiç okumamıştım. Onun üslubu ve ha-
yal gücünü merak ettim. “Özgürlüğün Elli
Tonu”nu ise bir arkadaşımdan dinledim. Ana ka-
rakteri ilgimi çekti. Serinin ilk iki kitabını oku-
muştum zaten.
Mert Gezici, Habira Yahşi Anadolu Lisesi, (16)
Yılda 20-25 civarında kitap
okuyorum. Kitap yerine dergi
tercih ediyorum çoğu zaman. Ya-
zılar daha kısa olduğu için dikka-
tim dağılmadan okuyabiliyorum.
Tarih, siyaset, felsefe kitapla-
rı ve roman okuyorum.
Yabancı yazarlardan Franz
Kafka, Tolstoy, Dostoyevski; yer-
li yazarlardan da Ömer Seyfettin,
Oğuz Atay, Sait Faik, Oktay Rifat.
Siyaset ve felsefeyle ilgili olanlar-
da Marx, Engels, Lenin, Mahmut
Esat Bozkurt, Doğu Perinçek,
Ferit İlsever.
Türkiye'nin içinde bulunduğu
şartları ve geçmişi daha iyi kav-
rayabilmek için Doğu Perinçek'in
"Kemalist Devrim" serisini oku-
mak istiyorum.
Ceyla Çengelli, Sakarya Üniversitesi,Turizm İşletmeciliği (19)
Ayda ortalama 2 kitap oku-
yorum. Bazen bu sayı artabiliyor.
Yılda yaklaşık 30 kitap okurum.
Siyasi kitap veya kişisel ge-
lişim kitapları okuyorum.
Sevdiğim yazarlar Attila İl-
han, Erdal Atabek, Nazım Hik-
met, Zülfü Livaneli.
Şu an okuduğum kitap At-
tila İlhan'ın “Kimi Sevsem Sen-
sin” kitabı. Sonrasında da
“Hangi Atatürk” kitabını oku-
mayı planlıyorum.
Attila İlhan'ın Atatürk'e ba-
kışını iyi yansıtan bir kitap ol-
duğunu tahmin ediyorum.
BEYZA AVCI, �SKENDERUN L�SES� (16)BEYZA AVCI, �SKENDERUN L�SES� (16)BEYZA AVCI, �SKENDERUN L�SES� (16)BEYZA AVCI, �SKENDERUN L�SES� (16)BEYZA AVCI, �SKENDERUN L�SES� (16)
Begüm Özgün Erdoğdu, Maltepe Üniversitesi (19)
Yılda 50 ve daha fazla kitap
okurum Bilim kurgu ilgimi çek-
mez. Onun dışında bana bir şey-
ler katabileceğine inandığım her
türde kitap okumaya çalışıyorum.
Okuduğum kitaplar hisset-
tiklerime göre değiştiğinden ya-
zarlara takılı kalmıyorum. Ama
Nazım Hikmet, Sheakespeare,
Agatha Christie, Zülfü Livaneli
gibi isimlerin kitaplarını daha bü-
yük heyecanla okuyorum.
Şu an Ayşe Kulin'in "Hayat"
kitabını okuyorum.
Kitap, yazarın hayatını anlat-
tığı ve seri halinde yazdığı bir
eser. Kolay ilerleyen, okuması
rahat ve keyifli bir anlatımı var. Ki-
taba farklı bir hayatı görme şan-
sı tanıdığı için başladım.
Aydınlık KİTAP
17 MAYIS 2013 CUMA14 Aydınlık KİTAP
Sayın Tekin Sönmez, baş kişi Cevval Beyekseninde, yarım yüzyıllık süreçte insa-nî, siyasî ve ekonomik dokuya yaklaşır-ken “Ankara Düşerken Erzurum ve Bar-dezbaldooruk Ailesi” adlı son romanı-nızdaki ana izleğiniz nedir?
Ana izlek Ankara’nın kuruluşuna
katılan büyük, köklü balcı, arıcı bir aile
ve çevresidir. Aile ve çevresi ve tek tek ki-
şiliklerle karşımıza çıkan toplumsal kat-
ların “Ankara algısı” var, ana izlekte. Na-
sıl bir Ankara algısı? Anka/ra mı?
An/kara mı? Hangisi? Daha başlarda yir-
mili yıllarda oluşan Ankara algısı, bu-
günkü sonucu göreceli tayin etmiş ve so-
nucun gerçekleşmesi için daha o yıllarda
(paçaları sıvamış) toplumsal fren meka-
nizmalarını uyuyan güzellerle, zamanı ge-
lince tetiklemiştir. Daha sonra bu algı
“Ankara düşerken” katmerlenerek top-
lumsal sözcü ve gözcü
rolü de üstlenir.
Sevgili Yalvaç, sen de
bilirsin ki, Hıristiyan bir
topluma karşı çıkış, inan-
dırıcı muhalif dinamikler
de ister. Bu dinamikler,
İslamcı kılgı ile muhale-
fet zırhına bürünür. Ro-
mandaki “ana izlek” diye
yönelttiğiniz soruda bu
“muhalif olma hali” sar-
sılmaz ve eskimez bir
olgu boyutunda çok de-
rin ve acılı bir yaşanmış-
lıkla karşımıza çıkmak-
tadır. 1917 Bolşevik Dev-
rimi sonucu, bu toprakla-
rı tek kurşun atmadan
terk ederek giden Rus or-
dularının, devrimle bağ-
laşık barışçı tutumu bile, bu “muhalif olma
ruhu”nu, değiştirememiştir.
Neden değiştirememiştir?Çünkü o bölgede bir “Nargin Adası”
esareti yaşanmıştır. Bu esareti yaşayan
halk katmanları “muhalif olma ruhu-
nu”, buradan; İslami metaforlar kullan-
ma istenciyle alırlar. Devrimci metaforlar
kullanma istenciyle değil.
Ankara’nın kuruluşunda ta o günler-
de, bu “muhalif olma dinamiği” siperde
kalır. Fırsat bekler ve “demokrasi tram-
vayı” adı altında Menderes’le şans bulur,
futbol terminiyle fazla pozisyon vermez.
Anka/cılar’ın yanılgısı da burdadır.
Ayrılıkçı Kürt Ayaklanmaları bu “mu-
halif olma dinamiklerini”, İslamcı me-
taforlarla Ankara’nın kuruluş yıllarında
“kafir devlete” karşı kullanmadı mı? Bu
denemelerle birlikte, Türkçe algı dili ile
oluşan çevrelerin bir bölümü “pan is-
lamcı” büyük “cihatlı” kalkışmayla daha
sonrayı beklemektedir.
“Muhalif olma ruhu” diyorum. “Mu-
halif olma dinamikleri” demek daha uy-
gun. Farklı varyasyonlarla ana izlek ve
onun çevresinde öbeklenen öteki izlek-
lerle, kimi yerde dolaylı ve ironik bir tek-
nikle, yazınsal metnin inceliği ile, roman
sanatının gücüyle “Ankara Düşerken Er-
zurum ve Bardezbaldooruk Ailesi” bu ol-
guya biraz da nükte eşlikli ışık tutma ça-
basındadır. Şimdi burada ve “bu roman-
da ana eksene koşut ilerleyen” alegorik
ya da nükteli bir bakışla “muhalif olma
ruhu” nedir diye soracaksınız. Bunları bir
açıdan Cevval Bey’in zihinsel izleklerin-
de, devasa pistonlarıyla
çağrışımlı uçuşan devasa
şimendiferlerle birlikte, de-
vasa mikrofonlarıyla gök-
yüzünde uçuşan minare
alegorilerinde görebiliriz.
Romanın şiirsel dili vebiçimsel yapılanmasını an-latı/okur bağlamında ne-reye oturtabiliriz?
“Daha önceki Marissa
Epos”, “Söylence Berlin”,
“Ben Aras” gibi geliştire-
rek kullandığım bana özgü
bir roman dili oluşturdum.
“Ankara Düşerken Erzu-
rum ve Bardezbaldooruk
Ailesi”nde, öteki roman-
lardaki dile koşut ve fakat
biraz daha akışkan bir kul-
vara taşıdım anlatıyı. İlk
saydığım romanların ardından yazdı-
ğım ve yayınladığım “Pera da İstanbul”
adlı denemelerimdeki geçişkenlik tek-
niğini, dil işçiliğini ve çağrışımcı akış-
kanlığı bir anlamda bu romana, roman
boyutu ile taşıdım. Bu tür akışkan dil, öz-
dek olarak Türkçenin içyapısındadır.
Bu tür, sizin deyiminizle, “romanın şiir-
sel dili”, şöyle ki çağrışımcı kulvar Türk-
çenin rotasını doğru algılamadır ve bu-
nunla ile birlikte bu anlatı, bu algı kul-
varında kendi okurunu arayacaktır. Bu
okur güncel planda vardır.
Romanda Ankara, Erzurum, İstanbul
ve köy ilişkileri hem birbi-rinden ayrı imlemeleri sap-tarken, insan odaklı birbirleşmeyi de ortaya koy-maktadır. Ana temayı “in-san çözümlemesi” olarakbelirtebilir miyiz?
Evet. Toplumsal huma-
nist ve bireysel humanist
odaklı iki bakış... Bu bir
yüzleşmedir. Bireyin ken-
disiyle yüzleşmesi ne ka-
darsa, toplumun kendi kat-
manlarıyla yüzleşmesi de
o kadardır. Türkçe algı da-
ğarında “muhalif” bir Deli
Dumrul söylencesi var. Bu
geleneksel öyküde İslamcı
hegemonyanın örtülü yön-
temi de var. Bilimle içsel bir
toplum dokusu olduğu için bu durum Fa-
ust’ta daha farklı ortaya çıkar. Her ne
olursa ve nerede olursa olsun, toplumsal
olanla, bireysel olanın çatışması, bireyin
kendisiyle çatışmasını da getirir. “Fa-
ust”ta da, Deli Dumrul’da da bunlar var.
Modern dünyada, bireyin kendi içindeki
öteki kişinin vicdanı ile yüzleşme ise
Cevval Bey kişisinde olduğu gibi güncel-
lik bulur. Bu yüzleşme bu topraklarda is-
ter Şems ister Mevlana alegorisi ile olsun,
ister melamilik alegorisi ya da ister Baba
İshak, Bedrettin ile olsun, sonunda bir
yüzleşmedir ve temelde bu bir tür çö-
zümleme yöntem efekti sağlar. Bu orta-
mın yarattığı “muhalif olma hali”, örnekse
bir “Nargin Adası” esareti yaşanan çev-
rede “Kafir Çarlık” algısı ile güçlenir ve
kendisine yeni bir “muhalif olma” ge-
rekçesi bulmakta gecikmez.
Bilimden yana çağcıl ölçeklerle ku-
rulmaya başlayan Ankara, bu anlamda
yeni düşman olacaktır. Cevval Bey aile
içinde bu konumda, “laik ve atesist” ola-
rak algılanır ve daha ileri uçlarda “kafir
ve ‘zındık” olmadığını tıpkı Cumhuriyet
imgelemi gibi kanıtlamak ister. Enerji-
sini bu konuda kendisini savunmaya
harcayan Cevval Bey tıpkı Ankara gibi
düşer, tıpkı Faust gibi süreç boyu evril-
me, dönüşüm yaşar.
Goethe, “Ankara Düşerken Erzurumve Bardezbaldooruk Ailesi” adlı romananeden girdi?
Cevval Bey’in zihinsel izleklerinde..
devasa pistonlarıyla çağrışımlı uçuşan
devasa şimendiferler alegorisi gibi, Cev-
val Bey’in içinde yaşayan ve onu iki açı-
dan aşan ve hem onu hem de romanı ev-
rensel kılan, evrensel boyuta indirgeyen
bir açılım dinamiğidir Goethe. Neden bu
böyledir ve neden Deli Dumrul değil de
Faust’tur? İlkin bu bir roman geleneği ola-
rak Alman roman okulunu kulvar olarak
seçen bir romandır. Ayrıca Türk romanı
son on, yirmi yıl içinde Araf’ı Ortadoğu
sarmalında aramaktadır. İki açıdan bu
böyledir ve tartışmaya açıktır. Bakın oysa
Araf kutuplarda da olur, İnka’da, Oğuz
Şamanlık’da da, Brahma da, Tao’da,
Budha’da da olur. Araf’ı salt Ortadoğu
bağlamında görmeğe karşı bir alegoridir.
Goethe ki, o da kendi Araf’ına çıkmıştır
ve fakat romanın anayurdu olan bir
Araf’tır bu. Ortadoğu bu anlamda roman
sanatına daha uzaktır. Şöyle ki Goethe’nin
varoluş nedeni, bilimsel araştırmacı Fa-
ust alegorisi ve onun evrilmesiyle oluşan
Mefisto alegorisi ve yaşamsal örgüleri ile
Cevval Bey’in varoluşu ile evrensel insan
algısı, evrensel dil algısı Türkçe ile ör-
tüşmektedirler.
Evliya Çelebi dili ile son on - yirmi yıl-
dır yazılan romanlar Ortadoğu dil Araf’ını
sanal bir mercekle aramaktadırlar. Goethe
imgelemi, bu anlamda Almancayı hem ev-
rensel diller düzeyine çıkaran bir yazar-
lık imgelemi olması, hem de bilimsel
açıdan Faust ve Mefisto imgelemleri ile
ve Dante’den sonra bu konuyu evrensel
insan düzeyinde işleyen bir yazar olarak
Goethe imgelemi burada Cevval Bey
sarmalı ile sahne almıştır. Şöyle ki, Faust
gibi bir Cevval Bey alegorisi bu ülke ko-
şullarına ve Türkçeye göre bir açıdan ör-
tüşen dünyalar anlamındadır.
TEKİN SÖNMEZ İLE ‘ANKARA DÜŞERKEN ERZURUM VE BARDEZBALDOORUK AİLESİ’ ÜZERİNE
H.HÜSEYİN YALVAÇ
Bu topraklarda alegoribir yüzleşmedir
Bu topraklarda alegoribir yüzleşmedir
Bu topraklarda alegoribir yüzleşmedir
Bu topraklarda alegoribir yüzleşmedir
‘Ankara Düşerken Erzu-rum ve Bardezbaldooruk
Ailesi’, Tekin Sönmez,Say Yayınları 288 s.
17 MAYIS 2013 CUMA 15Aydınlık KİTAP
Gitmekten, varmaktan, yolda olmaktan
başka bir şeydir tren yolculukları. Kalk-
tığını haber veren düdük sesinden her
ne kadar eskisi kadar gürültülü olmasa
da yol boyunca size eşlik eden tıkırtısı,
restoranı, kompartımanları, uykusu,
molaları ile apayrı bir dünyadır trenler.
Devir değişir, dünya değişir, yol de-
ğişir ama hiçbir yolculuk tren kadar şii-
re yakışmaz. En çok tren camına yakı-
şır bir kadının yüzü özlerken, bir adamın
karşılaması, yeni bir
hayatın başlanması.
Bir göç, bir karar,
bir vazgeçiş, bir ara-
yış…
Banliyö treni mi,
Doğu Ekspresi mi
yoksa Hindistan’da
mı Avrupa’da mı?
Eskişehir’den İstan-
bul’a mı gidiyoruz
yoksa anılardan rü-
yalara mı?
�Ç�NDENTRENLERGEÇENYAZARLAR
Yıllardır Ezginin
Günlüğü dinlerim,
Hüsnü Arkan’ın ba-
basının makinist ol-
duğunu bu kitapla
öğrendim, zaten du-
rup dururken neden
ve nasıl öğrensin ki
insan böyle bir şeyi? Öğrenince ise
başka bir şey oluyor, bir şey tamamla-
nıyor. Bir tren istasyonunda bir ünifor-
manın parlak düğmeleri. Trenin daha az
hayatımda olduğunu hatırlıyorum bu ya-
zıyla ve içime bir şey dokunuyor. Ar-
kan’ın dediği gibi adını unuttuğumuz her
şey trenlere mi binip gitti yoksa?
“İçimden trenler geçiyor” diyor ya-
zar, “Her saat geçiyordu. Sanıyordum ki,
o yolcular o büyük yapıya, Basmane Ga-
rı’na varıp kurtulacaklar... Babam hep-
sini koruyacak, amcamın evine yerleş-
tirecek; kuzenlerle hemağuş olacaklar,
sonsuz mutluluğa karışıp kaybolacaklar.”
Basmane Garı’nın tozları hala üs-
tümde iken kendimi birden Hindis-
tan’da buluyorum, Elif Köksal’ın dedi-
ği gibi, çocukluğumuzdaki gibi, çocuk-
ların kendi kendilerine büyüdüğü bir
dünyada… Kasvetin, kederin ve kast-
ların ortasında bile dünyanın şifalı bir
yer olduğunu yeni-
den hatırlatıyor
Köksal.
Tuna Kiremit-
çi’nin girişi ise bir-
den bir şeyi hatırla-
tıyor: “Günümüzde
trenler hakkında
yeni bir şey söyle-
mek, yeni bir edebi-
yat akımı başlatmak
kadar zor. Çünkü
önceki yüzyıl tren
edebiyatını her açı-
dan hem tüketmiş
hem de aşılamaya-
cak doruklarla do-
natmış.” Tam da bu
cümleleri okuduk-
tan sonra pratik ha-
yatımızda o kadar
çok yer almasa bile
zihnimizde, hayali-
mizde, özlemimizde
neden bu kadar tren
merakı, tren yolculu-
ğu sevdası olduğunu
daha iyi anlıyorum. Bülent Ecevit’in ,
“Takalar geçiyor allı-yeşilli” şiirinden
yola çıkan Kiremitçi “Deniz çocukları
takalara bakarken ne hissederse, kara
çocukları da trenlere bakıp onu hisse-
der aslında. Trenler de takalar gibidir;
yükle ve yürekle doludurlar her daim.
Anadolu’nun rayların üstündeki uzan-
tısı gibidirler. Hem ge-
leceğe hem de geçmişe
doğru uzanırlar aynı
anda. Bu halleri onları
lüks otomobillerden
daha güzel yapar. Daha
vefalı, daha insancıl.”
diyerek bizi alıp götü-
rüyor.
Gültekin Emre
“Neden rüya gibi de-
ğil? Öyle bir tren ol-
madı da ondan. Ol-
muştur da benim bil-
mediğimden. Eğer bir
kez Orient Ekspres’e
binmemişsem Kurta-
lan Ekspres, Mavi
Tren, Fatih Ekspresi,
Kara Tren... Nasıl
rüya gibi olur? Hele
Berlin’den Bağdat’a
kadar o upuzun yolu
gıkı çıkmadan gidip
gelen trenle yolculuk
yapmamışsam rüya-
lık bunun neresin-
de?” diyerek hevesinde oldu-
ğumuz bütün yolculukları önümüze se-
riyor.Bazen de çocukluğumuza Merih
Akoğul ile beraber gideriz. Onunla be-raber sınarız yeniden cesaretimizi tren-
lere kaçarak bindiğimizde. Onunla be-raber trenden atladığımızda kahramanoluruz.
TÜRKÇEN�N EN UZUNKEL�MES�
Tren çocukluk, tren aşk, tren değiş-
mek, tren hep aynı kalmak ama en çok
tren hep hatıra. Başka hiçbir yolculuğun
karşılamayacağı kadar hafızada yer edi-
yor nedense ve hep onun üzerinden bir
şey şekilleniyor gibi. Feridun Andaç’ın
dediği gibi bütün bekleyişlerin ve git-
melerin eşiğinde trenler ve istasyonlar.
Nursel Duruel’in mektupla buluştur-
duğu trenler.
Her yazarın trenle kurduğu dünya
bana başka türlü asla anlatılmaz kendine
dair bir özlemi dile getiriyor gibi geldi.
Eskilerin bir insanı ya yolculukta ya sof-
rada tanırsın demesi gibi ben de sevdi-
ğim pek çok yazarı trenleri anlatma-
sından tanıdım. Çocukluklarında, öz-
lemlerinde, hayallerinde, dünyalarında
neler olduğunu tren anılarından öğ-
rendim.
Trenin “edebiyatın içinden” yanı
yazarların hayatına ışık tuttu bu kitap-
la. Haydar Ergülen’in dediği gibi tren
belki de Türkçenin en uzun kelimesi ve
işte bazen de en çok düşündüren keli-
mesi. Gültekin Emre “Tolstoy, küçük bir
tren istasyonunda son nefesini verirken
ne düşünüyordu acaba? Anna Kareni-
na için biçtiği yazgı aklına geldi mi?”
diye sormuş. Siz ne dersiniz? Belki de
tren en çok yazgıyla alakalıdır.
Trenler Kalkar Haydarpaşadan, Haydar Ergülen,
Kırmızı Kedi Yayınevi, 264 s.
LEYLA GÜÇLÜ
Trenler gelir geçer anılardanTrenler gelir geçer anılardanTrenler gelir geçer anılardanTrenler gelir geçer anılardanTrenler gelir geçer anılardanTrenler gelir geçer anılardanTrenler gelir geçer anılardanTrenler gelir geçer anılardanTrenler gelir geçer anılardan21 yazar�n tren yaz�lar�n�nderlendi�i “Trenler KalkarHaydarpa�a’dan” okuru keyifli biryolculu�a ç�kar�yor. Keyif biryana, fark�nda olmadan ö�retiyor
17 MAYIS 2013 CUMA16 Aydınlık KİTAP
Türklerde milliyetçilik düşüncesinin gecik-
mesinin gerekçelerinden biri ve en başlıca-
sı Osmanlı İmparatorluğu’nun yapısal dü-
zeninden kaynaklanır. Bu yapısal düzen içe-
risinde, imparatorluk topraklarında yaşan et-
nik gruplar ve uluslar; Osmanlı’nın “millet sis-
temi” adı verilen yönetsel yapısı içerisinde,
idari ve dinsel özerkliklerini yitirmeden ör-
gütlenmişlerdir. Osmanlı farklı etnik grup ve
ulusların yönetimlerine ve inançlarına ka-
rışmamış, kendine bağlı ama özerk bir sis-
temle denetim altında tutmayı yeğler.
Kaan Turhan, “Dilde, Fikirde ve İşte
Birlik /Akçura-Galiyev-Gaspıralı-Gökalp”
kitabının önsözünde, Fatih Sultan Mehmet
ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun
“İslamiyet öncesi Türk devlet gelenekleri”,
“İslamiyet kuralları”, “fethedilen yerlerdeki
düzen” olmak üzere üç ana unsurun ege-
men olduğu bir yönetsel, yapısal düzeni ge-
liştirdiğini belirtiyor.
17. yüzyılda coğrafi keşifler, merkanti-
lizmin ortaya çıkışıyla birlikte Osmanlı ge-
leneksel düzeni çöker, imparatorluğun ti-
cari yaşamı Müslüman olmayanların eline
geçer. Her ne kadar buna karşıt, II. Mah-
mut’un Osmanlı Müslümanlarından oluşan
“Hayriye Tüccarları” ticari yaşama katılsalar
da çöken düzeni onarmada başarılı olamaz.
1838’de Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşma-
sı ile birlikte em-
peryalizm im-
paratorluk
içine çö-
reklenin-
ce de,
Osmanlı
sanayi ve
ticareti
dış pazar-
larla reka-
bet edemez.
İmpara-
torluğun çöken
düzeninin yerine,
yinelenen değil
yenilenen
b i r
dü-
zenin kurulması kaçınılmazdır. Böyle bir sis-
temin kurulabilmesi ise çok uluslu ve
özerk yönetsel bir sistem üzerine değil, im-
paratorluk sınırları içerisinde yaşayan,
aynı düşünsel içerikli yeni bir ulusun oluş-
turulması ile gerçekleştiri-
lebilecektir. Bu hızlı çökü-
şü durduracak, Osmanlının
itibarını yeniden kazandı-
racak yeni bir akımın sah-
neye çıkması gecikmez. Bu
sistemin adı Türkçülüktür.
Türkler arasındaki milli-
yetçilik -Türkçülük- akımı-
nın çok geç başlamasının
temel gerekçesi, Osman-
lı’nın “monarşik, teokratik,
kültürel ve sınıfsal” yapısıdır.
Türkçülük akımının or-
taya çıkmasında ve yapılan-
masında öncü olan aydınlar,
özellikle dışarıdan gelen
Türk kökenli aydınlar ola-
caktır; Yusuf Akçura, İsma-
il Gaspıralı, Sultan Galiyev,
bunlara bizim aydınlarımız
olarak da Ziya Gökalp, Namık Kemal, Tev-
fik Fikret’i gösterebiliriz.
TÜRKÇÜLÜ�ÜNHALKÇILIK M�RASI
Türkçülük akımı, sanılanın aksine eko-
nomik yapı içerisinde değil, dil ve tarih ça-
lışmaları ile ortaya çıkmaya başlar. Bu akı-
mın yazınsal karşılığı “Genç Osmanlı-
lar”dır. Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal gibi
Tanzimat Dönemi’nin yazar ve şairleridir.
İlk kıvılcımı çakan Şinasi, Rusya’da başla-
yan “halkçılık” hareketinden etkilenecek,
halkçılık düşüncesini Narodniklerden ala-
caktır. Rusya’da başlayan halkçılık akımı,
Osmanlılarda; Balkanlar üzerinden, -özel-
likle de Bulgaristan’daki “Halka Doğru” ha-
reketinin savunucusu aydınların “köycülük”
hareketiyle- Azerbaycanlı Hüseyinzade Ali
Bey, Yusuf Akçura gibi
aydınların düşüncelerin-
den, Ermeni aydınlarının
başını çektiği milliyetçi Taş-
nak hareketine karşı “sos-
yalist” Hınçak hareketinin
siyasal görüşlerinden alı-
narak gelecek ve gelişe-
cektir.
Kitaba adını veren
“Dilde, Fikirde ve İşte Bir-
lik” sloganı İsmail Gaspı-
ralı’ya ait. İttihat ve Te-
rakki Cemiyeti’nin kuru-
luşunun gerekçesi budur.
Azerbaycanlı Hüseyinza-
de Ali Bey, Petersburg Üni-
versitesi’nde okurken ora-
da gördüğü devrimci öğ-
renci hareketlerini, İstan-
bul’da Tıp Fakültesi’nde
okurken birkaç arkadaşı ile birlikte, Na-
rodnik harekete benzer ilkeler çevresin-
de kuracaktır. Yusuf Akçura da benzer bir
biçimde “İslamiyet, Türklük, modern-
lik” ilkelerini Tarar çağdaşlaşmasından
Osmanlı’ya taşıyacaktır. Yusuf Akçura,
Sebilürreşat mecmuasında 18 Haziran
1921’de yayımlanan makalesinde; em-
peryalizmin 13. yüzyılın ortalarında Doğu
Sorunu’na eklemlendiğini, Avrupa ser-
mayesinin Osmanlı hükümetinin sarraf-
lığını yaparak ülkeye girdiğini, daha son-
ra keyfi harcamalar için yapılacak yeni
borçlanmalarla, maden, nakliyat, demir-
yolları, limanlar, tütün işletmeleri gibi im-
tiyazların ele geçirdiğini söyler.
BENZEMEK DE��LYAPAB�LMEK
Akçura’nın “İslamiyet, Türklük, mo-
dernlik” olarak adlandırdığı üçlü ilkelerini,
Ziya Gökalp, 1912’de yazdığı kitabında
“Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak”
olarak yeniden adlandırarak ortaya koyar. Na-
rodnik hareketin yazınsal uzantısı ise Ömer
Seyfettin’dir. Halka Doğru dergisi bu akım
üzerine sade bir Türkçe ile yayın yaşamına
katılır. Halka Doğru dergisinin yazarları
arasında Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ahmet
Ağaoğlu, Hüseyinzade Ali, Mehmet Emin
Yurdakul, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Dok-
tor Âkil Muhtar Özden gibi isimler var. Der-
gi Celal Sahir yönetiminde haftalık olarak ya-
yımlanır. Önemli bir farkla; “Halkçılık”
kavramı Osmanlılık olarak değil “Türkçü-
lük”olarak kullanılır. Gökalp, çağdaşlaşma-
yı; yaşamsal ve biçimsel olarak Avrupalılara
benzemek olarak değil, Avrupalılar gibi
“zırhlılar, otomobiller, uçaklar yapıp kulla-
nabilmek”olarak nitelendirir. “Ne zaman bil-
giler ve sanayi malzemelerini aktarmak ve sa-
tın almak için,” Avrupalılara gereksinim
duymazsak “o zaman çağdaşlaşmış olduğu-
muzu” anlayacağımızı söyler.
Kaan Turhan, “Dilde, Fikirde ve İşte
Birlik /Akçura-Galiyev-Gaspıralı-Gökalp”
kitabında Osmanlılıktan Türkçülüğe uza-
nan yolun yapıtaşlarını döşüyor. Bunun için
özellikle bu akımın fikir öncülerinden say-
dığı Akçura, Galiyev, Gaspıralı ve Gö-
kalp’tan çokça yaptığı alıntılarla göstermeye
çalışıyor. Alanındaki önemli çalışmalar-
dan biri olarak kitaplıklardaki yerini alıyor.
Türk AydınınınTürkçülükle sınavı
Azerbaycanl� Hüseyinzade Ali Bey, Petersburg Üniversitesi’nde gördü�üdevrimci ö�renci hareketlerini, �stanbul’da T�p Fakültesi’nde birkaç arkada��ile birlikte, Narodnik harekete benzer ilkeler çevresinde ba�latacakt�r
HALİT PAYZA
Dilde, Fikirde ve İşte Birlik/Akçura-Galiyev-
Gaspıralı-Gökalp, KaanTurhan, Doğu Kitabevi
17 MAYIS 2013 CUMA 17Aydınlık KİTAP
Bir cumhuriyetçi aydın, davet edildiği bir kon-
feransta karşı devrimci şeriatçıların hırslarına
ve kinlerine seslenerek:
“Atatürk’ün, Cumhuriyet’in nesine düş-
mandırlar anlamıyorum. Camiler mi kapa-
tıldı, ezanlar mı sustu, namazları mı engel-
leniyor, oruçları mı engelleniyor?” Orada bu-
lunan şeriatçılardan biri cevap verir:
“Bunları zaten yapamazdınız. Siz bizi ma-
sadan ve kasadan uzaklaştırdınız.”
Aslında bütün mesele bu: Masa ve kasa!
Yani “tarikat, siyaset, ticaret…” Maksat
kasadır; kasa için masada (buna iktidar, dev-
let de diyebiliriz) olmak; dini de bu amaçla
kullanmak gerekir.
Hıristiyan kapitalistler, kendi halklarını
sömürmek için Hıristiyanlığı daha az kulla-
nır; ama Müslümanları sömürmek için Hı-
ristiyanlığı da Müslümanlığı da dibine değin
kullanmıştır, kullanır. İncil, özellikle Afrika’da
bu sömürünün aracı olmuştur. Kenyatta’nın
dediği gibi, İncil’i verip, onların toprakları-
nı almışlardır.
“Yeşil Kuşak”, “Ilımlı İslam” da hep bu
sömürünün aracıdır. Komünizm olmasa da
aracıdır. Çünkü asıl maksat sömürüdür,
masa-kasadır. Yoksulluk da zenginlik de hep
kaderle açıklanır. Allah öyle takdir etmiş zen-
gin, böyle takdir etmiş fakir
olmuşsundur. Bunu tartış-
mak, sorgulamak günahtır.
D�N ELDENG�D�YOR!
Müslüman ülkelerde,
din denince, Allah denin-
ce ahali donar kalır. Cen-
neti vaat et, karnını doyu-
racak kadarın dışında her
şeyini al!.. Cahil bırak…
Cahil ve yoksul insan az
düşündüğü, soru sormadı-
ğı, “tevekkeltü taalallah”
dediği için çok daha kolay
yönetilir, çok daha kolay
kandırılır. “Din elden gi-
diyor” denince bir de güzel
koruma, tetikçi, bekçi, mu-
hafız oluverir, öldürür.
Bu arada Hıristiyan ka-
pitalistlerin yerli işbirlikçileri de dünyanın zen-
gin siyasetçileri arasında en üst sıralara yük-
seliverir. “Paranın dini imanı yoktur!”
Atatürk ve Cumhuriyet, ülkemizde Os-
manlı’dan miras bu işleyişin çarkını kırmıştı.
Karşı devrim çapulcuları ve arkalarında-
ki yerli, ama özellikle yabancı ağababalarının
canı bu yüzden çok acıdı. Ama sabırlıydılar.
Sakin sakin derlenip toparlandılar, açık ya da
gizli hazırlandılar. Kasaya ulaşmak için önce
masaya oturmaları, iktidar mührünü ve asa-
sını ellerine geçirmeliydiler. Sonra o mühür
ve asayla kasaya nasıl hükmedeceklerini on-
lar çok iyi bilirlerdi. Camilerin önünde yahut
kurdukları sayısız vakıfla, dernekle para top-
laya toplaya, insanların inançlarını, korkula-
rını sömüre sömüre hayli palazlanmışlardı.
Ama devlet masasına oturmak başkaydı.
Üstelik bu hazırlıklar sadece karşı dev-
rimci gericilerin bir marifeti, bir başarısı da de-
ğildi. Türkiye Cumhuriyeti, ülke yönetimin-
de yönünü emperyalist Batı’ya çevirdiği an-
dan itibaren sola, emeğe, halka, aydınlanmaya
karşı ve sermayeyi kollamak için daima ve gi-
derek artan bir ivmeyle dini kullanmıştı. Çe-
kirdek devlet “biz bunu kontrol ederiz, iple-
rin ucu bizim elimizde” diye düşünüyordu.
Soldan ve komünizmden ise ölesiye korkuyor
ve nefret ediyorlardı, ama asıl engel Atatürk
ve cumhuriyet idi.
GER�C�L��� BUGÜNE GET�REN DEVLET
1940’lardan itibaren
devlet ve çekirdeği, solu, ko-
münizmi engellemek adına,
iplerin ucunun ve kontrolün
kendi elinde olduğunu sa-
narak Köy Enstitüleri’ni,
Halkevlerini yok etmesey-
di, toprak reformunu yap-
saydı, tarikatların, tekkele-
rin-zaviyelerin önünü açı-
vermeseydi, din dersini,
imam hatip okulunu devlet
politikası olarak uygula-
masaydı, bugün ne şeriat,
ne bölücülük bu tepe nok-
talara gelemeyecekti.
Seferberlik Tetkik Dai-
resi, Özel Harp ve sairede,
sorguya alınanlara ilk soru
doğrudan “niye Amerika’ya
karşısın” oluyordu bu ne-
denle. Elemanlarının Ame-
rikalarda, Almanyalarda teorik, Korelerde uy-
gulamalı sorgu-işkence eğitiminden geçtiği
devlet kurumları oluşturuluyordu.
Demirel bu nedenle 1960’ların
başında “böyle giderse on sene
sonra tamamen Amerikan düş-
manı bir gençlik oluşacak. Tedbir
almak lazım” diyordu. Veya 1987’de
Köprü dergisine yaptığı açıklama-
da bu nedenle “Eğer Tevhidi Ted-
risat’la İslam dini arasında bir çe-
lişme, bir uyuşmazlık varsa, Tevhi-
di tedrisat İslam’a uyacaktır, uy-
malıdır; İslam, Tevhidi tedrisata de-
ğil” demekteydi. 1967’de, Ata-
türk’ün ordusunun komutanlığın-
dan, yani genelkurmay başkanlı-
ğından cumhurbaşkanlığına sıçra-
tılmış Cevdet Sunay bu nedenle
“bugünkü gençlik tehlikeli. Onun
için sivil liselerin yerine imam ha-
tipleri geliştiriyoruz” diyecekti. Ko-
münizmle Mücadele Derneği’ne,
İlim Yayma Cemiyeti’ne, Milli
Türk Talebe Birliği’ne, Ülkü Ocaklarına bu
nedenle kol kanat gerilecekti. 12 Eylül, bu ne-
denle Türk-İslam sentezini devletin resmi
ideolojisi haline getirecek, bu nedenle yurt dı-
şındaki yurttaşlarımızın dinsel ihtiyaçları için
içi titreyip Rabıta parasıyla oraya buraya imam
gönderecekti. Büyük bir plan uygulanıyordu.
MUMCU’DAN I�IK KANSU’YA M�RAS
Uğur Mumcu, Rabıta olayıyla bu gizli-açık
hazırlıkların ipuçlarını, başlangıcını yakala-
mıştı. Olay olay, kişi kişi sergiliyordu. Tarikat
boyutunu, siyaset boyutunu, TÜSİAD’lı,
TOBB’lu ticaret-sermaye boyutunu, Cev-
det Sunay’lı, Faik Türün’lü asker boyutunu…
Olmadı. Biçtiler Uğur Mumcu’yu.
Onunla birlikte başka engelleri de temizle-
diler. AKP’ye adeta bando mızıka arz etti-
ler masa ve kasayı. Masa ve kasa karşılığında
ne yapacağının dosyasını da önüne koydu-
lar elbette. O da şimdi becerebilirse son nok-
tayı koymak üzere. Bölücülük, şeriat ve em-
peryalizmin bu kadar güzel anlaşmasında şa-
şılacak yan yok. Hiçbiri Atatürk’ü, Cum-
huriyet’i, laikliği, Türkiye’nin tam bağım-
sızlığını, 29 Ekim’i, 23 Nisan’ı sevmiyor, is-
temiyor; emeği, dengeli bölüşümü, birinin
yiyip birinin bakmamasını düşünmüyor.
Işık Kansu, Uğur Mumcu’ya vahşice bı-
raktırılan noktadan aldı, takip etti gümüş tep-
sideki masa-kasa projesini. Görmüş ve “Ra-
bıta’nın Zabıtası” adlı kitabında gösteriyor ki
Kansu, emperyalizm ve onun her türlü geri-
ci işbirlikçisi tarafından sabırla ve inatla, oya
gibi işlenerek olgunlaştırılan bu proje mey-
velerini vermiş. En azından insan malzeme-
si, kurumlaşma, masaya oturma, kasayı açma
açısından vermiş.
İşkenceci asker ve polislerin “Ameri-
ka’yı niye sevmiyorsun” sorusuna, işkenceye
ve işkencecilere de pek gerek yok artık.
Devletin neredeyse bütün masalarında ve ka-
salarında imam hatip mezunu Amerika ve ser-
maye severler oturuyor.
Uğur Mumcu bunu çok yazmış, çok söy-
lemişti. En son olarak da ölümünden iki gün
önce 22 Ocak 1993 tarihli yazısında…
1969’da kanlı Pazar günü bir yandan Dol-
mabahçe’de Amerikan 6. Filosu’na secde
ederken, öte yandan satırla, bıçakla Ame-
rikan emperyalizmine karşı çıkanları ke-
senler, Komünizmle Mücadele dernekleri-
nin, İlim Yayma cemiyetlerinin, Milli Türk
Talebe Birliği’nin, Ülkü Ocaklarının yetiş-
tirdikleriydi ki, bunları Uğur Mumcu’dan öğ-
renmiştik, şimdi gölgesi kendinden büyük
masal canavarları olarak şimdi masaların ve
kasaların başında ülke satıyorlar. Bunları da
Işık Kansu’dan öğreniyoruz. Gençliklerini
Mumcu, bugünlerini Kansu…
Üstelik… Ne Milli Şef, ne Menderes,
ne Demirel, ne Özal, ne Cevdet Sunay
imam hatipli değildi. Necdet Özel de, Ke-
mal Kılıçdaroğlu da değil. Ama devlet ar-
tık imam hatipli.
Mumcu’dan Kansu’yaRabıta takibi
I��k Kansu, U�ur Mumcu’ya vah�ice b�rakt�r�lan noktadan ald�, takip etti “Rab�ta’n�n Zab�tas�” adl� kitab�nda gösteriyor ki, emperyalizm ve i�birlikçisi taraf�ndan sab�rla ve inatla, oya gibi
i�lenerek olgunla�t�r�lan “kasa – masa” projesi meyvelerini vermi�
Rabıtanın Zabıtası, Işık Kansu, um:ag Yayınları, 120 s.
ALİ TARTANOĞLU
I��kKansu
17 MAYIS 2013 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR
Kas�rga - Aera!
Kemal Anadol, Do�an Kitap, 150 s.
İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa’nın
pek çok ülkesi gibi Yunanistan da
Nazi Almanyasının işgaline uğradı.
1941’de başlayan işgal sonucu, Yunan
Kralı II. Georgios, Kahire’de İngilte-
re’nin himayesinde bir sürgün hükü-
meti kurdu. Aynı sıralarda anakara
Yunanistan’ında ve Ege Adaları’nda
Yunanistan Komünist Partisi’nin ön-
derliğinde faşizme karşı direniş başla-
tıldı. Kurtuluş Savaşı biteli daha 20 yıl
bile olmamışken, geçmişi unutan
Türk halkı, casusların cirit attığı bir
siyasi ortamda, Hitler’in açlıktan öl-
dürdüğü Elenlere Kurtuluş ve Dum-
lupınar gemileriyle bin bir güçlükle
insani yardım yetiştirmeye çalıştı.
Kad�n Sorunlar� Sözlü�ü
Bozkurt Güvenç, Cumhuriyet Kitaplar�, 130 s.
Çoğu canlılar gibi iki cins olarak do-
ğuyor, yaşıyor, var oluyoruz. Çoğu
canlılardan farklı olarak, kendi ya-
rattığımız kültürlerin sağladığı eği-
tim sürecinde, türdeşlerimizi unutup
cinselliğimizi abartıyor, birbirini an-
lamayan, karşıt hatta düşman gören
kadın ve erkek kişilikleri, dünya gö-
rüşleri yaratıyoruz. Ezelden beri var
olan sorunlar, “modernite”, çağdaş-
laşma ya da değişim/dönüşüm dö-
nemlerinde çeşitlenip büyüyor. Bir
“sözlük” gibi herhangi bir harf veya
sorundan başlanabilir. Mizahi fıkra
ve kutularda ciddi bazı sorunlara ge-
niş bir kaynakçadan seçilmiş çözüm-
ler öneriliyor.
�eytan Tangosu
Laszlo Krasznahorkai, Can Yay�nlar�,
Çev: Bülent �im�ek, 328 s.
Yaşamın fiilî olarak durduğu bir Ma-car köyünde, güz yağmurları başla-mıştır. Gelecekten umudunu, birbiri-ne güvenini, içindeki iyilik duygusu-nu, dayanışma ruhunu yitirmiş insan-lar, o diyardan gitmenin planlarınıyapmaktadır. Bir kurtarıcı arayışı, yıl-lar önce öldüğünü sandıkları Irimi-as’ın dönüşüne dek sürer. İnsanlar ilkkez birlik içinde davranır ve kendile-rini Irimias’ın kararlarına teslimederler. Simgelerden yola çıkarakanlatır Krasznahorkai, yaşamı; olayörgüsünü bir döngü etrafında biçim-lendirir. Sürekli ağ ören örümcekler,gökte dönüp duran kargalar, başıboşatlar, birbirinin tekrarı mevsimler...
Frans�z Filozofu Kimdir?
Jean - Louis Fabiani, �stanbulBilgi Üniversitesi Yay�nlar�,
Çev: Alev Er, 158 s.
Fransız filozofu figürü, çağımızın en-telektüel tablosunda kuşkusuz önemlibir yer tutar. Aşırılıkları, tuhaflıkları,ders verme biçimi, giyimi kuşamı kimi-lerince fetişleştirilse de, Fransız filozo-funun geçtiğimiz yüzyıldaki yetişmeşekli, çalışma pratikleri ve genel ola-rak ait olduğu toplumsal alan pek bi-linmez. Jean-Louis Fabiani’nin eseriişte bu büyük boşluğu dolduruyor:Fransa’da 1880’den beri felsefenin budenli önem kazanmasını sağlayan et-kenler neler olabilir? Fabiani, çağımı-zın büyük düşünürlerini birer sosyolo-jik aktör olarak okurken, düşünceleri-nin doğup geliştiği kültürel bağlamınkodlarını da bizler için anlaşılır kılıyor.
Film Ele�tirdisi
Lale Kabaday�, Ayr�nt� Yay�nlar�, 256 s.
Film eleştirisi, film ile izleyici/okuyucu
arasında sanatsal bağın kurulması için
güçlü bir aracı konumundadır. Sinema
çalışmalarının en önemli alanlarından
birini oluşturan film eleştirisi, filmle il-
gili bilgi vermenin çok ötesine geçen
bir yaratım olarak kabul edilir. Film
eleştirisi, disiplinlerarası ilişkiler kuru-
larak, filmin, sosyolojik, ideolojik, psi-
kolojik, felsefi, tarihsel bağlamda ince-
lenmesini sağlar. Bu doğrultuda film
eleştirisi, popüler okumalar değil, de-
rinlemesine çözümlemeler gerçekleş-
tirir. Kitap, kuramsal çerçeve ile sine-
mamızdan örnek çözümlemeleri bira-
raya getirerek bu alandaki büyük bir
boşluğu doldurma amacındadır.
Ayk�r� A�klar
Na�ide Gökbudak, Nemesis Kitap, 378 s.
Dört yapraklı yonca uğur getirir
derler. Adı, kendisine şans yerine
keder getiren gencecik bir kızdı
Yonca. Çocukluğunda da, genç kız-
lığında da köyün gözdesiydi. Yur-
dunda yaşanan karışıklık; köyünü,
ailesini ve kendisini talihsiz bir serü-
vene sürüklerken, onun asıl şanssız-
lığı aşka dair hissettikleriydi. Aşk,
herkes için hayatı ve zamanı daha
değerli hale getiriken, Yonca için
baş etmesi güç bir savaşa dönüşe-
cekti... Aşk, insanlara bahşedilmiş
en güzel duygu. Peki bu duygu, bazı
insanlar için nasıl tersine dönebilir?
Naşide Gökbudak’ın kaleminden,
bir solukta okuyacaksınız...
Yalandan Kim Ölmü�
Orhan Baykal, U�ur Dündar,Bilgi Yay�nevi, 248 s.
Tek kanallı siyah-beyaz TRT televiz-
yonunda yaşanan trajikomik olay-
lar… Uğur Dündar’ın Sözcü gazete-
sindeki, medyamızın bugünkü acına-
sı durumunu gözler önüne seren ma-
kaleleri ve TBMM Darbeleri Araş-
tırma Komisyonu’nda yaptığı, genç
gazeteciler için adeta bir manifesto
özelliği taşıyan açıklamaları…
Dürüstlüğü, doğruluğu, halkın ger-
çekleri öğrenme hakkını savunmayı
yalnızca gazetecilik ilkeleri olarak
değil, bir yaşam biçimi olarak da be-
nimseyen Uğur Dündar ve Orhan
Baykal’ın birikimleri, medyamızın
nerelerden geçtiğini ve nerelere gel-
diğini açıkça ortaya koyuyor.
Demokrasiye Geçi�
Mahmut Golo�lu, �� Bankas�Kültür Yay�nlar�, 512 s.
Goloğlu, “Demokrasiye Geçiş”e, De-
mokrat Parti’nin kuruluşuyla başlıyor.
Bu süreçte meclis içinde ve dışında ya-
şanan büyük tartışmaları, 1946 seçimle-
rinin gerçekleştiği siyasi atmosferi ve
sonrasını, Türkiye’nin değişen politika
dengelerini ele alıyor: Karşıt siyasi gö-
rüşlerin çatışmaları, parti içi hizipler,
yeni kurulan siyasi partiler, Avrupa
Kalkınma Projesi adı altında kabul etti-
rilen Marshall Planı, Atlantik Paktı tar-
tışmaları... Türk siyasi hayatında başla-
yan yeni bir dönemin öncesi ve sonrası-
nın belgeleriyle birlikte incelendiği
“Demokrasiye Geçiş”, Goloğlu’nun
Türkiye Cumhuriyeti Tarihi külliyatı
için tamamlayabildiği son kitabıdır.
17 MAYIS 2013 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
Uyan��
Mark Nepo, �nk�lâp Kitabevi,Çev: Mehmet Gürsel, 536 s.
Hayattan ne beklediğinizi bilmi-
yorsanız, bu kitaba bakmanız ye-
terli.
Şair ve öğretmen Mark Nepo,
bu kitabında gündelik yaşamdan
hikayeler anlatıp, basit gerçeklere
ve aslında insan için neyin önemli
olduğuyla ilgili küçük bilgiler ver-
mekle kalmıyor, bilge kişilerden
ilham almamızı da sağlıyor.
Her gün için, hayatta katılımcı
olmayı başararak istediğimiz ha-
yata sahip olmamıza yardım et-
mek amacıyla tasarlanmış sıradan
ama derin bilgece uygulamalar
öneriyor.
Kara Güne�
Nicholas Clarke, K�rm�z� KediYay�nevi, Çev: K�vanç Güney, 496 s.
“Kara Güneş”, Batı’da giderek daha
geniş kitleleri etkileyen ırkçı “Aryan”
fikirlerin ve neonazi hareketlerin ideo-
lojik ve siyasi perspektiflerini inceliyor.
Antisemitizmin, liberalizm ve etnik
azınlık düşmanlığının hangi dinamikler
üzerinden Aryan kültleriyle, paganizm
ve ezoterizmle, Antarktika’daki Nazi
UFO’ları inanışlarıyla ve Doğu dinle-
rinden gelen etkilerle harmanlandığını
araştırıyor. Batı ezoterizmi ve Nazi
ideolojisi alanlarında uzman Prof.
Clarke’nın geçmişte yaşanan büyük fe-
laketin bir kez daha yaşanmaması
amacıyla kaleme aldığı bu çalışma, ya-
zarın “Nazizmin Gizli Kökenleri” kita-
bının da devamı niteliğini taşıyor.
Histeri
J.D. Nasio, Say Yay�nlar�,Çev: Pelin Ayd�n, 184 s.
Bir kişinin veya bir davranışın histerik
olduğunu söylediğimizde ne düşünü-
yoruz? Nasıl histerik oluyoruz veya bu
hastalıktan nasıl kurtuluyoruz? Histe-
rik kişinin cinsel hayatında çektiği acı
nedir? Erkek ve kız çocuğunda histeri
kendini nasıl belli ediyor? Erkek ve
kadın arasındaki ilişki histerik bir hal
almaya, yani gücün sevgi, nefret ve ar-
zuyu yönlendirdiği yöneten-yönetilen
arasındaki bir güç ilişkisine dönmeye
neden bu kadar elverişlidir? J.D. Na-
sio, histeri üzerine olan psikanalitik
yaklaşımı okuyucuya iletmek arzusuy-
la modern histeri hakkında sorulan
tüm bu sorulara bir psikanalist, bir psi-
kiyatr olarak cevap veriyor.
Araname
Hulki Aktunç, Semra Aktunç,Yap� Kredi Yay�nlar�, 104 s.
Semra ve Hulki Aktunç’un Ara Gü-
ler’le dostluklarının bir ürünü “Ara-
Name”. Ev sohbetlerinde konuşulan-
lar, Ara Güler’in anlattığı anılar, Ak-
tunçlar’ın Ara Güler’e bakışları,
onun kişiliği ve sanatını yorumlayış-
ları kitabın ilk bölümünü oluşturu-
yor. İkinci bölümde Ara Güler’in çok
bilinen İstanbul fotoğrafları ve onla-
rın yanına Aktunçlar’ın iliştirdiği
mini kurmaca metinler var. Üçüncü
bölüm ise Ara’lı bir aile albümü...
“AraName”, nihayetinde anılar, de-
nemeler, öyküler barındıran bir söy-
leşili fotoğraf kitabı. Aktunçlar’ın ka-
lemiyle Ara Güler objektifinin bulu-
şup seviştiği şık ve coşkulu bir eser.
Semboller Nas�lOkunur?
Clare Gibson, Yap� EndüstriMerkezi Yay�nlar�,
Çev: Cem Alpan, 256 s.
Kitap, yeryüzünde eski çağlardan gü-
nümüze sanatta kullanılan sembolle-
rin zengin kavram dünyasını ayırt edip
anlamayı amaçlayan pratik bir giriş ki-
tabı. Farklı kültürlerin sembollerinin
anlamlarını, kökenlerini, anlatım ve
tasarım biçimlerini yaratıldıkları coğ-
rafyalara göre gruplandırarak belirli
temalar çerçevesinde inceliyor. Bu kü-
çük ve sevimli cep kitabı konuyla ilgili
akla gelebilecek her türlü soruya gör-
seller eşliğinde kısa ve öz cevaplar ve-
ren bir rehber. Kitap dünya üzerindeki
farklı kültürlerin tarih boyunca sanat
eserlerinde ve tasarım nesnelerinde
kullandıkları sembolleri keyifle “oku-
yarak” kavramamızı amaçlıyor.
ABD’nin AskeriMüdahaleleri
Haydar Çakmak, Kaynak Yay�nlar�, 576 s.
ABD Silahlı Kuvvetleri 1775’te kurul-muş, ilk yurtdışı ve ilk Atlantik ötesi
müdahalesini 1801’de Kuzey Afri-ka’da Berberi Savaşları’na katılarakyapmıştır. Bu tarihten günümüze ka-
dar dünyanın çeşitli bölgelerine ellininüzerinde askeri müdahalesi olmuştur.ABD’nin 1800’lerden bu yana dünyaçapında yürüttüğü askeri faaliyetlerive emperyalist müdahaleleri açığa çı-
karan incelemelerden oluşan bu kitap,on beş farklı üniversiteden otuz dörtakademisyen tarafından yaklaşık bir
buçuk yıl içerisinde hazırlanmıştır.Prof. Dr. Haydar Çakmak, tarafındanyayına hazırlanan bu kitapta uluslar-arası ilişkilerde ülkemizdeki literatüreksikliğini gidermiştir.
Hiçbir �ey EskimezMutluluk Kadar
Oscar Wilde, Alakarga Sanat Yay�nlar,
Çev: Burcu Yalç�nkaya, 80 s.Arkadaşlarımı görünüşlerine, tanı-
dıklarımı karakterlerine ve düşman-
larımı ise zekâlarına göre seçerim.
“Hayat, enfes anlardan oluşan
kısa ve tatsız bir dönemdir.”
“Etkileyici olan sadece iki çeşit
insan vardır: Her şeyi bilenler ve hiç-
bir şeyi bilmeyenler.”
“Uğruna yaşanan tek şey zevktir.
Hiçbir şey eskimez mutluluk kadar.”
Oscar Wilde’nin aforizmaların-
da onun zekâsının olgunlaşmasını
ve büyümesini görürüz. Wilde’nin
iğneli sözleri sadece edebi içeriği ve
ilettiği mesajlar için değil, zekâsının
daha iyi anlaşılmasını sağladığı için
de okunmalı.
Corto Maltese: Bir KezDaha O Kibar Korsanlar
Hugo Pratt, NTV Yay�nlar�,Çev: Alev Er, 40 s.
Bir kez daha o kibar korsanlar… “Biliyor musun çingenenin biribana ‘bir gün ölecek olursan çev-rendeki herkes seninle birlikte
ölecek’ demişti.”
Corto Maltese’in elinde bir si-
nek ası vardır; balina kemiğindenyapılmış ve Korsan Baraküda’nınKarayipler’deki kayıp bir adaya giz-lenmiş hazinesini bulmaya yaraya-cak dört astan biridir bu. Öteki
kartlardan biri sadık düşmanı Ras-putin’de, diğeri ise Baraküda’nıntorunu esrarengiz Bayan De Po-
incy’dedir. Corto’nun onlarla birlik-te hareket etmek ya da hazine avınıtek başına kazanmak arasında se-çim yapması gerekecektir.
Spagetti sevenler buraya! Alessan-
dro, Emma, Gianpaolo, bir de dün-
yanın en kalın kaşlı köpeği Bayan
Cozzolino’dan oluşan Spagetti Çete-
si, bir yandan nefis
İtalyan lezzetleri-
nin tadını çıkarır-
ken, bir yandan da
müthiş gizemleri
çözüyorlar. Bayan
Hollandalı’nın bi-
sikletini kim çal-
dı? Suç mahallin-
de bulunan fatu-
ranın anlamı ney-
di? Ayrıca ne tür
bir hırsız, çaldığı
bisikleti geri geti-
rir ki?
C. Capria, M. Martucci,
Epsilon Yay�nlar�,Çev: Duygu Filiz,
141 s.
Aydınlık KİTAP ÇOCUK - GENÇ
Spagetti Çetesi:Bisikletimi Kim Çald�? “Yılan ile Kertenkele”, çölde yaşayan
zıt karakterli iki sürüngenin araların-
da gelişen dostluğu anlatan kısa öy-
külerden oluşuyor. Kahramanları
hayvanlar olsa da bu öyküler klasik
fabllardan farklı olarak didaktizmden
çok uzak. Günümüz
çocuğuna seslenen
usta işi mizahı ve
zekice kurgusuyla
şaşırtıyor, gülümse-
tiyor, güldürüyor.
Gülmecenin teme-
lini ise iki karakte-
rin zıtlığı oluşturu-
yor. Fakat iki arka-
daş farklılıklarının
bilincine varıyor,
birbirini olduğu
gibi kabulleniyor.
Joy Cowley,Hayykitap,Çev: �iirselTa�, 96 s.
Y�lan ile KertenkeleFa Usta karısının ölümünden sonra
hayata küsmüş dünyanın en iyi ke-
man yapım ustası. Mifa, onun oğlu.
Lare, Solfasol Ülkesi’nin küçük
prensesi; keman çalmayı çok istiyor
ama geleneklere göre kız çocukları
keman çalamaz.
Refa ise onun
ağabeyi, çok iyi
keman çalması
gerekiyor ama
onun istediği tek
şey kurbağaları
incelemek. Tabii
bir de Solfasol
Ülkesi’ni çeke-
meyen komşu
ülke Remi-
do’nun kralı Kral
Remi var...
Fatih Erdo�an,MavibulutYay�nlar�,
180 s.
Fa Usta’n�n Kemanlar�Toparlak, ormandaki yaşıtlarına göre
oldukça yavaştır. Buna çok üzülen
Toparlak, evini terk edip başka bir
ormanda yaşamaya karar verir. To-
parlak, üzgün bir şekilde ormandan-
dan ayrılmayı düşündüğü gece, Tır-
sak adında bir sin-
capla tanışır. Her
şeyden korkan ve bu
yüzden tıpkı Topar-
lak gibi arkadaşları-
nın alaylarına kat-
lanmak zorunda ka-
lan Tırsak da, orma-
nı terk etmeye ka-
rar vermiştir.
Fakat bu iki kafa-
dar, öyle bir plan ya-
parlar ki hayatları
baştan aşağı değişir.
�ebnemGürsoy, FinalKültür Sanat
Yay�nlar�, 40 s.
Toparlak ile T�rsak
Yeşil sahalarda rüzgar gibi esen, reklam filmlerinde
boy gösteren, dünyanın en zengin futbolcuların-
dan biri olan Ronaldo’nun, yoksul çocukluğuna,
dinmeyen hırsına ve ilk aşkına dair neler biliyor-
sunuz?
Spor spikeri Uğur Önver, Çizmeli Kedi Ya-
yınları’ndan çıkan “Sokak Çocuğu Ronaldo”
isimli kitabında, Ronaldo’nun akrabalarından,
dostlarından ve medya kaynak-
larından topladığı bilgilerle, Ro-
naldo’nun pek bilinmeyen yön-
lerini anlatmış. En pahalı oto-
mobillere binen Ronaldo’nun
çocukken yaşadığı evde, annesi-
nin yer kaplıyor diye çamaşır
makinesini tavana astığını biliyor
muydunuz? Nasıl bir odada bü-
yüdüğünü hayal edebildiniz mi?
TOPU BIRAK D�YEN�RETMEN� P��MAN
FIFA Başkanı Sepp Blatter’in“futbolun Picasso’su” dediği Ro-naldo, topla 3 yaşında haşır neşirolmaya başlamış. Ne de olsa top,küçük bir erkek çocuğu için eğ-lenmenin en ucuz yolu. Hareketlili-ği yüzünden çoğu zaman öğret-menlerinden azar işitse de, bazılarıona destek olmayı tercih etmiş. Za-manında ona futbol oynayarak hayatını sürdü-remeyeceğini söyleyen öğretmeni şimdi pişmanolduğunu söylüyor. Öte yandan sözünü dinlete-mediği için de memnun. Ronaldo ise öğretmen-leri hakkında hep olumlu şeyler söylemeyi tercihediyor.
Küçük takımlarda oynadığı maçlarda bütün
ilgiyi üstünde toplamakta zorluk çekmeyen Ro-
naldo, kısa süre içinde yaşadığı şehirde tanınır ol-
muş. Ardından spor okulla-
rında aldığı eğitim, Sporting
Lizbon’da başlayan profes-
yonel kariyeri onu Manc-
hester United’a kadar taşı-
mış. Son olarak 2009’da çok
yüklü miktarlarla Real Mad-
rid’e transfer olan Ronaldo,
Messi ile birlikte dünyanın
en iyi ve dolayısıyla en paha-
lı oyuncuları arasından gös-
teriliyor.
FUTBOLU SANATA DÖNÜ�TÜREN GENÇ
Açıkçası futbola pek ilgi duymam, Ronal-
do hakkındaki bilgim de medyada çıkan abar-
tılı haberlerden ibaretti. Pahalı yaşayan bir genç
için yapılan haberlerin abartılı olması doğal ta-
bii. Bir de 2011’de kazandığı altın ayakkabıyı
satıp, elde ettiği geliri Filistinli çocuklara ba-
ğışlaması ve birkaç ay önce bir maçta İsrailli
futbolcu ile forma değiştirmeyi reddetmesi,
hakkında birçok dedikodu çıkmasına neden ol-
muştu. Futbol bilgimin sınırlı olmasından
ötürü de Ronaldo’nun neden iyi bir futbolcu
olduğuna dair pek bilgim yoktu. Futbolun Ro-
naldo’ya kattıkları karşısında Ronaldo’nun da
futbola kattıklarıymış Ronaldo’yu Ronaldo ya-
pan. Düzenli antrenmanlar, disiplin ve takım
bilincinin ötesinde Ronaldo, futbolu sanata
dönüştüren bir gençmiş. Yaşadığı kalp so-
runları, yoksulluk ve alkolik bir babaya rağmen.
Uğur Önver, daha önce de Messi ve Mesut
Özil’i anlatan kitaplar yazmıştı. Konusu ve iş-
lediği kişiler bakımından bu kitapları en çok
gençlerin okuyacağını düşünürsek, dili ve kur-
gusu çok başarılı. Dediğim gibi, futbola dair sa-
dece topun yuvarlak olduğunu bilerek başladım
kitaba ve sonuna ulaşabildim. Şimdi ben de bir
Ronaldosever olarak, küçük bir çocuğun haya-
ta karşı topla verdiği bu mücadeleyi severek oku-
yacağınıza inanıyorum.
İyi okumalar.
İREM HALIÇirem.halic@hotmail.com
En pahal�otomobillerebinenRonaldo’nunçocukkenya�ad���evde,annesinin yerkapl�yor diyeçama��rmakinesinitavanaast���n�biliyormuydunuz?Nas�l birodadabüyüdü�ünühayaledebildinizmi?
Futbolun Picasso’suFutbolun Picasso’suFutbolun Picasso’suFutbolun Picasso’suFutbolun Picasso’suFutbolun Picasso’suFutbolun Picasso’su
Sokak Çocuğu Ronaldo,
Uğur Önver, Çizmeli Kedi
Yayınları, 144 s.
17 MAYIS 2013 CUMA20
17 MAYIS 2013 CUMA 21Aydınlık KİTAP
Başlıktaki cümleleri hiçbir ders kita-
bında gördünüz mü? Biraz düşünelim,
1990’lı yıllarda okula başlayanlar rastla-
mış olamaz, anımsamıyoruz. Peki önce-
kiler ya da sonrakiler? Cumhuriyet dev-
riminin ders kitaplarıyla büyüyebilmiş
olanlar belki bu soruyu saçma bulacak-
tır. Belki onlar da “Ali annene yardım
et!” cümlesine rastlamamıştır. Yine de
cumhuriyet kuşağının bize göre çok
daha başka kitaplarla büyüdüklerini an-
lamak için Doç. Dr. Firdevs Gümüşoğ-
lu’nun Mart ayında Kaynak Yayınla-
rı’ndan çıkan “Ders Ki-
taplarında Toplumsal
Cinsiyet 1928-2013” adlı
çalışmasına bir bakmak
yeter. Çalışmanın 1928
yılından başlamasının,
araştırmaya Harf Dev-
rimi’nden sonra yazılan
kitapların dahil edilme-
siyle ilgili olduğunu da
eklemeden geçmeyelim.
�DEOLOJ�N�NAYNASI OLARAK DERSK�TAPLARI
İster edebiyat (kur-
maca) ister bilimsel ol-
sun her yapıt, kuşkusuz
yazarının değer yargıları-
nı taşır. Ders kitapları söz
konusu olunca, buna bir
de dönemlerindeki egemen siyasi ve
ekonomik anlayış eklenir. Tıpkı Cum-
huriyet devriminin ders kitapları,
1945’ten ve 2002’den sonraki kitaplarda
olduğu gibi… Örneğin, 1945’ten sonra-
ki ders kitaplarında “kadın”ın sadece
mutfakta resmedilmesi salt yazar ve çi-
zerin tercihi midir? Peki, 1937 basımı ki-
tapta (Alfabe, Devlet Basımevi) bir
manav çocuklara “Kârsız bol bol vere-
yim” derken, 1953’tekinde (Kolay Alfa-
be, Ülkü Basımevi) aynı satıcı çocukla-
ra “Yaşasın para! Yaşasın elma! Bol
para, bol bol elma” diyorsa; bu dönü-
şümde “Küçük Amerika” olma rüyasının
payı yok mudur?
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üni-
versitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üye-
lerinden Doç. Dr. Firdevs Gümüşoğlu,
yukarıda sözünü ettiğimiz 85 yıllık süreci
içeren çalışmasında öncelikle kadın ve er-
keğin toplumsal kimliğinin çocuklara
nasıl öğretildiğini saptamayı hedefle-
miş. Bunun için kitaplardaki görsellere,
alıştırmalara, şiir, tekerleme ve öyküle-
re, hangi konunun hangi resimle kulla-
nıldığına bakmış. Ancak sonuçlara ba-
kınca, sadece kadın ve erkek kimliğini de-
ğil, o kimliği çizenlerin zihniyeti, eko-
nomik ve sosyal hedefleri hakkında da
birçok sonuca ulaşabilirsiniz. Böylece
Doç. Dr. Gümüşoğlu, Türkiye Cumhu-
riyeti milli eğitiminin
ülkemizdeki kritik kı-
rılma dönemlerinde bi-
limsellikten nasıl adım
adım uzaklaştığını, si-
yasi erkin kadın ve er-
keğe bakışının biz ve
çocuklarımızın bellek-
lerine nasıl ince ince iş-
lendiğini gözler önüne
seriyor.
OKULK�TAPLARI,ÇOCU�UNUZUN GELECE��N�RESMEDER
Doç. Dr. Firdevs Gü-
müşoğlu, çalışmasını 14
bölümde okura sunmuş.
Bu bölümlerde kadının
üretim, bilgi ve parayla
ilişkisi, ev/toplumsal ha-
yat içindeki yeri ve çocuklarla ilişkisinin
ders kitaplarında 1928’den 2013’e nasıl
değiştiği ayrıntılı örneklerle anlatıyor. İs-
terseniz, kitabın son yüz sayfasında yer
alan görseller sayesinde, kendiniz de
bu değişimi gözleyebilir ve kendi karşı-
laştırmalarınızı yapabilirsiniz.
AL� DENEY MASASINDA, AY�E ANNES�YLEMUTFAKTA
Örneğin 1945 sonrasında okutulan ki-
tapların deney resimlerinde hep erkek
çocukların resmedildiği dikkatinizi çek-
miş miydi? Peki Cumhuriyet dönemin-
deki kitaplarda, hakim ve avukat
olan kadınların fotoğraflarını
görseniz şaşırır mısınız? Bu-
günkü kitaplarda kadını genel-
de mutfakta “önlük”le gösteren
resimlere niye şaşırmıyorsunuz?
1937 basımı “Alfabe” kitabında
bir köylü çocuğunun annesine
“Ana bana at al!” demesi, bugün
dışarıdan bir şey alanın genelde
“baba” olarak gösterildiği ki-
taplardan daha mı garip?
Doç. Dr. Gümüşoğlu’nun
verdiği örneklerde; anne-baba
sevgisinin bile ders kitaplarında
nasıl farklı işlendiğini görebili-
yoruz. Hatta dönemlere göre,
görsellerdeki anne ve babaların
yüz ifadeleri bile bu kadar de-
ğişebilir mi? 1940’lara kadar,
ders kitaplarındaki anneler gü-
lüşleri, bakışları ve genel yüz ifa-
deleriyle daha içten ve samimi,
özgüveni olan, mutlu birer kadın
olarak resmedilmiş; babalar da
daha sevecen, çocuklarıyla oyun
oynarken dostça görünüyorlar.
1950 sonrasında ise, kitaplardaki
anneler yüzlerine yapıştırılmış gibi duran
mahzun gülümsemeleri, babalar da birer
maske gibi duran donuk yüzleri ile kar-
şımıza çıkıyor.
EBEVEYNLERE: OKULK�TAPLARI NEDEN ÖNEML�?
Peki tüm bu farkları görmek bize ne
katacak? Öyleyse bir okul kitaplarına ba-
kın bir de yaşadığınız gerçek hayata. Et-
rafınızda ütü yapan, mutfağa giren er-
kekler; tek başına hem evini geçindiren
hem çocuğunu büyütüp adam eden ka-
dınlar yok mu? Gerçek hayatla ders ki-
tapları arasındaki bu karşıtlığa rağmen,
bu kitaplar çocuklarımızı hayata ve da-
hası ülkesine iyi bir yurttaş olmaya nasıl
hazırlayacak? Ah, pardon! Çocukları-
mızın hala “cumhuriyet yurttaşı” yetiş-
tirmeye çalışan “milli eğitim”le büyü-
düğünü sanıyoruz…
Ö�RETMENLER �Ç�N DE ÖNEML�
Kaynak Yayınları, yıllar önce “Ke-
malist Eğitim Tarih Dersleri (1931-
1941)” adlı dizide, Cumhuriyet Devri-
mi’nin okullarda okutulan tarih kitap-
larını biz okurlara sunmuştu. Bu 4 cilt-
lik dizi, araştırmacılar kadar öğretmen-
ler için de önemli bir kaynak niteliğin-
dedir. Doç. Dr. Firdevs Gümüşoğlu’nun
bu çalışması da, Cumhuriyet Devri-
mi’nin nesnel ve bilimsel eğitim anlayı-
şı ile günümüzün batıl inançlara dayalı
ve cinsiyetçi eğitim anlayışının örnekle-
rini yan yana koyuyor. Böylece dün ile bu-
günü karşılaştırma fırsatı sunuyor. Eği-
tim fakültelerinde öğretim yöntemleri,
soru hazırlama, ölçme-değerlendirme
vd. pedagojik konuların yanı sıra ders ki-
taplarının nasıl olması gerektiğini de öğ-
renen öğretmenler bile bugünün kitap-
larında neleri gözden kaçırdıklarını fark
edebilirler. Ayrıca bu çalışma öğret-
menlerimize nesnel, bilimsel, çağdaş ve
milli eğitimin amacına uygun ders ki-
tapları hazırlamak için de ipuçları vere-
bilir. Zira yarın bu düzenle birlikte bo-
zuk eğitim sistemi de yıkılınca kolları sı-
vamaları gerekecek. Tıpkı Başöğretmen
Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı gibi…
Ayşe topu at! Ali annene yardım et!
SEZA ÖZDEMİRsezaozdemir@gmail.com
Ders Kitaplarında Toplumsal Cinsiyet 1928-1995, Firdevs
Helvacıoğlu, Kaynak Yayınları, 312 s.
Okuma yazmay� böyle cümlelerle ö�rensek ne olur? Toplumsal cinsiyetimizin �ekillenmesindeders kitaplar�n�n rolü ne? Cumhuriyet devriminin ders kitab� ve bugünküler aras�ndaki fark
sadece müfredat m�? Doç. Dr. Firdevs Gümü�o�lu’nun ara�t�rmas�, bu sorulara yan�t veriyor
17 MAYIS 2013 CUMA22 Aydınlık KİTAP
BULMACA
ALINTI-TEST
Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?
SOLDAN SA�A1. Resimdeki yazar - Herhangi bir
sefer için merkez olarak seçilipona göre donat�lm�� olan yer
2. Cet - Üzme, s�k�nt� verme -Bulundu�u yerden yukar�yado�ru ç�kma, yükselme, yücelme
3. Manganez’in simgesi - Eski Çinfelsefesinde, evrenin birli�inisa�layan düzen ilkesi - Gelecek -�imdi, �u anda
4. Bal yapan böcek - Parça ya daezme et ya da sakatata çe�itli
harçlar kat�larak haz�rlanan bir�arküteri ürünü - Tatbiki, pratik,uygulamal�
5. “... Güler” (foto�rafç�) - �kihörgüçlü deve ile boz deveninmelezi olan tülü devenin erke�i
6. Al��kanl�k, al��ma - Eski bir M�s�rtanr�s� - Çok eski ve bilinmeyenbir tarihi anlatan bir söz - Su yolu,kanal
7. Fas’ta bir �rmak - Sevgili - Bir i�i,bir görevi yerine getirme - Zehirlibir örümcek türü
8. Enerji - Molibden’in simgesi9. Baban�n erkek karde�i - Hitit
döneminde K�z�l�rmak yöresinin ad�10. Tavlada “bir” say�s� - ��e yatk�n,
becerikli - Favori - Sahip, malik11. Beyaz - En k�sa zaman parças�,
lahza - �z, ni�an, belirti - Biryüzölçümü birimi
12. Burçlar ku�a�� - Baya��, s�radan -Milattan önce (k�sa)
13. Roma’n�n eski ad� - Osmanl�lar’dadeniz eri - Gece
14. Birbirinin ayn� olan, birbirini
tamamlayan iki �eyden her biri -Yunan mitolojisinde güzelli�iyleme�hur delikanl� - Plastik ya datahta ta�larla ve �stakalarlaoynanan bir oyun
15. Kiralanm�� yük hayvan� - Seri,çok çabuk olarak - Evropiyum’unsimgesi
YUKARIDAN A�A�IYA1. S�rça - Resimdeki yazr�n bir eseri -
�laç, merhem2. �talya’da bir yanarda� - Bir meyve
- �nsan ya da hayvan vücudunuderisiz, yaln�zca kas yap�s� görülürbiçimde betimleyen sanat yap�t�
3. Bir dilek �art eki - Habe� soylusu -Elma, armut kurusu - Bir geçmi�zaman eki
4. Genellikle uluslararas� karayoluta��mac�l���nda kullan�lan büyükkamyon - Hayvan yiyece�i -Kendine gelmek, ay�lmak
5. Satürn gezegeninin be�inci uydusu- Konya’da bir baraj - Eskidenya�mak yap�m�nda kullan�lan çokince yar�-saydam bez - Rusça’da“evet”
6. Yar� efsanevi Yunan masalc� -�çinde deniz kabu�u kal�nt�lar�olan kum - Antiseptik vedezenfektan özellikleri olan bir
element7. Ayak - Yünden dövülerek yap�lan
kaba ve kal�n kuma� - Arapça’da“ben”
8. Bunama, bunakl�k - Bir resmisuland�r�lm�� renklerle boyama yada gölgeleme biçimi
9. Otomobillerin çeki� ve h�z�n�ayarlamaya yarayan di�liler düzeni- Mercek
10. Hitit - Ard�ç a�ac�n�n meyvesi -“Allah kabul etsin!” anlam�nda birsözcük
11. Bir nota - “... Kaptan” (ressam) -Türk Standartlar� Enstitüsü (k�sa) -S�k gözlü bir bal�k a�� türü
12. Elekten geçirme - Japonya’dabuda rahibesi - Türk Mal� (k�sa) -Kiloamper (k�sa)
13. Kan p�ht�s� - Kimononun üstünetak�lan, biçimi ve boyutucinsiyete, ya�a, mevkiye vebölgeye göre de�i�en, birdü�ümle birle�tirilen geni� ipekku�ak - Daha uzak olan yer veya�ey, mavera
14. Arnavutluk’un plakas� -Rubidyum’un simgesi - Avuç içi -Herhangi bir toplulukta bireylerinher biri, aza
15. Resimdeki yazar�n bir eseri
Bildiğim ve yaptığım şeyler yüzünden SS’lerya da kara gömlekliler beni bir gün ellerine
geçirirlerse, işkence yaparlar. İşkence yapar-larsa konuşurum, çünkü acıdan korkarım ben.Konuşursam da arkadaşlarımı ölüme yollarım.Onun için yakaladıklarında bu neşterle boğazımıkeseceğim. Canım acımaz, bir saniyede şak diyekeserim. Böylece herkese kazığı atmış olurum
1 Maksimilyen Andreyeviç, doğal olarak, Ki-ev'in en akıllı kişilerinden biri sayılırdı.
Ama böyle bir telgraf, dünyadaki en aklıbaşında insanı bile şaşırtacak türdendi.
Biri başının kesildiğini telgrafla bildiriyorsa,başı tam kesilmemiş ve henüz yaşıyor demek-tir. İyi ama bu durumda bir cenaze nasıl sözkonusu olabilir?
2 “Biliyorsun Eddie var olmayan bir şeyinarkasından koşuyor. Yaralı bir hayvan gibi, anlıyor musun ve
her seferinde biraz daha aşağıya düşüyor. Dünyanın ona dar geldiğine inanıyorum,
bütün sorunlarının buradan kaynaklandığınıdüşünüyorum...”
3
a)
b)
c)
d)
e)
Bir Yıl - Jean Echenoz
Kraliçe Loana'nın Gizemli Alevi - Umberto Eco
Kaplan! Kaplan! - William Blake
Fil - Elio Vittorini
Gölün Sırrı - Jenny Erpenbeck
a)
b)
c)
d)
e)
Usta ile Margarita - Mihail Bulgakov
Ağustosta Tatil - Cesare Pavese
Kötü Bir Şaka - Italo Svevo
Flush Bir Biyografi - Virginia Woolf
Yarının Tarihi - Stefan Zweig
a)
b)
c)
d)
e)
Düşünce Balonları - David Lodge
Metroland - Julian Barnes
Sinema Müdavimi - Walker Percy
Gilles ile Jeanne - Michel Tournier
Betty Blue - Philippe Djian
Bu haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(b) 2-(a) 3-(e)
GE
ÇE
N H
AFTA
NIN
ÇÖ
ZÜ
MÜ